ŞÂRİ'ÎN,
MÜKELLEFİN ŞER’Î HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI
(MÜKELLEFİN
ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI)
Bu nev'i altında yirmi
mesele ele alınacaktır:
Şeriatın konulusunda
gözetilen şer'î maksat, mükellefin neva ve hevesinden koparılarak, kendi
ihtiyarı ile Allah'a kul olmasını sağlamaktır. [1]Nitekim
yaratılış itibarıyla zorunlu olarak zaten O'nun kulu idi.
Bu konudaki deliller:
(1)
Kulların, sadece
Allah'a kul olmak, onun emir ve yasakları altına girmek için yaratıldığına dair
açık nasslar: "Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için
yaratmışımdır. Onlardan birrızık istemem. Şüphesiz mıhlandıran da, güç ve
kuvvet sahibi olan da Allah'tır[2]
"Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden
rızık istemiyoruz, sana rızık veren biziz[3]
"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz
ki, O'na karşı gelmekten korunmuş olabileniniz,[4] Sonra
bu kulluğun esaslarını aynı sûrede açıklamış ve şöyle buyurmuştur: 'büzlerinizi
doğudanyana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir; lâkin iyi olan
Allah'a, âhiretgününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, O'nun
sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve
köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât veren v,e ahidleştikle-rinde
ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir.
İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlardır.[5]Bunlar
yanında daha başka yine aynı sûrede getirilen yükümlülükler. "Allah'a
kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşmayın.[6]âyetiile
benzeri mutlak surette Allah'a kulluğu emreden ve genel olarak tafsilat
getiren bütün âyetler... evet bütün bu nasslar her hal ve durumda Allah'a
yönelmenin, her nasıl olursa olsun onun getirdiği hükümlere boyun eğmenin
gerekliliğini ortaya koymaktadır. Allah'a kulluğun mânâsı da işte budur.
(2)
Şâri'in bu kasdına
muhalefetin yerilmesi: Evvela Allah'ın enirine muhalefette bulunma yasaklanmış;
Allah'tan yüz çevirenler yerilmiş; her çeşit muhalefete karşı olmak üzere hem
dünyada verilecek özel bir ceza, hem de âhirete bırakılmış bir azap tertip
edilmiş ve insanlar bununla korkutulmuş tur. Muhalefetin asıl kaynağı, heva ve
heveslere, peşin zevklerin çağrısına uymak ve geçici şehvetlere tabi olmaktır.
Yüce Allah heva ve heveslere uymayı, hakkın karşısında yer alan ve onunla
çatışan bir şey olarak kılmış ve onu hakkın karşıtı saymıştır. Meselâ şu
âyetlere bakalım: "Ey Davudi Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o
halde insanlar arasında adaletle hükmet, hevese uyma, yoksa seni Allah'ın
yolundan saptırır[7]"İşte azıp da dünya hayatını
tercih edenin varacağı yet şüphesiz cehennemdir.[8] Bunun
karşıtı durum için de: 'Ama kim Rabbinin azametinden korkup da kendi- . ni
heva ve hevesten alıkoymuş ise varacağı yer şüphesiz cennettir" [9]bu-yurmaktadır.
Başka bir âyette: "O heva ve hevesinden konuşmamaktadır; O'nun konuşması
ancak, bildirilen bir vahiy iledir"[10]
buyurur. Bu sonuncu âyette Allah, davranışların kaynağını iki şeyle sınırlamıştır
Vahiy ki bu şeriat olmaktadır. (2) Heva ve heves. Birüçüneüsü de yoktur. Durum
böyle olunca, heva" ve hevesle şeriat tam birbirlerinin karşıtı
olmaktadırlar. Hak ve hakikatin vahiyde olduğu kesin olarak bilindiğine göre,
hakkın zıddmın da heva ve heves peşinde olduğu ortaya çıkacaktır. Yine Yüce
Allah daha başka âyetlerde şöyle buyurur: "Ey Muhammedi Heva ve hevesini
tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah'ın şaşırttığı... kimseyi gördün mü?[11]'Eğer
gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup
giderdi[12] "İşte bunlar,
Allah'ın kalplerini mühürlemiş olduğu kendi heveslerine uyan kimselerdir[13]
"Rabbinin katından bir belgesi olan kimse, kötü işi kendisine güzel
gösterilen kûnseye benzer mil Bunlar heveslerine uymuşlardır.[14] Bu
âyetlerde geçen "heva ve heves" kelimelerinin kullanılışı üzerinde
durduğumuzda, onun hep yergi makamında kullanıldığını ve onun peşinden
gidenlerin kötülendiğini görürüz. Bu anlamda İbn Abbas'tan da: "Yüce
Allah, Kur'ân'daher nerede Tıevâ' kelimesini kullanmışsa mutlaka onu yermek
makamında kullanmıştır" şeklinde bu mânâda bir söz rivayet edilmiştir.
Bütün bunlar, Sâri' Teâlâ'mn amacının, mükellefin heva ve heves peşinde koşmaktan
vazgeçerek Mevlâsına kullukta bulunması olduğunu apaçık göstermektedir.
(3)
Şimdiye kadar edinilen
tecrübeler ve âdetler de göstermiştir ki, dünya ve âhiret ile ilgili
maslahatlar, heva ve heveslerin peşinde başıboş bir şekilde koşturmakla
gerçekleşemez. Çünkü böyle bir başıboşluk durumunda anarşi doğar; insanlar
birbirlerine girer ve herşey helak olur. Böyle bir netice ise
gerçekleştirilmesi istenilen maslahatların tam zıddı bir durum olmaktadır. Bu
husus, tecrübe ve sürüp gelen âdetler neticesinde bilinmektedir. Bu yüzden de
eski ve yeni bütün insanlar, şehvetlerine uyan ve onun peşinde koşturan
insanları yermişlerdir. Hatta önce geçen ve tâbi olacakları bir şeriatları
bulunmayan, ya da şeriatları unutulmuş olan bazı kavimler, dünya ile ilgili
maslahatlarını, aklî nazarda heva ve heveslerine uyan herkesten uzak durmak
suretiyle gerçekleştirmiş oluyorlardı Onların böyle birşey üzerinde
görüşbirliği etmeleri, kendilerince onun doğruluğu sabit olduğu içindi. Heva ve
heveslerine uyan kimselerden uzak durma geleneğinin sürmesi neticesinde
amaçları olan dünya ile ilgili maslahatlarını gerçekleştireceklerine inanıyorlardı
ve buna "es-siyâsetu'I-medeniyye" (siyâsî rejim) ismi veriyorlardı.
Netice olarak diyebiliriz ki, bu konu, doğruluğunda hem aklın hem de naklin
birleştiği bir husustur. Konu, delile ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır.
Durum böyle iken,
hiçbir kimsenin kalkıp da, şeriatın kulların şehvetleri doğrultusunda ve
onların garazlarını gerçekleştirmek için konulmuş olduğunu iddia etmesi doğru
değildir. Çünkü şer'î hükümler beş kategori içerisindedir, Bunlardan vâcib ve
haramın, başıboş bı-rakılmışlığm neticesinde dilediğini yapıp, dilediğini
terketme durumuyla çatışma arzedeceği açıktır. Zira, emredilen ya da
yasaklanılan şeyde kulun bir garazı olsun olmasın, "Şunu yap! "ya da
"Şunu yapma!denilmektedir. Bu durumda, eğer mükellefin garazı bu emir ya
da nehye uygun düşer ve onda vacibin işlenmesine ya da haramdan kaçınmasına
dair itici bir heves bulunursa, bu aslî değil, arızî olur. Diğer kısımlara
gelince her ne kadar ilk bakışta bunların mükellefin tercihine bırakılmış
olduğu gözüküyorsa da aslında bunlar kulun tercihi dahiline Şâri'in isteğiyle
sokulmuştur. Dolayısıyla bunlar, onları kulun ihtiyarından çıkarmak anlamına
gelir. Mesela, mubahı ele alalım. Mükellefin mubah hakkında bir ihtiyarı ve
garazı bulunabileceği gibi, bulunmayabilir de. Mubah hakkında bir ihtiyarı
bulunmaması, aksine onun kaldırılmasına yönelik bir arzusunun bulunması
durumunda, bu şekildeki bir mubahın mükellefin ihtiyarı dahilinde olduğu nasıl
söylenebilir? Nice arzu ve heves sahipleri vardır ki, keşke falanca mubah haram
olsaydı temennisinde bulunurlar ve eğer teşri yetkileri kendilerine verilecek
olsaydı onu mutlaka haram da kılardılar. Nitekim bir hak konusunda birbiriyle
çekişen iki insanın durumunda olduğu gibi. Mükellefin tercih, arzu ve
hevesinin o mubahın ortaya konulması yolunda olduğu takdirine göre ise, o bu
kez onun emredilmiş olmasını temenni eder ve bu iş eğer kendisine bırakılmış
olsaydı, mutlaka onu vacip kılardı, Sonra bizzat aynı mubah hakkındaki durum
aksi hale dönüşebilir ve bugün sevdiği bir şeyden yarın nefret edebilir ya da
aksi olabilir. Hiçbir meselede hiçbir hüküm mutlak surette bidüziyelik
arzetmez. Bu durumda aynı şey üzerinde farklı garazlar ortaya çıkar ve bu
garaz, heva ve heveslere tâbi olma takdirinde düzen bozulur. Yüce Kitab'inda
"Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda
bulunanlar bozulup giderdi"[15]buyuran
Allah, gerçekten her türlü noksanlıklardan uzaktır. Şu halde mubahın tercihe
bırakılmış olması, o şeyin mutlak surette kulun ihtiyarı dahilinde bulunması anlamına
gelmemektedir; bu ancak Allah'ın o doğrultuda bir hükmü olduğu için Öyle
olmaktadır. Bu durumda mubahı işleyen kulun iradesi, Sâri' Teâlâ'nm o hükmü
koymasına tâbi olmaktadır ve onun mubaha yönelik bulunan garazı, tabiî
başıboşluktan değil de şer'î izinden alınmış olmaktadır. Bu ise, mükellefin
sırf Allah'ın kulu olabilmesi için heva ve heveslerinin peşinden gitmesinden
kurtarılması mânâsının ta kendisi demektir.
Soru: Şeriatların konulusu ya nedensizdir ya da bir hikmete
dayanmaktadır. Birinci ihtimal ittifakla bâtıldır. Nitekim Yüce Allah:
"Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?[16]
"Göğü ve yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık[17]"Biz
gökleri, yeri ve ikisinin arasındakiler i oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları
ancak ve ancak gerektiği üzere (hak ile) yarattık[18]
buyurmaktadır. Madem ki şeriatın konulusu bir hikmet ve ma- [!,72] salahata
dayanmaktadır; öyle ise bu maslahat ya Allah'a yönelik olacaktır ya da
kullara. Maslahatın Allah'a yönelik olması ihtimali imkânsızdır; çünkü O
herşeyden müstağnidir ve bir ihtiyaç neticesi kendisine bir maslahatın dönük
olması muhaldir. Nitekim bu husus Kelâm ilminde ortaya konulmuştur. Geriye
maslahatın sadece kullara dönük olması ihtimali kalmaktadır. Bu ise, onların garazlarının
bir gereği olmaktadır, Çünkü her aklı başında insan, mutlaka kendi maslahatını,
dünya ve âhiret hayatı için arzularına uygun düşen şeyleri ister. Şeriat,
getirdiği yükümlülükler İçerisinde onların bu arzularının gerçekleştirilmesini
üstlenmiş ve temin etmiş olmaktadır. Bu durumda, şeriatın kulların garazları
doğrultusunda ve heva ve heveslerine uygun olarak konulmuş olduğu nasıl
reddedilebilir? Sonra, şeriatın kulların garazlarına uygun olarak gelmiş
olduğunu, onların nazlarını gerçekleştirdiğini ve bunun tahkik erbabına göre
Allah'tan bir lütuf neticesinde olduğunu, Mutezile'ye göre ise bunun Allah'a
vacip olduğunu öğrenmiştik. Bu hususun Şâri'in maksatlarından ve hak olduğu
sabit olunca, bunun aksi de elbette ki bâtıl olacaktır.
Cevap: Biz şeriatın, kulların maslahatları için olduğunu
kabul ediyoruz. Ancak bu, Şâri'in emri neticesinde ve onun koyduğu Ölçüler
çerçevesinde olmaktadır; yoksa kulların bizzat kendi garazları ve heva ve
hevesleri gereği olmamaktadır. Bu yüzden de şer'î yükümlülükler nefislere ağır
gelmektetir. Nitekim bu husus, hem hissen hem âdeten hem de tecrübelerle sabit
olmaktadır. Emirler ve yasaklar, kulu kendi heva ve heveslerinin peşine
düşmekten alıkoymaktadır. Başıboşluk onun arzu ettiği bir şeydir. Arzuları,
ancak şeriatın koymuş olduğu ölçüler içerisinde yer aldığı zaman meşruluk
kazanmakta ve gerçekleştirilmesine izin verilmektedir. Bu nokta, işte bizim
varmak istediğimiz sonuçtur ve bu, heva ve heveslere muhalefetin tâ
kendisidir.Yükümlülüklerin yerine getirilmesinden doğacak masalahatlarm gerek
dünyada ve gerekse âhirette kullara yönelik olacağı konusu doğrudur ve bundan,
kulun yükümlülüklerini yerine getirmesi sırasında kendisine yönelik
maslahatları elde etmiş olmasının şer'î çerçeve dışında kalması gibi bir anlam
çıkmaz. Aynı şekilde onların, Şâri'in kendisine bahşetmiş olduğu maslahatlar
değil de bizzat kendisinin elde etmiş olduğu maslahatlar anlamı da çıkmaz. Bu
husus açıktır. Böylece burada açıklananlarla, daha Önce geçenler arasında bir
çelişki bulunmadığı ortaya çıkar. Çünkü daha önce geçen yerde, kulun nazlarına
ve garazlarına ulaşmasının Şâri'in bahşetmesi noktasından olduğu; he-va, heves
ve şehvetlerinin bir gereği olarak elde etmiş olmadığı belirtilmişti. Bizim
buradaki amacımız da zaten bu noktanın açıklık kazanmaşıdır. Dolayısıyla
aralarında bir çelişki yoktur.
Fasıl:
Açıklaması yapılan
esas ışığında aşağıdaki kaideler ortaya çıkar:
1. Mutlak surette heva ve hevese uyularak işlenen ve bu
arada hakkında mevcut bulunan emir veya yasağa, ya da iba-haya itibar edilmeyen
her amel kesin olarak bâtıldır. Çünkü bir
ameli işlemeye itecek
ya da ona çekecek mutlaka bir motifin bulunması gerekir. Eğer bu konuda
Şâri'in çağrısına icabette bulunmak gibi bir motif yoksa, o zaman o fiilin
işlenmesi mutlaka heva ve heveslerin etkisi ile olmuş demektir. Böyle olan bir
şey ise mutlak surette bâtıldır. Çünkü, kesin olarak hakkın aksine bir davranış
olmaktadır. Dolayısıyla hu şekilde işlenen bir amel, geçen delillerin gereği
olmak üzere kesin olarak bâtıl olmaktadır. Muvatta'da rivayet edilen İbn Mes'ûd
hadisi üzerinde düşünelim. Hadis şöyle: "Şüphesiz sen öyle bir zamandasın
ki, fukahâsı çok, kurrâsı[19]
azdır; senin bu zamanında Kur'ân'ın muhtevası (hadleri, koyduğu sınırları)
korunur, harflerine pek önem verilmez; isteyen azdır, veren çoktur; namazı
uzatırlar, hutbeyi kısa tutarlar; heva ve heveslerinden Önce amellerine
başlarlar.[20]
İnsanlar için öyle bir
zaman gelecektir ki, o zaman fukahâ az, kurrâ çok olacaktır; Kur'ân'ın harfleri
ezberlenecek, fakat içeriği (hadleri, koyduğu sınırları) ihmal edilecektir;
isteyen çok, veren az olacaktır; hutbeyi uzatacak, namazı ise kısa
tutacaklardır; amellerinden önce heva ve heveslerine koyulacaklardır.[21]
Bu şekilde işlenecek
olan ibadetlerin bâtıl olacağı açıkça bellidir. Âdetlerin (günlük yapılagelen
işler vb.) bâtıllığı ise, emir ve nehyin gereği üzere onlara herhangi bir
sevap bağlanmaması açısından olmaktadır; çünkü bu tür amellerin sevap
açısından işlenmiş olmaları ile olmamaları arasında bir fark yoktur. Keza
mubah kılınmış bir şeyin işlenmesi sırasında da durum aynıdır; çünkü kişi bu
şekilde işlemesi durumunda, o şeyin kendisine nimette bulunan Allah tarafından
izin verilmiş olduğu noktasından hareket etmiş olmamaktadır. Nitekim bu husus
Hükümler bahsinde ve bu bölümde daha Önce geçmişti.
Mutlak surette
hakkındabulunan emir veya nehiy ya da izin (iba-ha) dikkate alınarak ve onların
gereğine uymuş olmak için işlenen her amel sahihtir ve haktır. Çünkü, bu
durumda o fiili işleyen kimse, onu U74] konulmuş olduğu şekilde işlemiş olmakta
ve kasdı Şâri'in kasdına uygun düşmektedir. Bütün bunlar ise doğru olan
şeylerdir. Dolayısıyla durum açıktır.
Eğer amelin
işlenmesinde her iki motif de birden varsa; bu durumda hüküm baskın gelen
(galip) ve varlık bakımından Önce olana aittir. Eğer önceden var olan motif,
Şâri'in emri ise ve mükellef, maksadına meşru yoldan ulaşmayı kastetmiş ise,
bu durumda bu tür fiillerin de ikinci kısma, yani sadece Şâri'in koyduğu
prensiplere uyulmuş olmak için işlenmiş fiiller kısmına katılması bir problem
arzetmez. Çünkü hazlarm talep edilmesi ve garazların bulunması, bu yönden
şeriatın konulusuna ters düşmez. Zira şeriat da netice itibarıyla kulların
maslahatları için konulmuştur. Şu halde hazlarm Şâri'in emrine tâbi
kılınmasının, fiili işleyen için bir zararı olmayacaktır.
Ancak bu konuda
dikkate alınması gereken bir şart vardır: O da kişinin garazını
gerçekleştirdiği ya da gerçekleştireceği yolun, Sâri' tarafından o tür
garazların gerçekleştirilmesi için konulmuş olduğunun kesin bilinmesidir. Aksi
takdirde varlık bakımından Önce olan, Allah'ın emri olmayacaktır. Bu şart, yeri
geldiğinde açıklanacaktır. Eğer fiilin işlenmesi sırasında baskın gelen ve
varlık bakımından önce olan arzu ve hevesler ise ve Şâri'in emri tâbi durumuna
düşmüşse, bu tür fiiller de birinci kısma katılacaklardır.
İkikısımarasındakifark,
Şâri'inkasdınmbulunup bulunmadığının araştırılması yoluyla ortaya çıkacaktır.
Mükellefin arzu ve heveslerinin de işin içine karıştığı herhangi bir fiile
bakarız: Eğer Şâri'in yasağı durumunda o kişi arzu ve heveslerini gemliyor ve
şehvetinin gereğinden geri duruyorsa, o zaman baskın gelen ve varlık
bakımından önce olan motifin Şâri'in emri olduğuna; arzu ve heveslerinin ise
tâbi durumunda bulunduğuna hükmederiz. Yasak bulunmasına rağmen, o fiili
işlemekten geri durmuyorsa, o zaman da baskın gelen ve varlık bakımından
öncelikli olanın arzu ve hevesleri olduğuna, Şâri'in emrinin ise tâbi durumuna
düştüğüne hükmederiz. Meselâ, temizlik halinde iken zevcesi ile ilişkide
bulunan bir kimsenin durumunu ele alalım: Böyle bir kimsenin bu fiilim işlerken
arzu ve heveslerine tâbi olarakiş-lemesi de, Şâri'in izninden hareket etmiş
olması da mümkündür. Eğer kadın hayız görmeye başlar da, koca bu süre
içerisinde cinsî ilişkiden geri durursa; onun bu tavrı, arzu ve heveslerinin
Şâri'in emrine tâbi olduğunu gösterir. Aksi durum ise, fiile itici asıl
motifin arzu ve hevesleri olduğunu gösterir.
Fasıl:
2. Heva ve heveslere uymak, övgüye değer bir fiil
içerisinde de kendisini gösterse, yerilen bir şeye götürebilir. Çünkü, heva ve
heveslere uyma, tabiatı itibarıyla şeriatın konulusuna ters olmaktadır. Dolayısıyla
bir fiili işlerken, şeriatın gereği ile bir arada bulunması durumunda
kendisinden korkulur. Çünkü:
Evvela, zıtlık
arzetmesi sebebiyle emirlerin terkine, yasakların da işlenmesine götürebilir.
İkinci olarak, heva ve
heveslere uyulur ve bu tekrarlanırsa, belki de nefiste ona karşı bir alışkanlık
ve ünsiyet peyda eder ve neticede bu ünsiyet duyulan heva ve heves nefisle
birlikte amellere sirayet eder. Özellikle de onunla birlikte ve ondan ayrılmaz
biçimde yaratılmış olduğu karışık halde bulunan şeylerde. Bu durumda, heva ve
heveslere tâbilik, şer'î esaslara tâbilikten önce bulunabilir ve asıl durumunu
alabilir. Bu durumda ise, Allah'ın emrine uymuş olmak için işlenmesi gereken
fiil, heva ve hevese tâbilik durumuna düşer ve onun hükmünü alır. Bu şekilde
süratle kişi Allah'ın emrine muhalefet durumuna düşer. Bu konuda edinilen
tecrübeler, konuya ışık tutmak bakımından yeterlidir.
Üçüncü olarak, fiilleri
Allah'ın şeriatına uymuş olmak için işleyen kimse, netice olarak o amelde
bulunan şeylerden lezzet alır; anlayış meyvelerini dermek, ilmin gizli
kapılarını aralamak suretiyle nimete kavuşur. Belki de kendisi için bazı
kerametler zuhur eder veyahut onun yeryüzünde herkes tarafından sevilmesi
sağlanır (hüsn-i kabule mazhar kılınır) ve herkes ona doğru meyleder ve
etrafında toplanırlar; ondan yararlanırlar; onu hem dünya hem de âhiret
işlerinde kendilerine başkan seçerler. Namaz, oruç, ilim tahsili, ibadet için
halvete çekilme, diğer hayır işlere yapışma gibi sâlih ameller yoluna sülük
eden kimselerin başına gelen benzeri diğer haller gibi. Onlar bu gibi hallerle
karşı karşıya geldikleri zaman, nefis o halden bir güzellik duyar, bir haz
alır; o amele ünsiyet peyda eder, başka şeylere ihtiyaç duymaz; Öyle ki gözünde
dünya ve dünyada bulunan herşey, o içerisinde bulunduğu halin bir anma
nisbetle küçülür ve bir değer ifade etmez. Nitekim bazıları: "Eğer
hükümdarlar bizim içerisinde bulunduğumuz hallerimizi bilselerdi, onu elde
etmek için bizimle kılıçlarıyla savaşırlardı" demişlerdir. Durum böyle
olunca, belki nefis bu neticeleri elde etmek için, onları hazırlayan öncüllere
meyleder[22] ve bu durumda nefsin
arzusu amellerden önce bulunmuş olur, Bu ise Allah korusun o mertebeden
düşmenin kapısı olmaktadır. Her ne kadar övgüye değer bulunan şeyler içerisinde
kendisini gösteren arzu ve hevesler genel anlamda yerilmemişse de, bu durum
mutlak surette yerilmiş bulunan bir neticeye dönüşebilir. Bu konuya ışık tutacak
delilimiz; seyrü sûlûk erbabının hallerinin; faziletli ve salih kimselerin
haberlerinin değerlendirilmesi neticesinde ortaya çıkan istikrâî bilgidir.
Fasıl:
Şer'î hükümlerde arzu
ve heveslere uyma, o hükümleri kendi garazlarına ulaşmak için bir vasıta kılma
gibi bir hileye başvurma ihtimalini barındırır. Bu durumda hükümler,
garazların elde edilebilmesi için hazırlanmış âletler gibi olur. Meselâ
riyakâr bir insanın durumunu ele alalım: İnsanlardan çıkar elde edebilmek için
sâlih amelleri bir basamak olarak kullanır. Bu konu açıktır. Şer'î amellerde
arzu ve heveslere tâbi olmanın neticeleri üzerinde düşünen ve araştırma yapan
kimse, bunlardan pek çok mefsedetlerin ortaya çıktığını görür. Hükümler
bahsinde, sebepler işlenirken müsebbeplerin dikkate alınması konusunda bu
konuya dair biraz söz edilmişti. Belki de hadiste, sapık mezhepler olarak
belirtilen fırkaların, ortaya koydukları bidatlerin temel sebebi, şer'î
maksatları bir tarafa iterek kendi arzu ve heveslerine uymaları olmalıdır. [23]
Şer'î maksatlar iki
kısımdır: Aslî maksatlar, tâli maksatlar:
1. Aslî
(Doğrudan) Maksatlar: Mükellefe ait bir haz bulunmayan maksatlardır. Bunlar
her şerîatte dikkate alınmış bulunan zarurî esaslardır. Bunlarda mükellefe ait
hazzın bulunmaması, sadece zarurî olmaları açısından olmaktadır. Çünkü zarurî
esaslar mutlak surette genel maslahatların gerçekleştirilmesi demektir ve
bunlar ne bir hale, ne belli bir şekle, ne de belli bir zamana mahsus
değillerdir. Zarurî esaslar da iki kısma ayrılırlar:
a) Aynî (herkesi bağlayan) zarurî esaslar.
b) Kifâî (sayısı belli bir zümreyi bağlayan) zarurî
esaslar.
Zarurî esasların aynî
oluşları, her mükellefin bizzat kendisi üzerine olması açısındandır. Teker
teker her mükellef, hem inanç hem da amel açısından dinini korumakla, hayatı
için gerekli şeyleri yapmak suretiyle nefsini korumakla, Rabbinden kendisine
ulaşacak olan hitabı anlayabilmesi için aklını korumakla, hayatın devamı ve
dünyanın imarı için kendi yerini dolduracak neslin yetiştirilmesi ve aralarında
rahmet ve şefkat bağları oluşması gereken nesep bağlarının karışıklığa
uğramaması için neslini korumakla, bu geçen dört zarurî esasın korunmasında
yardımcı olacak olan malını korumaklanıemurdur.[24]Mü-keîlefin
bunların aksi istikamette davranışta bulunmayı tercih etmesi takdirinde
kısıtlılık altına alınması ve yapmayı istediği davranışı ile kendisi arasına
girilmesi, bunların zarurî olarak korunmasıyla yükümlü olduğunun açık bir
delili olmaktadır. İşte bu noktadan hareketle mükellef, hazzmdan soyutlanmış
olmakta ve kendi nefsi hakkında dahi tahakküm altına alınmış bulunmaktadır.
Bununla birlikte bir başka yönden mükellef için bir hazzın ortaya çıkması
durumunda, bu haz aslî maksada tâbi durumunda olacaktır.
Kifâî oluşuna gelince;
bunlar genel olarak bütün mükellefler tarafından (her mükellefin teker teker
değil) ortaya konulması istenilen ve böylece kişisel zarurî haHerin
gerçekleşebilmesi için mutlaka gerekli olan genel zarurî esasların düzene
girmesi açısından yapılan taleplerle ilgili olmaktadır. Ancak bunlar, birinci
kısımdan olan zarurî esasların tamamlayıcı unsurları mahiyetindedir ve bunlar
zarurî olma bakımından onlara katılırlar. Zira aynî zarurî esasların gerçekleşebilmesi
için mutlaka kifâî olan zarurî esasların bulunması gereklidir. Şöyle ki, kifâî
zarurî esaslar; kamu maslahatlarının bütün insan-hkiçin gerçekleştirilmesi
demektir. Kifâî yönden yapılması emredilen şey belli kimse ya da kimselere
tahsis edilemez; çünkü bunlar bizzat o kimse ya da kimseler için emredilmiş
değillerdir; aksi takdirde aynî olurlardı. Burada önemli olan emredilen şeyin
ortaya konulmasıdır (ortaya koyanların kim olduğu önemli değildir). Bunu şu
şekilde izah etmek mümkündür: Her insan, yeryüzünde kendi kudreti dahilinde ve
kabiliyeti ölçüsünde olmak üzere Allah'ın halifesi durumundadır. Çünkü tekbir
insan, değil bütün yeryüzünde bulunan insanların ihtiyaçlarını gidermek, değil
bir kabilenin işlerüıi üstlenmek, kendi nefsinin ve ailesinin bütün
ihtiyaçlarını dahi karşılamaktan acizdir. Bu yüzden Yüce Allah, bütün insanları
genel zarurî esasların ortaya konulması konusunda müşterek olarak yeryüzünün
halifeleri kılmıştır ve bunun sonucunda yeryüzünde hükümranlık doğmuştur.
Yapılması istenilen
kifâî zarurî esasların, şer'an kişiye yönelik nazlardan soyutlanmış olduğuna
delilimiz, bu işleri üstlenen kimselerin zahirde [25]kendileri
için, gerçekleştirmiş oldukları bu görevler karşılığında bir çıkar elde
etmekten yasaklanmış olmalarıdır. Meselâ, bir valinin velayetini üstlendiği
insanlardan ücret alması, bir kadı ya da hâkimin baktığı dava ya da verdiği
hüküm karşılığında lehinde ya da , aleyhinde hükümde bulunduğu kimseden ücret
alması, müftinin fetva karşılığında, iyilikte bulunanın iyiliği karşısında,
borç verenin borç vermesi karşılığında ve benzeri herkesi ilgilendiren konularda
kifâî bir yükümlülüğü yerine getirmesi karşılığında ücret alması caiz değildir.
Bu yüzden rüşvet ve bir makam elde etmek için verilen hediyeler haram
kılınmıştır. Çünkü bu gibi yerlerden çıkar elde edilmesi amacı,[26] bu
tür kamu velayetlerinin ihdasında gözetilen Şer'î hikmete ters düşen genel bir
nıefsedete yol açar. Bütün insanlık içerisinde adaletin hüküm sürmesi ve
düzenin sağlanması ancak bu yolla mümkün olur. Bu hususlara dikkat edilmediği
zaman da, hükümlerde zulüm kendisini gösterir ve İslâm'ın temelleri birer
birer yıkılır. Konu üzerinde düşünüldüğü zaman, aynî ibadetlerde ücretle
başkalarının tutulmasının caiz olmayacağı, bunlar karşılığında bir bedel alma
ve onları vasıta kılarak dünyevî bir çıkar elde etme yoluna gidilemeyeceği;
onları ter-ketme neticesinde azap ve ıslah (tedib) müeyyidelerinin bulunduğu
ortaya çıkar.[27]Kamu maslahatları ile
ilgili konularda da durum aynı olup, onları terketmek cezayı gerektirir [28]çünkü
onların terkedilmesi durumunda âlemde benzeri görülmedik mefsedetler ortaya
çıkar.
2. Tâli (Dolaylı) Maksatlar:[29]
Mükellefe ait hazların dikkate alındığı maksatlardır. Şehvetlerin giderilmesi,
mubahlarla faydalanılması, ihtiyaçların giderilmesi gibi insanın yaratılışıyla
ilgili gereksinimlerinin karşılanması işte bunlar yönünden olur. Şöyle ki: Her
şeyi yerli yerinde yaratan ve her şeyden haberdar olan Yüce Allah'ın hikmeti,
din ve dünyanın ahenk ve devamının ancak insanın doğasına konulan ve onu hem
kendisinin hem de başkalarının ihtiyaç duyduğu şeyleri kazanmaya sevkecek güdülerle
mümkün olabileceğine hükmetmiş ve bunun neticesinde insanda yemek ve içmek
şehveti yaratmıştır. Kendisine açlık ya da susuzluk dokunduğunda, bu duygular
onu mümkün olan bir yolla duyduğu bu ihtiyaçların giderilmesi için harekete
geçirecektir. Aynı şekilde kadınlara karşı şehvet duygusunu da ona
yerleştirmiştir ve bunun neticesinde o, arzuladığı kadına ulaşabilmek için
gerekli sebepleri ortaya koymaya çalışacaktır. Aynı şekilde soğuktan ve
sıcaktan ve diğer ânzî olaylardan zarar görme duygusunu onda yaratmış ve bu
onun barınak ve giysi ihtiyacını karşılamak üzere harekete geçmesi için bir
motif olmuştur. Sonra cennet ve cehennemi yaratmış ve peygamberler göndermiş;
ebedî hayatın bu dünyada değil, orada olduğunu, bu dünyanın sadece âhiret için
bir ekenek olduğunu, ebedî saadet ve bahtsızlığın orada olduğunu, ancak cennet
ve cehennemin yolunun buradan geçtiğini ve bunun da şeriatın koyduğu sınırları
korumakla ya da onları tanımamakla olduğunu bildirmiştir. Bunun sonucu olarak
mükellef, kendisini bu amaçlara ulaştıracak sebeplere yapışmaya koyulmuştur.
Allah, onu bu konuda yalnız başına kendi kendine yeterli olabilecek kudretle
don atmamış tır; çünkü o bütün bu-zorlukları göğüsleyecek kadar güçlü değildi.
Bunun bilincinde olan kul başkalarıyla yardımlaşma içerisine girdi (ve iş bölümü
yaptı). Böylece o, başkalarmayararh olmak suretiyle kendi menfaatleri ve
durumunun düzene konulması peşinde koşturmuş oldu. Herkes sadece kendi çıkarı
için koştursa da, sonunda bütün insanlar birbirinden yararlandı.
İşte bu noktadan
hareketle, tâbi maksatlar aslî maksatların hizmetinde ve onların tamamlayıcı
unsurları oldu. Eğer Yüce Allah dile-seydi insanları, nefsi hazlarının terkini
isteyerek ya da doğalarında bulunan ve onları sebepleri kollamaya iten
motiflerden uzak bir şekilde yaratarak bu yükümlülükleri yerine getirmekle
mükellef tutardı. Ancak O, böyle yapmadı kullarına iyilikte bulundu ve dünya
hayatının âhiret için imar edilmesi şeklindeki amacının gerçekleştirilmesine
yönelik vesileler koydu, bu yolda hazlarım elde etmeleri için çalışmalarını
haram değil mubah kıldı; ancak bunların şer'î kanunlar çerçevesinde olması
kaydını getirdi ki, bu maslahatın elde edilmesinde ve onun sürekliliğinin
sürdürülmesinde kulun kendi maslahat anlayışından daha emin ve uygun bir
yoldu: "Allah bilir, siz bilmezsiniz"[30]
buyurdu. Eğer dileseydi, bizden âhiretle ilgili amellerimizde nefsimize
yönelik hazların bulundurulmamasmı isterdi; çünküher şeyi elinde tutan O'dur;
üstün belgeler O'nundur; hiçbir kimseye hesap verecek de değildir. Bununla
birlikte O, üzerimizde bulunan haklarını ödememiz için bizi, bizzat bize
yönelikhazlara ulaştıracağı va'diyle teşvik etmiş, bizi, yükümlü tuttuğu
amellerin ifası sırasında acilen faydalanacağımız pek çokhazlarla taltif
etmiştir. İşte bu haz dolayısıyla bu maksatların tâbi, öbürlerinin ise asıl
maksatlar olduğu söylenmiştir. Birinci kısım sırf kulluğun, ikinci kısım ise,
Mâlik'in kullarına olan lutfunun bir gereği olmaktadır. [31]
Şu halde zarurî
esasların iki tür olduğu anlaşılmaktadır:
1. İçerisinde mükellefe ait talep konusu peşin hazlar
içeren zarurî esaslar. Meselâ insanın, kendisine ve ailesine yönelik beslenme,
bir arada yaşama, barınma ve giyinme gibi maslahatlarını gerçekleştirmesi, yine
bunlara katılacak olan alış-veriş, kira ve nikâh akitleri ve insanca yaşamanın
gereklerinden olan benzeri diğer yollar bu türe örnek teşkil ederler.
2. İçerisinde mükellefe ait talep konusu (maksûd)[32]
peşin hazlar içermeyen zarurî esaslar. Bunlar ya aynî farzlar olabilirler. Meselâ,
taharet, namaz, oruç, zekât, hac vb. bedenî ve mâlî ibadetler gibi. Ya da kifâî
farzlar olabilirler. Meselâ, halifelik, vezirlik, nakîblik, kethudalık, kaza
(yargı), imamlık, cihad, öğretmenlik vb. gibi kamu maslahatları için genel
olarak teşrî kılınmış velayetler gibi. Eğer bunlar teşrî kılınmamış olsaydı,
ya da insanlar tarafından ihmal edilseler-di, mutlaka dünyanın düzeni
bozulurdu.
Birinci türden olan
zarurî esaslar, insan için peşin hazlar içermekte, insanın doğasında, ihtiyaç
duyduğu şeylere kendisini doğal olarak itecek (cibillî) motifler (güdüler)
bulunmaktadır. Bu motifler gerçekten çok güçlü olmakta ve kişiyi zoraki olarak
ihtiyaç duyduğu şeye doğru itmektedir. İşte bütün bu Özelliklerinden dolayı, bu
tür zarurî esasların ortaya konulması hakkında sözkonusu edilen talebin
pekiştirilmesi yoluna gidilmemiş, (cibillî olan motiflerin varlığı ile
ye-tinilmiştir). Bu noktadan hareketle esnaflığın, kazanç yollarının,
nikâhın... genel anlamda ve mendupluk düzeyinde şer'an istenilir (matlup)
oldukları belirtilmiş: zorunlu bir talep cihetine gidilmemiştir. Hatta bu gibi
zarurî esasların çoğunun hükmü ibaha (tercihe bı-[isı] rakma) şeklinde gelmiştir. Meselâ şu
âyetlere bakalım: "Allah alışverişi helal kıldı[33]
""Namaz bitince yeryüzüne yayılın; Allah'ın lut-fundan rızık isteyin[34]
''Rabbinizin lutfundan istemenizde size bir günah yoktur[35]
"De ki: 'Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram
kılan kimdir1?[36]"Size rızık olarak
verdiğimiz şey- . lerin temizlerinden
yiyin"[37] Bununla birlikte, bütün
insanların bu gibi zarurî esaslara menduba yaklaşır gibi yaklaştıklarını ve hep
birden terkettiklerini farzetsek, hepsi birden günahkâr olacaklardır.[38]Çünkü
dünya hayatı, tedbir olmaksızın, çalışmaksızın yürümez.Şâri'in bu konudaki
tavrı, işi insanlarda bulunan ve onu çalışmaya iten cibillî (yaratılıştan var
olan) motiflere havale etme şeklindedir. İnsan için bir haz içermeyen ya da
böyle bir cibillî motifin bulunmadığı zarurî esaslarda ise, kesin talep yoluna
gidilmiş ve o şey aynî ya da kifâî olarak vacip kılınmıştır. Meselâ, eş ve
akraba nafakasının temini[39]
konusunda böyle bir cibillî motifin bulunmadığını varsayacak olursak, bu
konumuza bir örnek olur.
Kısaca, bu tür iki
kısımdır: (a) Maslahatların ortaya konulması vasıtasız ve doğrudan olur.
Kişinin bizzat kendi maslahatlarını doğrudan doğruya ortaya koyması gibi. (b)
Maslahatların ortaya konulusu, başkalarının hazzı dolayısıyla olur. Eşlere ve
çocuklara karşı olan vazifelerin yerine getirilmesi; icare, nakliye, ticaret
ve diğer sanat ve kazanç yolları gibi başkaları için de dolaylı yönden fayda
içeren faaliyetler gibi. Bütün bunları yaparken insan, kendi faydalarını
ister; ama bu arada onun bu tür faaliyetlerinden başkaları dafaydalanır. Bu
insanlar arasında bir iş bölümü demektir. Aynen vücudun organlarında olduğu
gibi. Onlar birbirlerine yardım ederler ve sonuçta doğacak fayda hepsine birden
döner.
Kişinin doğrudan kendi
faydası bulunan fiillere nisbetle, başkalarının faydalarını içeren fiiller
tekitli bir şekilde talep edilmişlerdir. Tabiî bu son derece yerinde bir
tavırdır. Bakış açısı böyle olduğu için, kişinin kendi çıkarlarını elde etmesi
için doğasına yerleştirilen motif, gereği doğrultusunda salıverilmiş gibi
olunca ve yalnız başına bu motif insanı hangi yoldan ve nasıl olursa olsun
maslahatlarını temin, mefsedetlerini de defetme çabası içerisine iteceği için,
bu motifin çelişeni yani maslahatlarının temin mefsedetlerinin de def edilmesi
çabasına girmemesini.gerektirecek aksi durum da, insanın tabiatı yönünden
destek göremeyince, her konuda onun peşinden gitme ve bu şekilde başkalarına
zarar verme durumuna düşülmemesi için onun firen-lenmesi yoluna gidilmiş, ilâhî
hikmet sorumsuz ve başkalarına zarar verecek şekilde şahsî maslahatların
temini, mefsedetlerin de defi çabalarına karşı dünyada caydırıcı ve ıslah
edici önlemler (ceza vs.) alınmasını, âhirette de cehennem azabına
çarptırılmasını gerektirmiştir. Meselâ, insan Öldürme, zina etme, içki içme,
riba (faizi yeme, yetimlerin ve diğer insanların mallarını haksız yo Harla yeme,
hırsızlık vb. gibi fiillerin yasaklanması bu kabildendir. Çünkü insanın kendi
çıkarlarını elde etme, kendisine dokunacak zararları da uzaklaştırma meylinde
olan tabiatı, onu bu tür fiillerin işlenmesine itebilir. Bu yüzden de gerekli
önlemler alınmıştır.
Şer'î sij'âset, ikinci
türden ya da çoğu nevilerinden olup kifâî kısımdan olan hususlarda da aynı
prensip doğrult usunda yürümüştür. Çünkü devlet başkanlığının, kamu
velayetlerinin ve liderliğin verdiği azamet, yücelik ve şeref, memurların
âmirlerine karşı duydukları saygı... bütün bunlar insan doğası tarafından
sevilen ve kendisine meyledilen şeylerdir. îşte bu cibillî motife güvenle, bu
tür kamu görevlerinin yerine getirilmesi mendupluk düzeyinde bir taleple
istenilmiş, vacip tutulmamıştır. Hatta bu talep de, aksi beklenti halinde
bulunan şartlarla kayıtlı olarak gelmiş; insanın bunlara karşı meylini
gerektirecek motife dikkat konusu vurgulanmış ve her nasıl olursa olsun bu
motifin peşine düşülmemesi tekit edilmiş, pek çok âyet ve hadiste'nefsin bu
hususlarda meylettiği şeyler yasaklanmıştır: Meselâ Yüce Allah: "Ey Dauud!
Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle
hükmet, hevese uyma yoksa seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu, Allah'ın
yolundan sapanlara, onlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azap
vardır" [40] buyurur. Hadiste de:
"Emirlik isteme! Çünkü sen onu nefsinden kaynaklanan bir arzu neticesinde
isteyerek elde edersen, yalnız başına, bırakılırsın;yok istemediğin halde sana
verirlerse, o zaman yardım görürsün[41]buyrulmuştur.
Emirlerin görevlerini suistimal etmeleri, tebalarına karşı nasihatta
bulunmamaları [42]yasaklanmıştır. Çünkü
bütün bunlar insanın doğasında bulunan motife ters düşen şeylerdir. Bütün
bunlar, bu tür kamu velayetlerinin aslında vacip olmadıklarına delil olamaz;
aksine bütün şer'î veriler, tüm insanları ilgilendiren maslahatlarla ilgili
sorumlulukların en önemli vaciplerden olduğunu gösterir.
Aynî olan kısma
gelince, burada talep konusu peşin birhaz bulunmadığı için, bunların ortaya
konulmasına yönelik kasıt, onların vacip kılınması; ortadan kaldırılmasına
yönelik kasıt da onların haram kılınması yoluyla pekiştirilmiş; haklarında
dünyevî cezalar getirilmiştir. "Talep konusu haz"
fel-hazzu'î-maksûd) dan, Şâri'in sebebi koymadaki maksadını kastediyoruz.
Çünkü biz biliyoruz ki Sâri* Teâlâ, namaz ve benzeri ibadetleri farz kılarken,
bizim bu ibadetler karşılığında dünyada övülmemizi, onlar sebebiyle bir şeref
ve itibar sağlamamızı ya da dünya menfaatlerinden bir şeyler elde etmemizi
kastetmemiş-tir. Çünkü bunlar, ibadetlerin konuluş maksadına ters düşen şeylerdir;
onlar "Dikkat edin, hâlis din Allah'ındır" [43]buyruğunda
da ifadesini bulduğu üzere sırf âlemlerin Rabbi olan Allah için olmak durumundadır.
Kifâî olan ameller de aynı şekilde meşru kılınmıştır; bunlar istenilirken
devlet başkanlığının verdiği yücelik, liderlikten doğan azamet, emretme ve
yasaklama şerefi elde edilsin diye bir amaç gösterilmemiştir. Bununla birlikte
bu saydığımız şeyler tâbilik yoluyla (dolaylı olarak) ortaya çıkarlar. Çünkü
Allah için dünyaya rağbet etmeyen bir insanın diğer insanlara nisbetle şeref
ve yüceliği inkâr olunamaz. Aynı şekilde kamu velayetlerinde bir azamet ve
saygının ortaya çıkması da mevcut ve bilinen bir husustur ve bu hükümlü kılınan
amele tâbilik yoluyla ortaya çıktığı için seran meşru da bulunmaktadır. Aynı
şekilde kamu velayetini üstlenen kimselerin, kendi ihtiyaçlarını adaletlerini
zedelemeyecek şekilde ve Şâri'in belirlediği doğrultuda (rüşvet vb. yollarla
değil de beytüimalden) karşılamaları da yasaklanmış ve kötü karşılanmış
değildir; aksine pekiştirilerek istenilmiş bir taleptir. Kamu velayetini
üstlenen kimsenin (vali), kamu işlerini görmesi nasıl vacipse, toplumun da
eğer ihtiyacı varsa o kimsenin gereksinimlerini beytüimalden karşılaması da
vacip olacaktır. Nitekim Yüce Allah bu konuya işaret olmak üzere şöyle buyurur:
''Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda. devamlı ol. Biz senden rızık
istemiyoruz, sana rızık veren Biziz[44]
"Allah, kendisine karşı aelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar,
ona beklemediği yerden rızık verir.[45]
Hadiste de: "Kim ilim tahsilinde bulunursa, Allah onun rızkına kefil olur
(ve onu ummadığı yerden mıhlandırır [46]buy-rulmuştur.
Bu ve benzeri nasslar, mükellefin Allah'a ait hakları yerine getirmesinin,
Allah'ın katında bulunan nzıktan nasibini alması için bir sebep olduğunu
göstermektedir.
Fasıl:
Geçen açıklamalardan
şu iki husus ortaya çıkmaktadır: (1) Aslî kasıt ile mükellef için bir haz
içermeyen şeylerde, onun hazzı Şâri'in ikinci kasdı ile ortaya çıkar ve
gerçekleşir. (2) Aslî kasıtla mükellef
için haz içeren kısmın gerçekleştirilmesi neticesinde, hazdan soyutlanmış
olan kısım da gerçekleşir.[47]
Birinci hususun
açıklanması: Şeriatta sabit olan ve ilk plânda kendi nefsi ve malı ile ilgili
elde edilen faydalar yanında; takva, fazilet ve adalet sahibi kimselerin
hürmete layık olmaları; velayet, şehâdet, dînî vecibelerin yerine getirilmesi
gibi konularda onların birer dayanak kabul edilmeleri; bütün bunların ötesinde
Allah'ın ve gök ehlinin (meleklerini sevgisine mazhar kılınmaları; yeryüzünde
hüsnü kabul görmeleri ve böylece herkes tarafından sevilmeleri, ikram görmeleri
hep öne alınmaları; başkalarına nasip olmayan huzur ve saadete ulaşmaları;
kalplerinin aydınlatılması; dualarının kabul görmesi; çeşitli kerametlerle
taltif edilmeleri; bunların hepsinden daha büyüğü, izzet ve celal sahibi Yüce
Allah'a nisbet edilen; "Kim benim bir velî (dost) kuluma eziyet ederse, o
benimle düelloya (mübareze) kalkış iniş gibidir"[48]
şeklindeki kudsî hadisteki taltife mazhar olmaları bu faydalar arasındadır.
Hem bu özellikte
birisi, kamu görevlerini üstlenir ve bu yüzden kendi özel işleriyle ilgilenmeye
zaman bulamaz ve bu yüzden kendi ihtiyaçlarını gideremez ve nazlarını elde
edemezse, bu durumda bütün toplumun onun bu gibi işlerini üstlenmeleri ve onun
zihnini kamu işlerine vermesine engel olacak geçim derdini tekeffül etmeleri
ve onun gerekli ihtiyaçlarını kamu maslahatlarının gerçekleştirilmesi için hazırlanan
beytülmal mallarından karşılamaları gerekir. İşte bu husus, kamu velayetini
üstlenen kişilerin kendi nefsî nazlarına ulaşmaları demektir. Görüldüğü gibi
onlar, nefsî bazlarından soyutlanmaları gereken bu yolda, dünyevî nazlarından
mahrum kalmamaktadırlar. Ahirette ise, onlar için daha büyük mükâfatlar
olacaktır.
İkinci hususa gelince,
insanın istifade ettiği mubahlara yönelmesi sırasında zarurî olarak ihtiyaç
duyduğu şeyleri de gerçekleştirmiş olacağı hususu açıktır. Çünkü, insanın
lezzetli yiyecekler yemesi, güzel elbiseler giymesi, lüks taşıt araçlarına
binmesi, güzel kadınlarla evlenmesi... evet bütün bunlar, bu arada insan
hayatının zarurî gereklerinden olan ihtiyaçların giderilmesi gibi bir neticeyi
de beraberinde hazırlar. Halbuki, hayatın korunması, zarurî olması açısından
mükellef için bir haz içermeyen kısımdandı.
Yine, kişinin ticaret
ve çeşitli alış-veriş, icare vb. gibi insanlar arasında cereyan etmekte olan
muamelelerle uğraşması ve böylece hayatını kazanması durumunda, başkalarının da
maslahatlarının gerçekleştirilmesi durumu sözkonusudur.[49]Gerçi,
kişi kendi çıkarı için koşturuyorsa da bu netice sonuçta ortaya çıkar. Bununla
birlikte kişinin yaptığı muameleyi kendisine dönük bir fayda için yapmış olması
hasebiyle böyle bir neticeye yönelik bir garajı bulunmamakta; bu sonuç kendi
çıkarlarına ulaşmak için tutması gerektin yol cihetinden ortaya çıkmaktadır. O
muamelenin bir yol ve araç olması, haddi zatında kendisinin maksut olmadığı
anlamına gelir. Şer'an temin etmekle yükümlü tutulduğu eş, çocuk ve diğer
akraba nafakalarını, hayvanların yiyeceklerini temin için çalışması; kendisi
ile, gerçekleştirilmesi istenen faydalara ulaşılan diğer şeylerde de durum
aynıdır. Allah en iyisini bilir.
Fasıl:
Kifâî kısma nisbetle
mükellefin nazlarını dikkate alma konusunda, genellik ve özellik noktasından
baktığımızda, amellerin üç kısma ayrıldıklarını görürüz:
1. Mükellefe ait hazza, aslî kasıtla asla itibar
edilmeyen ameller. Bunlar kamu maslahatları için sözkonusu olan genel velayetler
(devlet başkanlığı ve valilikler) ve makamlardır.
2. Mükellefe yönelik hazlara itibar edilen ameller.
Bunlar, insanın kendi çıkarları için koşturması sırasında başkalarına da
yararlar sağladığı her türlü zenaat ve meslek icrası gibi amellerdir. Bu tür
ameller, aslında kişinin sadece kendi menfaat ve nazlarını düşündüğü için
yaptığı amellerdir. Bunların icrası sırasında topluma yönelik menfaatlerin
ortaya çıkması arızî olmaktadır.
3. Geçen iki kısım arasında yer alan kısım: Bu kısımda
haz kasdı ile, haz içermeyen amel mülahazası birbiri ile karşı karşıya gelir ve
çekişir. Bu durum, tam olarak genellikarzetmeyen, fakat özel de olmayan
işlerde açıktır. Bunların kapsamına, yetim, vakıf ve zekât malları
mütevellîlikleri, ezan ve benzeri işler girer. Çünkü genellik arzetmesi
halamından bunlarda şahsî hazlardan soyutlanma isteğinin olması mümkündür;
Özellik arzetmesi ve kazanç elde etme konusunda fertlere has diğer zenâatlar
gibi olması açısından da, içine şahsî hazlar girmektedir. Bu ikisi arasında bir
çelişki 3'oktur. Çünkü hazlar dikkate alınmaksızın getirilen emir yönüyle,
hazlarm bulunduğu yön farklıdır. Bu gibi görevlerin şahsi faydalar mülahaza
edilmeden (fahrî olarak) yerine getirilmesi mendupluk düzeyinde istenilir.
Sonra fahrî olarak bu görevi üstlenen bir kimsenin bulunmaması durumunda,
zaruret bulunsun ya da bulunmasın, o görevi üstlenen kimseye ücret takdir
edilir. Bu konuda dayan ak, yetimin malının yönetimini üstlenecek kimse
hakkında bulunan şu âyet-i kerîmedir: "Zengin olan iffetli olmaya
çalışsın, yoksul olan
uygun bir şekilde yesin.[50] Âlimlerin,
vakıflarda ve sadaka-i cariyelerde kas samlarla[51]
mütevellilerin; hangi çeşit olursa olsun ilim öğretenlerin ücret almaları
konusunda ne dediklerine bakınız. Onların sözleri arasında, konumuza ışık
tutacak yeterli bilgiler bulacaksınız. [52]
Aslında mubah olup,
sırf kula yönelik haz içeren bir fiilin, nefsî hazîardan arındırılarak, sırf
Allah için İşlenmiş hale getirilmesi mümkündür. Çünkü bu tür fiiller ya izin
verilmiş (mubah i ya da emredilmiş şeylerdir. Eğer, verilen izin mükellef
tarafından Allah'ın kendisine bir hediyesi olarak telakki edilir ve bu şekilde
işlenirse; o fiil şahsî hazîar-dan arındırılmış olur. Aynı şekilde verilen
emre, başka hiçbir şeye bakılmaksızın sırf emre uyulmuş olmak için koşulması
durumunda da, fiil nefsî hazîardan arındırılmış olur. Fiil, nefsî hazîardan
arındırılınca da, mükellef için bir haz içermeyen birinci kısımdan olan ve
şer'an bir karşılığı bulunmayan fiillerle (kendisine yönelik kasıt açısından)
eşit hale gelir.
Durum böyle olunca,
acaba kasıt açısından birinci kısma katılan bu tür fiiller, hüküm itibarıyla da
birinci kısmın hükmüne katılabilir mi? Bu konu üzerinde durmak gerekecektir ve
konu ile ilgili iki bakış açısı[54]
bulunmaktadır;
(1)
Kasıt açısından
bakıldığında, kendisine eşit oîan kısma hükümde de eşit olmalı. Çünkü, burada
haz kısmı kasıt ile aynen birinci kısım şekline dönüşmüştür ve o, halka yönelik
ve onların yiyeceklerini ve yaşantılarım düzene koymayı amaçlayan bir çeşit
ibadetin yerine getirilmesi demektir veya toplum yararlarını gözeten birisi
olarak o beytül-mal emini ya da kamu malları üzerinde görevli kimselere benzer
bir hal almıştır. Nasıl ki, birinci kısımdan olan fiilleri üstlenen kimselerin,
üstlendikleri görevler, ya da kullukta bulunduğu ibadetler karşılığında
herhangi bir kimseden hediye kabul etmeleri ya da bir bedel almaları uygun
değilse, burada da durum aynıdır ve ki sinin elinin altında bulunan mallardan
ihtiyacından fazla alması caiz değildir. Nitekim kamu velayetini üstlenen
kimse (vali) de elinin altında bulunan mallardan ancak yeterli (maruf) ölçüde
alabilmekte idi. (İhtiyacından) geri kalan kısmı ise, hediye, sadaka, yardım
ve benzeri yollarla karşılıksız olarak dağıtır. Yahutda, alma konusunda
kendisini başkalarının yerine koyar ve başkalarının aldığı yerden kendi de
alır. Çünkü o, bir başkasının vekili ve onun maslahatlarını gerçekleştirmekle
görevli (kayyım) gibi olunca, kendi nefsini o kişinin ("başkasının)
yerine koymuştur. Çünkü nihayet o da, genel olarak yaşatılması istenilen bir
can taşımaktadır; {ihtiyacı kadar ahr).
Bu tür davranışlara
gidildiği birçok üstün fazilet sahibi kimseden, hatta sahabe ve tabiîn
neslinden nakledilmiş bulunmaktadır. Onlar kazanç elde etme konusunda
becerikli, mahir ve bunun çeşitli yollarını bilen ve tatbik eden kimselerdi.
Ancak onlar bu işleri, kendi nefisleri için mal biriktirmek ve servet yapmak
amacı ile değil; onları hayır yollarında, erdemler uğrunda ve Şâri'in teşvikte
bulunduğu, İslâmî geleneklerce güzel bulunan hususlarda harcamak için yapıyorlardı.
Onların malları üzerindeki konumları, beytülmal emininin durumu gibi idi. Onlar
bu gibi konularda, kendilerinden nakledilen haberlerin belirttiği üzere derece
derece idiler. Bu durum onların, kendi şahsî hazları için değil de, Allah
rızası için çalışır olmaları sebebiyle, bu muameleleri sanki içerisinde
sahibine ait asla haz içermeyen ameller gibi işlemiş olmalarını
gerektirmektedir,
Haz sabit olacaktır
desek de bunun genel anlamda dikkate alınabileceğine[55] şu
husus delildir: îzin verilmiş olması açısından insanın hazzını talep etmiş
olması mutlaka ya Allah haklanın ya da yaratıkların hakkının dikkate alınması
sonucu olacaktır. Çünkü eğer haz-zm talebi, mutlak ve genel olarak şer'î şart
ve sebeplerin varlığına. şer'î engellerin bulunmamasına bağlanmış ise, bütün bunlar,
şer'î talep olmaları açısından mükellef için haz içermeyen şeylerdir; dolayısıyla
bu durumda kendi nefsi hakkında hazzının gereğinden çıkmış
olur. Sonra nefsin
hazzma ulaşma yolunda ilerlenirken başkalarıyla yapılan muameleler, muamele
sırasında onlara iyilikte bulunulmasını, ölçü ve tartıda hoşgörülü olunmasını,
mutlak surette samimi olu-nulmasım ve nasihatta bulunulmasını, hile ve
desisenin her türlüsünün bırakılmasını, şer'î sınırı aşacak ölçüde
aîdatılmamasını,[56] muamelenin şer'an mekruh
görülen birşeye yardımcı olmamasını ve böylece günaha ve taşkınlığa bir yol
haline dönüşmemesini ve hazzını talepte bulunan kimseye asla bir hazla
dönmeyecek olan benzeri diğer hususların bulunmasını gerektirir. Bu durumda
hazzı talep konusunda vaziyet, (genelde) hazzın bulunmaması noktasına dönmüş
olur.
İnsan, kasıtlı
olarakhaz talebinde bulunduğu halde durum böyle. Ya bir de amellerinde
hazlardan tümden soyutlandığı zaman durum ne olur? Sadece ibadetler ya da
sadece âdetler değil, her iki kısmında[57]da
nasıl ki kişinin, amellerde meşru olanı araştırmak (ve onu işlemek)
karşılığında bir bedel alması caiz olmuyorsa, —ki bu üzerinde icmâ edilen bir
konudur kasıt ile eşit duruma gelenin hükmü de aynı olacaktır.
Yine, bu kasdın
bulunmadığını farzetmek, hazzın talebinifarzet-meksizin düşünülmesi mümkün
olmayan bir şeydir. Durum böyle olunca mesele "vacibin varlığı için
gerekli olan şey"in hükmüne dahil olur.[58]
Hazzın uzaklaştırılmasını gerektirecek şeyin istenildiği sabit olunca,[59]bu
istek için zorunlu olarak bulunması gereken şey de istenilmis olur. Onun şer'î
bir taleple istenilmiş olup olmaması arasında fark yoktur. Onun hükmü genelde,
asla haz içermeyen fiillerin hükmünü aşmaz. Bu açıktır. Meselâ Sâri' Teâlâ
kesin bir tarzda nasihatta bulu- [isoı nulmasmı istemiş ve
Hz.~Peyga.mber'in"Din nasihattir"[60]buyruğu
ile . onu dinin esası yapmış, çeşitli yerlerde onu terkedenleri azapla korkutmuştur.
Eğer biz nasihatin, bir bedel ya da peşin bir hazza bağlandığını farzedecek
olursak; o zaman nasihat, nasihat edenle edilen arasında bir anlaşmanın
bulunmasına bağlanmış olacaktır. Bu ise, onun talebinin kesin bir tarzda
olmaması neticesine götürür. Yine meselâ, başkasını tercihte bulunmak (îsâr)
menduptur ve onu yapan kimse övgüye lâyık görülmüştür. Onun bir bedel
karşılığında yapılmış olması durumunda, bir başkalarını tercihten (îsâr) söz
edilemez. Çünkü îsârın anlamı, başkalarının çıkarlarını kendi çıkarlarından
üstün tutmak demektir. Bu ise, peşin bir çıkar talebiyle birlikte bir arada
bulunamaz. Diğer ibadet ve âdetlerle ilgili taleplerde de durum aynı şekildedir.
Bu arzedilenler konu ile ilgili nazarî bir bakış açısıdır ve ona katılmak
mümkündür.
(2)
İkinci bakış açısı: Bu
tür fiillerin, hükümde asla yanihazza dönük olmaları şeklindedir. Çünkü Sâri',
bu ameli işleyen kimse için kendisine yönelik bir haz koymuştur ve onu
diğerlerinden önde tutmuştur. Dolayısıyla kişi o hakların tamamını yalnız kendi
başına kullanmak istese bu caiz olmakta; onları kendi nefsi için
biriktirebilmekte, kendi dünya ve ahiret çıkarları için elinden
çıkarabilmektedir. Onlar, Allah'ın kendisine birer hediyesidir; bu durumda
onları nasıl kabul etmekten kaçınır? O, eğer o fiili, izin noktasından ve
şeriatın koyduğu sınırlar gereğince işlese bile, içerisinde kendi hazzı
bulunan birşeyi, kendisi için tahsis edilmiş olması açısından ve kendisi için
ona yönelmesi mubah kılınan kasıtla işlemiş olacaktır. Sonra, şer'î sınırlar
her ne kadar onların gereği ile amel etmede bir haz bulunmasa da hazzma
ulaştıracak birer vesile ve yoldur.[61] Bu
meseleden önce geçen konuda nasıl ki, maksat için vesileye ait hüküm
verilemiyordu; dolayısıyla kendisi için bir haz içermeyen bir amel, her ne
kadar bedelli akitler gibi kendi hazzma vesile oluyorsa da, bu vesilenin
hükmünü almıyordu[62]
burada da aynı şekilde hakkında izin verilen haz için, kendisiyle ona ulaşılmak
istenilen şeyin (vasıta) hükmü verilemez.
Biz biliyoruz ki,
selef-i sâlihten birçoğu kendi maslahatları için mal biriktiriyorlar, ticaret
ve benzeri işlere giriyor ve hususiyle kendi nefisleri için ihtiyaç
duyacakları ölçüde kazanıyorlardı; sonra da kendilerini Rablerine karşı ibadete
veriyorlardı; kaşandıkları bitinceye kadar durum böyle devam ediyordu ve sonra
tekrar kazanç yollarına dönüyorlardı. Onlar ticaret ya da zenaatı, (birinci
kısımda açıklandığı şekiî üzere) bir ibadet şeklinde telakki etmiyorlardı; aksine
kendi hazlarınıelde etme ile yetiniyorlardı. Gerçi onlar bunu sadece afif
davranmak ve ibadette bulunmak için yapıyorlardı. Bununla birlikte bu durum
onları, hazlarını talepte bulunanlar zümresinden çıkarmış olmuyordu.
Daha Önce selef-i
sâlih hakkında belirtilen şeyler, o konuda kesin değillerdir; çünkü onların
sözkonusu davranışlarını, Şâri'in kendilerine bir izni hasebiyle kendi hazlan
için gerçekleştirmiş olabilecekleri şeklinde yormak mümkündür, Dolayısıyla
onlar, dün}^a hayatları hakkında, kendi nazlarının elverdiği şekilde, âhiret
hayatları ile ilgili olarak da aynı şekilde muamelede bulunmuş oluyorlardı.
Neticede hepsi de, nazların gerçekleştirilmesi fisbatı) esası -üzerine kurulmuş
olmaktadır. Varılmak istenen sonuç da budur. Amaç, hasların Şâri'in belirlemiş
olduğu yönden alınmış olması ve bu yolda düşmelere sebebiyet verecek
taşkınlıklara girilmeme sidir.
Sonra hazlara
ulaşılması yolunda sınırların belirtilmiş olması sadece, kişinin başkalarının
maslahatlarını ihlal etmemesi ve böylece neticenin kendi maslahatlarının ihlali
şekline dönüşmemesi[63]
içindir. Çünkü Yüce Allah bu sınırları, her bir ferde nisbetle maşlah atların
en uygun biçimde gerçekl eşe bilme si için koymuştur. Bu yüzdendir ki Yüce
Allah: "Kim yararlı iş işle?~se kendi lehinedir; kim, de kötülük işlerse
kendi aleyhinedir"[64]
buyurmuştur. Bu buyruk, hem dünya hem de âhiret amelleri hakkında geneldir;
hepsini kapsar. 'Yerdiği sözden ri
dönen, ancak kendi aleyhine dönmüş olur"[65] Bir
kudsî hadiste de, zulüm ve onun haramlığmdan bahisten sonra: "Ey
kullarım! Bunlar ancak sizin amellerinizdir. Onları size sayıyorum. Sonra
onların karşılığını size tastamam veriyorum Şimdi kim hayır bulursa Allah'a
ham-detsin! Hayırdan başka bulan ancak kendini sorumlu tutsun"[66]buy-rulmuştur.
Bu gibi şeyler sadece dünya hayatına ait şeylere hasredile-mez. Bu yüzdendir
ki, insanların başına gelen musibetler, onların günah ve tacavüzleriyüzünden
sayılmıştır; "Başınızagelen herhangi bir musibet ellerinizle
işlediklerinizden ötürüdür[67]
"Size tecavüz edene, size tecavüz ettikleri gibi tecavüz edin.[68]
Bu konudaki deliller
sayılamayacak kadar çoktur. İnsan, hazla-rına ulaşmak için normal yol kılman bu
tür fiillerde hazzını talep durumundan ayrı düşünülemez. Bu husus ortaya
çıkınca, bu kısmın tümden peşin nazlardan soyutlanma noktasında birinci kısma
eşit olmayacağı anlaşılmış olacaktır.
İki yol arasını da
bulmak mümkündür. Şöyle ki: İnsanlar, nefsî hazlarını elde etme konusunda
derece derecedirler:
Bazıları, hazlarını
ancak esbabına yapıştığı yolların dışında[69]
arar. Ameli işlerken, birşeyi kazanırken, o iş ve kazançta kendisini vekil
yerine kor ve kendisini Allah'ın takdiri doğrultusunda dağıtmakla görevli
sayar. Kendisi için asla birşey biriktirmez; hatta o yaptığı şeylerden nefsi
için herhangi bir haz kabul etmez. Bu ya kendi nefsini hatırlamaması ve bu
yüzden kendi hazzını unuttuğu şeyler kabilinden Gİması şeklinde olur, ya
Allah'a olan yakınî imanın gücünden kaynaklanır; çünkü o, böyle bir iman sonunda
bilir ki, göklerin ve yerin hükümranlığını elinde bulunduran Allah, kendisinin
durumunu bilmektedir; O kendisi için yeterlidir ve asla onu ihmal
etmeyecektir. Veyahut da kendi hazzma önem vermemesinden kaynaklanır. Çünkü
inanır ki, rızkı Allah üzerinedir ve O, kendisini, bizzat kendisinden dahaiyi
kollayacaktır. Veyahut da, Allah'ın hakkı ile meşguliyetinden kendi hazzına
iltifatta bulunmayı nefsine yedirememesi ve benzeri daha başka sebeplerden
dolayı olur. Bunlar hal erbabının gözetmiş oldukları maksatlardır.
"Kendileri fakru zaruret içerisinde bulunsalar bile, onları kendilerinden
önde tutarlar"[70]
buyruğu işte bu tür İnsanlar hakkında gelmiştir.
Nakledildiğine göre
Zübeyr, Hz. Âişe'ye iki torba içerisinde para göndermiştir.Râvi sanıyorum yüz seksen
bin (dirhem) diyor. Bunun üzerine Hz. Âişe ki o günde oruçlu bulunuyordu, bir
tabak getirtmiş ve gelen paraları insanlar arasında dağıtmaya başlamıştı. Akşam
olduğunda beraberinde tek bir dirhem dahi kalmamıştı. Akşam olunca: "Ey
cariye! Haydi, bir şeyler getir de iftar edeyim" dedi. Cariye, ekmek ve
zeytinyağı getirdi. Cariyesi, kendisine: "Dağıttığın şeylerden bir dirhem
ayırıp, et alıp onunla iftarını yapamaz miydin?" dediğinde ona:
"Beni zor duruma sokma! Eğer hatırlatsaydm, ben de yapardım" diye
cevap vermiştir.
İmanı Mâlik'in nakline
göre de, yoksulun biri, oruçlu olan Hz. Âişe'den bir şeyler istemişti. Hz.
Âişe'nin evinde de tek bir çörekten başka bir şey yoktu. Kendisine ait bir
cariyeye: "Onu, ona ver" dedi. Cariye: "İftar edeceğin başka bir
şey yok" diye hatırlattı. Hz. Âişe: "Onu, ona ver" diye
tekrarladı. Cariye şöyle anlatır: Bunun üzerine ben de, çöreği o adama verdim.
Akşam olunca, bir ev, ya da bir adam bize hiç alışık olmadığımız biçimde[71]
(büyük) bir koyun hediye etti ve onu pişirdi. Hz. Âişe beni çağırdı ve:
"Bundan ye! Bu senin çöreğinden daha hayırlıdır" dedi.
Yine ondan yetmiş bin
dirhem dağıttığı, fakat kendisinin elbisesini yamamada olduğu; başka bir zaman
malını yüzbine sattığı ve onlan dağıttığı, sonra da kendisinin arpa ekmeği ile
iftar ettiği rivayet edilir.
Bu durumda olan bir
kimsenin hali, vilayetlere tayin edilen ve hükümdardan başka hiçbir kimseden
birşey beklemeyen valinin durumuna benzer. Çünkü bu tür insanlar için, yakın
hasıl olmuş ve kendilerinin, kendi nefisleri için alacakları tedbirlerin
yerini Allah'ın paylaştırmasının ve tedbirinin almış olduğunu görmüşlerdir. Bu
makama, daha önce geçen mülahazalarla itiraz edilemez; çünkü bu makamın
sahipleri, Allah'ın tedbirinin kendi tedbirinden daha hajnrlı olduğunu
görmektedir. Bu durumda olan kimseler, kendi nefislerini gözö-nünde
bulundurarak tedbirler içerisine girmeye başladılar mı, bulunduğu rütbeden
daha aşağı derecelere doğru düşerler. Bu birinci gruptan olan kimseler hal
erbabı dediğimiz Allah'ın veli kullarıdır.
Bazıları da vardır ki,
kendilerini yetim malı üzerindeki vasi (vekil) gibi sayar; ihtiyacı
bulunmadıkça afif davranır, kazancından bir
şey almaz; ihtiyaçları bulunduğu zaman da maruf ölçüsünde yer, geri
kalan kısmı da nasıl ki yetimin vasisi, onun (yetimin) malını menfaatleri
doğrultusunda sarfederse, aynen onun gibi sarfeder. Bazen olur ki, ihtiyacı
bulunmaz ve o zaman harcaması gereken yere harcar; saklaması gereken yer için
de saklar; eğer ihtiyacı bulunursa kendisine verilen izin ölçüsünde davranarak
israf ve pintilik etmeksizin yeterli ölçüde alır. Bu mertebedeki insanlar dahi,
kazanırlarken kendi nazlarından kurtulmuş olmaktadırlar. Çünkü, bu mertebede,
olan insanlar, kendi hazları için almış olsalardı, o zaman başkalarını değil
kendi nefislerini kayırmış olurlardı; halbuki bunlar Öyle yapmamış; aksine
kendi nefislerini halktan biri gibi saymışlardır. Sanki o bir taksimatçı-dır ve
kendi nefsini de onlardan biri gibi görmektedir. Sahih'te Ebu Musa'dan[72]şöyle
rivayet edilir:
Rasûlullah şöylebuyurâu:"Eş'arîler,
gazada yiyecekleri biter veya Medine'deki çoluk çocukların yiyecekleri
azalırsa, ellerindeki mevcut yiyecekleri bir elbisenin içerisine toplar, sonra
onu aralarında bir kap ile eşit olarak taksim ederler. Onlar bendendir; bende
onlardanım.[73] Aynı durura, Hz.
Peygamber'in Muhacirlerle Ensar arasında uyguladığı kardeşlik[74]
olayında da yaşanmıştır.[75]Hz.
Peygamber'in gazaları sırasında bu türden uygulamalar meşhurdur. Hem şahsî
nazların tercihte bulunulması, "önce kendi nefsinden başla, sonra
bakmakla yükümlü olduğun kimselerden[76]
hadisine binaen övgüye değer bulunmuş ve ters görülmemiştir. Aksine, bu tutum
her iki halde de doğru harekete hamledilir.
Bu ikinci mertebede
bulunanlarla bir önceki mertebede olanlar, nefislerini peşin hazlar ile
kayıtlayıp onun peşinde koş tur mamı şiardır ve bunların nefisleri için almış
oldukları şeyler, haz peşinde koşmak sayılmaz. Şahsî haz peşinde koşulmuş
olunması için açık bir belirti olması lazım ki o da, insanın kendi nefsini
başkalarına tercih etmesidir. Bunlar ise bunu yapmamışlar; aksine, başkalarını
kendi nefislerine tercih etmişler ya da kendilerini başkaları ile denk tutmuşlardır.
Bu durum sabit olunca, onların nefsî nazlarından arınmış oldukları ortaya çıkar
ve bunlar kendilerini, sanki kendileri için hiçbir haz kılınmamış kimse yerine
koymuş olurlar. Böyle insanlar meselâ ahş-veriş, kira gibi akitlerde, mümkün
olan en az kira ve ücret talebinde bulunurlar ve bunun neticesinde onların bu
tür uğraşıları kendileri için değil, başkaları için çalışma mahiyetini alır.
Bunlar, yine bu yüzdendir ki nasihat konusunda kendilerine yüklenilenden fazla
görev yaparlar; çünkü onlar kendi nefislerinin değil de, insanların vekilleri
durumundadırlar. Bu durumda nefsi hazdan sözetmek mümkün mü? Hatta bunlar caiz
de olsa, kendi nefislerine gösterilecek müsamahayı, başkalarını aldatma gibi
görüyorlardı. Hiç şüphe yoktur ki, bunlar da hüküm bakımından birinci kısma
katılacaklardır. Ama bu katılma daha başlangıçta mevcut bulunan şer'î bir
gereklilikle vücup) değil de, bizzat kendilerinin kendi nefislerini icbar
etmeleri neticesinde olmaktadır.
Bir kısım daha vardır
ki, onlar öncekilerin derecelerine ulaşamazlar; aksine bunlar kendilerine izin
verilen şeyleri alırken, izin açısından almış olmakta, menedildikleri
şeylerden geri durmakta; ihtiyaç duydukları her konuda harcamada bulunmakla
yetinmektedirler. Önce geçenlere göre bunlar, haz sahipleridir; ancak bu hazlar
elde . edilmesi sahih olan bir yönden
alınmışlardır. Eğer bu gibiler hakkında da nazlardan soyutlanmışlardır
denecekse, bu nazlarını sadece heva ve heveslerine uyarak almamış olmaları ve
onları işlerken emir ve nehyi dikkate almış olmaları 3-önünden olacaktır.
Yerilmiş oîan haz emir ve yasaklar dikkate alınmaksızın, heva ve heveslere tabi
olunarak elde edilen nazlardır. Çünkü kişi onları elde ederken, konulan sınırlara
dikkat edilmemiş; aksine şehveti peşinden koşmaktan başka bir şey bilmeyen
hayvan gibi cüretkârlık göstermiştir. Biz burada bu türhazlardan söz etmiyoruz;
sözünü ettiğimiz birinci kısımla ilgilidir. Burada kişi kendi hazzı için
tasarrufta bulunduğu için, müslünıanla-. nn genel işlerini üstlenen amme
görevlisi hükmünde sayılamaz; çünkü o kamu için değil, kendisi için
çalışmaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman bu kimse, kamu velayeti üstenmiş
birisi gibi olmamaktadır. Kazlardan soyutîanmışhk da, ancak kamu velayetlerinde
oluyordu. Doğrusu Allah daha iyi bilir ya şöyle olmalıdır: Bu kısımdan olanlar,
hüküm itibarıyla nazlarına yönelik kasıt bulun duranlar gibi muamele görürler;
böyle bir kasıt bulundurmaları da onlar için caizdir; ilk iki kısma girenler
ise böyle değillerdir. Onlar esbaba tevessül yoluyla almayan (sadece Allah'tan
bekleyen); ya da herkese ne düşüyorsa ken-F196] dişini de onlardan biri kabul ederek alan
kimselerdir. [77]
Şer'î maksatlara uygun
olarak işlenen bir amel ya aslî maksatlar dikkate alınarak işlenmiştir ya da
tâbi maksatlar. Bu iki ihtimalden her biri üzerinde durmak ve ayrıntıları
hakkında söz etmek gerekir. Her bir kısım üzerinde ayrı ayrı duralım;
Eğer amel, aslî
maksatlar gözönüne alınarak işlenmişse, o amelin mutlak surette şahinliği ve
noksanlıklardan uzaklığı hakkında en ufak bir problem yoktur. Bu hern hazdan
soyutlanmış amellerde, hem de haz içeren amellerde[78]böyledir.
Çünkü o amelin konulusu sırasındaki Şâri'in gözettiği maksada uygun düşmüştür.
Zira daha önce de geçtiği üzere, Şâri'in teşrîdeki maksadı, mükellefin ihtiyarî
olarak da kul olabilmesi için onu arzu ve heveslerinin peşine takılmaktan kurtarmaktı.
Bu kadarı burada yeterlidir.
Bu esas üzerine
kaideler ve çok sayıda fıkhı anlayışlar kurulur:
Bunlardan bir tanesi
de şudur: Aslî maksatların dikkate alınması durumunda, işlenen amel daha
İhlash olur ve o amelin ibadete dönüşmesi daha kolay olur; öbür taraftan sırf
kulluk veçhesini değiştiren nazların katılım durumundan daha da uzaklaşılmiş
olur.
Şöyle ki: insanın
hazzınm, sadece onun hazzı olması açısından dikkate alınması vacip değildir.
Bu, "Şâri'in o hazzı mükellef için ortaya koyması ve mükellefin ona
iltifatta bulunmasını mubah kılması, Yüce Allah'ın kuluna karşı sırf bir inam
ve ihsanı neticesinde olmaktadır; zira kulların maşlah atlarını
gerçekleştirmek Allah üzerine vacip değildir," görüşünü benimsediğimizde
böyledir. Bu akien vâciplik görüşüne göre de böyledir. Emir, yasak ya daızine[79]sırf
uymuş olmakas-dı, sadece Şâri'in hitabına yönelmiş olma hakkında her amacın gerçekleşmesi
için yeterlidir. Ona uygun olarak ve çağrısına icabette bv-lunmuş olmak için
amel eden kimse, hazdan uzak olur ve onun fiili zarûriyyâtve onu çevreleyen
("tamamlayıcı unsurlar) üzere işlenmiş olur; sonra o fiilin altında kısmen
kendi hazzı da bulunur. Hatta onun bu hazzı, şer'an başkalarının hazzmdan da
önce gelir.
İnsan, emre uymuş
olmak için ya da emrin illetini gözöminde bulundurarak kazanırsa (iktisap) ki
o genel olarak nefislerin ihyasına ve onlara dokunacak serlerin
uzaklaştırılmasına yönelik kasıt oluyor o takdirde kendisi: "Önce kendi
nefsinden haşla, sonra bakmakla yükümlü olduğun kimselerden"[80]hadisinde
de belirtildiği gibi öne alınmış olur; ya da kendi hayatı için gerekli olan
şeyleri gerçekleştirmiş olması, meselâ bir vacibin gerçekleştirilmesi gibi
kabul edilir. Sonra o vacib hakkındaki bakış açısı, sadece bazı nefislere
yönelik olabilir. Bizzat kendi hayatının ya da bakmakla yükümlü olduğu kimselerin
gereksinimlerini, onları yerine getirmekle mükellef olması açısından temin
eden kimsenin durumunda olduğu gibi. Bazen bakış açısı genişler ve Allah'ın
dilediği nefislerin hayatiyetini idame ettirebilmeleri için kazanma yoluna
girer. Bu tutum, en kapsamlı, en övgüye değer ve sevaba en elverişli yoldur.
Çünkü birinci durumda herşey kendi istediği gibi gitmez ve harcamalarından
birçoğu kastetmediği yerlere gider; kazanma amacının dışına çıkar. Bununla
birlikte onun işlerin tedvir ve tedbirini Allah'a havale etmemiş olması ona
zarar vermez.[81] İkinci tavrı gösteren
kimse ise, gerek kasdmı gerekse davranışlarını tamamen herşeye kadir olan
Allah'ın eline havale etmiş ve kendindeki az şeyle sayısız kimselerin
faydalanmasına niyet etmiştir. Bu, kulluğun ihlasla gerçekleştirilmesi
konusunda yapılabilecek son noktadır ve bu arada kişi, kendi hazlarmdan da
birşey kaçırmış olmayacaktır.
Amelin işlenmesi
sırasında tâbi maksatların dikkate alınmış olması ise böyle değildir. O
durumda, bu belirttiğimiz şeylerin büyük çoğunluğu ya da tamamı kaybolur.
Çünkü böyle bir tavırda kişi sadece meselâ, açlık ya da susuzluğun ortadan
kalkmasını, soğuktan korunmuş olmayı, şehvetinin tatmin edilmesini ya da
mücerred mubahtan zevk almış olmayı kasteder. Bu kasıt her ne kadar caiz ise de
bir ibadet değildir ve yaptığı bu gibi davranışlarda Şâri'in aslî kasdı
gozetilmiş değildir. Kişi bu haliyle heva ve heveslerinden soyutlanmış olmaz.[82] Eğer
Şâri'in kasdı dikkate alınmış olsaydı, bu fiiller emre uyma (tâat, imtisal)
halini alırdı ve daha önce de geçtiği gibi, hitabın gereğine yapışma
mahiyetine dönerdi. Böyle bir durum olmayınca, fiilin işlenmesine iten motifin
sadece şahsî hazlara riayet olduğu ortaya çıkar.
Bu meselenin bir yönü.
İkinci bir yönü daha
var; Aslî maksatlar, başka hiçbir şeye iltifat etmeksizin sadece emir ve yasağa
riayet etme anlamına gelir. Bu tavır —hiç kuşkusuz.— emre itaat ve emredilen
şeye başka bir amaç bulunmaksızm uymuş olma demektir. O bu tavrı sergilerken
şöyle düşünür: Kendisi, efendinin diğer kölelerini evirip çevirmek için
görevlendirdiği bir kölesidir ve onların ihtiyaçlarının efendinin dilediği
doğrultuda kendilerine ulaşması için kendisini bir vasıta olarak
kullanmaktadır. Bu kişi de, sadece emri dikkate almış olma noktası haricine
çıkmış olmuyor; sırf kulluğun gereği olarak amel ediyor ve kendi şahsî
hazları-nı düşürüyor; sanki onun kendi hazlarmı bizzat efendinin kendisi üstlenmiş
oluyor. Kendi hazları için hareket eden kimse ise, yaptıklarını sırf emrin
gereği olarak yapmamakta; emrin amacının değerlendirilmesi açısından da
işlememektedir; aksine kendi hazzını ya da hazlarmdan haz duyduğu kimselerin
hazlarmı gerçekleştirmek açısından hareket etmektedir. Bu durumda olan bir
kimse, emre uymuş olsa bile, kendi nefsi yönünden uymakta, dolayısıyla onun
hakkında tanı anla- [ıosı mıyla ihlâs bulunmamakta; neticede işlenen bu amelin
ibadet görünümü alması mümkün olmamaktadır. Emre uymuş olma durumunun
bulunmaması halinde bu, kulluk görevinde ihlâslı olma bir tarafa, açıkça onun
ifasına yönelik bir kasdın dahi bulunmaması anlamına gelir. Bazen emir ya da
yasak, bir ibadet şeklin de değil de âdet şeklinde telakki edilir ve işlenir.
Buda, şahsî hazlara yönelik olan talebinin baskın gelmesi durumunda olur. Bu
ise bir noksanlıktır.
Üçüncü bir yön daha
var: Amellerini aslî maksat doğrultusunda işleyen kimse, gerçekten ağır bir yük
altına girmiş ve büyük bir görevi sırtlamış olmaktadır. Böyle bir yük altına
genel olarak hazlar peşinde koşan insanların girmesi mümkün değildir. Onlar
hazlarmı dahahafıf yollardan ararlar. Bunun da sebebi şudur; Bu iş,[83]
mükellef üzerine dile se de dilemese de gelen, Yüce Allah'ın kullarından
kendisine yakın kıldığı kimselere nasip ettiği bir haldir. Bu yüzdendir ki, nübüvvet
(peygamberlik) amellerin en büyük ve en ağırı olmuştur. Nitekim Yüce Allah bu
hususu belirtmek üzere: "Doğrusu sana, kaldırılması güç bir söz
vahyedeceğiz[84] buyurmuştur. Böylesine
birşey, ancak ona ait ek bir külfetle gerçekleşir. Hazlar peşinde koşan kimse
ise böyle değildir; o kendi için çalışmış olmaktadır. Rabbi için çalışanla,
kendisi için çalışan elbette bir olmayacaktır. Birincisi, üzerine yük yüklenmiş
(mahmul! kimse, ikincisi ise kendisi için çalışan kimsedir. Bu yüzdendir ki,
hazlar peşinde koşan in sanların öyle ağır yükler altına girdiğini pek
göremeyiz. Eğer bu hali iddia eden birisi çıkarsa, o makama sahip kimselerin
yaptıkları şeyleri ondan iste; eğer hakikaten onları yerine getiriyorsa, dediği
gibidir. Aksi takdirde o yalan söylemektedir; iddiasının doğruluğu çok nadir
olacaktır. Aslî maksatlar doğrultusunda ha-reket eden kimsenin yük yüklenmiş
kimse olması ihlas görüntülerinden biri olmaktadır. Hazlar peşinde olan[85]
kişi, böyle bir yükün altına ancak hazzını telafi Ölçüsünde girebilir. Haz
bulunmamakla birlikte fiili işlemişse, onda aslî maksada yönelik kasıt mevcut
demektir; bu durumda ihlâsının bulunduğu ortaya çıkar ve amelleri ibadet haline
dönüşür.
İtiraz: Biz, kendi nazları peşinden koşan nice kimselerin,
dindar kimseler içerisinde en yüksek mertebelere ulaştıklarını görüyoruz.
Hatta bizzat bütün peygamberlerin efendisi olan Rasûlullah'm [ ıkv^S'u 1 dahi,
güzel koku, kadın, tatlı, bal gibi şeyleri sevdiğini, (koyun) budundan
hoşlandığım, kendisi için tatlı kaynak suları arandığını ve nefsin hazlanna
tâbi olma anlamı içeren benzeri şeylerin onda [2oo] bulunduğunu biliyoruz. Zira
o, bildiğimiz kadarıyla arzuladığı helâl şeylerden geri durmuyor; aksine eğer
bulursa bu gibi helâl şeylerden istifade ediyordu. Bununla birlikte o, dinde en
yüce mertebede bulunmaktadır; insanlar içerisinde en muttaki ve en temiz
olanıdır; ahlâkı Kur'ân ahlâkidir. Bu işin bir tarafı. Bir de öbür tarafı var:
Biz yine görüyoruz ki, bazı insanlar tamamen şahsî hazlan bir tarafa bırakarak
kendilerini tamamen başkalarının hizmetlerine veriyorlar ve güçleri ölçüsünde
ve kulların maslahatlarım gerçekleştirme yolunda sıdk ile çalışıyorlar. Bununla
birlikte, onların âhirette hiçbir nasipleri yoktur. Meselâ, hıristiyan vb.
ruhbanlarının birçoğunda olduğu gibi. Bunlar, dünyadan el-etek çekiyorlar ve
ona hiçbir iltifatta bulunmuyorlar; dünyevî şeyler hatırlarından bile geçmiyor;
ibadeti ve insanlara hizmeti kendileri için bir prensip haline getiriyorlar ve
hayatlarını buna adıyorlar; öyle ki, bunun sonunda insanlar içerisinde birer
aziz oluyorlar. Bununla birlikte onların bütün bu yaptıkları, kökten bâtıl
olan bir temel üzerine kurulu oluyor. Bu iki uç arasında ise, onlardan birine
diğerinden daha yakın sayılamayacak kadar orta yolcu tavırlar vardır.
Cevap: Bu itiraza iki açıdan cevap verilecektir.
Birincisi: Bu sanılan
şeyler dış görünüşlerle ilgilidir. İşin içyüzü ise, bilinmeyebilir. Meselâ
el-İskâf m. Fevâidu'l-ahbâr adlı eserinde, Hz. Peygamberin "Bana
dünyanızdan üç şey sevdirildi.[86]
hadisi hakkındaki yapmış olduğu açılamalara baktığınızda, durumun ilk akla
geldiği gibi sırf şahsî haz talebi ile ilgili olmadığı, mutlak hak ve hakikatin
talebiyle ilgili bulunduğunu göreceksiniz. Bu üç şey içerisinden bir tanesinin
namaz olması da, buna bir delildir. Na -maz ki, imandan sonra ibadetlerin en
üstünüdür. Böylece diğerleri hakkında da aynı şeyi söylemek mümkün olmaktadır.
Sonra bir şeyin sevilmiş olması, onun şahsî hazlar için istenilmiş olmasını
gerektirmez. Çünkü sevgi, elde olmayan bir gönül işidir. Ancak, ondan kaynaklanan
amellere bakılabilir. Hz. Peygamher'in bu şeylerden, izin açısından değil de
sadece nefsânîhazlarını tatmin için istifade etti demek mümkün mü? Bir şeyin
izin açısından işlenmesi ise, şahsî hazlar-dan soyutlanmış olmanın ta
kendisidir. En büyük önder olan Hz. Peygamber hakkında, durumun hiç de
sanıldığı gibi olmadığı anlaşılınca, onun peşinden giden ve velilik mertebesine
eren diğerleri hakkında da durum açıklık kazanacaktır.
Ruhbanlar hakkında
ileri sürülenlere gelince, herşeyden önce biz onların hazlardan soyutlanmış
olduklarını kabul etmiyoruz; aksine onlar tam haz içerisinde ve nefsin heva ve
hevesleri peşinde kendilerini tüketmektedirler. Çünkü insan, bazen daha büyük
hazlar elde edebilmek için daha az derecede olan nazlarını terkedebilir.
Nitekim dikkat edilecek olursa, makam elde etmek için insanların pek çok
mallar harcadıkları görülecektir, Çünkü insanın makamdan alacağı haz, maldan
alacağı hazdan daha büyüktür. Bazıları başkanlık uğruna nice kurbanlar vermekte
ve hatta bu yolda kenaileri de ölmektedirler. Ruhbanlar da aynı şekilde, baş
olma ve insanların saygısını kazanma hazzma ulaşabilmek için bazı dünyevî
hazlan terketmiş olabilirler; çünkü arzuladıkları hazlar dalı a büyüktür. Ün
yapma, ululanma, baş olma, insanlardan saygı görme, insanlar içinde makam
sahibi olma, yanında dünya nimetlerinin hor görüleceği çok büyük hazlar olmaktadır.
Bu, bizim konumuzda ilk yasak edilmiş olan şeylerdendir[87] Dolayısıyla
böyle bir durumda olan kimse hakkında söz edemeyiz. İşte bu yüzdendir ki,
"Riyaset (baş olma) sevdası, sıddîkların kafasından en son çıkan
şeydir" demişler ve vakıa doğru da söylemişlerdir.
İkincisi: Hazlan talep
etmek; hazlardan arındırılmış olarak yapılabileceği gibi, öyle olmayabilir de.
Aralarındaki fark şudur: Hazza yönelik talebin ilk kaynağı, ya Şâri'i n emridir
veya değildir. Eğer talebin kaynağı Şâri'in emri ise, söz konusu talep
neticesinde elde edilen haz, hazlardan arındırılmış ve uzak tutulmuş haz
olacaktır; çünkü ona göre kendi nefsi ile başkaları aynı tutulmu ştur. Aslî
kasıt doğrultusunda yapmış oîd uğu ve nefsine yönelik hazlar içeren fiilleri
de aynı şekilde olacaktır. İtirazda ileri sürülen kimsenin durumu böyle olmaktadır.
Kasıt itibarıyla, böyle bir kimsenin elde ettiği şey, haz; koşturması da, haz
peşinde koşturmak sayılmaz. Çünkü fiile iten asıl motifin, aslî kasıt olması
durumunda, tâbi kasıt onun dallarından biri gibi olmaktadır ve onun (aslî
maksat) hükmünü almaktadır. Tâbi kas-dın aslî kasıtla irtibatlı olmaması
halinde ise, işte o zaman haz peşinde koşturmaktan söz edilir. Bizim üzerinde
söz ettiğimiz konu ise, böyle değildir.Ruhbanların ve onlar gibi olanların
durumuna gelince, her nekadar konum itibarıyla fasit ise de bu netice bazen
onlar için de tesadüfen bulunabilir. Bunlar manastır ve çilehanelere
çekilirler; her türlü şehvet ve lezzetlen bırakırlar, mabudlarına teveccüh
yolunda nefsânî nazlarından feragat ederler ve bu yolda kendilerini ona
yaklaştırabilecek yollardan giderek yapabilecekleri herşeyi işlerler. (Bu
gayeye ulaştırıcı olup) esbab bildikleri şeylere sarılırlar. Gerek kendileri ve
gerekse halk içinde, dinde hak üzere bulunan1 birinin yaptığı şeyleri harfiyyen
yerine getirirler. Ben bunların samîmi olmadıklarını söylemiyorum; aksine
bunlar kendi inandıkları mabudlarına karşı son derece samimîdirler ve
muamelede bulundukları insanlarla ilişkilerinde sıdk ile hareket
etmektedirler. Ne var ki, yaptıkları bütün amelleri kendi yüzlerine çalınacak
ve Allah katında âhirette hiçbir değeri olmayacaktır. Çünkü onlar tuttukları
bu yolu, yaptıkları bu amelleri geçerli bir temel üzerine oturtmamışlardır.
Yüce Allah şöyle buyurur: "Ogün birtakım yüzler zillete bürünmüştür. Zor
işler altında bitkin düşmüştür. (Bununla birlikte) yakıcı ateşe
yaslanırlar."[88]
Böyle bir duruma düşmekten Allah'a sığınırız.
Onlarınbir mertebe
berisinde, bu ümmetten olup da bid'at ve sapık mezheplere saplananlar yer
alır. Zi'1-Huvaysıra ile ilgili Haricîler hakkında gelen Hz. Peygamber'in şu
hadisini bilirsiniz: "Bırak onu (öldürme)! Onun öyle adamları olacaktır
ki, sizden biriniz onların namazı karşısında kendi namazını; onların orucu
karşısında kendi orucunu küçümseyecektir..." Bu hadislerinde Hz.
Peygamber, onların dış görünüşte gıpta edilen namazları; güzel görülen halleri
olduğunu bildirdikten sonra; bu amellerin temelsiz olduğunu belirtmiş ve onlar
hakkında:" Onlar, okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar"
buyurduktan sonra onların c1 Sürülmelerini emretmiştir.[89]
Bid'at mezhepler içerisinde bu türden olanlar pek çoktur.
Kısaca diyebiliriz ki,
amellerde ihlas, ancak nefsânî nazların atılması ve onlardan tamamen arımlması
ile mümkündür; ancak o amelin dinde sahih, sağlam ve Allah katında makbul ve
kurtarıcı bir temel üzerine oturtulmuş olması şarttır. Fasit bir temel üzerine
kurulmuş ise, tabiî ki bunun aksi olacaktır. Bu fasit temel üzerine kurulu
hazlar-dan feragat edilmiş fiiller, çoğu kez âşıklarda bulunur. Âşıkların hallerini
inceleyen kimse, sevgililer uğruna ne hazlardan vazgeçildiğini ve onlara karşı
insanın gösterebileceği en mütekâmil anlamda ihlâs. örnekleri verildiğim
görecektir.
Şu halde sonuç olarak
diyebiliriz ki, fiillerin aslî maksatlar üzerine bina edilmesi durumunda, bu
ihiasa daha yakın olacaktır; tâbi maksatlar üzerine kurulması durumunda ise
İhlasın yokluğuna daha yakın olunacaktır.
Fasıl:
Bu esastan çıkan
kaidelerden biri de şudur: Amellerin aslı maksatlar üzerine bina edilmesi,
mükellefin bütün davranışlarını ibadet haline dönüştürür; bu davranışları
ister ibadetler türünden olsun ister âdetlerden bulunsun fark etmez. Günkü
mükellef, Şâri'in dünya hayatının düzen ve bekâsmdaki muradını anlayınca ve bu
anlayışı doğrultusunda amellere girişince, o sadece kendisine yöneltilen talep
doğrultusunda amel edecek, terki istenilen şeyi de terk edecektir. Bu haliyle
o, üzerinde bulundukları maslahatların gerçekleşmesi konusunda eliyle, diliyle
ve kalbiyle devamlı halkın yardımında olmaktadır.El ile yardım halinde olması,
açıktır.
Dil ile ya rdım ise,
Öğüt vermek, Allah'ı hatırlatmak, bulundukları hallerde itaat içerisinde
bulunup, isyan üzere bulunmamalarını ten-bih etmek, niyetlerin ve amellerin
ıslâhı gibi ihtiyaç duydukları konularda onları aydınlatmak, iyiliği emretmek
ve kötülüğü yasaklamak, iyilerine iyilikte bulunulması, kötülerinin ise
affedilmesi için duada bulunmak,,. gibi yollarla olur.
Kalp ile ise, onlar
için kalbinde bir kötülük saklamaz; aksine onlar için iyi niyet besler,
İslâmlıklarından başka hiçbir meziyetleri olmasa bile, onları en güzel
nitelikleri ile bilir, onlara değer verir ve onlar yanında kendi nefsini
küçümser ve benzeri kalble yapılan davranışlarda bulunur.
Hatta bu konuda,
sadece insan cinsine yönelik kalmaz; bütün canlılara karşı da şefkat duyar ve
onlara karşı son derece yumuşak ve güzel davranır. Nitekim hadis-i şeriflerde:
"Her canlıdan dolayı ecir vardır"[90]
buyrulmuş; hapsettiği bir kedinin ölümüne sebep olduğu için azap gören bir
kadından bahsedilmiş[91]başka
bir hadiste de: ''Allak, her müslüman üzerine iyi davranmayı yazmıştır.
Dolayısıyla eğer öldürürseniz, güzel öldürünüz (işkence vb.
çektirmeyiniz)"[92]buyrul-muştur.
Benzeri daha pek çok nass vardır.
Aslî maksatlar
doğrultusunda hareket eden bir kimse, kendi nefsi hakkında olan bu işlerde
Rabbinin emrine uymak ve peygamberine tâbi olmak için amel etmektedir. Bütün
davranışlarında böyle hareket eden bir kimsenin amelleri nasıl ibadet haline
dönüşmez? Hazları peşinde koşturan kimsenin amelleri ise böyle değildir. Çünkü
o, bütün davranışlarında kendi nazlarına ya da kendi hazlau-na ulaştıracak
yollara bakmaktadır. Böyle bir insanın davranışları mutlak surette ibadet
olamaz. Olsa olsa bunun davranışları, eğer Allah'a ya da başka bir kula ait
hakkı ihlâl etmiyorsa mubah çerçevesinde kalır. Mübâh birşeyle ise Allah'a
kulluk gösterilip yaklaşılamaz. Hazzını, Sâri'in emri açısından gerçekleştirmiş
olduğunu farzettiği-[204] miz zaman ise, o amel sadece kendisine nisbetle
ibadet şeklini alır. Böyle bir takdir durumunda, sözkonusu nisbete göre,
hazîarın peşine düşmüş olma durumundan çıkmış olur.
Fasıl:
Fiillerin, aslî
maksatlar doğrultusunda işlenmiş olması, genelde o amelleri vaciplik hükmüne
doğru nakleder. Zira aslî maksatlar vacipîik hükmü etrafında dolaşmaktadır.
Çünkü bunlar dinde zaruri bulunan ve ittifakla dikkate alınması gereken esasların
korunmasına yönelik şeylerdir. Durum böyle olunca da, hazlardan arındırılmış
ameller, genel vasıflı şeyler etrafında döneceklerdir. Baha önce de geçtiği
gibi, cüzi olarak ele alındığında vacip olmayan bir şey, küllî olarak ele
alındığında vacip olmaktadır. Burada kişi, cüzî açıdan mendup ya da mubah olan
bir hususta, küllî bir yaklaşımla amelde bulunmaktadır ve o şeyin ihlâli
durumunda düzen de bozulmaktadır. Böyle bir durumda olan kişi, vacibi işliyor
sayılır.
Tâbi maksatlar üzerine
kurulması halinde ise amel, cüzî bir maslahat üzerine kurulmuş olmaktadır.
Cüzî bir maslahat vâcipiik hükmü gerektirmez. Dolayısıyla tâbi maksatlar
üzerine kurulu ameller, vacipîik hükmünü gerektirmezler. Bazen amel ya cüzî
açıdan, ya da aynı anda hem külli hem de cüzî açıdan mubah olabilir; bazen de
cüzî açıdan mubah, küiîî açıdan ise mekruh ya da haram olabilir. Bu konunun
izahı "Hükümler bahsi"nde geçmişti.
Fasıl:
Aslî kasıt, mükellef
tarafından gözonünde bulundurulması durumunda, Şâri'in amelde gözetmiş olduğu
maslahatın celbi ya da mef-sedeiin defi gibi her türlü maksatları içerir. Çünkü
aslî kasıt üzere amelde bulunan kimse, sadece Şâri'in emrine uymuş olmaktadır.
Bunu da ya O'nun kasdinı anlaması sonucunda ya da sırf emre uymuş olmak için
yapmaktadır. Her iki duruma göre de, Şâri'in kastetmiş olduğu şeyi
gözetmektedir. Şâri'in kasdmm; en kapsamlı, en öncelikli ve en uygun maksat
olduğu; safî nur olup. ona herhangi bir garaz ya da haz karışmadığı sabit
olduğuna göre, amellerini bu doğrultuda işleyen kimse, o ameli tam. eksiksiz,
saf ve en uygun biçimde işlemiş olmakta; içerisine başka herhangi birşey
karışmamakta ve Şâri'in muradından noksan da kalmamaktadır. Bu haliyle o,
yaptığı bu amel karşılığında sevap almayı hak etmiştir
Tâbi kasıt üzerine
işlenen amellerde ise, bu saydıklarımızdan hiçbiri yoktur. Çünkü emir ya da
nehyin ya da amellerin şahsî hazlar güdüsüyle işlenmesi, onun niyetini
mutîaklıktan ve bütün insanlığı kapsayacak genellikten çıkarmıştır; dolayısıyla
birinci türden ameller gibi değerlendirilmesi mümkün değildir.
Bunun dayanağı
''Ameller ancak niyetlere göredir"[93] kaidesi
ile Hz. Peygamber'in şu buyruğu olmaktadır: "Atlar üç kısımdır; bir kısmı
sahibi için yük; bir kısmı sahibi için örtü; bir kısmı da sahibi için ecirdir.
Sahibine ecir olan ata gelince: Bir kimsenin Allah yolunda müslümanlar için
çayır ve bahçede bağlayıp beslediği attır. At hu çayırdan veya bahçeden ne
yerse, yediği şeyler adedince sahibine hasenat yazılır. Ona atın pislikleri ile
bevlleri sayısınca dahi hasenat (sevap) yazılır. At ipini koparır da bir veya
iki tur atarsa, sahibine onun izleri ve pislikleri miktannca hasenat yazılır.
Yahut sahibi onu bir nehir kenarından geçirirken, sulamaya niyeti olmadığı
halde, o nehirden- su içerse, Allah sahibine onun içtiği su yudumları
miktannca hasenat yazar." Hadiste böyle bir atın, aslî kasıt sahibi için ecir
olduğu belirtilmektedir. Çünkü o, atı beslemekle Allah'ın rızasını kastetmiştir.
Bu kasıt ise genel olup özellik arzetmez. Dolayısıyla onun bu tasarrufuyla
ilgili olmak üzere ecri (sevabı) de genel olmuş; ecir, sadece atın belli bir
şeyine hasredilmemiştir. Sonra Hz. Peygamber devamla şöyle buyurmuştur:
"Sahibine örtü olan ata gelince: Bu., bir kimsenin başkalarına muhtaç
olmamak ve ondan faydalanmak için bağlayıp beslediği; sonra onun sırtında va
boynunda Allah'ın hakkı olduğunu unutmadığı attır. Bu at onun için bir
örtüdür," Hadisin bu kısmı da, övgüye değer bulunan şahsî hazlar
hakkındadır. Bu kişi. niyetini genel tutmayıp
özeîleştirince ki kendi meşru hazlarına ulaşmak oluyor hükmü de, sadece kastetmiş
olduğu şeye yönelik olarak daraltıldı ki, o da örtü olması oluyor. Bu, tâbi
kasıt sahibi kişinin durumunu temsil ediyor. Hz. Peygamber daha sonra da:
'''Gelelim atı kendisine yük olan adama: Bir kimsenin öğünmek, gösteriş yapmak
ve müslü-manlara düşmanlık için bağlayıp beslediği attır. Bu at ona bir yüktür."[94] ise,
heva ve hevese tâbi olmadan kaynaklanan yerilmiş hazlar peşinde olan kimseyi
temsil etmektedir. Burada, böyle biri hakkında söz edecek değiliz.
Hz. Peygamber'in
fiillerine, ya da sahabenin veya tabiînin yaşantısına uymak ve onların izinden
gitmek de aslî kasıt üzere amelde bulunma yerine geçer. Çünkü, bu durumda onun
kasdı, uyma konusunda onların kasdinı de
kapsamış olacaktır. Bunun tanığı da. uyan kimsenin niyetini, kendisine uyulan
kimsenin niyetine» havale etmesinin şahinliğidir. Nitekim sahabeden bazıları,
hac için ihrama girme sırasında "Rasûlullah'ın ihrama girdiği hacca niyet
ediyorum" diye kendi niyetini Rasûlullah'm niyetine bağlamışlardır. Bu,
diğer amellerde de hükmün aynı olduğu konusunda bir delil olur.
Fasıl:
Bir diğer husus da
şudur: Amellerin aslî maksatlar doğrultusunda işlenmiş olması, tâati daha da
yüceltir; muhalefet edil-mesi durumunda da, işlenen masiyet daha da büyük hal
alır.
Birinci hükmün
doğruluğunu şu şekilde ortaya koyabiliriz: Aslî maksatlar doğrultusunda amel
eden kimse, bütün insanların ıslâhı ve onlara ulaşacak zararların
uzaklaştırılması için çalışmış olmaktadır. Çünkü fullerinde, ya bunlan bilfiil
kastetmiş olmaktadır ya da nefsini sadece emre uyma altına sokmakla
yetinmektedir. Emre uyma durumunda da, kasdı altına Şâri'in o emirden
kastettiği herşey girmiş olmaktadır, Fiili bu durumda işlemesi halinde; ihya
ettiği her nefis, kastettiği her kamu yararı karşılığında mükâfatlandırılmış
olacaktır. Böyle bir amelin büyüklüğünde ise asla şüphe yoktur. Bu yüzdendir
ki, bir insanın hayatını kurtaran, sanki bütün insanlığı hayata döndürmüş gibi
kabul edilmiştir.[95]Âlim
için herşeyin, hatta denizdeki balıkların bile istiğfar ettikleri
belirtilmiştir. Aslî maksatlar doğrultusunda amel etmemesi halinde ise durum
böyle değildir. Çünkü o zaman bunların sevabı ancakkasdı ölçüsünde olacaktır.
Zira ameller niyetlere göredir. Dolayısıyla himmeti ne kadar yüce, kasdı ne
kadar geniş olursa, sevabı da o ölçüde büyük olacaktır. Kasdı genel olmadıkça
da; alacağı sevap ancakkasdı Ölçüsünde bulunacaktır. Bu durum açık-ür.
İkincisinin izahına
gelince, amellerin genel maksatlara muhalefetle işlenmesi durumunda fail,
genel bir bozgunculuk doğrultusunda hareket ediyor demektir. Bu haliyle o,
genel olarak halkın ıslahı için çalışan kimseye ters bir durum sergilemektedir.
Genel ıslâh doğrultusunda gözetilen kasıt neticesinde sevabın büyüdüğü
belirtilmişti. O zaman onun zıddı istikâmette faaliyet gösteren birinin de
günahı büyüyecektir. Bu noktadan hareketledir ki, Âdem'in ilk kan döken oğluna,
daha sonra meydana gelecek her haksız katil olaylarından bir pay (günah)
ayrılacak ve üzerine yüklenecektir. Haksız yere bir insanı öldürmek bütün
insanlığı öldürmekle eşit tutulmuştur. Kötü bir çığır açan kimsenin üzerine, o
kötülüğün günahı yanında, o çığırdan yürüyenlerin günahı da (onların günahları
eksiltilmeksizin) yüklenecektir.
Fasıl:
Bu noktadan bir kaide
daha ortaya çıkıyor: Tâat olarak ortaya konulan ve onları bünyelerinde
toplayan esasları araştırdığımız zaman, onların aslî maksatlara yönelik
olduğunu göreceğiz. Büyük günahlar üzerinde düşündüğümüzde de, onların aslî
maksatlara muhalefet içerisinde oluştuklarını bulacağız. Bu sonuç, bizzat
nasslarla belirtilmiş olan büyük günahlar ile kıyas yoluyla onlara katılan günahlar
üzerinde düşünüldüğünde —Allah'ın izniyle gayet açık ve bidüziyelik ar-zedecek
şekilde görülecektir. [96]
Amellerin, tâbi
maksatlar doğrultusunda işlenmesi durumunda, ya aslî maksatlar da beraberinde
bulunmuş olur ya da olmaz. Birincisinin, her ne kadar nefsin hazları peşinde
koşma olsa da hiç kuşkusuz, emre uyma (imtisal) anlamına geldiğinde şüphe
yoktur.
İkinci durumda ise
ameller, sadece hazlar peşinde ve heva ve hevese uyularak işlenmiş olacaktır.
Aslî maksatlarla
beraberlik ya bilfiil olur Meselâ, şöyle der: Bu yenilecek şey veya bu
giyilecek şey ya da bu dokunulacak şey... Sâri' tarafından bana mubah kılınmış;
onlardan istifademe izin verilmiştir. Ben mubah şeylerden istifade ediyorum;
onları elde etmek için çalışıyorum. Çünkü izin verilmiş ve benim tercihime
bırakılmış bir şeydir ya da bilkuvve (kuvve halinde) olur, İkinci şıkka misal
ise şudur: Kişi, mubaha ulaşabilmek için izin verilen bir şekilde esbaba
tevessülde bulunur; ancak bizzat izin aklına gelmez; onun düşündüğü sadece o
mubaha ancak bu yoldan ulaşılabileceğidir.[97]
Mubaha ulaştığı yol kendisi açısından mubah ise, bu yolla ona ulaştığında, bu
da birincinin hükmünde olur. Ancak bilfiil olan beraberlik daha güçlüdür.
Menduplar da, her iki şekilde mubahın durumunda olurlar.
Bu anlaşıldı ise,
şimdi de, her iki şekilde de, o kimsenin hem haz peşinde hem de emre uyma
durumunda olduğunu[98]
açıklayalım. Bu iki açıdan ortaya konulacaktır:
(1)
Eğer.bu böyle
olmayacak olursa, o zaman hiçbir kimsenin hazları peşinde fejşmaksızın, onlara
yönelik bir kasıt bulun durmaksızın sadece emre uymuş olma niyeti olmadan
ibadet, harici hiçbir tasarrufa girişmesi caiz olmayacaktır.[99]Hatta
çaresiz durumda kulun bir kimsenin, murdar hayvan eti yiyebilmesi[100]"için
dahi bu niyetin bu lunması ve hazlardan soyutlanmış bir kasıt ile hareket
etmesi gerekir.Böyle bir sonuç ise, ittifakla bâtıldır. Ne Allah, ne de
Peygamberi bir şeyle emir buyurmamışlar; kullardan, ibadet dışında kalan norm»!
amellerinde hazlar peşinde olma gibi bir kasıttan uzak kalmaları m in
tememişlerdir; sadece bu amellerinde ihlash olmalarını ve herhangi bir şh-k
unsuru bulundurmamalarını ve Allah'tan başka şeyleri dikkıt te almamalarını
talep etmişlerdir. Bu da, amellerin ibadet haricimin normal âdetlerle ilgili
olması halinde, hazza yönelik kasdın bulunma sının o amellerin esasına zıtlık
göstermeyeceğine delalet eder.
Soru: Böyle bir durumda, Şâri'in amellerde ihlash olma ve
onlar da herhangi bir şirk unsuru bulundurmama şeklindeki maksadı nasıl ,
gerçekleşecektir?
Cevap: Bunun anlamı, yapılan amelin şeriatın gereklerine
uygun olarak işlenmiş olması ve o amelle cahiliye dönemi fiilleri
kastedilmemesi, şeytanî bir icatta bulunulmaması; gayrimüslim unsurlara
benzemeye çalışılmamasıdır. Meselâ, su ya da bal şerbetini şarap içer .gibi
içmek, bir müslüman yapmış olsa bile, yahudi ya da hıristiy bayramlarını tazim
için hazırlanmış yiyecekleri yemek; câhiliye dön-mine benzer tarzda hayvan
kesmek ve bunun gibi Allah'tan başka şo lere tazim anlamı içeren davranışlarda
bulunmak gibi.
Nitekim İbn Habîb
şöyle nakleder: İbrahim b. Hişam b. İsmail el Mahzumî bir su kaynağı çıkarır.
Suyun gözükmesi sırasında kendisi ne mühendisler: "Keşke içerisine kan
akıtsaydın; böylece hem su çeki I mez, hem kaynak yıkılmazdı; bu yüzden de onu
inşa edenleri öldürmı« ne gerek kalmazdı" dediler. Bunun üzerine İbrahim,
suyu bıraktığı z;\ man develer kesti ve su, kanla karışık aktı. Onunla kendisi
ve adamları için yemek yapılmasını emretti. Hem kendisi hem de adamları o ya
pılan yemekten yediler. Kalanları da işçiler arasında taksim etti. Bu olay İbn
Şihab'a ulaşınca, o şöyle dedi: "Vallahi ne kötü bir şey yapını ^ Ne
develeri kesmesi, ne de onlardan yemesi ona helal değildi. Hz. Pey gamber'in
cinler için kurban kesmeyi yasakladığı [101]kendisine
ulaşmadımı? Çünku boylu hirşey, her ne kadar üzerine Allah'ın adı anılsada
dikili taşlara (putlara) takdim edilmiş ve Allah'tan başlına ktıilmiş
kurbanlara benzer.
Bedevilerin cömertlik
gösterisi için hayvan boğazlumalarıyla ilgili yasak [102]da
böyledir. Bu şöyle olurdu: îkikişi birbirine karşı kimin daha çok hayvan
boğazlayacak diye iddialaşırlar ve böylece kimin daha mart olduğunu ortaya
koymak isterlerdi. Sonunda da kim daha çok boğazlamışsa, onun daha cömert
olduğu kabul edilirdi."Hz. Peygamber, iştıı bu tür boğazlanmış hayvanların
etlerinden yemeyi yanıltır; çünkü bu Allah'tan başkası için kesilmiş hayvan
kabuletmektedir. Hattâbî şöyle der; "Hükümdarların ya da başkanların
olmesi halinde, onların önlerinde kesilmesi âdet olan kurun, keza (ölünün
kırkının ya da senesinin dolması gibi) tekrarla-laylımn anısına ve benzeri
durumlar için kesilen kurbanların d de böyle olmalıdır." Bu konuda Ebu
Davud'un Sttojen'ine aldı-ImdİH şöyledir: "Hz. Peygamber birbirine karşı
gösterini olmak üzere) öğünen kimselerin yemeklerini yemeyi İnmiştir.[103]
Burada bahsedilen kimseler, hangisi rakibine karşı daha galip gelecek diye cömertlik gösterisi
için yemek yediren kimselerdir. Hayvanlar, sadece yemek kasdı ile ve izin verilen
şekilde boğazlanmak Üzere meşru kılınmışlardı. Teşrîde esas alınan bu kasıda,
sözü i ı maksatlarda katılınca bu meşrû kılınan şeye bir ortak kılma ve m emri
dışında başka şeylerin de gözönünde tutulması gibi bir s , doğurdu. İşte bu
noktadan hareketledir ki, İbn Attâb, Nevruz
yenilmemesi doğrultusunda fetva vermiş ve bu etlerin Allah mlııın
boğazlanmamış olduğunu belirtmiştir ki bu, geniş bir konudur.
(2)
Hazlara yönelik kasıt,
eğer ibadet dışı amellere ters düşerek onları iptal edecek olsaydı o zaman cenneti umarak, cehennemdende
korkarak işlenmiş bulunan bütüntaat ve
ibadetlerde batıl olurdu Bu ise kesin olarak duğru değildir
Aralarındaki telazum
ilişkisinin isbatı şöyle: Cennete girmek, cehennemdende kurtulmak için çalışmak,Haz peşinde koşturmak demektir ve bununla şari’in izin verdiği ve
kendisine mubah kıldığı birşeyden veistifade etmek için istek ve çaba göstermek
arasında bir fark yoktur. Çünkü her ikiside hazdır.Şu kadar var ki, birisi
hemen ulaşılan, öbürü de ahirete ertelenenen haz olmaktadır. Mesele ile ilgili
olmak üzere hazzın öne alınması ve ertelenmesi tardîdir[104] ve
aynen dünya hayatimin öne almak ya da ertelemek gibi hükme bir etkisi yoktur.
Taatlerle öbür dünyaya ertelenmiş hazların talepte bulunulması caiz olursa,
(ibadet dışı amellerde) peşinen elde edilecek hazların talepte bulunulmasının
caizliği öncelikli olarak sabit olur.
Cennet umudu, cehennem
korkusu-ileyapılan amellerin batıllığı sonucuna götürmesi ve bu sonucun da
bâtıl olmasına gelinece Kuran "kul her ne işlerse karşılığını görür,"amel
edin ki cennete giresiniz"şunları bırakın ki cennete giresiniz,"
"şunu yapmayın sonra cehenneme girersiniz," "kim şunu yaparsa
şöyle mükâfatlandırdı/"gibi mesajlar getirmiştir. Hiç kuşku yoktur ki,
bunlar nefsânî hazlar kılarak amellere karşı bir teşvikte bulunmaktır. Eğer
hazlanı talep, amelin ihlasını zedeleyecek olsaydı o zaman Kur'ân, amc'
deleyecek olan şeyleri belirtirdi. Cennet umudu ve cehennem l< ile işlenilen
amellerin bâtıl olacağı sakat olduğuna göre, böylı nuçtan zorunlu olarak çıkacak
netice de bâtıl olacaktır. Yine Peygamber'e cennete sokacak, cehennemden
uzaklaştım amellerin neler olduğu sorulur, O da herhangi bir çekince olmukn ve
böyle bir haz talebinde bulunmaktan sakındırmaksızın, o amel onlara haber
verirdi. Bizzat Yüce Allah: "Biz sizi ancak Allah n,< için doyuruyoruz;
bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz" diyenlo "Doğrusu biz, çok asık
suratların bulunacağı bir günde Rabbimıu korkarız"[105]
dediklerini bildirmiştir. Hadiste de şöyle buyrulur: " zinle, yahudi ve
hıristiyanların durumu bir grup insani ücretle isti dam eden kimsenin durumuna
benzer.[106] Bunlar, haz karşılığııdn
ameller bulunmma konusunda nass olmaktadır, Ensar'ın Hz. Peygamber bey'atları
sırasında"Kendin vs Rabbin adına ne şart koşacaksan"koş demişler, Hz.
Peygamber de şartları[107]
ileri sürünce:Peki buna karşılık bize ne var?' diye sormuşlar. Hz. Peygamber
Cennette diye karşılık vermiştir. Bu tür örnekler sayılamayacak kadar çoktur.
Hepsi de, her ne kadar "Şunun için amel et!""Amel et, senin için
şunlar olsun!" gibi bir ifade ilekarşılığında amellere teşvik amacı
gütnîtktedir. Böyle bir durum ibadetler hakkında zedeleyici olmadığına göre,
ibadet dışında kalan amaller hakkında zedeleyici olmayacağı öncelikli olarak
sabit olur.
İtiraz: Hayır, aksine bu gibi durumlar hem aklen hem de
naklen ameleri zedeleyicidir.
Aklen şöyle: Haz kasdı
ile amel işleyen kimse, hazzını asıl maksat amelide de bu hazza ulaştıracak bir
vasıta kılmış olmaktadır. Çünkü onun hazzı eğer maksat olmasaydı, o zaman
amelle istenilmiş olmaz.Halbuki biz meseleyi bu şekilde ortaya koymuş olduk. Bu
bir çelişkidir.Yine, eğer amel vasıta olmasaydı, o yolla haz talep edilmiş
olmazdı.Halbuki meseleyi, ameli hazzına ulaşmak için işlemekte olduğu şeklinde
vaz' etmiştik. Dolayısıyla bu hazza nisbetle amel, bir vasıta olacaktır. Daha
önce de ortaya konulduğu gibi, vesâil (vasıtalar,
, birer araç olmaları
açısından bizzat istenilen şeyler değillerdir. Onlar maksutlara tabidirler,
Eğtf nıakNiıl lıır dügerlurse, vesait i düşer. Vesâil olmaksızın du maksatlara
ulaşmanın mümkün oldu takdirde, onlara tevessülde bulunulma?.. Maksatların
tümden yokluğunu varsaydığımızda, vesileler tamamen itibardan düşer ve onlıu
uğraşma abes hükmünü alır. Bu sabit olduğuna göre, teşrî ameller,[108]eğer
şahsî nazlara ulaşılmak için vasıta kılınırlarsa; onlula ancakhazlar yönünden
kullukta bulunulmuş olacaktır ve sonuç olarak da amelilerden maksat kulluk
icrası değil bizzat hazlar olacaktı Bu haliyle bu tür ameller, makam, mevki ve
maddî çıkar elde etnu-l-gibi dünyevî hazlar için işlenilmiş riya amacı taşıyan
amellere ben/r yecektir. Şer/an izin verilmiş amellerin tamamı, meşru şekilleri
üzen işlenmeleri (kaydıyla kendileri ile kulluk icrası mümkün amellere!
Bunların hazlar yönünden işlenilmesi durumunda ise, kulluk amacıyla işlenmiş
olma özellikleri düşmüş olacaktır. Emredilen ve kendileri ile kullukta
bulunulması istenilen namaz, oruç vb. gibi amellerin dr. aynı şekilde işlenmesi
durumunda, onlarla kulluk icrası özelliğinin düşmesi gerekir. Emredilmiş
bulunan her âdet ya da ibadette, mutlaka nefse yönelik bir haz da vardır. Bu
durumda, o amel işlenirken eğer bu haz yönünden işlenecek olur ve asıl olan
kendisi ile kullukta bulunma yönü ihmal edilirse, o amel ibadet olmaktan çıkar
ve ibâdetler konusunda o amel asla dikkate alınmaz; onun işlenmesi ile kulluk
icra edilmiş olmaz. Amelin sahîh olmamasının mânâsı da işte budur.
Sonra, mükellefe ait
haz içeren emredilmiş ya da yasaklanılmış şeyler hiçbir haz içermeseydi, acaba
bu durumda mükellef ne yapacaktı? Acaba böyle bir emir ya da yasakla Allah'a
kulluk yapmak durumunda mı olacaktı? Yoksa öyle olmayacak mıydı? Onlarla
kulluk yapmak zorunda olacağı bilindiğine göre, emredilen ya da yasaklanılan
şeylerin birer vasıta değil, bizzat kendilerinde bulunan özelliklerden dolayı
istenilen şeyler olduğu ortadadır. İşte bu mânâya işaretle şâir şöyle demiştir:
Farzet ki, gelmedi
mahşeri bildiren elçiler,yok say cehennem ateşi,Gerekmez mi acep kullara, bunca
nimet sahibine övgü ve şükür işi.
Mükellef, ameli
nazlarına ulaşmak için bir vasıta kılınca, onu meşruiyetinin gereğinden
çıkarmış olmakta ve emir ya da yasak sebebiyle işlenilen amel, Şftri'in kandı
dışında Mreyan ttmekt*dlr. Şâri'în kasdına muhalif bulunan kula ait kanıt, im
bAtıldır; dolnyuıyln onun üzerine kurulan amel de, aynen onun gibi, bâtıl
olacaktır. Sonuç olarak hazlar üzerine kurulu olan amel bAtıldır.
Buna ilaveten şunu da
söyleyebiliriz: Kulun kendisi için Rabbi üzerinde en küçük bir hakkı yoktur;
O'na karşı elinde bir hücceti de bulunmamaktadır; O'nun, kulu doyurmak,
içirmek, pna inam ve ihsanda bulunmak gibi bir görevi yoktur. Hatta yer ve gök
ehline azap edecek olsa, mutlak mülkiyet sebebiyle buna hakkı vardır. "De
ki: Ün-tün belge O'na aittir."[109] Şu
halde kulun sadece kullukta bulunmaktan öte başka bi. hakkı bulunmayınca, bu
görevini de herhangi bir nefsî haz talebinde bulunmaksızın yerine getirmesi
görevi olacaktır, Hal böyle iken, yaptığı amellerle haz talebinde bulunursa, bu
durum» da Rabbine ait olan haklan ifa uğrunda değil de, kendi nefsine yönelik
hazlar peşinde koşmuş olur.
Bu görüşün doğruluğuna
delil olan nasslara gelince; bunlar amellerin ihlâs ile yapılması gerektiğini,
ihlâs ile yapılmayan amellerin ise kabul edilmeyeceğini belirten âyet ve
hadislerdir. Örnekler: "Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız
Allah'a has kılarak O'na kulluk etmekle emrolunmuşlardır[110]
"Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine kullukta asla
ortak koşmasın."[111]
Kudsî bir hadiste de: "Ben, şirk koşulmaktan en müstağni olanım[112]
buyrulur.; Başka bir hadis de şöyledir: "Kimin hicret niyeti Allah'a ve
Rasûlünt ise, onun hicretiAllah ve Rasûlünedir. Kimin de hicreti elde etmek
mte-diği bir dünyalık ya da nikahlamak istediği bir kadına ise, onun hicreti
de hicret etmiş olduğu o şeyedir.[113]
Yani böyle bir kimsenin lı ıcrol-U» bulunması durumunda, onun hicret emriyle
Allah'a kulluk yapımı olmasından sözedilemez. Hikmeti aklen kavranılabilsin,
kavra n a inanın her emir ve yasakta Allah'a kullukta bulunma (tapınma) mânanı
vardır. İnşallah bu husus ileride gelecektir. Hazları için amelde bulunan kimse,
amelde olması gereken onunla Allah'a tapınma yönünü düşürmüş olmaktadır. O
yüzdendir ki, selef-i sâlihten bir grup, sevap için amel eden kimseleri
"kötü kul" ya da "kötü hizmetçi" diye nitelemişlerdir. Bu
konuya delâlet eden pek çok haber vardır. Bütün bunların içeriğini Yüce
Allah'ın: "Dikkat edin! Hâlis din Allah'ındır"[114]
buyruğu özetlemektedir.
Keza alimlerde bu gibi
davranışların il ilanı ve so nuçta amellerin katkısız Allah için olma
özelliğini yitireceğini belirtin işlerdir. Nitekim Gazzâlî şöyle der:
"Dünyada mevcut bulunan her hazza karşı az ya da çok mutlaka nefis arzu
duyar, kalp ona karşı meyleder. Bu arzu ve meylin amele ulaşması durumunda da
o amel saflığını yitirir ve bu yüzden kişinin ihlâsı azalır[115] İnsan
hazları içerisine batmış, şehvetlerine gömülmüş durumdadır. Onun fiillerinden
ya da ibadetlerinden, bunlardan tamamen tecrid edilmiş bir amel ya da ibadet
bulmak çok nadir olur. O yüzdendir ki, ömründe bir adım atacak kadar Allah için
ihlâslı bir zamanı olan kimse kurtulmuştur, denilmiştir. Bu dunum, İhlasın çok
zor ve yüce oluşundan, kalbin diğer meşgalelerden arındırılmasının zorluğundan
dolayı böyledir. İhlâslı olan şey, sadece Allah Teâlâ'ya yaklaşmak motifi ile
işlenmiş ameldir.... Gerçek ılılâs, kalbin bu tür meşgalelerden azıyla çoğuyla
tamamen arındırılmış olması ve Allah'a yakın olma kasdının kalbi kaplaması,
başka bir motifin bulunmaması yoluyla olur. Böyle bir ihlâs, Allah sevgisinde
kendisini kaybeden, âhiret işleri ile meşguliyetten başka kalbinde ve zihninde
dünya işlerine yer kalmayan bir kimse için mümkün olabilir. Böyle bir insan
sonuçta yeme ve içmeyi dahi sevmez ve onun yeme ve içmeye karşı olan arzusu ile
tuvalet ihtiyacını gidermeye karşı arzusu bir olur ve bu gibi ihtiyaçları hayat
için zarurî olduğu için yerine getirir. Yemeğe, yemek olduğu için bir arzu
duymaz; aksine kendisine ibadet etmek için gerekli gücü sağlayacağı için yer
ve keşke açlık şerri kendisinden kaldırılsa da yemek ihtiyacı duymasa diye
temennide bulunur. Böylece onun kalbinde, zarurî olanlar dışında başka birşeye
yer kalmaz. Ancak zaruret miktarı talepte bulunur; çünkü onu da din istemektedir.
Allah'tan başka hiçbir kaygısı bulunmaz. Böyle bir insan bütün davranışlarında;
yese, içse de hatta kaza-ı hacette bulunsa da amelinde ihlâslı, niyetinde doğru
olur. Meselâ, istirahat etmek ve sonrasında ibadet için güç kazanmak için
uyuşa bile, onun bu uykusu ibadet halini alır ve o haliyle ihlâslı kullar
derece sini kazanır. Böyle olmayan kimselere ise, amellerde ihlâs kapısı
kapalıdır; çok nadir hallerde belki de açılabilir...." Gazzâlî daha sonra
konuyu açıklamaya devam eder. îhyâ adlı eserinde —erbabının da bileceği gibi—
bu konuyu çeşitli yerlerde işler. Durum böyle olunca, nefsânî nazlarına
iltifatla birlikte işlenen ameller, anlatılan durumda olduğu gibi[116]
ihlâslı olmayaçaktır.
Cevap:İnsanların
kulluk icrasında bulundukları şeyler iki türlüdür:
(1)
Kendileriyle doğrudan
doğruya (asaleten) Allah'a ytklâflltn ibadetler: Bunlar iman ve İslâm'ın
temelleri ve'diğer ibadetler onun gereklerinden olan şeylerdir.
(2)
İnsanlar
arasındayapılagelmekte olan âdetlerdir ki, bunlum riayette bulunulması halinde
mutlak surette maslahatlar gercek
olacak; muhalefet durumujıda da yine mutlak anlamda mefsedetler
doğacaktır. Bu kısımdan olanlar, bizzat kulların maslahatların temini ve onlara
ulaşacak mefsedetlerin defi için konulmuşlardir iun lar dünya ile ilgili ve
aklen hikmetleri kavranılabilen kısmı oluşmaktadır. Birinci kısım ise, Allah'ın
dünyada kullar üzerindeki Iı il I ı olmakta ve konulrnalarındaki amaç da yine
bizzat onların âlı i rel tek ı maslahatlarının temini, mefsedetlerin de defi
olmaktadır.
Birinci kısmı ele alalım:
İstenilen haz ya âhiretle ya da dünya ile ilgili olacaktır. Eğer âhiret hayatı
ile ilgili bir haz ise, daha önce de geçtiği üzere Sâri' bunu kabulle
karşılamaktadır. Âhiretle ilgili bazların talepte bulunulması şer'an kabul
gördüğüne göre, Şâri'in kabulü do| rultusunda onlara yönelik talepte bulunmak
sahih olacaktır. Çünkü bu haliyle kul, Şâri'in koyduğu sınırları aşmamış; o
amelde Allah'a biı başkasını da ortak koşmamıştır, muhalefet kasdı da
bulunmamakln dır. Zira Sâri', amellere karşılık olmak üzere bir sevap koyduğuna
göre, ameller karşılığında verilecek olan sevapların vukuunu kaslcl im
olmaktadır. Dolayısıyla, bu sevaba ulaşmak için amel işleyin kim, Şâri'in ilmi
doğrultusunda onu sırf Allah için işlemiş olmaktadır Bu ise, onun ihlâsını
zedelemeyecektir. Çünkü bilecektir ki, kurtarıcı ve kastettiği şeye kendisini
ulaştıracak olan amel ve ibadetler, Allah'ın rızasından başkasını gözeterek
yapacağı amel ve ibadetler değil sııde ce O'nun rızasını gözönünde bulundurarak
işleyeceği amel ve ibftdil ler olacaktır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ancak Allaha içten bağlı (ihlâslı)
kullar bunun dışındadır. İşte bildirilen rızık ve meyveler onlaradır. Nimet
cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerin tir kendilerine ikram olunur."[117] Bu
âyette karşılık (mükâfat), ihlâslı amele bağlanmıştır ihlâslı olmasının anlamı,
ibâdette O'na başka birşeyi ortak koşmamasıdır[118]sözünü
ettiğimiz kimse de buna uy- gun olarak amelde bulunmuştur. Haz talebinde
bulunmak ise şirk değildir. Zira bizzat hazzın kendisine tapılmaz. Aksine
tapınma, sadece istenilen nazları (nimetleri) elinde bulunduran ve onları
dilediğine veren kimseye olur ki, o da Allah Teâlâ'dır. Ancak, amellerde Allah
ile birlikte, nimetleri elinde bulundurduğu zannedilen başka şeylere de
tapmılması durumunda bu bir şirk olur; çünkü o amelle talep ettiği şey
konusunda Allah'a o şeyi ortak koşmuş olmaktadır. Yüce Allah, içerisinde şirk
bulunan herhangi bir ameli kabul etmemekte ve şirke rıza göstermemektedir.
Bizim konumuz ise bu kabilden değildir.
İbâdetler yapılırken,
âhiret hayatına yönelik hazlarm da kaste-tilmiş olmasının ihlâsa ters düşmediği
ortaya çıkmış oldu. Hatta, kulun âhiretle ilgili hazlarına ancak Allah
tarafından ulaştırılabileceğini bilmesi, onun ihlâsını artırıcı güçlü bir
motif olur. Çünkü böyle bir kişi, Allah'tan başka hiçbir şeyin kendisini o
hazlara ulaş tır amayaca-ğını bilecek ve sonuçta kendisini tamamen Allah'a
verecektir.
Sonra, Ebu Hâmid
(Gazzâlî)'in de belirttiği gibi, kulun ne dünya ile ne de âhiretle ilgili
hazlardan tümden soyutlanması mümkün değildir. Çünkü hak âşıklarının dikkate
aldıkları hazların en üst mertebesini, cennette sevgililerine (Allah'a) bakmak
ve O'na yakın olmak suretiyle nimetlenmek, O'nunla münâcatta bulunmak ve
böylece büyük zevkler duymak arzusu oluşturur. Bu ise, çok büyük bir hazdır.
Hatta her iki âlemde de olabilecek hazlarm en büyüğüdür. Bu da kulun alacağı
nazlardandır; çünkü Yüce Allah'ın böylesi hazlara ihtiyacı yoktur. O,
âlemlerden müstağnidir. "Hak uğrunda cihad eden, ancak kendisi için cihad
etmiş olur. Doğrusu Allah, âlemlerden müstağnidir"[119]
buyruğu da bu gerçeği ifade etmektedir.
Bunlara ek olarak şunu
da belirtelim ki, insanın sadece emre uymuş olma (imtisal) için amel etmiş
olması, rastlansa bile çok nadir ve azdır. Yüce Allah ise, herkese ihlâslı
olmalarını emretmiştir. Dünya ve âhiretle ilgili tüm hazlardan arındırılmış bir
ihlâs şekli gerçekten çok zordur ve ona ancak seçkinler üstü seçkinler
(havassu'1-havâs) ulaşabilirler. Bu ise çok az bulunur. O zaman böyle bir
istek, takat üstü yükümlülüğe yakın bir hal alır. Bu ise çok ağırdır ve dinin
ruhu ile bağdaşmaz.
Kaldı ki, bazı
imamlar, insanm haz peşinde olmaksızın hareket etmeyeceğini; hazlardan
arınmışîığın ancak Allah'a mahsus bir özellik olacağını; kimin böyle bir
iddiada bulunursa onun kâfir olacağını belirtmişlerdir. Ebu Hâmid şöyle der:
"Bu söz doğrudur; ancak onlar mutasavvıfları kastediyor bu sözle,[120]
insanların haz diye isimlendirdikleri şeyleri murat etmişlerdir. Bunlar da,
sadece cennette gerçekleştirilecek olan şehvetlerdir. Marifetullah, münâcat,
ve Yüce Allah'ın vechine nazarda bulunma yoluyla lezzetlere gark olmaya gelince,
bunlar da onların hazları olmaktadır. Bu gibi şeyleri insanlar Tıaz' diye
nitelemezler; hatta onların haz oluşunu hayretle karşılarlar. İşte bunlar
(havâssu'l-havâs), eğer tatmakta oldukları tâat ve münâcat zevkini, Yüce
Allah'ı gizli ve aşikâre şühûd halinde bulunmalarından aldıkları lezzetleri,
cennet nimetleri ile değiştirilecek olsa, o nimetleri küçümserler ve onlara
karşı en ufak bir iltifat göstermezler. Onların hareketleri haz içindir; tâatleri
haz içindir; ancak onların hazları Mabûdlarıdır, başkası değildir."
Gazzâlî işte böyle söylüyor. Bu söz de hazlarm en büyüğünü ortaya koymaktadır.
Ancak bu tür hazlara sahip olanlar iki grupturlar:
Birincisi: Allah'ın
emrine uyma arzuları, haz düşüncesinden önce bulunan kimselerdir. Bunlar, bir
şeyle emredildiği ya da yasaklandığı zaman, haz bulunmadan önce derhal o emir
ve yasağa icabette bulunurlar. Bunlar haz ile değil, emre uyma motifi ile amel
etmiş olmaktadırlar. Bu türden olan insanlar derece derecedirler. Bununla
birlikte bu türden olan insanların dahi kalplerinden hazlara karşı bir düşünce
geçmemesi hali çok nadir olur. Bunların ihlâslarmm sahih ve makbul olduğu
konusunda herhangi bir söz yoktur.
İkincisi: Haz
düşüncesi, emre uyma (imtisal) düşüncesinden önce bulunan kimseler. Yani
bunlar, emir ya da yasağı işittiği zaman aklına hemen karşılık gelir; korku ve
umut emre uyma fikrinden önce bulunur ve bunun sonucunda da Allah'ın
davetçisine uyarlar. Bunlar, bir öncekilerin daha aşağısında bir
derecededirler; ancak bunlar da ihlâslı kimselerdir. Zira bunlar, ihlâslarını
zedelemeyecek bir şekilde kendilerine izin verilen şeyi talep etmişler;
kendilerinden kaçmalarına izin verilen şeylerden de kaçmışlardır.
Fasıl:
Eğer ibadetler
işlenirken gözetilen hazlar, dünyada bulunan hazlarsa, o zaman iki kısma
ayrılır:
Birincisi: Durumunu
düzelttiğinin bilinmesi, insanların kendisine iyi zan beslemeleri ve o ameli
işlemesinden dolayı kendisinin faziletli biri olduğunun sanılması gibi
amaçlardır.
İkincisi: Düny
adamaddî bir çıkar elde etme arzusudur. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılır:
(1) Ameli işlerken diğer insanlara gösteriş yapmayı
düşünmeksizin sadece kendisini ilgilendiren bir haz talebinde bulunmuş
olması.
(2) Bir mal ya da mevki elde edebilmek için o ameli
insanlara karşı mürailik yaparak işlemesi ve böylece haz talebinde bulunması.
Böylece hepsi üç kısım eder:
(1)
İnsanların iyi zan
beslemelerini temin etmek ve kendisinin faziletli bir insan olduğu intibaını
verme anlamı taşıyan haz talebi.
Eğer bu kasıt esas
alınmış ise, o zaman amelin bir riya olacağında herhangi bir kuşku yoktur.
Çünkü onu o amele iten motif, insanların övgüsünü elde etmek ve kendisinin iyi
bir insan olduğu zannını vermek amacıdır. Bununla birlikte, farz ya da nafile
edasında bulunma amacı bu kasdın arkasından sürüklenmiş olur. Bu açıktır.
Eğer asıl değil de,
tâbi durumunda ise, o takdirde konu üzerinde düşünmek gerekir ve konu ictihad
mahallidir. Âlimler bu hususta ihtilâf etmişlerdir. el-Utbiyye'de,[121]bir
adamın Allah için namaza durması, sonrakendisİnın namaz kılmakta olduğunun
bilinmesini arzulaması, mescide giderken insanlarla karşılaşmış olmayı
sevmesi; başka bir yolda karşılaşmış olmayı sevmemesi durumunda Rabîa'nın bunu
mekruh gördüğü ve İmanı Malik'in de bunu insana arız olan bir vesvese
kabilinden saydığı belirtilmiştir. Yani, insanların kendisini hayır üzerinde
görmelerinden sevindiği bir sırada şeytan gelir ve kendisine "Sen
mürâîsin!" der. Halbuki durum Öyle değildir. Bu sadece kişinin kalbine
gelen ve kendi elinde olmayan bir düşüncedir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Gözümün Önünde yetişesin diye seni sevimli kılmıştım."[122]Hz.
İbrahim'den [Ifi] nakilde bulunurken de: "Sonrakilerin beni güzel şekilde
anmalarını sağla"[123]buyurmuştur.
İbn Ömer, rivayet ettiği hadisinde şöyle der: "Onun [124]
hurma ağacı olduğu kalbime doğdu ve onu söylemek de istedim." Bunun
üzerine Hz.Ömer (oğluna): "Onu söylemiş olman, bana şundan şundan daha sevimli
idi" demiştir.[125]Halbuki
ilim tahsili[126] ibadettir. İbnu'l-Arabî
şöyle der: Şeyhimiz Şirazh Sûfî İmam Ebu'l-Mansûr'a, Yüce Allah'ın: "Ancak
tevbe edenler, ıslah olanlar ve gerçeği ortaya koyanlar müstesna.[127]
âyetindeki "gerçeği ortaya koyanlar"dan maksadın ne olduğunu sordum.
O: "İnsanlara iyi hal sahibi olduğunu, tâat içerisinde bulunduğunu gösterecek
fiiller izhar etmesidir" diye cevap verdi. Kendisine: "Bu gerekir
mi?" dedim. "Evet! Emin bir insan olduğunun ortaya çıkması,
imamlığının sahih, şehâdetinin de kabul olması için bu gereklidir" dedi.[128]
İbnu'l-Arabî: "Ve ona başkalarının da uyabilmesİ için" diye
eklemiştir. Bu ve benzeri durumlar, anlatılanın durumunda sayılırlar. Gazzâlî,
bu gibi hususları, ibadetlerin arınamayacağı şeylerden saymıştır.
(2)
Başkalarına mürailik
kasdı olmaksızın sırf kendine ait çıkar elde etmek için yapılan ameller. Bunun
örnekleri vardır: Birisi, mescidde komşularla birlikte ünsiyet kurmak amacıyla
veya insanların hallerini kontrol etmek, gözetlemek ve incelemek amacıyla
namaz kılmaktır. İkincisi, az yemek ve böylece malından tasarruf yapmış olmak
için veya yemek yapma külfetinden kurtulmuş olmak için, yahut halen mevcut
bir ağrıdan ya da beklenti halinde olan bir hastalıktan korunmuş olmak için, ya
da daha önceden fazla kaçırmaktan doğan hazımsızlık ağrılarından kurtulmak için
oruç tutmaktır. Üçüncüsü, cömertlik ve insanlardan daha üstün görünme hazzını
tatmak için sadaka vermektir. Dördüncüsü, turistik amaçlı çeşitli yerleri
görmek için, iş tatili yapmak ve böylece dinlenmek için, ticaret için,
ailesinden ya da fakirliğin yakasına yapışmasından usanıp kızması neticesinde
başını alıp gitmiş olmak için hac yapmaktır. Beşincisi, canına, ailesine ya da
malına bir zarar geleceği korkusuyla göç (hicret) etmektir. Altıncısı, zulümden
korunmuş olmak için ilim öğrenmektir. Yedincisi, serinlemek maksadıyla abdest
almaktır. Sekizincisi, kira ödemekten kurtulmuş olmak için itikâfa girmektir.
Dokuzuncusu, bilmukabele kendisine de aynısı yapılması için, hasta ziyaretinde
ve cenaze merasimlerinde bulunmak. Onuncusu, yalnızlıktan ve sessizlikten
kurtulmak, konuşacak birini bulmuş olmak amacıyla ilim öğretmektir.
Onbirincisi, yol parası vermemek için yürüyerek hac etmektir.
Bu verdiğimiz
Örneklerde, eğer haz kasdı ibâdete tâbi durumunda bulunuyorsa, o zaman bu
konuda da ihtilaf vardır, Gazzâiî, bu ve benzeri örneklerde bu amaçlardan
dolayı o amelin kendisine daha hafif gelmesi şartıyla ihlâs bulunmayacağını
söylemiştir. îbnu'l-Arabî ise aksi görüştedir. Öyle gözüküyor ki, konuya bakış
al'anı, bu verilen örneklerde mevcut bulunan iki niyetin birbirinden ayrılıp
ayrılamayacağı noktasıdır. İbnu'l-Arabî, bu iki niyetin birbirinden ayrı
olarak değerlendirilebileceğini kabulle, ibâdetlerin sıhhatine hükmetmektedir.
Gazzâlî'nin sözünden anlaşılan ise, bu ikikasdm sadece bir arada bürünmüş
olması ihlâsı zedelemek için yeterlidir; o, onların birbirlerinden ayrı olarak
ele alınmalarının mümkün olup olmamasına bakmamaktadır. Bu bakış ayrılıkları,
gasbedilmiş bir yerde namaz kılma meselesinde mevcut bulunan ayrılıklardan
doğmaktadır. Bu meselede görüş ayrılığı olduğu bilinmektedir ve Asbağ, onun
bâtıl olacağı görüşündedir.[129] Hal
böyle olunca, iki bakış açısı karşı karşıya gelmiş ve onların dayandıkları
temel de ortaya çıkmış oldu.
Kaldı ki[130]
ayrı ayrı ele almanın mümkün olması durumunda bu iki kasdı birbirinden
ayırmanın gereğini savunan görüş daha uygundur. Çünkü bu yaklaşımı destekleyen
deliller bulunmaktadır, Meselâ Kur'ân'da: "(Hac mevsiminde iken) Allah'ın
lutfundan istemenizde size bir günah yoktur"[131]
buyrulmaktadır. İbnu'l-Arabî, sıkıntılardan kurtulmak için haccetmenin ya da
hicrette bulunmanın, peygamberlerin âdetlerinden olduğunu söylemiştir. Nitekim
İbrahim'in ."Doğrusu ben, Rabbime gidiyorum; O beni doğruya eriştirecektir[132];
Hz, Musa'nın: "Bu yüzden sizden korkunca aranızdan kaçtım[133]
dediklerini Yüce AJlah bildirmektedir, Hz, Peygamber'in gözünün aydınlığı
namazda kılınmıştı ve o, dünyevî yorgunlukları üzerinden atmak için namaz
kılar ve böylece dinlenirdi. Nimeti, lezzeti namazda idi. Hal böyle iken, onun
bu niyetle namaza girmiş olması, o namazın ihlasını ortadan kaldırır
denilebilir mi? Hayır, asla! Aksine bu kasıt, onda bir kemâldir ve ihlâsa
götürücüdür. SahüYte de Hz. Peygamber "Eygençler! Sizden gücü yetenler
evlensin. Çünkü o, gözü harama bakmaktan, edep yerini de zinaya düşmekten daha
iyi koruyucudur. Kimin gücü yetmezse o da oruç tutsun. Çünkü oruç kendisi için
bir kalkandır" [134]
buyurmuştur.
İbn Beşkuvâl,[135] Ebu
Ali el-Haddad'dan nakleder: Kadı Ebu Bekir b. Zerb'in[136]
huzurunda idim. Tabiblik yapan birisine, daha önce hiç bulunmayan mide
zaafından ve hazımsızlıktan şikayette bulundu ve ilacı olup olmadığını sordu.
Tabip, oruca devam etmesini ve böylece
midesinin düzeleceğini
söyledi. Kadı ona: "Ey Ebu Abdillah! Bana başka bir şey söyle. Ben
nefsime, sadece Allah rızası için olmadıkça oruç tutmakla işkence etmek istemem.
Hem benim pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak âdetim var ve onları bir
başka güne almak da istemem" dedi. Ebu Ali der ki: O mecliste, ona Hz.
Peygamber'in bu hadisini hatırlattım. (Veya o şöyle der:) O mecliste ona bu
hadisi hatırlatmaktan korktum. Sanıyorum ona bu hadisi başka bir yerde
hatırlatmıştım da, o da hadisten dolayı tabibin öğüdünü kabul etmişti.
Hz. Peygamber bir
adamı bir geçitte gözetlemede bulunması için göndermişti. Adam gözetleme
sırasında namaz kılmaya koyuldu. Halbuki o geçitte bulunuşundan maksadı sadece[137]
bekçilik ve gözetlemede bulunmak idi.
Bu anlamda hadisler
çoktur. Bu konuda yeterli olabilecek bir kaç tane örnek hatırlatalım: İmam,
cemâatle namaz kıldırırken, cemâatin halini kollamak durumundadır ve bu arada
hadiste belirtildiği üzere meselâ sonradan gelenin rükû a yetişebilmesi için
onu rükûda beklemelidir.[138]
Gerçi bu hadisle İmam Mâlik amel etmemiş ise de, başkalan amel etmişlerdir.
Yine, cemâat içerisinde bulunacak yaşlı, zayıf ve iş-güç sahibi kimselerden
dolayı namazın hafif tutulması istenilmiştir. Hz, Peygamber: "Ağlayan bir
çocuk sesi duyunca, annesinin sıkıntıya düşeceği endişesi ile namazı kısa
keserim"[139] buyurmuştur. Namazda
iken selamın alınması,[140]müezzine
eşlik edilmesi[141] ve
namazın hakikatinin dışında kalan diğer benzeri şeyler gibi. Bunlar namaz
kasdmdan ayrı başka bir kasıtla yapılmış şeylerdir; bununla birlikte onların
bulunması namazın ihlâsmı zedelememektedir.
Eğer bir ibadeti
yaparken, ona yönelik niyetimize başka herhangi bir şeye ait niyetimizi karıştırdığımızda
ihlâs zedelenecek olsaydı, o ibâdet işlenirken bir başka ibâdetin de bu arada
işlenilmiş olması gibi bir niyetin bulundurulması dahi ihlâsı ortadan kaldırmış
olurdu. Meselâ nafile namaz kılmak, farz namazı beklemek, insanlara zarar
vermemek ve meleklerin istiğfarına nail olmak için mescide gelen bir kimsenin
durumunu ele aldığımızda, bu kimsenin her bir kasdı, diğeri ile karışmakta ve
onu sırf o amel için olmaktan (ihlâstan) çıkarmaktadır. Böyle bir sonuç ise
ittifakla doğru değildir. Aksine, amel bir olmakla birlikte, bu niyetlerden
her biri başlı başına sahihtir; çünkü hepsi de şer'an övgüye değer şeylerdir.
İbadet dışı izin verilmiş şeylerde de durum aynıdır; çünkü şer'î izinde
müştereklik göstermektedirler. Nefse ait olan hazlarm ibâdetlerle bir arada
bulunmasının caiz olmaması için, o hazzm aslî konumu itibarıyla ibâdete ters
düşecek bir özellik ar-zetmemesi gerekir: Konuşmak, yemek, içmek, uyumak,
gösteriş yapmak vb. gibi. Aralarında bir terslik bulunmayan hazlara gelince,
nasıl olur da ibâdete yönelik ihlâsı ortadan kaldırabilir? Böyle birşey söylemek
uygun değildir. Şu kadar var ki, ibâdet kasdınin diğer dünyevî şeylere yönelik
kasıttan tamamen arındırılmasının daha uygun olacağında herhangi bir tartışma
yoktur. Bu yüzden de, dünyevî şeylere yönelik kasdm ibâdet kasdma baskın
gelmesi durumunda, hükmün baskın gelene ait olacağı ve o şeyin ibâdet
sayılamayacağı; ibâdet kasdınm daha ağır basması durumunda da hükmün o
doğrultuda olacağı belirtilmiştir. Bu durumda tercih, mesele ile karşı karşıya
kalan müctehi-din takdiri doğrultusunda olacaktır.
(3)
Mürailik anlamına
gelen ameller. Bunun esası şudur: Bir insan yapmış olduğu ibadetle mal ya da
makam elde etmeyi amaçlıyorsa, bu şer'an yerilmiş olan riya olmaktadır. Bu tür
ameller içerisinde en kötüsü, mallarını ve canlarını korumak için sadece dış
görünüş itibarı ile İslâm'a girmiş olan münafıkların amelleridir. Bunu, sırf
dünya çıkarlarını elde etmek amacıyla ibadette bulunan mürâîlerin amelleri
takip eder. Bunların hükmü bellidir; dolayısıyla sözü uzatmanın bir gereği
yoktur.
Fasıl:
İkinci kısma gelince,
bu amelin kullar arasında cereyan etmekte olan âdetlerin düzene sokulması
yönünde işlenmesi idi. Nikâh, alışveriş, icâre ve benzeri Sâri' Teâlâ'nm
kendileriyle kulların âcil maslahatlarının gerçekleştirilmesini istediği
bilinen ameller gibi. Bunlar da Şâri'in ortaya koyduğu ve emir ve yasaklarda
gözönünde bulundurduğu bir hazdır ve bu durum, bunlar için konulmuş bulunan
kanunlardaki kasdmdan anlaşılmaktadır. Durumun mutlak surette böyle olduğu
bilinince, o hazzm bu yönden talepte bulunulmuş olması, Şâri'in kasdma muhalif
olmaz; aksine doğru ve yerinde bir talep olur. Bu bir yaklaşım.
İkinci bir yaklaşım
daha var: Eğer muamelât dediğimiz bu tür amellerde, haz talebi o ameli işlemeye
yönelik kasıt ve talebi zedeleyecek olsaydı, o takdirde niyetin şart koşulması
ve emre uymuş olma kasdınm bulunması hususunda muamelât ile, namaz, oruç ve
benzeri ibâdetlerin aynı olması gerekirdi. Halbuki bütün âlimler muamelât
konusunda niyetin şart olmadığında görüş birliği içerisindedirler. Hazza
yönelik kasdm, o bazzm ortaya çıkmasına sebebiyet verecek amellerin sıhhatini
zedelemeyeceği konusunda bu kadarı yeterlidir. Hatta farzetsek ki, bir adam
evliliği ile mürailik yapmak veya iffetli kimselerden sayılmasını temin etmek
için ya da daha başka bir amaçla evlenmiş olsa; onun bu evliliği sahih
olmaktadır. Çünkü nikâhta, bir nikâh olması hasebiyle ibâdet niyetinin
bulunması şartı koşulmamış-tır ki, istenilen niyeti riya ya da benzeri
amaçlarla ihlâle uğramış olsun. Kendileriyle sadece Yüce Allah'ın ta2İmi
kastedilen ibâdetlerde ise durum farklıdır.
Bir üçüncü yaklaşım
daha var: Eğer bu gibi amellerde haz talebinde bulunma caiz olmasaydı,
bunlarla insana nimet ve ihsanda bulunulduğunu belirten âyet ve hadisler
bulunmazdı. Bu konuda bazı örnekler şunlardır: "İçinizden, kendileriyle
huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi,
O'nun varlığının belgelerindendir[142]
"Size geceyi dinlenesiniz diye karanlık ve gündüzü çahşasınız diye
aydınlık olarak yaratan Allah'tır[143]"O
yeryüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina kıldı. Gökten su indirip, onunla
size rızık olmak üzere ürünler meydana getirdi.[144]
"Allah dinlenmeniz için geceyi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız
içingündüzü meydana getirmiştir. Bunlar O'nun rahmetinden ötürüdür[145]
"Geceyi bir örtü yaptık; gündüzü geçimi sağlama vakti kıldık.[146]Bu
anlamda sayılamayacak kadar âyet vardır.
Sadece bir yükümlülük
getiren âyetlerin şevki sırasında, kullara onlarla bir ihsan ve iyilikte
bulunulmuş olduğu belirtilmez. Çünkü teklif aslında bir külfettir ve
alışılagelmiş şeylere muhalif bir Özellik arzeder, heva ve hevesleri bir tarafa
iter. Namaz, oruç, hac ve cihad gibi. Ancak "Savaş hoşunuza gitmediği
halde size farz kılındı" buyruğundan sonra "İhtimal ki
hoşlanmadığınız şey sizin yüreğinizedir"[147]
gibi buyruklar bundan istisna teşkil eder.[148]Nefislerin
meylettiği, tatmin olduğu; istifade ve nefsânî lezzet kapılarını araladığı,
mevcut gıda ve deva gibi ihtiyaçlarını giderdiği; zararları uzaklaştırdığı...
şeylere gelince, bunları zikrederken, onların Allah'tan kullarına birer nimet
ve ihsan olduğunu söylemek uygun düşer. Durum böyle olunca, bu açıklamadan, o
amellerin bize bir nimet olduğu belirtilen açıdan işlenmiş olmalarının sahih
olması gerekecektir. O amelin bu şekilde işlenilmiş olması, kulun kulluğunu
zedelemeyecek; Allah'ın Rablik hakkını da eksiltmeyecektir. Ancak onlar, bu tür
amellerin arkasından nimetin sahibi olan Allah'a şükretmekle memurdurlar. Bu
da sahih bir yaklaşımdır.
Soru: Bu durumda, bu tür amellerin nazlardan soyutlanmış
olarak işlenmiş olması da zedeleyici olur; zira Şâri'in kasdından anlaşılan
bu tür amellerde hazzm ortaya konulması ve bununla da onlara ihsanda
bulunduğunu belirtmesidir. Böyle bir şey ise, daha önce geçen [224] değerlendirmelerden ötürü kesin olarak
doğru olamaz.
Cevap: O amelleri emre uymuş olmak ya da izne riayet etmiş
olmak açısından işlemiş olması hasebiyle, haz onlar içerisinde zımnen ve
dolaylı olarak ortaya çıkmış oldu. Çünkü, Sâri' meselâ nikâhı men-dup
kılmıştır. Şimdi kulun, mendup olma noktasından hareketle ve eğer mendup
olmasaydı işlemeyecekti şeklinde nikâh yapması durumunda, onun nikâhı o
noktadan hareketle yapmış olması durumunda, onu haz açısından da işlemiş gibi
olmaktadır. Çünkü Sâri' Teâlâ, nikâh ile insan neslinin türemesini istemiştir.
Sonra bu kasda, şehevî yönden tatmin olma gibi lezzetlerin varlığını,
mükellefin büyük hazlar duyacağı nimetleri tâbi kılmıştır. Bu durumda helâl
yoldan istifade, Şâri'in kastetmiş olduğu şeyler cümlesinden olmaktadır.
Dolayısıyla Şâri'in bu kasdmı gözönünde bulunduran bir kimse, nazlarından
(he-va ve heveslerine uymuş olmaktan.) uzak bulunmuş olur, Bununla birlikte
onun kasdı neticesinde hazlar da peşinden gelir. Onunla, nikâhla bizzat
kadından istifâdeyi kasdeden kimse arasında bir fark kalmaz ve Şâri'e karşı
kasıt yönünden bir muhalefet de bulunmaz. Aksine iki yönden muvafakat vardır:
(1) Şâri'in
kabul etmelerini istediği
birşeyi ki kadından istifâde oluyor kabul etmiş olma
yönünden muvafakat vardır.
(2) Mükellefin
güzel edep bakımından da Şâri'in emrini genel anlamda dikkate almış olması
gerekir. Mükellef evlenmiş olmakla, Şâri'in emrine icabette bulunmuş olmakta
ve böylece O'na karşı edebini takınmaktadır. Üstelik Şâri'in mükellefin hazzının
meydana gelmesine yönelik kasdı da yerine gelmiş olmaktadır, (Üçüncü bir
muvafakat da) emre uymuş olma kasdmda, neslin türemesine yönelik olan aslî
maksada yöneliş de bulunmaktadır. Kişi emre uymuş olmakla, Şâri'in bu kasdma
da icabette bulunmuş olmaktadır. Sadece haz talebinde bulunmanın ise bu
meziyeti yoktur,
İtiraz: Bu şekil üzere haz talebinde bulunan kimse
kınanmıştır. Zira emirde bulunan Şâri'in kasdmı bu açıdan ihmal etmiş olmaktadır.
Cevap: Hayır, mutlak anlamda ihmal etmemiştir. Çünkü bu haz-lara
ulaşma için genel anlamda işi Allah'a havale edince, onun için Şâri'in
kastetmiş olduğu şeyin gereği de zımnen kendisi için meydana gelmiş olur. Bu
durumda nazlarını elde etme konusundaki mükellefin kasdı, Şâri'in aslî kasdma
ters düşmüş olmaz. Sonra bu hazlarm hükmü içerisine giren, (zımnen ve
sünnetullah gereği) normal şartın hükmü altına girmiş olacaktır. Yani nikâh
iîe sadece kadından istifadeyi kasteden bir kimse, bunun sonucunda çocuğun
olacağını ve onun terbiyesiyle uğraşacağını, onun ve ailenin maslahatlarını
teminle yükümlü olacağını bilmektedir, Keza o, bu işi normal yolundan gerçekleştirdiği
zaman zevceye karşı nafaka yükümlülüğünün doğacağını ve onun ihtiyaçlarını
karşılamak zorunda olacağım da biliyordu. (Bu haliyle o zımnen de olsa,
Şâri'in nikâhtan gözetmiş olduğu üreme şeklindeki aslî maksadı dikkate almış
olmaktadır). Ancak şu iki kasıt birbirine eşit değildir:
(a) Daha başlangıçta emre uymuş olma kasdı ve hazlarm
zımnen gerçekleşmiş olması.
(b) Daha başlangıçta hazlarm elde edilmesi kasdı ve emre
uymuş olma kasdımn ise zımnen gerçekleşmiş olması.
Bütün bunlardan sonra
ortaya çıkıyor ki, bu kısımda (muamelât) ameller işlenirken haz kasdımn
bulunması, o amelin sıhhatini ortadan kaldırıcı bir etki göstermemektedir.
Soru: Farzetsek ki, haz peşinde olan kimsenin asla emre
uymuş olma gibi bir düşüncesi olmasa ve sadece nefsîhazlarını talepte bulunsa;
hatta bu hazların kendisine gayrımeşru yollardan ulaşmasına dahi hiç aldırış
etmeyecek bir düşüncede olsa, fakat istediği hazza ulaşabilmesi için meşru
yoldan başka da çaresi bulunmasa; acaba bu durumda, aslî kasıd bunun hakkında
da bilkuvve mevcut olur mu?
Cevap: Böyle bir kimsede de aslî kasıt bilkuvve mevcuttur.
Çünkü bu kimsenin nazlarına ulaşabilmesi için meşru yoldan başka çare
bulunmayınca, onu elde edebilmek için meşru olan yola başvurması aslî kasdı
gözetmek demek olur. Meşru olan yolun seçilmesi emre uymuş olma ya da izin
gereğiyle amel etmeyi da içerir. Bu ise, her ne kadar mükellefisin farkında
olmasa bile, aslî ilk kasıt doğrultusunda hareket etmek demektir. Bu konu,
Şâri'in kasdına muvafakat bahsinde geçmişti. Kişinin elde etmesini istediği
şeye karşı olan kasdınm Şâri'in kasdına uygun gelip gelmediğine aldırış
edilmeksizin heva ve hevesler peşinde nefsî hazlar elde etmek için yapılan
amellere gelince, onun hak ve hakikat ile hiçbir ilgisi yoktur ve durumu gayet
açıktır; durumunu aydınlatıcı tanıklar ise daha da açıktır,
Soru: Kişinin muhalefet kasdıyla amelde bulunması durumunda,
onun hak ile değil de heva ve hevesler gereği işlemekte olduğu açıktır.
Muhalefet kasdı olmaksızın işlediği amelleri ise mutlak surette heva ve heves
doğrultusunda işlenmiş olmayacaktır. Daha önce bilmeksizin işleyen ve bu
yüzden Şâri'in emrine muhalefet etmiş olan bir kimsenin hükmünün, unutarak
işleyen kimsenin hükmü gibi olduğu ve o kimsenin amelinin mutlak surette heva
ve hevesle işlenmiş sayılmayacağı geçmişti. Bilmeyerek işlenen ve Şâri'in
emrine uygun düşmesi durumunda ise. onun amelinin genel olarak sahîh kabul
edileceği ileride gelecektir ve bu halde de ameli heva ve hevesler sâiki İle
işlenmiş olmayacaktır. Buna göre heva ve hevesler doğrultusunda amel eden bir
kimse şayet Şâri'in emrine tesadüfen uygun hareket etmiş olursa, ona niçin heva
ve hevesle amel etmiştir diyorsunuz; oysa ki bu adam Şâri'in kasdına uygun
düşmüştür ve az önce geçtiği gibi Şâri'in emrine uygun düşme, o hazzı övgüye
değer kılıyordu. Bu durumda ne diyeceksiniz?
Cevap: Kişinin amelini muhalefet kasdı olmaksızın işlemesi
durumunda bundan mutlaka Şâri'in kasdına uygun düşmüş olma gibi bir netice
lâzım gelmez; aksine karşımıza üç ihtimal çıkar:
(1)
Muvafakat kasdı
bulundurmuş olabilir.. Bu durumda:
(a) Mutlak isabet kaydetmiş olabilir. Meselâ, ilmine
uygun olarak amel eden bir âlimin durumunda olduğu gibi. Bunda bir problem
yoktur.
(b) Veya tesadüfen isabet kaydetmiş olabilir.
(c) Veya isabet edemez. Bu son iki kısım altına
bilgisizce bir amelde bulunan kimse girer. Çünkü cahil bir kimse kendi düşüncesine
göre amelin öyle olduğu, amelin kendi teşebbüs ettiği şekilde izin verilmiş
olduğu zannmda bulunur ve bu haliyle o, muhalefet kasdı taşımaz. Ancak bu
durumda olan cahil, o amel konusunda ihmal göstermiş kabul edilir ve bu yüzden
sorgulanır. İhmalkâr kabul edilmemesi durumunda ise sorgulanmayabilir ve ameli
uygun düşmüş ise geçerli kabul edilebilir de.
(2)
Şâri'in emrine
muhalefeti kastetmiş olması durumunda ibâdetler konusunda ister uygun düşsün
isterse muhalif, muhalefet gösterdiği şeye asla itibar edilmez. Çünkü mutlak
surette kasda muhaliftir. Muamelât konusunda ise, asıl olan muhalif düşenlerin
değil de uygun düşenlerin dikkate alınmasıdır.[149]
Çünkü sıhhati için niyet şartı bulunmayan amellerin, şer'î kasda uygun ya da
ters düşmüş olmasının bir önemi yoktur, önemli olan meşru şekle uygun düşüp
düşmemesidir. Meselâ, bir kimsenin fasit niyetiyle bir akitte bulunması veya
şarap zannıyla gülsuyu içmesi gibi. Ancak böyle bir kimsenin Şâri'in kasdına
muhalefet etmesinden dolayı günah gerekecektir.
(3)
Ne muvafakatin ne de
muhalefetin kastedilmemesi durumunda ise, amel sadece sırf haz kasdı ya da
gaflet üzere işlenmiş olacaktır. Meselâ, ne işlediğini bilmeyen ya da ne
işlediğini bilmekle birlikte sadece peşin hazlar arkasında olan, o şeyin meşru
olup olmadığına aldırmayan kimsenin ameli gibi. Bu gibi ameller, eğer
ibâdetler kısmından ise sahîh olmazlar; çünkü emre uyma niyeti bulunmamaktadır.
Bu yüzden de unutan, gafil bulunan ve aklı başında olmayan kimseler mükellef
tutulmazlar. Eğer muamelât kısmından ise ve Şâri'in kasdına da uygun düşmüşse
sahih olurlar; aksi takdirde sahih olmazlar,
Bu noktada bir başka
düşünce daha vardır: Şöyle denilir: Maksat bulunmadığına göre, uygun düşüp
düşmeme dikkate alınmaz; çünkü muhalefet hususunda başıboşluk durumu doğar. Bu
bakış açısının neticesi, çocuk, malını evirip çevirme konusunda Şâri'in
kasdına uygun düşme endişesi bulunmayan sefih gibi kısıtlılık altında bulunan
kimselerin davranışlarında kendisini gösterebilir. Bu yüzden de, bu
gibi,kısıtlılık altında bulunan kimselerin her türlü tasarruflarının mutlak
surette geçerli olmayacağını, kendi maslahatına uygun düşüp düşmeyeceğine
bakılmayacağını söyleyenler olduğu gibi, maslahata ters düşenlerin değil de,
uygun olan tasarruflarının geçerli olacağını söyleyenler de olmuştur. Tabiî bu
görüşler, bu konudaki sözünü ettiğimiz bakış açısından kaynaklanmıştır. Buna
göre maslahata mutlak anlamda yönelmiş bulunmak yeterli değildir. Kişi bu
kasdıyla Şâri'e muhalif bulunmaktadır. Şöyle de denilebilir: Kasda ancak, onun
neşet ettiği şeye nisbetle itibar edilir. Burada ise, kasıt bulunmamakla birlikte
Şâri'in kasdına muvafakat meydana gelmiştir. Öyle ise netice sahihtir.
Fasıl:
Biz burada, muamelâttan olan
amellerin, (meşru şekle uygun düşmek kaydıyla) Şâri'in kasdına muhalif bir
niyetle işlenmiş olsa bile o sahihtir diyorsak, bunu fukâhanın ıstılahına göre
sahihtir demiş oluyoruz. Ancak bu kitapta Hükümler bölümünde sıhhat ve butlan
nev'inde anlattığımız hususları gözönünde bulundurduğumuz zaman ise, Şâri'in
kasdına ters düşen her şey mutlak surette bâtıl olmaktadır. Ancak bu bâtilhkorada
açıklanan anlamda olmaktadır.[150]Allah
en iyisini bilir. [151]
Şer'an talep konusu
olan şeyler iki türlüdür: (a) Kazanç yolları ve
diğer dünya işlerini
düzene koyma konusunda insanlar arasında yapı-lagelmekte olan âdetler türünden
şeyler (âdiyyât, muamelât). Bunlar âcil dünyevî nazlara ulaşmanın yolları
olmaktadır. Her türlü akitler, bütün çeşitleriyle mâlî tasarruflar bunlara
girer, (b) Mükellefin Yaratıcısına yönelişi için kendisine gerekli olan
ibâdetler türünden şeyler (İbâdât).
(a) Muamelât: Bu kısımda niyabet geçerlidir; bir insan
başka birinin yerine geçebilir ve onun yerine o fiili işleyebilir. Ancak o
fiil, bizzat kişinin kendisine has olmamalıdır. Muamelât konusunda, bir kimse
başka birine ait faydaların temini, ona dokunacak zararlann uzaklaştırılması
gibi konularda yardımcı ya da vekil olma vb. gibi yollarla onun yerini
alabilmektedir. Çünkü, burada mükelleften yerine getirilmesi istenen şeyler,
bir başkası tarafından da gerçekleştirilmeye elverişli şeylerdir: Satma alma, alma-verme,
kir al ama-ki raya verme, hizmet, teslim etme-teslim alma... vb. gibi.
Bazı şej'ler de vardır
ki, âdeten ya da şer'an sadece mükellefe has olan hikmetler için meşru
kılınmışlardır: Yemek, içmek, giyinmek, barınmak gibi faydası şahsa münhasır kalan
şeyler; yine nikâh ve ona tâbi olarak ortaya çıkan eşlerin birbirinden
istifadelerinin helâlliği gibi şer'an niyabetin bulunamayacağı hükümler bu
kısımdandır. Bu ve benzeri şeylerde, niyabet usûlü geçerli değildir. Çünkü bu
tasarrufların meşru kılınmasında gözetilen hikmet, bizzat şahsın kendisine
münhasır olup, başkalarına sirayet etmez.
Cezalar da bu
gruptandır; çünkü cezanın amacı suç işleyeni yola getirmektir ve bu amaç
cezanın bir başkasına uygulanması durumunda gerçekleşmez. Ama ceza mâlî olursa,
o zaman niyabet mümkün olabilir.
Bir fiilin hem bedenî,
hem de mâlî olması durumunda ise, konu ictihâdîdir ve değerlendirmeye
muhtaçtır: Hac[152] ve
keffâretlerde olduğu gibi. Eğer hacda ağır basan taraf onun ibadet yönüdür
dersek, niyabet geçerli olmayacaktır; aksine mâlî yönü ağır basar dediğimizde
ise niyabet geçerli olacaktır. Keffâretlere birer ceza gözüyle bakarsak,
niyabet geçerli olmayacaktır; ama telâfi gözüyle bakarsak niyabet geçerli
olacaktır: Hacda işlenen cinayetlere keffâret olmak üzere kesilen kurban
örneğinde olduğu gibi.
Kısaca diyebiliriz ki:
Muamelât (adiyyât) konusunda, eğer hikmet sadece kişinin kendisine münhasır
bulunuyorsa, niyabet caiz değildir; aksi takdirde ise niyabet caizdir. Bu
kısım son derece açıktır ve delile ihtiyacı yoktur.
(b) İbâdetler (İbâdât): Şer'an düzenlenmiş ibadetler konusunda
bir kimsenin başka birinin yerini alması mümkün değildir ve herkes kendi
yaptığından sorumludur; bir başkasının onun yerine yükümlülük altına girmesi
sözkonusu değildir. İbadeti işleyen kimsenin ameli, bir başkasının
yükümlülüğünü yerine getirmiş olmaz, niyetle bir başkasına intikâl etmez, hibe
ile sabit olmaz, bir başkasının günahı gönüllü de olsa yüklenilmez. Hem naklen
hem de aklen kesin olan şerîat nazarında bu böyledir.
Bu tezin doğruluğuna
çeşitli açılardan deliller getirmek mümkündür:
(1)
Bu konuya açıklık
getiren kesin nasslar vardır: Örnekler: "Hiç kimse, bir başkasının yükünü
taşımaz"[153] Bu ifade Kur'ân'm bir
çok yerinde tekrarlanır.[154]"İnsan
için ancak çalıştığının karşılığı uardır"[155]
"Hiçkimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Günah yükü ağır olan kimse, onun
taşınmasını istese, yakını olsa bile, yükünden bir şey taşınmaz... .Kim
arınırsa, ancak kendisi için arınmış olur[156]
"İnkâr edenler, inananlara:'Bizim yolumuza uy un da sizin günahlarınızı
biz taşıyalım.' derler. Oysa onların günahlarından hiçbirini yüklenecek
değillerdir. Doğrusu onlar yalancıdırlar[157]"Bizim
yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da kendinize aittir[158]"Sabah
akşam, Rableri-nin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kovma. Onların
hesabından
sana bir sorumluluk
yoktur; senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur.[159]
Aynı şekilde, âhiretle
ilgili konularda, hiçbir kimsenin bir başkasına fayda veremeyeceğini bildiren
nasslar bulunmaktadır: "O gün, kimsenin kimseye fayda sağlamayacağı bir
gündür.[160]Bu âyet hem sevapların
bir başkasına nakledilmesi ve hem de bir başkasının yükünün yüklenilmesi
konularını kapsamaktadır. "Ey insanlar!Rabbiniz-den sakının. Babanın oğlu,
oğulun da babası için birşey ödeyemeyeceği günden korkun" [161]"Kimsenin
kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden
bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden sakının.[162] Bu
anlamda daha pek çok âyet vardır. Hadiste de Hz. Peygamberin , kendi yakın
akrabalarını uyardıkça: "Ey Falanoğulları! Ben Allah katında size hiçbir
fayda veremem" buyurduğu[163]
bildirilmiştir;
(2)
Bu işin esası bunu
gerektirir. Şöyle ki: İbadetlerden maksat Allah'a yönelmek ve O'na karşı
tazimde bulunmak, huzurunda boyun bükmek, hükmüne uymak, her an O'nu anmak
suretiyle kalbi diri tutmaktır. Bunun sonucunda kişi, bütün kalbi ve
organlarıyla Allah'la hemhal olacak, devamlı O'nun murakabesinde ve gaflet
halinden uzak
bulunacak, gücü
yettiğince O'nun rızasını kazandıracak ve kendisini O'na yaklaştıracak amellere
koyulacaktır. Niyabet usulü ise, bu mânâya ters düşer ve onunla çelişir. Çünkü,
bu konularda niyabetin mânâsı, kulun kul olmaması; Allah huzurunda huşu
göstermesi, O'na yönelmesi istenen kimsenin bunları yapmaması demektir. Bu gibi
konularda kişinin yerine bir başkası geçtiği, nâib olarak onun yerini aldığı
zaman, Allah'a huşu gösteren, O'nun huzurunda kulluk icra eden kimse, bizzat
vekil ya da nâib olmaktadır. Hu şu, yöneliş... kısaca kulluk icrasında bulunan
ameller, kulluk sıfatıyla nitelenmek anlamından başka bir mânâ ifade etmezler.
Bir kimsede bulunan nitelik ise, bir başkasına intikal ya da sirayet etmez.
Niyabet ise, aslın nâib yerinde sayılma sidir ve bunun sonucunda asıl (nâib
olunan kimse, menû-bun anh), naibin nitelendirildiği şeylerle nitelenir. Bu
ise, muamelâtta olduğu gibi ibâdetler konusunda mümkün değildir. Mesela: Borcun
ödenmesi konusunda nâib (vekil), borçlu yerine konulmaktadır. Dolayısıyla
naibin borcu ödemesi durumunda, borçlu borcunu ödemiş olma niteliğini
kazanmakta, bundan böyle alacaklının asıldan borç talep hakkı kalmamaktadır.
Kulluk icrasında ise, aslın, naibin haiz
olduğu nitelikle nitelenmediği müddetçe bu düşünülemez. Bu da olmayacağına
göre, ibadetler konusunda asla niyabet caiz değildir.
(3)
Eğer bedenî ibâdetlerde
niyabet sahih olsaydı, o zaman iman, sabır, şükür, rıza, tevekkül, korku, ümit
vb. gibi kalbi olan amellerde de sahih olurdu ve bu durumda niyabet caiz
olacağı için teklifin mükellef üzerine aynî olarak binmesi kesinlik kazanmazdı
ve daha işin başlangıcında bu kaibî fiillerin bizzat işleniîmesi ya da bir
nâib tarafından gerçekleştirilmesi arasında tercihe bırakma caiz olur; aynı
durum ibadet dışı normal fiillerden olup da yemek, içmek, cinsî ilişkide bulunmak,
giyinmek... gibi faydası kişiye has olan amellerde de sahih olurdu. Keza aynı
durum ceza hukukunda had, kısas ve tazir türünden cezalarda da sahih olurdu.
Bütün bunlar ihtilafsız bâtıldır; zira bunlarda gözetilen hikmetler kişilerin
bizzat kendilerine hastırlar. Dolayısıyla diğer taabbudî olan hususlarda da
durum aynıdır.
Yukarıda arzedilen
Kur'ân âyetleri, hepsi de tahsise ihtimali olmayan umûmî ifadeler
içermektedirler. Çünkü bu âyetler, kâfirleri
susturmak, onların birbirlerinin günahlarını yüklenebileceği şeklindeki
itikatlarını ya da kuru inatlarını reddetmek için Mekke'de gelmiş[164]
muhkem âyetlerdir. Eğer bu âyetlerin tahsis imkânları bulunsaydı, o zaman bu
âyetler onların inançlarını reddetmiş olmaz, aleyhlerine getirilmiş bir hüccet
olmazdı. Âmm lâfızların tahsis gördükten sonra, geri kalan cüzlerine
delâletinin kesinlik arzetmeyeceği görüşünde olanlara göre durum açıktır.
Diğerlerinin görüşüne göre de, kıyas ve daha başka yollarla tahsis ihtimalinin
bulunması sebebiyle bu böyledir. Araştırıcı, Mekke'de inmiş bulunan âmm nasslar
üzerinde düşündüğü zaman, onların tamamının nesih, tahsis ve benzeri muarız
durumlardan[165] uzak olduğunu
görecektir.[166] Dolayısıyla aklı başında
birisinin (bu Mekkî) âyetleri, şer'î külli hususlarda bir prensip edinmesi ve
onları bir tarafa itmemesi uygun olacaktır.
İtiraz: Bu nasıl olabilir? İbâdetler konusunda niyabetin
bulunduğunu, kişinin başkaları yüzünden ve yapmadığı şeyler karşılığında sevap
ve günah kazandığını ifade eden çeşitli deliller bulunmaktadır:
(1)
Yukarıda
arzettiklerinizle ters düşen deliller bulunmaktadır. Bunlar çoktur. Bir kısmını
burada arzedelim: "Ölü, üzerine dirinin ağlaması yüzünden azap görür[167]
"Kim İslâm'da iyi bir çığır açar da, kendinden sonrakiler onunla amel
ederlerse, onunla amel edenlerin sevaplarının bir benzeri de, o çığırı açan
kimseye yazılır, öbürlerinin sevaplarından da birşey eksiltilmez. Kim de kötü
bir çığır açarsa.[168]
"Kişi öldüğü zaman amel defteri kapanır, ancak şu üç şey dolayısıyla
kendisine sevap yazılmaya devam edilir:[169]"Haksız
yere öldürülen hiçbir can yoktur ki, Âdem'in ilk oğluna onun öldürülmesi
cinayetinden bir pay ayrılmış olmasın.[170]Kur'ân'da
da şöyle buyru-lur: "İnanan, soyları da inançta kendilerine uyan kimselere
soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiçbir şey eksiltmeyiz." [171]Bu
âyet, "çocuklar, kendi amelleriyle ulaşamasalar bile babalarının
mertebelerine çıkarılırlar" diye tefsir edilmiştir. Hadiste şöyle
gelmiştir: Birisi Hz. Peygamber'e "Allah'ın farz kıldığı (hac), babamı
iyice yaşlı bir halde yakalamıştır; onun binek üzerinde duracak gücü dahi
yoktur. Onun yerine hac edeyim mi?" diye sorar. Hz. Peygamber:
"Evet!" diye cevap verir. Başka bir rivayette ise: "Ne dersin ?
Babanın başkasına borcu olsaydı da sen onu ödeseydin. Babanın borcu ödenmiş
olur muydu?" buyurmuşlar, o (kadın) da: "Evet" demiş. Bunun
üzerine Hz. Peygamber: "Allah'a karşı ^lan borç. Ödenmeye daha
lâyıktır" buyurmuştur.[172]
"Kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, velisi onun yerine
tutar"[173]Hz. Peygamber'e birisi: "Ya Rasulallah! Annem öldü,
üzerinde nezir borcu vardı ve yerine getiremedi" diye sordu, Hz. Peygamber
[ a'tSm1' ]: "Onun yerine sen yerine getir" buyurdu.[174]
İslâm büyükleri ve âlimler bu hadislerin gereği ile hükümde bulunmuşlardır.
Bunun caiz olmayacağı görüşünde olan bir grup ise, amellerin hibe edilebileceğini,
bunun Allah katında kendisine hibe edilen kimseye yararı dokunacağını kabul
etmiştir. Bu saydıklarımız sadece bu konuda gelen nassîarın bir kısmı olmakla
birlikte maksadı ifadeye yeterlidir ve böylece daha önce geçen ve genel ve
istisnasız oldukları ileri sürülen nassîarın hiç de öyle olmadıkları ortaya
çıkar. Böylece iddianın doğru olmadığı belirir.
(2)
Devamlı başvurulan ve
üzerinde ihtilaf bulunmayan bir kaidemiz vardır: Bu bir başkası adına sadaka
vermenin şahinliğini belirten kaide olmaktadır. Bilindiği gibi sadaka
ibadettir; çünkü sadaka olabilmesi için, onunla sırf Allahin rızasının ve emre
uyulmuş olmanın kastedilmiş olması gerekir. Bir kişi, başka biri adına sadaka
verdiği zaman, —özellikle de kendisi adına sadaka verilen kişinin ölü olması
durumunda—bu sadaka ile o kişinin varsa üzerindeki borç düşmekte ve ondan
faydalanabilmektedir. Bu bir ibadet olduğu halde, burada niyabet bulunmaktadır.
Bunu şu husus da destekler: Zekât gibi farz [233] olan sadakaların başkaları
tarafından verilmesi durumunda bu caiz olmakta ve zekât yükümlüsünün adına
geçerli olmaktadır. Halbuki zekât namaz ile kardeş gibidir.[175]
(3)
Üzerinde ittifak
edilen ya da ittifak edilmiş gibi olan1 [176] bir
mesele daha vardır: Hata yolu ile öldürme olaylarında âkile diyeti yüklenir.
Bunun anlamı, A'nın işlediği cinayetin (itlaf) sorumluluğunun B tarafından
üstlenilmesi demektir. Bu, illeti akılla kavranılamayan yani taabbudî olan bir
konuda niyabet anlamına gelir ve başka türlü izahı da mümkün değildir. İmamın,
kıraat, kıyam ve diğer bazı rükünlerin edasında, sehiv secdesinde kendisine
uyanların yerine geçmiş olması da bu kabilden olup, onların yüklerini yüklenme
anlamına gelir. Başkaları için yapılan dua da böyledir. Çünkü duanın aslı,
Allah'a yalvarıp-yakarmak ve O'na yönelmek demektir. Halbuki, bu dua ile faydalanan
gıyabında dua edilen kimse olmaktadır. Yüce Allah bazı melekler yaratmıştır.
Bunların ibadetleri sırf Özel olarak mümin kullara,genel olarak da yeryüzü
sakinlerine istiğfarda bulunmaktan ibarettir, Hz. Peygamber "Cehennemlik
oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için
mağfiret dilemek Peygambere ve müminlere yaraşmaz"[177]âyeti
gelinceye kadar anne ve babası için istiğfarda bulunmuştur. İbn Übey[178]
hakkında: "Yasaklanmadıkça senin için mağfiret talebinde bulunacağım"
buyurmuşlar ve sonunda: ''Onların ister bağışlanmasını dile, ister dileme
birdir. Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen Allah onları hağışlamayacaktır[179]
"Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma.[180]âyetleri
inmiştir[181] Bu âyetlerle her ne
kadar onların ölüleri üzerine mağfiret talebinde bulunması yasaklanmışsa da,
dirileri hakkında istiğfarda bulunması yasaklanmamıştır. Nitekim Hz. Peygamber
müşrik kâfirler hakkında :.'Kavmimi affet. Çünkü onlar bilmiyorlar[182]
diye duada bulunmuştur. Kasaca demek gerekirse, başkaları adına dua yapmanın
caizliği, dinde kesin olarak bilinen hususlardandır.
(4)
İbâdetler dışında
kalan bedenî amellerde niyabet usûlü geçerlidir. Aynî olarak herkes üzerine
vacip olmakla birlikte bazı bedenî ibâdetlerde de durum öyledir. Mâlî olanlarda
da caiz bulunmaktadır. Mâlî olanlar içerisinde en önemlisi cihaddır ve cihadda
devlet başkanının izin vermesi durumunda, kişinin kendi yerine niyâbeten
ücretli ya da ücretsiz başka birisini göndermesi caizdir. Halbuki cihad bir ibadettir.
Bu gibi yerlerde niyabet caiz olduğuna göre, meşru kılınmış diğer amellerde de
caiz olmalıdır; çünkü hepsi de şer'an konulmuş olmak Özelliğinde
birleşmektedirler.
(5)
Teklîfî ameller, sonuç
itibarıyla iyi ya da kötü bir karşılık getirir-. ler. İnsan bazen, yapmadığı birşeyden dolayı
iyi ya da kötü bir karşılığa maruz kalabilir. Bu genelde üzerinde anlaşılan
bir esas olmaktadır. Bunlar da iki kısımdır:
Birinci kısım kendi
başına, ailesine, çocuğuna ve ırzına gelen
: musibetlerdir. Eğer bu musibetler bir başkasının işledikleri yüzünden
ise? günahlarına keffâret olur ve musibete sebep olan kişinin sevabından
alınır, kendisine verilir; kendi günahı da ona yüklenir. Çektiği elem bir
tarafa, bu neticenin olacağını bilip bilmemesi önemli değildir. Nitekim Ebu
Hureyre'nin rivayet etmiş olduğu kıyamet gününde gerçek müflisin kim olduğunu
belirten hadiste bu hususa değinilmiştir[183]Eğer
musibetler bir başkasının işledikleri yüzünden değilse[184]o zaman
da sırf keffâret ya da hem keffâret hem de sevaba vesile olurlar. Nitekim
hadiste şöyle buyrulmuştur: ''Bir kimse bir ağaç diker ya da ekin eker, sonunda
ondan bir insan ya da başka bir canlı faydalanırsa, bu o kimse için bir ecir
olur[185]"Kim
Allah yolunda at beslerse, bu at çayırdan ya da bahçeden yerse veya nehirden,
su içerse, yahut bir iki tur atarsa, bu yaptıkları şeyler adedince kendisi için
hasenat yazılır. İsterse bunlara yönelik bir kasdı bulunmasın."[186] Bu
anlamda daha pek çok hadis bulunmaktadır.
İkinci kısım, amel
haline dönüşmeyen niyetlerdir. Bu hususta birçok hadis gelmiştir. Bazılarını
arzedelim: "Kişi, eğer kendisini bir özür alıkoymuşsa, (niyetiyle) gece
ihyası ya da cihad sevabı alır.[187]
Tabiî diğer ameller de aynıdır. Hatta Hz. Peygamber, "keşke malım olsa da
falan gibi ben de iyilik yapsam" diye temennide bulunan kimse hakkında:
"O, ameli işleyen ile sevapta aynıdır" ; kötü niyet besleyen
birbaşkasıh.akkında.da"O ikisi günahta aynıdır" buyurmuşlardır.[188]
Ayrıca hadislerde: "Kim bir iyiliğe niyet eder ve onu yapmazsa, ona bir
iyilik yazılır[189]
"Birbirini öldürmek amacıyla iki müslüman kılıçlarım çekerek karşı
karşıya gelirler ve bunlardan biri diğerini öldürürse, katilde maktulde
cehennemdedir.[190]
buyrulur. Bunlara benzer, sırf niyette bulunan kimsenin sevapta ve günahta,
aynen bilfiil ameli işleyen kimse gibi olduğunu belirten daha başka deliller
çokça bulunmaktadır. Bir kimse bilfiil ameli işlemeden ya da bir başkası kendi
adına işlemeden, işlemiş gibi sayıldığına göre, bir başkasının kendi yerine
niyâbeten işlemesi durumunda, o ameli işlemiş sayılması [236] öncelik arzetmez mi?[191]
Cevap: Bu ileri sürülen şeylere her ne kadar onların bir
kısmı hakkında bazı âlimler niyabetin caiz olduğunu soylemişlerse de daha
geniş açıdan bakmak gerekmektedir:
Başkası adına verilen
sadaka her ne kadar ibadet olarak kabul etsek deüzerinde durduğumuz kısımdan
değildir. Çünkü bizim burada konu edindiğimiz nokta, Allah'a yaklaştırıcı ve
O'na bir yöneliş olması açısından ibâdetlerde niyabetin caiz olup olmamasıdır.
Başkası adına verilen sadaka, mâlî tasarruflardan olmakla konumuza girmemektedir.
Duaya gelince, duada
niyabet bulunmadığı son derece açıktır; Çünkü o başkası için bir şefaat
demektir ve dolayısıyla konumuzla ilgisi yoktur.
Bedenî ve mâlî
amellerde niyabet konusu ise, bunlar aklen hikmeti kavramlabilen
maslahatlardan olmaktadır ve bu açıdan onlarda niyet şart koşulmamaktadir.
Hatta asılın (kendisine naip olunan kimse) sebep olduğu şey hakkında kurbete
niyet etmesi durumunda, kendisine bunun sevabı dahi olacaktır. Çünkü ibâdet
fkurbet niyeti) nâipdea değil kendisinden sadır olmuştur. Sadece dağıtma
üzerine yapılan niyabet, malı çıkarmak suretiyle icra edilen Allah'a yaklaşma
fiilinin dışında ayrı birşeydir. Cihad, her ne kadar ibâdet sayılan amellerden
ise de, aslında dünyevî maslahatların temini için gerçekleştirilmesi gereken
diğer kifâî farzlar gibi aklen hikmeti kavranabilen amellerden olmaktadır.
Ancak bu gibi fiillerden âhirette bir karşılık alınabilmesi için mutlaka
Allah'ın rızasının gözetilmiş olması; O^nun dininin yüceltilme sinin amaçlanmış
olması gerekecektir. Eğer dünya menfaatleri kastedilirse, cihad maslahatı
gerçekleşmiş olmakla birlikte, sadece kastedilen şeyler elde edilmiş olur; âh
ire t sevabı olmaz. Aynen iyiliği emretme, kötülüğü yasaklama prensibinde olduğu
gibi. Zaten cihad da bu genel prensibin bir dalı olmaktadır. Kaldı ki, ücretle
bir başkasının yerine niyâbeten cihada katılma, nefsin dünyevî menfaatler
karşılığında tehlikeye atılması anlamı içerdiği için, bazı
âlimlerce mekruh
görülmüştür. Eğer burada amelle Allah'a yaklaşma kaselinin bulunması
farzedilecek olsa, bu açıdan bakıldığında bu konuda niyabet asla sahih
olmayacaktır. Bu prensibe karşı yöneltilmiş bir itiraz da bulunmamaktadır.
Kulun başına gelen
musibetlere gelince, bu konu ibâdetlerde niyabet konusu ile ilgili değildir.
Orada sözkonusu olan ecir ve keffâret olma durumu, kula isabet eden (elem vb-
gibi) şeyler karşılığında olmakta, başka birşey karşılığında olmamaktadır.
Zalimin hasenatının mazluma verilmesi, yetmeyince mazlumun günahlarının zâlimin
üstüne yüklenmesi ise borçların kapatılması ile ilgilidir. Bu ise bedelli
(muvazaalı) şeylerdendir. Başka türlü de olamazdı, çünkü âhirette bedeller
ancak sevap ve günahlarla ödenir; zira orada ne dinar (altın para) ne de
dirhem (gümüş para) hiçbir şey yoktur. Dünyada ödeme imkânı ise geçmiştir.
Ağaç dikme ve ekin
ekme ile ilgili itiraz ise, mallara gelen musibetlerle ilgilidir. Sahibinin,
insan ya da hayvanların onlardan istifadesine yönelik bir niyetinin bulunması
durumunda.da ihsan ve iyilikte bulunma kısmına girer.
Amelleri işlemeden
âciz kalan kimseler hakkındaki meseleye gelince, bu, niyabet olmadan sadece
işleyene has olan amellere karşılık verme anlamına gelir. Zira, böyle âciz bir
kimse niyeti sebebiyle Allah'tan bir lütuf olarak sanki o ameli işlemiş gibi
sayılır. Kaldı ki, hükümler dünyada zahiri üzere işlem görür. Bu yüzdendir ki,
vacip olan bir ibadeti ifadan aciz kalan ve eğer gücü yetecek olsa mutlaka
işleyecekti şeklinde de niyeti bulunan bir kimsenin, o ameli işlemiş gibi sevap
alacağı söylenmiştir. Bununla birlikte, o ibadetin eğer kaza edilebilen
amellerden ise, Allah ile kendisi arasında kazası düşmüş olmamaktadır.
Nitekim, bir müslümanı öldürme, ya da hırsızlık yapma, ya da kötü bir iş yapma
niyetinde bulunan ve fakat gücü yetmediği için işleyemeyen kimse[192] de,
sanki onu işlemiş gibi günahkâr olmaktadır. Bununla birlikte dünyada sanki bu
fiilleri işlemiş gibi kabul edilip gerçek faile verilen cezaya çarptırılmam
akta dır. Dolayısıyla bu meselede de niyabetle ilgili birşey yoktur. Niyabetin
bulunduğu farzediîse bile. nâib bizzat fiili işleyen kimsedir (müktesib);
dolayısıyla ameli ya lehine ya da aleyhine olacaktır. Neticede diyebiliriz ki,
ileri sürülen bu meseleler bizim ortaya koyduğumuz esasla çelişmemektedir.
Şimdi itirazın başında
ileri sürülen delillere dönelim. Çünkü meselemize karşı çıkanların esas
dayanakları bunlar olmaktadır.
Dirinin ağlaması
yüzünden ölünün azap görmesi hadisinin. Arap âdetlerine yorulacağı açıktır.
Zira onlar, Öleceklerini anladıkları zaman ailelerini kendi "üzerlerine
ağlamaya teşvik ederlerdi. "Kim güzel bir çığır açarsa..." ;
"Her haksız öldürme cinayetinden Hz. Âdem'in ilk oğluna bir pay
ayrılacağı..."; "Üç şey hariç öldükten sonra amel defterinin
kapatılacağı..." vb. hadislere gelince, bunlarda sözü edilen sevap ya da
günah, ecir verilen ya da günah terettüp eden şeyin işlenmesi anlamına
gelmektedir. Çünkü bu amellerin ortaya konulmasına ilk defa kişi kendisi
sebebiyet vermiştir. Müsebbebler, sebeblerin ortaya konması neticesinde
doğarlar. Sebebiyet vermeye karşılık olarak tutulan sevap ya da günah, kendi
amelinden kaynaklanmış olup, ikinci mütesebbibin yani sebebi ortaya koyanın
amelinden doğmuş değildir. "inanan, soyları da inançta kendilerine uyan
kimselere soylarım da katarız'[193]âyetini
de işte bu mânâya yormak gerekir. Çünkü, kişinin çocuğu da, onun bir kazancı
(kesbi) sayılır; ona dokunan bir hayır sanki babaya nisbet edilmiş gibi olur.
"Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi[194]
âyeti de aynı şekilde tefsir edilmiş ve çocuğunun onun (Ebu Leheb'in)
kazancından (kesb) olduğu belirtilmiştir. Bu durumda, çocuğun babanın
mertebesine çıkması ve babanın diğer sâlih amelîe-riyle nasıl seviniyorsa
onunla da gözünün aydın olması hususunda şaşılacak bir durum yoktur. Âyetin
"Onların islediklerinden hiçbir .şey eksiltmeyiz"[195]kısmı
da bunu ifade eder.
Bütün problem,
zikredilen diğer hadislerde. Çünkü onlar ispatlanmaya çalışılan kaideye ters
düşmekte sanki nass gibidirler. İşte bu yüzden de özellikle bu hadislerde
belirtilenki bunlar oruç ve hac oluyor; nezir (adak) ise oruçla ilgili
olduğundan, o da oruç içerisin de mütalaa ediliyor konularda niyabetin bulunup
bulunmayacağı konusunda ihtilaf meydana gelmiştir.
Bu hadislerle ileri
sürülen itiraza çeşitli şekillerde karşılık verile-
bilir:
(1) Bu konudaki hadisler muztaribtir.[196]
Buharî ve Müslim onların muztaripliğine işaret etmişlerdir. İkmâl'[197]
bakınız. Hadislerin muztaripliği, kesin bir asılla tearuz ^çelişme, ters
düşme) halinde olmaması durumunda onların delilliğini zayıflatır. Kesin bir
asıl ile tearuzları durumunda ise durum nasıl olur? Hem sonra Tahavi,
"Kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, velisi onun yerine tutar[198]
hadisi hakkında onun sadece Hz. Âişe yoluyla rivayet edildiğini, Hz. Âişe'nin
ise bu hadisi terkedip onunla amel etmediğini ve aksi doğrultuda fetva
verdiğini söylemiştir. Yine o ölüp de üzerinde nezir borcu bulunan kadın
hakkındaki hadis hakkında da: "Onu sadece îbn Abbas rivayet etmiştir. O da
bu hadise muhalefet etmiş ve hiçbir kimsenin başkasının yerine oruç tutamayacağına
dair fetva vermiştir" der.
(2)
Âlimler bu hadisler hakkında farklı görüştedirler. Onlardan kimi Ahmed b.
Hanbel gibi sahih olanlarını mutlak suretle kabul etmiştir. Bazıları da,
hadislerin bir kısmını kabul etmiş ve niyabete, oruçta değil de hacda cevaz
vermiştir. Bu İmam Şafiî'nin görüşü olmaktadır. Kimi de Malik b. Enes gibi
mutlak surette men cihetine girmiştir. Görüldüğü gibi bazı âlimler sahih olsa
bile hadislerin bir kısmını almamışlardır. Bu da bu hadisler doğrultusunda görüş
belirtmenin zayıflığına bir delil olmaktadır. İbnu'l-Arabî'nin naklettiği
üzere âlimlerin namaz konusunda görüş birliği içerisinde olmaları da bunu
destekler. Gerçi, hacda niyabet içerisine iki rekat te-vaf namazı da
girmektedir; ancak bu tâbi durumundadır. Diğerlerinde caiz olmayan şeyler
tâbide caiz olabilmektedir. Meselâ, aşılanmış meyveleri ile birlikte ağacın
satılması, kölenin malıyla birlikte satılması[199]
gibi. Kalbî amellerde ise niyabetin olmayacağında kesin ittifak etmişlerdir.
(3) Bazı âlimler, mutlak suretle dikkate almamayı
gerektirecek şekilde hadisleri yorumlamışlardır. Bunlar şöyle derler: Metot
olarak peygamberler hiçbir kimseyi hayır işlemekten engellemezler. Bununla
şunu demek istiyorlar: Hac ve orucun kazası hakkında kendilerine soru sorulunca
bunların birer hayır olması sebebiyle sorularına olumlu cevap vermişlerdir;
yoksa onların bir başkası adına işlenmesinin caizliğini belirtmek
istememişlerdir. Bu görüş sahipleri: Hiçbir kimse bir başkası adına amelde
bulunamaz. Eğer işlerse kendisi için işlemiş olur. Nitekim yüce Allah:
"İnsan için ancak çalıştığı vardır[200]
buyurmaktadır, demektedirler.
(4) Bu hadislerin, o amellere sebebiyet veren kimselere
has olması mümkündür. Meselâ: Kendisi adına hac yapılmasını emreden veya bu
şekilde vasiyette bulunan ya da bu doğrultuda bir çabası olan kimsenin
durumunda olduğu gibi. Buhalde>onun durumu "İnsan için ancak çalıştığı
vardır[201] âyeti ile uygunluk
arzeder.
(5) ''Kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, velisi
onun yerine tutar"[202]
hadisi mecaz anlamda, niyabetin sahih olduğu şeye yani sadakaya yorulur. Çünkü
kaza, bazen kaza edilen şe\ân misli ile olur, bazen de —imkânsız olması
durumunda— onun yerine geçecek şeyle yani bedelle olur. Bu bedel, oruç için
yedirmek; hac için de, kendisi için hac yapacak kimsenin nafakası vb. olur.
(6) Bu hadisler azlıkları bir tarafa, şeriatta sabit
bulunan kesin bir esasa da ters düşmektedirler. Lafzı ya da mânevi tevatür
mertebesine ulaşmamaktadırlar. Zan (kesin olmayan bilgi), kesin bilgi
karşısında tutunamaz. Nitekim bilindiği üzere, va-hid haberle amel edilebilmesi
için, onun kesin bir esasa ters düşmemesi gerekir. Bu îmam Mâlik ve İmam Ebu
Hanife tarafından bir prensip olarak benimsenmiş olmaktadır. İşte üzerinde
durduğumuz konunun esprisi ve ondan gözetilen maksat da işte burada
yatmaktadır. Verilen diğer cevaplar ise, sözü edilen hadislere yapışmanın
gereğini zayıflatmaktadır. Böylece bu yerinde ve güzel olan prensibin kaynağı
da ortaya çıkmış oldu. Başarı ancak Allah'tandır.
Fasıl:
Konu ile ilgisi bulunan
bir nokta üzerinde daha durmak gerekiyor. O da, sevapların bağışlanması
konusudur. Konu üzerinde çeşitli değerlendirmeler bulunmaktadır. Sevapların
bağışlanamayacağını savunanlar, iki açıdan görüşlerini desteklemektedirler:
(1) Hibe, şeriatta ancak belli bir şeyde yani mal
cinsinden olan şeylerde geçerli olur. Amellerin sevabı konusunda ise asla. Konu
ile ilgili delil bulunmadığına göre, amellerin sevabının hibe edilebileceğini
söylemek asla doğru olmayacaktır.
(2) Şâri'in koyması açısından sevap ve azap, sebeplere
nisbetle müsebbebler gibidir. Bu hususu bizzat Kur'ân ifade etmektedir;
"Bunlar Allah'ın yasalarıdır. Allah'a ve peygamberine kim itaat ederse,
onu içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada temellidirler, büyük
kurtuluş budur. Kim, Allah'a ve Peygamberine baş kaldırır ve yasalarını
aşarsa, onu temelli kalacağı cehenneme sokar; alçaltıcı azap onadır[203]'Yaptıklarının
bir karşılığı olarak...[204]"Yaptıklarınıza
bir karşılık olmak üzere cennete girin.[205] Bu
mânâda pek çok âyet vardır. Sonra sevap ve azap aynen bir fiile tâbi durumunda
bulunan şeyler (tevabi) gibidir. Meselâ satış akdi yapılır; bunun üzerine satın
alınan şeyden istifade hakkı doğar; nikâh akdi yapılır ve buna tâbi olarak
kadından istifade helâl olur. Bu neticeleri ortadan kadırmak ya da değiştirmek
konusunda mükellefin bir yetkisi yoktur. Kaldı ki, burada sözünü ettiğimiz
ameli işleyene verilen şey, Allah'ın lutfundan başka birşey değildir. Durum
böyle olunca, sevap ve günah konusunda mükellefin yapabileceği hiçbir şey
olmadığı, herhangi bir tercihi bulunmadığı ortaya çıkar. Şu halde sevap
üzerinde bir tasarrufta bulunmak mümkün değildir; çünkü tasarruf kişinin
ihtiyarî olarak mâlik olduğu şeyler üzerinde olabilir.
Âhirette verilecek
karşılıklar ise böyle değildir. Bu durumda amelde bulunan kimsenin, elinde
olmayan böylesi birkonuda tasarruf yetkisi olmayacaktır. Nitekim bir başkasının
da böyle bir yetkisi bulunmamaktadı.Sevapların bağışlanabileceğim caiz
görenler ise, kendi görüşlerini şöyle delillendirmeye çalışıyorlar:
(1) Mal ve mala tâbi konularda hibenin caiz olduğunu
gösteren şer'î deliller bizzat bu hususun da delilleridir. Bunlara
göre,sevapların hibesi konusu da, ya bu nassların genelliği ya da mutlaklığı
içerisine girerler ya da kıyas yoluyla onlar da bu delillerin kapsamına
sokulurlar. Çünkü mal ya da sevap takdir edilmiş bir bedel (karşılık)
olmaktadır; dolayısıyla birinde caiz olan şeyin öbüründe de caiz olması
gerekir, Daha önce, başkası adına verilen sadakanın, sevabın hibesi[206]
olduğu ve başka bir ihtimalin sahih olmadığı geçmişti. Durum böyle olunca, bu
konuda şer'î delil vardır ve yasaklamak için bir mesnet yoktur.
(2) Amellerle sevap ya da günah arasındaki ilişkinin,
sebeplerle müsebbebler arasındaki nisbet gibi olması ve onların bir fiile
tâbi durumda bulunan
şeyler mesabesinde bulunması, dünyevî işlerde olduğu gibi o
ameli işleyen için sevaba mâlikiyetin bulunmasını gerektirir. Mülkiyetin
bulunduğu sabit olunca, onda hibe yoluyla tasarruf hakkının bulunduğuda
kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
İtiraz: Sevaba, mala olduğu gibi sahip olunamaz. Çünkü sevap
sadece âhiret âlemine has olur ve ondan maksat orada meydana gelecek olan
nimetlerdir. Şu anda ise kişi, onlardan bir şeye sahip değildir.
Ya da amellerine
karşılık olarak burada "Kadın, erkek, inanmış olarak kim iyi iş işlerse,
ona hoş bir hayat yaşatacağız[207]"âyetinde
ifade olunduğu şekilde birşey elde etmiş olacaktır. Bu ise, âhirette elde edeceği
karşılık türünden olmaktadır. Yani aynen âhıretteki cennethaya-tı gibi dünyada
mutlu ve huzurlu bir hayat yaşayacak ve onun mutluluğunu bozacak birşey
bulunmayacak demektir. Dolayısıyla her iki takdirde de hibe edebileceği birşeye
malik bulunmamaktadır. Hibe ise, ancak kendi eli altında ve şu anda mülkiyetinde
bulunan mallarda geçerli olabilir,
Cevap: [208]Ameli
işleyen kimse, her ne kadar bizzat sevaba mâlik olmasa bile, galip zanla
bilinmektedir ki, o sevap Allah katında o kişi lehine olmak üzere yazılmış
bulunmaktadır ve şu anda eli altında olmasa bile, (Allah'tan) temlik ile kendi
mülkü olmak üzere sabit bulunmaktadır. Birşeye mâlik olunması için o şeyin şu
anda el altında olması gerekmez. Mal hakkında el altında olmadığı halde
mülkiyetin sabit olması ve hibe vb. yollarla tasarrufta bulunulması sahih olduğuna
göre, sevap hakkında da sahih olmalıdır. Nitekim kişi: "Falandan miras
olarak alacağım şeyi, filana hibe ettim" veya "Eğer vekilim bir köle
alırsa o hür olsun, ya da kardeşime hibe olsun" vb. diyebilmekte, bu
şeyler kendi eli altında bulunmasa bile bu tasarrufları sahih olmaktadır. Nasıl
ki, müvekkil yapmasa bile, işlenmesi vekilin elinde olan ve şu anda eli altında
da bulunmayan şeylerle ilgili olan bu tür tasarrufları sahih oluyorsa, herşeye
vekîl olan Yüce Allah'ın elinde bulunan bir konuda benzeri bir tasarrufta
bulunma da sahih olmalıdır. Böylece, sevabın hibesi konusunda bu yaklaşımın
esası da ortaya çıkmıştır. Doğruya ulaştıran ancak Allah'tır. [209]
Şâri'in amellerde[210]
gözetmiş olduğu maksatlardan biri de, mükellefin onlar üzerinde devamlılık
göstermesidir. Bu konuyu açıkça ortaya koyan deliller vardır. Meselâ:
"Ancak namaz kılıp, namazlarında devamlı olanlar.[211]"Namazı
ikâme ederler"'[212]Namazın
ikâmesi, onun devamlı kılınması demektir. Namaza nisbet edildiği her yerde
"ikâme" kelimesi hep bu şekilde tefsir edilmiştir. Bu ifade hep övgü
sadedinde gelmiştir. Bu da Şâri'in devamlılığı amaçladığının bir delili olur.
Pek çok yerde ise "Namazı ikâme edin, zekâtı verin.[213]şeklinde
ikâme yani devamlı hk açık olarak emredilmiştir. Hadiste de: "Allah
katında amellerin en sevimlisi, az da olsa sahibinin üzerinde devamlı olduğu
ameldir[214] "Güç
yetirebileceğiniz amellerin altına airiniz. Çünkü siz us anmadıkça Allah (sevap
vermekten) usanmaya-caktır[215]
"Hz, Peygamber bir amele başladığı zaman onu devamlı yapardı[216]
"O'nun ameli devamlılık arzederdi"[217]
gibi ifadelerle bu husus belirtilmiş bulunmaktadır. Sonra Sâri' Teâlâ, farz,
sünnet ve müstehap olan ibadetleri anlaşılabilen sebepleri olsun olmasın
belirli vakitlere bağlamıştır. O'nun ibadetleri böyle vakitlere bağlamış
olması, amellerin sürekliliğini amaçladığına kesin olarak delalet
etmektedir. Âlimler, ruhbanlığa kalkışanlar hakkındaki "Ona gerçek anlamda riâyet
etmediler"[218]
âyetini açıklarken, ona riâyet etmemelerinden maksat, başladıktan sonra terkedip,
devam etmemektir, demişlerdir.
Fasıl:
Sûfiyyenin kendi
kendilerine yüklendikleri belirli vakitlerdeki virtlerinin fevrâd) hükmü işte
buradan çıkarılacak ve onlara, virtlerini mutlak surette devamlı olarak yerine
getirmeleri emredilecektir.[219]Ancak
bu halleriyle onlar, başkalarının yerine getirmekle memur olmadıkları yükleri
yerine getirmiş olacaklardır. Mükellefin, kendisine şer'an vacip olmayan bir
amel altına gireceği zaman yapması gereken, sadece o amele girişin kolaylığına
bakmaması, onun sonucunu da düşünmesidir. Ömrü boyunca o ameli yerine
getirebilecekmi, yoksa getiremeyecek mi? Bunları hesaba katması gerekir. Çünkü
mükellefin karşı karşıya kalacağı güçlükler iki yönden kaynaklanır:
(a) Bizzat yükümlülüğün kendisinin çokluğundan ya da
şiddetinden kaynaklanır.
(b) Yükümlülüğün
kendisi hafif de olsa devamlılığından kaynaklanır.
Örnek olarak namaz
yeterlidir. Aslında namaz hafiftir; fakat devamlılık vasfı eklenince zor olmaktadır.
Nitekim bizzat Yüce Allah da: "Sabır ve namazla Allah'a sığınıp yardım
isteyin; Rablerine kavuşacak ve ona döneceklerini umanlar ve huşu duyanlardan
başkasına namaz elbette ağır geli?[220]
buyurmak suretiyle namazın gerçekten çok ağır olduğunu belirtmiş ve öyle ki
namaz emriyle sabır emrini bir arada zikretmiştir. Bu hükümden huşu sahiplerini
istisna etmiş ve namazın onlara güç gelmeyeceğini belirtmiştir. Çünkü onlar,
itici ve çekici motif Özelliğini arzeden korku ve ümit arasında bir özelliğe sahiptirler.
İşte bu Özellik onlara namazı kolaylaştırır. Bu durum Yüce Allah'ın aynı
âyetteki "Rablerine kavuşacak ve ona döneceklerini umanlar[221]
buyruğunda ifadesini bulmaktadır. Çünkü korku ve ümit, zoru
kolaylaştırmaktadır; arslandan korkan kimse İçin kaçış zorluğu ve yorgunluğu
diye birşey yoktur; arzuladığına ulaşma ümidi taşıyan kimse için uzak yakındır.
Amellere girme, süreklilik kasdı ile birlikte bulunduğu için, yükümlülüklerde
hep orta hal esas alınmış ve güçlük kaldırılmış; kolaylaştırma emredilmiş, zorlaştırma
yasaklanmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Bu din metindir;ona rıfk
ile gir. Allah'a ibâdeti, nefsine nefrete dönüştürme. Çünkü acele eden ne yol
alabilir; ne de binit bırakır[222]
"Kim bu dini zorlaştırmaya kalkışırsa, ona yenik düşer."[223] Bu
deliller, bizzat zor ameller altına girmekle zorlaştırmayı kapsadığı gibi,
devamlılık suretiyle zorlaştır-f244]
mayı da kapsar. Bu anlamda deliller pek çoktur. [224]
Şeriat, mükellefler
açısından küllî ve geneldir. Yani. talep içeren hükümlerle[225]
ilgili şer'î hitap, sadece bazı mükelleflere has olmaz; onun hükümleri altına
girme konusunda hiçbir mükellef müstesna tutulamaz. Durum gayet açık olmakla
birlikte, konumuza açıklık getiren delillerden bazılarını burada arzetmek
istiyoruz:
(1)
Birbirini destekleyen
pek çok nass bulunmaktadır: "Ey Muhammedi Biz seni bütün insanlara ancak
müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir[226]'Ya
Muhammedi De ki:Ey insanlar! Doğrusu ben, Allah'ın hepiniz için gönderdiği
peygamberiyim.[227]Risâletin
özel olmayıp genel olduğunu ifade eden benzeri daha başka nasslar da bulunmaktadır.
Eğer şeriat sadece bazı insanlara mahsus olsaydı, o zaman Hz. Peygamber [
"^ÜÜSSÜ"1]
bütüninsanlariçingönderilmişolmazdı.[228]Zira
onun bu özel hükümle yükümlü tutulmayan kimseye gönderilmiş olmadığını söylemek
doğru olurdu. Neticede de, Hz. Peygamber
12453 [ a]vSmtu] o özel hüküm sebebiyle bütün insanlar için gönderilmiş
olmazdı.[229] Bu netice bâtıldır.
Böyle bir neticeye götüren şey de bâtıl olacaktır. Mükellef bulunmayan
çocuklar, deliler vb. hakkında ise durum farklıdır. Çünkü o, mükellef olmayan
kimseye mutlak surette gönderilmiş değildir ve onlar Kur'ân'da zikredilen
insanlar kapsamına da girmemektedir. Dolayısıyla ileri sürülebilecek bir
itiraza yer yoktur. Onların fiilleriyle ilgili bulunan vazî hükümlere gelince,
bu hususta durum açıktır.[230]
(2)
Hükümler kulların
maslahatları için konulmuştur ve onlar maslahatlar karşısında eşittirler;
herkes onlara aynı oranda ihtiyaç duyar.[231]
Eğer hükümlerin, belirli insanlara has olarak konulmuş olduğunu farzedecek
olursak, o zaman şer'î hükümlerin bütün insanlar için konulmuş olmadığı
neticesi çıkacaktır Oysa ki, daha Önce de geçtiği gibi, hükümler kulların
maslahatlarını temin için konulmuş bulunmaktadır. Böylece hükümlerin genel
olarak herkes için konulmuş olduğu; özellik arzetmediği anlaşılmaktadır.
Bundan, sadece Hz. Pey-gamber'in kendisine mahsus bulunan hükümler müstesna
olmaktadır. Meselâ: "Mü'minlerden ayrı sırf sana mahsus olmak üzere,
kendisini peygambere hibe eden nıiımin kadını almanı sana helâl kılmışız -dır.
... Ey Muhammedi Bunlardan istediğini bırakır, istediğini yanına alabilirsin.
Sırasını geri bırakmış olduklarından da arzu. ettiğini yanına almanda sana bir
sorumluluk yoktur"'[232]
âyeti ile buna benzer sadece Hz. Peygamber'in kendisine has olduğu delil ile
sabit olan hususlarda olduğu gibi. Hz. Peygamber'in ashabından bazılarına Özel
muamelesi de bu kısımdan sayılır. Bu tür uygulamalar Huzeyme'nin şehâdeti gibi
ya Hz. Peygamber'in özelliği ile ilgilidir[233] ya
da Ebu Bür-de b. Niyâr'a özel olarak oğlak kurban etmesi hakkında izin vermesi
gi-[246] bi değildir. Bu örnekte Hz.
Peygamber, izni sadece ona has kılmış ve "(Oğlağı kurban etmek) sendan
başka hiçbir kimse için yeterli olmayacaktır"[234]
buyurmuştur. Bu kısım üzerinde de durulmaz. Çünkü bu tahsis işi Hz. Peygambere
dönmektedir. Bu yüzden de, bu gibi Özel uygulamaların bulunduğu yerlerde
aidiyet, yani bu hükmün sadece o kimseyehas olduğu belirtilir ,[235]
İstisnaî de olsa bu şekilde şahsaözelli-ği belirtme, şer'î hükümlerin aslında
genel olduğunu ve belirli kimse ya da kimselere has olmaktan uzak bulunduğunu
gösterir.
(3)
Bu konuda, sahabe,
tabiîn ve daha sonra gelen nesillerin icmâı bulunmaktadır. Bu noktadan
hareketle de Hz. Peygamber'in fiillerini, emsal durumlarda herkes için bağlayıcı
kabul etmişlerdir. Öbür taraftan belirli olaylar üzerine getirilen ve genel
(âmin) ifadeleri olmayan hükümleri, ya kıyas yoluyla ya da ifadeyi manevî
umumîlik üzerine yormakla ya da daha başka yollarla genelleştirmeye
çalışmışlar, öyle ki bunun neticesinde ilk olay için verilmiş olan hüküm husûsî
ve sadece o olaya has olarak kalmamıştır. Yüce Allah: "Sonunda Zeyd
eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik ki, evlâtlıkları eşleriyle
ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk
olmadığı bilinsin"[236]buyurmuş
ve Hz. Peygamberle ilgili olan bir olayın hükmünü bütün insanlar için genel
kılmıştır.[237] Bu konuda icmâın sübutu
üzerinde durmaya gerek yoktur. Çünkü şer'î hükümlerle yakından ilgilenen
kimseler için bu son derece açıktır.
(4)
Eğer bazı hükümlerle,
sadece bazı kimselere hitap edilmiş olması sahih olsa ve böylece bazı insanlar
o hükümlerin kapsamı dışında kalsaydı, o zaman aynı durum İslâm'ın temel
kaideleri hakkında da söz-konusu olur ve mükellefiyet şartlarını taşıyan bazı
kimseler bu gibi ko: nularda da hitap dışı kalmış olurlardı. Herşeyin başı olan
iman konusunda da aynı şey kaçınılmaz olurdu. Bu sonuç, icma ile bâtıldır.
Bunun gerektireceği sonuç da bâtıl olacaktır. Ben bununla velayet türünden
olan kaza, imamet, şehâdet, yeni hadiselere verilecek fetva, kethudâhk (ırâfe),
nakiblik (nikâbe), yazı, talim ve terbiye gibi şeyleri kastetmiyorum.[238]
Çünkü bu gibi şeyler, onlarla yükümlü tutulmak için gerekli olan şartlar
üzerinde durmaya yöneliktir. Yükümlülük konusunda aranılan şartların ortak
yönü, mükellef olunan şeyleri yerine getirmeye kadir olunmasıdır. Dolayısıyla
belirtilen vazifeleri yerine getirmeye kadir olan kimseler, onlar karşısında
mutlak surette ve genel olarak yükümlü olmaktadırlar. Bu görevlere kadir
olmayanlara gelince, onlardan yükümlülük mutlak olarak düşmektedir. Taharet,
namaz vb, gibi hükümlere nisbetle çocukların ve delilerin durumunda olduğu
gibi. Takat üstü yükümlülüğün caiz olmamasına binaen teklif,kudretin bulunup
bulunmaması açısından hâs değil geneldir; ona başka yönden bakılmaz. Belirli
kesime hitap edilmiş intibaını veren her konuda da durum aynıdır. Meselâ,
amellere dalma ve dinde ihtiyatlı davranma mertebeleriyle[239]ilgili
hitabın sadece belirli bir kesime yöneldiği intibaını veren durumlar gibi.[240]
Fasıl:
Bu esas, büyük
faydalar içerir:
(1)
Kıyasın isbati
konusunda, onu inkâr edenlere karşı büyük destek verir. Şöyle ki: Bazı
kimselere has hitap ile bazı kimselere has hüküm Hz. Peygamber zamanında çokça
vuku buluyordu. Bunlarda, emsaline de uygulanacaktır diye hükmü genelleştiren
bir delil de bulunmuyordu. Şeriatın genel ve mutlaklık üzere konulmuş olduğu
ise belli. Bu durumda sözü edilen hususun sahih olabilmesi için, ancak mevcut
özel hükümlerden hususîliğin kastedilmemiş olması gerekmektedir. Bu tür
olaylarda, zikredilmeyeni zikri geçene katmayı gerektirecek bir lâfzın da
bulunmaması, o dönemde meydana gelmiş her olayın hükmüne, daha sonra meydana
gelecek benzerlerinin katılmasının zaruri olduğunu gösterir. Zaten kıyas da, işte
bu demektir. Bu husus sahabenin uygulamasıyla da güç kazanmış ve böylece
kalpler onu kabule yatkın hale gelmiştir. İnşallah bu konu daha sonra gelecek
olan Deliller bahsinde genişçe ele alınacaktır.
(2)
Şeriatın maksatlarını
tam olarak kavrayamayan pek çok kimse, sûfiyyenin, çoğunluk mü si umanların
(cumhur) tuttuğu yoldan farklı başka bir yolda olduklarını; onların İslâm
şeriatında sabit olan hükümler dışında başka hükümlerle amelde bulunduklarını
sanmışlar ve bu zanlarını desteklemek üzere de onların söz ve fiillerinden bazı
hususları delil olarak kullanmışlardır. Meselâ onlardan birinden naklolunan şu
sözü ileri sürerler: Birisine, "Şuna ne zekât düşer?" diye sorulur.
O: "Bizim mezhebimize göre mi, yoksa sizin mezhebinize göre mi?" diye
sorar ve sonra şöyle cevap verir: "Bizim mezhebimize göre hepsi Allah
içindir; sizin mezhebinize göre ise şu kadar vermelisiniz." İşte bu tutum
karşısında insanlar sûfiyye hakkında iki gruba ayrılmaktadırlar: Kimi zahiri
tasdik etmekte ve sûfiyyenin çoğunluk içerisinde yerleşmiş bulunandan daha üst
mertebede özel bir şeriata sahip 'olduklarını belirtmekte; kimi de onları
yalanlamakta; aleyhlerinde kıyametler koparmakta, onlara hücumda bulunmakta ve
ideal olan yoldan (şeriattan) çıkmış olduklarını, sünnete ters düştüklerini
ifade etmektedirler. Her iki grup da karşılıklı aşırı uçtadırlar. Doğrusu, her
mükellef az önce de açıklandığı gibi insanlar arasında yerleşmiş bulunan şer'î
hükümler altına dahil bulunmaktadır; ancak meselenin ruhu, bu konuların
açıklık kazanması için şeriatta[241]
derinleşmekte ve gerçek anlayışa ulaşmaktadır. Yardım ancak Allah'tan istenir.
(3)
Birçokları sûfiyyenin,
şehvetlere saplanmış avam mertebesinden kurtuldukları ve şehevî duygu ve
meyilleri bulunmayan melekler rütbesine ulaştıkları gerekçesiyle başkaları
için mubah olmayan bazı şeyleri kendileri için mubah kıldıklarım zannederler.
Onların itikadmca güya bunlar (sûfiyye), kendi müritlerine sıradan insanlardan
ayrıcalık kazandıkları için şer'an haram olan bazı şeyleri helal kılmak istemişlerdir.
Buna benzer birşey meselâ eğer haramlığı görüşünü kabul edecek olursak musikî
dinleme konusunda söylenmektedir. Nitekim İslâm'a müntesip bulunan bazı
feylesoflar da vardır ki, eğlence kasdıyla değil de tedavi ya da tâat konusunda
zindeleşmek amacıyla içki içmeyi mubah görmüşlerdir. Bu, zındıkların
"Teklif avama hastır,seçkinlerden (havas) ise düşmüştür" şeklindeki
sözleriyle açtıkları bir kapı olmaktadır.
Bütün bunlar, yukarıda
verilen şeriatın genelliği ilkesini görmemek ya da ondan gaflet etmekten
kaynaklanmaktadır. Konu üzerinde durulmalıdır. Başarıya ulaştıran ancak
Allah'tır. [242]
Hz. Peygamber'in
bizzat kendisine has olan fiilleri hariç, getirdiği diğer hükümler ve
yükümlülükler nasıl ki bütün mükellefler için genellik arzediyorsa, meziyet ve
menkıbelerinde de durum aynıdır. Kendisine has olanlar hariç, Hz. Peygamber'e
verilmiş bulunan her meziyetten, mutlaka ümmetine de örnekler verilmiş
bulunmaktadır. Bunlar da, aynen teklifin umumîliği gibi genellik
arzetmektedirler. Hatta Ibnu'l-Arabi'nin iddiasına göre, âdet-i ilâhînin
tecellisi, Yüce Allah bir peygambere birşey vermişse, mutlaka o şeyden ümmetine
de vermiş olması ve onları da ona ortak kılması şeklindedir. İbnu'l-Arabî daha
sonra bu doğrultuda örnekler zikreder.Onun söyledikleri, bu ümmet hakkında da
istikra neticesinde doğru çıkmaktadır. Şöyle ki:
Evvelâ, istinbat
edilebilecek hükümler açısından onun yerini alma hususunda genel bir veraset
bulunmaktadır. Ümmetten, konulmuş sınırlar yanında durarak, hüküm istinbatına
gitmeksizin kulluk icrasında bulunmaları istenebilirdi ve usûlcülerin dediği
gibi bu iş için nasslarm umûmî ve mutlak olmaları yeterli idi. Ancak Yüce
Allah, kullarına Peygamberine has kıldığı bir meziyetle onları ayrıcalıklı kılarak
ihsanda bulundu. Şöyle ki: Peygamberihakkında"Doğrusu, insanlar arasında
Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin.[243]
buyururken, ümmeti hakkında da "... Onlardan hüküm çıkarmaya kadir
olanlar onu bilirdi"[244]
buyurmuştur. Bu nokta açıktır; o yüzden sözü uzatmıyoruz.
İkinci olarak: Bu
tezin doğruluğu pek çok yerde ortaya çıkmaktadır. Bunlardan otuz tanesine
işaretle yetineceğiz:
1. Allah'ın
salâtına[245]
mazhar olma: Yüce Allah Hz. Peygamber
h&kkınâa"Şüphesiz Allah ve melekler peygambere salât ederler (onu
överler).[246]buyururken, ümmet
hakkında da "Karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size salât (rahmet ve
istiğfar) eden Allah ve melekleridir[247]
"Rablerinin salâtı (mağfireti) ve rahmeti onlaradır"[248]
buyurur.
2. Rıza: Yüce Allah Hz. Peygamber hakkında "Rabbin
şüphesiz sana verecek ve sen de razı olacaksın"[249]ümmeti
hakkında da "And olsun ki onları razı olacakları bir yere koyar[250]
"Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır"[251]
buyurmaktadır.
3. ve 4. Geçmiş ve
gelecek günahların affı: Hz.
Peygamber
hakkında "Allah böylece,'
senin geçmiş ve gelecek günahla?'i-nı bağışlar.[252]
buyrulurken ümmeti hakkında da şöyle rivayet edilmiştir: Bu âyet indiği zaman
ashap Hz. Peygamber'e gözay-dınlığı dilemişler ve "Bize ne var? Yâ
Rasulallah!" demişlerdi. Bunun üzerine "İnananerkek ve kadınları,
içinde temelli kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar; onların
kötülüklerini Örter" [253]âyeti
inmişti. Âyette geçen günahların affı, geçmiş ve gelecek hepsini kapsamaktadır.
Birinci âyette Allah'ın nimeti tamamlamasından bahsedilmekte va "Sana olan
nimetini tamamlar..." buyrulmaktadır. Ümmet hakkında da "Allah sizi
zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki
şükredesiniz"[254]
buyrulmaktadır ki, bu da dördüncü benzerliği teşkil etmektedir.
5. Vahiy yani
nübüvvet: Yüce Allah Hz. Peygamber
hakkında olmak üzere "Ey Muhammedi Şüphesiz sana da vahyet-tik.[255] ve
benzeri anlamda âyetlerle Hz. Peygamber'e verdiği nübüvvetten bahsetmiştir. Bu
son derece açıktır ve şahide ihtiyacı yoktur. Ümmet hakkında ise hadiste
"Salih rü'ya nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür" [256]
buyrulmuştur.
6. Kur'ân'ın murada
uygun olarak inmesi: Hz. Peygamber
hakkında 'Yüzünü göğe
çevirip durduğunu görüyoruz. Hoş-nud olacağın kıbleye, ey Muhammad, elbette
seni çevireceğiz"[257] buyrulmaktadır.
Hz. Peygamber daha önce kıblenin Kabe'ye çevrilmesini arzuluyor ve bu
doğrultuda vahiy bekleyip duruyordu. "Ey Muhammedi Bunlardan
(zevcelerinden) istediğini bırakır, istediğini yanma alabilirsin.[258]
âyeti bir başka örneği teşkil eder. Hz. Peygamber'e kadınlar sevimli kılındığı
için, onun hakkında diğer müslüman erkeklere getirilen dört sınırı korunmamış,
(daha Önce nikâhı altında kalan kadınları tutabileceği bildirilmiştir).[259]Ümmet
hakkında Kur'ân'ın onların arzularına uygun düşmesine gelince; Hz. Ömer şöyle
anlatır: "'Rabbime üç konuda muvafık düştüm[260]Birinde:
"Yâ Rasûlallah! Keşke Makâm-ı İbrahim'i namaz yeri edinsen" dedim,
hemen"Makâm-ı İbrahim'i namaz yeri edinin"[261]âyeti
indi. Bir başka seferinde: "Ya Rasûlallah! Senin huzuruna iyi kimseler de
kötü kimseler de giriyor. Keşke müminlerin annelerine perde arkasında
bulunmalarını emretsen" dedim, bunun üzerine de "hicâb âyeti[262]indi.
Bir başka seferinde, Hz. Peygamber'in bazı kadınlarını (gereksiz bazı talepleri
üzerine)[263]azarladığını duydum.
Onların yanma vardım ve kendilerine "Ya bu halinizden vazgeçersiniz, ya da
Allah peygamberine sizden daha hayırlı eşler verir" dedim. Bunun üzerine
de "Ey Peygamber eşleri! Eğer o sizi boşarsa, Rabbi ona, sizden daha iyi
olan... eşler verebilir"[264](
âyeti indi.'" Başka bir örnek: Bir kadına, kocası zıhar[265]yapmıştı.
Kadın Hz. Peygambere gelerek, uzun süre kocasıyla aynı yastığa baş
koyduklarını, ondan çocukları bulunduğunu... şimdi ise onun kendisine- zıhar
yaptığını söyleyerek şikayette bulundu. Hz. Peygamber "Sen ona haram
olmuşsun, yapabileceğim bir şey yok" buyurdu, f Kadın Hz. Peygamber ile tartışmaya girdikten sonra) başını göğe
kaldırdı ve "Ben çaresizliğimi Allah'a arzederim" dedi. Sonra Hz.
Peygamber'e tekrar başvurdu. Aynı
cevabı aldı. Sonra üçüncü defa sormak için tekrar gitti.Bunun üzerine Allah şu
âyetleri indirdi: "Ey Muhammedi Kocası hakkında seninle tartışan ve
Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işit mistir..."[266]Bu
konuda araştırma yapanlar, bu türden pek çok âyet olduğunu göreceklerdir.
Meselâ, ifk (iftira) olayında Hz. Âişe'nin atılan iftiralardan uzak olduğunu,
kendi arzusu doğrultusunda gelen âyetler[267]
ortaya koymuştu. O duygularını şöyle anlatıyor: "Ben o zaman günahsız
olduğum İçin mutlaka Allah'ın beni temize çıkaracağına inanıyordum. Ancak,
Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın benim hakkımda okunacak bir vahiy
indireceğini hiç zannetmiyordum; bence benim durumum Allah'ın Kur'ân'mda
okunacak vahiy indirecek kadar önemli değildi. Şu kadar ki ben, Yüce Allah'ın
beni temizleyecek bir rüyayı Hz. Peygamber'e göstereceğini ve beni böyle
paklayacağını düşünüyordum. Fakat O, vahiy indirdi." Hilâl b. Ümeyye de:
"Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, ben elbette doğruyum ve Yüce
Allah mutlaka sırtımı had cezasından kurtaracak bir vahiy indirecektir"
demişti de bunun üzerine "Karılarına zina isnad edip de kendilerinden
başka şahitleri bulunmayanların şahidliği, kendisinin doğru sözlülerden
olduğuna Allah'ı dört defa şahit
tutmasıyla olur..."[268]âyetleri
inmişti.
Bu husus, sadece Hz.
Peygamber devrine hastır; çünkü onun vefatıyla vahiy kesilmiştir.
7. Şefaat: Hz. Peygamber hakkında "Belki de Rabbin seni
övülecek bir makama [269]
yükseltir" [270]
buyrulmuştur. Bu ümmet hakkında da şefaatin bulunacağı sabittir. Meselâ Üveys
hakkında Hz. Peygamber "Rebla ve Mudar mensupları kadarkişiye şefaat
eder"[271]İmamlarınız,
şefâatçilerinizdir"[272] vb.
8. Şerh-isadr
(gönlü açmak): Hz. Peygamber hakkında
"Ey Muhammedi Senin gönlünü açmadık mı?[273]
ümmet hakkında da "Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o, Rabbi katından
bir nur üzere olmaz mı?"[274]
buyrulmuştur,
9. Sevgiye
mazhariyet: Hz. Peygamber Allah'ın
sev-
gilisidir. Bu husus hadisle
sabittir. Hadis şöyle: Bir grup sahâbî kendi aralarında müzakere ediyorlardı.
Biri: "Şaşılacak şey! Allah, yaratıklarından kendisi için dost (halil)
edinmiştir" dedi. Bir diğeri: "Musa'nın kelâmından daha şaşılacak ne
olabilir? Zira onunla Allah konuşmuştur" dedi. Bir üçüncüsü: "Ya
İsa! O Allah'ın kelimesi ve ruhudur" dedi. Bir dördüncüsü: "Âdem'e
ne demeli! O Allah'ın seçtiğidir" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
Lonların yanlarına çıktı, selam verdi ve sonra: "Konuşmalarınızı işittim
ve hayretlerinizi gördüm. Evet, Allah İbrahim'i dost edinmiştir. Doğrudur.
Musa Allah'ın sırdaşıdır; onunla konuşmuştur. Doğrudur. îsa Allah'ın ruhudur.
Doğrudur. Âdem, Allah tarafından seçilmiştir (safiyy). Bunlar hep doğrudur.
Ancak dikkat edin, ben ise Allah'ın sevgilisiyim. Bunu Öğünmek için
söylemiyorum. Kıyamet gününde hamd sancağını ben taşıyacağım. Bunu öğünmek için
söylemiyorum. İlk şefaat eden ve şefaati ilk kabul edilecek olan benim. Bunu
Öğünmek için söylemiyorum. Cennetin kapısını ilk çalacak olan benim ve Allah
onu benim için açacak ve yanımda fakir müminler olduğu halde beni oraya
koyacak. Bunu öğünmek için söylemiyorum. Ben şimdiye kadar geçenlerin de,
bundan sonra geleceklerin de en şereflisiyim. Bunu Öğünmek için söylemiyorum.[275]
Ümmeti hakkında ise
".. .Allah, sevdiği ve onların da O'nu sevdiği ... bir millet
getirecektir"[276]
buyrulmuştur.
10. Yukarıdaki hadiste Hz. Peygamber'in cennete girecek
ilk kişi olduğu, ümmetinin de aynı şekilde oraya girecekilk ümmet
olduğu belirtilmiştir.
ll. YineaymhadisteHz. Peygamber'in şimdiyekadar geçenlerin
de, bundan sonra geleceklerin de en şereflisi olduğu belirtilmiştir. Ümmeti
hakkında da "Siz, insanlar için ortaya çıkarılan... en hayırlı bir
ümmetsiniz"[277]
buyrulmuştur.
12. Hz. Peygamber ümmeti üzerine şahit kılınmıştır.
Böylece, diğer peygamberlere nasip olmayan bir ayrıcalık kazanmıştır.[278]Kur'ân-ı
Kerim'de şöyle buyrulur: "Böylece sizi insanlara şahit ne Örnek olmanız
için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahit ve
örnektir."[279]
13. Harikulade
olayların bulunması: Hz. Peygamber
hakkıda mucize ve kerametler bulunmaktadır. Ümmetine
ise, kerametler verilmiştir. Bu konuda, bir velînin, kendi veliliğini
ispat için keramet ile meydan okuması caiz midir, değil midir? konusunda
ihtilaf edilmiştir. İşlemekte olduğumuz esas, bunun caiz olacağına bir tanıktır. İnşallah bu konu ileride
gelecektir.
14. Daha önceki
kitaplarda Allah'a karşı övgücü olma ve benzeri güzel meziyetlerle anılmış
olma: Kur'ân'da Hz. Peygamber
hakkında "Ben (İsa), benden sonra gelecek ve adı Ahmed [280]
olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.[281]
buyrulmuş, ümmetine de "hammâdîn" çok övgüde bulunanlar) ismi
verilmiştir.
15. Ümmî[282] olmakla birlikte
ilim sahibi olma[283]: "Ümmîler arasından, kendilerine âyetlerini
okuyan, onları arıtan, onlara Ki-tab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber
gönderen O'dur[284]
"De ki: Ey insanlar! Doğrusu ben Allah'ın hepiniz için gönderdiği
peygamberiyim. Allah'a ve okuyup yazması olmayan, haber getiren peygamberine
inanın.[285]buyrulur. Hadiste
de:"Biz ümmî bir ümmetiz;hesap kitap bilmeyiz.[286]
buyrulmuştur.
16. Meleklerle
konuşma: Bu durum Hz. Peygamber
hakkında gayet açıktır.
Ashaptan bazısı hakkında da, meleklerle konuşur oldukları nakledilmiştir.
Meselâ İmrân b. Husayn gibi. Aynı şey Allah'ın velî kullarından da
nakledilmektedir.
17. Sorguya
çekmeden önce affa mazhar olma: Hz.
Peygamber hakkında Yüce Allah "Allah seni affetti; onlara niçin izin
verdin?"[287]buyururken, ümmeti
hakkında da "And ahun ki, Allah size verdiği sözde durdu. O'nun izniyle
kâfirleri kırıp biçiyordunuz, ama Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten
sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz.. .And olsun ki O sizi
bağışladı[288] buyurmaktadır.
18. Şanı yüceltme: Yüce Allah Hz. Peygamber hak-' kında "Senin
şanını yüceltmedik mi?"[289]buyurur.
Bundan maksat, ke-lime-i tevhide ve ezana Hz. Peygamber'in ismini kendi ismiyle
birlikte koymuş olmasıdır, denilmiştir. Böylece Hz. Peygamber'in ismi, yüceltilmiş
ve saygı görmüş oldu. Ümmet hakkında da gerek Kur'ân'da ve gerekse daha önceki
kitaplarda pek çok yerde övgü ile bahiste bulunulmuştur. Bir hadiste Hz.
Musa'nın, Hz. Muhammed'in ümmetine ait övgüler vo onları yücelten ifadeler
görünce: "Allah'ım! Beni Muham-med ümmetinden kıl"[290]
diye dua ettiği bildirilmiştir.
19. Onlara
düşmanlık Allah'a düşmanlık, onlara
dostluk Allah'a dostluk kabul edilmiştir; Yüce Allah "Allah'ı ve
Peygamberini incitenlere, Allah, dünyada da, âhirette de lanet eder"[291]
buyurur. Hadislerde de "Kim bana eziyet ederse, Allah'a eziyet etmiş olur[292]
"Kim benim bir velî kuluma eziyet ederse, o bana açıktan harp açmış
olur"[293] buyrulur. Başka bir
âyette "Kim peygamber'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur"[294]
buyrulur. Bunun muhalif mufhumu, kim peygambere itaat etmezse Allah'a itaat
etmemiş olur, şeklindedir.
20. Seçme: Yüce Allah peygamberler hakkında "Babalarından,
soylarından,
kardeşlerinden bir kısmını seçtik ve onları doğru yola eriştirdik..."[295]buyurmakta,
ümmet hakkında da "O sizi seçmiş, atanız ibrahim'in yolu olan dinde sizin
için bir zorluk kılmamıştır" [296]buyurmuştur.
Hadiste de Hz. Peygamber'in bütün insanlar içerisinde "Mustafâ" yani
seçilmiş olduğu bildirilmiştir.[297]
Ümmet hakkında da "Sonra bu Kitab'ı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere
miras bırakmı-şızdır..."[298]buyrulur.
21. Allah'tan
selâma nail olma: Birçok hadiste,
Allah'tan Peygamberine selam geldiği belirtilmiştir. Yüce Allah
"EyMuhammed de ki: Hamd Allah'a mahsustur, seçtiği kullarına selâm olsun[299]"Ey
Muhammedi Âyetlerimize inananlar sana gelince: 'Size selâm olsun.' de[300]
şeklinde buyurur. Cibril Hz.
Peygamber'e Hz. Hatice hakkında:
"Ona Rabbinden ve benden selâm söyle" demiştir.[301]
22. İnsanın
yaratılışında bulunan zaaflar sebebiyle kayma ve sapma beklentilerine karşı
koruyucu olma, onlara sebat verme:
Hz. Peygamber hakkında "Sana sebat vermemiş olsaydık, and olsun ki, az da
olsa onlara meyledecektin"[302]
ümmet hakkında da "Allah inananlara, dünya hayatında da âhirette de, o
sabit sözlerinde, daima sebat ihsan eder"[303]
buyrulur.
23. Minnetsiz
ihsanda bulunmak: Hz. Peygamber
hakkında "Doğrusu sana minnetsiz bir ecir vardır[304]
ümmethakkın-da da "Onlara minnetsiz ecir vardır"[305]buyrulmuştur.
24.
Kur'ân'ınkolaylaştırılması:Hz.Peygamber
hakkında "Ey Muhammedi Cebrail sana Kur'ân okurken, unutmamak için acele
edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle. Doğrusu o vahyo-lunanı kalbine
yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz
zaman onun okumasını dinle. Sonra onu açıklamak bizedüşer"[306]İbn
Abbasbu âyetleri meale yansıtıldığı gibi; "Sonra onu açıklamak bize
düşer" kısmını da "Onu senin dilinden açıklamak bize düşer"
şeklinde açıklamıştır. Ümmet hakkında da "And olsun ki, Kur'ân'ı, öğüt
olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?" [307]
buyrulur.
25. Namaz
içerisinde, onlara selâm vermenin meşruluğu:
Namazda tahiyyât
(teşehhüd) okurken "Ey Peygamber! Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi
senin üzerine olsun. Selâm, bize ve Allah'ın 1257] tüm sâlih kulları üzerine olsun..."
denilmektedir.
26. Yüce Allah, Peygamberini, raûf, rahîm gibi kendi
isimleriyle isimlendirdiği gibi, ümmeti de mü'min, habîr, alîm, hakîm gibi
isimleriyle isimlendirmiştir.
27. Allah onlara da
itaat edilmesini emretmiştir:
"Ey
inanananlar! Allah'a itaat
edin, Peygambere ve sizden olan buyruk sahiplerine de (ulu'l-emr) itaat
edin."[308] Âyette geçen
"ulu'l-emr" den maksat yöneticiler ve âlimlerdir. Hadiste de
"Kim benim emîrime itaat ederse, bana itaat etmiş olur[309]
buyrulur. Âyette de: "Kim peygambere itaat ederse, o Allah'a itaat etmiş
olur" [310] buyrulmaktadır.
28. Şefkat ve
merhamet ifade eden bir hitaba mazhariyet:
Hz. Peygamber
hakkında: "TâHâ. Ey Muhammedi Kur'ân'ı sana, sıkıntıya düşesin diye
indirmedik.[311] "Onunla insanları
uyarman ve inananlara öğüt vermen için kalbine bir darlık gelmesin[312]
"Ey Muhammedi Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret; doğrusu sen
Bizim nezaretimiz altındasın"[313]
buyrulur. Ümmet hakkında da: "Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi
arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister[314]
"Allah size kolaylık ister, zorluk istemez[315]
'Allah sizden yükü hafifletmek ister; insan zayıf yaratılmıştır"[316].
..Haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz ki size merhamet eder"[317]buyrulur.
29. Hidâyete
erdikten sonra sapıklığa düşmekten korunmuş olma ve benzeri ilâhî koruma
altına alınma: Yüce Allah,
Peygamberini her türlü hatalardan korumuştur. Ümmet hakkında isehadiste
"Ümmetim hata üzerine birleşmez[318]
"Allah'ıgözet;Allah
da seni gözetsin"[319]
buyrulmuştur. Âyette de "İblis: 'Senin kudretine and olsun ki, onlardan,
sana içten bağlı olan kulların bir yana, hepsini azdıracağım', dedi" [320]buyrulur.
Bu âyeti "Ümmetim hata üzerine birleşmezler" hadisi ile
"Vallahi, ben sizin hakkınızda arkamdan şirke tekrar döneceğinizden asla
endişe etmiyorum; ancak bütün endişem kendinizi dünyalık yarışına
kaptırmanızda.[321]hadisleri
açıklamaktadır.[322]
30. Peygamberlere
imamlık yapma şerefi: İsrâ (Mi'râc)
hadisinde Hz. Peygamber'in diğer peygamberlere imamlık yaptığı belirtilir ve
şöyle buyrulur: "Kendimi peygamberlerden bir topluluk içerisinde gördüm.
Namaz vaktigeldi ve ben onlara imamlık yaptım.[323]Hz.
İsa'nın kıyamet öncesinde yeryüzüne inişiyle ilgili hadişte ise: "Bu
ümmetin imamı kendisindendir. O (İsa), ümmetin imamına uymuş olarak namaz
kılacaktır" buyrulur.[324]
Şeriatı inceleyen
kimseler, ümmetin Peygamberinden pek çok hayır ve bereket aldığına, Allah'tan
hibe edilmiş ya dakendince kazanmış olduğu hal ve vasıfları ondan tevarüs
ettiğine delâlet edecek bu türden pek çok şey bulur. Bu şereften dolayı Allah'a
sonsuz övgüler olgun.
Fasıl:
Bu esas üzerine bazı
kaideler kurulur:
1) Bu ümmete verilmiş olan her türlü meziyetler,
kerametler, keşifler, teyidler vb. sadece Hz. Peygamber'in nübüvvet nurundan
alınmış olmaktadır ve bunlar ona uymanın ölçüsündedir. Hiçbir kimse, onun
peygamberliği vasıta olmadan bir hayır elde etmiş olduğunu zannetmesin. Bu
mümkün değildir; o herkesin aydınlandığı, etrafa ışık saçan bir nur kaynağıdır;
herkesin kendisiyle yolunu doğrulttuğu en yüce alemdir.
İtiraz: Birileri çıkarak şöyle diyebilir: Bazı
fevkalâdelikler vardır ki ümmet elinde ortaya çıkmış iken, Hz. Peygamber'in
elinde zuhur etmemiştir. Özellikle de
bazılarına has bulunan meziyetler gibi. Meselâ, şeytan, Hz. Peygamber'e
namazında sataşmış, onunla çekiş-miştir. Buna rağmen o Hz. Ömer'i görünce
kaçardı. Nitekim Hz. Ömer hakkında Hz. Peygamber "Sen bir yola girsen,
mutlaka şeytan (yön değiştirir ve seninle karşılaşmamak için) başka bir yola
girer"[325] buyurmuştur. Hz. Osman
hakkında da "gökteki meleklerin ondan haya edeceğini"[326]
bildirmiştir. Bu gibi özellikler bizzat kendisi hakkında ise gelmemiştir. Üseyd
b. Hudayr ile Abbâd b. Bişr hakkında şöyle nakledilmiştir: "Bu ikisi Hz.
Peygamber'in yanından karanlık bir gecede çıkmışlar; bir de bakmışlar ki
önlerinde bir ışık var. Bu ayrılıncaya kadar devam etmiş; ayrılınca ışık da
beraberlerinde ayrılmış ve her birinin önünde bir ışık olmuş.[327]
Meselâ böyle bir olay Hz. Peygamber hakkında anlatılmamıştır. Sahabeden ve
onlardan sonra gelen nesillerden nakledilen buna benzer daha başka menkıbeler
vardır ki, onlara benzer birşeyin Hz. Peygamber'den sadır olduğu
nakle-dilmemiştir.
Cevap: Velilerden, âlimlerden şimdiye dek nakledilmiş ve bundan
sonra kıyamete kadar nakledilecek olan ne kadar haller, harikuladelikler,
ilimler ve mazhariyetler vb. varsa, bunların hepsi Hz. Peygamber'den
nakledilmiş bulunan küllîyyâtın altına giren cüzî ve fertlerdir. Şu kadar var
ki, bazen cinsin fertleri ve küllinin cüzîleri; küllî, külli olması açısından
onlarla nitelenmese bile, cüzî olmaları açısından cüzîye uygun niteliklerle
nitelenirler. Bu durum, cüzînin, külliden daha üstün olduğunu göstermediği
gibi, cüzîde bulunan şeyin küllî ile bir alâkası olmadığını da göstermez. Nasıl
olabilir ki, cüzî ancak cüzî ile küllî olabilir. Zira cüzî, küllinin hakikatindendir
ve onun mahiyetinde dahil bulunmaktadır. Ümmette zahir olan sıfatlar da aynı
şekilde mutlaka Hz. Peygamber cihetinden ortaya çıkmaktadır ve bunlar onun
sıfat ve kerametlerinden birer örnek mahiyetindedir.
Bunun doğruluğuna delil
şudur: Bu tür vasıflardan hiçbiri, ancak Hz. Peygamber'e tâbilik ve ona uyma
ölçüsünde ortaya çıkmaktadır. Eğer bu vasıflar, ümmete has ve Hz. Peygamber'den
bağımsız olarak düşünülebilseydi, o zaman tâbiliğin şart olmaması gerekirdi. Bu
husus, az önce Hz. Ömer hakkında geçen misalden açıkça anlaşılır: Şöyle
ki:
Bu misalde zikredilen
özellik, şeytanın kendisinden kaçmasıdır ve bu, şeytanın tuzağına düşmekten ve
onun kendisini günahlara sev-ketmesinden korunmuş olmak demektir. Siz de
bilirsiniz ki, mutlak, kapsamlı ve tam olan korunma, bizzat Hz. Peygamber'in
özelliği olmaktadır. Çünkü o, büyük küçük her türlü günahlardan mutlak surette
ve kapsamlı olarak korunmuş bulunuyor. Bu hususun burada uzun uzadıya
açıklanmasına gerek duymuyoruz. Bu özellik karşısında Hz, Ömer'in sahip olduğu
meziyet ancak denizden bir damla mesabesinde kalmaktadır.
Yine, şeytanın
insandan kaçması ya da ondan uzak olması, ondan korunmak mânâsına gelir ve
başka bir meziyet içermez. Aynı konuda Hz. Peygamber'in sahip olduğu meziyeti
ise artıran özellikler vardır:
(1) Yüce Allah, Hz. Peygamber'i şeytan üzerinde egemen
kılmış; bunun neticesinde Hz. Peygamber, şeytanı mescidin direğine bağlamaya
teşebbüs etmiş, fakat sonra Süleyman'ın "Rabhim! Beni bağışla, bana benden
sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver"[328]şeklindeki
duasını hatırlayınca bu düşüncesinden vazgeçmiştir.[329] Hz.
Ömer'in böyle birşeye kadir olması mümkün değildir.
(2) Hz. Peygamber, gerek kendisi ve gerekse Hz. Ömer'le
ilgili durumun farkındadır. Hz. Ömer ise işin farkında değildir.
(3) Hz. Peygamber, şeytan kendisine yalan da olsa onun
vesveselerinden emindir; Hz. Ömer ise, şeytan uzak da olsa onun vesveselerinden
emin değildir.
Hz. Osman ile ilgili
menkıbeye (yani meleklerin kendisinden haya etmesine) gelince; Hz. Peygamber'den bü habere ters düşecek bir
şey rivayet edilmiş değildir. Aksine biz diyoruz ki, Hz. Peygamber haya
konusunda kendi durumunu bildirmemiş olsa bile Hz. Osman'dan daha ileri bir
noktadadır. Birşeyi zikretmemek, onun yokluğunu gerektirmez. Hem sonra, Hz.
Osman, bu özelliği kendisinde bulunan aşın utanma duygusu neticesinde elde
etmişti. Haya konusunda Hz. Peygamber herkesten daha Önce idi; hatta o, duvağı
açılmamış bakire bir kızdan daha çok haya sahibi idi. Sözkonusu meziyetin çıkış
yeri haya olduğuna göre, onu en üst düzeyde kendisinde bulunduran kimse olarak
Hz. Peygamber'in o meziyete de en üst düzeyde sahip olması tabiîdir. Benzer bir
izah, Üseyd ve arkadaşı için de geçerlidir: Onların Önünde bir ışık peyda
olmasından maksat, geceleyin karanlıkta kolaylıkla yürüyebilmek için yolu
aydınlatmaktır. Hz. Pey-gamber'e gelince, karanlık onun görmesini engellemiyordu;
aksine o, karanlıkta da aynen aydınlıkta gördüğü gibi görüyordu. Dahası, gece
karanlığından daha kesif bulunan engeller dahi onun görmesini engellemiyor,
dolayısıyla önündekini gördüğü gibi arkasm-dakini de görüyordu. Bu daha da
büyük birşey; çünkü burada fevkalâdelik görünen şeyde değil, bizzat görmenin
kendisindedir. Kaldı ki, bütün bunlar Hz. Peygamber'in ümmeti içerisinde kendi
hayatında yahut da daha sonra ortaya çıkmış mucize ve kerametlerinden
olmaktadır.
Bu konuda asıl olarak
alınması gereken şey işte bu anlattıkları-imzdır ve bu gibi harikuladeliklerin
O'nun cihetinden geldiğini kabullenmektir. Belki, konu üzerinde duran kimse
için, ilk plânda durum problem arzeder gibi görünebilir; ama Allah'ın izniyle
bu hususta herhangi bir problem yoktur. Bu konuda yani meziyetin en üstünlüğü
gerektirmeyeceği hususunda Karâffnin sözlerine bakılabilir.[330]
Fasıl:
Bu esastan çıkarılacak
kaidelerden bir diğeri de şudur: Bir kimsenin göstermiş olduğu harikuladeliğe
bakılır. Eğer onun, Hz. Peygamber'in mucize ve kerametlerinden bir dayanağı
varsa tamam, o gerçek bir keramettir; onlardan bir dayanağı yoksa, ilk bakışta
keramet gibi gözükse bile o, gerçek bir keramet değildir Zira insan elinde
gerçekleşen her harikuladelik her zaman için keramet olmayabilir; onlardan
keramet olanlar olabileceği gibi, öyle olmayanlar da bulunabilir.
Bunu bir misalle
açıklayabiliriz: Bütün himmet ve gayretlerini astroloji ve yıldız fallarına
vermiş kimselerden, normalin üstünde diye nitelenebilecek fiiller sadır
olabilmektedir. Oysa ki bütün bunlar, hak ile ilgisi olmayan katmerli
çirkeflerdir ve onların doğruluğuna delâlet edecek bir şer'i dayanak
bulunmamaktadır. Hz. Peygamber'in kerametleri arasında bunlara asıl olabilecek
birşey mevcut değildir. Zira bunların yaptıkları eğer, özel bir dua ile
oluyorsa, Hz. Peygamber'in duası onların yaptığı nisbet ve şekilde olmamıştır.
O, hiçbir zaman yıldızlara itimat etmemiş, onların uğur getirmesi ya da
bahtsızlığı defetmesi gibi bir talepte bulunmamış; aksine devamlı herşeyin
kendisine döneceği ve yalnız kendisine sığınılacak olan Allah'a itimat etme yollarını
araştırmış; yıldızlara istinat etmeyi yasaklayarak onlara iltifat etmemiştir.
Bir kudsîhadiste şöyle buyralur: "Allah:Kullarımdan kimi mü'min, kimi de
kâfir olarak sabahladı. ... Kim falan ve falan yıldızın doğması veya
batmasıyla yağmura kavuştuk dediyse, o da beni inkâr, yıldıza iman etmiştir,
buyurdu."[331]Gerçi
Hz. Peygamber'in (eşref) dua için vakit kolladığı,veya kollanması için çağında
bulunduğu sabitse de, bunlar astrolojik düşüncelerden tamamen uzak gerekçelere
bağlıdır. "Tenezzül"[332]
hadisi, günün iki ucunda meleklerin (devirteslim için) bir araya geldiklerini
bildirenhadis ile benzerlerinde olduğu gibi. Duâ da aynı şekilde bir ibadettir
ve onda da ziyadelik ve noksanlık yapılamaz. Yani astroloji ile uğraşanların
yaptıkları şekiller ve tekellüf altına girdikleri tavırlar daha önceden
şeriatta benzeri görülmemiş şeylerdir. Yapılan dualar da aynı şekilde, ne önce
ne sonra; ne Hz. Peygamber'in ne de selef-i sâlih'in dualarında bir dayanağı
olmayan şeylerdir. Onların dikkate aldıkları şeyler sadece felsefecilerle aynı
paralelde düşünceye sahip kimselerin iddia ettikleri hurûfîîik olmaktadır.
Eğer onların yaptıkları şeyler duadan başka birşey ile yapılıyorsa, mesela
bütün himmet ve gayretin bir noktaya teksif edilerek (terkız-i zihin,
konsantrasyon) neticeye varılmaya çalışılıyorsa; böyle birşey naklen sabit
değildir ve şer'î bir dayanaktan yoksundur. Onların bütün dayanakları şer'î
değil, felsefîdir ve hükmî bir haldir. Bu durumda, harikulade bir durum
meydana gelmiş olsa bile, onun sıhhatine dair bir delil bulunmamaktadır. Hem
sonra bunlar, zahiren öldürme ve yaralama suretiyle tesirlerini bir başkasına
sirayet de ettirebilirler; hatta sihir ve nazar ile bunlara ulaşılabilir ve bu
onun doğruluğuna bir şahit olmaz. Aksine o tamamen bâtıl ve sırf bir
taşkınlıktır. Bu konu, sıradan (avam) insanların ve pek çok aydın kimselerin
yanıldıkları bir konu olmaktadır; bu itibarla üzerinde dikkatle durulmalıdır.
Fasıl:
Hz. Peygamber'in,
gerçek firâset, doğru ilham, açık keşif, sâdık rüya gibi harikuladeliklerin
gereği ile olmak üzere sakındırmada, müjdelemede, korkutmada ve teşvikte
bulunduğu sabittir.[333]Bu
durumda, bu Özelliklerden birine sahip olan bir kimsenin de aynı şekilde
davranması doğru bir davranış olacak; yaptığı iş meşruiyet dairesi dışında
kalmış olmayacaktır. Ancak, gerekli şarta uymuş olması gerekecektir. Bu hususa
delil olarak, daha önce arzedilenlere ek olarak şu iki durumu verebiliriz:
(1)
Hz. Peygamber bunun
gereği ile olmak üzere emir, yasak, sakındırma, müjdeleme ve irşad yoluyla
amelde bulunmuştur. Bunu yaparken de, bu hususun kendisine ait bir özellik
olduğunu, ümmetinin böyle bir hususiyeti bulunmadığını bildirmemiştir. Bu da,
bu konuda ümmetin de aynı hükümde olduğunu gösterir. Aynen, kendisinden sadır
olan ve sadece kendisine has olduğuna dair bir delil bulunmayan diğer bütün
davranışlarında olduğu gibi, bu konuda da durum aynı olacaktır. Buna delil
olarak, ümmetine yönelik olarak vermiş oldukları müjdeleri yeterlidir.
Bunlardan beklenen amaç sadece, hayırlı amellere atılmayı ve kötü işlerden de
geri durmayı temin için müjdeleme ve korkutma olmaktadır.
Örnek olmak üzere
şunları arzedebiliriz: Abdullah b. Ömer rüyasında iki melek görmüş ve onlar
"Namazı da çok kılsan, ne iyi adamsın, sen!" demişler. (Bunu
Abdullah, Hafsa'ya anlatmış, Hafsa da Peygamberimize anlatmış ve) o "Eğer
çokça gece namazı kılsa, Abdullah gerçekten sâlih bir kuldur" buyurmuş.
Râvi TNâfî), bundan böyle Abdullah'ın çokça gece namazı kılmaya devam ettiğini
söylemiştir.[334] Hz. Peygamber Ebu Zere:
"Gerçek şu ki, ben seni zayıf görüyorum ve ben şüphesiz ki kendim için
sevdiğimi senin için de severim. Sakın ola ki, iki kişi (de olsa) onların
başınageçme, yetim malı idaresini üzerine alma"[335]
buyurmuştur. Salebe b. Hâtıb, kendisine Allah'ın çok mal vermesi için dua
etmesi ricasında bulunduğu zaman, "Şükrünü eda ettiğin az mal, şükrünü
eda edemeyeceğin çok maldandahaha-yırlıdır"[336]buyurmuşlardır.
Enes hakkında ise, "Allah'ım! Onun malını ve evladım çoğalt"[337]
buyurmuşlardır.[338] Hz.
Peygamber, çeşitli [2(55] insanlara,
kendilerinde bulunan firasete itimatla onlar için en üstün olan amelin ne
olduğuna dair rehberlikte bulunmuştur. (Gayba vâkıf olma esası üzerine
buyurdukları da olmuştur.) Bu cümleden olmak üzere[339]
"Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah fethi onun elinde
müyesser kılacaktır" buyurmuş ve
ertesi günü sancağı Hz. Ali'ye vermiş; Allah da fethi onun elinde nasip
etmiştir.[340] Osman b. Af-fanhakkmda
da: "Umulur ki, Allah sana bir gömlek giydirecektir; eğer onu çıkarmanı
senden isterlerse, onu çıkarma"[341]
buyurmuştur. Bu örneklerde, faydalı tavsiyelerini gayba vukûfiyeti üzerine
bina etmiştir. Onların saçaklı ya3'gıları olacağım,[342]
herbirinin sabah bir takım akşam ayrı bir takım elbise giyeceklerini, önlerine
bir tabağın konulup öbürünün kaldırılacağını bildirmiş ve hadisin sonunda da:
"Bugünkü halinizle siz, o gününüzden daha hayırlısınız" buyurmuşlardır[343]
Muâviye'nin saltanatından bahsetmiş ve kendisine öğütte bulunmuştur.[344]Ammar'm
âsî bir topluluk tarafından öldürüleceğini bildirmiştir.[345]
Namazı vaktinden geri bırakacak emirlerin geleceğinden bahsetmiş ve sonra bu
gibi durumlar karşısında nasıl yapacaklarını tavsiye etmiştir,[346]
Kendisinden sonra, başkalarının ashaba tercih edileceği bir zamanla
karşılaşacaklarım ve (havuzda kendisiyle karşılaşıncaya kadar) sabırlı
olmalarını salık vermiştir.[347] Bu
ve benzeri daha sayılamayacak kadar pek çok gayıptan bildirilmiş haber vardır
ki, bunlar sayesinde imanlar pekişmiş, tasdik artmış, uyarma, müjdeleme vb.
gibi faydalar gerçekleşmiştir,
(2)
Ashap da, bu gibi
firâset, keşf, ilham ve uykuda bildirme gibi yollarla amelde bulunagelmiştir.
Hz. Ebu Bekir'in: "Şüphesiz onlar iki erkek iki de kız
kardeşlerindir"[348]
sözü, Hz. Ömer'in minberde "Ya Sariye! Dağa! Dağa!" diye[349]
keşf yoluyla nasihatta bulunması; insanlara kıssa anlatmak isteyen bir kimseye
"Korkarım, Süreyya'ya ulaşacak kadar şişersin" diyerek ona bu işi
yasaklaması; rüyasını anlatan ve ay ile güneşin birbiriyle savaştıklarını
gördüğünü söyleyen kimseye: "Sen hangisiyle beraberdin?" diye sorması
onun da "Ay ile" diye cevap verince: "Sen mahvedilmiş âyetle[350]
beraberdin; asla bir iş üstlenemezsin" demesi gibi,
Selef-i salihten ve
ondan sonra gelen nesillerdeki âlimlerden ve velilerden Allah bizleri onlardan
istifadeye muvaffak kılsın. bu türden nakledilebilecek pek çok şey vardır.
Ancak burada, bu tür şeylerin
gerekleriyle amel edebilmek için aranan şart üzerinde durmamız gerekmektedir ve
bu konu sözü uzatmamızı gerektirecektir. O yüzden de ayrı bir mesele olarak
ele alacağız: [351]
Yukarıda belirtilen
keşif vb. gibi şeylerin dikkate alınıp, onlarla amel edilebilmesi için mutlaka
şer'î bir hüküm ya da dînî bir kaideye ters düşmemesi gerekmektedir. Dînî bir
kaide ya da şer'î bir hükmü ihlâl eden birşey haddizatında hak olan birşey değildir;
o ya hayaldir ya vehimdir ya da şeytanın ilkâsı (telkini) olmaktadır. Bunlar
bazen içerisinde haktan unsur da taşıyabilir; bazen de haktan hiçbir şey
taşımaz. Bu durumda bunların dikkate alınması doğru değildir; çünkü ser'an
sabit bulunan bir esasa ters düşmektedir. Şöyle ki:Hz. Peygam-ber'in getirmiş
bulunduğu şeriatbundan önceki meselede de geçtiği gibi geneldir, özel değildir.
Onun esasları bozulamaz ve onun bidüziyeliği ortadan kaldırılamaz; onun
hükümleri altına girmeyen bir mükellefin olması düşünülemez. Durum böyle
olunca, şu anda Üzerinde durduğumuz kabilden olan ve şeriat tarafından konulmuş
bulunan esaslara ters düşen herşey sakat ve bâtıl olacaktır.
Buna verilecek
misallerden biri İbn Rüşd'e sorulan şöyle bir sorudur: Bir hâkim, kendisine gelen
bir dâvada, adâletleriyle bilinen iki şahidin şehâdette bulunmasından sonra,
rüyasında Hz. Peygamberin kendisine "Bu şahitlikle hüküm verme; çünkü o
bâtıldır" dediğini görür. Bu durumda ne yapacaktır?
İşte böylesi bir rüya,
ne bir emir ve yasak; ne müjdeleme ve korkutma konusunda dikkate
alınmayacaktır; çünkü şer'î kaidelerden birisiyle ters düşmekte ve şer'î bir
hükmü ihlale uğratmaktadır. Bu türden olan diğer örneklerde de durum aynıdır,
"Hz. Ebu Bekir, bir adam öldükten sonra, görülen bir rüya üzerine onun
vasiyetini yerine getirmiştir" şeklinde yapılan rivayetözel bir
uygulamadır ve çeşitli ihtimalleri taşıdığı için genel bir kaideyi bozabilecek
güçte değildir. Çünkü bu uygulamanın muhtemelen vârislerin, rızası üzerine
gerçekleştirilmiş olması mümkündür ve böylece şer'î bir aslın ihlale uğraması
sözkomısu olmayacaktır.
Buna göre, bir kimse
mükâşefe yoluyla belli bir suyun gasbedil-miş ya da necis olduğunu, ya da şu
şahidin yalancı olduğunu veya A'nın delil ikame ederek elde ettiği malın
aslında B'ye ait olduğunu.., vb. anlasa, açık bir gerekçe (sebep) olmadığı
sürece, bu mükâşefe doğrultusunda amel etmesi doğru olmayacaktır; dolayısıyla
böyle bir durumda asla su yok farzedilerek teyemmüm alınamayacak; şahidin
şehâdeti reddedilemeyecek, o malın B'ye ait olduğuna hükmedil eme-yecektir.
Çünkü zahirde şeriatın getirdiği kurallar gereğince başka hükümler sabittir ve
bu hükümler sadece mükâşefe veya firaset gibi şeylere dayanılarak terkedilemez.
Nitekim aynı şekilde uykuda görülen rüyaya da itimat edilemez. Eğer bunlar
caiz olacak olsaydı, o takdirde zahirle hükmetme gerekçelerinin bulunmasına
rağmen şer'î hükümlerin bunlarla bozulması[352]
caiz olurdu. Böyle bir netice asla sahih değildir; dolayısıyla işlemekte
olduğumuz konuda da durum aynı olacaktır.Sahîh'te şöyle gelmiştir: "Siz
davalarınızı bana getiriyorsunuz ve huzurumda muhakeme oluyorsunuz. Belki
içinizden bazıları kendisini daha İyi savunuyor ve ben de sonuçta işittiğim
doğrultusunda (zahire göre) hükmediyorum..[353] Hz.
Peygamber bu hadislerinde hükmü, işitilen şeylerin gereğine ve diğer şeylerin
terkine bağlamıştır. Hz. Peygamber, kendisine arzediîen hükümlerin pek çoğunun
aslına vakıf bulunuyor; onların haklıya da haksız olduklarını biliyordu. Buna
rağmen o, ancak ve ancak duyduğuna göre hükümde bulunuyor; bilgisi
doğrultusunda hüküm vermiyordu. Bu husus, hâkimin kendi bilgisiyle (sübjektif
olarak) hükümde bulunmasının yasaklanmasına bir dayanak olmaktadır.
İmam Mâlik,
kendisinden meşhur olarak nakledilen görüşüne göre, hâkimin, huzurunda kesin
olarak yalancı oldukları bilinmeyen âdil şahitlerin şehadette bulunması
durumunda, kendi bilgisi aksine de olsa hüküm vermek zorunda olduğunu
belirtmiştir. Çünkü, onların şehâdetleri gereği hükümde bulunmazsa, kendi
bilgisiyle hükmetmiş olacaktır. Hâkimin bu bilgisi başka başka şeylerin de
karışabileceği harikuladeliklerden değil, hiç kuşku içermeyen âdetlerden
çıkarılmıştır. Hâkimin kendi bilgisine dayanarak hükümde bulunabileceği görüşünde
olanlar[354] da, nihayet görüşlerini
yine harikuladeliklerden değil, âdetlerden elde edilen bir bilgi üzerine
kurmaktadırlar. Bu yüzden Hz. Peygamber, kendisi en büyük hüccet olduğu halde,
şahsî bilgisine dayanarak hüküm
vermede bulunmamıştır[355]
İbnu'l-Arabî, Mâliki imam Şâşfnin, Bağdad'da kâdılkudât[356]iken,
İyas b. Muâvi-ye'nin kadılık yaptığı günlerdeki tutumu gibi, fîrasetle hükümde
bulunur olduğunu nakletmiş ve üstadı Fahru'l-İslâm Ebu Bekir eş-Şâşî'nin ona
reddiye olmak üzere bir cüz (risale) yazdığını söylemiştir.
O böyle diyor. Vakıa,
eğer o başka hüccet vb. aramadan mutlak olarak fîraset ile hükmediyordu idiyse,
elbetteki bu tutumu reddedilmeye lâyıktır.
İtiraz; Bu vardığınız sonuç iki açıdan müşkil gözüküyor:
(1)
Mükâşefe ve keramet
sahibi kimselerden sizin bu dediğinizin aksi doğrultusunda nakiller vardır. Bazı
kimseler, keşfe ya da alışılmış olmayan bilgi edinme yollarına dayanarak, dış
görünüşü itibarıyla he-laî olan birçok şeyden geri durmuşlardır. Baksanız a,
İmam Şiblî,
helâlden başka bir şey
yememeye azmetmişti ve badiyede bir incir ağacı gördü; ondan yemek istedi.
Bunun üzerine ağaç hemen dile gelerek: "Benden yeme, çünkü ben bir
yahudîye aidim" dedi.[357]Abbas
b. el-Mühtedî de bir kadınla evlenmişti. Gerdek gecesi, pişmanlık duydu; kadına
yaklaşmak istediğinde engellendiğini hissetti. Bunun üzerine ondan vazgeçti ve
dışarı çıktı. Üç gün sonra kadının kocası olduğu ortaya çıktı. Aynı şekilde
kendilerinde, normal ya da normalin üstünde, yediklerinin helal olup olmadığına
dair bir alâmet taşıyan kimselerin durumu da böyledir. Meselâ el-Hâris
el-Muhâsibî'nin parmaklarından birinde bir damar vardı ki, bu damar elini
şüpheli bir şeye uzattığında derhal hareket ederdi. O da o şeyden elini
çekerdi.
Bunun dayanağını da
Ebu Hureyre ve daha başkalarından rivayet edilen zehirlenmiş koyunla ilgili
hadis teşkil eder. Bu hadiste: "Ondan Hz, Peygamber ve diğerleri yedi. Hz.
Peygamber: 'Elinizi ondan çekin; çünkü o (koyun) bana kendisinin zehirlenmiş
olduğunu bildirdi. ' buyurdu. Etten yiyen Bişr b. el-Berâ öldü..[358] Hz.
Peygamber, burada davranışını (koyun budunun lisan-ı hal ile ifade ettiği) sözü
üzerine bina etmiş ve hem kendisi onu yemekten geri durmuş, hem de ashabına
orıdan yememelerini emretmişti. Hem sonra bu, bizden öncekilerin şeriatına da
uygun düşmektedir. Zaten bizden öncekilerin şeriatı, eğer bizim şeriatımızda
naklediliyor ve neshedildiği de bildiril-miyorsa, bizim de şeriatımız
olmaktadır. Bu husus bakara (inek) olayında vardır, Bu olayda anlatıldığı
üzere, İsrailoğulları, bir inek boğazlamak[359] ve
onun bir parçasıyla öldürülmüş bulunan birisine vurmakla emredilmişlerdi.
Neticede Allah, onu diriltmiş ve kendisini öldüren kimseyi bildirmişti. Bunun
üzerine de kısasla hükmedilmişti. Yine Kur'ân'da anlatılan ve gemide delik açan
ve çocuğu öldüren Hızır
olayında[360] da
tezimize çok açık delâlet bulunmaktadır. Bunlara benzer, gerek peygamberlerin
mucizelerinde ve gerekse evliyanın kerametlerinde etkin olan bu tür unsurlar
pek çoktur.
(2)
Harikuladelikler,
peygamberler ile veliler için, bize nisbetle alışılmış şeyler gibidir. Nasıl
ki, normal bir şey (delil) bize suyun pis olduğunu ya da gasbedilmiş
bulunduğunu gösterse, bizim ondan geri durmamız gerekiyorsa, burada da durum
aynıdır, Zira gayb âleminden gelen bilgilenme ile, şühûd âleminden gelen
bilgilenme arasında bir fark yoktur. Nitekim, pisliğin suya düştüğünü baş gözü
ile görmek ile gayb gözüyle görmek arasında da fark bulunmamaktadır.
Dolayısıyla hükmün, bunun üzerine bina edildiği gibi, onun üzerine de bina
edilmesi gerekir. Bu ikisi arasım a3rıranîar, doğruya isabetten uzaktırlar.
Cevap: Belirtilen şeyler doğrultusunda amel etmenin doğru
olabileceği ve bunların genelde meşru olan şeyle amel etmek olacağı konusunda
aramızda bir tartışma bulunmamaktadır. Bu netice iki yönden sağlanmaktadır:
(1)
Hz. Peygarober'den
sadır olan şeylere kıyasta bulunmak ve onlara benzeyenleri onlara katmak.
Tabiî bu durumda, bu tür harikuladeliklerin vakıa deliliyle Hz. Peygamber'e has
olduğunun sabit olmaması gerekir. Bu türden olup da sadece Hz. Peygamber'e has
olmaları onların mucize oluşları açısındandır. Bu durumda Hızır olayı, bizim
şeriatımıza göre neshedilmiş olacaktır.[361]
Kaldı ki, bazı âlimler âdetlerden hasıl olan bilgiye dayanarak gemiyi delmek
ve kusurlu hale getirmek şeklinde bir davranışın caiz olacağı görüşündedirler.
Çocuğun Öldürülmesi konusunda ise, asla böyle bir görüşe sahip olmak mümkün
değildir. İki tevilden birisine göre, Bakara (inek boğazlama) olayı da mensuh
bulunmaktadır. Mezhepdeki maktulün (ölürken) "Beni falan öldürdü"
demesi durumunda sözüne itibar edileceği şeklindeki görüşe göre ise âyet muhkem
bulunmaktadır.
(2)
Kıyas yapılamaması
takdiri, iîkkâidenin gereğinin aksine bir durum olmaktadır; zira onlarda carî
olan kıyasla amel etmektir. Kıyas yapma imkânının yokluğunu takdir ettiğimizde
şöyle deriz: Evliyadan nakledilen bu olaylar şer'î bir nassamıistenid
bulunmaktadır. Bu nass da günah demek olan kalbi rahatsız eden şeylerden
(hazâzu'l-kulûb) sakınma talebidir. Kalbi rahatsız eden şeyler sayısız etkenler
sebebiyle meydana gelir ve bunlar içerisine bu tarzdaki şeyler de girer. Hz. Peygamber
bir hadislerinde: "İyilik, nefsin huzur bulduğu şeydir. Kötülük ise,
kalbini tırmalayan şeydir"[362]
buyurmuşlardır. Şu halde, kalbi rahatsız eden şeyleri belli birşeye münhasır
olmaksızın daha geniş manâsıyla tefsir edenlere göre bu (bahis konusu) şer'î
nasslaramüstenid olma dairesinden çıkmış değildir. Bugibişey- [27i] lerin
dikkate alınmasında, şer'î bir kaidenin ihlâlini gerektiren bir durum
bulunmamaktadır. Bizim sözümüz, İbn Rüşd'ün meselesi ile, o türden olan diğer
konularla ilgilidir. Bu durumda, Hızır'ın çocuğu öldürmesi olayını, bizim
şeriatımıza da teşmil etmek ve böyle bir şeyin bizim şeriatımızda da
olabileceğini söylemek asla mümkün olmayacaktır. Omensühbirhükümdür.
Buarzettiğimizhususunizahı şöyle: Eğer bu tür anlatılan hikâyeler, İbn Rüşd'e
sorulan soruda bulunan durum gibi birşey anımsatıyorsa, şeriatın esasları onun
hilafına bulunmaktadır. Çünkü zahire göre hüküm verme esası, özellikle ahkâm
(hükümler) kısmında olmak üzere kesin olmaktadır. Başkası hakkında, itikat
konusuna nisbetle de genel olarak aynı olmaktadır. Çünkü bütün insanların
Efendisi, kendisine vahiy ile bildirilmesine rağmen, münafıklar vb. kimseler
hakkında, işleri zahirdeki görünüşe göre yürütüyor; onların iç hallerini
bilmesine rağmen dış görünüşlerine itibar ediyordu. Bu (yani onun onların
içyüzünü bilmesi) kendisini, onlar hakkında zevahire göre işlem görmesi
hükmünden çıkarmamıştır.
İtiraz: Hz. Peygamber'in bu tutumu, insanların "Muhammed
adamlarını öldürüyor" demelerinden korkması neticesinde böyle olmuştur.
Dolayısıyla illet başka birşey olup, sizin sandığınız şey değildir. Şimdi, bu
illet ortadan kalkınca, hüküm de ortadan kalkacak ve bâtına göre hüküm vermede
bir sakınca kalmayacaktır.
Cevap: Bu, bizim arzettiğimiz şeye en güçlü bir delil
olmaktadır. Çünkü böyle bir kapının açılması, zahire dayanılarak hüküm verme
esasını tümden ortadan kaldırır. Çünkü, zahir bir sebeple öldürülmesi gereken
bir kimsenin durumu hakkında gerekçe gayet açık olarak bulunacaktır. O kişiyi
açık bir sebep olmadan sırf gaybî bir duruma dayanarak öldürmek istemek ise,
zihinleri karıştırabilir ve zevahiri örter. Şeriatta böyle bir kapının
açılmasına imkân verilmemiştir. Meselâ,"Beyyine [363]
davacı (müddet) üzerinedir;yemin ise inkâr edene verdirilir" [364]
prensibine dayalı bulunan dâvalar bahsine bakalım. Bu prensipten hiçbir kimse
istisna edilmemiştir. Hatta Hz. Peygamber'in bizzat kendisi bile, satın almış
olduğu birşeyin karşı tarafça inkâr edilmesi durumunda beyyineye ihtiyaç
duymuş ve "Kim bana şehâdet eder?"
buyurmuştur. Sonunda Huzeyme b. Sabit kendisi lehine şehâdette bulunmuş
ve Allah, onun şahitliğini iki şahidin şehâdeti yerinde kabul etmiştir.[365] Hz.
Peygamber için durum böyle olursa, ümmetin normal fertleri hakkında nasıl
olur? En büyük insan, en güvenilir bir kimseye karşı davacı olsa bile, beyyine
davacı, yemin de inkâr eden kimseye (davalı) verdirilecektir.[366] Bu
da aynı tür ve tarzdandır. Netice olarak şer'î emirler ve yasaklar karşısında
gaybî durumlar dikkate alınmamaktadır. Bu noktadan hareketle evliya ve diğer âlimler,
şeriata ters düşen her türlü keşf ve hitaba itibarda bulunmamışlar; aksine bu
tür şeyleri şeytandan saymışlardır. Bu nokta anlaşılınca, evliyadan nakledilmiş
bulunan hallerle ilgili konularda aşağıdaki gibi yorum mümkün olacaktır.
Zikredilen ağacın
konuşmuş olması, o ağaçtan incirin yenmesini, konuşulan kimseye haram kılacak
şekilde şer'î bir engel değildir. Nitekim, sahrada bir av bulunsa ve av
"Ben sahipliyim" ya da buna benzer birşey dese, yine durum aynı
olacaktır. Şiblî'nin ondan yememesi (haram olduğu için değil) aksine, Allah'a
olan yakînî imam ile yiyeceğe ihtiyaç duymayacağına inandığı için, ya da başka
bir yerde yiyecek bulacağını zannettiği için, ya da daha başka bir sebeple
olabilir. Bu türden nakledilen diğer örneklerde de durum aynıdır. Yahut şöyîe
deriz: O şeyi yemesi kendisine mubahtı; ancak bu alâmetten dolayı onu yemeyi
terketti. Nitekim insan, istişare, rüyaya da benzeri bir sebeple, iki mubahtan
birini terkedebilir. Bu husus inşallah ileride ele alınacaktır. Pis ya da
gasbedilmiş olduğu keşif yoluyla öğrenilen su hakkında da aynı şeyi
söyleyebiliriz. O şey hakkında, zahirde şer'î bir aslın ihlâline sebebiyet
vermeyecek şekilde tercih hakkı bulunduğuna ve bir caizden başka bir caize
intikâl durumu olduğuna göre, kendisine bir günah/sakınca terettüp
etmeyecektir. Bununla birlikte biz, zahirle amel ederek ve muamelesinde şer'î
esasa itimat ederek sözkonusu keşfin gereğine muhalefette bulunmasını
farzedecek olsak, bu durumda o kimse hakkında bir günah ve kınama sözkonusu
olmayacaktır. Zira keramet ve harikuladeliklerden maksat, şer'î bir hükmü
delmek veya ondan birşeyi ortadan kaldırmak değildir. Nasıl olabilir ki, zaten
kerametler şeriata uymanın bir semeresidir. Dolayısıyla meşru olan birşeyin,
meşru olmayan birşeye sebebiyet vermesi veya fer'in (dal) aslı ortadan
kaldırması muhaldir ve böyle bir netice asla meydana gelmeyecektir.
Lianda bulunan eşler
hakkında gelen hadis üzerinde düşünelim. Bu hadiste Hz. Peygamber [ al«^S^tv'l
şöyle buyurmuştu: "Bakın. Eğer kadın şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o
falandandır. Yok şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, bu kez o falandandır."
Sonunda kadın, kocanın zina iddiasını doğrular şekilde bir çocuk doğurmuştu.
Buna rağmen Hz. Peygamber kadına had takbik etmemiş ve "Eğer Hân hükmü
gereğince yapılan yeminler olmasaydı, benimle bu kadın arasında bir macera
vardı" buyurmuştur.[367] Bu
hadis, had cezasını engelleyen şeyin yeminler olduğunu göstermektedir. Had
tatbikini düşündüğü halde yapmaktan geri durması, fîrâset ile ulaşılan
neticenin, meşru kılman yeminler karşılığında bir hükmü bulunmayacağını
gösterir. Ama yeminlerden sonra, kocanın isnadı ikrar ya da beyyine ile sabit
olsaydı, o zaman yeminler kadından haddi düşürmeyecekti.
İkinci Soruya Cevap: Harikuladelikler, her ne kadar nebiler ve veliler
için diğer insanlara nisbetle normal şeyler gibi ise de, bu durum mutlak
surette onlarla amel edilmesini gerektirmez. Zira bu şer'an kendisiyle amel
edilen bir şey olarak sabit olmamıştır. Yine harikuladelikler eğer muhalefet
etmeyi gerektirecek bir şekilde gelmişse, o takdirde onlara, içerisinde hak
olmayan şeylerle şaibeli olarak girilmiş olur. Şeriata uygun olmayan rüya
gibi. Mesela bir kimseye rüyasında "Şunu yapma!" denilmesi, halbuki
o şeyin şer'an emredilmiş olması veya "Şunu yap!" denilmesi, fakat o
şeyin yasaklanmış olması gibi. Bu türden olan şeylerin çoğu, seyr-i sülûkunu
sağlam esaslar üzerine kurmayan ya da şeyhsiz (mürşidsiz) kendi başına sülûka
kalkışan kimselerin başına gelmektedir. Evliya tarihini, onların gidişatlarını
inceleyenler, onların bu türden şeylere iltifat etmeyerek hep şeriatın
zevahirini dikkate aldıklarını görecektir.
Soru: Bu izah, bunlar üzerinde yürünemeyeceğini gerektirir.
Halbuki mesele bu gibi şeylerle amel edilebileceği şeklinde vaz' edilmişti.
Cevap: Burada olmaz denilen, bu tür şeylerle amel edilmesi
durumunda şer'î bir kaidenin ihlale uğraması sözkonusu olan hallerdir. Şerîata
uygun olarak onlarla amel edilmesi durumu ise, yasaklanmış değildir.
Fasıl:
Bu şartın dikkate
alınması kesin olduğuna göre; harikuladeliklere uygun olarak amel etme nasıl
caiz olacaktır?
Buna şöyle cevap
vermek mümkündür: Haklarında genişlik bulunan caiz ya da işlenmesi matlup olan
işler hakkında, zikri geçen hususların gereği ile amel etmek caizdir. Bu şu
şekillerde olur:
(1)
Bu mubah bir iş
hakkında olur. Meselâ, mükâşefe sahibi bir kimse, falancanın, filan vakitte
kendisine geleceğini görür veya kendisine gelişindeki iyi ya da kötü maksadını
bilir ya da kalbinde bulunan hak ya da bâtıl olan bir düşünceye vâkıf olur.
Bunun neticesinde de onun bu kasdma göre hareket eder ve kendisine gelişindeki
amacının kötü olduğunukeşfetmesine göre koruyucu önlemler alır. İşte böyle bir
davranış, yapılması caiz olan işlerdendir. Nitekim aynı şeyi gerektiren bir
rüya görmesi durumunda da durum aynıdır. Ancak daha önce de geçtiği gibi ona
meşru bir şekilde muamele etmek durumundadır, başka türlü hareket'edemez,
(2)
Bunlarla amel,
gerçekleşmesi umulan bir faydadan dolayı olur. Çünkü akıllı bir kimse
kendisini, muhtemelen sonucundan endişe ettiği birşeyin içine atmaktan
çekinir. Zira kişi, harikuladeliklere iltifattan dolayı kendisini beğenme
(ucb), kibir vb. gibi kötü neticelerle karşı karşıya kalabilir. Çünkü
kerametler, bir taraftan bir meziyet ve özellik oldukları gibi diğer taraftan
da bir deneme ve imtihan unsurudurlar ve onlarla insanların nasıl
davrandıkları ortaya çıkarılmak istenir. Nitekim bu konu üzerinde dahaönce
durmuştuk. Buna rağmen, keramet gösterilmesinde bir ihtiyaç belirir veya bunu n
için gerektirid bir sebep bulunursa, bu takdirde gösterilmesinde bir sakınca
yoktur. Hz. Peygamber ihtiyaçtan dolayı bazen gaybî haberlerde bulunurdu. Hz.
Peygamber'in vâkıf olduğu her gaybî haberi bildirmediği de bilinmektedir.
Aksine sadece bazı vakitlerde ve ihtiyaçların gerektirdiği ölçüde
bildiriyordu. Kendisi, namazda iken arkasında namaz kılanları gördüğünü
söylemişti.Çünkü bunu bildirmesinde hadiste belirtilen faydalar bulunmaktaydı.[368]O,
arkadan gördüğünü söylemeden de onlara emir ya da yasakta bulunabilirdi. Ancak
bazı faydalar mülahazasıyla öyle yapmadı. Diğer keramet ve mucizelerinde de
durum aynı olmaktadır. Aynı konumda ümmetinin de benzeri şekilde hareket
etmesi, birinci durumda olduğundan daha uygun (evlâ) olacaktır.[369]
Bununla birlikte bu, yine de cevaz hükmünü öte geçmeyecektir; çünkü kendini
beğenme, kibir vb. gibi bazı arızî durumların ortaya çıkabilme ihtimali
bulunmaktadır. Hz. Peygamber'in haber vermesi ve onun haberlerinin faydalardan
uzak olmaması hakkında herhangi bir olumsuz tavır yoktur. Bu faydalardan biri
de gören ya da işiten herkesin imanının takviye edilmesidir ve bu fayda dünya
durdukça kesilmeyecek olan bir faydadır.
(3)
Gerekli hazırlıkların
yapılması için uyan ya da müjde durumlarını içerir olması. Bu da caizdir,
Meselâ, "Eğer şu olmazsa şöyle bir olay olacak" veya " Eğer şu
yapılırsa şöyle birşey olmayacak" diye haber vermek ve bu haberin gereği
ile sâlih rüyada olduğu gibi amel etmek gibi. Bu gibi haberlerin sâlih rüya
yerine konulması ve ona göre davra-nılması caizdir. Nitekim Cafer b. Türkan'dan
şöyle rivayet edilmiştir: Yoksullarla birlikte oturuyordum. Mükâşefe yoluyla
bana bir dinar (altın para) gösterildi. Ben o parayı onlara vermek istedim.
Sonra kendi kendime: "Belki ona ihtiyacım olur" diye düşündüm.
Derken beni bir diş ağrısı tuttu. Ben. o dişi çıkardım, hemen diğeri ağrıdı.
Onu da çıkardım. Bunun üzerine gayptan bana bir ses geldi ve: "Eğer o
dinarı onlara vermezsen ağzında tek bir diş dahi kalmayacaktır" dedi.
er-Rûzbârî'den de şöyle nakledilir: Taharet konusunda bende bir aşırılık vardı.
Bir gece, döktüğüm suyun çokluğundan dolayı iyice göğsüm daralmış ve kalbimde
huzur kalmamıştı. Bunun üzerine: 'Ta Rabbi! Affını isterim" dedim.
Gayptan bir sesin: "Af, ilimdedir" dediğini duydum ve o durum benden
artık gitti.
Kısaca, harikuladeliklerle
amel etme konusunda geçen şart mutlak surette dikkate alınmak durumundadır.
Ulaşılmak istenen sonuç budur. Benim burada bu üç durumu zikredişimin sebebi,
diğerlerini anlamada yardımcı olmak üzere bunların bir örnek olması ve bu sahada
onlara bakılması içindir. Bu durum başka bir esasa daha işaret etmeyi
gerektirmektedir: [370]
Şeriat, bütün
mükellefler hakkında genel ve onların her türlü durumlarını kapsadığı gibi,
kez a her mükellefe nisbetle hem gayb hem de şühûd âlemleri için de geneldir;
dolayısıyla zahirde bulunan herşeyi ona vurduğumuz gibi, bâtınla ilgili olan
herşeyi de ona vurmak durumundayız. Delilleri:
(1)
Bir Önceki meselede
geçen ve harikuladeliklerin şeriatın zahirine uymaması durumunda dikkate alınmamasını
gerektiren deliller.
(2)
Şerîat hâkim
konumdadır; mahkûm durumda değildir. Eğer meydana gelen harikuladelikler ve
gayıbla ilgili durumlar, şeriatın umûmunu tahsis, mutlakını takyîd, zahirini
tevil vb. edecek olursa, o zaman şerîat hâkim konumunda değil, mahkûm durumunda
olacaktır. Böyle bir netice ise ittifakla sakattır; dolayısıyla böyle bir
neticeyi gerektirecek olan şey de sakat olacaktır.
(3)
Harikuladeliklerin
şeriata ters düşmesi, onların haddizatında bâtıl olduklarım gösterir. Şöyle ki:
Harikuladelikler, bazen dıştan bakıldığında keramet gibi görünebilirler; fakat
aslında keramet olmayıp şeytanın bir işi olabilirler. Nitekim Iyâz, Mâliki
fakîhi Ebu Meysere ile ilgili şöyle anlatır: Bu zat, bir gece namaz için tahsis
ettiği yerde ibadet, dua ve niyazda bulunurdu. Bu halde iken kalbinde bir
duygu hisseder ve o anda kıble duvarı yarılır ve oradan büyük bir ışık çıkar.
Sonra da ay gibi bir yüz belirir ve kendisine: "Ey Ebu Meysere! Yüzüme
doy. Ben senin en yüce Rabbinim" der. Ebu Meysere, onun yüzüne tükürür
ve: "Ey lanetli şeytan! Defol! Allah'ın laneti üzerine olsun!" diye
karşılık verir. Abdulkadir Geylânî'den de şöyle anlatılır: Bir gün bu zat iyice
susar. Bir de bakar ki, bir bulut kendisine doğru yönelmiş ve üzerine hafif
hafif çisele meye başlamıştır. O da bundan içer. Sonra buluttan bir ses:
"Ey Falan! Ben senin Rabbinim ve muhakkak ben sana haram olan şeyleri
helal kıldım" diye nida eder. Bunun üzerine Geylâ-nî: "Lanetli şeytan
defol!" dervebulutyokolur. Kendisine: "Onun İblis olduğunu nasıl
anladın?" diye sorduklarında da: 'Muhakkak ben sana haram olan şeyleri
helal kıldım' sözünden, diye cevap verir. Eğer şerîat hâkim konumda olmasa ve
onun getirdikleri düsturlar bir kıstas olarak kullanılmasa idi, bu ve benzeri
örneklerde gösterilen harikuladeliklerin şeytanî olduklarını bilme imkanı
olmayacaktı.
Vahyin ilk başlangıç
devresinde Hz. Hatice de, Hz. Peygamberin durumunu tesbit için buna benzer bir
tutum içerisine girmiş ve ona şöyle demiştir: "Ey Amca oğlu! Bu sana gelen
adamın tekrar geldiğinde bana haber verebilir misin?" Hz. Peygamber de
"Evet" dedi. Hz. Hatice: "O geldiği zaman, bana bildir"
dedi. Hz. Peygamber, geldiğinde ona bildirdi. Hz. Hatice: "Amca oğlu! Kalk
ve sol dizim üzerine otur" dedi. Hz. Peygamber de oturdu. Hz. Hatice:
"Onu şimdi görüyor musun?" dedi. Hz. Peygamber: "Evet,"
dedi. Sonra onu sağ dizi üzerine, daha sonra da kucağına oturttu ve her
defasında da onu hâlâ görüp görmediğini sordu. Hz. Peygamber de
"Evet" cevabını verdi. Ravi şöyle devam eder: Sonunda Hz. Hatice
başım açtı ve örtüsünü üzerinden attı; Hz. Peygamber de kucağındaoturuyor idi.
Sonra Hatice: '"Yine görü-yormusun?" diye sordu. Hz. Peygamber
"Hayır," cevabını verdi. Birri-vayette de: Hz. Hatice kocasını
elbisesinin içerisine almıştı. Bunun Üzerine de o gözükmez olmuş gitmişti.
Böyle bir denemeden sonra Hz. Hatice kocasına: "Ey Amca oğlu! Metinol ve
sanamüjdeler olsun! Çünkü Allah'a yemin ederim ki, o muhakkak bir melektir; o
asla bir şeytan değildir" demişti.[371]
İtiraz: Velî kullara has olmak üzere daha başka bilgi
vasıtaları (medârik) da vardır ve onlar, bunlar sayesinde şer'î kıstaslara
ihtiyaç duymazlar.
Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Dediğiniz gibi olduğunu
kabul etsek bile, bu takdirde bu bilgi yolları kerametler ve harikuladelikler
cümlesinden olacaktır. Zira bunlar ancak Allah'ın veli kullarına has
bulunmaktadır. Bu durumda bunlarla, diğer müşahade edilen harikuladelikler
arasında bir fark bulunmayacaktır. Neticede bunların sahih olup olmadığını
kendisine vuracağımız mutlak bir kıstasın, onun sıhhatine tanıklık edecek bir
şahidin bulunması gerekecektir ve o takdirde teselsül lâzım gelecektir;
teselsül ise bâtıldır. Bu konuda yalnız başına hissetme, duyma (vicdan) iddiası
yeterli değildir. Çünkü, hissin sadece bir his olması açısından onun fesat ya
da sıhhatini gösterecek bir delil bulunmamaktadır, Örneğin elemler ve hazlar inkar
olunamayan hislerdendir; bununla birlikte bu onların şer'an sahih ya da fâsid
olduklarını göstermez. İnsanın kendisini kurtaramadığı diğer durumlar da aynı
şekildedir. Meselâ Öfke halini ele alalım: Bir olay insanı kızdırdığı zaman
öfke hali diğer duygulardan farksız olarak ortaya çıkar ve bunu inkâr etmek de
mümkün değildir. Bununla birlikte bu his, eğer Allah için ise övgüye değer
bulunur; Allah için değilse de yergiye konu olur. Bu durumda bir duygu olarak
tamamen aynı olan bu İki tür Öfkenin arasını ayırabilmek için mutlak surette
şer'î bakış açısına ihtiyaç vardır. Zira şer'î kıstaslara vurmaksızın, kişiye
hâkim olan şu öfke yergiden uzak ve övgüye değerdir denilemez. Zira birşeyin
övgü ya da yergiye lâyık olduğunun belirlenmesi aklın değil Şâri'in işidir. Bu
durumda onun övgüye değer olduğu şerîat olmaksızın nereden bilinebilecektir?
Bu, şerîat olmaksızın asla bilinemez. Böyle bir ayırımın mürebbî ya da muallime
(eğitimci ya da öğretmen) nisbet edilmesi de doğru değildir. Çünkü aynı durum
burada da geçerlidir.
Konu ile ilgili asıl
problem şudur: Harikuladelikler insanın kudreti dahilinde olmayan şeylerdir.
Kullar, kendi arzularıyla onları kazanamayacakları gibi kendilerinden de
uzaklaştıramazlar. Çünkü bunlar tamamen Allah vergisidir ve O, bunları kulları
içerisinden dilediği kimselere vermektedir. Bu durumda harikuladelikler
insandan çıktığında, bunlar hakkında onların şeriata uygun olmadığını
far-zetsek bile şeriatın bir hükmü bulunmayacaktır. Bunlar, insana kendi kesbi
olmaksızın ansızın ânz olan elem ve ağrılarla, neşe ve sevinçler gibidirler.
Nasıl ki, bu şeyler şer'an güzel ya da çirkin (hüsün ve kubuh) diye
nitelenemezse, onlara şer'î bir hüküm bağlanmıyorsa burada da durum aynıdır.
Hatta bunlara en çok benzeyen şeyler bayılma, delirme vb. gibi hallerdir.
Başkalarına dokunan bir zarar söz konusu olsa bile, bu gibi hallere taalluk
eden bir hüküm bulunmamaktadır. Mesela deli bir kimse, deliliği sırasında bir
mal telef etse veya bir kimseyi öldürse ya da içki içse kendisine bir hüküm
terettüp etmemektedir.[372]Aynen
burada da durum aynı olmaktadır. Dikkat edilecek olursa bu gibi zevatın
istiğrak halleri ile nakledilen olaylar tam bir benzerlik arzeder; onların
üzerlerinden namaz vakitleri geçer de hiç haberleri olmaz. Mükâşefe ve
istiğrak hallerinde va'dlerde bulunurlar, fakat yerine getirmezler.
Başkalarının mahremiyetlerine vâkıf olmak[373] gibi
yollarla insanların hallerine muttali olurlar. Onlarda meydana gelmiş ya da
onlar hakkında nakledilmiş bu ve benzeri şeyler, onlar isteseler de
istemeseler de yerini bulmuş şeylerdir. Bu durumda bu gibi şeyler nasıl olur da
şer'î hükümler altına sokulmak istenir?!
Cevap: Geçen deliller, meselenin esasını isbat için
yeterlidir. İtiraz olarak serdedilen şey yerinde değildir. Çünkü,
harikuladeliklerin elde edilmesi ya da uzaklaştırılması her ne kadar insan
kudretinde değilse de, onun kudretinin, bu neticelerin (müsebbeblerin)
sebepleriyle bir taalluku bulunmaktadır. Daha önce de geçtiği üzere, mükellefin
emredilerek ya dayasaklanılarak muhatap tutulduğu şey sebebler olmaktadır.
Müsebbebler ise, Allah'ın yaratmasıdır. Harikuladelikler de bu cümledendir.
Yine daha önce de geçtiği gibi, sebeblerden doğan müsebbebler, hüküm bakımından
sebebiyet verdiği için mükellefe nisbet edilmektedir. Çünkü müsebbebler
konusunda Allah'ın koyduğu âdet-i ilâhiye şöyledir; Müsebbebler, sahihlik ve
bâtıllık, doğruluk ve eğrilik gibi konularda sebeblere bağlanmıştır.
Harikuladelikler de, yükümlü kılınan sebebler üzerine terettüp edilen
müsebbeblerdir. Nitekim bunlar, amel konusunda sünnete sarılma ölçüsünde,
onları her-türlü şaibelerden, arzu ve hevesin etkisinden arındırma oranında
gerçekleşmektedir.Normal amellerin neticesinden o amellerin doğru olup
olmadıkları sonucu çıkarılabilmektedir; dolayısıyla burada da durum aynı
olacaktır. Yüce Allah şöyle buyurur; "Ancak işlediklerinizin karşılığını
görürsünüz"[374] 'Ya
siz yaptıklarınızdan başka bi?-şey için mi cezalandırılacaksınız[375]
Kudsî hadiste de; "Ey kullarım! Bunlar sizin amellerinizdir; onları sizin
içirusayıyorum ve sonra onları eksiksiz olarak size veriyorum" buyrulur.[376] Bu
nassîar, hem dünyevî hem de uhrevî amellerin karşılığım kapsamaktadır. Muamelât
konusunda mevcut bulunun fıkhı ferî meseleler de aynen âdetlerin şehâdeti gibi
burada konumuza tanık olmaktadır. Bu haliyle konu, genel anlamda kesinlik
arzetmektedir.
Durum böyle olunca,
hak ya da bâtıl şekilleriyle meydana gelen harikuladelikler, bunların öncesi
bulunan riyazete nisbet edilmiş olmaktadır. Neticeler, şüphesiz mukaddimelere
tâbi olurlar. Bu durumda teklifi hüküm, mukaddimeleri açısından
harikuladeliklere de taalluk etmiş olur ve sahibi onunla mesul tutulur. Bu
haliyle de harikuladelikler şer'î bakış açısından dışarı çıkmış olmazlar.
Hastalık,- delilik vb. gibi mükellef tarafından işlenmiş bir sebebi bulunmayan
haller ise böyle değildir; zira onlara herhangi bir teklifi hüküm taalluk
etmez.. Eğer onlarda da mükellefin bu gibi hallere sebebiyet
verdiğinifarzede-cek olsak, o takdirde bu gibi haller mükellefe nisbet edilmiş
olacak ve kendisine yükümlülük hitabı taalluk edecektir. Meselâ kendi iradesiyle
meydana gelen sarhoşluk vb. gibi. Bu izahtan da anlaşılacağı üzere, şeriat
harikuladelikler üzerinde hâkim konumdadır ve onun çerçevesi dışına hiçbir şey
çıkmamaktadır.
Allahu a'iem!
Fasıl;
Buradan da
anlaşılacaktır ki, şimdiye kadar meydana gelmiş ve kıyamete kadar da gelecek
olan her türlü harikuladeliklerin şer'î hü^ kümlere vurulmadan kabul ya da
reddedilmesi doğru olmayacaktır. Eğer şer'î kıstaslar, o şeyi caiz görüyorsa, o
sahihtir ve yerinde kabul görür; aksi takdirde ise kabul edilmez. Bundan sadece
peygamberler elinde ortaya çıkmış olan harikuladelikler müstesnadır. Çünkü birilerinin
kalkıp da onları inceleme altına alma yetkisi yoktur. Zira onların sahih
olarak meydana geldikleri kesindir ve başka türlü olması da imkansızdır. Bu
yüzdendir ki, Hz. İbrahim oğlunu boğazlama konusunda rüyasının gereği ile
hükümde bulunmuş ve oğlu da kendisine; "Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap![377]
demiş ve teslimiyet göstermistir. Harikuladelikler üzerinde durma, onları şer'î
kıstaslara vurma durumu ancak masum olmayan kimseler elinde meydana gelmiş
olması halinde söz konusudur.
Harikuladeliklerin şeriata
vurulması şöyle olacaktır: Bunlar normal hallerde meydana gelmiş şeyler olarak
^arzedileeektir. Eğer bu halleriyle âdeten ve kesb yoluyla işlenmeleri caiz
olan şeyler ise, o harikuladelik o haliyle caiz olacak; aksi takdirde caiz
olmayacaktır. Örnekler: Mükâşefe yoluyla bir kadının durumuna ya da mahrem bir
hale vâkıf olan bir kimse, eğer kendi kasdıyla olmasa bile, buna kendisine
şer'an muttali olmasıcaiz olmayan bir şekilde vâkıf olmuşsa; veya kendisini,
falanın evine kansı ile cima ederken gittiğini ve onu karısının üzerinde bulduğunu
görmüş ise; yabancı bir kadının karnındaki bir çocuğa mükâşefe yoluyla vâkıf
olmuşsa ancak bu kadının hissen kendisine bakması haram olan cildine ya da
başka bir organına gözü temas edecek şekilde olmuşsa; "Ben senin
Rabbinim" diye ses ve harflerini hissetttiği bir nida işitmişse; yahut
"Ben Rabbinim!" diyen mücessem bir suret görmüşse; yahut "Sana
haram olan şeyleri helâl kıldım" diyen bir ses işitmiş ve görmüşse...
evet bütün bu ve benzeri durumlar hiçbir şekilde şeriatın kabul etmeyeceği
harikuladeliklerdir. Bunlara benzeri diğer durumlar kıyas edilebilir. Tevfîk
ancak Allah'tandır. [378]
Yükümlülük,
mükelleflerin yapageldikleri şeylerin (avâid)[379]
bi-düziyeliği üzerine kurulmuş olduğuna göre, mükellefin yükümlülük hükmü
altına girmesine nisbetie, üzerine bina edilecek şeyler için alışılagelen
şeyler (avâid, tabiat olayları) üzerinde durmak gerekecektir.
Bunlardan biri de
şudur: Vücûd âleminde âdetlerin cereyan tarzı (mecârfl-âdât), zannî değil kesin
bilinen bir husustur. Yani bunlar külliyyâttan olup, özel cüziyyâttan değildir.
Delilleri:
(1)
İstikra ile bilindiği
üzere şerîatler bunları bu şekilde getirmişlerdir. Meselâ bizim şeriatımızı
ele alalım: Yükümlü tutulacak kimselere nisbetîe getirilmiş bulunan küllî
yükümlülükler hep aynı biçimde aynı [280]
miktarda ve aynı tertipte konulmuştur.[380]
Bunlar, önce gelenlere ya da sona kalanlara yani zamana göre değişecek şeyler
değillerdir. Teklif konularının ki mükelleflerin fiilleri oluyor böyle olduğu
konusunda bu açıktır. Mükelleflerin fiilleri, varlık âlemi normal düzeni
üzerinde durdukça kendi tertibi içerisinde cereyan edecektir. Eğer varlık
âleminde bulunan âdetler farklılık gösterecek olsa, bu şeriatların, onların
getirdiği düzenin ve ilgili hitabın da değişmesini gerektirecektir. Bu durumda
ise, şeriat olduğu hal üzere kalmış olmayacaktır. Böyle bir netice bâtıldır.
(2)
Şeriat, bu varlık
âleminin hallerinin kıyamete kadar devamlı ve değişmesiz olduğunu bildirmiştir.
Meselâ gökler ve yerle bunlar arasında ve içerisinde bulunan her türlü
menfaat,[381]tasarruf[382]ve
hallerin[383] haberleri; sünnet-i
ilâhîde herhangi bir değişiklik olmayacağını; Allah'ın yarattıklarında bir
değişme bulunmayacağını bildiren haberleri gibi. Aynen bunun gibi şerîatlerle
yükümlü tutmak da bu şekilde gelmiştir. Doğruluğunda kuşku bulunmayan kimsenin
(peygamberler) verdiği haberler, asla haber verilenin aksi olamaz; çünkü
söylenilenle gerçek arasında tutarsızlık muhaldir.
(3)
Eğer âdetlerin (tabiat
hadiselerinin) bidüziyeliği bilinen bir husus olmasaydı, o zaman furû bir
tarafa, din esastan bilinmezdi. Çünkü dinin bilinmesi ancak peygamberliğin
kabulü ile mümkündür. Peygamberliğin kabulü de ancak mucize yoluyla
gerçekleşir. Mucize ise, ahşılmışlığın üstüne çıkılmasından (harikuladelik) öte
başka birşey değildir. Alışılmışlığın üstüne çıkmak ise, ancak âdetlerin
geçmişte olduğu gibi halde ve istikbalde de bidüziyeliğin mevcudiyeti ile
meydana gelebilir. Alışılmışlığın anlamı şudur: Farzedilen bir fiil, meydan
okumaksızın vuku bulması varsayıldığında, mutlak suretle benzerlerinin meydana
geleceği üzere vuku bulacaktır. Davetle birlikte alışılmışın dışında vuku
bulursa, bidüziyeliğe muhalif olarak bu şekilde meydana gelmesi davetçinin
doğruluğuna delalet edecektir. Eğer adetin bidüziyeliği bilinmeseydi
davetçinin doğruluğuna dair bilgi zorunlu olarak ortaya çıkmazdı. Çünkü böyle
bir harikuladeliğin meydana gelmesi davet ve meydan okuma olmaksızın iddia
konusu olmaz. Ancak (bidü-ziyeliğe dair) bilgi mevcuttur; bu da bu bilginin
üzerinde kurulu olduğu şeyin de bilinir olduğunu gösterir. Ulaşılmak istenen
netice de budur.
İtiraz: Bu, âdetlerin (tabiat olaylarının) bidüziyeliginin
bilinir olmadığını, aksine olsa olsa zan dahilinde olduğunu gösteren şeylerle
çelişki arzeder. Konuya dair iki delil vardır:
(1) Alemde birşeyin devamlılığı o şeyin varlığının
başlangıcı ile (imkân açısından) eşittir. Çünkü süreklilik devamlı bir mü-dahil
güç ('imdat} iledir. Bu müdahale ise bulunmayabilir. Nitekim başlangıçta
birşeyin yokluğunun sürekliliği mümkün idi. Varlık kazanınca, mümkün olan iki
alternatiften biri ortaya çıkmış oldu. Ortaya çıkarken de o şeyin asıl yokluk
üzere kalması caizdi. İkinci zamana nisbetle de, varlığı mümkün olduğu gibi
yokluğu da mümkündür. Durum böyle olunca da, mevcudiyetinin sürekli olmayışı
imkan dahilinde iken nasıl olur da varlığının sürekliliğine dair bilgi doğru
olabilir. Bu bizzat muhalin tâ kendisi değil midir?
(2) Varlık aleminde harikuladelikler az değil bilakis
çoktur. Özellikle de peygamberler ile bu ümmetten ve daha önceki geçmiş
ümmetlerden olan veli kullar ellerinde ortaya çıkan harikuladelikler pek
çoktur. Vuku sırf imkandan öte daha güçlü birşeydir ve delâlet gücü daha
yüksektir. Şu halde cereyan etmekte olan âdetlerin (tabiat olaylarının)
(bidüziyeliği) kesin olarak belli değildir.
Cevap: Birinci itiraza şu şekilde cevap verebiliriz. Aklen
birşeyin caiz olması, o şeyin akıl bakımından imkânsız olmaması demektir. Burada
söz konusu imkânsızlık kesin nakil ile olmaktadır. Birşeyin imkânsızlığı nakil
ile ki geçen bütün deliller oluyor sabit ise, artık o konunun aklen caiz
olmasının bir anlamı kalmamaktadır.
İtiraz: Bu, kesin esaslar (katiyyât) konusunda bir
çelişkidir; dolayısıyla de muhaldir.
Cevap: Muhâllik, ancak aynı cihetten çelişme durumunda söz konusu
olur. Burada ise durum öyle değildir. Aksine burada aklen câizlik, asıl imkân
konusunda hükmü üzere devam etmektedir. Naklen imkânsızlık ise vuku bulmaya
yöneliktir. Nice olması caiz olan şey vardır ki, vuku bulmamıştır. Burada da
aynı şekilde söyleriz; Âlemin, var olmadan önce, asıl yokluk Üzere kalması da,
varlık âlemine çıkması da mümkün idi. Onun üzerinde yokluğun hüküm sürmesi ya
da onun varlık âlemine çıkarılması bizzat kendi açısından eşitti. Allah
Teâlâ'nın ilmi cihetinden ise var olması zorunluydu ve vücudu vâcibdi; her ne
kadar haddizatında asıl yokluk üzere kalması mümkün idiyse de, ilâhî ilme
nisbetle yokluğunun sürmesi de muhaldi. İşte bunun içindir ki şöyle derler:
Küfür üzere ölen bir kimsenin nimeti en dirilmesi; İslâm üzere ölen bir
kimsenin de azablandmlması mümkündür. Ancak bu caiz (mümkün! olan şeyin vukuu
muhaldir. Çünkü Yüce Allah azab göreceklerin kâfirler, nime ilendirilecek
olanların da müminler olduğunu haber vermiştir. Burada câizlik, mümtenihk ve
vâciblik aynı nokta üzerinde değildir. Konumuz bakımından da aynı şey söz konusudur.
Câizlik, bizzat câizlik açısından; vâciblik ya da mümtenilik de hârici bir
unsurdan dolayıdır, haliyle aralarında bir çelişki (tearuz) bulunmamaktadır.
İkinci İtiraza
Cevap: Âdetler üzere hükme esas olan
bilgimiz, varlık âlemi hakkındaki külliyyâtla ilgilidir; cüziyyâtla ilgili
değildir. İtiraz edilen nokta ise cüz'î konularla ilgilidir ve onlar
"küllî esasları zedeleyecek ölçüde değildir. Bu yüzden de bunlar, dünya
işlerinde âdetlerin gerekleri doğrultusunda amel konusunda asla bir şüphe ya da
duraksama doğurmamaktadır.[384]
Eğer âdetlerin istikrar göstermekte olduğuna dair bilgi olmasaydı, daha önce
de geçtiği gibi o takdirde harikuladelikler ortaya çıkmaz, bunlar diğer normal
olaylardan ayırt edilemezdi. Bu, eârî olan âdetlerin bidüziyeliğini gösteren
en güçlü delildir. Bu delili ortaya koyan Fahreddin er-Râzi olmaktadır. Şimdi
biz, buna rağmen alışılmışlığı yırtan bir cüz'î (harikuladelik) gördüğümüzde,
bu bize ortada eğer bir meydan okuma varsa bir peygamber mucizesiyîe, meydan
okuma yoksa veya caiz gören görüşe göre meydan okuma ile de olabilir bir
velinin kerameti ile karşı karşıya bulunduğumuzu gösterir. Bu tür
harikuladelikler bizim külli âdetlerin sürekliliğine dair olan bilgimizi
zedelemez. Nitekim biz geçmişte ya da içerisinde bulunduğumuz zamanda âlemde
cüz'î olarak cereyan etmekte olan bir âdet gördüğümüzde, o âdetin i stikbal-de
de süreklilik göstereceğine dair bir kanaate (zanna) sahip oluruz. Keza
geçmişte ahşıîmışlığı yırtan olay delilinden hareketle o konuda yine ahşılmişhğın
üzerine çıkılabileceğini kabul ederiz. Bütün bunlar, bizim küllî âdetlerin
sürekli olduklarına dair olan bilgimizi ortadan kaldırmaz. Diğer usûl
meseleleriyle ilgili hüküm de böyledir. Meselâ kıyasla, vâhid haberle amel
etmek, iki zannî delilin tearuzu durumunda tercih yoluna başvurmak vb. kesin
esaslardan olmaktadır. Bununla birlikte iş uygulamaya gelince, belli bir kıyas
ile ya da belli bir vâhid haber ile ulaşılan netice ile amel etmek katı değil
zannî olmaktadır.
Diğer meselelerde de durum
aynıdır ve bu cüz'î uygulamada sözkonu-su olan zannîlik, külli olan meselenin
esasını zedelememektedir. Bütün bunlar açıktır. [385]
Süreklilik arzeden
âdetler[386] iki kısımdır:
(1) Serî âdetler: Bunlar şer'î delillerin ortaya koymuş
olduğu ya dayasaklamış bulunduğu şeylerdir. Bunlar şeriat tarafından vaciblikya
da mendupluk düzeyinde yapılması istenilen veya mekruhluk ya da haramlık
seviyesinde yapılması yasaklanan veyahut da yapılıp yapılmaması tercihe
bırakılan şeylerdir.
(2) Hakkında müsbet ya da menfî şer'î bir delil
bulunmayan ve insanlar arasında cereyan etmekte olan âdetler.
Birinci türden olan
âdetler, diğer şer'î esaslarda olduğu gibi ebedî olarak sabittirler. Meselâ
köle şehâdet ehliyetinden mahrumdur, necasetin giderilmesi istenilmiştir,
namaz için taharet ve avret mahallinin örtülmesi emredilmiştir. Çıplak olarak
Kabe'nin tavaf edilmesi yasaklanmıştır.... Bu ve benzeri insanlar arasında
süregelen âdetler Sâri tarafından ya güzel ya da çirkin bulunarak emredilmiş ya
da yasaklanmışlardır. Bunlar şer'î hükümler altına giren durumlar
cümle-sindendir. Bu gibi konularda, mükelleflerin düşüncelerinde değişmeler
meydana gelse bile asla bir değişiklik söz konusu olamaz [387]ve
güzelin çirkine, çirkinin de güzele dönüşmesi sahih olmaz. Bu itibarla biri
kalkıp da şöyle diyemez: Kölenin şahitliğinin kabulünü güzel âdetler önlemez;
dolayısıyla onların şahitliklerini kabul etmeliyiz ya da bugün avret
yerlerinin açılması ne ayıptır ne de çirkin birşeydir; neticede açıklıkta bir
sakınca yoktur gibi hezeyanlarda bulunamaz. Zira . eğer bu yaklaşım doğru
olacak olsa, bu sürekli ve yerleşik hükümlerin neshedilmesi demek olurdu. Oysa
ki, Hz. Peygamber'in ölümünden sonra nesh artık imkânsızdır. Netice itibarıyla
şer'î âdetlerin kaldırılması bâtıldır.
İkinci kısma gelince:
Bu kısımdan olan âdetler:
(a) Sabit olabilirler.
(b) Değişken olabilirler.
Bununla birlikte bu
tür âdetler de, üzerlerine terettüp edeeekhü-kümler için sebepleri teşkil
etmektedir.
Sabit olanlar, insanda
mevcut bulunan yeme, içme, cinsî arzu, bakma, konuşma, tutma, yürüme vb.
şehvetlerin bulunması gibi şeylerdir. "Bunlar belli müsebbebler için
sebebler olduklarına göre, Sâri' Teâlâ onlarla ilgili hükümler koymuş olacaktır
ve bu durumda devamlı olarak onların dikkate alınması, üzerlerine dayanılarak
uygun hükümler konulması hususunda herhangi bir problem bulunmayacaktır.
Değişken olanlara
gelince, bunları aşağıdaki gibi kısımlara ayırmak mümkündür:
(1)
Bunlardan bir kısmı
güzellikten çirkinliğe ya da çirkinlikten güzelliğe değişim gösteren
âdetlerdir. Mesela, (erkeğin) başı açık dolaşması gibi. Bu çeşitli yörelere
göre farklılık arzeder. Doğu (şark) ülkelerinde mürüvvet sahibi kimselere göre
çirkin kabul edilen başın açılması, mağrip (batı) ülkelerinde çirkin sayılmaz.
Bu durumda İlgili seri hüküm yöreden yöreye değişir ve başı açık gezmek doğu
ülkelerinde adaleti zedeleyici olurken batı ülkelerinde zedeleyici olmaz.
(2)
Bir diğer kısım da
maksadı ifadedeki farklılıklardır; bu durumda bir mânâyı ifade eden söz yerini
başka bir söze bırakır. Maksadı ifadedeki farklılıklar şu şekilde ortaya
çıkar:
(a) Ya Araplarla Arap olmayanlar gibi millet farkından
doğar.
(b) Ya da aynı millet içerisindeki farklılıklara nisbetle
ortaya çıkar. Mesela, belli bir sanat erbabı, sanatlarıyla ilgili kendi
aralarında diğer insanlardan farklı tabirler kullanırlar.
(c) Bir kelimenin birçok anlamı içerisinden bir tanesi
yaygınlık kazanır ve zamanla o lafızdan ilk etapta o mânâ anlaşılır hale gelir.
Halbuki o lâfızdan daha önce başka mânâlar da anlaşılıyordu. Yahut lâfız
müşterektir fakat zaman içerisinde anlamlarından birine has bir hal almıştır.
Ve buna benzer haller... Bu gibi durumlarda örfe itibarla hüküm yaygın olana
göre verilir; ancak örf sahibi olmayanlara sözkonusu örfe dayalı hüküm nisbet
edilmez. Bu tür örfün cereyan ettiği yerler daha çok yeminler, akitler, sarih
ya da kinaye yoluyla yapılan talâklar gibi konulardır.
(3)
Muamelât ve benzeri
konulardaki fiillerde (teamüllerde) meydana gelen farklılık)ardır. Meselâ nikâh
konusunda âdet zifaftan önce mehrin teslim edilmesi; falanca şeyin satımında
âdet ödemenin veresiye değil peşin yapılması ya da ille şu kadar mühletle
olması şeklinde olabilir. Bu gibi durumlarda hüküm söz konusu âdetler (Örf)
doğrultusunda cereyan edecektir. Nitekim bu konular fıkıh kitaplarında yazılı
bulunmaktadır.
(4)
Mükellefin dışında
olan durumlara göre farklılık arzeden şeyler.[388]
Ergenlik (bulûğ) gibi Bu konuda dikkate alman husus insanların ihtilâm ve
hayız olma"gibi ya da ihtilâm ve hayız yaşı gibi konulardaki âdetleri
olmaktadır. Hayızda da durum aynıdır.[389] Bu
konuda da ya mutlak olarak bütün m sanların âdetleri ya da kadının kendi ya da
akrabalarının âdetleri dikkate alınır ve farklılık konusunda âdetlerin gereği
ile şer'an hükümde bulunulur.
(5)
Olağan dışı durumlar
hakkında olur. Meselâ, bazı olağan dışı durumlar bir kısım insanlar için âdet
haline gelebilir. Bu durumda olan kimseler için, kendisi hakkında âdet halini
alan o olağan dışı durum dikkate alınarak hüküm verilir. Ancak bu, herkes için
olağan olan durumun bu kimse için fevkalâde bir durum olmadıkça bir daha dönmeyecek
şekilde ortadan kalkmış olması gerekmektedir. Meselâ, herkesin normal yoldan
dışkısını dışarı attığı organı artık yok hükmünde oîan ve dışkısını açılan yeni
bir delikten dışarı atar bir duruma gelen bir kimsenin halini örnek olarak
alabiliriz. Eğer böyle birinin eski normal organı tabügörevinisürdürebiliyorsa
hüküm genel âdet doğrultusunda olacaktır.
Bazen de ihtilaf daha
başka yönlerden olacaktır. Buna rağmen şeriat yönünden dikkate alınan husus
bizzat o âdetler olacak ve hükümler o âdetlere uygun olarak konulmuş
olacaktır. Çünkü şeriat yaygın olan (mutat) durumlai"la ilgili yine mutat
durumlar getirmiş ve alışılmışlığın dışına çıkmamıştır. Nitekim bu husus daha
önce açıklandı.
Fasıl:
Burada sözü edilen âdetlerin
farklılık arzetmesi durumunda hükümlerin de değişeceğinden maksat, aslî hitapta
meydana gelmiş bir değişiklik değildir. Çünkü şeriat ebedî ve devamlı
yürürlükte kalmak üzere konulmuştur. Eğer biz dünyanın sonsuzluğunu farzedecek
olsak, yükümlülük de aynı şekilde sonsuza kadar devam edecek ve şeriatta bir
ilaveye ihtiyaç duyulmayacaktır. Âdetlerin farklılık göstermesiyle hükümlerin
de değişmesinden maksat şudur; Her âdet farklılık arzettiği zaman yeni bir
şer'î asla döner ve bu kez onun hükmünü alır. Meselâ ergenlik konusunda olduğu
gibi. Kişi ergenlik çağına ulaştığı zaman üzerine yükümlülük biner. Ergenlik
çağından önce yükümlülüğün olmaması, ergenlik sonrasında ise yükümlülüğün doğması
aslî hitapta meydana gelen bir değişme değildir. Değişiklik (ihtilaf) sadece
âdetlerde ve şâhidlerde[390]
meydana gelmektedir. Zifaftan sonra mehrin teslim edilip edilmediği konusunda
bir anlaşmazlık çıkarsa âdetin geçerli olduğu bir ortamda söz kocanın
sözııdür; âdetin değiştiği bir ortamda ise söz zifaftan sonra da olsa yine
kadının sözüdür. Buradaki değişiklik hükümde bir değişiklik değildir; aksine
bu bilinen bir hususla ya da bir esasla ağır basan koca tarafına hükümde
bulunmaktır. Neticede söz, herhangi bir kayıt getirmeksizin kocanın olacaktır;
çünkü o müddeâ aleyh (davalı) olmaktadır.[391]
Diğer örneklerde de durum aynıdır. Hükümler her zaman için sabittir ve onlar
mutlak surette sebeblerine tabidirler; sebeb bulununca hükümler de bulunur.
Allahu a'lem! [392]
Geçerli olan âdetlerin
şer'an dikkate alınması zarurîdir. Bunların aslında şer'î zaruretler olup
olmamaları farketmez. Yani ister şer'î delillerle emredilmek veya yasaklanmak
ya da tercihe bırakılmak suretiyle ortaya konulmuş olsunlar, ister olmasınlar
durum değişmez. Delil ile ortaya konulmuş olanların durumu açıktır. Delil ile
konulmamış olanlara gelince, onları dikkate almaksızın yükümlülüğün ikâmesi
mümkün değildir, Meselâ Öteden beri âdet olduğu üzere zecrî (köklü) tedbirler
suç işlemekten el çekmenin sebebidir.[393]
Nitekim âyette: "Kısasta sizin için hayat vardır"[394]buyruîmuştur.
Eğer bu âdet şer'an dikkate alınmasaydi kısas kesinlik kazanmaz ve meşru
kılınmazdı; zira o faydasız bir teşrî olmuş olurdu. Halbuki, durumun öyle
olmadığı "Kısasta sizin için hayat vardır" buyruğu ile reddedilmektedir.
Aynı şekilde tohum ekinin bitmesi için, nikâh neslin devamı için, ticaret malın
çoğalması için Öteden beri (âdeten) sebeb olmaktadır. "Allah'ın sizin
için yazdığı şeyi isteyiniz" [395]
"Allah'ın lut-fundan isteyiniz[396]"Rabbinizin
lutfundan istemenizde size bir günah yoktur"[397]
gibi âyetler, devamlı olarak müsebbeblerin sebeblerine bağlı olarak meydana
geldiklerini göstermektedir.[398]Eğer
müsebbeb-ler,[399]sebeblerin meşru
kalınması sırasında Şâri'ce amaçlanmış olmasaydı,[400] bu
durum kesin delil ile ters düşerdi. Dolayısıyla kesin delillerle ters düşecek
bir neticeyi doğuracak şey bâtıldır.
İkinci bir husus, daha
önce âdiyyâtın bilinmesi konusunda geçen izah[401]aynen
burada da geçerlidir.
Bir üçüncü husus, biz
kesin olarak biliyoruz ki, Sâri', teşrîde maslahatları dikkate almaktadır. Bu,
mutlak surette âdetleri» dikkate alınmış olmasını gerektirecektir. Çünkü madem
ki şeriat herkes için hep aynı ölçüde gelmiştir; bu maslahatların bu ölçü
üzerinde gerçekleşeceğini gösterir. Teşriin esasını maslahatlar oluşturur.
Teşrî devamlıdır; maslahatlar da öyle olacaktır. Şâri'in teşrîde âdetleri
dikkate almış olmasından kastedilen de işte budur.
Bir dördüncü husus da
şudur[402]: Eğer âdetler dikkate
ahnmayacak olsaydı bu durum takat üstü yükümlülüğe sebebiyet verirdi. Takat
üstü yükümlülük ise caiz değildir veya caiz olsa bile vuku bulmamıştır. Şöyle
ki, hitap esnasında yükümlü tutulan şey hakkında bilgi ve onu yapmaya kudret ya
dikkate alınmış olacaktır veya olmayacaktır. Yükümlülüğün yönelmesi esnasında
sözkonusu âdetlerle (âdiyyât) ilgili bir hitapta eğer bilgi ve kudret dikkate
alınmış ise, zaten bir mesele yok ve bizim demek istediğimiz de budur. Eğer
dikkate alınmamış ise, bu şu anlama gelir: Yükümlülük bilene ve kadir olana
olduğu kadar bilmeyene ve kadir olmayana da yönelmiş; manii olanla olmayan aynı
kefeye konulmuştur. Bu ise tâküt üstü yükümlülüğün bizzat kendisidir. Bu konuya
ışık tutacak deliller açık ve çoktur.
Fasil:
Âdetler şer'an dikkate
alındığına göre, onların bazen olağanlığım yitirerek fevkalâdelik arzetmesi,
genelde olağanlıklarını sürdürdükleri sürece onların dikkate alınması esasını
zedelemez. Burada âdetlerin olağanlıklarını yitirip fevkalâdelik arzetmesi
konusu üzerinde durulacaktır:
Âdetlerin
olağanlıklarını yitirip fevkalâdelik arzetmesi, onların özel bir duruma
(cüzîye) nisbetle ortadan kalkması demektir. Bu durumda onun yerini ya
insanlar arasında mutat olan özür hallerinden biri, ya da daha başka bir hal
alır. Eğer olağanlığın ortadan kalkması bir özür sebebiyle ise, konu ruhsat
konusudur. Eğer başka bir hal almışsa bu da: (a) Olağan olan şey (âdet) ya
devamh olan başka bir âdete yerini bırakacaktır; artık devamlı olarak idrarını
vücudunda açılan bir delikten dışarı atan kimsenin durumunda olduğu gibi. Bu
durumda ilk âdetin hükmüne dönülecek (ve o delikten idrarın atılması normal
organdan atılma hükmünü alacaktır), ruhsat hükmüne gidilmeyecektir, (b) Ya da
geçiş, âdet olmayan başka bir hale olacaktır (c) Veyahut da ilk âdeti tamamen
ortadan kaldırmayan yeni bir âdete geçilecektir, Olağandişıbk yeni bir âdete
dönüşüm şeklinde olur ve fakat bu ilk âdeti ortadan kaldırın azsa, onun
dikkate alınacağı açıktır.Ancak bu ruhsat konusuna dönük olarak yapılacaktır.
Mesela: İki namazı birleştirerek kılmak, orucu tutmamak ve namazı kısaltarak
kılmak vb. gibi durumlara nisbetle mutat hastalık[403] ve
mutat yolculuk gibi.
Mutat olmayan başka
bir olağandışı duruma dönüşmesi halinde acaba bu halin bizzat kendisine ait bir
hükmü olur mu, yoksa ona uygun olağan adetlerin hükümlerine mi tâbi olur?
önce mutlaka
misallendirinek, sonra da o hükümlerin olağan dışı durumlardaki yerlerine
bakmak gerekir.
Bu türden örnekler[404]:
Ömer b. Abdulaziz, zekat vermeyenleri zorlama konusunda duraksamış ve kendisine
bu konuda yazan kimseye "Onu bırakınız" demiştir. Rıb'ıyy b. Hıraş
olayı da bu türdendir: Haccac öldürmek için ona oğlunun yerini sordu. O da
haber verdi. Baba oğluna yapılmak istenen şeyi bilmekteydi;[405]Ebû
Hamza el-Horasânî kuyuya düştüğünde üzerine kuyunun ağzı kapanmış, buna rağmen
o imdat çağrısında bulunmamıştı. Ebu Yezid, hizmetçisiyle beraberken yanlarına
Şakîk el-Belhî ile Ebû Türap en-Nahşi geldiler. Hizmetçiye: "Bizimle
beraber ye" dediler. O: "Ben oruçluyum" dedi. Ebû Türap:
"Ye! Senin için bir ay oruç sevabı vardır:! dedi. Hizmetçi yanaşmadı.
Şakik: "Ye! Senin için bir sene oruç sevabı vardır" dedi. Hizmetçi
yine yanaşmadı. Bunun üzerine Ebu Yezîd: "Allah'ın gözünden düşen kimseyi
bırakın" dedi. O genç bir sene sonra hırsızlık suçundan tutuklandı ve eli
kesildi. Issız sahraya azıksız girmek, vahşî bölgelere dalmak da bu türden olup
her ikisi de kendi kendini tehlikeye atmak kabilinden gözükmektedir.
Şeriata muhalefet
etmenin doğru olmadığı bilindikten sonra bu konuda denilecek söz şöyle
olmalıdır: Bu gibi şeyler asla şeriata muhalefet şeklinde yorulmamahdır. Zira
bu işleri yapanlar dindar, takva ve fazilet sahibi, iyi halli kimselerdir.
Dolayısıyla bu gibiler hakkında iyi zan beslemek gerekir. Nitekim biz gerek
ashap ve gerekse takva konusunda onların yollarını takip eden selef-i
salihimize karşı bu gibi düşüncelerimizden1 dolayı sorumluyuz. Netice olarak
bu olağan dışı hallerin seran caiz olan şeyler doğrultusunda cereyan ettiği
düşünülmelidir.
Bu takdirde onların
düşüncelerini üzerine bina ettikleri şey: a. Ya olağan cinsinden garip bir şey
olacaktır, b. Ya da olağan cinsinden olmayacaktır.
Eğer birinci
kısımdansa, o takdirde onlar olağan şeylerin hükümlerine katılacaktır. Meselâ,
orucu bozma emri. Çünkü böyle bir emir, belki de nafile olarak oruç tutanın
nefsinin emiri[406]
olduğunu gören birinin görüşü üzerine bina edilmiş olabilir. Bu gibiler de
çoktur. Bu durumda müridin (öğrencinin) kabulden kaçınması, inat ve nefse uyma
olur. Böyle birisinin akibetinden korkulur. Özellikle de fazileti ve Allah'ın
velî kulu olduğu herkesçe bilinen kimselere uyma konusunda. Ömer b.
Abdulaziz'in zekatı vermeyen kimseyi bırakmayı emretmesi de aynı şekildedir.
Belki de onun bu tavrı bir tür ietihad idi. Zira o, onu dinî kurallardan gaflet
içerisinde bulunan bir kimse gibi kabul etmiş ve onun bizzat kendi kendine o
durumdan vazgeçmesini ve halini düzeltmesini beklemiştir. Nitekim öyle de
olmuştur. O kişi kendi kendisine düşünmüş ve kendisine vacip olan zekatı
ödemiştir. Ömer bu tav-nyla o kimsenin tümden bırakılmasını kastetmiş değildir.
Aksine o, bu şekilde onu uyarmış ya da onu denemiştir. Eğer o kişi böyle bir
dav- . ranıştan sonra vermemekte ısrar edecek olsaydı, zekat vermemekte
direnenlere ne lâzım geliyorsa, o kişi hakkında da onu uygulayacaktı.
Rib'iyy b. Hıraş olayı
da aynı. O hayatında asla yalan söylememiş bir kimsedir, Haccac, bu yüzden
oğlunun yerini kendisinden sormuştur. Bu gibi yerlerde doğruluk azimettir,
yalan söylemek ise sadece bir ruhsattır ve gereği ile amel etmemek caizdir.
Hatta azimetle amel etmek daha sevapiı olmaktadır. Nitekim küfrü gerektirecek
bir söz söyleme konusunda durum böyledir. Küfür söz ise yalanın başıdır. Yüce
Allah: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun"[407]buyurmuştur.
Bu âyet sefere katılmayıp geride kalan üç kişinin haberi anlatıldıktan sonra
sevkedilmiştir. Bu üç kişi, yalan söylediklerinde yalanlan kabul edilebilecek
bir konumda iken yalan söylememişler ve doğruluğu benimsemişlerdir. Bu yüzden
de Allah onları Övmüş ve böylece onlar "Korku yolunda emniyet umulur"
sözünün gereğince doğruluk yolunda işlerini düzene koymuşlardır. Nitekim
ariflerden birisi şöyle demiştir: "Doğruluğayapış! Onun sanazarar
vereceğinden korktuğun yerde o sana fayda verir. Yalanı da bırak! Onun sana
fayda vereceğini düşündüğün yerde o sana zarar verir." Bu, doğru ve
yerinde şer'î bir esas olmaktadır.
Ebu Hamza olayında da
durum aynıdır. O da azimetle amel etmiştir. Çünkü o kendi kendisine, Allah'tan
başkasına güvenmeme konusunda söz vermişti. Bu azmini bozarak ruhsat yoluna
başvurmadı. Bu da dinde yeri olan bir esastır. Onun bu durumuna şu âyet de
delâlet etmektedir: "Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter."[408]
Allah'a tevekkül etmek başkalarına güvenmekten daha büyüktür, Hûd Hepiniz bana
tuzak kurun, sonra da ertelemeyin. Ben ancak benim de, sizin de Rabbiniz olan
Allah'a güvenirim.[409] Ebu
Hamza kendi kendisine azmedip Allah'tan başkasına güvenmeyeceğine dair söz
verince kendisinden, "Ahidleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini y erine get
irin"[410] âyeti gereğince sözünde
durması istenildi. Yine bazı imamlar ondan şöyle naklederler: O bazı
sahâbîlerin Hz. Peygamber'e hiçbir kimseden bir-şey istememek üzere beratta
bulunduklarım ve bunun neticesinde binit üzerinde iken kamçısı düştüğünde onu
kimseden kendisine vermesini istemediklerini işitti ve bunun üzerine şöyle
dedi: "Ya Rabbi! Bunlar Senin Peygamberini gördüklerinde onunla
ahidleştiler. Ben de asla hiçbir kimseden bir şey istememek üzere seninle
ahidleşiyorum" dedi. Sonra haccetmek amacıyla Şam'dan Mekke'ye doğru yola
çıktı ve söz konusu olay başına geldi. Bu da aynı şekilde azimetle amel etmek
kabilinden olmaktadır. Zirao,kendi kendisine kendisinden dahafa-ziletli olan
insanların (sahabe) ahdi gibi söz vermişti. Bu haliyle o, şer'î esaslar
haricinde hareket etmiş olmuyordu. Bunun içindir ki, İb-nu'1-Arabî bu olayı
anlatınca: "Bu Allah'a ahidde bulunmuş bir kimsedir ve ahde vefayı kemâl
üzere bulmuştur. Uyun ona, Allah'ın izniyle doğru yolu bulursunuz"
demiştir.
Vahşî hayvanların
bulunduğu tehlikeli yerlere girmek, keza azıksız ıssız çöllere dalmak da aynı
şekildedir. Hükümler bahsinde de belirtildiği üzere bazı insanlara göre
sebeblerin varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktur. Çünkü sebebleri de
müsebbebleri de yaratan Allah'tır. Durumu böyle olan bir kimse için sebebler
yok hükmündedir. Dolayısıyla onun için bir yaratıktan korku duyma ya da ondan
umut [292] bekleme gibi bir durum olmayacaktır. Zira Allah'tan başka ne korkulacak
ne de^kendisinden umut beklenecek hiçbir şey yoktur. Böyle bir anlayıştan
kaynaklanan bu tür hareketler, helake atılmak değildir. Ama yanında azık
olmadan çöle girdiği zaman ya da vahşî hayvana yaklaştığında helak olacağına
inanıyor ve buna rağmen bu tür davranışlarda bulunuyorsa, kendi kendisini
tehlikeye atmak işte o zaman gerçekleşmiş olacaktır. Kaldı ki, İmanı Gazzâlî,
çöle girme konusunda tahammül ve sabredebilme, bitkilerle idare edebilme
alışkanlığının olmaması şartını getirir.
Bu izahtan sonra
sanırız siz, velayet mertebesine ulaşmış evliyanın ellerinde gerçekleşmiş
bulunan şeyin, olağan (normal) hükümlere dönecek şekilde bir izahının
bulunduğunu göreceksiniz. Hatta şunu da diyebiliriz, Allah'ın izniyle
ancakonların böyle olduklarını göreceksiniz.
Fasıl:
(Davranışlarını)
üzerine bina ettikleri şey mükâşefe gibi olağan dışı birşey ise, bu durumda
onlara verilecek hüküm, carî bulunan âdetlerin (olağan hallerin) hükmü müdür;
dolayısıyla kendilerinden diğer insanların üzerinde bulundukları durumlara tâbi
olmaları iste-,nir mi? Yoksa onlara, insanlar arasında câri bulunan olağan
hallere (zahir âdetlere) ait hükümlerden farklı dış görünüşte şerîata muhalif
de olsa ayrıcalıklı bir muamelede mi bulunulur ve gerekçe olarak da gaybî
keşfin tahkiki neticesinde muhalefet yok, muvafakat vardır mı denilir?
On ikinci mesele ile
daha önceki bahislerden anlaşıldığına göre burada da olması gereken şey, onlara
Özel bir hükmün bulunmaması ve herkes için geçerli bulunan zahir hükümlere
onların da tabi olmalarıdır; mürşidin bunu onlardan kesinbir tarzda
istemesigerekir. Buko-nuya delil olacak şeyler daha önce geçmişti. Ayrıca
aşağıdaki hususlar da konuyla ilgili delil olacaktır:
1.
Eğer hükümler,
olağandışı durumlar dikkate aîmarakkonulacak olsaydı, o zaman onlarla ilgili
olarak hiçbir kaide düzen tutmaz ve hiçbir mükellef ile onların hükmü arasında
irtibat meydana gelmezdi. Çünkü o takdirde bütün fiillerin hem muvafık hem de
muhalif olmaları imkân dahilinde olacaktır. Hiçbir durum söz konusu edilemez
ki, onun aynı anda hem sahih hem de fâsid olması mümkün olmasın. Bu durumda
hiçbir kimse hakkında yaptığı bir fiilin fâsid ya da sahih olduğuna kesin
olarak hükmetmek mümkün olmayacaktır. Haliyle fiillere sevap ya da ceza
verilemeyecek, onu işleyen için ikram ya da aşağılama olmayacak, kanlar
korunamayacak ya da heder edilemeyecek, hiçbir hâkimin verdiği hüküm infaz
edilemeyecektir. Böyle bir sonuca götürecek birşeyin, meşru kılınması özellikle
de şeriatın temelini oluşturan maslahatlar dikkate alınıp dururken sahih
değildir.
2.
Olağandışı haller,
üzerine dayanılacak bir hüküm olabilecek kadar bidüziyelik arzetmezler. Çünkü
bunlar belli bir zümreye has özel hallerdir. Sadece belli bir zümreye has
olduğuna göre, başkaları hakkında carî olmazlar. Bu durumda dış görünüşle
ilgili (zevahir) kaideler onları kapsamayacaktır. Keza, onlarla, onlardan
olmayan diğer insanlar arasında da carî olmayacaktır. Zira her iki grubun
ittifakı ile, olağandışı hal sahibi olmayan kimseler hakkında fevkalâdelikler
doğrultusunda hükümlerde bulunmak sahih değildir. Yani normal insanlarla
ilgili hükümler verilmesi sırasında demek istiyorum. Zira hâkim ya da sultanın,
velînin keşfini esas alarak onun lehinde hükümde bulunması ya da bizzat
sultanın kendi keşfine dayanarak velî olmayan bir kimse hakkında zahiren
konulmuş sebeblere dayanmaksızın hükümde bulunması, keza bir konuda iki
velinin mahkemeye başvurması durumunda hâkimin ke şfe dayanarak hükümde
bulunması gibi yetkileri bulunmamaktadır.
3.
Olağandışı haller
belli bir zümreye has olup, herkesi kapsamadığına göre, bu şeriatın genelliği,
onun hükümlerinin herkesi ve her hali kapsadığı ilkesine ki daha önce
delillendirilmişti ters düşecektir. Nasıl olabilir? Onlar "Veli bazen
isyan edebilir; onun için günahlar caizdir" diyebiliyorlar. Hiçbir fiil
yoktur ki, onun zahiri şeriatın zahirine muhalif olsun da, onun bir isyan
olduğu ilk etapta ortaya çıkmasın. Bu durumda şeriatın zahirine uymayan
olağandışı bir durumun (harikuladelik) meşru olmasının sübutu sahih değildir.
Çünkü pek çok ihtimaller vardır. İşte bu husus da konumuza delil olan üçüncü
bir nokta olmaktadır.
4.
Yaratıklar içerisinde
fevkalâde hallere en layık olan Önce Hz. Peygamber sonra da sahabedir. Şeriatın
bizzat belirlediği ve sırf kendisine Özgü haller haricinde Hz. Peygamberle
ilgili olarak bu kabilden birşey meydana gelmemiştir. Kendisi: "Allah,
peygamberi için dilediğini helâl kılar"; "Sen bizim gibi değilsin. Allah
senin gelmiş ve gelecek günahını affetmiştir" diyenlere karşı tepki
göstermiş ve onlara kızarak: "Muhakkak ki ben, sizin içinizde Allah'tan en
çok korkanınız ve ondan sakınılacak şeyleri en iyi bileniniz olmayı cidden
ümit ederim"[411]buyurmuştur.
Bilindiği üzere Hz. Peygamber ile tevessülde bulunulur ve onun duasından şifa
beklenirdi. Bununla birlikte zevcesi ya da cariyesi dışında, onun elinin
yabancı bir kadının tenine değdiği asla sabit olmamıştır. Kadınlar ona
bey'atte bulunurlardı; buna rağmen elleri hiçbir kadının eline asla
değmemişti. Aksine o, her durumda, işin iç yüzünü bildiği halde zahire göre
amel ederdi. Baha önce bu türden örnekler geçmişti. Kaideleri koyan o idi ve
onlardan hiçbir veliyi müstesna tutmamıştı. Eğer velî ya da olağanüstü hal sahipleri
bu hükümlerden istisna tutulacak olsaydı, bu istisnaya başta kendisi lâyık
olurdu, sonra da sırasıyla sahabe ve tabiîn nesli gelirdi.Zira onlar gerçekten
Allah'ın velî kulları, gerçek fazilet sahibi kimseler idiler.
Rübeyyi' olayında[412] bu
husus açıklanmaktadır: Onun velisiya da her kimse: "Allah'a yemin ederim
ki, onun dişi kırılmayacak" demiş, Hz. Peygamber de "Allah'ın hükmü
kısastır" buyurmuştu. Hz. Peygamber 'Allah'ın kulları içerisinde öyleleri
vardır ki, şayet Allah adına yemin etseler Allah onların yeminlerini doğruya
çıkarır" diyerek işi ertelemek ve böylece yeminin sonucunu ortaya çıkarmak
yoluna gitmemiş, aksine en büyük bir sıkıntı demek olan kısas hükmünün
uygulanacağım bildirmiştir. Sonunda mağdur tarafı, karşı tarafı affederek kısas
hakkından vazgeçmişlerdi. Af sonunda da Hz. Peygamber: "Allah'ın kulları
içerisinde öyleleri vardır ki, şayet Allah adına yemin etseler Allah onların
yeminlerini doğruya çıkarır" buyurmuş ve Allah'ın söz konusu yemini
doğruya çıkardığını haber vermiştir. Ancak af durumu ortaya çıkıncaya kadar o
böyle bir hükümde bulunmamıştı, Af, zahirde kısas hükmünü düşürmek için bir
sebep olarak ortaya çıkmıştı.
5.
Harikuladelikler çoğu
kez şer'î kurallara muhalif olarak meydana geldiklerinden, şiirde vezin zarureti
gibi de olsa onlar (bir hüküm olarak) sabit olabilecek bir durumda
değillerdir. Çünkü onların sübutu, meşru kılınmış esaslara muhalefet ve onların
içermiş oldukları maslahatları ortadan kaldırmak olur. Bilindiği üzere Hz.
Peygamber münafıkların bizzat kim olduklarını ve müshimanlar arasında nasıl
fitne ve fesat çıkardıklarını yakinen biliyordu. Bununla birlikte onları
öldürmekten kaçınıyordu, çünkü dikkate alınması gereken ve "İnsanlar:
'Muhammed, adamlarını öldürüyor' diye konuşmamalılar" şeklinde ifade
ettikleri daha üstün bir mâni bulunmaktaydı. Olağanüstü haller gösterebilen
kimseler hakkında da aynı şekilde davranı-îarak onlara bu olağanüstü şeylerle
ilgili hükümler uygulanmaz. Böylece durumdan haberi olmayan kimseler
"sûiîlerin ayrı bir şeriatı olduğu" düşüncesine kapılmazlar.
Bunoktadanhareketledirki,fukahâ Ebû Yezîd'in hizmetçisi ile ilgili davranışım
tepki ile karşılamışlar ve onun hatalı olduğunu söylemişlerdir. Olağanüstü
haller gösteren kimselerin herkesle ilgili hükümlerden ayrı Özel hükümlerle
ayrıcalık göstermeleri, insanların kalplerinde şer'an kaçınılması istenilen çeşitli
düşünceleri doğuracak bir durum olur. Dolayısıyla onların diğer insanlardan
ayrı hükümlerle temayüz etmeleri yakışık almaz. Bu yüzdendir ki yine onlar
içerisinde aşırı gidenlerden birçoğu ibaha mezhebini[413]
benimsemişler ve duydukları şeylerle de kendi görüşlerini teyit etmeye
çalışmışlardır. Bu da onların kötü anılmalarına sebep olmuştur.
Haşa, Allah'ın veli
kullan mutlak surette bu gibi olağandışı kehanetlerden uzaktırlar. Ancak söz,
bu konu üzerine dalmaya doğru kaymıştır. Onların hem zahiren hem de bâtınen
şeriatın koymuş olduğu sınırları korumuş oldukları bilinmektedir. Onlar,
sünneti layıkı gibi yerine getiren; ona uyma konusunda titizlik gösteren kimselerdir.
Ancak bu zamanlarda ve daha öncelerde onların anlayışlarında meydana gelen
sapma yüzünden onların hallerinde şu anda mevcut bulunan (menfî) durumlar
ortaya çıkmıştır. Bu yüzden de bu meseleler üzerinde söz etmek gerekli hal
almıştır. BöyleceAllah'ın izniyle onların örnek yollarının gereği olmak üzere
maksatları anlaşılır bir hal almış ve hallerim vurabileceğimiz bir kıstas
konulmuştur. Allah onları ve onlarla (bizleri) faydalandırsın!
Şimdi konuya[414]
tekrar dönelim: Ne gaybî olan şeylere vâkıf olmak ne de doğru keşif, normal
hükümler doğrultusunda hareket etmeye mani değildir. Bu konuda rehber, önce
Hz. Peygamber sonra da selef-i sâlihînin takip ettikleri tutum olacaktır.
Âdetlerin ola-ğandişılık göstermesi durumunda, onların üzerine zahir hükümlerle
ilgili binada bulunmak da uygun düşmeyecektir. Hz. Peygamber, "Allah seni
insanlardan korur"[415]âyetinin
de ifade ettiği üzere koruma altına alınmıştı. Allah'ın koruması altında
olmasından Öte daha başka birşey de olamazdı. Bununla birlikte o, zırh ve miğfer
ile korunur ve âdeten sakınılması gerekli şeylerden sakınır di. O bu haliyle
bulunduğu yüce mertebesinden daha aşağı mertebelere düşmüş olmuyor; aksine
daha da yüceliyordu.
Yukarıda belirtilen ve
Allah'ın kudretine nisbetle âdetlerin varlı-! ğı ile yokluğunun eşit olması da,
âdetlerin hükümlerini onların gereği doğrultusunda icra etmeye engel değildir.
Daha önce de geçtiği
gibi, sahabe tevekkül rütbesine ulaşmış kimselerdi ve onlar nimetlerin
kendilerine ulaşmasını sebeblerden değil inamda bulunan Allah'tan biliyorlardı.
Bununla birlikte onlar yapılması istenilen normal (âdı) sebeblere tevessülde
bulunmayı terk cihetine gitmemişlerdir. Hz. Peygamber, onları sebeblerin
hükümlerini düşüren ve âdetlerin (normal hallerin) ortadan kaldırılmasını gerektiren
bir hal üzere bırakmamıştır. Bu, onların (âdetlerin) Sâri' tarafından
getirilen azimetler olduklarını gösterir. Çünkü âdetlerin olağan halini
yitirdiği demler, üzerinde durulacak bir makam değildir.Onlar olsa olsa daha
önce de geçtiği gibi ruhsat mahalleridirler. Dikkat edilirse Hz. Peygamber
"Onu bağla veöyle tevekkül et!" buyurmuştur.[416]
Sûfiyyeden kemal sahibi kimseler, Hz. Peygam-ber'in âdâbıyla ahlâklanmış olmak
için esbaba tevessülden geri durmazlardı ve Tüce Allah'ın, yaratıklarla ilgili
halleri carî bulunan belli kalıplar içerisine koyması, şer'î maksadın onların
hükümleri altına girmek olduğunu gösterir', diye düşünürlerdi ve en üstün olanı
bırakarak daha az önemli olan şeylerle asla uğraşmazlardı. Hızır olayına
gelince, "Ben onu kendiliğimden, yapmadım[417]
âyetinden anlaşıldığı üzere o bir peygamber idi. Bir grup âlim bu âyete
dayanarak onun peygamber olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Bir peygamberin
kendisine bildirilen vahye tâbi olarak hareket etmesi ise tartışmasız caiz
olmaktadır. (Onun peygamber olmadığı) bir an için kabul edilse bile, o bir
ferdî olaydır; üstelik bizim şeriatımızda cereyan etmiş bir olay da değildir.
Bunun delili şudur: Nebi dışında ne bir veli, ne de bir başkası, ergenlik çağma
ulaşmamış bir çocuğu onun kâfir tabiatlı olduğunu ve asla iman etmeyeceğini,
eğer yaşarsa azgınlık yaparak ve küfre düşerek anne ve babasına eziyet
edeceğini bilse de öldürmesi caiz değildir. Bu konuda kendisine gaybı bilen
(Allah) tarafından izin verilse de bunu yapamaz. Çünkü şeriat emir ve yasakları
koymuştur ve onların dışına çıkılamaz. Hızır'la ilgili olay, öyle anlaşılıyor
ki başka birşerîatçerçevesindecereyanetmiştir. Hz. Musa'yı azarlaması ve ona
olayın içyüzünü bildirmesine bakılırsa, ortada onun (Musa) bilmediği başka bir
ilim ve daha başka durumlar bulunmaktaydı.
Sonra velînin, gayb
âleminden öğrendiği herşey ile amel etmesi caiz değildir. Aksine bu tür gaybî
bilgiler iki kısımdır;
(a) Kendisiyle amel edilmesi durumunda şeriatın zahirine
ters düşen ve tevil edilmesi imkânı da bulunmayan kısım. Bu tür gaybî
bilgilerle amel edilmesi asla caiz değildir.
(b) Amel edildiğinde şeriatın zahirine ters düşülmeyen,
ihtilaf meydana gelse bile sağlam bir değerlendirme ile şeriata dayandırma
imkânı bulunan gaybî bilgiler. Bu kısımdan olan [297] gaybî bilgilerle amel etmek caizdir.
Nitekim daha önce açıklanmıştı . Doğru olan yol işte bu yoldur; mürşidin bu
yol üzere irşadda bulunması gerekecek, sülük erbabının himmetlerini
bu noktaya bağlayacaktır.
Böylece önderlerin efendisi Ra-sûlullah'a uyulmuş olacaktır. Bu yol, nefsânî
haz-ların gereğinden kurtulmanın en kestirme ve ayakların sabit kalıp
kaymamasınm en emin yoludur. Böyle bir durumda o bilginin sahibine tâbi
olunması ve ona uyulması uygun olacaktır. Allahu a'lem! [418]
Âdetler, meydana
gelişlerine nisbetle iki kısımdır:
(a) Zamana, mekana ve durumlara göre değişmeyen genel
âdetler: Yemek, içmek, sevinmek, üzülmek, uyumak, uyanmak, tabiata uygun olan
şeylere meyletmek, uygun düşmeyen şeylerden de nefret etmek, temiz, güzel ve
lezzetli olan şeyleri almak, elem verici, pis ve iğrenç şeylerden de sakınmak
vb. gibi şeyler bu kısımdandır.
(b) Zamana, mekana ve durumlara göre değişen âdetler:
Giyinme ve kuşanma şekli, barınma tarzı, şiddet halinde yumuşaklık,
yumuşaklık halinde şiddet gösterme, davranışlarda yavaş ya da süratli hareket
etme; teennîli ya da aceleci davranma vb. gibi Örnekler de bu kısımdandır.
Birinci kısımdan olan
âdetler halde, mazide ve istikbalde bidüzi-yelik arzeder. Dolayısıyla, geçmiş
asırlarda yaşayan milletlerin de aynı âdetler üzerinde yaşamış olduklarına
hükmolunur. Çünkü Allah Teâlâ'nın evrende cârîbulunan kanunlarının
(sünnetullah) bu şekilde cereyan ettiği ve âdet-i ilâhî üzere cereyan ettiği
için de onlarda genel olarak bir değişiklik bulunmayacağı kesindir. Dolayısıyla
halihazırda cereyan etmekte bulunan bu türden bir âdetin mutlak surette geçmişte
de bulunduğuna ve gelecekte de bulunacağına hükmedilir. Âdetin şer'î ya da
tabiî vücûdî olması arasında bir fark yoktur.
İkinci kısma gelince,
bu tür âdetlerin geçmişte bulunan milletlerde de bulunacağına hükmetmek
mevcudiyetine dair haricî bir delil bulunmadıkça asla mümkün değildir. Delilin
bulunması durumunda, geçmiş için de o âdetin varlığı doğrultusunda hükmetmek,
âdetin Özelliği gereği değil de, o delil sebebiyle olmuş olur. Gelecek için de
durum aynıdır. Bu konuda da şer'î olan âdetle[419]
tabiî (vücûdî) olan âdet arasında fark yoktur.
Birinci kısımdan olan
âdetlerin geçmişte, halde ve gelecekte aynilik göstermesi, daimî bir küllî
esasa dayalı olmalarındandır. Dünya bu esas üzerine kurulmuştur ve kulların
evrendeki maslahatları bu âdetlerin mevcudiyeti ile gerçekleşmektedir. Nitekim
yapılan istikra bu neticeyi ortaya koymaktadır. Şeriat da bu âdetlere uygun
olarak gelmiştir. Bu küllî olan âdet kıyamete kadar bakî kalacaktır. Bu sözü
edilen küllî âdet, daha önce belirtilen ve hakkında zannî değil kesin bilgi
olduğuna dair delil bulunan âdet olmaktadır. İkinci kısma gelince, onlar küllî
âdet[420]
altına giren cüz'î âdetlere yönelik olmaktadır. Bunlar hakkında kesin bilgi
değil zan bulunmaktadır. Durum böyle olunca, ikinci türden halihazırda mevcut
bulunan âdetlerin hükümlerini geçmişte bulunanlara da teşmil etmek sahih
değildir; çünkü değişmesi ve yerine başkasının geçmesi mümkündür. Birinci
türden olan âdetler ise böyle değildir.
Bu; ilk nesillerin üzerinde
bulundukları âdetlerin sonra gelen nesillere de teşmil edilmesi ve onların
hükümlerinin sonraki gelenlere verilmesi konusunda kendisine ihtiyaç duyulan
önemli bir kaidedir. Usûl âlimleri hüküm bina etmek, genel durumlarla ilgili
kazâî hükümleri kendisine vurmak yoluyla bu kaideyi çokça kullanırlar. Aslında
böyle bir kullanış mutlak olarak ne sahih ne de fasittir. Aksine daha önce de
geçtiği gibi konunun taksime tâbi tutulması gerekir. Bu iki kısımdan netlik kaz
anmayan ve problem olarak kendisini gösteren bir üçüncü kısım daha ortaya
çıkmaktadır: Acaba bu üçüncü kısım birinci kısma katılacak ve böylece bir
hüccet olabilecek midir? Yoksa birinci kısma katılmayacak ve neticede bir
hüccet olmayacak mıdır? [421]
Şâri'in şeriatı
koymasından anlaşılan şudur ki, tâat ya da masi-yet, onlardan doğacak maslahat
ya da mefsedetin büyüklüğüne göre büyük ya da küçük olmaktadır. Bilindiği üzere
şeriattan gözetilen en büyük maslahat, her şeriatta (millette) dikkate alman
beş zarurî esasın normal seyrinde yürümesini ve korunmasını temin etmek; en büyük
mefsedet de onların ortadan kaldırılmasına sebebiyet verecek davranışlara
girmektir.
Bunun delili, zarurî
esasların ihlaline yönelik olarak gelen va'îdin[422]
ölçüsüdür; Dinden dönme (irtidat), haksız yere insan öldürme ve can
güvenliğine yönelik tecavüzler, zina, hırsızlık, içki içme .ve bu anlama
gelecek (uyuşturucu kullanma gibi) diğer davranışlar gibi, ya had cezası
konulan ya da şiddetli tehdit unsuru (va'îd) içeren davranışlarda bu açıkça
görülmektedir. Hâcî ya da tekmili esaslarla ilgili konularda ise aynı
hassasiyet gösterilmemiş, onlarla ilgili özel bir tehdit Cva'îd) ya da
belirlenmiş had cezası konulmamıştır. Eğer birşeyin hakkında özel bir had
cezası konulmuşsa, hakkında kesin bir va'îd getirilmişse, o şey zarurî olan
esaslarla ilgilidir demektir. Bu konuda istikra yeterlidir; dolayısıyla uzun
uzadıya delil serdine gerek yoktur. Ancak maslahatlar ve mefsedetler iki
kısımdır:
(a) Dünyanın düzen ya da fesadı kendisine bağlı olanlar.
Can güvenliğini temin etmek maslahata, insanı öldürmek de roefsedete bu kısımla
ilgili olarak verilecek örneklerdir.
(b) Birinci türden olan maslahat ya da mefsedetleri
tamamlayıcı, onları kemal noktasına ulaştırıcı olan kısım. Bu ikinci kısım hep
aynı mertebede olmayıp farklı dereceleri vardır. Birinci kısımdan olan maslahat
ve mefsedetler de aynı şekilde hep aynı derecede değildir. Birinci kısımdan
olan zarurî esasları ele aldığımızda bunlar içerisinde dinin (din ve vicdan
hürriyeti) ilk sırayı aldığını görürüz. Bu yüzden dinin korunması uğruna can,
mal vb. feda edilir.[423]
Sonra can güvenliğinin korunması gelir. Bu uğurda da neslin, aklın, malın...
heder edildiği görülür. Meselâ bazı âlimlere göre, bir kimse ölüm tehdidi
altında canını kurtarmak için zina edebilir; bir kadın naçar kalır, kendisi ile
cinsî ilişkide bulunmadıkça yiyecek vermeyen bir kimsenin oîmasıha-îinde
açlıktan dolayı öleceğinden korkarsa, canını kurtarmak için onunla ilişkiye
girmesi caiz olur, demişlerdir. Diğer zaruri esasların durumu da aynıdır. Sonra
biz meselâ garar satışım (beyul-garar) ele aldığımızda, bunlarda bulunan
mefsedetlerin de aynı derecede olmadıklarını görürüz. Ceninin ceninini
satmadaki mefsedet, şu anda anakaramda bulunan cenini satmanın mefsedetinden
daha büyüktür. Anakarmndaki cenini satmanın mefsedeti de, şu andaburda olmayan,
fakat meşakkatsiz görme imkanı bulunan bir malı evsafını belirterek satmanın
mefsedeti gibi değildir. Bu gibi şeylerden sakınma maslahatı da aynı şekilde
farklı farklı olacaktır. Buna göre tâat, küllî zarurî bir maslahat
gerçekleştiriyorsa, o tâat dinin rükünlerine katılacaktır; aynı şekilde
muhalefet de küllî ve korunması zarurî bir mefsedet ortaya çıkarıyorsa, o da
büyük günahlardan (kebîre) kabul edilecektir. Eğer tâat, cüz'î bir maslahat
gerçekleştiriyorsa, nafilelere katılacak ve fazilet sayılan şeylerden kabul
edilecektir; aynı şekilde muhalefet de,cüz'î bir mefsedet ortaya çıkarıyorsa, o
da küçük günahlardan sayılacaktır. Kebîre sayılan büyük günahlar aynı Ölçüde
olmadığı gibi, her rükün de birbirleri ile aynı mertebede değildir. Tâat ve
muhalefet konusunda ortaya çıkan cüz'î maslahat ya da mefsedetler de
birbirleriyle hep eşdeğerde değillerdir. Aksine bütün bunların her birinin,
kendisine uygun bir yeri bulunmaktadır. [424]
Mükellefe nisbetle
ibâdetlerde asıl olan onların taşıdıkları anlamlara (illetlere) bakmaksızın
onlarla kullukta bulunmaktır (yani taabbudîliktir); âdetlerde ise asıl olan
onların içerdikleri mânâları esas almaktır.
Birinci tezin
delilleri:
İstikra: Hakîkaten
ibadetlerle ilgili konuları incelediğimizde bu neticeyi görürüz. Meselâ,
hadesten taharete (gusül ve abdest) bakalım: Yıkanması gereken yerler, hadesi
gerektiren mahalli öte aşmaktadır[425]
Aynı şekilde namazlar da öyledir; belli şekillerde belli hareketlerle
yapılmaktadır ve bu belli şekillerin dışına çıkıldığında ibâdet olmaktan
çıkmaktadır. Yine.ibâdetlerde bazı mûciblerin, gerektirdikleri netice (mûceb)
farklı olmakla birlikte beraberlik gösterdiklerim görmekteyiz,[426]
Belli bir zikir, belli bir yerde istenilir iken, başka bir yerde
istenilmemektedir[427]
Hadesten taharet sadece temiz ve temizleyici olan su ile yapılabilmektedir;
halbuki başka maddelerle de temizlik yapmak mümkündür. Teyemmüm aslında maddî
anlamda bir temizlik saymak mümkün değilken temizleyici su ile yapılan taharet
yerine geçmektedir. Oruç, hac vb. gibi diğer ibadetlerde[428]de
durum aynıdır. Bizim bu gibi taabbudî olan şeylerden genel olarak
anlayabildiğimiz hikmet, bunlarla Allah Teâlâ'mn emirlerine teslimiyet, .
yalnızca O'na karşı saygı duymak, O'nu yüceltmek ve Ö'na yönelmektir. Bu
kadarı, belli bir hükmün anlaşılabileceği bzel bir illet ortaya koymaz. Eğer
Öyle olsaydı, o zaman bizim için belli kalıplar konulmaz; aksine, belirlenmiş
kalıplarla olduğu gibi belirlenmiş kalıplar olmaksızın da sadece Allah'a
tazimde bulunmakla emrolunurduk ve belirlenmiş kalıplara muhalefet eden
kimseler de kınanmazlardı. Zira, kulun niyetine uygun olan fiiliyle tazim
gerçekleşmiş olurdu. Halbuki durum görüşbirliği ile böyle değildir. Buradan da
anlıyoruz ki, Sâri' Teâlâ'nm ilk maksadı, bu belirlenmiş kalıplarla kullukta
bulunulmasıdır (taabbudîlik) ve bu belirlenen şekillerin dışındakiler ise
şer'an amaçlanmış olmamaktadır.
(2)
Eğer Allah'a kulluk f
taabbudîlik) konusunda bir genişlik amaçlanarak şer'an belirlenmiş şeylerle
olduğu gibi belirlenmemiş şeylerle de kulluk icrasında bulunmak caiz olsaydı, o
zaman Sâri' buna dair açık bir delil ortaya kordu. Nitekim âdetler konusunda
genişlik gösterildiğine dair deliller ortaya koymuştur.[429]Bu
durumda sadece belirlenmiş şekil ve kalıplar üzerinde durularak onların
benzerleri, yakınları ya da hakkında nass bulunan konu ile ortak yönleri
bulunan diğerleri bırakılmış olmazdı. Muamelâtta caiz olan bu gibi durumlar
ibâdetler bahsinde de aynı şekilde caiz olurdu. Ancak baktığımızda durumun öyle
olmadığını, hiçbir zaman belirlenmiş şekil, kalıp ve miktarların öte
aşılmasınınistenmediğini görüyoruz. Bu daibâdetler-den maksadın taabbudîlik
olduğunu ve belirlenmiş sınırların korunmasının gerekliliğini göstermektedir.
Ancak bir nass ya da icmâ ile bazı şekillerden gözetilen mânâ (illet) ortaya
çıkmışsa, bu durumda ona tâbi olana yönelik bir kınama olmayacaktır.[430]Ancak
bu son derecede azdır ve bir esas olacak durumda değildir. Bir şeyin asıl
olabilmesi için, o konuyu tümüyle kapsaması ve galebe çalması gerekir.
Sonra usûlcülere göre,
ibâdetlerde "nıünâsib," benzeri (nazîri) bulunmayan şeylerden
sayılır.[431]Yolculuk sırasında
namazın kısaîtılması, oruç tutmama ruhsatının verilmesi, iki namaz arasını
birleştirerek kılma (cem) vb. gibi hükümlere nisbetle (illet olmaya uygun görülen)
meşakkat[432] örneğinde olduğu gibi.
Buna göre ibadetler konusunda cins itibarıyla anlaşılabilen illetlerin çoğu,
hususîlik bakımından anlaşılır değillerdir. Meselâ[433]
"Yanıldı ve secde etti[434]
"Sizden biriniz, abdestini bozduğunda abdest almadıkça Allah onun
namazını kabul etmez"[435]hadisleri
gibi. Keza Hz. Peygamber günün iki ucunda (yani güneş doğarken ve batarken)
namaz kılmayı yasaklamış ve illet olarak da, güneşin şeytanın iki boynuzu
arasında doğup battığını göstermiştir.[436]
Hilaf ilmiyle uğraşanlar, niyetin gerekliliği konusunda abdesti teyemmüme kıyas
ederlerken şöyle derler: Abdest,abdest almayı gerektiren şeyin çıktığı mahalli
öte aşarak gerçekleştirilen bir temizliktir. Dolayısıyla teyemmüme kıyasla
abdestte de rıiyet vacib olur. İhtilafsız açık, munzabıt ve hükmün bağlanmasına
uygun (münasib) bir illeti bulunmayan, üzerinde ittifak edilmeyen
"şebeh" diye adlandırılan ve kabul edenler tarafından da ancak kıyas
edebilecek başka birşey bulamadıkları zaman kullanılan tür de böyledir. Bizim
için illeti belirleme yollarından[437]
biri ile ortaya konulan açık bir illet gerçekleşmediği zaman, mutlaka yapılması
gereken şey, beiirlenmiş sınırlar yanında durmak ve öte aşmamak olacaktır.
Çünkü biz istikra neticesinde şeriatın ibâdetler konusunda taabbudîlik esası etrafında
dönüp dolaştığım görmekteyiz. Dolayısıyla taabbudîlik, ibâdetler konusunda asıl
prensip olacaktır,
(3)
Fetret[438]
dönemlerinde Allah'a kulluk şekilleri (taabbudî konular) akıllı insanlarca
âdetlerle ilgili konularda olduğu gibi bulunamamıştır, Genelde onların
sapıklık içerisinde bulundukları ve doğru bir yol üzere olmadıkları
görülmektedir. Bundan dolayı da, daha önceki şeriatlardan kalan hükümlerde
değiştirmeler olmuştur. Bu husus, açıkça göstermektedir ki, akıl yalnız başına
taabbudî konuları kavramak ya da onları belirlemek ve koymak kudretine asla
sahip değildir. Bunları koyacak ve belirleyecek mutlaka bir şerîata ihtiyaç
vardır.. Durum böyle olduğu için de Yüce Allah, fetret devri insanlarını
taabbudî konularda doğruyu bulamadıklarından dolayı mazur görmüştür: "Biz
bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azap etmeyiz[439]
"Peygamberlerden sonra, insanların Allah'a karşı bir hüccetleri olmaması
için, gönderilen müjdeci ve uyarıcı peygamberlerden bir kısmını daha önce sana
anlatmıştık.[440]Bu son âyette bahsedilen
hüccet, şeriatın takat üstü yükümlülüğün kaldırıldığı konusunda ortaya koyduğu
hüccet olmaktadır. Alîahu a'lem! Durum böyle olunca bu gibi konularda, mutlak
surette Şâri'in belirlediği hususlara başvurmak mecburiyeti kendisini
gösterecektir. Taabbudîliğin anlamı da işte budur. Bu yüzdendir ki, bu gibi
konularda sadece emre uyma durumunda olan kimseler, doğruya isabet konusunda
daha avantajlı olacaklar, selef-i salihin yolu üzere yürümeye daha layık
bulunacaklardır. Bu İmam MâHVin görüşü olmaktadır. Zira o, hadesİn
kaldırılması konusunda sadece temizliğin gerçekleşmesi noktasına bakmamış,
temizlik başka bir vasıta ile gerçekleşse de mutlak suyun kullanılması gereğini
ve niyyeti şart koşmuştur. Namazda tekbir yerine başka bir lafzın
kullanılmasını caiz görmemiştir. Keza selâm için de aynı görüştedir. Zekât
bahsinde, kıymet ödenmesini engellemiş, keffâretler bahsinde sadece belirlenen
adedlerle yetinmiştir. İbâdetler konusunda buna benzer aşırı bir tavır
göstermiş ve ve sadece nass ile belirlenen ya da onlara tam bir benzerlik
arzeden konularla yetinmiş ve onları Öte aşmamıştır. Sonuç olarak, bu kısımdan
olan hükümlerde, taşıdıkları mânâlar dikkate alınmaksızın taabbudîlik bir esas
olarak alınacak; başvurulacak bir rükün şeklinde kabul edilecektir.
Fasıl:
Âdetler konusunda asıl
olan, taşıdıkları mânâlardır, şeklindeki ikinci tezin isbatma gelince; bu
hususta da aşağıdaki deliller kullanılacaktır:
(1)
İstikra. Biz, Şâri'in
koymuş olduğu hükümlerde kulların maslahatlarını gözetmiş olduğunu, âdetlerle
ilgili bütün hükümlerin maslahat etrafında dönüp dolaştıklarını görmekteyiz.
Meselâ aynı şey, maslahat bulunmayan bir ortamda yasak olurken, maslahat
bulunduğu zaman caiz olmaktadır. Örneğin, karşılıklı mübadelelerde dirhemi
dirhem karşılığında veresiye olarak vermek haram kılınmış[441]
iken, aynı şey karzda (ödünç akdi) caiz olmaktadır. Yaş hurmanın kuru hurma
karşılığında satılması bir maslahat bulunmadığı zaman tam anlamıyla garar
içerdiği ve riba anlamına geldiği için haram olurken, ağır basan bir
maslahattan dolayı caiz olmaktadır.[442]Biz
akılla kavrayabildiğimiz bu durumu ibadetler bahsinde anlaşılır bulamıyoruz.
Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat
vardır[443]"Aranızda mallarını
haksız yollarla yemeyin.[444]
Hadislerde de şöyle buyruîur: "Kadı öfkeli iken hükümde bulunamaz[445]
"Zarar ve zararla mukabele yoktur[446]
"Katil, vâris olamaz"[447]Hz.
Peygamber garar satışını yasakladı[448]
"Sarhoş edici herşey haramdır.[449]
Kur'ân'da ise: "Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık
ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister"[450]
buyruîur. Bunlar gibi sayılamayacak kadar çok nass bulunmaktadır ve hepsi de
kulların maslahatlarının dikkate alındığına, illeti belirleme yollarının
gösterdiği üzere maslahatın bulunduğu her yerde şer'î iznin de bulunduğuna
işaret etmekte, hatta açıkça belirtmektedir.
Bütün bunlar, âdetlerin Sâri' Teâlâ'mn taşıdıkları mânâyı dikkate alarak
teşrîde bulunduğu türden hükümler olduğunu gö stermektedir.
(2)
Daha önce misalleri de
geçtiği gibi, Şâri'Teâlâ âdetlerle ilgili teşrî kısmında illetlerin ve
hikmetlerin açıklanmasına büyük önem vermiştir. Âdetler hakkında illet olarak
gösterilenlerin büyük çoğunluğu akılla kavranılabilecek türde hükme münasib[451]
olan şeylerdir. Bundan da, Sâri' Teâlâ'mn âdetlerle ilgili konularda onların
taşıdıkları mânâlaratabi olunmasını amaçladığını; ibâdetlerde olduğu gibi
nass-ların getirdiği sınırlarda durulması olmadığım anlamaktayız. Bu kısımda
İmam Mâlik çok geniş davranmış ve"mesâlih-imürse-le"[452]
prensibini bir esas olarak kabul etmiştir. Keza o, "istihsan"[453]
prensibini de benimsemiş ve kendisinden "İstihsan, ilmin onda dokuzudur"
sözü nakledilmiştir. Bu bahisler inşaallah ileride gelecektir.
(3)
Fetret devrelerinde
âdetlerle ilgili konularda onların taşıdıkları mânâlara olan iltifat biliniyor
ve sağduyu sahibi kimseler bunları dikkate alıyorlardı. Bunun neticesinde de
maslahatları gerçekleşebiliyor ve genel anlamda da olsa küllî maslahatlar
düzenli olarak icra ediliyordu. Bu konuda hikmet sahibi feylesoflarla diğer
insanlar arasında da fark bulunmuyordu. Gerçi tafsilat kısmında kusur
gösterdikleri oluyordu; ama neticede âdetler tabiî seyri içerisinde yürüyordu.
Şeriatlar da ahlâkın güzelliklerini tamamlamak üzere gelmiş oluyordu. Bu da
gösteriyor ki, âdetler bahsinde şeriatın getirmiş olduğu hususlar, insanlar
arasında bilinen şekliyle cereyan etmekte olan esasların detaylarını
tamamlamak amacına yönelik olmaktadır. Bu noktadan hareketledir ki, İslâm
şeriatı cahiliye döneminde mevcut bulunan birçok hükmü benimsemiştir: Diyet,
kasâme, Arûbe yani Cuma günü vâ'z ve irşad için toplanma,[454]
kırâz (mudârabe), Kabe'nin örtü ile Örtülmesi vb. gibi cahiliye devrinde övgü
ile karşılanan, güzel ahlâk ve iyi âdetlerden olup aklıselimin kabul edeceği ve
İslâm tarafından da benimsenen hükümler bunlardandır. Bu türden olan âdetler
çoktur. Taabbudî konulardan olup da cahiliye devri Araplarınca bilinen ve
kendilerine ataları İbrahim'in dininden intikal eden nadir de olsa bazı doğru
kalıntılar da bulunmaktaydı.
Fasıl:
Bu husus açıklık
kazandığına ve âdetler konusunda mânâların dikkate alınması asıl olduğuna göre
bakılır: Eğer âdetlerle ilgili bir konuda taabbudî bir husus bulunursa, mutlak
surette ona teslim olmak ve nassla belirlenmiş olan sınırlarda durmak
gerekecektir. Nikahta mehir, eti yenen hayvanların helal olması için belli
yerden kesilmesi, miras konusunda belirlenmiş bulunan nisbetler, talâk ve
vefattan dolayı beklenmesi gereken iddet sayıları vb. gibi aklen kendilerinden
beklenen cüz'î maslahatları kavrayabilme imkânı bulunmayan örneklerde olduğu
gibi; Akıl ile izahı mümkün olmayan bu gibi konularda, bir başka meselenin
bunlara kıyas edilmesi mümkün değildir. Gerçi biz, nikahta istenilen velî,
mehir vb. gibi şartların nikahın zinadan ayrılması için arandığını, mirasta
belirlenen payların, vârislerin ölüye olan yakınlığına göre olduğunu, iddet ve
istibrâdan gözetilen amacın, neseblerin birbirine karışmasını önlemek olduğunu
kavrayabiliyoruz;ancak bunlar genel boyutlu mânâlardır. Nitekim bu mânâda
ibadetlerden gözetilen maksadın da Allah'a tazimde bulunmak, O'na karşı huşu
ve saygı göstermek olduğunu kavrayabiliyoruz. Ancak bu kadarı, (genel
hatlarıyla kavranılabilen bu hikmetleri) üzerine başkalarını kıyas
edebileceğimiz bir asıl kılabilecek güçte değildir. Dolayısıyla, eğer nikahın
zinadan ayrılması, nikahta aranan şartların dışında başka yollarla da
gerçekleşiyorsa, o zaman illâ da ileri sürülen şartların gerçekleşmesi aranmaz;
rahmin temiz olduğu herhangi bir yolla sabit olursa[455]
kar'[456] ya
da ay hesabı ile iddet beklemesinin bir anlamı kalmaz şeklinde yorumlara
gitmek doğru olmayacaktır.
Soru: Taabbudî konularda, Şâri'in maksadını özel bir tarzda
bilebileceğimiz illetler var mıdır? Yok mudur?
Cevap: Taabbudî konularda istenilen şey, sadece emre uymak
ve ne eksik ne de fazla, olduğu gibi o şeyi yerine getirmektir. Bunun içindir
ki Hz. Âişe'ye birisi: "Hayızlı kadın, niçin orucunu kaza ediyor da
namazını kaza etmiyor?" diye sorduğunda, ona "Sen Harûra meşrepli
misin?" demiş ve bu tip soruların sorulmasına karşı tepkisini belirtmiştir.
Zira taabbudî konular, özel illeti anlaşılsın diye konulmuş şeyler değildir.
Sonra Hz. Âişe: "Biz orucu kaza etmekle emrolunurduk; namazı kaza etmekle
emrolunmazdık"[457]
demiştir. Onun bu sözü, konunun taabbudî oluşunun meşakkatle tatili yönüne
gidilmesinden daha isabetli olacağını göstermektedir. Şâri'in, parmakların
diyetini eşit kılması konusu ile ilgili olmak üzere İbnu'l-Müseyyeb'in;
"Yeğenimi Sünnet bu şekilde" diye karşılık vermesi de bu
kabildendir.[458] Örnekleri çoğaltmak
mümkündür. Bundan da anlaşılıyor ki, taabbudî konularda illet bulunmamaktadır.
Âdetlerle ilgili kısma
gelince, bunların bir çoğunda anlaşılabilecek mânâlar (illet) bulunmaktadır.
Böylece maslahatların belirlenmesi ve sınırlarının tayin edilmesi mümkün
olacaktır. Zira eğer insanlar bu konuda kendi başlarına bırakılacak olsalardı,
o takdirde bir kaos olur, düzen ve intizam tutturulamaz, şer'î bir esasa
başvurma imkânı bulunmazdı. Bir şeyin munzabıt (belirli) olması, imkan bulunduğunda
o şeyin kabul edilmesi ve teslimiyet gösterilmesi için daha elverişli
olacaktır. Bu yüzden Sâri' Teâlâ sınırları belirleme yoluna gitmiş, aşılması
mümkün olmayan belirli miktarlar, bilinen sebebler koymuştur. Meselâ kazf
(iftira) için seksen değnek, bekar bir kimsenin zina etmesi durumunda yüz
değnek ve bir yıl sürgün ceza olarak belirlenmiş ; çalman malın belirli bir
nisaba ulaşılması durumunda elin bilekten kesilmesi kaydı getirilmiş, haşefenin[459]
girmesi birçok hükme sebep kılınmıştır. İddet bahsinde ay ve kar1 sayıları;
zekât bahsinde nisabın belirlenmesi ve üzerinden senenin geçmesi de aynı
şekildedir. Munzabıt (yani miktar ve evsaf bakımından belirli olmayan) hükümler
ise mükellefin diyanetine havale edilmiştir. Bu gibi hükümlere gizli olan, içe
ait bulunan anlamında "serâir" denilmektedir. Namaz için taharet,
oruç, hayız, hayızdan temizlik gibi, belirli bir esasa otur-tamayacağımız
şeyler de bunlara örnek olmaktadır. Bunlar Sâri' Teâlâ tarafından zan ölçüsünde
amaçlandığı bilineA hususlar olmaktadır.
Sedd-i
zerâi'[460] prensibi de bu mânâya
işaret etmektedir. Ancak iki bakış açısı vardır: a. İncelediğimizde
maslahatların ayrıntılarda boğulması ve iyice dağınık bir hal alması ve sonuçta
başvurulacak şer'î bir asim bulunmaması noktasından (sedd-i zerîa prensibine
yer verilmiştir). Meselâ İmam Mâlik'in mezhebinde durum böyledir. Halbuki
yükümlülüklerden birçoğununun mükellefin diyanetine havale edildiği sabit
bulunmaktadır. Bu durumda onlardan ancak hakkmdanass bulunanlar dikkate
alınacak demektir.[461] b.
Furûu dağınık bulunsabi-le hemencecik kendisine başvurulabilecek kıstasların
(zabıtların) bulunması açısından. Şeriatın bunların küllîsine yönelikkasdının
bulunduğu bilinmektedir. Dolayısıyla muhtemelen bulunduğu yerlerde imkân
dahilinde cereyan etmelidir. (?) Sâri', yasak olan şeylere götüreceği ve
onlara vasıta edileceği gerekçesiyle birçok şeyi yasaklamıştır. Bu genel
anlamda kesin olan bir kaide olmaktadır. Selef-i sâlih bu kaideyi dikkate
almıştır; bizim de aynı şekilde dikkate almamız gerekmektedir. Bazıları üçüncü
bir yaklaşım daha sergileyerek üzerinde ihtilaf edilen bu kısmı zahire has
kılmışlar[462] ve hâkimleri kulların
maslahatlarını gerçekleştirmek için ancak muttali oldukları konular üzerinde
yetkili kılmışlardır; muttali olamadığı şeyleri ise kişinin diyanetine havale
etmişlerdir.[463]
Taabbudî olduğu sabit
olan hususlar (asıl kabul edilerek) üzerine ayrıntılar getirilemez.[464]
Taabbudî olmayıp taşıdığı mânâların dikkate alındığı hususlarda ise, mutlak
surette kulluk icrasında bulunma (taabbud)[465]gereği
aşağıdaki yönlerden dolayı lazım gelecektir.
(1)
Yükümlü olması
açısından mükellef, kaçınılmaz olarak iktizâ[466]
[sın ya da tahyîr[467] ile
muhataptır.[468]Hükmün meşru kılmış
sebebini bilip bilmemesi arasında fark yoktur. Maslahatların dikkate alınması
ise böyle değildir; çünkü o icbarî değildir. Şöyle ki: Mükellef bir kuldur;
efendisi kendisine bir emirde bulunduğu zaman, sağduyu sahiplerinin ittifakı
ile onun emrine uyması gerekir. Maslahatların durumu ise böyle değildir; çünkü
tahkik erbabının görüşüne göre mükellef, bir kul olması açısından sözkonusu
maslahatları dikkate almak mecburiyetinde değildir. Durum böyle olunca, taabbud
icbârîdir (lâzım) ve bu konuda tercih hakkı yoktur; maslahatların dikkate
alınması hakkında ise tercih hakkı bulunmaktadır. Hakkında tercih hakkı bulunan
bir-şeyin yapılıp yapılmaması aklen mümkündür. Şer'an bir emir ya da yasakta
bulunulduğu zaman onların bulunmaması'[469]
aklen sahih değildir; çünkü bu muhaldir. Şu halde iktizâ ya da tahyîrin gereği
ile kulluk icrasında (taabbud) bulunmak mutlak surette[470]
icbârîdir; (emir ya da yasak yerine getirilirken) maslahatların dikkate
alınması ise keza Allah üzerine en iyi olanı yapmak vaciptir' görüşünde olanların
aksine mutlak olarak mecburî değildir. Taabbudîlik, 'Allah üzerine en iyi
olanı yapmak vaciptir' görüşünde olup hüsün ve kubhun (güzellik ve çirkinliğin)
aklen bilinebileceği görüşünü benimseyenlere[471]
göre de icbarı (lâzım) olmaktadır. Çünkü efendi kölesine bir maslahattan dolayı
bir emir verdiği zaman —-ki bu maslahat aklen emrin illeti olmaktadır sırf emri
dikkate alarak ona uyması lazım gelir; çünkü emre muhalefet etmesi çirkin olur.
Maslahatın dikkate alınması açısından da durum aynıdır; çünkü maslahatın elde
edilmesi bil-farz aklen vacip olmaktadır. Sonuç olarak her iki mezhebe göre de
taabbud icbârîlik (lüzum) arzetmektedir. Onlardan hiçbiri 'Kölenin, maslahatı
dikkate almaksızın efendisine muhalefette bulunması çirkin değildir'
dememektedir. Aksine onların görüşüne göre bu muhalefet çirkin olmaktadır. Bu
da taabbudün icbârîliği anlamına gelir.
(2)
Biz iktizâ ya da tahyîr
sebebiyle hükmün meşru kılınışında müstakil bir hikmet bulunduğunu kavrasak
bile, bundan bir başka hikmetin, ikinci ya da üçüncü veya daha da fazla sayıda
maslahatın bulunmayacağı sonucu çıkmaz. Bizim ulaşabileceğimiz son nokta,
hükmün meşru kılınışına müstakil olarak uygun düşebilecek dünyevî bir maslahatı
anlamak olacaktır ve dikkate alman maslahatın sadece o bilinene münhasır
olduğunu ve hükmün onun gereği olmak üzere konulmuş bulunduğunu bilmesek bile,
şer'î iznin gereği ile hareket ederek onu dikkate almış olmaktayız. Bu konuda
kesin bilgi ya da (gâlib) zan sahibi olmadığımız zaman, hükmün bizim için
belli olan maslahatından başka maslahatı yoktur diye kesin hükümde bulunmamız
doğru olmayacaktır. Çünkü bu delilsiz gayba dair hükümde bulunmaktır. Böyle
birşey ise caiz değildir. Hükmün meşru kılınmasına sebeb başka bir hikmetin bulunması imkan dahilindedir. İşte
bu açıdan ele alındığı zaman biz, (hükümden gözetilen maslahat kesin olarak
şudur yargısında bulunmamak suretiyle) taabbud sınırında[472]
durmuş olmaktadır.
İtiraz: Eğer bu husus caiz olursa, o zaman biz hiçbir şekilde
hükmün sirayetine hükmedemeyiz. Çünkü, bilinen hikmet ve maslahattan başka
hikmet ya da maslahatın (ya da maslahatların) bulunabileceğini caiz kabul
edersek, o takdirde hükmün sadece ona[473] has
olduğuna kesin olarak hükmedemeyiz.[474]
Çünkü o, illetin bir cüzü olabilir[475]
veya fer' (kıyas yapacağımız mesele) bizim bildiğimiz illeti içerse de,
bilmediğimiz hikmetten hali olabilir. Bütün bunlar imkan dahilinde iken, açık
bulunandan başka bir illetin bulunmadığını kesin olarak ortaya koymadığımız
sürece ilhak ve tefrîde[476]
bulunmaya imkan kain? az. Aynı şekilde kıyas yolu da tamamen kapanmış olur ve
hiçbir zaman şu hükmün şu illetten dolayı meşru kılındığına dair kesin olarak
hükümde bulunulamaz.
Cevap: Hükmün sirayeti doğrultusunda hükmetmek, o şeyin
taabbudîliğinin cevazına[477]
mani değildir. Çünkü kıyasın, şer'î bir delil olduğu sahih olarak
bilinmektedir. Kıyasın şer'îliği,hiç şüphesiz ki genelde onu
uygulayabileceğimiz bir şekilde olacaktır. Şöyle ki: Hükmün meşru kılınması
için illet olmaya elverişli müstakil bir vasıf gördüğümüzde, biz onun dışında
başka vasıfların olmadığını ortaya koymakla yükümlü değiliz. Çünkü usûlcüler,
illetin kendileri için'zahir olanın dışında başka bir vasıf olabileceğini veya
zahir olan vasfın illetin tümü değil de illetin bir kısmı olabileceğini; ancak
zahir olan vasfın müstakil illetliği, ya da illet olmaya elverişliliği hakkında
zann-ı galibin bulunmasınınhükmün fer'e geçirilmesi için yeterli olabileceğini
belirtmişlerdir.
Keza usûlcülerin
çoğunluğu (cumhur) bir hükmün birden fazla illetle talîlde bulunulmasını caiz
görmüşlerdir. Bu illetlerin her biri müstakil ve hepsi de bilinen şeyler
olmakla birlikte, biz bunlardan biri . ile hükmü talilde bulunuyor ve
diğerlerini dikkate almıyoruz. Bu du-rum fer'ide bulunacak illetin, asılda esas
aldığımız illetten başkası olması veya bulu nmaması imkan dahilinde olsa da kıy
asa mani değildir. Bu durum, zahir olanda kıyasa mani olmadığına göre, zahir olmayanda
mani olmaması öncelikli olarak sabit olacaktır. Durum böylâ olunca ileri
sürülen itiraz yersiz olacaktır. Aksi sabit olmadıkça, üzerine hüküm bina
etmek durumunda olduğumuz şey zahir olandır ve bunun ötesinde yapacağımız
başka birşey de yoktur.
(3)
Üçüncü yön: Sâri
Teâlâ, bize yükümlülüklerde gözettiği maslahatların iki kısım olduğunu
bildirmiştir:
(a) Usûl
kitaplarında bilinen illeti
belirleme yollarıyla mesâliku'1-ille
denilen icmâ, nass, işaret, sebr ve taksim, münâsebet vb. gibi yollarla
ulaşılması mümkün olan maslahatlar (illetler). Bu kısım, hükmü kendileri ile
talîlde bulunduğumuz ve hükmün meşru kılınması işte bunlar sebebiyledir
dediğimiz kısım olmaktadır.
(b) Bilinen illeti belirleme yollarıyla ulaşılması mümkün
olmayan ve ancakvahiy yoluyla vakıf olunabilen illetler. Sâri'tarafından
bolluk ve bereketin, İslâm'ın azamet ve izzetinin sebebi olarak gösterilen
hükümler; keza muhalefet durumunda çeşitli cezalara maruz kalmaya, düşmanın
musallat olmasına, içlerine korku
salınmasına, kıtlık ve benzeri dünyevî ve uhrevî musibetlere duçar
olunmasına sebeb olarak gösterilen hükümler bu kısımdan olmaktadır.[478]
Çeşitli yerlerde,
mükellefin kavrayabildiği maslahat dışında daha başka maslahatların da
olabileceği şeriat tarafından belirlenmiş, mükellefin onları çıkaramayacağı ve
ona dayanarak hükmü başka bir yere sirayet ettiremeyeceği ifade edilmiştir.
Zira diğer mahallin ki fer' olmaktadır o illeti içerip içermediğini kesin
olarak bilmeyecektir. Bu durumda kıyas yoluyla o illetin dikkate alınmasına
imkan yoktur. Dolayısıyla burada mahza taabbud esası üzere durmak mecburiyeti
doğacaktır. Çünkü o illetle talilde bulunulan asıl için, yine o illetle talilde
bulunulan mutlaklık ya da umumîlik altına giren dışında bir benzer (fer')
ortaya çıkmamıştır. Bu durumda kendisiyle talilde bulunulan hükmü almak
taabbud olacaktır. Buradaki taabbudun mânâsı Şâri'in belirlediği sınırda ileri
geri gitmeksizin durmak demektir.
(4)
Bir kimse hâkime:
"İnsanlar arasında öfkeli iken niçin hükümde bulunmuyorsun?" diye
sorsa; o da "Çünkü böyle bir davranış bana yasaklandı" diye cevap
verse, o hâkim cevabında isabet etmiş olur. Nite-kim:"Çünkü öfke zihnimi
karıştırır. Böyle bir hal sağlıklı bir hükme varamama ihtimalini doğurur"
diye cevap vermesi durumunda da isabet etmiş olur. Birinci cevap mahza
taabbudîlik arzetmektedir, İkinci cevap ise yasaktaki amaca bakmaktadır,
Bunların her ikisinin bir arada bulunması ve birbirine münafi olmadıkları caiz
olduğuna göre, taabbudîliğe yönelmek caiz olacaktır. Taabbudîliğe yönelmek caiz
olunca da bu, ortada bir taabbudîliğin bulunduğunu gösterecektir. Aksi
takdirde madum ya da olup olmaması mümkün bulunan ve bu yüzden kendisine
yönelinmesi sahih olmayan birşeye yönelmek sahih olmayacaktır. Mutlak surette
yönelme sahih olduğuna göre, kendisine yönelmen de mutlakolarak sahih olacaktır
ki, bu taabbud yönüolmaktadır. Varmak istediğimiz sonuç da budur.
(5)
Maslahatın hükümde
gözetilen bir maslahat olması aynı şekilde mefsedetin de hükümde gözetilen
mefsedet olması tamamen Şari'e ait bir durumdur. Bu konuda aklın bir yeri
olmamaktadır.[479]Hüsün ve kubhun aklî
olmadıkları kaidesi bunu gerektirmektedir. Sâri' hükmü herhangi bir maslahat
için koymuş olduğunda O, onu maslahat olarak belirlemiş/koymuş olmaktadır. Aksi
takdirde aklen maslahatın öyle olmaması (yani maslahatın maslahat olmaması)
imkan dahilinde olacaktır. Zira bütün eşya ilk konumuna nisbetle birbirine
eşittirler ve akim bunların güzellik ya da çirkinliğine hükmetme imkanı yoktur.
Şu halde maslahatın maslahat olması, Sâri' tarafından aklın kabul edebileceği
ve insan tabiatının benimseyeceği şekilde olmaktadır. Sonuç olarak maslahatlar
maslahat olmaları açısından ele alındığında onların taabbudî olduğu sonucu
ortaya çıkmaktadır. Taabbudî olan şeyler üzerine kurulan şeyler de taabbudî
olmak zorundadır.
Bu noktadan
hareketledir ki, alimler şöyle derler: Yükümlülüklerden bazıları vardır ki,
sadece Allah hakkıdırlar ve tamamen taabbudî özellik gösterirler. Ayrıca kul
hakkı olanlar vardır. Bu ikinci türden olanda da Allah'a ait bir hak
bulunmaktadır. Meselâ: Kasten birisini öldüren kimseye öldürülen kimsenin
yakınları tarafından affedildiğinde yüz değnek vurulur, bir yıl da sürgün
cezası verilir. Suikast yoluyla öldüren kimse asla affedilmez. Kısas haricinde
iftira, hırsızlık gibi hadler devlet başkanına intikal ettiği zaman, hak sahibi
tarafından bağışlansa bile affolunmazlar. Cariyeyi satan kimse istib-ra
hakkını, karısını boşayan kimse iddet hakkını düşürse bile kadının rahminin
temizliğinin öğrenilmesi kendi hakkı olsa bile bu feragati dikkate alınmaz. Ve
diğer benzeri taabbudîliğin dikkate alındığını gösteren meselelerde olduğu
gibi. Her ne kadar bir hükmün meşru kılınmasını gerektiren mânâ (illet) akılla
kavranabilse de, o hüküm mutlak suretle bir taabbudîlik yönü içermektedir. Şu
halde bütün yükümlülükler bir bakıma Allah hakkı olmaktadır. Şöyle ki: Allah
hakkı için olanlar zaten belli. Kul hakkı için olan ise, içerisinde Allah'a ait
bir hak içermesi ve kulun hakkının Allah'ın haklarından olması açısm-' dan
Allah hakkı olmaktadır. Zira Allah o hakkı kula asla tanımayabilirdi.
Yine bu noktadan
hareketle âlimlerden birçoğu şöyle demişlerdir: "Yasak, mutlak surette
yasak edilen şeyin fesadını gerektirir." Yasağın içerdiği mefsedetin
bilinip bilinmemesi arasında fark yoktur. O işe yasaklamayı gerektiren sebep
bulunsun ya da bulunmasın netice değişmez; yasak sınırında durmak gerekir.
Çünkü, O'nun hakkıdır. Yasaktan geri durulmasıise, Şâri'in gözetmiş olduğu
maksat olmaktadır. Maksat hasıl olmadığı zaman, o amel mutlak surette bâtıl
olacaktır. Sonuç olarak ortaya çıkıyor ki, her yükümlülük mutlaka bir
taabbudîlik unsuru içermekten uzak değildir. Taabbudîlik unsuru içerince de,
taharet ve diğer ibadetlerde olduğu gibi niyete ihtiyaç gösterecektir.
Ancak, kul hakkı
içeren yükümlülükler iki kısımdır:
(a) Niyetsiz olarak yapılması sahih olanlar. Bunlar,
Sâri' tarafından kul hakkı galebe çaldırılan yükümlülükler olmaktadır.
Emanetlerin ve gasbedilen malın geri verilmesi, zorunlu olan nafaka
mükellefiyetlerinin yerine getirilmesi gibi.
(b) Niyetsiz sahih olmayanlar. Bunlar da Allah hakkı ağır
basan yükümlülükler olmaktadır. Zekât, hayvan boğazlama ve av gibi.
Niyetsiz yapılması
sahih olanlar, niyetsiz yapıldıklarında bir sevap kazandırmazlar. Emre uyma
niyetiyle yapılmaları durumunda ise, taabbud yani Allah'a kulluk niyeti olduğu
için sevap getireceklerdir. Terklerde de durum aynıdır; eğer yapılmaması
istenilen şeyler niyetle terkedilmişlerse, onlar da sevap getireceklerdir. Bu
konu üzerinde ittifak vardır. Eğer bunlar katkısız kul hakları olsa ve
içerisinde Allah hakkı içermeselerdi, o takdirde asla onlardan dolayı sevap
bulunmayacaktı. Çünkü sevabın meydana gelmesi, o şeyin emredilmiş ve
kesbedilmiş olması hasebiyle tâat olması neticesini gerektirir. Emro-lunan
şeyler, kendisiyle Allah'a yaklaşılman şeylerdir. Her tâat, Allah'a itaat
olması açısından ele alındığında ibadet olmaktadır. Her ibadet de niyete
muhtaçtır. Şu halde bu işler de, tâat olmaları açısından niyete muhtaçtırlar.
Soru: Bunlar, sade kul hakkı olmaları açısından
emredilmişlerdir; sevap da niyete muhtaç olan tâat olmalarından değil, kul
haki yönünden meydana gelmektedir.
Cevap: Bu doğru değildir. Eğer öyle olsaydı, o takdirde
sevap niyet olmaksızın meydana gelirdi. Çünkü kul hakkı niyet olmaksızın sadece
yapılan fiille gerçekleşmiş olmaktadır. Ancak sevabın gerçekleşmesiiçin niyete
ihtiyaç bulunmaktadır. Keza, eğer sevap niyetsiz meydana gelecek olsaydı,
gasbda bulunan bir kimsenin, gasbettiği malın elinden zorla alınması durumunda
sevap alması gibi bir netice ortaya çıkacaktı. Halbuki durum, ittifakla kul
hakkı yerini bulmuş olsa da böyle değildir. Doğrusu şudur: Amelin ibadet olması
için niyet şarttır. Buradaki niyetten maksat, Allah Teâlâ'nın emir ve yasağına
uyma niyetidir. Bu her bir fiil ya da terkte geçerli olduğuna göre, bundan
yükümlü kılman amellerde genel anlamda taabbudî bir talep bulunduğu neticesi
çıkacaktır.
Bu da mesele ile
ilgili altıncı delil olmaktadır.
Soru: Bundan, her amelin niyete ihtiyaç göstermesi, niyeti
olmayan kimsenin amelinin sahih olmaması ya da âsî sayılması gibi bir netice
lâzım gelir.
Cevap: Daha önce de geçtiği gibi, kul hakkı içeren fiiller,
bazen kul hakkı ağırlıklı bazen de taabbudî yön (Allah hakkı) ağırlıklı olur.
Taabbudî yön ağırlıklı olan kısımla ilgili bu itiraz yerindedir. Kul hakkı
ağırlıklı kısımda ise, burada kul hakkı, niyet olmaksızın da yerini
bulmaktadır. Dolayısıyla bu kısımda işlenilen fiiller niyetsiz olarak sahih
olurlar, ancak Allah için işlenmiş bir ibadet halini almazlar. Ama emir yönü
dikkate alınacak olursa, o fiil bu açıdan ibadet halini alır ve o zaman da
niyet gerekli olur. Yani niyetsiz ibadet haline dönüşmez. Burada niyetin lâzım
gelmesi ya da ona ihtiyaç duyulması anlamı kastedilmemekte; aksine emre uymuş
olma niyeti, o fiili ibadet haline dönüştürmüştür denilmek istenmektedir.
Meselâ bir kimsenin, müslüman kardeşini rahatlatmak amacıyla ya da dünyevî bir
çıkar elde etmek düşünce siyle ödünç (ikraz) vermesi durumunda niyetine göre
sevap alacak ya da alamayacaktır. Ahş-veriş, yeme, içme, nikâh, talâk vb. de
aynı şekildedir. İşte bu düşünceden hareketledir ki selef-i sâlihîn ,
yaptıkları işleri niyetli yapmaya büyük gayret sarf ediyorlar di ve niyet
haline ulaşıncaya kadar birçok fiilden geri duruyorlardı.
Fasıl:
Bu açıklamalardan şu
netice ortaya çıkar:
Hiçbir şer'îhüküm
Allah hakkından hali (uzak) değildir ve bu husus taabbudî yönü teşkil
etmektedir. Çünkü kullar üzerindeki Allah'ın hakkı, yalnız O'na kulluk
etmeleri, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamaları, mutlak surette emirlerine uyarak
yasaklarından da kaçınarak O'na ibadette bulunmalarıdır. Eğer ilk bakışta sırf
kul hakkı olduğu sanılan bir fiil"[480] ile
karşılaşılacak olursa, aslında durum hiç de öyle göründüğü gibi değildir.
Aksine (o hüküm içerisinde mutlaka Allah hakki da bulunur ancak) dünyevî
hükümlerde kul hakkı tarafı ağır basar.
Aynı şekilde bütün
şer'î hükümlerde, kullara ait olmak üzere ya dünya hayatına ya da âhiret
âlemine yönelik bir hak bulunmaktadır. Çünkü şerîat sadece kulların
maslahatlarının temini esası üzerine kurulmuştur. Bu yüzden de hadiste:
"Kulların Allah üzerindeki hakkı, O'na kulluk et/neleri ve hiçbir şeyi
ortak koşmamaları halinde, onlara azap etmesidir"[481]
buyrulmuş ve kulların Allah üzerindeki haklarından bahsedilmiştir. Âlimler
genelde Allah hakkını "şeriatta sabit olan ve akılla kavra nılabilir olsun
olmasın mükellef için seçenek hakkı bulunmayan şeyler" şeklinde; kul
hakkını da "dünyada kulun kendi çıkarlarıyla ilgili olan şeyler" diye
tarif ederler. Eğer maslahat, âhiretle ilgili maslahatlardan olursa o, Allah
hakkı diye nitelenen kısımdan olmaktadır. Onlara göre taabbudun anlamı, özel
bir tarzda[482] mânâsı (hikmeti,
illeti.' akıl ile kavranamayan demektir, İbâdet konuları Allah hakkına,
âdetlerle ilgili konular da kul haklarına yönelik olmaktadır.
Fasıl:
Fiiller, Allah ve kul
haklarına nisbetle üç kısımdır:
(1)
Katkısız Allah hakkı
bulunan fiiller. İbâdetler gibi. Daha önce de geçtiği gibi bunların esasını
taabbudîlik oluşturur. Bu kısımdan olan fiiller, emre tam bir uygunluk
gosterirlerse sahih olurlar; aksi halde sahih olmazlar.
Delili: Taabbudîlik,
illetin akılla kavramlamaması demektir ve bu gibi konularda kıyas yürütmek
sahih değildir. İlleti akılla kavram-lamadığına göre, bu Şâri'in o fiilden
maksadının belirlenen şekil, kalıp ve sınırların korunması, öte aşılmaması
olduğunu gösterir. Bu durumda fiil tam istenildiği şekilde meydana gelirse,
Şâri'in kasdına uygun düşmüş olur; aksi takdirde ise muhalefet edilmiş olur.
Biz, fiilin illetinin akılla kavranamaz olmasının o şeyin taabbudîliğine,
dolayısıyla belirlenen şekil ve sınırların korunması gereğine bir delil
olamayacağını bir an kabul etsek bile, (istenilene tam bir uygunluk
göstermeden işlenilen) o fiilden zimmetin[483]
temize çıkmaması /bu konuda delil !;îıyl olarak) yeterlidir. Zimmetin temize
çıkmaması, sorumluluktan talebe uygun olmayan fiille değil, tam bir uyum
gösteren fiille çıkılması zaruretinin bir gereği olmaktadır.
Yasak (nehiy) da bu
konuda aynen emir gibidir. Çünkü yasak, yasaklanılan şeyin sahih olmamasını
gerektirir. Bu ya "Yasak, yasaklanılan şeyin mutlak surette fesadını
gerektirir" kaidesine binaen böyledir. Ya da yasağın, yasaklanılan fiilin
Şâri'in kasdına muhalif düşmesini gerektirmesinden dolayıdır. Bu muhalefet de
ya fiilin aslında olur: Altıncı bir namaz eklenmesi veya namazlardan birinin
terkedil-mesi gibi. Ya da fiilin niteliğinde olur. Kuran okumanın (kıraat farzının)
rükûda ve secdede gerçekleştirilmesi, mekruh vakitlerde namaz kılınması gibi.
Zira bunlar eğer Şâri'in maksadına uygun düşseydi, o takdirde onları yasaklamaz;
ya emreder ya da tercihe bırakır, hakkında izin verirdi. Çünkü Şâri'in kasdı
sebebiyle ilk anlaşılan şey, izin olmaktadır; dolayısıyla onu öte aşmaz.
Buna göre, hakkında
yasak bulunduğu halde işlenen ya da emre uygun olmayarak işlenen bir fiili sahih
kabul etmeye çalışan birini görürsen aşağıdaki ihtimallerden biri sebebiyle
Öyle davrandığını bilmelisin. Bunlar:
(a) Bu kimse, ya o konuda bulunan emir ya da yasağın
sıhhatine inanmamaktadır.
(b) Ya ona göre bu emir ya da yasak bağlayıcı türden
değildir,
(c) Ya da fiilin özünden ayrılması mümkün olan bitişik
bir özellik vardır ve emir ya da yasako özellikle ilgili bulunmaktadır.
Ayrılması mümkündür görüşüne göre gasbedilen bir arazîde kılınan namaz
örneğinde olduğu gibi,
(d) Ya da meydana gelen olayı, hikmeti kavranılabilen ve
maslahatla talil edilebilen türden saymakta ve böylece onların hükümlerine
tabi tutmaktadır. Daha Önce de geçtiği gibi sırf Allah hakkı içeren fiillerde
bu durum son derecede azdır ve onlarda taabbudîlik esas umde olmaktadır.
(2)
Allah hakkı ile kul
hakkı karışık bulunan fakat Allah hakkı ağır basan fiiller. Bu kısım fiillerin
hükmü de aynen birinci kısım fiillerin hükmü gibidir, Çünkü bu tür fiillerde
kul hakka şer'an atılmış olunca, o sanki hiç dikkate alınmamış gibi bir hal
almıştır. Eğer dikkate alınsaydı, o takdirde zaten muteber olurdu. Halbuki biz
bunun tersi durumdan bahsediyoruz. Cana kıymak gibi. Zira bir kimsenin fitne
ve benzeri şer'îbir zaruret olmaksızın kendi nefsini ölüme teslim etmesi gibi
bir hakkı bulunmamaktadır.
Buna göre, hakkında
yasak bulunduğu halde işlenen ya da emre uygun olmayarak işlenen bir fiili
sahih kabul etmeye çalışan birini görürsen bunun yukarıda belirtilen üç
ihtimalden'[484]' biri sebebiyle olduğunu
bilmelisin. Bir dördüncü ihtimal daha vardır: O da, bu gibi fiillerde kul
hakkının daha ağır bastığı görüşünde bulunmasıdır.
(3)
Her iki tür haktan da
içermekle birlikte, kul hakkı ağır basan fiiller. Bunların esasını,
hikmetleri/illetleri akılla kavramlabilen fiiller oluşturur. Bu tür fiiller, gelen
emir ya da yasağa uygun olarak işlenirlerse, sahih olacakları konusunda
herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Çünkü kulun maslahatı bu şekilde ya
dünyada hemen ya da âhirette istenilen biçimde gerçekleşmiş olmaktadır. Eğer
emir ya da yasağa bir muhalefet söz konusu olursa, o zaman konu üzerinde durmak
gerekecektir. Burada esas nokta kulun maslahatının korunması ilkesidir. Bu tür
muhalif işlenen fiillerle birlikte fiilin vukuundan sonra da olsakul hakkı: (a)
Ya emir veya yasağa uygun olarak işlenmesi halinde gerçekleştiği ölçüde veya
daha da fazla bir düzeyde gerçekleşmiş olacaktır, (b) Ya da
gerçekleşmeyecektir. Eğer kulun hakkının gerçekleşmediği farzedilecek olursa,
o amel bâtıl olacaktır. Çünkü fiilde gözetilen Şâri'in maksadı gerçekleşmemiştir.
Eğer kulun hakkı gerçekleşmişse ki bu hakkın meydana gelmesi, muhalif olarak
işlenen sebebten başka bir sebebin sonucu[485]
olacaktır fiil sahih olacaktır ve yasağın gereği kul hakkına nisbetle ortadan
kalkmış olacaktır,[486] Bu
yüzdendir ki İmam Mâlik, müşterinin azad etmesi durumunda müdebber[487]
kölenin satışını sahih kabul etmiştir. Çünkü bu yasak akitte gözetilen amaç,
azad işinin ortadan kalkmasını engellemektir. Ona göre azad işi müşteri
tarafından gerçekleştirildiğine[488]
göre, bu akdin kölenin hakkına nisbetle feshedilmesinin bir anlamı yoktur. Aynı
şekilde, bir başkasının hakkı taalluk ettiği için yasak olan bir akit de, o
kişinin hakkını düşürmesiyle sahih olur. Çünkü buradaki yasağın, bir
başkasının hakkından dolayı olduğunu kabul ediyoruz. O kişi de kendi hakkını
düşürmeye razı oluyorsa, buna hakkı vardır. Bu kısmın örnekleri çoktur. Buna
göre, hakkında yasak bulunduğu halde işlenen ya da emre uygun olmayarak
işlenen bir fiili sahih kabul etmeye çalışan birini görürsen bunun yukarıda
belirtilen üç ihtimalden biri sebebiyle olduğunu bilmelisin.[489] [490]
Dünya Yüce Allah'ın
kudretinin bir tecellî yeri olsun diye yaratılmış ve nimetlerle donatılmıştır.
Bunun neticesinde kullar onları elde edecekler ve onlardan faydalanacaklar,
Allah'ın bu nimetlerine karşı şükürde bulunacaklar; sonunda da âhiret hayatında
Kur'ân'da ve hadislerde belirtildiği üzere hesap verecekler ve karşılık
göreceklerdir. Bu durumda, bize bu hususları bildiren şeriatın,her nimete karşı
nasıl şükredileceğini ve yeryüzüne yayılan bu nimetlerden genel olarak nasıl
istifade edileceğini de bildirmesi gerekecektir.
Şeriatta gözetilen bu
iki kasıt deliliendirmeye ihtiyaç göstermeyecek şekilde gayet açıktır. Meselâ
şu âyetlere bir bakalım: "Allah sizi annelerinizin karnından birşey bilmez
halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir[491]"Oysa,
sizin için kulaklar, gözler ve kalhler veren O'dıır. Pek az şükrediyorsunuz[492]"Artık
Beni anın, Ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin[493]
"Ey inananlar! Sizi rızıklandırdığunızın temizlerinden yiyin; yalnız
Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin[494]"Eğer
şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz
bilin ki azabım pek çetindir.[495]Şükür,
sana nimet olarak verilen şeyi, nimet verenin rızası doğrultusunda
kullanmandır. O halde şükür, O'na küllî olarak yönelmek anlamına gelir.
Küllîliğin mânâsı ise, her durumda gücü Ölçüşünce O'nun rızasının gereği
doğrultusunda hareket etmektir. "Allah'ın kullar üzerindeki hakkı, O'na
kulluk etmeleri ve hiçbir şeyi O'na ortak kaşmamalarıdır[496]
hadisinin mânâsı da işte budur.
Bu hususta ibâdet
konuları ile âdetler arasında fark yoktur. İbâdetler, asla ortaklık kabul
etmeyen Allah haklarından olmaktadır. Onlar O'na yöneliktir.
Âdetlere gelince,
bunlar da küllî bir yaklaşımla ele alındıklarında Allah hakkından olmaktadır.
Bu yüzdendir ki, iyi ve temiz şeylerden olup da helal bulunan nimetlerin haram
kılınması caiz değildir: Yüce Allah: "Allah'ın kulları için yarattığı
ziynet ve temiz rızıklan haram kılan kimdir'? 'Bunlar dünya hayatında
inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir'de[497]
"Ey inananlar! Allah'ın size helal kıldığı temiz şeyleri haram kılmayın,
hududu da aşmayın.[498]buyurmakta
ve helal olan birşeyi haram kılmayı yasaklamakta ve böyle bir tutumun Allah
hakkına karşı bir tecavüz olduğunu bildirmektedir. Bazı sahabîler, helal olan
bir kısım şeyleri kendilerine haram kılmaya yeltendiklerinde Hz. Peygamber
onlara tepki göstermiş ve: "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden
değildir[499]buyurmuştur. Yüce Allah,
temiz olan şeylerden bazılarını kendisine haram kılan kimseleri yermiş ve şöyle
buyurmuştur: "Allah, kulağı çentilen, salıverilen, erkek dişi ikizler
doğuran, on defa yavrulamasından ötürü yük vurulmayan hayvanların haram
kılınmasını (adanmasını) emretmemiştir; fakat inkâr edenler Allah'a karşı
yalan uydururlar ve ço- ğu da akletmezler[500]
"Bu hayvanlar ve ekinleri dilediğimizden başkasının yemesi yasaktır; bir
kısım hayvanların sırtlarına yük vurmak da- haramdır iddiasında
bulunarak... O'na iftira ederler"[501] Bu âyetlerde Yüce Allah, ekinler ve
hayvanlarla ilgili düzdükleri yanlış inançlarından dolayı onları yermiştir.
Bazı şeyleri haram kılmaları da bu düzmece inançlarından olmaktadır. Bu konudan
amaçlanan da budur.
Aynı şekilde âdetler
bahsinde, kazanma fkesb) ve onlardan faydalanma yönünden de Allah'ın hakkı
bulunmaktadır. Çünkü başkalarının hakkı da şer'an koruma altındadır ve bu
konuda hak sahibi dışındaki diğer insanların o hakkı düşürme yetkileri
bulunmamaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman bu hak Allah hakkı olmaktadır. Cüz'î
olarak ele alındığı zaman kul kendi hakkını düşürebilmektedir; küllî olarak
ele alındığında ise böyle bir yetkisi bulunmamaktadır.[502]
Bizzat mükellefin kendisi dahi bu hak içine girmektedir. Mükellefin kendi
canına kastetmesi ya da organlarından birini itlaf etmesi gibi bir yetkisinin
bulunmaması bu hususu ortaya koymaktadır.
Şu halde, âdetlerle
ilgili konularda da iki açıdan Allah hakkı bulunmaktadır:
(1) Zarûrîyyât altına dahil bulunan ilk küllî vaz'
(konuluş) açısından.
(2) İnsanlar arasında adaletin teminini, üstün hikmet
doğrultusunda maslahatın gerçekleştirilmesini gerektiren tafsîlî vaz'
açısından. Bu durumda tamamı üç kısım olmuştur,[503]
Aynı şekilde âdetlerle
ilgili konularda iki açıdan kulhakkı bulunmaktadır:
(1) Âhiretyurdu açısından. Bu açıdan sözkonusuhakkulunhak
karşılığında cennet nimetleriyle karşılanması, cehennem azabından da
korunmasıdır.
(2) Dünya hayatı açısından. Dünya hayatı ile ilgili
konularda nimetlerin kula ulaşması en kâmil şekli üzere olacaktır. Ancak bu,
"Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar
içindir"[504] âyetinde de ifade edildiği
üzere herkese kendinde bulunan bir özellik ölçüsünde olacaktır.[505]
Tevfîk ancak
Allah'tandır. [506]
[1] Bu, şeriatın konulusunda Sâri' tarafından gözetilen
bir diğer amaç olmaktadır. Bu nevi birinci nev'ide belirtilen maksattan
farklıdır. Orada, Şâri'in maksadının, hem dünya ile hem de âhiretle ilgili
maslahatları genel bir biçimde ortaya koymak olduğu belirtilmişti. Orada
açıklanan kasıtla burada söz edilecek olan maksat arasında bir zıtlık
bulunmamaktadır. Aralarında şu fark vardır: Birinci nev'ide, tabi olan ve
uygulamada kusur göstermeyen kimseler için dünya ve âhiret saadetine kefil olan
ilâhî bir nizamın konulmuş olduğu işlenmiştir. Dördüncü nev'ide ise, kuldan bu
ilâhî nizam altına girmesi, ona boyun eğmesi, heva ve heveslerinin peşinden
koşturmam asının isteneceği işlenecektir.
[2] Zâriyât 51/55-57.
[3] Tâ hâ 20/132.
[4] Bakara 2/21.
[5] Bakara 2/177.
[6] îsâ4/36.
[7] Sâd 38/26.
[8] Nâziât 79/37-38.
[9] Nâziât 79/39-40.
[10] Necm 53/3-4.
[11] Câsiye 45/23.
[12] Mü'minûn 23/71.
[13] Muhammet! 47/16.
[14] Muhammed 47/14.
[15] Mü'minûn 23/71.
[16] Mü'minûn 23/115. îlayır, aksine sizi, yükümlülüğünüzü
ve karşılığını görmeniz için öldükten sonra diriltiimenizi gerektiren bir
hikmetten ötürü yarattık. Âyet, içlerinde bulundukları gaflet sebebiyle
kâfirleri azarlamaktadır
[17] Sâd .38/27. Âyette geçen "bâtıl" hikmetsiz,
boşuna demektir. Bu âyet, insanların öldükten sonra tekrar dirütileceğini ve
hesaba çekileceklerini, bunun da ancak şeriatla açıklamada bulunulduktan sonra
olabileceğini ifade eden bir önceki âyetin içeriğini pekiştirmektedir. Bir
sonraki âyet de böyledir. Çünkü oyun, oyalanma ve eğlence hikraetsiz şeylerdir.
Bu açıklamalar noktasından bakıldığı zaman âyetlerin delil olarak kullanılışı
açıklık kazanır ve, "Bu âyetler yaratılışla ilgilidir; şeriatın
konulmasıyla ilgisi yoktur" diye bir itiraza meydan kalmaz.
[18] Duhân 44/38-39.
[19] Fıkıh, bir şeyi ince ve. derin bir anlayışla kavramak
demektir. Fakîh de, İslâm'ı gereği şekiide ve iyice kavrayan ve onu kendi
zamanında yaşanabilir şekilde hüküm kalıplarına koyabilen kimse demektir. Kurrâ
ise, Kur'ân'ı iyi okuyan kimse demektir. (Ç)
[20] Bunların
amelleri, şehvetlerinin, arzu ve heveslerinin ortaya çıkmasından önce başlar.
Bu durumda bunları o amellere iten başka bir motif vardır. Bu motif de Allah'ın
teşrî kıldığı hususlara uymak ve boyun eğmek olmaktadır, Onların arzuları,
amellere başlandıktan sonra ortaya çıkmaktadır; dolayısıyla amellere itici
motif olmaktan uzaktırlar. Sonuç olarak bunlar, heva ve heveslerine tâbi
durumda değillerdir. Diğergrubagelince;onlar amellere ancak heva ve hevesleri
gözüktükten sonra başlarlar; amellerde ağır basan husus arzu ve heveslerinin
tatmini olur ve o amele itici motif bunlarda heva ve hevesleridir. Dolayısıyla
birinci grupla bunlar arasında büyük farklar vardır.
[21] Muvatta, Sefer, 88.
[22] Ve bunun neticesinde içerisinde bulunduğu halin yani
nefsinin aldığı lezzet ve nimetlerin, duyduğu haz ve güzelliğin artması,
kerametler etde etmesi, herkes tarafından sevilen bir kimse olması... için
namaz, oruç, ibadet için halvete çekilmek gibi şeylere rağbeti artar ve
şiddetlenir. Bütün bunlar arzu ve heveslerdir ve övgüye değer amellere
karışmışlardır. Ancak bazen olur ki, bu heva ve hevesler varlık bakımından
şeriata uymuş olma motifinden öncelik arzeder ve asıl durumuna geçer; bu halde
kişi mertebesini kaybeder.
[23] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/169-177
[24] Burada mükellefin korumakla memur olduğu ve kendisi
için bir hazzm bulunmadığı miktarın açıklanmasına ihtiyaç vardır. Burada
kastedilen nefsini koruması, mesela kendisini uçurumdan atmak gibi,
onuhelakolmaya maruz kılıcı davranışlardan kaçınması yoluyla; dinini koruması,
kendisine arız olacak şüpheleri uzaklaştıracak kadar gerekli şeyleri öğrenmesi
yoluyla; akimi koruması, onu giderecek ya da örtecek şeylerden kaçınması
yoluyla; neslini koruması, şehvetini ancak Allah'ın kendisine iz in verdiği
yollardan gidermesi suretiyle; malmı koruması, onu yararsız bir şekilde
yakmak, ya da başka türlüyollarla telef etmekten koruması yoluyla olacaktır.
Müellifin "Mükellefin bunların aksi istikamette davranışta bulunmayı
tercih etmesi takdirinde kısıtlılık (hacr) altına alınması..." şeklindeki
sözü böylece açıklık kazanacaktır. Bununyanmda, hayatının gereklerinden olan
giyecek ve mesken ihtiyacının temini için sanat icrasında bulunmak ve esbaba
tevessül etmek yo-tuyla nefsini korumasına gelince, her ne kadar bunlar da
zarûrîyyâttan ise de bunlar ikinci kısımdan yani mükellef için bir haz içeren
tâbi ma ksatlar-dan olmaktadır. Nitekim açıklaması gelecektir.
[25] Müellif zahirde diye kayıtlamıştır. Çünkü bunlar her
ne kadar kendilerine arzedilen bir davaya bakmaktan dolayı, davada taraf
olanlardan bir ücret almıyorlarsa da, beytülmalden bir ücret ahyorlardır.
Beytülmalin geliri de davada taraf olanlar da dahil oimak üzere halktan
toplanmaktadır. Ancak alınan bu tür ücret, davada taraf olanlardan doğrudan
alınan ücret gibi değildir; bu kadıyı bir töhmet altına sokmayacağı gibi, onu
taraflar arasında uygun gördüğü doğru bir hükmü değiştirmeye sevkedecek bir
özellik de arzet-mez. Nitekim durum açıktır.
[26] Yani meselâ rüşvet alma gibi. Bu gibi durumlar genel
mefsedetlere yol açarlar ki, bunlar üstlendiği kamu velayetinin gereklerini
yerine getirme konusunda taraf tutma gibi töhmete maruz kalması, hak ve
hakikattan sapması ve zulme saplanması gibi şeylerdir.
[27] Çünkü bu gibi-zarurî esaslarda kişiye yönelik bir haz
bulunmamaktadır ve onun bu tür yükümlülüklerden sıyrılıp çıkması gibi bir
seçenek hakkı da yoktur.
[28] Tabiî bu, bu tür görevlerin üstleniimesinin herhangi
bir yolla son çare olarak belirmesi (taayyün etmesi) durumunda sözkonusudur.
[29] Bunlar, mükelleften belirlenmek suretiyle yapılması
istenmeyen ve onun tercihine bırakılan çeşitli esbaba tevessül kabili nden olan
şeylerdir. Mesela mükellef, illâ da ticaret yapacaksın, ya da sanatla iştigal
edeceksin veya zirâatia değil de öğretmenlikle uğraşacaksın... gibi bir
mecburiyet altına sokulmaz. Ancak hayatını sürdürmek için gerekli olan
faaliyetlerden birini yapmak, esbaba tevessül etmek zorundadır. Bun! arın
tamamı, aslî o] an maksatların tamamlayıcısı durumundadır ve onların hiz
metindedirler. Çünkü aslî maksatların ayakta durabilmesi ancak bunların
varlığına bağlıdır. Eğer bu tâbi durumunda olan maksatlar (zarûriyyât) tümden
ortadan kalkarsa; varlık bakımından kendilerine bağîı olan aslî maksatlar da
gerçekleşemez. Aralarında bir başka fark daha vardır: Aslî olanlar vacip iken
tabî olanlar mubahtırlar (tabiî Mubah bahsinin ikinci meselesinde de geçtiği
gibi cüzî açıdan ele alındığında bu böyledir). Bir sonraki meselede, bunlar da
aslî maksatlar gibi zarûriyyâttan sayılacaktır.
[30] Nûr 24/19.
[31] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/177-181
[32] Müellif, talep konusu diye kayıtlamıştır; çün kü kamu
velayetlerinde olduğu gibi kifâî farzlarda da peşin bir haz bulunmaktadır.
Meselâ, başkanlığın verdiği ayrıcalık, memurların âmirlerine gösterdikleri
saygı... gibi. Ancak bu hazlar, şer'an talep ediimiş (maksut) şeyler
değillerdir; aksine bu gibi nazlara yönelik bir arzunun bulunması şiddetle
yasaklanmıştır. Talep konusu hazdan ne kastedildiği ileride gelecektir.
[33] Bakara 2/275.
[34] Cum'a 62/10. Yasaktan sonra gelen emir kipleri ibaha
hükmü ifade ederler. Ya da bazılarına göre. yasak hükmünü eski haline
döndürürler. Burada yasak hükmü, cuma saatinde ahş-veriş yapılmaması
hakkındadır. (Ç)
[35] Bakara 2/198.
[36] A'râf7/32.
[37] Tâ-hâ 20/81.
[38] Burada: "Eğer kifâî vacip olursa, o zaman böyle
olabilir; aksi takdirde beş teklifi hüküm birbirine girer" denilebilir.
Ancak buna şöyle cevap verilebilir: Burada sözü edilen şeyler cüzî olarak
rnendupturhır, ancak külli olarak ele alındıklarında kifâî vacipolurlar.
Nitekim bu konu, Hükümler bahsinde geçmişti. Dolayısıyla, cüzî olarak ele
alındıklarında mendup olan zarurî esasların bütün olarak terke dilmeleri
halinde günahkâr olunması doğru olacaktır.
[39] Bunların nafakalarını temin için çalışmak vacip
olmaktadır.
[40] Sâd 38/26.
[41] Buharı, Ahkâm, 5, 6; Müslim, İmâre, 13; Ehıı Davud,
İmâre, 92.
[42] Meseiâ bir hadisle: "Eğer bir kul halk üzerine
başkan, kılınır ve o, halkına karşı nasihat ve ihlasla davranmazsa, asla
cennetin kokusunu alamaz" huy-ruîmuştur (bkz. LJuhârî, Ahkâm, 8; Müslim,
İman, 227, 228, İmâre, 21).
[43] Zümer39/3.
[44] Ta-ha 20/132.
[45] Talâk 65/2
[46] el-Câmiu's-Sağîr'cit' Hatîb'den rivayet edilmiştir,
isnadı zayıftır. Muteber kitaplar içerisinde; Concordance ve fihristler
aracılığı ilt. bulunamamıştır.
[47] Yani, onun sebebiyle, mükellef için haz içermeyen ve
yapılması istenilen amel meydana gelir. Meselâ, yeme, içme, giyme, barınma vt;
benzeri sebeplerle hayatın korunması gibi. Mükellef için haz içeren kısım neticesinde,
içerisinde mükellefe yönelik haz içermeyen kısım meydana gelir.
[48] Yaklaşık olarak bkz. Buharı, Rikâk, 38.
[49] Bu gibi muamelelerde aynî zarurî esaslar bulunduğu
gibi kifâî zarurî esaslar da bulunur.
[50] Nisa 4/6.
[51] Mirasçılar arasında mirası ve burada vakıf gelirlerin
taksimatını yapan ve küçüklerin hakkını koruyan şorîat memuru. (Ç)
[52] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/181-187
[53] Buruda şöyîe bir mütâlâa ileri sürülebilir: MüeÜif, bu
meselej'i erteleyerek, hu bölümün ikinci kısmına yani bizzat mükellefe ait
maksatlar bahsine ekoseydi ve burada Şâri'in teklifle gözettiği maksatlar
bahrinde işlemcsseydi daha uygun olurdu. Çünkü bu konu öne?,, mubahın
mükellefin kasdı (niyeti) ile ibadet, haline dönüşnıesiyle ilgilidir. Sonra da,
durum böyle olunca acaba, o fiil ibadet hükmünü alır ve sahibi kamu velayeti
üstlenen bir kimse gibi oîur mu? Yoksüokişimn hükmü, haz sahibi bulunan ve
kendisine tevdi edikm bîr konuda istediği gibi tasarrufta bulunan kimsen İn
hükmünde olmaya devanı mı eder?
Biz bu mütâlaaya şöyle a-vap verebiliriz: Bu meseleden ası! maksat hu sonu
ucu problemdir ve konuyln ilgili iki bakış açısı bulunmaktadır. Bu iki bakış
açısı, şu anda işlemekte bulunduğumuz dördüncü nev'i ile daha sıkı trl-i-hailı
haldedir. Mesele başında getirilen açıklama ise, sadece bir giriş mahiyetindedir.
Dolayısıyla itiraz yerinde değildir.
[54] Müellifin sözünün zahirinden anlaşılan odur ki, burada
sözü edilen her iki yaklaşım da, fiilin şahsî harlardan armdınimasını kabul
sonrası ile ilgilidir ve işin hu noktasında gorüif ayrılığı yoktur. Üzerinde
durulan konu, sadece, bu durumda olan bir kimsenin fiili, acaba birinci
kısımdan o lan yani rnükelie-fe ait bir baz içermeyen fiillerin hükmüne
katılabilir mi ve dolayısıyla o fiil karşılığında bir bedel alamaz ve aynî ve
kifâî olmak üzere her iki nev'i ile birinci kışının hükmü gibi olur mu?
Müellifin sözünden anlaşılan işte budur ve soruyu, sadece hükümde birinci kısma
kati labilir mi noktasına hasretmektedir. Sanki bu soru öncesine kadar olan
her konuda görüşbirliği varmış gibi davranmaktadır. Halbuki ikinci vechin izahı
sırasında, "hepsi, hazların bulunup bulunmaması konusu üzerine
kuruludur" ve yine "Hu sabit olursa, bu kısmın hazların tümden
bulunmaması konusunda birinci kısma eşit olmadığı ortaya çıkar"
demektedir. Halbuki, hu konu meselenin başında kabul edilmiş ve bu nokta ile
ilgili bir şüphe ya da soruya yer bırakılmamıştı. Oysaki, birazdan gelecek olan
izahlarından da anlaşılacağı üzere bu noktanın da tartışmaya açı im ası uygun
olacaktı.
[55] Yani içerisinde mükellefe yönelik haz içeren bir
fiilin, tafsilat üzere değil de genelde hiç haz içermeyen fiil mis gibi muamele
görmesine. Çünkü bulunacak hazzı pek çok ve sıkı şartlara bağlamıştır; öyle ki,
bütün bu şartlardan sonra kalacak olan haz neredeyse yok olmuş ve arada
kaybolup gitmiş gibidir.
[56] islâm hukukunda buna'gabin' denilmektedir. Bir eşya nm
gerçi; k değerinin her zaman için tesbiti gerçeklen çok zordur. O yüzden şeriat
herkesin aldan a-bileceği bir (ıranı (gabn-i yesîr) muamelelerde hoşgörü ile
karşılamış, ama herkesin a k!a nam ayacağı miktara ulaşan bir gabni (gahn-i
fahiş) akdin feshine bir sebep saymıştır. Gabn-i fahişin oranı: Ticaret
mallarında yirmide bir; hayvanlarda onda bir, akarda beşte bir, dirhemde kırkta
bir ve daha fazla olan miktarlardır,
(bkz. Bilmen, Kamus,6/11). (Ç)
[57] Yani aynî ve kifâî olanlarda. (Ç)
[58] Yani hazdan
soyutlanmış olması, ancak hiç haz içermeyen fiillerin hükmünü almadıkça
tamamlanmış olmaz.
[59] Yani amelin Allah için halis kılınmış olması isteği,
ancak o fiilin daha başlangıçta hiçbir haz içermeyen fiilin hükmünü alması ile
mümkün olabilecektir ki, o tür hükümler de, ibadetleri ve kamu velayetlerini
içerisine alan kısımdır. Çünkü, kişi mâlî ve diğer tasarruflarında serbest
kalınca, nazlarından tümden arınimş olmaz. Geriye "Onun şer'î bir taleple
istenilmiş olup olmaması arasında fark yoktur" sözü üzerinde durmak
kalıyor. Çünkü eğer ortada iyi huy, güzel ablak çağrısı şeklinde de olsa şer'î
bir taiep olmazsa, o zaman bahsin özerinde temelden durmanın bir anlamı kalmaz.
Çünkü bahisten gözetilen amaç, mükellefin zatî hazlar içeren amelleri işlemesi
sırasında niyetini Alİah için halis kılarak, onu kendisine yönelik hazlardan
tamamen arındırması ve o fiili sırf Allah'ın emrine uy muş ol m ak için ya da
onu Allah'ın kendisine bir hediyesi telakki ederek işlemesi durumunda, acaba o
kimseden yaptığı işleri, mükellefe yönelik baz içermeyen ikinci kısımdan
amellerin talep edildiği gibi mi işlemesi isten ilecek ve dolayısıyla mesela
kendi malından ancak ihtiyacı kadarını mı alabilecek; yoksa bununla beraber
malında ve diğer konularda serbest olacak ve istediği gibi biriktirip uygun
gördüğü şekilde harcayabilecek mi? Eğer bahis, şer'î bir talep üzerinde
olmazsa, o zaman konu tümden ortadan kalkacak ve amaçsızoiacaktır. Müellif,
meselenin sonunda bu tür davranışların mükelleflerin kendi kendilerini icbar
etmeleri neticesinde olduğunu yoksa daha başlangıçta vacip olan şer'î bir
icbanıı bulunmadığını ifade edecektir. Dolayısıyla öyle de olsa bu, şer'î bir
durumdur ve Şâri'inyüklenıesiyle olmasa bile şer'.an makbul ve isUmilen bir
durum olmaktadır.
[60] Buhârî, îman, 42; Müslim, îman, 95.
[61] Bu istidlal, birinci yaklaşımdaki "içerisinde haz
bulunan şeyin istenilmesi, içerisinde haz içermeyen şer'î kayıtlarla
kayıtlıdır" sözü ileri sürülerek reddedilir ve bu durumda onda bir haz
bulunması mümkün olmaz. Burada ona şöyle karşılık verilir: Bu siniri ar sadece
hazzma ulaşmak için birer vasıtadırlar ve maksadın vasıtanın hükmünü a İması
zorunlu değildir. Dik kat edilecek olursa görülecektir ki, uslî kasıtla
mükellef için haz içeren meslekler, ticaret ve bedelli akitler gibi şeylerde
kişi kendi nazlarına ancak başkaları nın çıkarlar: yoluyla ulaşabilir. Bununla
birlikte, bunlarda gözetilen maksat, bunlar esnassnda ortaya çıkan
başkalarının maslahatına ait hükmü almaz ve. bunların içerdiği kişiye yönelik
hazlar asıl, başkalarına yönelik hazlar da arızî sayılır.
[62] Başkalarına ait faydalar da içermesine rağmen, bu
faydalar arızî ofarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla maksat, bu vesilenin
hükmüne girmemektedir.
[63] Çünkü kişinin başkalarının çıkarlarını ihlal etmesi,
netice olarak kendisine yansır ve verilecek cezalar, zecrî tedbirler, telef
edilen malların ödetilmesi, isyanlar ve günahlar sebebiyle inen musibet ve âfetler
yibi yollarla kendi çıkarları ihlal edilmiş olur. Yüce Allah, kendisine
tecavüz edilen (mağdur) kimseye, tecavüz edene karsı, yapılan tecavüz ölçüsünde
(kısas) karşılık verebilmesine dair izin vermiştir. Dolayısıyla, bir
başkasının m aslahatını ihîat demek, sonuç itibarıyla kişinin kendi çıkarlarını
ihlal etmesi demektir.
[64] Fussılet 41/46.
[65] Fetih 48/10.
[66] Müslim, Birr, 55.
[67] Şûrâ42'30.
[68] Bakara 2/194.
[69] Yani, tevessül ettiği esbab neticesinde ortaya çıkan
şeylerden hiçbir şey almazlar, aksine onları başkalarına verirler. Esbaba
tevessül neticesinde ortaya çıkan herzeyi halk için î.urürler. Bununla
birlikte esbaba tevessül eden, meslek icra eden onlardır. Bunlar kendilerine
ulaşan şeyleri tamamen Allah'ın bir lutfu olarak görürler ve kendilerini onlar
üzerinde dağıtımı yapmak için görevli birer vekil gibi telakki ederler ve
kendileri içi n hiçbir şey olmadığı düşüncesini taşırlar. Bunlar, en yüce
mertebeyi teşkil ederler. Bundan sonra gelenler nefislerini ihtiyacı olunca
alan vekil gibi kabul ederler. Bunlar rütbece daha geridedirler.
[70] Haşr59/9.
[71] Nâşir'in notu ile birleştirilerek olumsuz olarak
tercüme edilmiştir. (Ç)
[72] Ki kendisi "el-Eş'arî" nisbesiyle tanınır,
(Ç)
[73] Buhâri, Şerike, 1; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 167.
[74] Asını b. Ahvel, Knes'e: "Sana Rasulullah'm
'İslâm'da pakı (ahidleşme) yoktur.' buyurduğu ulaştı mı?" diye sordum. O,
Hz. Peygamber'in kendi evinde Kureyş iie Ensar arasında (kardeşlik) paktı
(ahidleşmesi) oluşturduğunu söyledi. (Bubari, İtisam, 16, Kefalet, 2; Müslim,
FedâîluVsahâbe, 204.
[75] Çünkü Ensar, Muhacir kardeşlerine mallarını araları
uda paylaşmayı teklif etmiştir. Hatta bazıları, eğer Mııhacir kardeşleri
dilerlerse eşlerinden arzu ettiklerini boşayıp onlarla evlendirme teklifinde
dahi bulunmuşlardır. Onlar ise, Ensar kardeşlerinin tekliflerine yanaşmamışlar,
ziraat ve ticaretle uğraşmışlardır.
[76] Yaklaşık ifadelerle bkz. Müslim, Zekat, 41, 95;
Dârimî, Zekât, 21; Keşfu'I-hafâ, 1/23-
[77] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/188-196
[78] Yani, katkısız ibadet İmlinde bulunan ameller veya
arızî olarak içerisinde haz bulunduran ameller gibi. Müellifin buradaki
ifadesi, aslî maksatları "mükellef için bir haz içermeyen maksatlar"
şeklindeki tarifi ile çelişmez.
[79] iznin, emir ve yasaktan sonra zikredilmesi, onun ibaha
(mübaMık) anlamında «3 m asını gerektirir. Ancak ib aha, aslî maksatlardan
değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi, asli maksatlar, aynıya dakifâî
vacipler olmaktadır. Bu itibarla mücOîif, burada izin kelimesini kullanmadaydı
daha iyi olurdu. Bu hususa daha sonra gelecek olan "onun fiili zarurivyât
ve onu çevreleyen (tanı anı tay ıcrunsurlari üzere işlenmiş oiur" sözü de
delalet eder. Ancak burada müellife hak vermek için şöyle denilebilir: Dördüncü
meselede geçtiği üzere, içerisinde mükellefe yönelik haz içeren yani tâbi
maksatlardan bulunan bir fiii, nefsî hazlardan arındırılarak emredilmiş birşey
mesabesine çıkarılabilir. Bu durumda da iznin zikredilmiş olması bir problem
arzetmez.
[80] Yaklaşık ifadelerle bkz. Müslim, Zekat, 41, 95; Dânmî,
Zekât, 21; Keşfu'l-hafâ, 1/23.
[81] Çünkü şer'î bir vacibi yerine getirmiştir ve bu
haliyle o övgüye değerdir.
[82] Yani her ne kadar işlenen fiil, Şâri'in kasdına uygun
düşmüş ve ona muhalif olmamışsa da, ancak heva ve heveslerinin güdümünden
çıkmış olabilmesi için bu yeterli değildir. Kişi bu tür davranışlarında,
Şâri'in hitabınınki emir, nehiyyada izin olabilir gereğini dikkate alarak
işlemiş değildir; aksine Şâri'in hitabı dikkate alınmaksızın sadece kendi şahsî
ihtiyaçlarının giderilmesi ve şehevî arzularmm tatmini için işlemiştir.
[83] Yani, aslî maksatlar doğrultusunda hareket etmek.
[84] Müzemmil 73/5.
[85] Yani amelini, hem haz peşinde hem de emre uymuş olma
amacıyla iş lemis kimse. Böyle birinin bu makamdan nasibi, haztanna olan
riayetinin azhğı ölçüsünde olmaktadır. Müellif faslın sonunda, "Tâbi olan
maksatlarih-îassızhğa daha yakındır" diyecektir.
[86] Daha önce geçti. bkz. c. 2/139.
[87] Çünkü bu heva ve heveslerin en güçlü itici
motifleridir. Şeriat ise, kulu onun ilmeğinden çıkarıp Rabbine kui etmek için
konulmuştur.
[88] Gâşiye 88/2-4.
[89] Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, 142 vd.
[90] Hadisin lâfzı tercümesi: "Heryaş ciğer sahibi
için ecir vardır" şeklindedir, (bkz. Buharı, MüsâkAt, 9, Mezâlim, 23:
Müslim, Seiam, 153.
[91] bkz. Buhârî, Bud'u'1-haik, 16; Müslim, Tevbe, 25.
[92] Ebu Davud, Edâhî, 12; Tirmizî, Diyât, 14; Ahmed,
4/123.
[93] Buhârî, Bedu'1-vahy, 1; İman, 41; Müslim, İmâre, 155.
[94] Hadis için bkz. Buhârî, Cihad, 48; Müslim, Ze.kâl, 24.
[95] bkz. Mâide 5/32.
[96] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/196-207
[97] Yani yoliar içerisinde mubah olan yolu araştırması ve
bulması, onun sadece Şâri'in iznini gözönünde bulundurması neticesinde
olacaktır. Dolayısıyla onun bu fiili, yukarıda geçen söz kuvvetinde olur.
[98] Müellifin maksadı, tâbi maksatlarla, haz kastimin bir arada
bulunmasının sahih olacağını ve bunun heva ve heveslere uyma anlamına
gelmeyeceğini açıklamaktır.
[99] Çünkü, yasak olan heva ve hevese uymuş olur. Zira
hazların bulunması, b<' raberinde bulunduğu emre uyma kasdını düşürecek
olursa, zikredilen netin-kaçınılmaz oturaktır.
[100] Ki bu amel, huy ittin kurtarılmasına yönelik ibadet
dışı bir vacip olmaktadır.
[101] Münâvî, Künûzul-hakâik'de Beyhakî'den rivayet
etmiştir. el-Makdisî, Tezkiretul-ıiH'vzûâtadlı eserinde, bu hadisin senedinde
Sevr'den münker hadisler rivuyul eden Abdullah b. Üzeyne'nin bulunduğunu
söylemiştir. (N) Concordano* vefihristler aracılığı ile temel kitaplari çerisinde
bulamadık.(Ç) Gerçi konu dışı olmakla birlikte bazıları, cinlerle görüşmek,
onlarlıı konuşmak, evlenmek, kurbanlar takdim etmek suretiyle onlara
yaklaşmak,., gibi konularda gelen bütün söylentilerin, tamamen hurafe ve
islâm'ın il k dcı-virlerinden sonra ortaya çıkmış bayağı inançlar olduğunu
ileri sürerlerse de, cinlerin görülmesi konusunda hadislerin bulunduğunu
hatırlatmak yerinde olacaktır.
[102] İbn Esir, İbn Abbas'ın rivayet ettiği:
"Bedevilerin cömertlik gösterisi olmak üzere kestiklerinden yemeyin. Ben
onların, Allah'tan başkası adına kesilmiş hayvanlardan olmadıkları konusunda
emin değilim" hadisini aldıktan sonra açıklama sadedinde şöyle der: Bu
akr yoluyla olurdu. (Akr; devenin [ya da koyun vb.] ayakta iken, sinirine
vurarak hayvanı düşürmek ve kesmek demektir.) tki adam, sehavet ve cömertlikte
birbiri ile iddialaşır, biri bir deve keser, öteki de keser ve bu böyle devam
ederdi. Sonunda bu işi götüremeyen kimse pes eder ve öbürünün daha cömert
olduğu ortaya çıkardı. Bunu, riya, kendi nefislerini tatmin ve övünç vesilesi
olmak üzere yaparlar; Allah rızası için yapmazlardı. Bu yüzden Hz. Peygamber,
onları Allah'tan başkası adına boğazlanmış hayvanlara benzetti, (bkz.
Nilıaye,3/272
[103] Ebu Davud, Atime, 7.).
[104] Tard, illetin bulunması sebebiyle hükmün de
bulunmasını gerektiren (sübutta telâzum). Cennet umudu ve cehennem korkusu bir
hazdır; erli miş olmasının önemi yoktur. Eğer dünyada ibadet dışı haz içeren
amelle hazların dikkate alınması durumunda bâtıl olurlarsa, aynı haz sebebiy İr
detlerin de bâtıl olması gerekir. Halbuki, kimse böyle bir sonucu kabul m
mektedir. (Ç)
[105] İnsan 76/9-10.
[106] Hadisin tamamı şöyle: " Müslümanlarla yahudi ve
hıristiyanların beiuutrı bir cemaatin benzeri gibidir ki, bu cemaati bir gün
geceye kadar ken dişine iş işlemek üzere muayyen bir ücretle bir kimse istihdam
etm istir. Ka kat bunlar günün yarısına kadar müstecir hesabına çalışıp sonra:
—Senin bize vermeyi
şart kıldığın ücrete ihtiyacımız yoktur; işlediğimiz, iş de bâtıldır, bir
ücrete karşılık değildir, demişlerdir. İş sahibi (müatecir)
bunlara:
—Mesâinizi heder
etmeyiniz, geri kalan işinizi tamamlayınız da ücretinizi tam olarak alınız,
dediyse de bunlar çalışmaktan kaçınıp işi terketmişlur dir. İş sahibi de
bunlardan sonra başkalarını tutup bunlara:
—Şu günün geri kalan
kısmını siz tamamlayınız da şunlara ücret olarak şart kıldığım ecri siz
kazanınız! dedi. Bu defabunlar çalışmaya başladılar. Ta ikindi namazı vakti
olunca bunlar da:
—Şimdiye kadar
işlediğimiz iş bâtıldır, bir ücrete tâbi değildir. Bu iş de, bize vermeyi şart
kıldığın ücret de senin olsun dediler, çalışmadılar. İş sahibi bunlara da:
—Öyle yapmayınız! Geriye kalan işinizi tamamlayınız da ücretinizi alınız!
Şurada gündüzden az bir zaman kaldı, dediyse de bunlar da çalışmaya
yanaşmadılar. İş sahibi bunların günlerinin geri kalan kısmını tamamlamak ve
kendisi için çalışmak üzere bir cemaat daha istihdam etti. Bunlar güneş
batıncay a kadar evvelkilerin geride bıraktıkları işi tamamlayarak çalıştılar
ve evvelki îki grubun işlerinin ücretini tam ve eksiksiz olarak aldılar. İşte
bu da müslümanların ve tevhid ile Hz. Muhammed'in peygamberlik nurunu kabul
edenlerin-benzeridir. (bkz. Buharî, İcare, 8, 11, 13; Tecrid, 7/32.) (Ç)
[107] Bu meyanda şöyle buyurmuşlardır: "Rabbim için
ileri süreceğim şart, O'na kulluk etmeniz ve hiçbir şeyi O'na ortak
koşmamanızdır; benim ve ashabım için ileri sürdüğüm şart da, bizi bağrınıza
basmanız ve bize yardımcı olmanız, kendi nefislerini koruduğunuz gibi bizi de
korumanızdır." (Ahmed, 4/120).
[108] Ki, bunların yerine getirilmesinde mutlak anlamda
maslahatların gerçekleştirilmesi; muhalefeti durumunda dıı mutlak an lamda
mefsedetlerin doğması sözkonusudur. Müellif buradaki amellerden asaleten ibadet
olmayan amelleri kastediyor; çünkü meselenin konunu bunlardır.
[109] En'âm 6/149.
[110] Beyyine98/5,
[111] Kehf 18/110.
[112] Hadisin tamamı: "Kim bir amelde bulunur ve o
amelde başkasını bana ortak kılarsa;onu şirkiyle başbaşa bırakırım." (Müslim,
Zühd, 46).
[113] Buhârî, İman, 41; Müslim, İmare, 155.
[114] Zümer39/3.
[115] Haz kasdının emre uyma kasdı ile bir arada bulunması
durumunda İhlasın zayıflayacağı konusunda söz yok. Tartışma konusu da bu değil.
İhlasın azalmış olmasından, o amelin temelden bâtıl olması lâzım gelir mi?
Tartışmanın odak noktası bu olmaktadır.
[116] Gazzâlî, böyle bir amel ile kulluk icrasında
bulunulamayacağım söylememiştir. Halbuki, buradaki tartışma konusu budur.
Aksine Gazzâlî esnek ve genel bir ifade kullanmıştır ve onun bu sözünü
"ihlâs tanı olmaz" şeklinde yormak mümkün olduğu gibi, daha önce
geçen ve asıl problemi teşkil eden böyle nefsânî nazlarla birlikte bulunan bir
amel ile kullukta bulunulmuş olunmaz" şeklinde de yormak mümkündür.
Dolayısıyla problemi teyit için bu u/un nakle gerek yoktu
[117] Sâffât 37/40-44.
[118] Yoksa, ibadet işlerken mutlak surette başka birşeyi
dikkate almamak anlamında değildir.
[119] Ankebût 29/6.
[120] Yani, "Dünya ve âhiretle İlgili tüm hazlardan
arındırılmış bir ihlâs şekli gerçekten çok zordur ve ona ancak seçkinler üstü
seçkinler (havâssu'l-havâs) ulaşabilirler" sözüyle. Bu mümkündür ve bu
durumda "Böyle bir iddiada bulunan kâfirdir" diye nasıl söylenebilir.
Ebu Hâmid bu iki söz arasını bulmaya çalışıyor ve şöyle diyor: Seçkinler
üstü seçkinlerin haziardaıı uzak olmalarından maksat,yemek, içmek, giyinmek,
hurilerle ilişkide bulunmak gibi cennet ehli için vadedilen nimetlerden
İstifade amacından uzaklıktır; yoksa her çeşit hazlar değildir. Marifetullah,
münâcat, Allah'a bakma vb. gibi şeyler seçkinler üstü seçkinlerin hazları olmaktadır.
Eğer bu tür hazlar da kastedilecek olursa, onların dahi asia hazlardan
soyutlanmış olmaları mümkün olmayacaktır
[121] el-Utbiyye, Kurtubah el-Utbî (ö. 255/869) tarafından
telif edilmiş ve Endülüs'te tutulmuş Mâliki mezhebine ait temel kitaplardan
biri.
[122] Tâ-hâ 20/39. Muhtemelen ilgiyi şöyle kurmak mümkün:
Yani, onu görünce insanların ona karşı bir sevgi duymaları, Şâri'in istediği
birşeydir. Dolayısıyla başkalarının da böyle bir duyguya kapılmış olmaları
durumunda Şâri'in maksadına ters düşülmüş olmaz. (Ç)
[123] Şuarâ 26/84.
[124] Yani Hz. Peygamber'in mü'mini benzettiği ağacm. (Ç)
[125] Buhârt, İlim, 4, 5, 15.
[126] . Yani İbn
Ömer hadisinde sözü edilen ilim. Çünkü Hz. Peygamber'in meclisinde idiler; ona
ilimden sormuşlardı; ayrıca ibadet mahallinde de bulunuyorlardı. Hz. Ömer'in
sözü, ilim talebinde bulunmak suretiyle ifada bulunulan ibadet haiinde
kendisine yönelik bir haz bulunmuş olmasından endişe etmedi anlamına geiir.
[127] Bakara 2/160.
[128] Bu durumda bu haz, sadece aslî kasıtla istenilmiş
genel bir maslahat ve halkın yararı olacakUr. Kişiye dönecek şey (haz) ise,
(hu genel maslahata) sadece tâbi durumda kalacaktır.
[129] Yani, birbirinden ayrı olarak ele alma imkânı
bulunduğu halde; ki, bu Gazzâlî'nin de görüşü olmaktadır.
[130] İbnu'l-Arabi'nin görüşünü desteklemektedir.
[131] Bakara 2/198.
[132] Sâffât 87/39.
[133] Şuarâ 26/21
[134] Buhârî, Savm, 10, Nikâh, 2, 3; Müslim, Nikâh, 1. Buna
benzer bir başka örnek de: "Dedim ki: Rabbin izden bağışlama dileyin;
doğrusu O çok bağışlayandır. Sise gökten bol yağmur indirsin..." (Nuh 7
l/l 1) âyetidir. Bu âyette, istiğfar—ki bir çeşit ibâdettir- üzerine dünyevi
ha/1 arın tertip edildiği görülmektedir.
[135] Halef b. Abdulmeîik b. Mesüd el-Endulusî. Tarihçi,
araştırıcı bir âlimdir. Kurtııba'da doğmuş ve ölmüştür. îşbiliyye kadılığını
üstlenmiştir. H. 578= M. 118,7de vefat etmiştir. (Ç)
[136] Ebu Bekir Muhammed b. Yebkâ b. Zerb. Endülüs'ün büyük
kadı ve hatiplerinden birisidir. Kurtuba kadılığı yapmıştır. H. 381 = M. 99
l'de vefat etmiştir. (Ç)
[137] Müellif gerçek anlamda bir hasır olduğunu kastetmiş
olmamalıdır,
[138] Geç kalanın yetişebilmesi için onu rükûda beklemek
dünyevî bir iş midir?! Yoksa ibâdet için tamamlayıcı bir davranış mıdır? Aynı
şey, bir sonraki örnekte namazın hafif tutulması ile ilgili olarak da
söylenebilir.
[139] Daha önce geçti (2/144).
[140] Bu hüküm mensuh olmalıdır. (Ç)
[141] Selâmın alınması ve müezzinin söylediklerinin tekrar
edilmesi dünyevî bir iş mi ki?! Evet bunlar, namazın hakikatinden hariç
şeylerdir; ancak dünyevî şeyler de değillerdir; aksine ibadettirler.
[142] Rûm 30/21.
[143] Yunus 10/67.
[144] Bakara 2/21.
[145] Kasas 28/73.
[146] Nebe'78/1O.
[147] Bakara 2/216.
[148] Yani, bu da, onların hoşuna gitmeyen bir şeyin
hayırların a oları bir yükümlülük olduğunu belirterek bir in'am ve ihsanda
bulunma tarzi olduğu heHrtil-miştir. Savaşın bizzat kendisi nefsî haz içermeyen
biryükümlülük olmaktadır ve bu tür şeylerde Allah'ın in'âm ve ihsanını n
bulunduğundan höz etmek istisnaîdir. Burada şöyle bir mütâlâa ileri
sürülebilir: Aslında burada istisnaya ihtiyaç yoktur; çünkü burada sftzü edilen
in'am ve ihsan bi/.zat yükümlü tutulan savaşın kendisiyle değil de neticeleri
gibi bir başka şeyle olmaktadır. Yüce Allah, hangi türden olursa olsun
hoşlanılmadık şeyleri bizim hayrımıza çevirmektedir ve bunun sonucunda hiç
hoşumuza gitmeyen bir şey bizim için sırf hayır haline dönüşmektedir. Allahin
in'am ve ihsâm işte bu açıdan olmaktadır.
[149] Yani, muhalefet niyeti ile yapmış olmakla birlikte
meşru yola uygun d,üşen muamelât türünden olan amelleri muteberdir yani bâtıl
değildir, ona sahih ameller gibi hükümler verilir. Meşru olan şekle ters
düşmesi durum unda ise, o amel bâtıl olur ve meşru amel hükmünü alamaz.
[150] Yani o amelin üzerine sevap gibi herhangi bir uhrevî
netice bağlanmaz anlamında bâtıl olur.
[151] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık
2/207-228
[152] Müellifin burada haccı örnek göstermesi açık değildir.
Çünkü sözünün gelişi şöyle olmalı: Eğer muamelâttan olan bir şey, hem malî ve
hem de ceza anlamı içeriyorsa o zaman konu ictihâdîdir: Keffâretlerde olduğu
gibi.... Hac böyle değildir. Çünkü hac bir ibadettir; fakat içerisinde mâlî yön
de bulunmaktadır. Hangi taraf ağır basarsa, o tarafa itibar edilir. Aynı şey
kurban hakkında da söylenebilir. Müellif, şayet taksimi üçlü yapsa ve
bahsettiği iki kısma ibâdetlerle, mâlî muameleler arasında yor alan bir üçüncü
kısmı daha eklemiş olsaydı daha iyi yapmış olacaktı.
[153] En'âm 6/164.
[154] bkz. 17/15; 35/18; 39/7.
[155] Necm 53/39.
[156] Fâtır 35/18.
[157] Ankebût 29/12.
[158] Bakara 2/139.
[159] En'âm 6/52.
[160] İnfıtâr 82/19.
[161] Lokman 31/33.
[162] Bakara 2/48
[163] bkz. Müslim,. İman, 348.
[164] Son âyet hariç. Çünkü n Medine'de gelmiştir.
[165] Yani izmar, hakikat, mecaz... gibi bilinen on husus.
[166] Bu konu ile ilgili olarak Deliller bahsinde geniş ve
yeterli bilgi verilecektir.
[167] Buharı, Celiniz, 33, 34; Müslim, Cenâiz, 18, 18, 19,
22-24. .
[168] Müslim, İlim, 15; Nesâî, Zekât, 64; Ahmed, 4/357
[169] Müslim, Vasiyyet, 14.
[170] Buharı, Cenâiz, 32; Müslim, Kasâme, 27.
[171] Tûr 52/21
[172] Nesâî, 2/5; Neylu'l-Evtâr, 5/J1.
[173] Buhâri, Savm, 42; Müslim, Siyam, 153.
[174] Ruhârî, Vasâyâ, 19; Ebu Davud, Eymân, 24.
[175] Hamasî bir cümledir. Bununla problemi güçlendirmek ve
böylece onun mâlî bir :jâib€; bulunmayan sahada da yürümesini istiyor.
[176] Yani muhalifi çok az olan. Bu konuda
İlâmul-muvakkıîn'e bakılabilir.
[177] Tevbe 9/113.
[178] Medine münafıklarının reisi. (Ç)
[179] Tevbe 9/80.
[180] Tevbe 9/84.
[181] Abdullah b. Abdullah b. Übey, Hz. Peygamber'den babası
için istiğfarda bulunmasını talep etmişti. Hz. Peygamber de mağfiret talebinde
bulundu. Bunun üzerine "Onların ister bağışlanmasını dile, ister dileme
birdir. Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen Allah onları
hağışlamayacaktır" âyeti indi. Hz. Peygamber: "Ben de yetmişten fazla
İstiğfar edeceğim* buyurdu, lîu kez de "Onlardan ölen kimsenin namazını
sakın kılma, mezarı, başında da durma..." âyeti geldi. (Geniş bilgi iğin
bkz. Kurtubî, Tefsir, 8/218 vd.).
[182] el-Münâvî, Künûzu'l-hakâik'da el-Bezzâr'dan
nakletmiştir.
[183] Rasuiullah (as).sorar: "Müflis kinidir? Biliyor
musunuz?" Ashap cevap verir: "Müflis bizce, parası pulu olmayan
kimsedir." Hz. Peygamber cevap verir; "Gerçek müflis şudur:
Ümmetimden tutmazını kılmış, orucunu
tutmuş, zekâtını vermiş kimseler huzura getirilir. Ama şuna küfretmiş,
buna iftirada bulunmuş, şu mm. nıalmıyenıiş, onun. kanını akıtmış, şunu
doğmuştur. Yapmış olduğu iyilikler onlar arasın da bölüştürülür. Eğer yeterli
gelmezse bu kez onların günahları alın ir ve onun üzer ine yüklenir, sonra da
cehenneme atılır. İşte gerçek müflis budur." (iVlüsHm, Birr, fiO; Ahmed,
2/303).
[184] Yani sırf Allah'tan gelen musibetlerse.
[185] Buharı, Hars, 1; Müslim, Müsâkât, 7-10; Ahmed, 3/147.
[186] Hadis manen ve muhtasar olarak rivayet edilmiştir.
Daha önce geçti. (bkz. 2/205).
[187] "Gece namaz kılma âdeti bulunan bir kimse hu
niyetle yatar ve uyku galebe çalar ve namaza kalkamazsa, ona sanki namaz kılmış
gibi sevap yazılır ve uykusu da kendisine bir sadaka olur"(MuvaLla,
Salâtu'i-leyl, ]; Ebu D.ıvud, Tatavvu, 20). "Medine'de öyle adarrdar
vardır ki, onlar aldığınız her yolda, hatettiğiuiz her vadide hep sizinle
beraberdirler. Onları size katılmaktan hastalık alıkoymuştur" (Cuhârî,
Cihad, 35; İbn Mâce, Cihad, 6).
[188] Tirmizî, Zühd, 17; İbn Mâce, Zühd, 26; Ahmed, 4/230.
[189] Buhârî.Rikâk, 31; Müslim, İman, 206.
[190] Hadisin devamında ashap sorar: "Ya Rasulallah!
Katilin durumunu anladık. Peki maktul niye öyle?" Hz. Peygamber cevap
verir: "Çünkü o d-a kardeşini öldürmeye azmetmişti" (Neseî, Tahrim,
29; tbn Mâce, Fiten, 11).
[191] Çünkü, bu durumda niyet bulunmakta, niyet edilen şey
de, her ne kadar bir başkası tarafından da olsa ortaya konulmuş olmaktadır.
[192] Burada, kişi bu tür kötülükleri işlemeyi aklına
koymuş, önlemlerini almış, ancak kendi iradesi dışında bir sebepten dolayı
amacına ulaşamamıştır. İşte bu insan, onu bilfiil işlem iş gibi günahkâr olur.
Yoksa m aksat, bunları sadece zihninden geçiren kimse olmamalıdır.
[193] Tur 52/21.
[194] Leheb 1.1 1/2.
[195] Tür 52/21
[196] Muztarib: Bir ya da daha fazla raviden farklı
şekillerde ri vay v.l edilen \c bu rivayetler arasında herhangi bir yolla
tercih yapılamayan hadislerdir. (Ç)
[197] Muhtemelen İkmâlu'l-mu'lim bi fevâidi Müslim
olmalıdır.
[198] Buhârî, Savm, 42; Müslim, Sıyâm, 153.
[199] Tâbi durumda oldukları için meyve ve maldaki
bilinmezlik akdi bozmamaktadır. ıÇ)
[200] Necm 53/39.
[201] Necm 53/39.
[202] Buhârî, Savm, 42; Müslim, Siyanı, 153.
[203] Nisa 4/13-14.
[204] Vakıa 56/24.
[205] Nahl 16/32.
[206] Ne ilgisi var? Daha önce geçen, onun bir mâlî tasarruf
şeklinde olduğu idi Sanki o malı, tasaddukta bulunana vermiş ve o sadece sarf
konusunda onun yerine geçmiş gibi idi. Mala ise bizzat kendisi malik olmuştu.
Sevap ise tamamen başka bir şeydir
[207] Nahl 16/97.
[208] Ne ilgisi var? Daha önce geçen, onun bir mâlî tasarruf
şeklinde olduğu idi Sanki o malı, tasaddukta bulunana vermiş ve o sadece sarf
konusunda onun yerine geçmiş gibi idi. Mala ise bizzat kendisi malik olmuştu.
Sevap ise tamamen başka bir şeydir
[209] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/228-242
[210] Yani sebepleri yenilenen ibadetlerde. Meselâ, nisap
bulunduğu için bu yıl farz olan zekât, ertesi sene nisabın bulunmaması
durumunda vacip olma'/. Sebeplere bağlı diğer ibadetlerde de durum aynıdır.
Dolayısıyla müellifin sözünü, kayıtlamak gerekmektedir.
[211] Meâric 70/23.
[212] Pek çok yerde geçer. Meselâ bkz. Bakara 2/3
[213] Bakara 2/43. vb.
[214] Buharı, Rikâk, 18; Müslim, Müsâfirîn, 215, 216.
[215] Daha önce: geçti. (1/343).
[216] Ebu Davud, Tatavvu, 27; Müslim, Müsâfirîn, 141.
[217] Buhârî, Savm, 64, Rikâk, 18; Müslim, Müsâfirîn, 2İ7.
[218] Hadid 57/28.
[219] Hz. Peygamber (as) çeşitli kimselere çeşitli
münasebetlerle, zikirler (evrâd) öğretmişti. Tabiî bu virdleri verirken, iyi
bir doktorun hastasının durumunu gözönünde bulundurduğu gibi, karşıdaki kişinin
halini, vaktini, işini vb. gö-zönünde bulunduruytırve onun devamlı yapabileceği
bir virdi kendisine öğretiyordu. Daha sonra gelen mürşidlerin de aynı şekilde
davranmaları ve müridlerinin hallerine, vakitlerine uygun virdler vermeleri
gerekir. Zam anımızda, bazı sofuların Hz. Peygamber'den gelen bütün virdleri
toplayarak —ki saatler alabilir— okuduklarını görmekteyiz. İnancımızca bu
tutum, işi zorlaştırmanın, altından kalkılmayacak bir yükün altına girmenin ve
Hz. Peygamher'in gösterdiği tavrı kavrayamamanın bir örneği olmaktadır.(Ç)
[220] Bakara 2/45.
[221] Bakara 2/46.
[222] Daha önce geçti (2/138).
[223] Daha önce geçti (2/145).
[224] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/242-244
[225] Tağlîbyani galebe çaldırma yoluyla mubahla ilgili
hükümler de buna dahildir. Yoksa mubah da, bazı kimselere has ol mayan şer'î
teklifi bir hükümdür. Geriye talep içermeyen yani vazî hükümler kalıyor.
Müellifin bu kaydı maksatlı kullandığı (kaydın ihtirazı olduğu) açık değildir.
Zira meselâ zı:vâî vakti, öğle. namazının farz olması için bir sebeptirve onun
sebepîiği genel olup sadece bazı mükelleflere has bir durum değildir. Aynı şey
diğer vazî hükümler hakkında da geçerlidir.
[226] Sebe' 34/28. Yaygın olarak bilindiği üzere âyetin
anlamı: "Biz neni bütün insanlara bu şeriatla ancak müjdeci ve uyarıcı
olarak göndermişizdir" şeklindedir ve bu itiharla şeriatın tamamının
bütün insanlara tebliğ edilmesi em-redilmektedir. "Ey Peygamber! Sana
indirileni tebliğ et" (5/67) âyetinde de şeriatın tamamının tehliğ
edilmesinin vacipliğine del alet bulunmaktadır. Bu iki âyetin bir arada
değerlendirilmesi, meselede ortaya konulmak islenen neticeyi tam olarak
verecektir. Âyetlerin teker teker ele alınması durumunda ise, maksat tam hasıl
olmayabilir. Çünkü peygamberin herkese gönderilmiş olmakla birlikte, gönderilen
şeyin bir kısmını açıklamakla görevlendirilmiş olması mümkündür. Bu durumda
şeriatın bir kısmı, sadece bir kısım insanlar için olmuş olabiür. Böyle bir
ihtimal, ancak şeriatın tümünün bütün insanlara tebiiğ edilmesi gereğinin
ortaya konulmasıyla kalkar. Bu netice de ancak iki âyetin birlikte
değerlendirilmesi ile ortaya çıkar. Gerçi şöyle denilebilir: Mefûlün
hazfedilmiş olması genellik bildirir. Hazfedilen de "bu şeriatla"
kelimesidir. O takdirde getirmiş olduğu her iki âyet de maksadı ifadeye
yeterli olur.
[227] A'râf 7/158
[228] Hadiste şöyle denilir: "Bana beş şey verildi ki,
benden ana' hiçbir peygambere verilmemişti: Her peygamber sadece kendi kavmine
gönderilirdi; ben ise kırmızı, siyah lıerkesegönderildim..." (Buhârî,
Teyemmüm, 1; Salât, 56; Müslim, Mesâcid, 3)
[229] Dikkatlice düşünüldüğünde, kullanılan âyet
delillerinde "bu şeriatla" kaydının bulunması gerekmektedir. Çünkü,
maksat için peygamberin mücerred bütün insanlar için gönderilmiş olması yeterli
değildir; gönderildiği şeyin tümünü de dikkate almak gerekmektedir.
[230] Yani bunlarla ilgili bulunan meselâ mallarının
zekâtının verilmesi gibi teklifi hükümler, bunların kendilerine değil,
velilerine yöneliktir.
[231] Çünkü insanlar, zarurî, hâcî ve bunların tamamlayıcı
unsurlarından "lan şeylere karşı hep aynı ihtiyacı gösterirler; zira hepsi
aynı yaratılışta bulunmaktadırlar.
[232] Ahzâb 33/50-51.
[233] Arâbî hadisesinde, yapılan bir alış-verişle ilgili
olmak üzere Huzeyfe Hz. Peygamber lehinde şehadette bulunmuştu. Huzeyfe'nin
şehadet konusundaki dayanağı, Hz. Peygamber'in doğruluğuna olan imanı idi. O
Rahbiııden tebliğ gibi çok önemli konularda yal an söylemediği ne göre, boy îe
basit işlerde yalan söylemeyeceği öncelikli olarak sabit olurdu. Bu akitte
Huzeyfe'nin şehâ-detinin iki şahit yerine tutulması, Hz. Peygamber'in bizzat
kendisine has özelliklerden dolayı oiduğu için, ona ait bu aidiyet doğnıdanllz.
Peygamber'e ait bir özellik halini almaktadır. İbn Kayyım bu konuyu
Mâmu'l-muvak-kiîn 'de açıklamış ve Huzeyfe'nin, orada hazır bulunan
sahabelerden önce Hz. Peygamber'e has olan özelliğe intikalie, bilinen bu
tavrını sergilediğini belirtmiştir
[234] Ahmed, 4/303.
[235] Yani âyette ve iki hadiste. Hükmün şahsa özel olduğunu
belirtmek de, bizzat böyle olmayan durumlarda şer'î hükümlerin herkese şamil
olduğunu gösteren başlı başına bir delil olur.
[236] Ahzâb 33/37.
[237] Ancak bizzat âyetin sonunda, bu özel uygulamanın genel
şer'îbir hükme esas kılındığını belirten ifade bulunmaktadır. Dolayısıyla onun
hususîliği vehmini uyandıracak bir unsur içermemektedir.
[238] Yani, ben bununla velayetler gibi, şer'î hitapların
genel olmayıp bazı kimselere has olabileceğini zannettiren hususları
kastetmiyorum. Çünkü onlarda genellik kaidesi içerisindedirler. Soy le ki, bu
tür velayetlerle, onlaraehil olan herkes genel olarak yükümlüdürler. Meselâ
zekât, genel olarak yükümlü olunan bir görevdir. Ancak onunla bilfiil yükümlü
olunması için nisap ve benzeri bazı şartlar aranır. Belirli şartlar aranan
velayetler ile kifâî farzlarda da durum aynıdır. Onlar da bu noktadan bakıldığında
genel kabul edilirler. Müellif, yukarıdaki ifadesiyerine "genellik
vasfından velayetler gibi şeyler hariç kalmaz..." deseydi konu daha kolay
anlaşılırdı.
[239] Daha önce insanların iki kısım olduğu geçmişti: Nefsi
nazlarından vaz-geççrtterve amelleri sırf şer'î yönden işleyenler...
[240] Yani hu gibi durum Itırda birinci, ikincinin muhatap
olmadığı birşeyle muhatap değildir ki bu, şeriatta hitabın tahsisi kabilinden
sayılmış olsun.
[241] Yani amellere dalma ve onlara kendini verme
mertebelerini, bu konuda insanların iki kısım olduğunu; onların (sûfîlerin) da
diğer insanlar gibi yerleşmiş bulunan şer'î hükümler altına dahil
bulunduklarım... iyice kavramak gerekmektedir
[242] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/244-249
[243] Nisa 4/105.
[244] Nisa 4/83.
[245] "Salât" kelimesi, Allah'tan olduğu zaman
rahmet, meleklerden olduğu zaman mağfiret talebi, kullardan olduğu zaman da
dua anlamına gelir. (Ç)
[246] Ahzâb 33/56.
[247] Ahzâb 33/43.
[248] Bakara 2/157.
[249] Duhâ93/5.
[250] Hac 22/59.
[251] Mâide 5/119.
[252] Fetih 48/2
[253] Fetih 48/5.
[254] Mâide 5/6.
[255] Nisa 4/163.
[256] bkz. Buhârî, Ta'bîr, 2,4,10,26; Müslim, Rü'yâ, 1; 2,6,
10; tbn Mâce, Rü'yâ, 1; Dârimî, Rü'yâ, 2; Muvatta, Rü'yâ, 1, 2; Ahmed, 2/18...
Hadisin mânâsı şöyle olabilir: Vahiy henüz gelmeye başlamadan Hz. Peygamber altı
ay süre île gün ışığı gibi rü'ya görmeye başlamıştı. Bundan sonra ise vahiy
başladı. Vahiyle birlikte bu sürenin tamamı bir görüşe göre yirmi üç senedir.
Bu durumda sâdık rüya devri, nübüvvet zamanının kırk altı cüzünden birini
teşkil eder. Bu durumda ise hadiste, iddia edilen hususa bir delil bulunmaz.
Rüyanm, birim ne kadar küçük olursa olsun, nübüvvetten bir parça olm ası
haddizatında makul birşey değildir. Çünkü nübüvvet şcr'î bir mahiyettir ve onun
altına mücerred sâdık rüy^ ile bir cüzînin girmesi mümkün değildir. İbn Haldun,
hadisin nübüvvet zamanına yorulmasının tahkikten uzak olduğunu sanmıştır;
ancak iddiasını isbat için ikna edici deliller de getirememiştir. Bazı rivayetlerde
bulunan sayıların ihtilaflı ohnası ve bu yüzden onları reddi boşunadır. Çünkü
üzerinde durduğumuz hadis bazılarının mütevatir kabul ettiği sahih bir rivayet
olmaktadır. Diğer peygamberlerin rüyalarının da aynı şekilde olduğunun sabit
olmaması da zarar vermez. Çünkübiz hadisi vahiyden biraz önce bulunan ve gün
ışığı gibi açık olan Hz. Peygamber'in rüyasına yoruyoruz. Bu durumda
müellifin, hadisi genel olarak rüyaya yorması ve herkesin de aynı şekilde bu
Özellikte ortak olması iddiası destek bulmuş olmayacaktır.
[257] Bakara 2/144.
[258] Ahzâb 33/51.
[259] Âyetin konusu,
dört kadından fazlasını nikâhında tutmasına izin hakkında değildir Âyette
işlenen konu, kadınları arasındaki geceleme sırasına riâyet (nöbet, kasın) ve
onlardan diifidiğini nikâhında tutup, dilediğini salıvermesi hakkındadır.
Nitekim tefsir kitaplarına bakıldığında, bunun böyle olduğu görülecektir. Bazı
araştırmacılar müellifin anladığı gibi anlamışlar; ancak müellifin sebep olarak
gösterdiği şeyde ona katılmamışlardır. Onlar, âyetin anlamı konusunda değil de,
bu muhalefette isabet etmişlerdir. Gerçi Hasan el-Basrî'niıı bu âyeti
"Ümmetinin kadınlarından dilediğini nikâhlar; onlardan dilediğinin
nikâhını da bırakırsın" şeklinde açıkladığı ve. "Hz. Peygamber bir
kadını istediği zaman, ondan vazgeçmedikçe başkaları o kadını istemezdi"
dediği nakledilmişse de, bu da âyet hakkında ileri sürülen ihtimaller ve
nakillerden biri olmaktan öte geçecek durumda değildir.
[260] Yani benim düşüncem istikametinde vahiy geldi. (Ç)
[261] Bakara 2/125.
[262] Ahzâb 33/53.
[263] Hz. Ömer'in kızı Hafsa i]e Hz. Âişe validelerimiz de
dahil olmak üzere, Peygamberinizin zevceleri, herkesten fedakârlık istendiği
bir dönemde daha fazla dünyalık istemişler ve bunda ısrar da etmişlerdi. Durum
bir hayli ciddî hal almıştı. Sonunda ya hallerine razı olmak ve böylece Hz.
Peygamber'in eşi olarak kalmak ya da ondan ayrılmak arasında bir tercih
yapmaları kendilerinden istenmişti. Onlar da hep birden Hz.Peygam be r'i
tercih etmişlerdi. (Ç)
[264] Tahrîm 66/5.
[265] Kocanın, karısını anasının sırtına benzetmesi ve
"Sen bana anamın sırtı gibi ol!" demesi. Câhiliye devrinde mevcut
olan ve ebedi haramlık doğuran bu muameleyi İslâm ıslâh etmiş ve haramhğın
kalkması için keffâret hükmü getirmiştir, bkz. Mücâdele 58/1-4 (Ç)
[266] Mücâdele 58/1
vd. Bu âyette sözü ediien kadın Salebe kızı Havle'dir. Geniş bilgi için bkz.
Zâdu 1-meâd, 5/413 vd. (Ç)
[267] Nûr 24/11 vd.
[268] Nûr 24/6-9.
[269] Buradaki makam şefaat makamıdır, bkz. Nihâye, 1/437.
(Ç)
[270] İsrâ 17/79.
[271] Ümmetimden Üveys b. Abdullah el-Karıû diye biri
olacak. Onun. ümmetime şefaati Rebîa ue Mudar gibidir (yanı onların
adedincedir)." Bu hadisi, Tbıı
Adiyy, el-Kâmil'de zayıf bir isnâdla rivayet etmiştir.
[272] İhyâ'da rivayet edilmiştir. el-Irâkî, isnadının zayıf
olduğunu söylemiştir.
[273] İnşirah 94/1.
[274] Zümer 39/22.
[275] Tirmizî, Tefsir, 17/18; Menâkıb, l;İbnMâce, Zühd,
37;Ahmed, 1/5,281,295.
[276] Mâide5/54.
[277] Âl-İİmrân3/l.lO.
[278] Müellifin bu iddiası pek güçlü gözükmemektedir. Çünkü
"Her ümmete bir şahid getirdiğimiz ve ey Muhammed,, seni de bunlara şahit
getirdiğimiz zaman durumları nasıl olacak?" (4/41)buyrulnıaktadırve
raüfessirler her ümmete getirilecek şahitten maksadın kendi peygamberleri
olduğunu söylemişlerdir. Ancak maksadı, ümmetine şahitlik edecek yalnız başına
kendisidir; diğer ümmetlerin durumu ise Öyle değildir. Çünkü
onlarınpeyganıberleriyle birlikte kendisi de onlara şahitlikte bulunacaktır.
Nitekim ümmeti de onlara şahitlik yapacaktır, şeklinde ise o zaman yerinde
olabilir. Ancak müellifin sözünden bu zor anlaşılıyor.
[279] Bakara 2/143.
[280] Kurtubî şu açıklamayı yapar: "Ahmed,
peygamberimizin ismi olmaktadır. Sıfattan nakledilmiş bir isimdir. Bu sıfat en
üstünlük derecesi bildiren ism-i tafdi] kipidir. Yani en çok hamdeden demektir.
Muhammed ise, çok ve tekrar tekrar Öğülmüş mânâsına gelir. Muhammed olmasını da
Ahmed olmasına borçludur. Yani çok hamdettiği içindir ki, çok öğülen biri
olmuştur. O yüzden İsa (as) öncelik arzeden Ahmed ismini tercih etmiştir.
" (Özetle Kurtubî, 18/83-84). (Ç)
[281] Saff6l/6.
[282] Annesine mensup demek olan ümmî kelimesi belli bir
tahsil yapmamış anlamına, yahut okuma ve yazması bulunm ayan anlamına vb.
gelmektedir. Müellifin bu kelimeden ne kastettiği tenkitleriyle birlikte daha
Önce genişçe açıklanmıştı. (2/69 vd.) (Ç)
[283] Ümmî olmakla birlikte ilim sahibi olma Hz. Peygamber
hakkında açıktır ve bu onun mucizelerinden biridir. Bu konuda âyetler gayet
açıktır. Ümmetin ümmîliğini ise âyetler açıklamaktadır. Ancak bu âyet ya da
hadislerde, ümmetin, ümmîlikle birlikte normal olarak sahip olunamayacak olan
ilme sahip olduklartnı gösteren unsur nerede? Bu âyet ya da hadislerden çıksa
çıksa iman vasfı çıkar ve ona sahip olan bir kim şeye de mutlak anlamda ilim
sahibi denilemez.
[284] Cum'a62/2.
[285] A'râf 7/158.
[286] Daha önce geçti. (bkz. 1/52; 2/69).
[287] Tevbe9/43.
[288] Al-i İmrân 3/152.
[289] İnşirah 94/4.
[290] Ebu Nuaym, Ebu Hureyre'deıı rivayet etmiştir: Hz.
Peygamber (as) şöyle anlatmıştır: "Musa'ya (as) Tevrat inince onu okudu
ve içerisinde bu ümmetin zikrini gördü... (Hadis bu ümmetin fazileti
hakkındadır ve uzuncadır.) Sonunda Musa: Ta Rabbi! Beni Ahmed'in ümmetinden
kıl!' dedi." Ebu Nuaym'm rivayet ettiği başka bir hadiste de "Beni
bu peygamberin ümmetinden kıl!" dediği rivayet edilmiştir.
[291] Ahzâb 33/57.
[292] Tirmizî, Menâkıb, 5S; Ahmed, 4/87; 5/55.
[293] Buharî, Rikâk, 38; İbnMâce, Fiten, 16. Ümmete dostluk
beslemekten bahsetmemiştir. "Kim benim bir velî kuluma eziyet
ederse..." hadisinin muhalif mefhumu "Kim benim bir veli kuluma
dostluk beslerse..." şeklindedir deseydi, o zaman maksat tam olarak hasıl
olurdu.
[294] Nisa 4/80.
[295] En'âm6/87.
[296] Hacc 22/78.
[297] Uzunca bir
hadis içerisinde, bkz. Tirmizî, Tefsir, 17/18; Menâkıb, 1; İbn Mâce, Zühd, 37;
Ahmed, 1/5, 281, 295.
[298] Fatır 35/32
[299] Neml 27/59.
[300] En'âm6/54.
[301] Rivayete göre CibrîlHz. Peygamber'e gelerek: "Ya
Rasûlallahîîşte Hatice sana yönelmiştir. Beraberinde bir kap vardır ki, içinde
katık yahut yiyecek veya içecek vardır. Sana geldiği vakit ona Rabbi'nden ve
benden selâm söyle. Hem kendisini cennette inci kamışından bir.evle müjdele. O
evde ne gürültü olacak, ne de meşakkat!" dedi. (Müslim, Fedâilu's-sahâbe,
71).
[302] İsrâ 17/74.
[303] İbrahim 14/27.
[304] Kalem 68/3.
[305] Tîn 95/6. Bu âyetlerde geçen "memnun" kelimesinin
"kesintisiz" demek olan bir başka anlamı daha vardır. Bu takdirde
âyetler maksada delil olmaktan çıkarlar
[306] Kıyâme 75/17-19.
[307] Kamer 54/17.
[308] Nisa 4/59.
[309] Buhârî, Cihâd, 109; Müslim, İmâre, 32.
[310] Nisa 4/80.
[311] TâHâ 20/1-2.
[312] A'râf7/2.
[313] Tûr 52/48.
[314] Mâide5/6.
[315] Bakara 2/185.
[316] Nisa 4/28.
[317] Nisa 4/29.
[318] İbn Mâce, Fiten 8. es-Sehâvî, hadisin metin itibarıyla
meşhur olduğunu, pek çok senedleri ve müteaddid şâhidleri olduğunu belirtmiştir
[319] Tirmizî, Kıyamet, 59; Ahmed, 1/293.
[320] Sâd 38/83.
[321] Buhârî, Cenâiz, 72, Rikâk, 53; Müslim, Fedâil, 30, 31;
Ahmed, 4/149.
[322] Buna göre, Mesâbîh'te yer alan ve Tirmîzî tarafından
da sahih bulunan: '"Hidâyete erdikten sonra hiçbir kavim sapmaz. Ancak ced
ele girerlerse o hariç. ' Sonra da 'Sana böyle söylemeleri sadece cedele
(tartışmaya)girmek içindir' (43/58) âyetini okudu, hadisinin tevili
gerekecektir. Ancak, müellifin getirdiği deliller maksadı tam olarak ortaya
koymamaktadır. "Ümmetim hata üzerinde birleşmez" hadisi, ancak
ümmetin tamamı için geçerli olup fertler ya da belirli gruplar için değildir.
"Sana içten bağlı olan kulların bir yana, hepsini azdıracağım"
âyetinde bahsedilen ihlâslı kullar da nihayet hidayete erdirilmişler içerisinde
azınlıkta kalan bir kesimdir. "Allah'ı gözet..." hadisi dünya ve âhiretle
ilgili konularda azgınlık, sapıklık ve benzeri serlerden koruması için bir
metot belirlenmesi şeklinde anlaşılır. "Vallahi, ben sizin hakkınızda
arkamdan şirke tekrar döneceğinizden asla endişe etmiyorum..." hadisi,
ümmetin tamamına ya da en azından büyük çoğunluğuna yöneliktir. Yoksa daha Hz.
Peygamber devrinde bile dinden dönen insanların bulunduğu bilinmektedir. Ancak
bu ferdî olaylar, hiçbir zaman hadiste kastedilen çoğunluk ümmet İçin bir
endişe kaynağı olmayacaktır. Bu durumda, müellifin kasdı ferdî plânda değil de,
genel olarak ümmetin sapıklıklardan korunmuş olması şeklinde olmalıdır. Ancak,
müellifin ifadesi mutlaktır ve ferdî plânda anlaşılmaya da müsaittir.
"Allah'ı gözet..." hadisinde tekil kipinin kullanılmış olması, her
ne kadar ilk etapta o anlaşılıyorsa da, hükmün ferdlere de şâmil olmasını
gerektirmez ve onunla ümmetten belirli kimselerin kastedilmiş olması uzak bir
mana olur. Bu yaptığımız izahtan sonra, başta sözünü ettiğimiz hadisin teviline
de gerek kalmayacaktır
[323] el-Mişkâtta, Müslim'den nakledilmiştir.
[324] imamın ümmetten
olacağı hk. bkz. Buhârî, Knbiyâ, 49; Müslim, İman, 249-İbn Mâce, Fiten, 33;
Ahmad, 2/336.
[325] Buhârî, Fedâilu ashâbi'n-Nebiyy, 6; Müslim,
Fedâilu's-sahâbe, 22; Ahmed 1/171.
[326] Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 26; Ahmed, 1/71, 6/288.
[327] Buhârî, Menâkıb, 28.
[328] Sâd 38/35.
[329] Bilindiği üzere Allah onun bu duasını kabul etmişti ve
bunun neticesinde o, cinlero ve şeytanlara da hükmetmiştir. (Ç)
[330] bkz. Furûk, 2/144.
[331] Buharı, Ezan, 156; Müslim, İman, 125; Ahmed, 4/117.
[332] Her gece Rab
Teâlâ'mn dünya semasına tenezzülde bulunacağını (ineceğini) bildirenhadis.
Buharî, Deavât, 14; Tevhîd, 35.
[333] YaniHz. Peygamber'in, firaset, rüya, ilham gibi
şeylere dayanarak bazılarını müjdelediği, bazılarını uyardığı ve benzeri
tasarruflarda bulunduğu bilinmektedir. Ümmetinden bazı kimselerinde aynı
şekilde davranması yerinde olacaktır. Daha önce de gördüğümüz gibi, bımlarm
doğruluk ölçüsü, Hz. Pey-gamber'e bağlılıkla doğru orantılı bulunuyordu.
[334] Buharı, Tabir, 35.
[335] Müslim, îmâre, 17; Ebu Davud, Vesayet, 4.
[336] Câmi's-sağîr'de el-Bağavî, e.î-Bârudî, İbn Kânı',
İbnu's-Seken ve îbn Şâ-hîn'den rivayet edilmiştir. Beyhakî, bu hadisin
isnadında durmak gerektiğini söylemiştir. Hadis tefsirciler arasında
meşhurdur. el-İsâbe'de, Sa'lebe'-nin hayatından bahsedilirken bu hadisin sahih
olmadığına işaret edilmiştir.
[337] Müslim, Fedâiiu's-sahâbe, 141.
[338] Hz. Peygamber, bütün bu davranışlarını fırâset üzerine
kurmuştur.
[339] Bundan sonra vereceği örnekler gayba vâkıf olma esası
altına girecek şeylerdir. Bu kapah (mücmei) bir ifadedir ve bunların altına
melek yoluyla alman vahiy ile ilhanı da girer. Bunları da örnek olarak burada
vermesi ndeki amacı, mecazî de oisa bunlarda da ümmetin iştiraki bulunduğunu
belirtmek içindir.
[340] Buharı, Ashabu'n-Nebî, 9.
[341] Tirrnizî, Menâkıb, 18; Ahmed, 6/75, 149,
[342] Buhârî, Menâkıb, 25; Ebu Davud, Libas, 42 (4/71);
Ahmed, 3/294.
[343] Tirmizî, Kıyamet, 35.
[344] İbn Asâkir'in, zayıf bir i snadl a rivayet ettiği bu
had iste Hz. Peygamber, Mua-viye'yc şöyle buyurmuştur: "Sen var ya, benden
sonra ümmetimin idaresini üstleneceksin. Eğer bu dediğini olursa, onların
iyilerine iyi muamele e! ve onlara önem ver. Kötülerinden de yüz çevir."
[345] Buhârî, Salât, 62; Müslim, Fiten, 70.
[346] Müslim, Mesâcid, 241; Nesâî, İmamet, 55; îbn Mâce,
tmâmet, 150.
[347] Buhârî, Fiten, 2; Müslim, Zekât, 132, 139; Tirmızî,
Fiten, 25; Nihâye, 1/22.
[348] Hz. Ebu Bekir
kızı Âişe'ye bir hibede bulunmuştu. Teslim almadan önce öleceğini hissettiği
hastalığa yakalanmıştı ve dolayısıyla şeriatın gereği olmak üzere bu hibesini
iptal etmiş ve o malı geride varisi olacak olan kardeşleriyle pay laşm asını
tenbih etmişti. O sırada hanımı ham ile bulunuyot düve yukarıdaki sözüyle
doğacak çocuğun kız olacağını keşf yoluyla bildirmişti. (Muvatta, Akdiye, 34
(2/754) (Ç)
[349] Cuma günü
minbere çıktığı bir sırada yukarıdaki sözünü söylemiş ve daha sonra hutbeyi
irad ettikten sonra inmişti. Bunun ne olduğunu soranlara da diline öyle geldiği
için söylediğini söylemişti. Durumu kimse anlamamıştı. Sonra ordu komutanı olan
Sariye b, Zenîm'den mektup gelmiş ve Cuma günü
- tam o saatte böyle bir ses işittiğini ve ordusu vadi içerisinde iken
hemen dağa çektiğini ve düşmanın muhasarasından kurtulma bir yana onlara
hücumla onları yendiklerini bildirmişti, fbkz. Menâkıbu Ömer, 172)
[350] Hz.Ömer İsrâ l7/12 âyetine işaret etmiş olmalıdır dır.
(Ç)
[351] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/249-266
[352] Yani kadı hükmettikten sonra, keşif, hükümde hata
olduğunu ortaya çıkardı gerekçesiyle o hükümlerin bozulması sahih değildir.
Aynı şekilde, zahirde şer'î kaideler doğrultusunda şöyle bir hüküm gerekirken,
keşif ya da benzeri birşeye dayanarak o hükmün gereklerinden vazgeçmek de caiz
değildir, burada şöyle denilebilir: Hükümlerin bozulması sadece cüzî hükümlerde
nadir ve pek çok kayıtlarla sözkonusu olabilir. O, aralarında çelişkinin
bulunması durumunda hükmün bazı gereklerini terk etmekten daha uzak birşey olup
aralarında ilgi yoktur. Aralarında birinin varlığından diğerinin de zorunlu
olarak bulunması gibi bir ilişki bulunmamaktadır. Yani keşif yoluyla şer'an
muteber olan bir şehâdeti kabulden vazgeçmek durumunda, keşif sebebiyle böyle
bir şehadet üzerine bilfiil verilmiş olan bir hükmün bozulmasının gerekli
iiliği lazım gelmez. Çünkü, hükümlerin verildikten sonra bozulmalarında
hakikaten büyük fesat ve hükümlerin askıya alınıp uygulanmaması gibi bir zarar
sozkoıı usudur. Nitekim bu konuya başka bir yerde müellif de işaret etmiştir.
[353] Hadisin devamı şöyle: "İmdi kime, kardeşinin
Iıakkından. birşey hükmet -mişsenı asla onu almasın; zira ben aslında ona ateşten
bir parça ayırmışım-dır." (bkz. Buharı, Şehâdât, 27; Ahkâm, 20; Müslim,
Akdıye, 4; Ebu Davud, Ak diye, 7
[354] İbnu'l-Arabî, Kitâbul-Ahkâm'da, bütünüyle ulemânın
kadının, kendi ilmine dayanarak ölüm cezası veremeyeceğinde görüş birliği
içerisinde olduklarını, diğer konularda ise ihtilaflı olduklarını
belirtmiştir.
[355] O (as), kendisine arzediîen bütün dâvalarda kimin
hakiı kimin haksız olduğunu bilirdi. Bununla birlikte, onları dinler ve
şeriatın gereği olarak zahire göre kini haklı ise onun lehine hükümde
bulunurdu,
[356] Bütün kadıların başı olan başkadı. (Ç)
[357] Yani sahipliyim demek istedi. Boş sahrada bulunan
ağaçlar mülk olmazlar. Ağacın bir yahudîye ait olmasının ise hükme bir tesiri
bulunmaz. Ancak bunu aşın bir vera örneği ifade etmek için söylemiş olmalı.
[358] Müslim, Selâm, 45. Bişr'in akrabaları, koyunu
zehirleyen kadını kısas yoluyla Öldürmüşlerdi. (Davudoğlu şerhi, 9/613). (Ç)
[359] Bakara 2/67 vd.
[360] Kehfl8/66vd.
[361] Çünkü bu mânâda Hz. Peygamber'den birşey sabit
olmamıştır ki, Hızır olayında anlatılan şey ona kıyas edilsin. Bizim
şeriatımızda o mânâda birşeyler sâdır olmalı ki, biz kıyas yoluyla onu da hükme
katmış olalım.
[362] Nevevî el-Erbaîn'de Vâsıbe b. Ma'bed'den nakleder: Hz.
Peygamber'e geldim. Bana: "İyiliği sormaya mı geldin?" buyurdu.
"Evet" dedim. Bunun üzerine o: "Kalbinden fetva iste. İyilik,
nefsin sükun, kalbin huzur bulduğu şeydir. Kötülük ise, kalbini tırmalayan ve
içerinde tereddüt doğuran şeydir. İnsanlar fetva verseler de, sen fetvayı
kalbinden iste" buyurdu. (Ahmed, 4/227; Dârimî, Büyü, 2).
[363] Şahit, karîne-i kâtıa vb. gibi isbat edici deliller.
(Ç)
[364] Buhârî, Rehn, 6; Tirmizî, Ahkâm, 12; îbn Mâce, 7.
[365] Ebu Davud, Akdıye, 20 (3/308).
[366] Bucümle sözün akışma göre "En güvenilir insan,
enyalana bir kimseye karşı davacı olsa bile, beyyine davacı, yemin de inkâr
eden kimseye (davalı) verdi-rilecektir" şeklinde kurulmalıydı.
[367] Buhârî, 65/24. Geniş bilgi için bkz. Zâdul-meâd, 5/446
vd.
[368] Hadis şöyle: "Saflarınızı düzeltiniz ve
birbirinize kenetleniniz. Çünkü ben sisi arkamdan görmekteyim." bkz. Buhârî,
Ezan, 72; Nesâî, İmamet, 28, 48; Ahmed, 3/103.
[369] Çünkü birinci durumda, gerçekleşmesi beklenen bir
fayda dikkate alınmamakta; sadece caiz olan bir durum göz önünde
bulundurulmaktadır. Burada ise, her ne kadar caiz ya da arızî durumlar
korkusundan dolayı caiz hükmünde ise de, gerçekleşmesi beklenen bir fayda
dikkate alınmaktadır.
[370] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/266-275
[371] bkz. İbııHişam,
1/253/254.
[372] Burada kastedilen cezaî sorumluluktur; mâlî tazmin
değildir. Islâmdacan ve mal heder olmadığı için bunların itlafı durumunda
mutlak sılrette diyet ve mâlî tazmin söz konusu olur. (Ç)
[373] Şerîata göre bu gibi şeyler haramdır; ancak
buıılaronlarm ellerinde olmayan şeylerdir ve onları kendi ihtiyarlan olmaksızın
yaparlar.
[374] Tûr 52/16.
[375] Neml 27/90.
[376] bkz. s. [2/192]
[377] Sâffât 37/102.
[378] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/275-280
[379] İster onların yaratıhşlanyla iaterse huylanyla ilgili
olsun ya da kendileriyle ilgisi bulunan mevcut daha başka şeylere tâbi olsun
farketmez.
[380] Meselâ, her
mükellef beş vakit namaz ile kesin olarak yükümlüdür; sabah namazı herkes için
iki rekattir; öğle dört rekattır. Yine namazın şartlan ve rükünleri,
gerektirdikleri, âdâb ve erkânı herkes için aynıdır. Bu konuda geçmiş zamanlar
ile sonraki nesiller arasında da fark yoktur. Çünkü Sâri' Teâlâ'nm yükümlülüğü üzerine bina
ettiği âdetler istikrar arzetmektedir. Bunlar herhangi bir asırda güçlük
doğurup, başka bir asırda kolay gelecek şeyler değillerdir. Hep aynı özellikte
kalacak şeylerdir. Diğer yükümlülükler de bu örneğe benzetilebilir.
[381] Güneşin, aym, yıldızların, suyun, ateşin, yeryüzü ve
üzerindekilerin; denizler ve içerisindekilerin faydaları gibi.
[382] Yani insan ve hayvanın fiillerinde söz konusu olan
sebebîer ve onların mü-sebbebleri ve onlardan ortaya çıkan şeyler gibi.
[383] Yani hayat, ölüm, hastalık, lezzetler, şehvetler gibi
Yaratıcının bu kâinatı birbirine bağladığı tabiat halleri.
[384] Aksi takdirde dünya imar edilemezdi. Çünkü dünyanın
iman, müsebbeble-rin meydana gelmesi için değişmezlik gösteren sebebjere yapı
somaki a olmaktadır. Eğer sebepler çok istisnaî durumlar hariç normal
hallerde, müseb-beblerini bidüziye olarak ortaya koy m asalardı, o zaman
insanlar sebebleri ihmal eder ve neticede dünya hayatı düzen tutmazdı
[385] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/280-284
[386] Burada "âdet" kelimesi itiyat, alışkanlık
vb. gibi anlamlardan çok insanlar arasında yer etmiş, alışılagelmiş,
yapılagelmiş şeyler mânâsına gelmektedir. (Ç)
[387] Çünkü bu gibi konuları bizzat Sâri nass ile belirlemiş
ve onlara şer'î bir hüküm koymuştur. Bu gibi konularda insanların güzellik ya
da çirkinlik yargılarında meydana gelen değişme, onlarla ilgili şerl hükmü
değiştiremez. İkinci türden olanlar ise böyle değildir. Çünkü onların güzel ya
da çirkin olduklarını gösterecek şer'î bir delil bulunmamaktadır ve konu
insanların örflerine havale edilmiştir. Bu itibaria o tür konularda meydana
gelen insanların değer ölçülerindeki değişmeler ilgili hükümlerde de
değişmelere neden olacaktır. Bu konuda bkz. Erdoğan, Mehmet, İslâm Hukukunda
Ahkâmın Değişmesi, îst. 1990.
[388] Mesela ülkeden ülkeye sıcaklık, soğukluk gibi durumlar
farklılık arzeder Sıcak ülkelerde ergenlik yaşı daha çabuk gelirken, soğuk
ülkelerde daha eec yaşlara kalır.
[389] Yani her hayız görmesi ndeki süre kastedilmektedir.
[390] Evlilikte mehrin teslimi konusunda olduğu gibi. Burada
yaygın cilan âdet, zifaftan önce muaccel mehrin verilmesi yönüne ağırlık
kazandırmakta ve bu şekilde mehrin teslimi öne çıkmaktadır.
[391] Beyyine (delil ikâmesi) müddeîye (davacı) aittir;
yemin istr inkâr eden tarafa düşer. Burada kadın bir hak dava etmekte, koca ise
inkâr etmektedir; dolayısıyla yeminle birlikte söz kocanın sözü olacaktır.(Ç)
[392] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/284-287
[393] Yani zecrî önlemlerin suç işlemekten geri durmak için
bir sebeb olması insanlar arasında geçerli olan bir âdettir. Haddizatında
zecrî rinlemler sebebiyle suçtan kaçınma duygusu, izin ya da yasak gibi şer'î
bir hükmün taalluk edeceği hususlardan değildir; zira insanda bulunan huy ve
tabiatlarla ilgilidir. Buna rağmen şer'an dikkate alınması zarurîdir; çünkü
üzerine kısas gibi hükümler tertip edilmiştir.
[394] Bakara 2/179.
[395] Bakara 2/187.
[396] Cum'a 62/10.
[397] Bakara 2/198.
[398] Yani, bu ve benzeri âyetler Sâri Teâlâ'nın bu âdetleri
dikkate aldığını göstermektedir. Yani müsebbebler devamlı olarak normal âdet
olan sebebleri neticesinde meydana gelirler ve Sâri, onların üzerlerine serî
hükümler bağlar: Sebeblerine yapışmak suretiyle nikah, ticaret... talebinde
bulunmak gibi.
[399] Yani müsebbeblerin sebeblerin işlenmesi suretiyle
meydana gelmesi âdeti.
[400] Yani eğer bu âdetler seran dikkate alınmaaaydı, o
zaman Sâri Teâlâ onların sebeblerini meşru kılmazdı. Ancak sözü edilen âyetler,
bunlar üzerine hüküm bağlandığı konusunda kesin bir delildir. Dolayısıyla
âdetler şer'an dikkate alınmış olmaktadır.
[401] On üçüncü meselenin birinci delili. Yükümlülüğün bütün
insanlar için hep aynı ölçüde konulmuş olması, Sâri Teâlâ'nın onlar arasında
geçerli olan âdetleri dikkate aldığını gösterir. Eğer bidüziyelik arzeden bu
âdetler dikkate alınmasaydı, o takdirde konulan teşrîîn farklılık arzetmesi
tabiî olurdu.
[402] Daha önce de geçtiği üzere maslahatlar, insan hayatının
ikâme ve idâmesini sağlayan şeylerdir ve bunlar onun aklî ve şehevî özelliğinin
gereksinimleri olmaktadır. Bu ise, ona getirilen yükümlülüklerde kendi
karakterinde ve evrende mevcut bulunan âdetlerden soyutlanması, onların
dikkate alınmaması durumunda gerçekleşemeyecek bir husustur. Âdetlerin teşrîde
dikkate alınmış olduğuna dair bu kadarıyla istidlalde bulunmak aslında
yeterlidir ve daha başka külfetlere girmeye gerek yoktur. Nitekim müellifin
dördüncü bir husus dediği şey de bunun bir uzantısı olmaktadır. Çünkü insanı,
belirtilen şeylerin gereğinden soyutlamak takat üstü ya da harec (güçlük)
içeren bir yükümlülük olur.
Müellifin üçüncü husustan maksadı şudur: Teşrî devamlıdır ve o maslahatlarla
berabervardır; şu halde maslahatlar da devamlıdır. Maslahatlar ise carî olan
âdetlerdir. Dolayısıyla âdetler dikkate alınmıştır. Ulaşılmak istenen sonuç da
budur. Dördüncü hususa gelince, burada üzerinde durduğu şey şudur: Yükümlülük
konusu olan şeye dair bilgi ve kudret âdetle ilgili bir durumdur. Eğer bunlar
yükümlülük sırasında Sâri' tarafindan dikkate alınıyorsa, bu dolayısıyla
Şâri'in âdeti dikkate almış olması demektir. Dolayısıyla maksat hasıl olmuştur.
Eğer âdetler dikkate alınmazsa o zaman takat üstü yükümlülük kaçınılmaz olur.
Müellifböyle demekle birlikte, sizin de dikkatinizden kaçmayacağı gibi, bilgi
ve kudret şer'an benimsenmiş bulunan âdetlerden değildir; aksine onlar sebeb ve
müsebbeb bahsi ile ilgili hususlardandır. Keza müellifin izahından dördüncü
husus da üçüncü hususun bir uzantısı şeklinde değil, müstakil bir izah şeklini
almaktadır.
[403] Konu ile: ilgisi açık değildir. Çünkü konu, insanlar
arasında mutat olmayan özür İmliyle ilgilidir. Hastalık ist; müellifin ruhsat
mahallidir dediği mutat özürlerden olmaktadır. M ui at olarak bir delikten idrarını
dışarı atan, bu arada yine mut al. (irfanından da aynı şekiîde idrannı dışarı
alabilen bir kimsenin durumunu misal olarak verseydi konu açıklık kazanacak!!.
Biiyle bir kimse mesela hem önden hem de başka bir delikten idrarını bir özür
olarak değil, Adel ulara k y apacakt ir. Başka bir delikten idrarını yapması
olağan dışı olmakla birlikte o kimse için âdet halini almıştır ve bu ikinci
âdet birinci âdeti de ortadan kaldırmamıştır.
[404] Faslın başından buraya kadar anlatılanlar şer'an
durumları belirlenmemiş âdetler hakkındadır. Bu meselenin ikinci kısmını teşkil
etmektedir. Ancak bundan sonra gelecek meselelerin tamamı Sâri I ara fin dan
emredilen, yasaklanan ya da tercihe bırakılan âdetlerle ilgilidir. İki durumda
fasıl, âdetlerin olağandışı hak; dün üşmesi ve her iki kısmın hükümlerinin
açıklamasını kapsamaktadır.
[405] Bu gibi konularda şe/î âdet, müdafaada bulunan kimseye
zarar vermediği sürece haksız yere bir kimseyi öldürmek suretiyle zâlim i
amacına ulaştırmaya imkan vermemek şeklindedir.
[406] Sözün gelişinden anlaşılan "esiri"
olmalıdır. (Ç)
[407] Tevbe 9/119.
[408] Talâk 65/3.
[409] Hûd 11/55.
[410] NahI 16/91.
[411] Müslim, Sıyâm, 72, 74
[412] bkz. Müslim, Kasâme, 24.
[413] Haram ve yasak tanımayan, herşeyi helal kabul eden bir
görüş (ibahiye mezhebi). (Ç)
[414] Faslın başıyla ilgili bulunan konuya.
[415] Mâide5/67.
[416] Daha önce geçti bkz. s. [1/210].
[417] Kehf 18/82.
[418] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/287-298
[419] Müellifin bu sözü ile daha önce on dördüncü meselede
geçen "Serî âdetler, şer'î delillerin ortaya koymuş olduğu ya da yasaklara
iş bulunduğu şeylerdir. Bunlar şeriat tarafından vaciblik yada mendupluk
düzeyîndeyapılması İstenilen veya mekruhluk ya da haramlık seviyesinde
yapılması yasaklanan veyahut da yapılıp yapılmaması tercihe bırakılan
şeylerdir. Bu türden olan âdetler, diğer şer'î esaslarda olduğu gibi ebedî
olarak sabittirler ve asla değişmezler. Değişme gösteren âdetler ancak şer'î
olmayan âdetlerdirve onlar bazı türlerinde değişme gösterebilirler"
şeklindeki sözü arasını telife ihtiyaç vardır.
Ancak şöyle bir yorum yapılabilir: Sözü edilen âdetler, daha önce geçen
anlamda şer'î değillerdir. Aksine kılık kıyafetin, elbise şekillerinin,
insanlar arasında kullanılan tabir ve ıstılahların değişmesi, teşrî döneminde
bunların bir hal üzere bulunması sonra ise değişiklik arzetmesi şeklinde
olabilir. Genel olarak bunların husulüne izin bulunduğu için, bu anlamda onlar
şer'î sayılabilirler. Sonra âdet değişir ve o âdethükmünü alacağı başka bir
şer'î asla döneceğinden ilgili hüküm de değişir. Bu durumda hâlihazırdaki
değişken bir âdetin hükmünü geçmişe de teşmil etmek sahih olmaz; çünkü bunlar haddizatında sabit bulunmayan ve
değişken olan şeylerdir. Talepte bulunulan şer'î kısımdan olsalar bile, değişken
olup istikrar göstermeme özelliklerinden dolayı, onları geçmiş asırlara
(milletlere) da teşmil etmek doğru olmayacaktır.
[420] . Küllî âdet, insan için yiyecek, giyecek ve barınak
gibi zarurî olan şeylerdir. Bunların her biri altında türler ve pek çok durumlar
vardır ve bunlar o küllî âdetin çerçevesi altına girmeye elverişlidirler.
[421] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/298-299
[422] Va'îd, korkutma, ceza ve azapla tehdit anlamlarında,
va'd ise, müjdeleme anlamında kullanılır. (Ç)
[423] Cihad, dinin korunması ve Allah'ın admın yüceltilmesi
için konulmuş bir müessese olup, bu uğurda maiiar, canlar, çocuklar... feda
edilir.
[424] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/299-301
[425] Yani meselâ önden ya da arkadan birşey'çıkar ve kişi
abdestihi bozan bu halden dolayı abdest almak istediğinde bu organlarını değil
de el, yüz ve ayaklar gibi (maddî olarak pislenmeyen) organlarım yıkar. (Ç)
[426] Meselâ hayız ve lohusahk hali namazı düşürürlerken,
orucu ve İslâm'ın rükünlerinden olan diğer farzları düşürmezler.
[427] Bunun örnekleri çoktur: Meselâ kunut ki aslında bir
zikir ve dua olmaktadır sadece belli namazlarda istenmekte, dua secde halinde
istenilirken rükû halinde istenilmemekte; nafile namazlar bazı vakitlerde
istenilirkeıı .bazı vakitlerde mekruh kabul edilmektedir. Yasak olan vakitlerde
de aynıdır. Bütün bunları vahiy olmadan akıl ile kavramak mümkün değildir
[428] Bunlarda'şer'anbelirlenmişşekİlleresahiptirlerve bu
şekiller, konulanmik-tarlar akıl yoluyla belirlenemez.
[429] Muaz hadisinde olduğu gibi. Yemen'e gönderilirken Hz.
Peygamber'iıı "Kitap ve Sünnet'te de bulamazsan nasıl hükmedersin?"
sorusuna: "İctihad ederim ve zaaf göstermem" demişti. Hz. Peygamber
onun bu cevabı karşısında memnuniyetini izhar etmek suretiyle, hakkında nass
bulunmayan bir konuda re'yle içtihadı onaylamıştı.
[430] Meselâ, bineği tarafından düşürülüp ölen ihramlı hacı
adayı için Hz. Pey-gamber'in: "Ona güzel koku sürmeyiniz; çünkü o kıyamet
gününde telbiye getirerek haşrolunacaktır" buyurması gibi. Hz. Peygamber
(as) ona güzel koku sürülmemesinin hikmetini belirtmiştir. Şimdi, bu hadisin
genel leşti rilerek haccını henüz tamamlamadan ölen herkes için koku
sürülmeyeceği neticesine ulaşılmasına bir engel bulunmamaktadır.
[431] Yani ibâdet konusunda münâsib ki hüküm için illet
olması uygun olan vasıf olmaktadır usûlcüler tarafından "nazîri olmayan
kısımdan" sayılmaktadır. Bu kısımda kıyas geçerli değildir. Meselâ orucun
tutulmaması ve namazın kısaltılması konusunda yolculuk haricindeki
meşakkatlerm yolculuk sırasında karşılaşılan meşakkatlerin birkaç katı da olsa
dikkate alınmaktadır. Kıyasın esası, illetin hükmünün, aynı illete sahip olan
her fer'e sirayet ettirilmesi demektir. Meşakkat bulunmasına rağmen hükmün
sefer dışında diğer meşakkat içeren durumlara sirayet ettirilmemesi kıyas
yolundan çıkmak olmaktadır. Bu tür olanlara "nazîri olmayanlar" adı
verilmektedir. Yani bu, ibâdetler konusunda talîl mânâsını zayıflatan bir
husus olmaktadır ve o konuyu taabbudîlik esasına döndürmektedir. Çünkü ibâdetler
konusunda dikkate alınacak bir mânâ (illet) olsa bile, bu son derecede dar bir
sahada kalmaktadır ve taabbudîlik sınırını aşacak boyutta değildir.
[432] Usûlcüler seferle ilgili hükümlerin illetinin
"yolculuk" olduğunu, hikmetin ise "meşakkat" olduğunu
söylerler. Hükümler ise hikmete değil illete bağlanır. (Ç)
[433] Bu misaller, illetin açıkça belirlendiği kısımlarla
ilgilidir. îki şeyin arasını sebep/illet
bildiren (fâ) harfi ile, şart ile ya da (lâm) harfi ile bağlamak gibi.Ancak
müellifin de dediği gibi, bunlardan illetin hususîliği anlaşılmaz.
[434] Tirmizî, Salat, 173; Nesâî, Sehv, 23; Ahmed, 2/447.
[435] Buhârî, Vudû, 2; Müslim, Taharet, 2.
[436] bkz. Nesâî, Mevâkît, 31; Muvatta, Kur'ân, 44.
[437] İlleti belirleme yollan: Münasebet, nass, icmâ, sebr
ve taksim ve deverandan ibarettir. Şebeh ise, Şâfiîlere göre illeti belirleme
yollarından değildir. Sübkî şöyle der: Bu mertebenin tarifi konusunda çok
farklı şeyler söylenmiştir. Bu konuda doğru bir tarif görmedim. Sonra şöyle
der: Şebeh iki anlamda kullanılır Burada kastedilen mânâsı, bir vasıftır ki,
hükme uygunluğu bizatihi olmayıp, bizatihi uygun bulunan vasfa özel bir
benzerliğinden dolayıdır. Yani hüküm için illet olduğuya da onu gerektirdiği
zannedilen konuda ona benzer. Benzerliğin şekil ya da mânâ bakımından olması
arasında fark yoktur. Meselâ taharette niyetin şart koşulması örneğine bakalım.
Niyet, taharetin ibadet olması vasıtasıyla abdeste uygun düşer. Şarabın
haramlığı için (illet kabul edilen) iskâr (sarhoş edici özelliği) ise böyle
değildir; çünkü o bizatihi hükme illet olmaya münasiptir. Çünkü Sâri' illetin
iskâr olduğunu bildirme-se bile, akıl onun hükme uygunluğunu bulabilirdi. Bu
durumda şebeh, yani illeti tesbit yollarından biri olan bu tür, illiyeti tesbit
için illiyeti isbat edici bir delile ihtiyaç gösterir. Bu yüzden onu tarif
ederlerken: "Hükme olan münasebeti, ayrı bir delil olmadıkça sabit
olmayan bir vasıftır" derler. Örnek: Mad'dî pisliklerin (necaset)
giderilmesi meselesinin, sadece su ile giderilebi-len hadesin izalesi hükmüne
katılması konusunda şöyle denir: Necasetten taharet, namaz için istenilen bir
temizliktir. Dolayısıyla abdestte oiduğu gibi, sudanbaşkasıyla yapılamaz.Her
birinin namaz için istenilmiş bir taharet olması, bu iş için suyun
belirlenmesini gerektiren aralarındaki ortak niteliği (cami vasıf)
oluşturmaktadır. Bu şebehî bir vasıftırve maddî pisliklerin giderilmesi için
illâ da suyun kullanılması hükmüyle münasebeti açık değiidir. Şöyle
demişlerdir; Geçerli iliet belirleme yollarından biri ile, taharetin namaz
için istenilmiş olması vasfının, maddî pisliğin su ile giderilmesini belirleyecek
bir illet olması sahih olursa, maddî pisliğin su ile giderilmesi lazım gelir.
Aksi takdirde sadece hadeste suyun kullanılmış olması, maddî pisliklerin
giderilmesinde de suyun kullanılması gereğini ortaya koymaz. Bir diğer örnek de
müellifin vermiş olduğu örnektir. Ibn Hâcib şöyle der: Şebehin illet-liği,
illet belirleme yollarının tümüyle sabit olur
[438] Peygamber gönderilmeyen devirler. (Ç)
[439] İsrâ 17/15.
[440] Nisa 4/165.
[441] Böyle bir akitte cimrilik, aşırılık ve maddî çıkar
elde etme amacı bulunmaktadır. Karz ise sadece Allah'ın rızası için yapılır ve
onunla sadakada olduğu gibiborç veren kimsenin nefsinin arındırılması
amaçlanır. Ayrıca karz müessesesinin işlerlik kazanması neticesinde toplumda
mevcut sıkıntılar azalır; güçlük kaldırılmış olur.
[442] Nitekim "arâyâ" da böyledir. Arâyâ satışı:
Taze hurmanın henüz ağacın dalında iken ölçü-tartı kullanmaksızm tahmin
yoluyla kuru hurma karşılığında alınıp satılması demektir. Bu caiz
görülmüştür. Çünkü bunun caiz görülmesinde insanlar için bir kolaylık
bulunmaktadır. Ayrıca ariyyede bulunan kimsenin zarar görmesi de Önlenmiş olur.
Zira ağacın başındaki hurmaların. ariyye yoluyla sahibi olan kimse, hurmalarını
toplamak için bahçeye girip çıkacak ve böylece bahçe sahibi mutazarrır
olacaktır. Eğer kuru hurma karşılığında o hurmaların bahçe sahibi tarafından
satın alınması caiz görülmesey-di, bu ariyye yolunun kapanmasına bir sebep
olabilecekti. (Ariyye [ç. Arâyâ] şekil ve tarifleri hakkında bkz. Z. Şaban,
İslâm Hukuk İlminin Esasları, trc. İ. K. Dönmez, Ankara 1990, s. 124).
[443] Bakara 2/179.
[444] Bakara 2/188.
[445] Daha önce geçti. bkz. s. [1/200].
[446] Daha önce geçti. bkz. s. [2/46].
[447] Ebu Davud, Diyât, 18; Dârimî, Ferâiz, 41 ; Ahmed,
1/49.
[448] Müslim, Büyü, 4; Ebu Davud, 24.
[449] Buhârî, Edeb, 80; Müslim, Eşribe, 73-75; Ebu Davud,
Eşribe, 5.
[450] Mâide5/91.
[451] Usûlde "münasib" deyince şu anlaşılır: İllet
olarak kabul edilen açık .ve mun-zabıt olan vasıf ile hüküm arasında akîın
kavrayabileceği biruyum olmalûiır. Buna münasebet denmektedir. Bu dayabir
maslahatın temini veya tamamlanın asıya da bir mefsedetin uzaklaştırılması ya
da azaltılması olmaktadır.
[452] Bazen "kamu yararı" diye tercüme edilen bu
terim, hakkında dikkate alınmasını ya da geçersiz sayılmasını gerektirecek bir
nass bulunmayan maslahatlar anlamına gelmektedir. Sadece kamu ile ilgili
olmayan maslahatları da içerdiği için, terimi aynen koruduk. (Ç)
[453] Müctehidin ilk akla gelen çözümden farklı olarak
ulaştığı sonuçtur. (Ç)
[454] Bir ibadet olarak değil de, içtimâi bir faaliyet
olması ve faydalar içermesi açısından.
[455] Meselâ, zamanımızda gebelik testleri ile kesin olarak
bilinebilmektedir. (Ç)
[456] Kadının iki hayız arasındaki temizlik süresi ya da
bizzat hayız hali. (Ç)
[457] Buharı, Hayız, 20.
[458] Kabîab. Ebu Abdirrahman ile Saîdb. el-Müseyyeb
arasında şöyle bir konuşma geçer:
Rabîa; —Kadının
parmağının diyeti ne kadardır? Saîd: —On devedir.
Rabîa: —İki parmağının
diyeti ne kadardjr? Saîd: —Yirmi devedir.
Rabîa: —Üç parmağının
diyeti ne kadardır? Saîd: —Otuz devedir.
Rabîa: —Peki dört
parmağının diyeti ne kadardır? Saîd: —Yirmi devedir.
Rabîa: —Yarası büyüyüp
tasası artınca diyeti azalıyor mu? Saîd: —Sen Iraklı mısın?
Rabîa: —Aksine doğruyu
araştıran bir âlim ya da öğrenmek isteyen bir cahil.
Saîd: —Sünnet böyle yeğenim! [bkz. Muvatta, Ukûl, 11 (2/860)] (Ç)
[459] Erkeğin cinsî uzvunun sünnet yeri. (Ç)
[460] Yasak olan şeylere götürebilecek yoiların kapatılması
anlamına kullanılmaktadır .(Ç)
[461] Yani Sâri Teâlâ'nın'kıstaslarını zikretmek suretiyle
belirlediği şeyler. Çünkü yükümlülüklerin pek çoğu Sâri' tarafından mükellefin
diyanet ve emanetine havale edilmiştir. Dolayısıyla sedd-i zerâi ve
kötülüklerin yayılması gerekçesiyle onların zabtı ve kayıt altına alınması
için fazladan bir gayret göstermeyiz. Diğer bakış açısı şöyle: Her ne kadar
furûu dağınık olsa da kolayca başvurabileceğimiz kıstasları vardır. Kıstasların
icrası mümkün oldukça, onların gereği ile hareket edilecektir ve bu, iki durum
arasında yer almış olacak ve sonunda her iki yaklaşımla da amel edilmiş
olacaktır.
[462] Buna göre ilk iki bakış açısında zahir ile bâtın
(zavâhir/serâir) arası ayrılmamış oluyor; bu üçüncü görüş ise onların arasım
ayırıyor.
[463] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/301-310
[464] Yani bu gibi konularda kıyas geçerli olmaz.
[465] Burada "taabbucTun mânâsı, özel ve dar anlamda-
kıyasın işlemediği ve bir esas kabul edilerek kendisinden başka fer'ilerin çık
arılamadığı konular değildir. Burada kastedilen "içerisinde Allah hakkı
içeren" ve dolayısıyla mükellefin onu işlemesi halinde sevap alacağı,
terketmesi durumunda da azabı hak edeceği şeyler manasınadır. Buna başka bir
mânâ daha eklenir: ŞöySe ki: Bizim kavradığımız her maslahat karşısında
durmamız ve Tlüküm İçin bundan başka illet yoktur diyebilecek şekilde maslahat
için bu illet belirlenmiş midir?' diye düşünmemiz gerekir. Bu duraksama da
mânânın akılla tam olarak kavranamaması anlamında bir nevi taabbuddür. Bunlara
ilaveten ileride gelecek olan vecihlerde belirlenen mânâlarla
"taabbud"un anlamı anlaşılmış olacaktır. Dolayısıyla burada
"taabbud" kavramı daha genel bir anlamda kullanılmış ve bu anlamda
taabbudîlik, şartların bulunması durumunda kıyasa ve asıl kabul edilerek
kendisinden fer'iler çıkarılmasına mani değildir.
[466] Bir fiilin yapılması ya da terki ile ilgili talep, gereklilik.
Farz ve vacible, haranı ve mekruhu kapsar. (Ç)
[467] Tercihe bırakma, muhayyerlik. Mubahı kapsar. (Ç)
[468] Yani mutlak surette itaat etmesi ve yükümlülükten
kurtulabilmesi için ona yapışması ve yerine getirmesi gerekmektedir. Maslahatın
araştırılması ve elde edilmesi ise gerekli değildir. Hatta yükümlülük konusunda
onu elde etmeye yönelmek bir tarafa bizzat maslahatı bilmenin gerekliliği diye
bir-şey de yoktur.
[469] Yani, em ir ya da yasağa muhatap olan kimsenin
zimmetinin —isten ileni yerine getirinceye kadar— o emir ve yasağın gereği ile
meşguliyetinin bulunmaması sahih değildir.
[470] Yani dar
anlamda taabbudî olan hükümlerle, içerdiği mânâların dikkate alındığı
hükümlerden olması arasında fark yoktur. Aynı şekilde taabbudî olsun olmasın
maslahatların dikkate alınması da gerekli/icbarı değildir
[471] Yani Mutezile'ye. (Ç)
[472] Burada taabbud, mânânm (illetin) müstakil olarak
akılla bilinebileceğine kesin hükmetmemek anlamındadır.
[473] Yani asılda mevcut ve zahir olan hikmete (illete).
[474] Bunun iki şekli olabilir: Ya hüküm o illetle birlikte
başka bir illet için müştereken olur ve bu durumda (bizim bildiğimiz) illet,
illetinbir cüzü durum undadır. Veyahut da hüküm müstakil olarak hem bu illet
hem de başka bir illet için konulmuş otur.
[475] İlletin cüzü, aslınhükmününfer'e geçmesini sağlamaz ve
onun üzerine kıyas yapılamaz.
[476] Yani üzerine hüküm bina etmede, ayrıntılara gitmede.
(Ç)
[477] Cevaz tabirini kullanmıştır. Bundan, müctehidin başka
bir hikmeti gözö-nünde bulundurmaya mecbur olmadığı anlaşılır. Birinci vecih
yani emredilen şeylere yapışma ise böyle değildir. Niyetin bulunması ve
bulunmaması yönünden bu konu furûda maruf bulunmaktadır
[478] Meselâ "Dedim ki: 'Rabbinizden bağışlanma
dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur İndirsin.
Sizi m allar ve oğullarla destekle-sin. Sizin için bahçeler var etsin, ırmaklar
akıtsın" (71/10-12) buyrulmakta-dır. Şimdi buna kıyasla, acaba bedenin
kuvvetlenmesi ve ilmin artması hakkında da istiğfar bir illet kabul edilebilir
mi? Yani bu ve benzeri durumlar, mallar ve oğullarla desteklenme konusuna
—"istiğfar" illet kabul edilerek— kıyas edilebilir mi? Başka bir
âyette de: "Allah'a ve peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar
başarısızığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider" (8/46) buyruhnuştur. Acaba,
beden kuvvetinin ve malların gitmesi, âyette belirlenen başarı ve kuvvetin
gitmesine kıyas edi lebilir rai? Bunlar, sözü edilen hükümler için illet
olarak Sâri tarafından zikredilmiş sebebler olmaktadır. Ancak Şâri'in
bildirmesi olmasa bunları bilmek mümkün değildir. Şimdi bu gibi olan konularda
kıyas geçerli midir? Bu konuda müellif şöyle diyor: lîunlar şer'an illet ol m
akla ve kendilerine başkalarının kıy as edilmesi sahih ol m akla birlikte sözü
edilen illetler akılyoluyia kavranabilecek türden değildir. Dolayısıyla
mutlaka bunlarda taabbud sözkoııusudur ve Şâri'in bildirdiği kadarıyla
yetinmek ve öte aşmamak durumu vardır. Çünkü fer'yapmak istediğimiz şeyde
idrak ettiğimiz benzerlik, ancak talil edilen mutlak ve umûmî olan
hususlardadır. Bu kadarı, illetliğin sıhhati içinyeterli değildir ki, ilhak ve
kıyas caiz olsun.
[479] Bu durum, illeti belirleme yollarının icmâ veya nass
olması halinde açıktır. Aynı şekilde münâsebet olması halinde de durum öyledir.
Çünkü dikkate alınacak İlletin müessir ya damülâim olması gerekecektir.
Bunlardan her biri de ya nass ya da icmâa dayanmak zorundadır. Müessir, Şâri'in
kendisine göre hüküm koyduğu uygun bir nitelik olup bunun konduğu hükmün
aynısına neden olduğu ya "Kim edep yerine elini dokunursa, abâest
alsın" hadisinde olduğu gibi nass ile; veya küçüklük sebebiyle velayet
hakkının sübutu konusunda olduğu gibi icmâ ile sabit olur. Mülâim ise: Belirli
bir vasıf, belirli bir hükümde, nass veya icma yoluyla illet olarak
kullanılmamış olmakla beraber, belli bir vasfın, aynı cins hükümde veya aynı
cins vasfın belli bir hükümde ya da aynı cins vasfın aynı cins hükümde nass ya
da icmâ ile illet olarak kullanılın asının sabit olmasıdır. Şâri'in dikkate
aldığı şeye uygun düştüğü için mülâim
diye isimlendirilmiştir. Örnek: Hanefi'lere jffıre küçük dul kızın, küçük
bakire kızın evlendirilmesi m: kıyasla baba tarafı nd hu evlendirilmesi gibi.
Geriyi; illeti belirleme yollarından sebr ve taksimle deveran kalmaktadır.
Bunlarda da maslahatın Şâri'in belirlemesi ile mi olup olmadığını ve müellifin
sözünün kapsamına onların da girip girmediğini anlamak için usûl kitaplarının
ilgili bahislerine bakınız.
[480] Meselâ kısas gibi. Kısas hakkından vazgeçmek (af;,
vazgeçtiği zaman hakkının tamamen düşmesi anlamında kulun hakkı olmaktadır.
[481] Müslim, İman, 48.
[482] Yani kıyasa esas olabilecek tarzda husûsî illet ve
hikmetin kavranması demektîr. Yoksa genel boyutuyla hikmetler/i İletler
taabbudî"olan konularda mevcut bulunmaktadır.
[483] Zimmet, uhde, sorumluluk gibi anlamlara gelir.
Türkçe'deki "Boynumun borcu olsun" ifadesindeki ''boyun"
kelimesi ile aynı anlama gelir.(Ç)
[484] Çeçen dördüncü ihtimal ki fiilin hikmeti
kavramlahile.il ve maslahat la talil edilebilen türden sayıiması ve böylece
onların hükümlerine lâbi tutulması ihtimali olmaktadır niçin dikkate alın
iniyor? Hal bu ki o ihtimal burada, öncekinden daha yakın olmakladır. Çünkü
daha önceki mahza taabbudî olan kısımla ilgili idi ve o kısmı bu şekilde,
yormak daha uzak bulunuyordu. Ru ikinci türden olup da her iki nev'iden hak
içeren fiiller ise öyle değil d ir. Çünkü bu nt'v'in talil ediİehile.n şey
üzerine yorulması bir önceki kısımdan daha yakın olmaktadır. Ancak şöyle
denilebilir: Müellif bu dördüncü İhtimal i'Daha önce de geçi iği gibi sırf
Allah hakkı içeren fiillerde hu durum son derecede azdır ve onlarda taabbudîlik
esas umde olmakladır' demek suret iy le tümden yok saymıştır. Bu yüzden de
bumda o ihtimalden bahsetmemiştir.
[485] Çünkü, Şâri'in kulun maslahatını koruma amacıyla bir
fiili yasaklaması, sonra da o maslahatın bizzat yasaklanılan o fiille ortaya
çıkması mümkün değildir
[486] Allah hakkına nisbetle ise yasağın gereği olan günah
ortadan kalkmayacaktır. Allah hakkı, kulun yasağa cüret etmemesi idi. Bu
cüretin satıcı ya da müşteri tarafından gösterilmesi arasıda bir fark yoktur.
[487] Azadı, efendisinin ölümüne bağlanan köle. (Ç)
[488] Hem de daha uygun bir şekilde. Çünkü müşteri onu azad
etmekle hürriyetine derhal kavuşmuş olur. Oysa ki müdebberin hürriyeti ancak
efendisinin ölümünden sonra gerçekleşecektir. Belki de kendisi efendiden daha
önce ölecek ve hiç gerçekleşmeyecektir.
[489] Köle meselesinde uygulanması üçüncü ihtimale göre
olmaktadır. O da muhalefetin fiilin özünden aynim ası mümkün olan bir niteliğe
yönelik olması i di. Örnekte azad işi, bir köle üzerinde gerçekleşmiştir. Bu
kölenin müdebberlik vasfının kendisinden ayrılarak normal köle (kmn) haline
dönüşmesi mümkündür. (Gasbedilen arazide kılman namaz örneğinde olduğu gibi.
Namaz, gashcdilen arazîden ayrı bir şeydir. Casbedilen bir mekanda zorunlu
olarak namaz kılma gereği gibi bir durum yoktur. Çünkü bu vasıf, namaz (ya da
gasb) için ayrılmaz nitelikte değildir.
[490] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/310-321
[491] Nahl 16/78.
[492] Mü'minûn 23/78.
[493] Bakara 2/152,
[494] Bakara 2/172.
[495] İbrahim 14/7.
[496] Müslim, İman, 48.
[497] A'râf 7/32.
[498] Mâide 5/87
[499] Daha önce geçti. bkz. [1/3421
[500] Mâide-5/103
[501] En'am 6/138
[502] Yanı kulun kendisine ait her hakkı düşürme yetkisi
bulunmamaktadır. Meselâ can üzerinde kulun onun korunması doğrultusunda bir
hakkı bulunmaktadır. Aynı hak Allah için de bulunmaktadır. Ancak Allah'a ait
olan bu hak, kulun kendi hakkını düşürmesiyle düşmemektedir. Aksine: canını
helake maruz bırakan ya da ihmal gösteren kimse sorumlu olmaktadır. Akıl,
ne-sil, mal gibi diğer zarurî olan âdtyyât hakkında da durum aynıdır.
[503] Çünkü âdetler: a. Küllî açıdan ele alındığında sırf
Allah hakkı bulundurmaktadırlar. Dolayısıyla meselâ helalin haram kılınması
gibi asla sahih olmayan fiiller vardır, b. Başkasına nisbetle kul üzerinde
bulunan Allah hakkı. Bu tür Allah hakkı, kulun hakkım düşürmesiyle düşer. c.
Kul d üşürse de düşmeyen Allah hakkı. Bu son iki türden olan Allah hakkı, başka
kulların hakkı süz konusu olduğu içindir. Birinci türden olan ise böyle
değildir. O doğrudan kul üzerinde sabit bulunan bir hak olmaktadır. Helal olanı
haram, haram olanı helal kılmamak, kendi malını itlaf etmemek gibi. Bu tür
Allah hakkındabaş-kalarmm hakkı dikkate alınmamaktadır.
[504] A'râf7/32.
[505] Kulun temiz nimetlerle faydalanması, Allah tarafindan
kulun bir hakkı kabul edilmiştir. Nitekim âyette "Allah'ın kulları için
yarattığı ziynet ve temiz mıhları haram kılan kimdir1? 'Bunlar dünya hayatında
inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir' de"
buyurmaktadır. Ancak kulun dünya nimetlerinden istifadesinin mutlak bir hak
olmadığını, aksine koymuş olduğu kurallar doğrultusunda olması gerektiğini
belirtmiştir. Böylece başkalarının hakkına karşı bir tecavüze meydan
verilmemesini istemiştir. Ayrıca herkes kendisine takdir edilen oranda istifade
edecektir ve herkes bu konuda eşit de değildir.
[506] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/