YÜKÜMLÜLÜKLERDE MÜKELLEFİN MAKSADI (NİYETİ)
On iki mesele altında
ele alınacaktır.
Ameller niyetlere
göredir; hem ibadet hem de âdet türünden olan tasarruflarda önemli olan
maksatlardır.
Konu ile ilgili
deliller sayılamayacak kadar çoktur.
Maksat ve niyetlerin,
âdetlerle ibâdetler arasını ayıran bir unsur olması, keza ibâdetler içerisinde
vacibi vacip olmayandan ayırması, âdetler içerisinden vâcib, mendub, mubah,
mekruh, haram, sahih, fâsid ve benzeri hükümlerin arasının yine maksatlarla
ayrılması onların dikkate alındıklarını göstermeye yeterli bir delildir. Aynı
amel işlenir ve onunla bir'durum kastedilir, ibadet olur[1];
başka bir durum kastedilir, ibadet olmaz. Hatta bir fiil işlenir ve onunla bir
durum kastedilir ve sonuçta iman edilmiş olur; aynı fiille bir başka durum
kastedilir ve kâfir olunur. Allah için ya da put için secde etmek gibi.
Aynı şekilde, fiil
işlenirken hirkasıt bulunursa o fiile teklîfî hu-kümler taalluk eder; niyetten
uzak olarak gerçekleşmişse, o fiile herhangi bir teklifi hüküm bağlanmaz.
Uykuda bulunan, gafil olan, ya da cinnet geçiren (deli, mecnun) kimselerin
fiilleri gibi.
Konu ile ilgili bazı
nasslar: "Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah'a has kılarak
O'na kulluk etmekle emrolunmuşlardi[2]"öyle
ise dini Allah için halis kılarak O'na kulluk et[3]"Gönlü
iman ile dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstesna, inandıktan sonra
Allah'ı inkâr edip, gönlünü kâfirliğe açanlara Allah katından bir gazap vardır[4]
"Verdiklerinin kabul olmasına engel olan, Allah'ı ve peygamberini inkar
etmeleri, namaza tenhel tenhel gelmeleri, istemeye istemeye vermeleridir[5]"Kadınları
boşadığmızda, müddetleri sona ererken, onları güzellikle tutun, ya da
güzellikle bırakın, haklarına tecavüz etmek için onlara zararlı olacak şekilde
tutmayın.[6] .Edilen
vasiyyetten ve borcun ödenmesinden sonra zarara uğratılmaksızın (mirasta) ortak
olurlar[7]"Mü'minler,
mü'mınleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında
bir değeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hali müstesnadır.[8] Bazı
hadisler de şöyle: "Ameller niyetlere göredir ve herkes için ancak niyet
ettiği vardır[9]"Kim Allah'ın dininin
yüce olması için savaşırsa, Allah yolunda cihad eden kimse işte odur"[10]Ben
şirkten en müstağni olanım. Kim bir amel işler ve o amelde bana bir başkasını
ortak koşarsa, ben payımı o ortağıma bırakır (ve o ameli kabul etmem.)[11] Bu
mânâyı şu âyet de teyit eder: "Rabbine kavuşmayı uman kimse yararlı iş
işlesin ve Rabbine kullukta hiç ortak
koşmasın.[12] Hz. Peygamber ihramlıbirkimse için, eğer kendisi
avlamamışyadakendisi için avlanmamışsa av etinden yemeyi helal kılmıştır.[13]Aslında
bu konu gayet açıktır ve delillendirmeye de hiç ihtiyaç yoktur.
İtiraz: Niyet ve maksatlar kısmen dikkate alınmış olsalar da,
mutlak surette ve her hal ve durumda dikkate alınmamıştır. İddiamızın
doğruluğuna deliller vardır:
(1)
Şer'an yapılmaya
zorlanılan ameller vardır. Bir fiili zorla yapan kimse, zoraki yaptığı o fiilde
Şâri'in emrine uymuş olmayı amaçlamaz. Zaten zorlama da bunun için yapılmıştır.
Böyle bir kimse, kendisine ulaşacak cezayı gidermek için o fiili işlediği
zaman, bu haliyle emredilmiş fiili kastetmiş olmaz. Çünkü kabullenilen tez,
amellerin ancak meşru niyetleriyle sahih olacağı şeklinde idi. Bu kişi ise
böyle bir niyette bulunmamıştır. Dolayısıyla şer'î zorlama altında yaptığı bu
amelin sahih olmaması gerekecektir. Sahih olmayınca da o ameli işlemiş
olmasıyla işlememiş olması arasında bir fark olmayacaktır. Bu durumda o
kimseden, söz konusu ameli ikinci bir defa yine işlemesi istenilecektir.
İkincisinde de aynen birincisinde olduğu gibi olacak ve bir teselsüldür
gidecek; ya da zorlama abes (beyhude) olacaktır. Her ikisi [326] de muhaldir.
Ya da üçüncü bir şık olarak amel niyetsiz sahih olacaktır.[14]Bizim
demek istediğimiz de budur.
(2)
Ameller iki kısımdır:
Âdetler ve ibâdetler. Âdetlerin i şlenmesi sırasında emre uymuş olma için
niyete ihtiyâç bulunmadığı, aksine onların sadece meydana gelmiş olmalarının
yeterli olduğu fukaha tarafından belirtilmiştir. Meselâ, vediaların
(emanetlerin) ve gasbedilmiş. malların iadesi, eş ve akraba nafakalarının
ödenmesinde olduğu gibi. Bu durumda nasıl olur da mutlak olarak 'Her türlü
tasarruflarda önemli olan maksatlardır' diye genellemeye gidilebilir?!
İbâdetlere gelince, bunlarda da niyet yine mutlak surette şart koşulmuş
değildir. Aksine bu konuda da ilim adamları arasında tafsilat ve görüş ayrılıkları
bulunmaktadır. Meselâ ilim adamlarından bir grup abdestte niyetin şart
olmadığım ileri sürmüşlerdir. Oruç ve zekat konusunda da durum aynıdır.
Halbuki bunlar ibadetlerdir. Sonra gayr-ı ciddî (hezl) olarak azad ve adakta
(nezir) bulunan kimseyi., yaptığı tasarruflarıyla ilzam etmişlerdir. Nitekim
nikah, talâk ve ric'at konusunda da aynı tavrı göstermişlerdir. Hadislerde de:
"Üç şey vardır ki onların ciddîsi de, ciddî şakası da ciddîdir: Nikâh,
talâk ueazâd[15] "Kim oyun olsun diye
nikah akdederse, ya da oyun olsun diye basarsa ya da oyun olsun diye azadda
bulunursa tasarrufu geçerlidir" 16 buyrulmuştur. Hz. Ömer de şöyle
demiştir: "Dört şey vardır ki, konuşulduğu zaman geçerli olurlar: Talak,
azad, nikah ve adak."
Gayr-ı ciddî bulunan
(hâzil) bir kimse'nin şaka yolu ile bu gibi bir tasarrufta bulunması durumunda,
onların hakikaten meydana gelmeşine yönelik bir kaselinin bulunmayacağı
açıktır. Mâlikî mezhebinde bir kimse Ramazan ayında oruç tutarken, oruç
niyetinden vazgeçse fakat bilfiil orucunu bozmasa o kimsenin orucu sahih
olmaktadır.[16]Bir kimse öğlen namazını
kılarken tamamladım zannıyla iki rekat sonunda selam verse ve sonra da iki
rekat nafile namaz kılsa, sonra farzı tamamlamadığını hatırlasa, nafile olarak
kıldığı iki rekat farzın kılmadığı diğer iki rekati yerine geçer. Niyetten
vazgeçilmesi meselesinin aslı ihtilaflı bir konu olmaktadır.[17]Bütün
bunlar gerçek anlamda niyetin bulunmaması durumunda ibadetin sahih olabileceği
konusunda açık olmaktadır.
(3)
Bazı ameller vardır ki
aklen onlarda emre uyma (imtisal) kasdı-nın bulunması imkansızdır. Yaratıcının
varlığını bilmeye ulaştıran ilk düşünce, imanın tamamlanması için zorunlu olan
şeyleri bilme gibi. Bunlarda emre uyma kasdının bulunması, âlimlerin de
belirttikleri gibi muhaldir. Bu durumda nasıl olur da: 'Niyet olmaksızın hiçbir
amel sahih olmaz' denilebilir?! Bütün bunlar sabit olduğuna göre tezinizin
doğru olmadığı ortaya çıkar. Dolayısıyla şu sonuca ulaşılır: Her amel niyet ile
değildir; her türlü tasarrufta önemli olan mutlak surette niyet ve maksatlar
değildir.
Cevap: Bu itiraza iki hususu belirterek cevap vereceğiz:
(1)
Amellere taalluk eden
maksatlar iki türlüdür:
(a) Her fail-i
muhtarda, hür irade sahibi olması açısından zorunlu olarak bulunması gereken
maksatlar: Burada 'Her amel şer'an
niyeti ile muteber olmaktadır' demek sahih olur. Onunla Şâri'in emrine uymuş
olmayı kasdetsin etmesin far-ketmez ve bu durumda teklîfî hükümler o amele
taalluk eder. Daha önce belirtilen deliller bu hususa delalet etmektedir. Çünkü
her akıllı ve hür iradeli (muhtar) fail, işlediği fiilde mutlaka bir amaç
bulundurur. Bu amac iyi ya da kötü olması, yaptığı işin de şer'an yapılması ya
da terki istenilen birşey olması ya da yapılmaması istenilen birşey olması
Önemli değildir. Eğer fiilin ihtiyarı bulunmayan bir kimse tarafından
işlendiğini farzedecek olursak, zor altında kalan, uyku halinde olan, cinnet
geçiren ve benzeri mükellef olmayan kimselerin durumunda olduğu gibi, o
takdirde bunların fiillerine,geçen delillerin gereği taalluk etmeyecektir. Bu
tarzda olan şeyler, Sâri' tarafından amaçlanmış şeyler değildir. Geriye,
ihtiyar ile yapılan şeylerin mutlaka bir kasıt içermesi zorunluluğu
kalmaktadır. O zaman da onlara hükümler taalluk edecektir ve getirilen
genellemeden hiçbir amel geri kalmayacak; onun çerçevesi altına girecektir.
İtirazda ileri sürülen herşey, bu iki kısmın dışına çıkamaz. Çünkü bu durumda
olan ya kendisi gibiler için şer'an maksutbuîunan ikrah (zorlama) veya hezl
veya delil talebi ya da benzeri durumların gereğinin kaldırılmasını
kastetmiştir ve bu durumda o tasarruf o şer'î hüküm üzere indirilecek ya kabul
edilecek ya da edilmeyecektir. Ya da hiçbir kasıt bulunmayacak ve o halde de
ona hiçbir hüküm taalluk etmeyecektir. Eğer bir hüküm taalluk etmekte ise, bu
teklif hitabı ile değil vaz' hitabı ile olacaktır. Dolayısıyla biz uykudan ya
da gafletten dolayı orucu bozacak şeylerden kendisini tutan bir kimsenin
orucunu eğer sahih kabul edecek olursak, bu vazî hitabın bir neticesi olacaktır.
Sanki Sâri' Teâlâ aynı imsaki, orucun kazasının düşürülmesine ya da şer'an o
orucun sahih kılınmasına sebeb olarak belirlemiştir şeklinde yorumlanacak; o
onunla vücûben yükümlüdür mânâsı çıkarılmayacaktır, Diğer Örneklerde de durum
aynıdır.
(b) İkinci kısım: Her fiil için zarurî olmayan, aksine taabbudî olan
fiiller için taabbudî olmaları açısından zorunlu olan niyet ve maksatlar. Çünkü
ihtiyar altına giren bütün fiiller, niyet ve kasıt bulunmaksızın taabbudî
özellik göstermezler. Bu konuda namaz, hac vb. gibi aslî ibadet olarak
konulanlar hakkında bir problem yoktur. Âdetlerle ilgili olanlara (âdiyyât) gelince,
bunların niyet olmaksızın taabbudî fiillerden (taabbudiyyât) olmalarına imkan
yoktur. Bu konuda amellerden hiçbiri de müstesna değildir. Sadece (Allah'ı bulma
maksadını taşıyan) ilk düşünce bundan hariçtir; çünkü onda niyetin bulunmasına
imkan yoktur. Ancak o da aslında, onda bulunan taabbud kasdı kendisine yönelmiş
değildir anlamına gelir ve ona dair teklîfî birhüküm taalluku asla söz konusu
olmaz. Çünkü takat üstü yükümlülük yoktur. Aynı amele [18](yani
ilk düşünceye) vücûb hükmünün taallukuna gelince, onun sıhhati konusunda
tereddüt yoktur. Çünkü onunla mükellef olan kimse onu yapmaya kadirdir ve onu
gerçekleştirme imkânına da sahiptir. Aynı amelle taabbud kasdın-da bulunması
ise böyle değildir; çünkü o muhaldir. Dolayısıyla da o, takat üstü şeylerden
sayılır ve şer'an bu kasdm istendiğini ya da dikkate alındığını gösteren
deliller, onu kapsamaz.
(2)
İtiraza mesned teşkil
eden meselelere detaylı cevaplar vermek yoluyla:
Şer'an vacip olan
amellerin işlenmesi için zor kullanılmasından başlayalım: Bunlardan taabbud ve
emre uymuş olma niyet ve kasdına ihtiyaç göstermeyenler, ikrah neticesinde
niyetsiz olarak yapılırlarsa ibadet olarak gerçekleşmezler. Şu kadar var ki,
zorlamanın faydası gerçekleşmiş olur ve o kişiden şer'an talep hakkı düşer.
Meselâ gasb fiilini işleyen kimselerden ellerindeki gasbedilmiş malları zorla
almak gibi. Taabbud niyetine ihtiyaç gösterenler ise, zorlanan kimseye
nis-betle bu fiilin sahih olabilmesi için mutlaka niyette bulunması zarureti
vardır. Meselâ kişinin namaza zorlanması fve niyetsiz kılması) gibi. Ancak bu
durumda dahi dış görünüşe göre talep hakkı düşer ve meselâ hâkim o namazın iade
edilmesine hükmedemez. Çünkü işin içyüzünü fserâir) kullar bilemezler; kalbi
yarmak ve içindekine bakmakla da emrolunmuş değillerdir.
Âdetlerden olan olan
amellere gelince, her ne kadar sorumluluktan kurtulabilmek için bunlara
niyette bulunmak zarureti yoksa da, bunların ibâdet halini almaları ve sevap
almaya vesile olmaları için mutlak surette niyetin ve emre uyma maksadının
bulunması gerekmektedir; aksi takdirde bunlar bâtıl olacaklardır. Bunların
bâtıllığının anlamı Hükümler bahsinde geçmişti.[19]
Taabbudî amellerden
olup da itiraz sadedinde ileri sürülen örneklere gelince, bunlarda niyetin
şart bulunmadığı görüşünde olanlar, görüşlerini onların âdetlerden olan
ameller gibi olduğu ve hikmeti/illeti akılla kavranılabilen türden olduğu
esası üzerine bina etmektedirler. Niyet de zaten, hikmeti/illeti akılla
kavranıiamayan konularda şart koşulmaktadır. Zekât ve taharet de bunlardandır.
Oruçla ilgili itiraza gelince, sözü edilen görüş şunun içindir: Orucu bozacak
şeylerden geri durulması zaten o vaktin hakkıdır; dolayısıyla başka bir oruç
zaten olmaz ki, farklı bir niyet, onu oruçluktan çıkarsın.[20]Bu
meselenin âdetlerle ilgili amellerde benzerleri bulunmaktadır. Şigâr nikâhı[21]gibi.
Çünkü bu nikah Ebu Hanife'ye göre, taraflar (şigâr nikahı) kaslında bulunsalar[22] da
sahih olarak inikad etmektedir.[23]
Adak, azad ve benzeri
konulara gelince, daha önce de geçtiği gibi, sebebi gerçekleştirme kasdında
bulunan bir kimsenin, müsebbebe yönelik bir kasdının olmamasının hiçbir önemi
yoktur. Gayr-ı ciddî fhâzil) de aynı şekildedir. Çünkü şaka (hezl) ile bir
tasarrufta bulunan kimsenin, sebebin[24]vukuuna
yönelik bir kasıt bulundurduğunda kuşku yoktur. Sebeb üzerine gerekecek olan
müsebbeb hakkında ise, ya müsbet veya menfî yönde onun vukuuna yönelik bir
kasdı yoktur ya da onun vuku bulmamasına yönelik kasdı vardır. Her iki takdirde
de müsebbeb meydana gelir; mükellefin dileyip dilememesi durumu değiştirmez.
Biz bu gibi
tasarrufların bağlayıcı olmadıkları görüşünde olduğumuz zaman, bu görüşümüzü
şu esas üzerine kurmuş olmaktayız: Lafzı telaffuz eden kimse onun mânâsını
kastetmemektedir.[25] O
lafızla sadece şakada fhezl) bulunmayı kastetmiştir. Gayr-ı ciddî bir tasarrufun,
ciddiyetsiz bir davranışın hükmü dışında bir netice doğurmayacağı ise açıktır.
Ciddiyetsizliğin hükmü de mübahlıktır ya da başka bir hükümdür (talâk, azad...
vukuu değildir).
Yukarıda belirtilen
tasarruflarda bağlayıcılıktan söz edilmesi ise şu şekilde izah edilir: Ciddiyet
ve ciddiyetsizlik gizli bir iştir[26]
dolayısıyla bu tasarruflarla ilgili sözler sarfedildiği zaman o sözlerin ciddî
olduğu ve onların gereklerinin vuku bulmasına yönelik bir kasdımn bulunduğu
kabul edilir. Yahut da şöyle izah getirilir: Bu kimse, şer'î ve ciddî olan bir
akitle oyun oynamayı kastetmiştir. Bu haliyle Şâri'in maksadına ters düşmüştür.
Dolayısıyla o tasarrufla ilgili ciddiyetsizliğin hükmü bâtıl olur ve tasarruf
ciddîye dönüşür.
Oruç esnasında niyetin
terkedilmesi meselesine gelince, oruç ilk niyet üzere sahih olarak başlamıştır.
İlk niyet gerçek iftar (oruç bozma ) vuku buluncaya kadar hükmen var sayılır.
Gerçek iftar ise gerçek-leşmemiştir; dolayısıyla oruç sahih olacaktır. Aynı
şey, nafile olarak kılman iki rekatin farz yerine geçmesi örneğinde de
geçerlidir. Çünkü namazı tamamladığı düşüncesi, Öyle düşünen âlimlere göre ilk
niyet hükmünü kesmemiştir. Dolayısıyla arada meydana gelen selam ve nafile
ibadet niyetine intikal lağv (boş, hükümsüz) kabul edilir ve (namazı bozucu)
bir mahalde vuku bulmuş olmaz. Niyetin terki (atılması) meselesi de aynı yoruma
tabidir.
Allah'ı bulmaya yönelik ilk
düşünceye gelince, orada taabbud kasdının bulunması muhaldir. Birinci cevapta
izah edilmişti. Tevfîk ancak Allah'tandır. [27]
Şâri'in mükelleften
beklediği, onun amel sırasındaki kasdının teşri sırasındaki kendi kasdına uygun
düşmesidir. Şeriatın konulusu açısından bu husus açıktır. Zira daha önce de
belirtildiği gibi, şeriat mutlak ve genel olarak kulların maslahatlarının
temini için konulmuştur. Mükelleften istenilen de fiillerini, şeriat
doğrultusunda işlemiş olması ve Şâri'in kasdına ters düşen birşey
amaçlamamağıdır. Çünkü mükellef, Allah'a kulluk için yaratılmıştır. Kulluk da,
şeriatın konulusu sırasında dikkate alman ilâhî maksatlar doğrultusunda hareket
etmek anlamına gelir. İbadetin esası da budur. Bu şekilde kul, dünya ve
ahirette iyi ya da kötü karşılık görür. Keza daha önce de geçtiği gibi,
Şâri'in kasdi, zarûriyyât ve ondan dallanan hâcî ve tahsînî esasların korunması
olmaktadır. Bunlar ise, kulun yükümlü tutulduğu şeylerin bizzat kendisidir. Bu
durumda mükellefin bunlara yönelik kasda sahip olması istenecektir. Aksi
takdirde bunların korunması yolunda hareket etmemiş olacaktır. Çünkü ameller
niyetlere göredir. Bunun (yani kulun, zarurî ve onların tamamlayışı durumunda
olan hâcî ve tahsînî esasları korumakla yükümlü olmasının) dayanağını, kulun
gücü ve kapasitesi nisbetinde bu maslahatları gerçekleştirme yolunda Allah'ın
halifesi (sorumlu kişi) olması oluşturur. Bu da en alt mertebede kulun kendi
nefsi üzerinde halifeliği, sonra da sırasıyla ailesi ve ilgili olduğu
kimselerin sorumluluğunu üstlenmiş olmasıyla olur. Bu yüzdendir ki Hz.
Peygamber [ al^fâ£"'] : "Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden
sorumludur[28] buyurmuştur. Kur'ân'da da
şöyle buyrulur: "Ey insanlar! Allah'a ve peygamberine inanın. Sizi halife
kıldığı şeylerden harcayın[29]"Ben
yeryüzünde bir halife var edeceğim[30]
âyeti de bu anlama çıkar. "Nasıl davranacağınıza bakmak için, sizi
yeryüzünün halifeleri yapar[31]
"Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi
kiminize derecelerle üstün kılan odur.[32]Hilâfet
özel ve genel olmak üzere ikiye ayrılır. Nitekim bunu; "Emir (devlet
başkanı) çobandır; erkek, aile fertlerinin çobanıdır; kadın, kocasının evinin
ve çocuğunun çobanıdır. Dolayısıyla hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden
sorumludur"[33] hadisi açıklamaktadır.
Hadiste örneklemeden'[34]
sonra hükmün küllî ve genel olduğu ve belli bir kesime has bulunmadığı
belirtilmiştir; dolayısıyla genel olsun özel olsun, velayet sahibi bulunan
hiçbir fert bu genel kuralın dışında değildir. Durum böyle olunca, kuldan
istenilen kendisini halife fnaib) tayin eden kimsenin yerine koyması ve onun
hükümlerini icra etmesi ve onun gözettiği maksatları gerçekleştirmeye
çalışmasıdır. Bu durum açıktır.
Fasıl:
Mükellefe nisbetle şer'î
maksatları tahlil ettiğimizde, onların Hükümler bahsi[35] ile,
mükellefin sebebler içerisine girmesi[36]
meselesinde belirtilen esaslarla yönelik olduklarını görürüz. Zira orada beş
vecih geçmişti ve kasdın uygunluğu ya da muhalifliği onlardan çıkarılıyordu.
Bu konu üzerinde durmak isteyen kimsenin, konunun iyice açıklık kazanabilmesi
için oraya müracaat etmesi gerekmektedir. [37]
Serî yükümlülüklerde,
kendisi için meşru kılmandan başkasını arayan kimse, şeriata ters düşmüş olur.
Kim de şeriata ters düşerse, onun ameli bâtıldır. Kendisiiçin meşru kılınmayan
bir hakkı aramaya kalkan kimsenin ameli bâtıldır.[38]
Şeriata ters düşen
amelin bâtıllığı açıktır. Çünkü meşru kılınan hükümler, sadece maslahatların
temini, mefsedetlerin de uzaklaştırılması için konulmuştur. Şeriata muhalefet
edildiği zaman, muhalif bulunan amellerde maslahatın temininden ya da
mefsedetin uzaklaştırılmasından söz etmek mümkün olmayacaktır.
Kendisi için meşru
kılınmayan bir hakkı aramaya kalkan kimsenin şeriata ters düşeceği konusuna
gelince, bunun doğruluğuna aşağıdaki hususlar delalet etmektedir:
(1)
Fiiller ve terkler
haddizatında kendilerinden kastedilen şeye nis-betle aklen birbirlerine
eşittirler. Zira aklın güzel/hayır ya da çirkini/şer (hasen ve kabîhi)
belirleyici güç ve yetkisi bulunmamaktadır. Şeriat, birbirine eşit olan iki
şeyden birisinin maslahat için, diğerinin de mefsedet için belirlendiğini bildirince,
maslahatı gerçekleştirecek yön ortaya çıkmış oldu ve o şey ya emredildi ya da
tercihe bırakıldı. Keza işlendiği zaman mefsedetin de ortaya çıkacağı yön
belirlenmiş oldu ve kullara olan merhametin bir sonucu olarak da o yasaklandı.
Buna göre, eğer mükellef, Şâri'in kastettiği şeyin aynını kastederse, en kamil
mânâda maslahata yönelik bir kasıt bulundurmuş olur. Bu haliyle o, maslahatı
elde etmeye layıktır. Eğer Şâri'in kasdı dışında başka birşey kastetmişse ki bu
çoğu kez maslahatın kastedilen şeyde olduğu şeklindeki yanlış anlayıştan
kaynaklanır; zira akıl sahibi bir kimse durup dururken mefsedet yönünü
kastetmez, bu durumda Şâri'in kastettiği şeyi ihmal ve dikkatten düşürmüş;
Şâri'in ihmal ettiği şeyi de, muteber bir maksat kabul etmiş olur. Bu ise
şeriatla açık bir çelişkidir.
(2)
Bu kasıt sonuç
itibarıyla şu noktaya çıkar: Şâri'in güzel gördüğü birşey, bu kasıt sahibine
göre güzel değildir; Şâri'in güzel görmediği de o kimseye göre güzeldir.[39] Bu
da şeriatla ters düşmektir.
(3)
Yüce Allah şöyle buyuruyor;
"Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp,
inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu
cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." [40] Ömer
b. Abdulaziz şöyle der: "Rasûlullah ve ondan sonra gelen yöneticiler bir
sünnet ortaya koymuşlardır. Onların doğrultusunda hareket etmek, Allah'ın
kitabını tas dik etmek, Allah'a olan tâati tamamlamak, Allah'ın dini üzere güçlü
olmak demektir. Onlarla amel eden doğru yolu bulmuştur; onlarla yardım
talebinde bulunan yardım görmüş olur. Kim de onlara muhalefet ederse,
mü'minlerin yolu dışında başka bir yola girmiş olur, Allah da onu döndüğü yöne
döndürür ve cehenneme sokar. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." Şâri'in
maslahatın temini, mefsedetin de uzaklaştırılması açısından gözetmiş olduğu
amaca zıt düşen başka bir amaç bulundurmak, apaçık bir muhalefettir.
(4)
Meşru olan birşeyi,
Şâri'in o tasarrufla kasdetmediği bir amaçla işleyen kimse, aslında o şeyi
gayrı meşru olarak işlemiş olur. Çünkü Sâri', o şeyi bilfarz belli bir durum
için meşru kılmıştır. Şimdi o tasarruf, kendisiyle kastedilmeyen başka bir
amaca vesile kılınırsa, bu haliyle meşru kılınan o tasarruf gerçekleştirilmiş
olmaz. Meşru olan işlenmediği zamanda, okonudaŞâri'emuhalefetedilmiş olur ve
şeriatla ters düşülür. Çünkü bu haliyle o, kendisine emredilmeyen birşeyi yapan,
emredilen şeyi de terkeden kimse durumuna düşmüştür.
(5)
Mükellefin amellerle
yükümlü tutulması, sadece Şâri'in o amelleri emretme ya da yasaklamada
gözettiği maksatlar yönünden olmaktadır. Mükellefin o fiillerle başka birşeyi
kastetmesi durumunda, onlar kasıt sahibi kişinin takdiri ile amaçlar değil,
kastedilen şeyler için araçlar haline gelirler. Zira, o fiilleri işlerken
Şâri'in maksadım kastetmemiştir ki, amaç olsun; aksine o, başka bir kasıtta
bulunmuş ve fiil ya da terki o amacına araç kılmıştır. Bu durumda Sâri' katında
amaç olan bir fiil, ona göre araç halini almış olur. Böyle birşey ise, Şâri'in
koyduğunu bozmak, O'nun bina ettiğini yıkmak demektir.[41]
(6)
Bu kasdın sahibi
Allah'ın âyetleriyle alay etmektedir. Çünkü Allah'ın âyetlerinden bazıları da,
teşrî kıldığı hükümleridir. Yüce Allah, koymuş olduğu bazı hükümleri
zikrettikten sonra şöyle buyurmuştur: "Allah'ın âyetlerini alaya
almayın."[42] Âyetteki alaydan maksat,
hükümleri konulmuş olduğu amaçlarından saptırmaktır. Müslüman olduklarını
dışa vururken, Allah'ın müslümanlıktan gözettiği amacı kendilerinde
bulundurmayan münafıklar hakkında "Allah'la, âyetleriyle, peygamberiyle
mi alay ediyordunuz?[43] buyrulmuştur.
Ciddiyet üzere konulmuş olan şeylerle alay etmek, o şeyin hikmetine açık zıdhk
teşkil eder. Bu mânâyı destekleyecek deliller pek çoktur.
Meselenin pek çok
örnekleri vardır; Hak Teâlâ'nın birliğini ve Rabliğini tasdik için değil de,
kanını ve malını korumak için kelime-i tevhid getirmek, iyi kimse desinler diye
namaz kılmak, Allah'tan başkası adına hayvan boğazlamak, dünya menfaati ya da
evlenmek istediği bir kadına ulaşabilmek amacıyla hicret etmek, kavmiyet
(asabiyet) uğruna ya da ne kahraman insan desinler diye savaşmak, bir çıkar
elde etmek için ödünç para vermek, vârislere zarar vermek amacıyla vasiyyette
bulunmak, üç talakla boşanmış kadını, eski kocasına helal kılmak için nikah
etmek (hülle nikahı) vb. gibi.
(Meselenin başında
arzedilen bu küllî ve) mutlak kaideye aşağıdaki hususlar ileri sürülerek
itiraz edilebilir:
(1) Birinci meselede geçen, gayr-ı ciddî bir kimsenin
(hâzil) yaptığı nikah akdi, verdiği talak gibi hususlar. Şakaya (hezl) benzer
diğer durumlarda da hal aynıdır. Çünkü bu kimse, nikah, talak vb. sözleriyle
Şâri'in kastetmiş olduğu şeyin dışında başka birşey kastetmektedir. Bunun
cevabı daha önce geçti. Bâtıl yolla zorlanan kimsenin (mükreh) durumu da aynı
çerçevede değerlendirilir. Çünkü Hanefîlere göre, zor altında bulunan kimsenin
tasarrufları, eğer ikâle[44]yoluyla
feshe ihtimali bulunmayan türden ise, hür irade ile yapılmış gibi geçerli
kabul edilmektedir. Nikâh, talak, azad, yemin, adak bu tür tasarruflardandır.[45]İkâle
yoluyla fesh imkânı bulunan tasarruflar da aynı şekilde sahih olarak
gerçekleşirler; ancak zor altında bulunan (mükreh) kimsenin rıza ve iznine
bağlı (mevkuf) olurlar.
(2) Zekâtın vâcibliğini düşürmek ve üç talakla boşanmış
kadının eski kocasına helal olması için başvurulan hiyel[46]
yollarında, Şâri'in kasdı dışında başka amaçlar gözetilmektedir. Buna rağmen,
bu gibi hiyel yollan bazılarına göre sahih olmaktadır. Serî hükümler üzerinde
araştırma yapan kimseler, bu şekilde sayısız hüküm bulurlar. Hepsi de, aslında
meşru olan bir amelin, işlenmesi sırasında Şâri'in amacının dışına çıkılması
durumunda, bâtıl olması gibi bir neticenin lâzım gelmeyeceğini göstermektedir.
Cevap: Zor altında yapılan fiillerin şer'an sahih olarak
gerçekle-şeceği görüşü, o fiillerin Şâri'ce maksud oldukları esası üzerine
kurulmuştur. Nitekim bunun delilleri Hanefîler tarafından ortaya konu1 muştur.
Bir kimsenin, bir fiilin Şâri'ce amaçlanmış olmadığını kabul lendikten sonra, o
fiilin vuku bulması halinde sahih olacağı görüşünde bulunması mümkün değildir.
Çünkü böyle düşünen kimselerin o fiili sahih kabul etmeleri ancak şer'î delil
ile olmaktadır. Serî deliller bir şeyin Şâri'in maksadı olduğunu ortaya
çıkarmanın en uygun yoludur Bir amelin meşru olmadığını söyledikten sonra, onun
sahih olabileceğine hükmetmek nasıl mümkün olabilir? Bu muhalin ta kendisi
değil inidir? Mutlak olarak hiyel yollarının caizliği görüşünü benimseyenler
için de söylenecek söz aynıdır. Onlar bu görüşlerine şöyle bir mütalaadan
dolayı ulaşmışlardır: Şâri'in maslahatların temini, mefsedet-lerin de
uzaklaştırılması hususunda bir amacı bulunmaktadır. Hatta şeriat sırf bu maksat
için konulmuştur. Bu görüşte olan bir kimse, meselâ hülle nikahını sahih kabul
ettiği zaman, zann-ı galibine göre her iki eşin maslahatlarının temini açısından,
böyle bir nikaha dair Sâri' tarafından izin vardır düşüncesiyle bu görüşe
ulaşmış olmaktadır. Diğer meselelerde de durum aynıdır. Bu konuda, ölüm ya da
işkence korkusu olduğu zaman küfür kelimesini söylemenin sahih olması da delil
olarak kullanılmaktadır. Genel ve Özel maslahatlarla ilgili diğer konularda
uygulanan hiyel yollarında da durum aynıdır. Çünkü her hilenin bâtıl olduğuna
dair şer'î bir delil getirme imkanı yoktur. Nitekim her türlü hîle yollarının
sahih olduğuna dair delil ikamesi de mümkün değildir. Bunlardan, ancak Özel bir
surette Şâri'in kasdına muhalif olanlar batı I olur ki, bunlar da bütün İslâm
ümmetinin üzerinde ittifak ettikleri şeylerdir. Delillerin çeliştiği (tearuz)
ettiği durumlarda ise ihtilaf bulunur. Hiyel bahsine bu kısım içerisinde inşallah
tekrar dönülecektir. [47]
Bir fiili işleyen ya
da onu terkeden kimsenin durumuna bakılır:
(a) Fiili işlemesi ya da terki şeriata uygun olabilir.
(b) Fiili işlemesi ya da terki şeriata muhalif olabilir.
Her iki takdire göre
de;
(a) Ya Şâri'e muvafakat etmek istemiştir.
(b) Ya da muhalefet etmek istemiştir. Bu durumda dört
ihtimal karşımıza çıkmaktadır:
(a) Fiili işlemesinin ya da terkinin şeriata uygun
düşmesi ve kasdınm da Şâri'in maksadına uygunluk olması. Namaz, oruç, sadaka
(zekât) hac vb. gibi. Allah'ın emrine uymuş olmayı, üzerine vacip olan şeyi eda
etmeyi ya da mendub olan şeyi işlemeyi kastederek bu amelleri işlemesi gibi.
Zina etme, içki içme ve diğer münker (kötü, günah) görülen fiillerden
kaçınması ve bununla da yasağa uymuş olmayı amaçlaması gibi. Bu şekilde işlenen
amellerin sıhhati konusunda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır.
(b) Fiili işlemesi ya da terkinin şeriata muhalif olması,
kas-dının da Şâri'e muhalefet anlamına geliyor olması durumunda ise, kasıtlı
olarak vâcibierin terki ve haramların işlenmesi gibi bunların da hükmünün açık
olduğu konusunda tereddüt bulunmamaktadır.
(c) Fiili işlemesinin ya da terkinin şeriata uygun
düşmesi ve kasdmın da Şâri'in maksadına muhalefet olması durumunda iki ihtimal
karşımıza çıkar:
1) Fiil ya da terkin uygunluğunu bilmemesi.
2) Fiil ya da terkin uygunluğunu bilmesi.
Birinciye Örnek:
Kişinin yabancı diye karısıyla cinsî ilişkide bulunması; şarap diye gül suyu
içmesi; kıldığı bir namazı kılmadığı ve zimmetinde borç olarak bulunduğu
düşüncesine rağmen kasıtlı ter-ketmesi, Bu türden fiillerde, muhalefet ile
isyan kas di gerçekleşmiş olmaktadır. Usûlcüler bu türden olan 'Öleceği
düşüncesiyle namazı erteleyen kimse' meselesinde isyanın bulunduğuna dair
ittifak olduğunu naklederler.
Bu tür fiillerde
yasaktan beklenen mefsedet gerçekleşmemiştir; çünkü bu fiiller, işlendiği
takdirde ortaya çıkacak mefs e deUerden dolayı yasaklanmışlardır. Yasağın
illeti olan mefsedet gerçekleşmediğine göre, bu tür fiiller, gerekçe olan
mefsedeti ortaya koyacak şekilde işlenen fiiller gibi olmayacaktır. Meselâ,
şarap diye gül suyu içenin aklı başından gitmemiştir; kişinin yabancı diye
karısı ile cinsî ilişkide bulunması halinde, erlik suyundan yaratılan çocuğun
nesebi karışmamış, bu ilişki sebebiyle kadına da bir ar dokunmamış tır. Namazı
kıldığı halde unutan ve borçlu olduğunu sandığı namazı kasten terkeden kimse,
aslında namaz maslahatından mahrum kalmamıştır. Bu kısım altına giren diğer
meselelerde de durum aynadır. Kısaca bu gibi fiil ya da terklerde, bir yandan
şeriata uygunluk, diğer taraftan da muhalefet bulunmaktadır.
İtiraz; Fiil, uygunluk üzere mi, yoksa muhalefet üzere mi meydana
gelmiştir? Eğer uygunluk üzere meydana gelmişse, hakkında izm vardır demektir.
Hakkında izin olan birşeyin işlenmesi durumunda ise isyandan bahsetmek mümkün
değildir. Ancak böyle bir kimse ittifakla âsî olmaktadır. Bu bir çelişkidir.
Eğer muhalefet üzere meydana gelmişse, onunhaldunda izin yoktur demektir. Bu
dummdahad-aızatında bir başka açıdan uygun olmasının bir değeri yoktur.
Hakkında izin olmayınca, haddizatında muhalif bulunan bir fiile hangi hüküm
gerekecekse, ona da aynı hüküm gerekecektir. Bu durumda yukarıdaki örneklerde
geçen karısıyla cinsî ilişkide bulunana had cezası, içki diye gülsuyunu içene
ftazir veya had) cezası lazım gelecektir. Oysaki ittifakla bu cezalar
gerekmemektedir. Bu da bir çelişkidir,
Cevap: Bu tür işlenen fiiller, ilk iki kısımdan da bir
tarafın hükmünü almaktadırlar. Çünkü bu fiiller her ne kadar kasıt itibarıyla
muhalif iseler de vakıada meşru olan fiile uygun olmaktadırlar. Biz bu tür
işlenmiş fiillere ya da gerçekleştirilmiş terklere baktığımız zaman, bu fiil ya
da terkler sebebiyle bir maslahatın ortadan kalktığını ya da bir mefsedetin
ortaya çıktığını görmemekteyiz. Ama kasıt ve niyete baktığımız zaman, emir ve
yasağa saygının çiğnendiğini görüyoruz. Bu durumda olan kimse, sırf bu niyetine
baktığımızda âsî olmakta, sırf fiile baktığımız zaman ise âsî olmamaktadır.
İşin esası şudur; Böyle bir kimse, Allah hakkı açısından günahkar olmakta, kul
hakkı [48]açısından
ise günah sözkonusu olmamaktadır. Meselâ aslında kendi malını, bir başkasının
malı zannıyla gasbeden bir kimsenin durumunu ele alalım: Mal kendi malı olduğu
için, kendisinden gasbettiği düşüncesinde olan kimse tarafından bir taleple
karşılaşmayacaktır; ancak emir ve yasağa gösterilmesi gereken saygıyı çiğnediği
için, Allah hakkı açısından kendisine bir talep yönelecektir. Kaide olarak
ise, her yü-[339] kümlülük hem Allah
hakkı, hem de kul hakkı içermektedir.
İtiraz: Eğer mefsedetin gerçekleşmemesi ya da maslahatın ortadan
kalkmaması talebin mânâsım ortadan kaldınyorsa, o takdirde şarap içip de
sarhoş olmayan veya zina edip de azil ya da başka bir yolla menisi rahime
yerleşmeyen kimsenin durumunun da aynı olması ve bunlara had gerekmemesi lazım
gelir. Çünkü bu yasaklardan beklenti halinde bulunan mefsedetler tahakkuk
etmemiştir. Bu durumda bu suçlara had gerekmemesi uygun olacaktır ve bu
kimselerin günaha girmesi de sadece kasıtları yönünden olacaktır.
Cevap: İtiraz yerinde değildir ve böyle birşey söylemek
doğru olamaz. Çünkü sözü edilen fiilleri işleyen kimse, mefsedet ya da maslahata
neden olan sebebi işlemiştir.[49]Bu
sebepler, sözü edilen örneklerde aslında haram olan içki içmek ile erkeklik
organım girdirmektir. Bu iki sebeb, büyük ihtimalle aklın izalesi ve nesebin
karışması neticesini doğuran şeylerdir (mazinne). Sâri' Teâlâ, had cezasını
aklın gitmesi ya da nesebin karışması karşılığında koymamıştır; aksine bunların
sebebi karşılığında koymuştur. Yoksa bilindiği gibi müsebbeblerin var
edilmesi, esbaba tevessül edenin (mütesebbib) işi değil, bizzat Allah'ın işi
olmaktadır. Çocuğu meni, sarhoşluğu da içki içme sebebiyle yaratan Allah
olmaktadır. Aynen yemek neticesinde tokluğun, içmek neticesinde suya kanmanın,
ateşle birlikte yanmanın yaratılması gibi. Nitekim bunlar yerinde
açıklanmıştır. Durum böyle olunca, erkeklik organını girdiren ve içki içen
kimse, sebebi tam olarak gerçekleştirmiş olmaktadır. Bu durumda mutlaka sebebin
müsebbebinin ki had cezası oluyor gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Sebeb
işlenmekle birlikte sonuçsuz kalan bu türden diğer örneklerde de vaziyet
aynıdır. Günaha gelince, o da buna uygun şekilde olacaktır. Burada bir soru
var: Acaba bu tür meselelerden doğacak olan günah, sebebi sonucu (müsebbebi)
doğuran fiillerin günahına eşit mi olacaktır? Ya daeşit olmayacak mıdır? Bu
başka bir konudur ve burada izahaihtiyaç yoktur.
(2) Fiili işlemesinin ya da terkinin şeriata uygun
düşmesi; ancak uygunluğu bilmesi buna rağmen kasdınm muhalefet olması. Örnek:
Dünya çıkarı elde etmek, insanların saygısını kazanmak, ya da kendisine
dokunabilecek Ölüm vb. bazı eylemleri uzaklaştırmak amacıyla gösteriş için
namaz kılması gibi. Bu kısım bir önceki kısımdan daha şiddetlidir/tehlikelidir.
Bu kısmı kısaca şöyle ifade etmek mümkündür: Bu tür fiillerde bulunan
kimseler, makâsıd olarak konulan (vaz') bazı şer'î muameleleri, Sâri'
tarafından kendileri için vesile kılınmayan başka işlere araç kılmaktadırlar.
Bu kısım altına münafıklık, riya (gösteriş) ve Allah'ın hükümlerine karşı
girişilen hiyel (kanuna karşı hile) yolları girer. Bunların tamamı bâtıl
olmaktadır. Çünkü bu tasarruflarda gözetilen kasıt, bizzat Şâri'in kasdına
ters düşmektedir. Dolayısıyla asla sahih olamazlar. Yüce Allah: "Doğrusu
münafıklar cehennemin en alt tabakasmdadırlar"[50]
buyurur. Bu mânânın açıklanması daha önce geçmişti.[51]
(d) Fiil ya da terkin muhalif, kasdın ise muvafık olması.
Bu da iki kısımdır:
1) Muhalifliği
bilmesine rağmen işlemesi.
2) Bilmeksizin
işlemesi.
Eğer muhalif olduğunu
bile bile işliyorsa,[52] bu
durumda bidatten söz edilecektir. Sâri' Teâlâ tarafından konulmuş bulunan
ibadetler üzerine tür ya da adet bakımından yeni ilaveler getirmekte olduğu gibi.
Ancak çoğu kez bunlara ancak tevil yoluyla cüret edilir. Bununla birlikte bu
gibi davranışlar Kur'ân ve Sünnette de geldiği gibi verilmiştir. Konunun
burada açılmasına ihtiyaç bulunmamaktadır. Bu konu ileride tekrar ele alınacak
ve inşallah orada daha geniş bilgi verilecektir. Burada kısaca şunu demek gerekir
ki, bütün bidatler verilmiştir. Çünkü konuyla ilgili deliller genel olmakta ve
her türlüsünü içerisine almaktadır: Şu nasslarda olduğu gibi: "Ey
Muhammedi Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişkin
olamaz[53]
"Bu dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara
uymayın.[54] Hadiste de şöyle
buyrulur: "Her bidat sapıklıktır." n[55] Bu
mânâ hadislerde mütevatir gibidir.
İtiraz:Âlimler bidatleri şer'î hükümlerin mertebelerine göre
bir sıralamaya koymuşlardır. Şöyle ki: Bidatlerden mutlak[56]olarak
yeri-lenler haram olmaktadır. Mekruh olanlara gelince; bunlar, haklarındaki
yergi mutlak olunmayan bidatlerdir. Bu iki kısım dışında kalan bidatler ise
seran çirkin/kötü (kabih) değildir. Bidatlerden vâcib ve mendub olanlar, mutlak
surette güzeldirler (hasen) ve işleyen ve onu ortaya koyan kişi övgüye
layıktır. Mubah olan bidat da, göreli olarak güzel (hasen) olmaktadır. Kısaca
bir kimsenin, ilk nesillerin güzel bulduğu bidatler hakkında 'Onlar yerilmiş
bidatlerdir ve onlar Şâri'in kasdına muhaliftir' demesi doğru değildir. Aksine
onlar Şâri'in kasdına tam olarak uygundurlar. Meselâ, insanları Hz. Osman
tarafından istinsah ettirilen imam mushaf üzerinde toplamak, Ramazan gecelerini
ihya etmek (teravih namazı) için camilerde toplanmak ve benzeri sonradan ihdas
edilen ve insanların güzelliğinde görüş birliği ettikleri şeyler gibi. Burada
insanlardan maksadım, selef-i salih ve müctehid imamlardır. "Müslümanların
güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir.[57]
Bütün bu şeyler, konunun çerçevesine dahildirler. Zira onlar uygunluğunun yani
o şeyin ibadet oiarak Sâri' tarafından konulmuş olmadığının bilinmesiyle
birlikte, kendi itikat ve ibadet kabul ettiği şeyler, Şâri'in hüküm
belirtmemesi açısından muhalif fiillerdir; fakat uygunluk kasdı ile
işlenmektedirler. Zira bunları işleyenlerin iyilikten başka bir kasıtları
yoktur. Durum böyle olunca, bütün bidatlerin iddianın aksine aynı kefeye
konulmaması ve tümden yerilmiş olmaması gerekecektir.
Cevap: Bunların hepsi, konunun çerçevesine dahil değildir.
Çünkü burada söz konusu olan, işlenilen fiilin, Şâri'in koymuş olduğu fiile
muhalif olmasıdır. Selef-i salihin ihdas ettikleri ve âlimlerin sıhhati
üzerinde icma ettikleri şeylerin Şâri'in koymuş olduğu esaslara herhangi bir
yolla muhalif düştüğü sabit değildir. Şöyle ki; Kur'ân'm mushaf haline
getirilmesi Hz. Peygamber zamanında gerçekleştirilmemiştir; çünkü o zamanda
buna ihtiyaç duyulmamıştır, zira ezber yoluyla o muhafaza ediliyordu[58] ve
Kur'ân hakkında ümmetin gruplara bölünmesine sebeb olacak ihtilaflar da
olmamıştı. Sadece iki ya da üç olay meydana gelmişti: Ömer b. el-Hattab ile
Hişam b. Hakîm arasında; Übeyy b. Ka'b ile Abdullah b. Mesud arasında (okuma
farklılığından ) meydana gelen ihtilaflar gibi. Bu konu ile ilgili olarak da Hz.
Peygamber "Kur'ân hakkında tartışmaya girmeyiniz. Çünkü onun hakkında
tartışmaya girmek küfürdür"[59]buyurmuşlardır.
Kısaca Kur'ân'ın mushaf haline getirilmesi konusu Hz. Peygamber zamanında
meskûtun anh (hükmü hakkında sükût geçilmiş) bir konu idi. Sonra Kur'ân
üzerinde ihtilaflar meydana gelip çoğalınca, insanlar birbirlerinin okuyuş
tarzı hakkında 'Ben senin okuyuş tarzını inkar ediyorum' demeye başlayınca
Kur'ân'm bir mushaf halinde toplanması (ve bütün insanların ellerinde bulunan
yazılı Kur'ân malzemelerinin imha edilerek resmî yoldan çoğaltılan imam mushaf
üzerinde birleştirilmesi) vacib ve daha önce görülmemiş bu hadise hakkında
yerinde bir tedbir halini aldı. Dolayısıyla bu uygulamada şeriata ters düşme
gibi bir durum yoktur. Eğer öyle olsaydı, o zaman vahiy döneminden sonra
meydana gelen her yeniliğin bidat olması gerekirdi. Böyle bir netice ise
ittifakla bâtıldır. Bu gibi şeyler, haklarında belli bir esas bulunmamakla
birlikte şer'î kaidelere uygun olarak icra edilen bir tür içtihadın konusu
olmakta ve buna "mesâlih-i mürsele" (mürsel maslahatlar) adı verilmektedir. Selef-i
sâlihin [3421 icrââtında yer
alan örneklerin tümü bu kabildendir ve onlar mesâlih-i mürsele çerçevesinden
asla dışarı çıkmazlar. Onlar içerisinde Şâri'in maksadına muhalif asla birşey
yoktur. Nasıl olabilir ki, o şöyle buyurmaktadır: "Müslümanlar tarafından
güzel görülen şey, Allah katında da güzeldir[60]"Ümmetim
hata (sapıklık, dalâlet) üzere toplanmaz"[61]
Bu durumda üzerinde
görüş birliği edilen (icmâ) şeyin Şâri'in kasdına uygunluğu sabit olmuştur.
Sonuç olarak bu kısım,[62] fiil
ya da terkin Şâri'e muhalif olması kısmının dışında kalmıştır. Yerilen bidatler
ise, Sâri' tarafından konulmuş bulunan fiil ya da terklere muhalif olan
şeylerdir. Bu konu inşallah ileride
tekrar ele alınacaktır.
Muhalif olan fiil,
muhalifliği bilinmeden işlenmişse, o takdirde bunun iki yönü[63]
olacaktır:
(1) Kasdın uygun olması ve bu yönden şeriata muhalif
olmaması: Fiil, her ne kadar şeriata muhalif ise de, ameller niyetlere göredir.
Bu fiili işleyen kimsenin niyeti, Şâri'in emrine uygun hareket etmektir; ancak
bilgisizliği onu muhalif olarak işlemeye itmiştir, Şâri'e bilinçli olarak
muhalefet etmek istemeyen kimse, bile bile ona muhalefet eden ve ameli de öyle
olan kimse ile aynı tutulamaz. Bu açıdan bakıldığı zaman onun ameli, kısmen
dikkate alınacak ve tümden atılmayacak şekilde değerlendirilecektir.
(2) Fiilin muhalif olması yönü: Şâri'in emir ve yasaktan
amacı, itaattir (imtisal). Kişi emir ya da yasağa uymadığı zaman, Şâri'in
amacına muhalefet edilmiş olur. Mükellefte bulunan ve onu amele iten itaat
kasdı, muhalefeti muhalefetlikten çıkarmaz. Çünkü, o fiilde Şâri'in amacı bir
açıdan gerçekleşmemiş; kasıd da amele uygun düşmemiştir.[64] Bu
durumda bütün olarak ele alındığında fiil, muhalif bir durum almış ve her ikisinde
de (fiil ve kasıtta) muhalefet edilmiş gibi olmuştur. Dolayısıyla itaat
(imtisal) gerçekleşmemiştir.
Bu iki yönden her
biri, haddizatında biri diğeriyle çelişmede, tercih durumunda da karşı karşıya
gelmektedirler (tearuz). Çünkü eğer sen mesela bunlardan birini diğerine tercih
edecek olursan, diğerinde onu tercihi gerektirecek bir yönle karşılaşırsın. Bu
durumda bunlar birbirleriyle tearuz ederler. Bu yüzden bu konu şeriatta kapalı
bir hal almıştır. Konu ile ilgili bazı açıklamalar sonucunda durum daha iyi
anlaşılacaktır:
Şöyle ki: "Fiili
işleyen, itaat ve emre uyma amacından başka asla bir niyet ve kasıt
bulundurmamıştır ve bu haliyle Şâri'e karşı saygısını çiğnememiş tir' gerekçesi
ile uygun olan kasıt yönünü tercih edecek olursan, karşına'Uygunlukkasdi, meşru
olana itaat ile kayıtlıdır; muhalefet ile birlikte uygunluk kasdı
gerçekleşmez' şeklinde bir esas çıkacaktır. Uygunluk kasdının böyle bir kaydı
bulunduğuna göre, yerini bulmayan mükellefin kasdı abes gibi birşey olacaktır.
Hem sonra yerini bulmayan kasıt uygun olamaz; çünkü fiillerde sözkonusu olan
kasıt ve niyetler onlardan ayrı başlıbaşma meşru kılınmış şeyler değillerdir.[65]
İtiraz: Şerîatler gelmeden önce de kasıt ve niyetlerin
muteber olduğu sabittir. Nitekim fetret devirlerinde iman eden ve tevhide ulaşan,
aslında muteber olmayan[66] zira
henüz onların meşruluğu sabit olmamıştı bazı amellerle Allah'a kulluk icrasında
bulundukları belirtilmiştir,[67]
Cevap: Eğer bu gibilerin fetret zamanında oldukları ve eski
şerîatlerden istifade imkanının bulunmadığı farzedilecek olursa, bu durumda
onlar için sözkonusu edilen niyet ve maksatların mutlak olarak muteber olup
olmayacağı tartışmalı bulunmaktadır.[68]Çünkü
bu fiiller, kendileriyle kulluk kastettikleri amelleri gibidir. Eğer, nasıl
olursa olsun niyet ve kasıt muteberdir dersen, bu amellerin de sahih olması
lâzım gelir; eğer amellerin dikkate alınmaması görüşünü benimsersen, bu hüküm
kasıt hakkında da lâzım gelir. Hem sonra bizim buradaki sözümüz, şerîatler
gelmeden önceki zamanlarla ilgili olmayıp, şerîatler geldikten sonraki dönemler
hakkındadır. Eğer fetret devirlerinde yaşayan bazı kimselerle ilgili nakledilen
haberler, onların eski şerîatlerden kalan bazı amellere yapışmış olmaları ile
ilgilidir dersek,[69]
durum zaten açık olacaktır.[70]
İtiraz: Hz. Peygamberin; "Ameller ancak niyetlere
göredir" buyruğu, muhalif de olsa, bu amellerin muteber olabileceğini
ifade eder. Çünkü niyet ve maksatlar amellerin ruhu olmaktadır. Bu durumda
amel, kısmen ruha sahip bulunmaktadır. Durum böyle olunca, amel dikkate alınır.
Kasdın muhalif, amelin uygun olması ya da her ikisinin de muhalif olması
durumunda ise, durum farklıdır. Zira öyle bir amel ruhsuz beden gibidir. Dolayısıyla
"Ameller ancak niyetlere göredir" buyruğu kapsamına girmez; çünkü fiilde
niyet bulunmamaktadır.
Cevap: Eğer ileri sürülenleri bir an için kabul etsek bile o
takdirde karşımıza "Emrimiz (dinimiz) üzere olmayan her amel merdûttur
(reddedilir)"[71]
hadisi çıkacaktır. Sözü edilen amel, Hz. Peygamber'in emrine uygun değildir. Dolayısıyla
muteber değil, reddedilmiş olacaktır. Hem sonra ruhsuz cesetten faydalanma
mümkün olmayacağı gibi, ceset içerisinde olmayan ruhtan da faydalanılamaz. Çünkü
burada sözü edilen fiillerin, şeriata muhalif oldukları farzedilmek-tedir;
dolayısıyla onlar sanki yok hükmünde olacaklardır. Geriye amelî bir hükümde
yalnız başına niyet kalacaktır; böyle bir niyetin de önemi yoktur. Bu konuda
her iki yönden de çok sayıda çelişenler bulunmakta ve mesele gerçekten müşkil
bir hal almaktadır.
İşte bu noktadan
hareketledir ki, bir grup müctehid niyet ve kasıt yönünü ağır bastırmışlar ve
ibadetlerden telafisi gerekenleri telafi etmişler, muamelâtla ilgili
tasarrufları da sahih saymışlardır. Bir başka grup da mutlak fesat görüşüne
meyletmiş ve şeriata muhalif düşen her türlü ibadet ve muameleyi batıl kabul
etmişlerdir.[72]Bir üçüncü grup da orta
yolu tutarak her iki tarafı da kısmen etkin kılmışlar; ancak niyet ve kasdın
etkisini bir yönde, fiilin etkisini de başka bir yönde kabul etmişlerdir. Her
iki tarafın da etkin kılındığına aşağıdaki hususlar delalet etmektedir:
(1)
Haram kılındığını
bilmeksizin haram olan birşeyi yiyip-içen kimsenin durumunu ele alalım: Böyle
bir fiilde, fiili işleyen o şeyin mubah olduğuna inandığı için işlediğinden hem
niyet ve kasdın uygunluğu hem de, yapılması yasak olan birşeyi yaptığından fiilin
muhalifliği bir arada bulunmaktadır: Uygunluk tarafı (niyet)[73]
etkin kılınarak had ve ceza düşürülmüş; muhaliflik tarafı[74]
etkin kılınarak da o fiilin üzerine hükümlerinin doğmaması ve başka hükümlere
mesnet yapılmaması kabul edilmiş, böylece niyet ve kasıt tarafına meyledilerek
telâfisi mümkün olup da tashihi gerekenler sahih kılınmış; telâfisi mümkün
olmayan şeylerden olup da ihmali gerekenler de ihmal edilmiştir.
Bu meselede iki
tarafın da, her birine uygun bir şekilde dikkate alındığı görülmektedir. Meselâ
iki erkek tarafından nikahlanan bir kadının durumuna bakalım: Bu erkeklerden
sonuncusu o kadının bir başkası tarafından daha önce nikahlandığını ancak
gerdeğe girdikten sonra öğrenmektedir. Bu durumda kadın Hz. Ömer, Muaviye ve
el-Hasen'in fetvaları gereğince (ilkkocanın nikâhından) bâin (ayrı) düşecektir.[75]
Benzeri görüş Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Benzeri bir mesele de mefkûdun[76]
karısı ile ilgilidir. Bu kadın evlense de sonra kayıp olan kocası çıkıp gelse
bakılır: Eğer kadını nikahlamadan önce çıkıp gelmişse, ilk koca daha hak
sahibidir. İkinci koca gerdeğe girdikten sonra gelmişse, ikinci kocası daha hak
sahibidir. Akitten sonra fakat gerdekten Önce gelmişse, o takdirde iki görüş
bulunmaktadır.[77] Hadiste şöyle
buyrulmuştur: "Herhangi bir kadın, velîlerinin izni olmadan evlenirse
nikâhı bâtıldır, bâtıldır, bâtıldır. [78]Eğer
kocası kendişiyle gerdeğe girerse, kadın kendisinden istifadesi karşılığında
mehre hak kazanır.[79]
Namaz esnasında yanılma ile bütün meseleleriyle birlikte fâsid nikâh
konularında da durum aynı şekilde olacaktır.
(2)
İmam Mâlik'in hatta
sahabelerin görüşlerinin (konu ile ilgili) esasını şu oluşturur: İbâdetler
bahsinde bilgisizin (cahil) hükmü, unutan kimsenin hükmü gibidir. Buna göre
onlar, bilmeksizin fiil ya da sözlü tasarruflarında şeriata muhalif düşen bir
kimsenin durumunu, unutanın hükmüne benzetmişlerdir. Eğer kasıt olmaksızın yapılan
fi-illerdeki muhalefet, mutlak muhalefet olsaydı, o takdirde böyle bir kimseyi
kasıt sahibi kimse yerine korlardı. Nitekim İbn Habib[80] ve
onun görüşüne katılanlar böyle düşünmektedirler. Halbuki durum hiç de öyle
değildir. Şeriata uygun kasdm dikkate alındığı konusunda bu açıktır ve taharet,
namaz, oruç[81] hac ve benzeri ibadetler
bahsinde bu açıkça gözükmektedir. Keza nikah, talak, yiyecek ve içecek bahisleri
gibi âdetlerle ilgili birçok konuda da durum aynıdır.
İtiraz: Bu dediğiniz, mâlî konularda tutmamaktadır; çünkü
bilerek de bilmeyerek de olsa itlaf durumunda tazmin sorumluluğu bulunmaktadır.
Cevap; Mâlî konularda tazmin hükmü başka birşeydir; çünkü
(mal heder olmadığından) itlaf durumunda tazmin hükmünün gerekmesi için hata
ile olmasıyla kasıtlı olması arasında fark bulunmamaktadır.
(3)
Bu ümmetten hata (yanılma)
hükmünün kaldırıldığını gösteren deliller. Bu meyanda Kur'ân'da şu âyetler
vardır: "İçinizden kastederek yaptıklarınız bir yana, yanılmalarınızda
size bir sorumluluk yoktur[82]"Rabbimiz!
Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma.[83]
Hadîste bu duaya cevap olarak Yüce Allah tarafından "Öyle yaptım"
buyrulduğu belirtilmiştir.[84]"Allah
kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler.[85]Hadiste
de şöyle gelmiştir: "Ümmetimden hata, unutma ve tehdit (zor, ikrah)
altında yapılan şeyler (in hükmü) kaldırıldı (yazılmadı)"[86]Sorumluluğun
kaldırılması hükmünün taalluku konusunda ihtilaf meydana gelmiş ve bunun sadece
âhiret alemiyle mi ilgili olduğu, yoksa her iki âlemi de mi kapsadığı tartışılmış
olmakla birlikte bu mânâ üzerinde[87]
genelde ittifak bulunmaktadır. Âlimler sorumluluğun mutlak surette (tamamen)
kaldırıldığının doğru olmadığı hususunda da ihtilaf etmemişlerdir.[88]
Durum böyle olunca, iki taraftan her birinin kısmen de olsa aksini gösteren
haricî bir delil bulunmadıkça dikkate alınmış olduğu ortaya çıkmaktadır.
Allah'u a'lem! [89]
Maslahatın temini ya
da mefsedetin temini, eğer mubah türden ise, iki kısımdır:
(a) Bir başkasına zarar içermeyen kısım. ,
(b) Bir başkasına zarar içeren kısım.Bu ikinci de kendi
arasında iki kısımdır:
(1)
Maslahatı celbetmekya
da mefsedeti defetmek isteyen kimse ya bu zararı kastetmektedir. Meselâ
geçimini temin etmek için ticaret mallarının fiyatını düşüren ve bu arada bu
fiiliyle başkalarına da zarar vermeyi kasteden kimsenin durumunda olduğu gibi.
(2)
Ya da başkalarına
zarar vermeyi kastetmemektedir. Bu da iki kısımdır:
i) Verilen zararın
genel olması. Malların pazar yerine ulaşmadan kapatılması, şehirlinin köylü
için simsarlık yapması, kişinin geniş bir cami yapılması ya da benzeri kamu
ihtiyacının gereği olarak istimlak edilmek istenen evini ya da bahçesini
satmaktan kaçınması gibi.
Zararın özel olması.
Bu da iki türdür:
(1) Bizzat maslahatı elde etmek ya da mefsedeti
uzaklaştırmak isteyen kimsenin kendisine de zarardan dokunması, buna rağmen o
fiili işlemeye ihtiyaç duyması. Meselâ kendisine dokunacak bir zulmü,
şayetuzaklaştırdığı takdirde o zulmün bir başkasına dokunacağını bile bile
uzaklaştırması; bir yiyecek maddesini ya da ihtiyaç duyduğu bir maddeyi almaya
koşması, avı başkalarından önce kendisinin avlamaya çalışması, odun, su ve
benzeri mubah (serbest) malları bir an evvel kendisinin toplamaya çalışması ve
bunları yaparken de eğer sözü geçen malları kendi eli altına geçirdiğinde,
başkalarının o malların yokluğundan dolayı zarar göreceğini bilmesi; buna
karşılık kendi elinden alınması durumunda da bizzat kendisinin zarar görür
olması.
(2) Kendisine bir
zararın dokunmaması: Bu da üç kısımdır:
(1) O fiili işlemesi durumunda doğacak zararın âdeten
kesin olması. Konak kapısının arkasına karanlıkta giren kimsenin mutlaka
düşeceği şekilde bir çukur (kapan) kazılması gibi.
(2) Zarara sebebiyet vermesi nadir olan fiiller. Genelde
herkesin düşmeyeceği bir yere kuyu kazmak, genelde yiyen kimseye zarar
vermeyen[90]gıda maddelerini yemek vb.
gibi.
(3) Zarara
sebebiyet vermesi nadir olmayıp çoğunluğu teşkil eden fiiller. Bu da iki şekilde
olur:
i) Gâlib olur.
Harbîlere (düşmana) silah satmak,[91]
şarapçıya üzüm satmak, insanları aldatmayı meslek haline
getirmiş kimselere,
insanların kolayca aklanabileceği birşeyi satmak vb. gibi.
ii. Gâlib değil fakat
çokça olur. ("Buyûu'1-âcâl"[92] ya
da "îyne" adı verilen) örtülü riba satışlarında olduğu gibi.
Böylece tamamı sekiz
kısım etmektedir. Şimdi bunları teker teker ele alalım:
Birinci kısım: Aslî izin üzere devam etmektedir ve bu konuda herhangi
bir tereddüt bulunmamaktadır. Dolayısıyla hakkında delil getirmeye de ihtiyaç
bulunmamaktadır. Çünkü daha başlangıçta (ibti-daen) bunlar hakkında izinin
bulunduğu bilinmektedir.
İkinci kısım: Bu tür fiillerde bulunan başkalarına zarar verme
kasdının engelleneceğine dair de bir tereddüt bulunmamaktadır, Çünkü
"İslâm'da başkasına zarar vermek ve zarara zararla mukabelede bulunmak
yoktur" ve bu bir prensip olarak kesindir. Ancak, hem kendisine fayda
teminini hem de başkasına zarar verme unsurunu içeren bu tür fiiller üzerinde
durmak gerekmektedir; Acaba böyle bir fiil yasaklanır ve mübahlıktan çıkar mı?
Yoksa aslî ibaha hükmü üzere kalmaya devam eder ve kişi sadece kasdmdan dolayı
mı günah kazanır? Bu üzerinde ihtilaf bulunabilecek bir noktadır. Konu,
gasbedilmiş yerde kılman namaz meselesine benzemektedir. Bununla birlikte konu
üzerinde durulurken aşağıdaki tafsilatın dikkate alınması mümkündür:
Sözkonusu amel
terkedilip, elde etmek istediği maslahata ulaşmak ya da kendisinden
uzaklaştırmak istediği mefsedetten kurtulmak için başka bir fiile intikal edildiğinde,
amaçladığı şey ya gerçekleşecek ya da gerçekleşmeyecektir. Eğer amaçladığı şey
gerçekleşecekse, o takdirde sözü edilen fiilin engelleneceğinde kuşku yoktur.
Çünkü amacına başkasına zarar vermeksizin ulaşabildiği halde zarar veren yolu
seçmişse, amacının başkalarına zarar vermek olduğu ortaya çıkar. Eğer amacına
ulaşabilmek için sözkonusu fiili işlemekten başka çaresi yoksa, bu durumda
kendi maslahatını temin ya da kendisine ulaşacak zararı uzaklaştırmaya çalışan
kimsenin hakkı daha öncelikli olacak, başkalarına zarar verme kasdım
bulundurmaması istenecektir. Bu bir takat üstü yükümlülüktür denilemez. Çünkü
böyle bir kimse sadece başkalarına zarar verme kasdını bulundurmamakla yükümlü
tutulmaktadır ve böyle bir kasdın bulundurulmaması da kesb (irade, güç) altına
dahildir.Yoksa yükümlü tutuldugu şey bizzat başkalarına zarar vermemesi
değildir.
Üçüncü kısım: Bu kısımda da ya engellenmesi durumunda telafî-si
mümkün olmayacak şekilde bir zarar verme[93]
sözkonusu olur ya da öyle olmaz.
Eğer kendisi için böyle bir
zarar lazım gelecek olursa, onun hakkı mutlak surette öne alınır. Gerçi bu
hususa karşı çıkılmış ve bu itiraz, usulcülerin koymuş olduğu kalkan örneği ile
desteklenmek istenmiştir. Şöyle ki: Kâfirler, bir müslümanıkalkan edinerek
müslümanların üzerine yürüseler ve bu kalkan yapılan müslüman öldürülmedikçe
düşmanın müslümanların kökünü kazıyacakları anlaşılsa bu durumda kalkan
yapılan müslüman öldürülerek diğer müslümanlar kurtarılmaya çalışılır.[94]Ancak
kalkan meselesini delil olarak kullanarak konuya itirazda bulunmak zayıf
olmaktadır.
Eğer zararın telafisi
imkanı bulunur[95] ve tamamen onun ortadan
kaldırılması mümkün olursa; genel olan zararın dikkate alınması öncelik
arzedecektir. Bu durumda kendisi için fayda temini ya da kendisinden zarar defi
için çalışan kimse, amaçladığı şeyi yapmaktan engellenecektir. Çünkü kamu
maslahatları özel maslahatlardan Önce gelir. Malların pazara gelmeden
kapatılması, şehirlinin köylü adına simsarlık yapması, selefin zenâatkarlarm
ki aslında bunlar emin kimseler olmaktadır[96]
tazmin sorumluluğu ile mesul tutulması konusunda görüş birliği etmeleri, Hz.
Peygamberin mescidini genişletmeleri ve bunun için sahipleri razı olsun
olmasın gerekli yerleri istimlâkte bulunmaları... evet bütün bu uygulamalar
konunun sıhhatine delil olmakta, kamu maslahatının fertlere dokunacak zararı
telafi etmek kaydıyla özel maslahatlara takdim edileceği hükmünü
getirmektedir.
Dördüncü kısım: Genel
olarak ele aldığımızda konu iki bakış açısına sahip bulunmaktadır;
(a) Hazların isbatı yönü.
(b) Hazların düşürülmesi yönü.
Eğer biz nazları
dikkate alacak olursak, bu durumda kendisi için maslahatın temini ya da
mefsedetin defi için çalışan kimsenin hakkı bundan başkaları zarar görse dahi
önce gelecektir. Çünkü maslahatın temini ya da mefsedetin uzaklaştırılması
Sâri' için istenilen ve amaçlanan birşeydir. Bu yüzdendir ki, yemesi-içmesi
haram olan şeyler zaruretten dolayı mubah kılınmış, dirhemi dirhem
karşılığında veresiye vermek anlamına gelen karz akdi duyulan ihtiyaçtan
dolayı ve kullara genişlik olsun diye caiz kılınmış; yardımlaşmanın temini için
ihtiyaç duyulan ariyye uygulamasında ağaç üzerindeki yaş hurmanın kuru hurma
karşılığında tahmin yoluyla satılmasına izin verilmiştir. Buna benzer daha pek
çok mesele vardır ki, deliller onların Şâri'in amacı dahilinde olduğunu
göstermektedir. Bu sabit olduğuna göre, kişinin (aslında mubah bulunan
şeylerden bazılarını) başkalarından önce hareket ederek ele geçirmesi halinde,
o şey üzerinde şer'an hak sahibi olacaktır ve o şey başkasının değil onun mülkü
altına girecektir. Ona herkesten önce ulaşmış olması, Şâri'e karşı bir
muhalefet içermemektedir; dolayısıyla fiil sahih olacaktır. Böylece geri
kalanın hakkını, önce varanın hakkına takdim etmenin şer'an gözetilmiş birşey
olmadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak önce varan kendi hakkını düşü-rürse o zaman
bu mümkün olabilir. Önce varanın hakkını düşürmesi gibi bir mecburiyeti de
bulunmamaktadır; hatta zarûrîyyât konusunda kendi nefsi için gerekli olan
hakkını kullanması mecburiyeti vardır ve bu gibi durumlarda hakkını düşürme
gibi bir seçeneği yoktur. Çünkü o şey kesin olarak kendi hakkı olmaktadır;
başkasının hakkından olduğu ise zan ya da şek (şüphe) ölçüsündedir. Bu zararın
uzaklaştırılması konusunda açıktır. Maslahatın temini konusunda da eğer onun
bulunmaması zarar verecekse durum aynı olacaktır.
ed-Davudî'ye soruldu;
"Sultana haraç adı altında verilen angaryadan kurtulma imkanı olan bir
kimsenin bunu yapması caiz midir?" O: "Evet, başka türlüsü de helal
olmaz" diye cevap verdi. Ona şöyle denildi: "Sultan haracı tek tek
şahıslar üzerine değil de belli bir yerleşim yeri ahalisine topluca
koysa,"[97]bundan kurtulmaya kadir
olan kimse bunu yapabilir mi? Eğer o kendisini kurtarırsa diğer ahaliye
haksızlık olacak ve haracı onlar tamamlamak zorunda kalacaklardır." Cevap
olarak: "Evet yapabilir dedi" ve şöyle devam etti: "İmam Malik,
zekat tahsildarının nisab miktarına ulaşmayan iki ortağın koyunları için ortaklardan
birinden zekat alması hakkında: 'Bu bir zulümdür ve kendisinden alman ortak
üzerinde kalır, öbür arkadaşından verdiğinin yarısını alamaz' demiştir.
Devamla: "Ben bu konuda Sahnûn'dan rivayet edilen görüşü kabul etmiyorum.
Çünkü zulüm emsal gösterilemez. Hiç bir kimsenin, zulüm başkasına isabet edecek
korkusuyla kendisini zulüm altına sokması gerekmez. Yüce Allah şöyle buyurur:
"İnsanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı
durulmalıdır."[98]ed-Davudî'nin
sözü böyle. Bazı nakillerde Yahya b. Ömer'in bu doğrultuda: "Kişinin
kendisinden zulmü uzaklaştırmasında bir sakınca yoktur" dediğini gördüm.
Halbuki zulmü kendisinden uzaklaştırması durumunda eğer zulüm açık bir
haksızlık ise o zulmün bir başkasına yükleneceği bilinmektedir. Abdu'1-Ganî,
el-Mü'telef ve'1-Muhtelef adlı eserinde Hammad b. Ebî Eyyub'dan nakleder: Hammad
b. Ebî Süleyman'a: "Ben konuşuyorum ve benden nöbet kaldırılıyor. Benden
kaldırınca da tabiî bir başkasına konuyor" dedim. O: "Sana sadece
kendin hakkında konuşmak düşer. Senden kaldırılınca onun kime konulduğuna
aldırış etmezsin" dedi.
Başka türlü uzakl
aştırıl amam ası halinde zulmü def etmek için rüşvet vermek, isyancılara mal
vermek, esir mübadelesi için kafirlere fidye vermek, hacca gitmek isteyenlere
haraç vermek de bu kabildendir. Bütün bunlar günah ile bir fayda elde etmek ya
da bir zararı defetmek demektir. Cihad faziletini istemek de bu kabildendir.
Halbuki ci-hadda kâfirin küfrü üzere ölmesi veya kâfirin müslümanı öldürmesi
gibi durumlar bulunmaktadır. Hatta Hz. Peygamber "Allah yolunda
Öldürülmeyi, sonra diriltilip tekrar öldürülmeyi gerçekten arzu ederim[99]
buyurmuştur. Bunun tabiî sonucu onu öldürenin cehenneme girmesidir. Âdem'in iki
oğlundan biri (Habil): "Ben hem benim, hem de kendi günahını yüklenip
cehennemliklerden olmanı isterim"[100]
demiştir. Dahası, cezalarki bunların tamamı maslahatın temini, mefsedetin de
uzaklaştırılması demektir başkalarına zarar verme anlamı içerir. Şu kadar var
ki, mefsedetin defi için bütün bunlar ilga edilmiş, dikkate alınmamıştır.
Çünkü sözkonusu zararlar bu hükümlerin meşru kılınması sırasında Sâri' tarafından
gözönünde bulundurulmuş değildir. Hem sonra maslahatın temini, mefsedetin defi
için çalışan kimsenin tarafı öncelikli olmaktadır. Bu konu üzerinde daha önce
durulmuştur.
İtiraz: Bu nokta çeşitli meselelerde problem doğurur. Çünkü
sabit bir kaide olarak "Zarar ve zararla mukabele yoktur."
Zikredilen meselelerde ise başkalarına zarar verme mevcuttur. Bu durumda kaide
gereği onların meşru olmaması gerekir, Bunu şu örnekler de destekler: Bir
kimsenin elinde yiyecek bulunduğu zaman, o kimse na-çar halde kalan bir kimseye
kendisinin de o yiyeceğe ihtiyacı bulunduğu halde bedelli ya da bedelsiz
vermesi için zorlanabilmektedir. Keza muhtekirin (karaborsacı) elinde bulunan
yiyecek mallarını devlet başkanı (bedelini ödeyerek) zorla elinden
alabilmektedir. Çünkü o malları elinde tutması başka insanlara zarar
vermektedir. Daha başka benzeri konular da mevcuttur.
Cevap: Bütün bunlarda herhangi bir problem bulunmamaktadır.
Şöyle ki: Geçen meselelerde bulunan ve yerleşik asıllarda sözkonusu olan
başkalarına zarar verme, izin sırasında Şâri'ce maksûd değildir; izin sadece
kişinin maslahatın temini ya da mefsedetin defi için çalışması hakkındadır.
Hem sözü edilen meselelerde iki zarar verme karşı karşıya gelmektedir (tearuz):
(a) Zilyede ve mâlike zarar verilmesi. (b) Zilyed ya da mâlik olmayan kimseye
zarar verilmesi. Bilindiği üzere şeriatta zilyed ve mâlikin hakkı Önce gelir ve
hakların çatışması durumunda hak sahibine karşı durulmaz. Kısaca izin, izin
olması açısından başkalarına zarar vermeyi gerektirmez. Nasıl gerektirebilir
ki, şeriatın özelliği böyle birşeyi yasaklamaktır. Dikkat edilecek olursa
görülecektir ki, maslahat temini ya da mefsedet defi için uğraşan kimse, bu
fiiliyle başkalarına zarar vermeyi kastederse günahkar olmaktadır ve o yaptığı
şeye ihtiyacının bulunması da durumu değiştirmemektedir. Bu da göstermektedir
ki, Sâri' Teâlâ başkalarına zarar verilmesini kastetmemektedir; aksine zarar
vermeyi yasaklamıştır ki, o da zilyed ve mâlikin zarara uğratılmasıdır.
Yiyecek maddesine zaruret
ölçüsünde ihtiyaç duyan (naçar) kimse ile ilgili mesele aslında bizi
desteklemektedir. Çünkü yiyecek maddesini vermeye zorlanan kimse, bizzat o
yiyeceğe yokluğunda zarar göreceği ölçüde muhtaç değildir. Eğer aynı ölçüde
onun da muhtaç olduğunu farzedecekolursak, o takdirde zorlanması zaten sahih
olmayacaktır. Dolayısıyla konu aynı tartışma konusu olmaktadır. Yiyecek
maddesini vermeye zorlanan kimse, onu vermesinden dolayı zarar görmemektedir.
Bu nokta iyi kavranmalıdır. Muhtekirin durumuna gelince; o ihtikâr (stok)
yapmak suretiyle hatalı bir yola girmiş ve yasak olan birşeyi işlemiş ve bu
haliyle insanlara da zararlı olmuştur. Bu durumda devlet başkanının onu zarara
sokmaksızın insanlara verdiği zararı bertaraf etmesi gerekecektir. Sonra
ihtikar meselesi, kamu yararı için özel zararlara katlanmanın caiz olduğu
üçüncü kısımdan olmaktadır.
Bütün buraya kadar
anlatılanlar nazların dikkate alınması durumuyla ilgili idi.
Onları dikkate
almadığımız zaman ise iki durumlakarşıkarşıya
oluruz:
(1)
Kendi nefsim düşünmeyi
bir tarafa bırakarak, eşitlik üzere diğer insanların içerisine girme. Bu
gerçekten övgüye değer bir davranıştır. Böyle davranışlar Hz. Peygamber
zamanında yapılmıştır. O şöyle buyurur: "Eş'arîler gazada yiyecekleri
biter veya Medine'deki çoluk çocuklarının yiyecekleri azalırsa ellerindeki
yiyeceği bir elbisenin içine toplar, sonra onu aralarında bir kabın içinde
eşitlik üzere taksim ederler. Onlar bendendir; ben de onlardanım,"[101]
Buradakendi hakkını düşüren kimse, başkalarını bu konuda kendisi gibi görmekte
ve onu sanki kardeşi veya oğlu veya yakın bir akrabası ya da yetimi saymakta
ve kendisini onlara vacib ya da mendup olarak bakmakla yükümlükimse olarak
görmekte; kendisini Allah'ın kulları arasında huzur ve sükunu teminle, onların
hayırlarını kollamakla görevli saymaktadır. Bu haliyle o, hak sahibi olsa bile
diğer insanlardan biri gibi olmaktadır. Durumu böyle olunca, o kimsenin artık
o hakkı kendisine tahsis etme yoluna gitmesi mümkün değildir. Aksine, o hakkı
insanlar arasında paylaştırmakiçin kendisini görevli hissedecektir. Aynen
şefkatli bir babanın çocuklarını ihmal ederek yalnız başına yiyip içemeyeceği
gibi, bu kimse de Öyle olacaktır. İşte Eş'arîler bu mertebede bulunmaktadır ve
Hz, Peygamber [ altömiul onlar hakkında; "Onlar benden, ben de
on-lardamm" buyurmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber uyulması gereken en
büyük Önder, şefkat konusunda da en müşfik babadır. Zira o, ümmetini ihmal
ederek hiçbir konuda kendi nefsini düşünmemiştir. Müslim'de Ebû Sa'îd'den
şöyle rivayet edilmiştir: Bir defa biz Hz. Peygamber ile beraber bir seferde
iken devesi üzerinde bir adam geliverdi ve gözünü sağa sola çevirmeye başladı.
Bunun üzerine Rasulullah: "Kimin yanında fazla hayvan varsa onu hayvanı
olmayana versin ve kimin fazla azığı varsa olmayana versin!" buyurdu.
Ravi der ki: "Mal
çeşitlerinden söylediğini söyledi. Hatta artan bir malda hiçbirimizin hakkı
olmadığı düşüncesine vardık. '[102]Başka
bir hadiste de "Şüphesiz malda zekâttan başka bir hak da vardır"[103]buyrulmuştur.
Zekatın, ikrazın (ödünç verme), ariyyenin, hediyenin vb. meşru kılınması bu
mânâyı destekleyen hususlardandır. Bu tür örneklerin tamamı üstün ahlâk
anlayışıyla ilgili olmaktadır ve bunlar kişinin sadece kendi nefsini düşünmesi
gibi bir durumla bağdaşmaz. Bu durumda, fiili işleyene, sadece diğer insanlara
dokunacak zarar ölçüsünde ya da daha az bir zarar gelecektir. Böyle bir insan,
kendi nefsini kesin bir zarar altına sokmuş da olmamaktadır. Söz konusu zarar
beklenti halinde olan bir zarardır ya da başkalarından zararı gidermek uğruna
tahammül edebileceği az bir zarardır. Bu bütün müslü-manları tek bir vücut gibi
gören bir kimsenin bakışı olmaktadır. Nitekim bumeyandaHz. Peygamber şöyle
buyurmaktadır:
"Mümin için
mü'min, birbirini kenetleyen duvar gibidir[104]
"Mil'-minler tek bir cesed gibidir. Bir organ rahatsız olursa, diğer bütün
organlar uykusuzluk ve ateş (humma) ile ona iştirak ederler[105]
"Sizden biriniz kendi nefsi için sevdiği şeyi kardeşi için de sevmedikçe
mü'min olmaz.[106] Bu mânâda daha pek çok
hadis bulunmaktadır. Zira mü'minin mü'mini tam anlamıyla kenetlemesi ancak bu
mânâ ile ve bunun için gerekli sebeblerin ortaya konulması yoluyla olacaktır.
Aynı şekilde tek ceset şeklinde olunabilmesi için de, faydanın herkes için eşit
olarak ve kendi ihtiyacına göre dağıtılması gerekecektir. Nitekim vücutta da organlar gıdadan istifade ederken
paylaşım, eksiksiz-nok-sansız her organın kendi ihtiyacına göre olmaktadır.
Eğer bazı organlar ihtiyacından fazla ya da daha az alacak olurlarsa, vücut
normal halinden çıkacaktır. Bu özelliğin esası, Kur'ân'da zikredilen müminlerin
birbirlerinin velileri olduğunu, sözbirliği etmelerinin ve kardeşliğin
gerekliliğini, gruplaşmadan kaçınmanın zaruretini ifade eden âyetler olmaktadır
ve bunlar pek çoktur. Ümmetin tek bir vücut gibi bütünlüğü ve sağlıklı olması
ancak bu ve benzeri özelliklerin bulunmasıyla mümkün olacaktır.
İkinci durum: îsâr
yani başkalarını kendi nefsine tercih etmek: Bu nazlardan feragat konusunda
daha köklü bir tavır olmaktadır. Burada kişi yakî5tTtnanına güvenle ve gerçek
tevekküle ulaşarak kendi çıkarlarını terketmekte ve başkalarını kendi nefsine
tercih etmekte, Allah'a olan muhabbetinden dolayı O'nun yolundaki kardeşine
yardımcı olmak için meşakkatlere katlanmaktadır. Bu son derece üstün bir ahlâk
örneğidir ve amellerin en yücelerindendir. Bu haslet, Hz. Peygamber'in
tavırlarında örneğini bulmuş ve onun ilâhî rızaya uygun ahlâkının bir tezahürü
olmuştur. "Yüce Peygamber hayır yolunda insanların en cömerdi idi.
Encömertolduğu zaman da Ramazan ayı idi. Cibril ile karşılaştığı zaman ise esen
rüzgardan daha cömertolurdu.[107] Hz.
Hatice kendisine: "İşini görmekten aciz olanın yükünü yüklenirsin, fakire
verir kimsenin kazandırama-yacağmı kazandırırsın, Hak yolunda ortaya çıkan
hadiseler karşısında (halka) yardım edersin"[108]
demiştir. Bir defasında kendisine doksan bin dirhem getirilmiştir. Onları
birhasır üzerine koymuş ve dağıt-mayabaşlamıştır. İsteyen hiçbir kimseyi geri
çevirmemiş ve tamamım tüketinceye kadar dağıtmıştır. Sonra bir adam gelmiş ve
istekte bulunmuş, ona: "Yanımda verecek birşey yok. Ancak benim adıma
borçlan ve alacağını al; bize birşey geldiğinde onu öderiz" buyurmuştur.
Bunun üzerine Hz. Ömer: "Allah sana gücünün yetmediğini
yüklememistir" demiş, Hz. Peygamber bu sözden hoşlanmamıştır. Ensardan bir
adam: 'Ya Rasûlallah! Harca, Arşın Sahibinin azaltacağından korkma"
demiştir. Bunu duyan Hz. Peygamber tebessüm etmiş, hoş-nudluğu yüzünde belirmiş
ve: "Ben bununla emrolundum" buyurmuştur. Hadisi Tirnıizî nakletmiş
tir. Enes de: "Hz. Peygamber, yarın için birşey biriktirmez di" demiştir.
Bu mânâda haberler pek çoktur. Sahabe de aynı şekilde idi. "Onlar içleri
çektiği halde, yiyeceği yoksula, öksüze ve esire yedirirler"[109]âyetinin
tefsiri sadedinde, keza Sahîh'te "Kendileri zaruret içinde olsalar bile
onları kendilerinden önde tutarlar"[110]
âyeti hakkında gelen rivayetleri, aynı şekilde Hz. Âişe'den gelen rivayeti
biliyorsunuz. Daha önce Hükümler bahsinin Sebebler bölümünde hazlarm
düşürülmesi doğrultusunda amelde bulunmadan söz edilirken zikredilmişti.
îsâr (başkalarını
tercih) iki kısımdır:' a. Maldan ve eşten vazgeçme yoluyla. Nitekim Sahîh'te
muâhât (kardeşlik akdi) hadisinde zik-redildiği üzere Hz. Peygamber tarafından
Muhacir ile Ensar arasında kardeşlik ilan edilmişti. Ensardan biri, muhacir
kardeşine, malının yarısını vermeyi ve ona helal olması için de karısını
boşamayı düşünmüştü.
(2)
Candan vazgeçme
yoluyla. Yine Sahih'te geçtiği üzere[111] Ebu
Tal-ha, Uhud gününde kendisini Hz. Pcygamber'e kalkan yapmıştı. Hz. Peygamber
insanları görmek için başını uzatıyordu. Ebu Talha kendisine: "Bakma! Yâ
Rasûlallah! İnsanların attıkları oklardan biri isabet edebilir. Canım sana
feda olsun" diyordu. Hz. Pey-gamber'i korumak için elini oka siper etmiş
ve bu yüzden çolak olmuştu.[112]
BuörnektavrınHz. Peygamber'in davranışlarında da yer aldığı malumdur. Zira o,
savaşlarda düşmana en yakın kimse olurdu. Bir gece Medineliler korkuya
kapılmışlardı. Birtakım insanlar korku sebebi sesin geldiği tarafa gittiler.
Hz. Peygam-ber'i o taraftan dönerken buldular. 'Korkmayın!' diye onları
karşılamıştı. Ebu Talha'ya ait çıplak bir at üzerinde kılıcını kuşanmış,
haberin mahiyetini öğrenmek istemişti.[113]Bu
kendi canını feda etmek isteyen bir kimsenin davranışı olmaktadır. Ali b. Ebî
Tâlib'in de hicret gününde, müşriklerin Hz.Peygamber'i öldürmeye azmettikleri
bir anda onun yatağında yatması ve gecelemesi herkesçe bilinen bir olaydır.
Yaygın bir deyişte de: "Başkaları uğrunda candan geçinek, cömertliğin en
son noktasıdır" denilmektedir. Sûfiyyeden bazıları sevgiyi tarif
ederlerken 'O başkalarını tercihtir' demişlerdir. Bunun doğruluğuna Kur'ân'dan
delalet de vardır: Mısır azizinin (vezir) karısı (Züleyha), Yusuf hakkında:
"Ondan murad almak isteyen bendim; kuşkusuz Yusuf doğrulardandır"[114]demiş
ve onun suçsuzluğunu ifade ile suçun kendisine ait olduğunu belirtmiş ve
böylece sevdiğini kendi nefsine tercih etmiştir.
Nevevî şöyle der:
Yiyecek ve benzeri dünya işleri ile nefsânî hazlar hakkında başkalarını
tercihte bulunmanın üstünlüğü hakkında âlimler icmâ etmişlerdir. Allah'a
yaklaştıran fiiller (kurbetler, ibâdetler) ise böyle değildir; çünkü bunlarda
sözkonusu olan hak Allah'a aittir. Bu kendisinden önceki kısımla[115]birlikte
çeşitli mertebelere ayrılır. İnsanlar bu konuda tam tevekkül ve yakın
mertebesine ulaşma yolundaki derecelerine göre farklılık arzederler. Rivayete
göre Hz. Peygamber Hz. Ebu Bekir'den malının tamamını, Hz. Ömer'den de
malının yarısını kabul buyurmuş olmasına rağmen, Ebû Lübâbe ve Ka'b b.
Mâlik'ten mallarının üçte birini kabul etmiştir. İb-nu'1-Arabî, bu ikisinin Hz.
Ebu Bekir ve Hz. Ömer mertebesinde olmadıklarından, Hz. Peygamber'in
kendilerine onlara davrandığı gibi davranmadığını söylemiştir. Onun sözü
böyle.
Sonuç olarak şöyle
diyebiliriz: Burada îsâr, peşin zevklerden feragat etme anlamına gelmektedir
ve bu yüzden doğacak meşakkate göğüs germe durumunda eğer şer'î bir maksat
ihlal edilmiyorsa kınama ve azar yoktur. Ama şer'î bir maksadın ihlali
sözkonusu olursa, bu durumda hazdan feragattan bahsedilemez ve böyle birşey
şer'an övgüye değer bir davranış da olamaz. Şer'an övgüye değer bir davranış
olmaması şunun içindir: Bu durumda hazlardan feragat ya sırf emredenin (Sâri')
emri içindir ya da başka bir durum içindir yahut da amaçsızdır. Amaçsız oluşu
abestir ve akıllı bir kimse böyle bir davranışta bulunmaz. O fiili emredenin
emri gereği olarak yapmış olması durumunda, o şeyin şer'î bir maksadı ihlal
etmesinden söz etmek tezat olur. Çünkü o şeyin ihlali emredenin emri değildir.
Durum öyle olmayınca da, fail ona (emredene) muhalif demektir. Emredenin
emrine muhalefette bulunmak, ona uygun hareket etmenin zıddı olur. Bu durumda
onun üçüncü bir durum yani haz için olduğu ortaya çıkar. Hazların düşürülmesi
meselesinde başka bir ihtimalin de bulunmadığı açıklanmıştı. Dördüncü kısımla
ilgili söylenecek söz tamamlanmış oluyor. Hazların düşürülmesi konusuna
nisbetle geçen üç kısmın hükmü buradan anlaşılır.
Beşinci kısım:
Maslahat temini ya da mefsedet defi için uğraşan kimseye herhangi bir zarar
içermeyen, ancak işlenmesi durumunda mefsedete sebebiyet vereceği kesin olan
kısım. Bu kısmın da iki yönü bulunmaktadır:
(a) Başka birine zarar verme kasdı olmaksızın şer'an
kastedil-mesi caiz olan şeyi kastetmiş olması yönü. Bu açıdan bakıldığı zaman
bu kısımdan olan fiiller caiz olacak, yasak olmayacaktır.
(b) Kastedilen bu fiilin terki halinde zarar görmemesine
rağmen işlenmesi durumunda zorunlu olarak başkalarına zarar dokunacağı
neticesini bilmesi yönü. Bu açıdan bakıldığında fiil, başkalarına zarar verme
kasdmin bulunduğu zannını içermektedir. Çünküfiili işlemesi durumunda: (a)
Yazarûrî, hâcî ya da tekmili bir amaç bulundurmadan sırf mubah olduğu için
fiili yapmış olacaktır. Bunların meydana getirilmesi konusunda ise sırf meydana
getirilmiş olma açısından Şâri'e ait bir kasıt bulunmamaktadır, (b) Ya da
emredilmiş olan bir fiili başkalarına zarar verecek biçimde zarar vermeden
işleme imkanı bulunmasına rağmen işleyen kimse dı^rumunda olacaktır. Fiilin bu
şekilde başkasına zarar verilerek işlenmesi de Sâri' tarafından amaçlanmış
değildir.
Her iki duruma göre
de, başkalarına zarar vereceğini bile bile böyle bir fiili işlemek istemesi
durumunda, mutlaka şu iki durumdan biri ile karşı karşıya olunacaktır:
(a) Ya emredilmiş olunan şeyi araştırma konusunda ihmal
göstermektedir[116]ve
bu yasak bir davranıştır.ya da başkalarına zarar vermeyi[117]
amaçlamaktadır. Haliyle
bu da yasak
olmaktadır. Bu durumda o fiili işlemekten engellenmesi gerekecektir. Ancak
buna rağmen o fiili işlemesi durumunda fiili ile mütecaviz sayılır ve tecavüzü
neticesinde ortaya çıkan zararı tazmin eder. Tazmin konusu, can ve mal konusunda
her olaya uygun bir şekilde ele alınır ve fail tecavüz kasdı sabit olmadıkça
asla kasıtlı olarak zarar vermiş kabul edilmez.[118]
Gasbedilmiş yerde kîlınan namaz meselesi,gasbedilmiş bıçakla hayvan boğazlama
meselesi ve bunlara benzer olan aslında mubah olmakla birlikte başkasına zarar
verme unsuru içeren diğer meseleler hep bu şekilde ele alınacak ve
değerlendirilecektir. Meselenin iki yönüı15olduğu içindir ki, çoğunluk
âlimlere göre bu şekilde kılman namaz sahih ve yeterli olmakta,[119]
aslî fiil geçerli kabul edilmekte; ancak öbür tarafı dikkate alınacağı için de
o fiili işleyen âsî ve eğer ortada başkalarına verilmiş bir zarar varsa o
zararı tazminle sorumlu sayılmaktadır. Bu durumda yönler farklı olduğu için
hükümler arasında bir çelişkiden de söz edilmeyecektir. Sözü edilen meselelerde
fesâd görüşünü benimseyenler, burada da aynı görüşü taşımaktadırlar. Fıkhî
değerlendirme açısından bu bahis çok geniştir ve meselede kıstas bu nokta[120]
olmaktadır. Bu nazların isbatı yönünden olmaktadır. Malumdur ki, nazlarından
feragat eden kimseler, durumu böyle olan bir fiil altına asla girmezler.
Altıncı kısım: Nadir
olarak mefsedete götüren fiiller. Bunlar aslî izin üzere bulunurlar. Çünkü
maslahatın galip olması durumunda, onun bulunmamasını doğuracak nadir haller
dikkate alınmaz. Şöyle ki, âdeten bir nebze de olsa asla mefsedet içermeyen bir
maslahatın bulunması mümkün değildir. Ancak Sâri' Teâlâ, teşrî esnasında
maslahatın ağır basmasını dikkate almış, mefsedetin nadirliğini ise kale
almamıştır. Böylece şer'î hükümler, varlık âleminde bulunan âdiyyât mesabesinde
tutulmuş ve onların paralelinde düzenlenmiştir. Maslahatın teminine, mefsedetin
de uzaklaştırılmasına yönelik bir kasıt bulunduran kimsenin bu durumda nadiren
zararın da doğabileceğini bilmesi, değerlendirme konusunda bir taksir
sayılmayacağı gibi, zararın vukuuna yönelik bir amaç bulundurmuş da kabul
edilmez. Şu halde fiil, aslî meşruluk üzere kalmaya devam edecektir.
Buna, meşru kılınan
şeylerle ilgili kıstasların (davâbıt) bu şekilde bulunması delil olmaktadır:
Meselâ, kan, mal ve ırz konularında şe-hadetle hükmedilir. Halbuki şahitlerin
yalan söyleme, yanılma ve vehme kapılma ihtimalleri bulunmaktadır. Yolculukta
belirli bir mesafede namazı kısaltmanın mübahhğı hükmü doğmaktadır; halbuki
konfor içerisinde yolculuk yapan bir hükümdar için meşakkat sözko-nusu
olmayabilir. Mukim olup da ağır işlerde çalışan kimseler, belirli bir meşakkat
altında oldukları halde namazı kısaltmaktan menedil-
mislerdir.[121]Furû-ı
fıkıhta vâhid haberle[122] ve
cüz'î kıyaslarla[123] amel
edilmektedir; oysa ki çeşitli sebeblerden dolayı bunlar hata içerebilirler ve
doğru olmayabilirler. Ancak bu gibi ihtimaller nadir olmaktadır; dolayısıyla
dikkate alınmamış, aksine galip bulunan maslahat yönü dikkate alınmış ve
hükümler ona göre düzenlenmiştir. Bu bahis, bu kitabın ilgili yerinde izah
edilmiştir.
Yedinci kısım:
Mefsedete götürmesi zannî olan fiiller. Bu kısımda görüş ayrılığının bulunması
muhtemeldir. Bizzat bu fiillerin hükmünün mübahhk ve izin olduğu konusu
açıktır. Nitekim altıncı kısımda buna değinildi. Bu gibi fiillerden zarar ya da
mefsedetin doğabileceğinin zan ölçüsünde olmasına gelince, bu durumda bakılır:
Acaba burada zan kesin bilgi mesabesinde tutulur ve fiil (beşinci kısımda)
sözü geçen iki yönden[124]
dolayı menedilir mi? Ya da bulunmama ihtimali[125] ki
bu durumda zararın doğmaması ihtimali nadirdir dikkate alınarak menedilmez mi?
Zannın dikkate alınması aşağıdaki hususlardan dolayı daha ağır basmaktadır:
(a) Amelî konularda zan, kesin bilgi mesabesinde sayılır.
Göründüğü kadarıyla burada da aynı durum geçerlidir.
Nasslarla belirlenmiş
bulunan "sedd-i zerîa" da bu kısım çer-
çevesine girmektedir.[126]
Örnekler: "Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da
bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler."[127] Bu
âyet, müşriklerin: 'Ta bizim ilahlarımıza hakaret etmekten f sövmekten)
vazgeçersin; ya da biz de senin ilahına söveriz" demeleri üzerine
inmiştir. Sahîh'te şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber "Şüphesiz en büyük
günahlardan biri de, kişinin ebeveynine küfretmesi-dir" der. Sahabe:
"Ya Râsulallah! Adam ebeveynine küfrederim?" diye sorarlar. Hz.
Peygamber "Evet, o birinin babasına söğer; o da onun babasına soğer; o
birinin anasına söğer; o da onun anasına söğer"[128]
buyurdu. Hz. Peygamber münafıkları öldürmekten geri dururdu. Çünkü onların Öldürülmesi
kâfirlerin: "Muhammed
adamlarını öldürüyor" diye olumsuz propaganda yapmalarına imkan verirdi.
Yüce Allah, mü'minlerden Hz. Peygamber'e 'Bizi gözet!' anlamında hitap
ederlerken 'çobanımız' an-
lamına da çekilebilen
"râinâ" kelimesini kullanmamalarını istemiştir.[129]Çünkü
Yahudiler bu kelimeyi Hz. Peygamber'e hakaret için kullanıyorlardı. Bu tür
örnekler pek çoktur ve hepsi de aslî hükmü[130]
üzere bulunmakla birlikte, kendisine zerîa yani vesile kılınmak istenilen şeyin
hükmünü almıştır.
(c) Bu kısım yasak olan 'günahta ve düşmanlıkta
yardımlaşma' kapsamına girmektedir.
Sonuç olarak
diyebiliriz ki, bu kısımdan olan fiilin işlenmesi durumunda zarar ve
mefsedetin doğabileceğinin zan ölçüsünde bilinmesi, zarar vermeye yönelmiş bir
kasıt yerine geçmez. Asıl olan maslahatın celbi, mefsedetin de definin caiz
olmasıdır ve bu arada fiilin özünde bulunmayan ve zorunlu olarak ortaya çıkan
neticelerin dikkate alın-mamasıdır. Ancak maslahatın mefsedete sebebiyet
vermesi, şeriata karşı hile ya da yasak olan konuda yardımlaşma kabilinden
olmaktadır ve yasak işte bu yönden sözkonusu edilmekte, fiilin aslından kaynaklanmamaktadır.
Çünkü sebebe yapışan kimse, kendi maslahatını elde etmekten başka bir amaç
bulundurmamaktadır. Eğer bu durumdaki bir kimsenin fiili, tecavüz (teaddî)
şeklindeyorulmuşsa, bu taksir (ihmal) ihtimalini bulundurması yönünden
olmaktadır. Bu kısım,mertebece beşinci kısımdan daha aşağıdadır. Bu yüzden de
hakkında görüş ayrılıkları meydana gelmiştir: Acaba bir şeyin mazinnesi (yani
bulunduğu zannedilen yer), bizzat o şeyin kendisine yönelik kasıt yerine geçer
mi? Yoksa geçmez mi? İşte problem budur.
Bu nazların isbatı
açısından meselenin ele alınması olmaktadır. Hazlarm düşürülmesi açısından ele
alındığında ise, bu kısımda onlar (yani nazlarından feragat edenler), beşinci
kısımdan olanlar gibidir. Altıncı kısım ise farklıdır; çünkü âdeten insanın
ondan ayrılması kudreti dahilinde değildir.
Sekizinci kısım:
İşlenmesi durumunda mefsedete götürmesi ne galip ne de nâdir olmayan, aksine
çok olan fiiller: Bu konu, üzerinde durulmaya muhtaçtır ve
karıştırılabilmektedir. Bu kısımda asıl olan, iznin sahihliği esasına
hamletmektir. Nitekim İmam Şâfîî ve daha başkalarının görüşü böyle olmaktadır.
Çünkü mefsedetin vukuu hakkında kesin bilgi bulunmasıyla zan ölçüsünde
bilginin bulunması bir arada bulunmayacak şeylerdir. Zira burada, vuku bulup
bulmaması arasında satle (mücerred) bir ihtimalden başka birşey yoktur. İki taraftan
birini diğerine tercihi gerektirecek bir belirti (karine) de bulunmamaktadır.
Mefsedet ve başkasına zarar verme kasdının bulunması ihtimali, bizzat kasdın
kendisi yerine geçmeyeceği gibi, kasdın bulunmasını da gerektirmez. Çünkü onun
bulunup bulunmamasını engelleyecek gaflet ve benzeri maniler bulunabilir.
Sonra, burada maslahat
temini ve mefsedet defi için uğraşan bir kimseyi kesin bilgi ya da zan
durumunda olduğu gibi taksir sahibi (ihmalkar) ya da kasıt sahibi biri kabul
etmek de doğru değildir. Çünkü fiili, bu ikisine[131]
birden yönelik kasdın bulunmasına hamletmek (yormak), bunlardan birini
kastetmiş olmamaya hamletmekten daha evlâ değildir. Durum böyle olunca,
hakkında izin bulunan sebebiyet verme (tesebbüb) gerçekten güçlü olmaktadır.
Ancak İmam Mâlik, sedd-i zerâi' konusunda onu dikkate almış ve buna gerekçe
olarak da, vuku bakımından kasdın çokluğunu göstermiştir. Şöyle ki: Kasıt haddizatında
munzabıt (belirli ve açık) değildir; çünkü kasıt iç alemiyle ilgili
hususlardandır. Ancak onun burada bir sahası bulunmaktadır ki o da varlık
âleminde vukûunun çokluğudur ya da onun mazinnesidir (bulunduğu zannedilen
yer). Bulunmama ihtimaline rağmen mazinne dikkate alındığına göre,[132]
çokluğun da dikkate alınması gerekecektir; çünkü kasdın alanı olmaktadır.[133]Bunun
bir dayanağı vardır ve bu dayanak Zeyd b. Erkam'ın oğlunun anası ile ilgili
hadistir.[134]Sonra bazen hüküm, çoğu
zaman bulunmayabilecek bir illet için konulmuş olabilir. Meselâ içki .cezasında
olduğu gibi. Bu ceza içkinin önüne geçmek (zecr) için meşru kılınmıştır. Ceza
ile içkinin önünün alınması (zecr) gâlib[135] değil
çoktur.[136] Buna rağmen hükümde asıl
prensibe muhalif olarak çokluk dikkate alınmıştır. Asıl prensip, insanı zarara
uğratacak ve her türlü acı verecek şeylerden korumaktı. Nitekim konumuzda da
asıl olan izindir. Buna rağmen, içkinin Önünün alınması hikmetine binaen asıl
prensipten çıkıldığı gibi, burada da yasak olan şeye götürür endişesiyle
(şedden li'z-zerîa) asıl olan iba-ha hükmünden çıkılmış olmaktadır.
Sonra, bu kısım,
mefsedetin çokça meydana gelmesi konusunda, kendisinden önceki kısımla müştereklik
arzetmektedir.[137]Dolayısıyla
orada yasak için (mefsedetin) dikkate alınması gibi burada da alınması ve
yasağa gidilmesi gerekir.
Hem sonra bu konuda
pek çok nass bulunmaktadır: Hz. Peygamber bu meyanda aşağıdaki tasarrufları
yasaklamıştır:
— (Kuru hurma ve kuru
üzümün ya da yaş hurma ile koruk hurmanın) karıştırılarak nebizinin (şıra)
çıkarılması[138]
— Üzerinden üç gün
geçen[139]şıranın (nebiz) içilmesi.[140]
— İçeri sin dekini
şaraplaştırmayacağı bilinen kaplarda şıra tutulması.[141] Hz.
Peygamber bu tür yasakların[142]
bazılarını,haram olan şeylere vesile Czerîa) yapılmasını önlemek için (sedd-i
zerîa) getirdiğini açıklamış[143] ve:
"Eğer bunlara ruhsat verseydim, bunları öteki haram olanlar haline
dönüşecek kadar onlarda (o kaplarda) tutabilirdiniz" buyurmuştur. Yani
insanlar, bu gibi konularda mubah sınırında durmazlar; sonunda harama ulaşırlar
demek istemiştir. Halbuki böyle durumlarda mefsedetin vukuu çok olsa da galip
değildir.
Hz. Peygamber yabancı
bir kadınla kapalı bir yerde başbaşa kalmayı (halvet) yasaklamıştır.[144]
— Yanında kocası ya da
mahrem bir yakını olmaksızın kadının yalnız başına yolculuk yapmasını
yasaklamıştır.[145]
— Mezar üstüne mescid
yapılmasını ve orada (kabir üzerinde ya da kabre doğru) namaz kılınmasını
yasaklamıştır.[146]
— Bir kadının halası
ya da teyzesiyle birlikte aynı nikah altında tutulmasını yasaklamış ve;
"Eğer siz bunu yaparsanız akrabalık bağlarını kesmiş olursunuz"
buyurmuştur.[147]
Dört ka chndan
fazlasını nikah altında tutmak haram kılınmıştır; zira âyette: "Aralarında
adaletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız... Doğru yoldan
sapmamamız için en uygunu budur" [148]
buyrulmaktadır,
— İddet içerisinde
bulunan bir kadının açıktan istenmesi ve ni-kahlanması haram kılınmıştır.[149]
— İddet içerisinde
bulunan bir kadının güzel koku kullanması, ziynet eşyası takınması gibi yasak
olan nikaha götürebilecek yollar haram kılınmıştır.
— İhramlı bulunan hacı
adayı için güzel koku kullanması ve kara avı avlaması haram kılınmıştır.[150]
— Bey ve selef[151]yasaklanmıştır.
—- Borçlunun hediye
vermesi yasaklanmıştır.
— Katilin vâris olması
yasaklanmıştır.
—Ramazan'dan bir ya da
iki gün önceden oruç tutulmaya başlanması yasaklanmıştır.
— Fıtır bayramı
gününde oruç tutma haram kılınmıştır,
— İftar etmede acele
etmek, sahuru ise ertelemek mendup kılınmıştır.
Bütün bu hükümlerde gerekçe
yasağa götürecek yolun kapatılması ilkesi (sedd-i zerâi') olmaktadır.149
Bunlarda başkalarına zarar verme amacı ya da mefsedetin gerçekleşmesi durumu
çok olmakla birlikte; galip değildir ya da varlığı yokluğundan çok değildir.
Ancak şeriat ihtiyat üzere kuruludur ve tedbiri elden bırakmamaktadır;
muhtemelen mefsedete götürebilecek olan şeylerden sakınılması şeriatın dikkat
ettiği özelliklerden olmaktadır. Anahatlarıyla ve detaylarıyla bu bilindiğine
göre, bunlarla amel etmiş olmak bir bid'at olmayacak; aksine onun esaslarından
birisini oluşturacaktır. Bu esas zarurî, hâcî ya da tahsinî olan birşeyin
tamamlayıcı unsuru olma Özelliği göstermektedir. İnşallah bu konu İctihâd
bahsinde işlenecektir[152]
Kişinin kendi
maslahatlarını gerçekleştirmekle görevli tutulması durumunda, zaruret
olmadıkça başkalarının onun maslahatlarını gerçekleştirme yükümlülüğü yoktur.
Deliller:
(1) Maslahatlar ya dînî-uhrevîdir ya da dünyevîdir. Dînî
olan maslahatların gerçekleştirilmesi konusunda, bir başkasının kişinin kendi
yerine ikame edilmesi imkanı yoktur. Nitekim daha önce geçmişti. Şimdi burada
konu o değildir. Çünkü dînî konularda hiçbir kimse diğerinin yerini tutamaz.
Burada sözünü edeceğimiz konu, niyabetin caiz olduğu dünyevî masla-
149. Konu işlenmesi
durumunda mefsedete götürmesi ne galip ne de nadir olmayıp çok olan kısım idi.
Buna gri re örnekler üzerinde düşünüldüğü zaman, onlardan bir kısmın işlenmesi
durumunda zararın doğmasının âdete n kesin olduğu görülecektir; meselâ yakın
akraba olan iki kadının aynı anda nikah altında bulundurulması gibi.
Bazılarında ise zan ölçüsündedir. Kadının yakını olmaksızın yolculuk yapması,
yabana kadın iie başbaşa kalınması (halvet) Örneklerinde olduğu gibi.
Mefsedetin doğması için bizzat zinanın bulunması şart değildir. H aram lık
hükmünün verilebilmesi için haram olan fiilin öncüllerinden olması da
yeterlidir. Bey ve selef örneğinde de zarar galip bulunmaktadır. Borçlunun
hediyesi de öyledir. Diğer Örnekler üzerinde düşün; belki ihram içerisindeki
hacı adayının güzel koku sürünmesi Örneği kabul edilebilir; çünkü gâlib olan
koku sürünmenin cinsî münasebete götürmesi yoluyla haccı ifsad etmeye bir sebeb
olmamasıdır.hatlar hakkında olacaktır. Eğer biz mükellefin, o maslahatı
gerçekleştirmekle yükümlü olduğunu farzedecek olursak, o takdirde onu
gerçekleştirmek bir görev olarak onun üzerinde belirecektir. Belirmesi
(taayyün) durumunda ise, diğerleri üzerinde aynı maslahatın
gerçekleştirilmesine yönelik belirli bir yükümlülük asla sözkonusu olmayacatır.
(2) Eğer o maslahatın gerçekleştirilmesiyle başkaları da
aynı anda yükümlü olsalardı, o zaman yükümlülük bu mükellef üzerinde
belirlenmiş olmaz; hatta o, sözkonusu maslahatı gerçekleştirmeye asla muhatap
da olmazdı. Çünkü o zaman önemli olan şey maslahatın gerçekleştirilmesi,
mefsedetin de uzaklaştırılması olacaktır. Bir başkası bu (kifâî) yükümlülük
hükmü ile onu gerçekleştirmiştir. Bu durumda o kişinin o şeyle yükümlü olmaması
gibi bir netice lazım gelecektir. Halbuki biz, o kişinin o şeyi
gerçekleştirmekle aynî olarak yükümlü olduğunu var saymış tık. Böyle bir sonuç
çelişkidir va doğru olmaz.
(3) Eğer başkası da onunla yükümlü olacak olsaydı, bu
yükümlülük ya aynî olacak ya da kifâî olacaktı. Her iki takdire göre de sonuç
sahih olmayacaktır. Aynî olarak sabit olması halinde durum geçtiği gibi
olacaktır. Kifâî olarak sabit olması haline gelince, biz meseleyi yükümlülüğün
kişinin üzerine kifâî olarak değil aynî olarak bindiği şeklinde vaz'etmiştik.
Bu durumda yükümlülük kişi üzerine aynı anda hem aynî olarak[153] hem
de kifâî olarak[154]
binmiş olacaktır. Bu ise muhaldir. Ancak kişi bir zaruret ile karşı karşıya
gelirse, o takdirde o kişi üzerine o maslahatın gerçekleştirilmesi ile ilgili
aynî olarak binen yükümlülük ondan tamamen ya da kısmen düşecek; öbür taraftan
kişinin o maslahata olan ihtiyacı süreceğinden, bu durumda diğer insanların o
maslahatı gerçekleştirmeleri gerekecektir. îşte bunun içindir ki zekat, sadaka,
ödünç verme (ikraz), yardımlaşma meşru kılınmış, ölülerin yıkanması ve
defnedilmesi, çocukların ve delilerin bakımlarının üstlenilmesi; onların
çıkarlarının gözetilip kollanması istenmiş, bunlara benzer bizzat ihtiyaç
sahibi kimselerin elde etmeye asla güç yetiremeyecekleri maslahatların
gerçekleştirilmesi, mefsedetlerin de defedilmesi için hükümler konulmuştur.
Buradan şu hükme varılacaktır: Bir kimse eğer kendi maslahatlarını
gerçekleştirmekle yükümlü değilse, mutlaka bir başkası onunla yükümlü
tutulacaktır; ancak o da bundan bir zarar görmeyecek şekilde olacaktır. Meselâ
kölenin durumunu ele alalım: Onun bütün çabası efendisinin maslahatlarını
gerçekleştirmek yolunda olduğundan, onun geçimi ile efendisi yükümlü
tutulmuştur. Zevcenin durumu da aynı şekildedir; Şârf Teâlâ, kadını kocanın
emrine vermiştir. Buhaliyle koca kadının hemcinselliğinden istifade gibi iç,
hem de evine ve çocuğuna bakma gibi dış menfaatlerine mâlik bulunmaktadır. Bu
durumda koca, kadına bakmakla yükümlü olacaktır. Yüce Allah: "Erkekler
kadınlar üzerine kâimdirler[155]
buyurmaktadır. [156]
Başkasının
maslahatlarını teminle yükümlü olan her bir kimse, ya aynı anda kendi
maslahatlarını da temine kadirdir ya da değildir. Tabiî sözü edilen
maslahatlardan ihtiyaç duyulan dünyevî maslahatları kastetmekteyiz.
Eğer meşakkatsiz buna
gücü yetiyorsa, bu durumda bir başkasının onun maslahatlarını gerçekleştirme
yükümlülüğü diye birşey yoktur.
Delili: Mükellefin
hepsine kadir olması durumunda ki yükümlülük bu şekilde üzerine binmiş
olmaktadır bu yükümlülükle gerçekleştirilmesi istenilen maslahatlar, sözü
edilen mükellef tarafından meydana getirilmektedir; bu durumda aynı şeyin bir
başkası tarafından gerçekleştirilmesini istemek sahih olmaz; çünkü bu
tahsîlu'l-hâsıl yani zaten mevcut bulunan bir şeyin meydana getirilmesini istemek
olur ki bu muhal olmaktadır. Aynı şekilde bir önceki meselede geçerli olan
durum burada da sözkonusudur. Bunun örneği de cariye, köle , hanım ve
çocuklara nisbetle efendi, koca ve babanın durumu olmaktadır. Çünkü bunlar,
kendi maslahatları ile birlikte eli altında bulunan bu kimselerin
maslahatlarını da gerçekleştirmeye kadir oldukları sürece, bir başkasının sözü
geçen kişinin yükümlülüklerini yerine getirmesi gibi bir durumdan sözedilemez.
Eğer biz bu kimselerin eli altında bulunan kimselerin maslahatlarım temine
kadir olmadığını farzedecek olursak, o zaman onların maslahatlarını
gerçekleştirmeye yönelik talep kendisinden düşecektir. Bu durumda diğer
taraftan hanım, köle ve cariyeye dokunacak zarar üzerinde durmak
gerekecektir.Ancak bu bakışın yönü farklı olacaktır[157] ve
yükümlülüğün düşmesine bir etkisi olmayacaktır.
Eğer buna asla güç
yetiremezse yahut da yükümlülüğü düşürebilecek ölçüde bir meşakkat altına
girmesi sozkonusu olacaksa, bu durumda bakılır: Yerine getirmek zorunda
kaldığı başkasına ait maslahat ya Özeldir ya da geneldir:
Maslahat eğer özel
ise, düşer ve bizzat kendi maslahatları Öncelikli olur. Çünkü kişinin kendi
hakkı başkalarının hakkından daha önce gelir. Nitekim beşinci meselenin
dördüncü kısmında geçmişti. Çünkü o kısmında sözüedilen husus aynen burada da
geçerli olmaktadır. Ancak kişi kendi hakkından feragat edecek olursa o zaman
başka bir bakış açısından sözedilir, onun izahı da daha önce geçmişti.
Eğer kişinin yerine
getirme durumunda olduğu maslahat genel ise, bu durumda maslahatla ilgili olan
kimselerin, onun maslahatını gerçekleştirmeleri gerekecektir. Ancak bu, kendi
maslahatlarının ihlaline sebebiyet vermeyecek, onları sozkonusu maslahata denk
düşecek ya da daha baskın gelecek bir mefsedet içerisine düşürmeyecek şekilde
olacaktır. Şöyle ki, mükellefe "Ya hem kendini hem de toplumu ilgilendiren
maslahatı gerçekleştireceksin; ya sadece kendi maslahatını
gerçekleştireceksin; ya da sadece toplumu ilgilendiren maslahatı
gerçekleştireceksin"; denilecektir.
Birincisi sahih
olamaz. Çünkü biz meseleyi her ikisini birden gerçekleştirmeye gücü
yetmeyeceği ya da yükümlülüğü düşürecek ölçüde bir meşakkate maruz kalacağı
şeklinde ortaya koymuştuk. Dolayısıyla her ikisiyle birden asla yükümlü olmayacaktır.
İkinci ihtimal de
doğru değildir. Çünkü kamu maslahatı daha Önce de geçtiği gibi özel
maslahattan önce gelir. Ancak maslahatın temini uğrunda mükellefin nefsine bir
mefsedet peyda olacaksa, bu durumda kişi ancak kendi nefsini ilgilendiren maslahatı
gerçekleştirmekle yükümlü tutulacaktır; kaldı ki bu konuda da ihtilaf
bulunmaktadır.[158]Burada
başkalarının özel maslahatı gerçekleştirmesi imkan dahilinde bulunmaktadır ve
bu onlara vacip olmaktadır. Aksi takdirde özel maslahatın kamu maslahatı üzerine
zaruret bulunmaksızın mutlak surette takdim edilmesi gibi bir netice lâzım
gelecektir. Böyle bir sonuç ise, önceden ortaya konulan delillerle[159]
bâtıl bulunmaktadır. Kişinin maslahatlarının temini diğerinsanlarüzerine vacip
olunca, bu mükellef üzerine kamu maslahatını gerçekleştirmek için kendi
meşgalelerinden arınması taayyün edecektir. Ortaya konulan ihtimallerden
üçüncüsü de işte budur.
Fasıl:
Yükümlü tutulan kimse
üzerine kendi maslahatlarını başkalarının üstlenmesi şartıyla bu üçüncü kısmın
taayyün etmesi durumunda şu şart da aranacaktır: Diğerlerinin sozkonusu
mükellefin maslahatlarını üstlenmesi, kendi maslahatlarının ihlal edilmemesi ve
o kişiye de bir zarar dokunmaması şeklinde olacaktır.
Bu (şart) selef-i
sâlih zamanında belirmiştir. Zira Sâri' Teâlâ, inallar üzerine müslümanların
genel maslahatları için bir tedarik olmak üzere bir görev yüklemiştir.
Beytulmal malı dediğimiz bu mallarda, belirli bir yöne tahsisat bulunmamakta,
bu mallar nasıl olursa olsun mutlak maslahatlar karşılığında tutulmaktadır. Bu
durumda sozkonusu mükellefin maslahatının gerçekleştirilmesi bizzat tahsis
ciheti olarak taayyün etmektedir. Bu tür yönlere tahsis edilen vakıflar da
beytulmal hükmüne katılır. Bu durumda maslahatların gerçekleştirilmesi iki
ayrı yönden olur ve iki taraftan herhangi biri için zarar da sozkonusu
değildir. Zira bu şeklin dışında bir başka şekilde olması far-zedilecek olursa,
bu durumdan kamu maslahatını gören de zarara uğrayacak; ilgili maslahat
sahipleri de zarar görecektir.
Kamu maslahatını gören
kimsenin zarar görmesi, belirli maslahatları gerçekleştirme durumunda
kaldıklarında karşılaşacakları minnet yönündendir. Minnet (başa kakma), güzel
âdetleri benimsemiş bulunan akıl sahiplerince çekilmez birşeydir. Şeriat da bu
hususu çeşitli yerlerde dikkate almış bulunmaktadır: Bu yüzdendir ki fukaha,
hibenin sahih olması için kabul şartını ileri sürmüşlerdir. Bir grup âlim de
şöyle demişlerdir: Suyu olmayan bir kimseye abdest alması için su hediye
edilecek olsa, (minnet altında kalmaktan kaçınarak) kabul etmesi şart
değildir; teyemmüm yapabilir. Benzeri daha başka örnekler de vardır. Dayanağı
da Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp,
insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse gibi, sadakalarınızı başa
kakmakla ve eza etmekle boşa çıkarmayın"[160]
buyruğu olmaktadır. Bu âyette Allah, minneti, sadakanın sevabını boşa çıkaran
şeylerden saymıştır. Bu da başa kakmanın, kendisine yardım edilen kimseye
eziyet verme anlamı içermesinden-dir. Bu nokta, bu türden olduğu kabul edilen
herşeyde mevcut bulunmaktadır. Bu birinci yön. İkinci bir yön daha var: Kamu
görevini gören kimsenin kendi geçimini temin için belirli bir kimseden mal
kabul etmesi durumunda çeşitli sûizanlar ve töhmetler ortaya çıkar. Bu nokta
gözönünde bulundurulduğu içindir ki, kadının ve diğer idarecilerin, davada
tarafların her ikisinden ya da sadece birisinden dava karşılığında ücret
almaları ittifakla caiz görülmemiştir; tahsildarların halkın verdiği
hediyeleri kabul etmeleri yasaklanmış ve Hz. Peygamber bu tür hediye kabulünü
en büyük günahlardan biri olan devlet malına ihanet (zimmet, gulûl) olarak
nitelemiştir.
Veren tarafının zarar
görmesi ise, tayin durumunda, görevlerin yerine getirilmesi külfeti
açısındandır. Bu külfet vakitten vakite, halden hale, şahıstan şahısa
değişiklik arzedebilir (zorlaşır ya da) kolaylaşabilir. Bu konuda
başvurulabilecek bir kıstas bulunmamaktadır. Çünkü bu külfet, adam başına ya da
mal üzerine konulması durumunda yükümlü tutulan kimseye nisbetle belli bir
dayanağı bulunmayan cizyenin bir benzeri halini almaktadır. Mükellefin bizzat
yerine getirmekle yükümlü tutulduğu asıl maslahata zıdlığmdan dolayı
karşıla-cağı zarar da buna eklenecektir. Zira bu tertip, maslahatın yerine getirilmesi
konusunda kişinin ağır basan tarafa meyletmesi için bir vesile (zerîa)
olacaktır. Bu durumda da o, hakkın ibtali, bâtılın da gerçekleştirilmesi :çin
bir sebep olacaktır. Bu ise maslahatın zıddıdır.
Birinci izah Kur'ân'da
gözonünde tutulmuş ve onu nefyeden âyetler gelmiştir: "Buna karşı sizden
bir ücret istemiyorum[161]"De
ki: 'Ben sizden bir ücret istersem, o sizin olsun; Benim ecrim Allah'a
[369] aittir[162]
"Ey Muhammedi De ki: 'Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum.
Kendiliğimden birşey iddia eden kimselerden de değilim'[163]Benzeri
başka nasslar da mevcuttur. Davada taraf olanlardan ücret alınmasının
yasakhğına dair icmâın bulunması da ikinci yön ile[164]
izah (talil) edilmiştir. Bütün bunlar son derece açıktır, Allah'u a'lem!
Fasıl:
Bütün bunlar, kamu
maslahatını üstlenmesi halinde kendisine dünyevî bir zarar ve mefsedet
dokunması ve bir başkasının da onu üstlenmesinin sahih olması durumu ile
ilgilidir.
Eğer dokunacak olan
mefsedet dünyevî olur ve bir başkasının da o maslahatı üstlenmesi imkanı
bulunmazsa müslümanm kalkan yapılması ve benzeri meselelerde olduğu gibi, o
takdirde durum yukar-dakinin aksi olacaktır. Ancak takat üstü yükümlülüğün caiz
olmaması, böyle bir yükümlülüğün olmayacağına; kamu maslahatının özel maslahat
üzerine takdimi esası da böyle bir yükümlülüğün olabileceğine tanık
olmaktadır. Bu durumda mükellef iki kaide arasında kalmakta ve iki ayrı yönden
gelen hükümlerle karşı karşıya bulunmaktadır ve bu bir tenakuz da değildir.
Bundan dolayı konu hakkında ihtilaf bulunmaktadır:
Eğer bu türde
hazlardan feragat edildiği farzedilecek olursa, o zaman kamu maslahatı tarafı
ağır basacaktır. Buna iki şey delalet eder:
(a) Daha önce geçen başkalarını tercih (îsâr) prensibi.
Bu
gibi durumlar da o
prensip çerçevesine girmektedir.
(b) Ebu Talha hadisi.[165]Bu
zat kendisini Hz. Peygamber'e kalkan yapmış ve'Canım sana feda olsun (beni öldürmeden
seni öldüremeyecekler)' demiş ve çolak olması pahasına da olsa onu korumaya
çalışmıştır. Hz. Peygamber onun bu
tutumunu yadırgayarak tepki göstermemiştir. Hz. Peygamber'in diğer insanlardan
önce davranarak düşmanı karşılamak üzere bizzat kendisinin gitmesi[166] ve
böylece diğerlerini kendi nefsine tercih etmiş olması da bu kabildendir.
Bunlar başkalarına doğacak daha büyük zararlar karşılığında kendisini meşakkat
altına sokmanın örnekleri olmaktadır. Bizzat Hz. Peygamber'in herkesten önce
davranarak koşturması örneğinde kamu maslahatının bulunduğu açıktır; çünkü o
müslümanlar için bir kalkan mesabesinde bulunuyordu. Ebu Talha olayında ise, o
kendi nefsini kalkan yapmak suretiyle, hayatı dinin ve onun müntesipleri için
son derece önemli olan bir zatın vücudunu korumuş oluyordu. O zat Hz.
Peygamber'di ve onun yokluğu dinin ve müs-lümanlann bekasıyla ilgili genel bir
mefsedetti. Ebu'l-Hasen en-Nûrî de, bilinen olayda aynı tavrı göstermiş ve
cellata doğru ilerlerken: "Bir anlık hayat karşılığında arkadaşlarımı feda
edemem; onları tercih ederim" demiştir.
Sözkonusu olan
maslahatlar, aynî olarak yapılması gerekli olan ibadetler, aynî olarak
kaçınılması gereken yasaklar gibi âhiret hayatı ile ilgili ise, bu durumda bu
tür maslahatları ifâ etmeye çalışması mutlaka şu iki ihtimalin dışında
kalmayacaktır:
(a) Ya bunlar dînî olan bu emir ya dayasakların yerine
getirilmesini ihlal edecekler.
(b) Ya da ihlal etmeyeceklerdir.
Eğer (kamu görevi dînî
yükümlülüklerin yerine getirilmesini) ihlal edecek olurlarsa, bu durumda eğer
ihlal kendi taksirinden değilse onların altına girmek caiz olmayacaktır; çünkü
dînî maslahatlar mutlak olarak dünyevî maslahatlardan önce gelir. Bu kısmın
bulunabileceğini zannetmiyorum. Çünkü güçlük (harec) ve takat üstü yükümlülük
kaldırılmıştır; yoktur. Âdetlerle ilgili konularda bu gibi iki hususun (yani
hem dînî, hem de dünyevî maslahatın) aynı anda bir arada karşı karşıya
bulunması vâki değildir.
İhlal etmese, ancak
aksi kemal kabul edilen bir noksanlığa sebebiyet verse, bu olsa olsa menduplar
yönünden olacaktır; menduplarile vacipler arasında bir tearuzdan (çelişki) söz
etmek mümkün değildir. Meselâ kamu görevini üstlenen kimsenin bu görevi
sırasında kalbine bazı düşüncelerin doğması, onların önüne geçememesi ve
böylece ibadetlerini kalbi bu gibi düşüncelerle meşgul olarak ifa etmesi gibi.
Hz. Ömer'den buna benzer meselâ namazda iken ordunun teçhizi ile uğraşması
gibi durumlar nakledilmiştir.[167] Hz.
Peygamber'in: "Namazda çocukların ağlamasını işitiyorum ve kalbimi meşgul
ediyor"[168] buyurması da bu
kabildendir.
Kamu görevi, dînî
görevlerini ihlal etme se ve bir noksanlık da doğurmasa ancak bu beklenti
halinde olsa bu, başına gelen mefsedet ve karşılaşacağı engeller yerine
konulur. Ancak, acaba bu dinde fiilen mevcut bulunan mefsedet kabilinden
sayılır mı? Yoksa sayılmaz mı?[169]Meselâ
riya, kendini beğenme ve riyaset sevgisi gibi şeyler korkusundan uzlete
çekilen bir alimin durumu gibi. İdareye ve kamu görevini üstlenmeye ehil
bulunan âdil devlet başkanı ya da valinin durumu da böyledir. Dünya çıkarları
elde etmek ya da şöhret korkusuna kapılarak cihaddan geri kalmak gibi. Bu tür
görevlerin terkedilmesi kamu maslahatlarının ihlaline sebebiyet verecektir ve
bu durumda kamu maslahatının öne alınması görüşü daha uygun olacaktır. Çünkü kamu
maslahatlarının ortadan kaldırılmasına asla müsaade yoktur. Zira gerek din ve
gerekse dünya maslahatlarının onlar olmaksızın ayakta durması mümkün değildir.
Oysaki biz, meselemizde dînî maslahatları yönünden endişe duyan kimsenin
bunları yerine getirmekle muhatap olduğunu farzetmiş bulunuyoruz. Bu durumda
mutlak surette onları yerine getirmesi gerekecek, ancak bunu yaparken takat
üstü yükümlülük ya da büyük bir meşakkat altına girmeyecektir. Fitne ve masiyetlere
maruz kalmak sadece nefsin arzularına uymadan kaynaklanmaktadır. Özellikle de
yasaklar konusunda bu böyledir; çünkü onlar mücerred terklerdir. Terk
gerçekleştirilirken bir fiil bulunmaz. Fiiller içerisinde mükellef için
gerekli olan sadece vaciplerdir. Vacip de azdır. Dolayısıyla boynundan kendi
nefsi için tedbirli olma yükümlülüğü hiçbir zaman için düşmüş olmayacaktır.
Eğer kamu maslahatım bir masiyet olmaksızın gerçekleştirmeye kadir bulunmuyorsa,
bu onun terki için bir özür değildir. Çünkü o üzerine taayyün etmiş bir
görevdir ve onu sadece arzu ve heveslerine tâbi olmasa durumu ortadan
kaldırmaz. Zira bu (nefse uymamak) meşakkatlerden değildir. Nitekim kişi
üzerine namazın veya zekatın ya da aynî olarak cihadın vacip olması durumunda,
riyadan, kendini beğenmekten korkması onun vacipliğini bunların meydana
geleceği farzedilse bile ortadan kayırmaz. Aksine o kişi, aynı zamanda kendi
nefsi ile ci-hadda bulunmakla da memurdur.
Soru: Bu nasıl olabilir? Kişinin bundan kurtulamayacağı
bilinmektedir. Bu durumda kişi kendi nefsinin helak olmasına sebebiyet veren
kimse gibi olmaz mı? Halbuki, kişinin kendi helakini içeren bir fiil içerisine
girmesine şer'an imkan yoktur.
Cevap: Kamu maslahatını gerçekleştirmesi taayyün etmiş bir
kimsenin durumu eğer öyle olsaydı, aynı durumun aynî olarak taayyün etmiş
bulunan diğer vaciplerde de caiz olması gerekirdi. Bu ise ittifakla bâtıl
olmaktadır. Evet: 'Kamu görevi altına girmesi durumunda zulüm, gasb, tecavüz
gibi başka bir masiyet bulunması halinde o görev altına girmemesi gerekir'
denilebilir. Bu, konumuz dışında başka bir husustur ve bu o kişinin ortaya
çıkan adaletsizliği sebebiyle onun azledilmesi için bir sebep olur; yoksa bu
korku sebebiyle düşmüş bir yükümlülük değildir. Yönleri farklıdır. İşin esası şu:
Böyle bir kişi şeriata muhalefet göstermiş ve adalet vasfını yitirmiştir. Bu
halde iken onun kamu görevini üstlenmesi ve yerine getirmesi sahih olamaz.
Yerine getirmemesi meselâ
başka ehil kimselerin bulunması gibi hallerde kamu maslahatını ihlal etmeyeceği
farze d ildiğin de ise, konu üzerinde durmak gerekecektir: Bu durumda:
(a) Bazen korkulan şeylerden kurtulma amacı ağır basar.
(b) Bazen de kamu maslahatı tarafı ağır basar.
(c) Bazen de kamu görevini üstlenmesi için varlığı ile
yokluğu arasında fark bulunmayan kimse hakkında olmak üzere talebin kesinlik
kazanmaması haliyle, maslahatın gerçekleştirilmesi konusunda gücü bulunan ve
diğerlerinde bulunmayan bir ayrıcalığı olan ve bu yüzden de hakkındaki talebin
kesinlik kazandığı ya da ağır bastığı kimse arasını ayırmak gerekecektir.
Bu durumda başvurulacak
kıstas maslahat ve mefsedet arasındaki dengelemedir, İki taraftan hangisi ağır
basarsa o taraf galip gelecektir. Her iki tarafın da eşit olması durumunda ise,
konu problemliği-ni sürdürecek ve âlimler arasında görüş ayrılıklarına sebep
olacaktır. Konu münasebetin (uygunluğun) eş değerde ya da daha ağır basan bir
mefsedetle ihlal edilmesi meselesine dayanmaktadır.
Fasıl:
Bazen mefsedet,
maslahatın büyüklüğü karşısında benzeri dikkate alınmayan cinsten olabilir.
Bu, maslahatın mefsedet üzerine tercihine dair ittifakın bulunmasının uygun
olduğu kısımdandır. Buna olmuş bir örnek verelim:
Kadı îyâz'm
el-Medârik'te nakline göre şöyle bir olay olur: Adu-du'd-devle Fennâ Husrev
ed-Deylemî, Ebu Bekir b. Mücahid ile Kadı İbnu't-Tayyib'e, Mutezile ile
münazarada bulunmak üzere huzuruna gelmeleri için haber gönderir. Mektubu
onlara ulaştığında Üstad İbn Mücahid ve bazı arkadaşları şöyle derler:
"Onlar kâfir va fâsık bir gürahtır. Çünkü Deylemliler râfızîdirler, bizim
onların yaygıları üzerine oturmamız helal olmaz. Melikin bundan amacı da,
'Onun meclisi bütün âlimleri içine almaktadır' desinler diye reklamdan başka
bir-şey değildir. Eğer onun bu isteği gerçekten Allah için olsaydı onun bu
davetini kabul ederdik." Kadı İbn Tayyib şöyle der: "Onlara dedim ki:
el-Muhâsibî, Falan ve onların asrında bulunanlar da aynı şekilde: 'Memun
fâsıktır; onun meclisinde bulunulmaz' dediler. Hatta o, Ah-med b. Hanbel'i
Tarsus'a sürmüş ve başına bilinen şeyler gelmişti. Eğer onlarla münazara
yapsalardı, onlar bu yaptıklarını yapmazlardı ve görüşlerinin bâtıl olduğu
delil ile ortaya çıkardı. Ey Üstad! Sen de şimdi aynen onların yolunu takip
ediyorsun. Onların tavrı sonucunda İmam Ahmed'in başına gelenler ta Kur'ân'm
mahluk olduğunu ve Allah'ın görülemeyeceğini soyleyinceye kadar fukahânm da
başına gelmişti. İşte ben, sen gitmesen de onun huzuruna gidiyorum."
Üstad ona: "Madem ki, Allah senin aklını buna yatırdı, o zaman sen
git" dedi....
Bu gibi durumlarda maslahat
karşısında, cüz'î olarak meydana gelecek mefsedetler ilga edilir ve dikkate
alınmaz. Bunlar, dikkate alınması durumunda küllî olan bir aslı ortadan
kaldıran ya da bozan cüzîlerin bir çeşidi olmaktadır. Bu hususun açıklanması bu
kitabın (Makâsıd) başlarında geçmişti. Bu vesileyle Allah'a hamdederiz. [170]
Yükümlülükler
işlenirken onlardan gözetilen maslahatların amaçlanması karşısında mükellef
için şu üç durum söz konusu olur:
(1)
Fiille, Şârı'in onu
meşru kılmasmdaki maksadından anladığı şeyi amaçlaması. Bunda birproblem
yoktur. Ancak kulluk kastını ihmal etmemesi uygun olur. Çünkü kulların
maslahatları sadece taabbud yolundan gelmektedir. Zira onlar yerinde[171] de
açıklandığı gibi aklî değillerdir. Onlar sadece taabbud kasdma tabidirler.[172] Bu
durumda onun dikkate alınması halinde bu durum, kulluğun gerçekleşmesine daha
çok İmkan verecek, mükellef için o fiilin bir adet gibi işlenmekten daha uzak
bir hal alacaktır. Nice maslahatı anlayan ve bunda da isabet eden kimse vardır
ki, onu emredenin emrinden habersiz kalmıştır. Bu bir gaflettir. Pek çok
hayırların yitirilmesi demektir. Kulluk kastının ihmal edilmemesi halinde ise
durum böyle olmayacaktır.
Sonra göründüğü
kadarıyla, maslahatların münhasırlığım gösteren bir delil bulunmamaktadır.
Olsa da çok azdır. Nasslarla belirlenmiş illetlerin tesbiti konusunda
durulduğu zaman bunların ne kadar az olduğu görülecektir. Zira Şari'in
kelamında mesela: "Bu hük-mü sadece şu hikmetlerden dolayı meşru
kıldım" denilmesi çok enderdir. Münhasırlık sabit olmayınca ya da bazı
yerlerde bidüziyelik arzet-meyecek şekilde sabit olduğuna göre, o
hikmete/maslahata yönelik kasıt bulundurmak, belki de o hükmün meşruluğunda
gözetilmiş bulunan başka bir maksadın düşürülmesi demek olur. Bu durumda da kemalden
uzaklaşilmış olur.
(2)
Vakıf olsun olmasın,
Sari' Teâlâ'nın kasdettiği umulan şeyi amaçlaması. Bu birinciden mükemmeldir.
Ancak belki bunda da taabbud (kulluk icrası) düşüncesi ihmal edilebilir. Çünkü
bu fiilin şu maslahattan dolayı meşru kılındığını bilen ve sonra da onu o
kasıt için işleyen kimse, o fiili maslahata ulaşmak için işlemiş, fakat ilgili
emre uyma düşüncesinden gaflet etmiş olabilir. Dolayısıyla o fiili emir gelmeden
Önce işleyen kimseye benzer. Bu şekilde fiilde bulunan kimsenin fiili bir âdet
sayılır, kulluk icrası ftaabbud) kasdı içermez. Bazen şeytan işe karışır ve bu
fiille Yaratıcıya değil de bir yaratığa yaklaşma veya bir makam ve dünyalık
elde etme ya da daha başka ecir ve sevabı düşüren bir amaç beslemesini sağlar.
Bu gibi durumlarda kişi sadece kendi hazzı için çalışmış olur. Dolayısıyla onun
fiili ve karşılığında alacağı mükâfatı, kulluk (taabbud) kasdı ile işlemiş
bulunan kimsenin fiil ve mükafatının kemaline asla ulaşmaz,
(3)
Maslahatı anlasın
anlamasın sadece emre uymayı (imtisal) amaçlamış olması. Bu ise daha mükemmel
ve daha emin bir yoldur.
Daha mükemmel oluşu
şöyle: Kişi burada kendisini emre uyan bir kul, çağırıya buyur diyen bir köle
yerine koymuştur. Zira sade emirden başka birşeyi dikkate almamıştır. Hem sonra
bu kimse emre uymuş olmakla maslahatın bilgisini herşeyi anahatlarıyla ve bütün
detaylarıyla bilen Allah'a havale etmiş, böylece ameli, bir kısmını ihmalle
sadece bazı maslahatlara münhasır kılmış olmamaktadır. Allah ise o amelden
doğacak her maslahatı bilmektedir. Bu haliyle kişi bazı maslahatlar mülahazası
olmaksızın yapılan çağırıya uymuş olur.
Daha emin oluşuna
gelince, emre uymuş olmak için fiili işleyen kimse, onu kulluk gereği olmak
üzere işlemekte ve hizmetin tam merkezinde durmaktadır. Eğer Allah'tan
başkasına yönelik bir kasıt kendisinde belirecek olursa, kulluk kastı onu geri
çevirecektir. Hatta fiili hiçbir şeye sahip olmayan, hiçbir şeye gücü yetmeyen
sahipli bir köle imiş gibi işlemesi durumunda böyle bir kasıt zaten çoğu kez
doğmayacaktır. Fiili maslahatı elde etmek için işlemesi durumunda ise durum
farklı olacaktır. Çünkü o zaman kendisini, bizzat kendi nefsi için de bir
vasıta olduğu gibi, kullar ile maslahatları arasında bir vasıta görecektir. Bu
durumda belki de kendisine bir pay biçme duygusu doğacaktır.
Hem sonra burada emir ve
yasağın altına girmesi ve sınırlarında durmasının bir gereği olarak kendi hazzı
kendi yönünden yok edilmiş olacaktır: Hazlara ulaşmak için amelde bulunmak bazı
ifsad edici unsurların girmesine bir yoldur. Hazları düşürmek suretiyle amelde
bulunmak ise, onlardan uzak olmaya bir yoldur. Bu bahis Hükümler bölümünde
genişçe ele almyor. Tevfik ancak Allah'tandır.
[173]
Allah haklarında
mükellefin hiçbir şekilde müdahale ve tercih hakkı bulunmamaktadır. Kulun
kendisine ait haklarda ise, tercih hakkı bulunmaktadır.
Allah haklarının, asla
düşmeyeceği, mükellefin arzusuyla herhangi bir ilişkisi bulunmadığı konusunda
deliller pek çoktur. Bunlar içerisinde de en üst seviyede olanı istikradır;
Şeriatta yer alan bütün türleriyle taharet, namaz, zekat, oruç, hac, iyiliği
emretme kötülüğü yasaklama ki en yüce mertebesi cihad[174]olmaktadır,
bunlarla ilgili bulunan keffâret ve diğer muameleler, yeme, içme, giyinme ve
ben- -zeri içerisinde Allah hakkı ya da başka bir kul hakkı bulunduğu sabit
bulunan diğer konuların teker teker ele alınması ve incelenmesi sonucunda
ulaşılan netice Allah hakkı ya da başkasına ait kul hakkı karşısında kişinin
herhangi bir tasarruf yetkisinin bulunmadığını ortaya koymaktadır. Bütün cinâî
hükümlerde de durum aynıdır ve bunlarda da Allah'a ait bir hakkın düşürülmesi
imkanı yoktur. Meselâ bir kimse çıksa da namaz için gerekli olan taharet
şartını hangi çeşidi olursa olsun veya farz olan namazlardan birini veya zekatı
veya orucu veyahut da haccı... düşürmek istese, bu arzusu kursağında kalır;
zira onun böyle bir yetkisi yoktur ve bu gibi yükümlülüklerle eda edip
boynundan düşürmedikçe ebedî olarak muhatap kalır. Aynı şekilde mesela canlı
bir hayvanı boğazlamadan yemeyi kendisine helal kılmak istese, keza Şâri'in
kendisine haram kıldığı şeyi mubah kılmak istese veya velî ya da mehirsiz
nikâhı helal kılmaya çalışsa veya riba ve diğer fâsİd alış-verişleri mubah
kılmak istese veya zina, içki ya da yol kesme gibi had cezalarını düşürmeye
yeltense veya mücerred iddia ile (delil getirmeksizin) başkalarına tazmin ya da
ifa mecburiyeti getirmek istese ve bunlara benzer daha başka tasarruflara
yeltense, bütün bu çabaları boşuna olacak ve yaptıkları bu gibi şeyler sahih
olmayacaktır. Şeriatın bütününde bu son derece açık bulunmaktadır. Dahası bir
hakkın Allah hakkı ile kul hakkı arasında dönmesi durumunda, kulun kendi
hakkını düşürmesi eğer Allah hakkının da düşürülmesine sebep olacaksa, kulun
kendi hakkını dahi düşürmeye yetkisi bulunmamaktadır.
İşte bu noktadan
hareketledir ki, mesela şöyle bir itiraz serdet-mek mümkün değildir: Kişinin
kendi hayatı, bedeni, aklı, malının elinde kalması gibi konular üzerinde hakkı
sabittir. Bu durumda bir başkasını kendi üzerine musallat kılmak suretiyle bu
haklarını düşürdüğü zaman ya bu caizdir denilecek ya da hayır denilecektir.
Eğer hayır diyecek olursanız ki fıkıh da böyle diyor, o zaman bu koymuş olduğunuz
esasa ters düşer; çünkü hakkıdır. Düşürebildiğine göre de, kendi hakkını
düşürmesi konusunda muhayyer olduğu sonucunu gerektirir; fıkıh ise buna
hakkının olmadığına hükmediyor. Eğer evet diyecek olursanız, şeriata muhalefet
etmiş olursunuz. Zira hiçbir kimsenin kendisini öldürme ya da organlardan
birisini veyahut da bir malım itlaf etme yetkisi bulunmamaktadır. Yüce Allah:
"Kendinizi öldürmeyin, şüphesiz ki Allah size merhamet edendir[175]"Mallarınızı
aranızda haksız yollarla yemeyin.[176]buyurmaktadır.
Kendisini öldürenler hakkında korkunç bir cezanın olduğu bildirilmiştir. Akıl
maslahatını bir süre örttüğü için içki haram kılındığına göre, onu tümden
izale etmenin hükmü ne olur dersiniz? Malını savurganca harcayan kimseler
kısıtlılık altına alınmış ve malın ziyan edilmesi Hz. Peygamber'ce
yasaklanmıştır. Bütün bunlar, kul haklarında onun tercih hakkının bulunması
gibi bir sonucun lazım gelmeyeceğini göstermektedir.
Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü nefislerin ihyası,
akılların ve bedenlerin kemali kulların kendi haklarından değil; Allah'ın
kullar üzerindeki haklarından olmaktadır. Bu hususlarda kullara bir tercih
hakkı tanınmaması bunun en büyük delilidir. Bu durumda Yüce Allah kulun
hayatını, bedenini ve yükümlü tutulduğu şeyleri anlaması ve böylece yerine
getirmesi için vasıta olan aklını tamamladıktan sonra, kulun kalkıp da bunları
düşürmeye çalışması sahih olmayacaktır; onun böyle bir yetkisi yoktur.
Ancak, bazen mükellef,
kendi kesb ve esbaba tevessülü bulunmaksızın belaya maruz kalır ve bu yüzden
canı veya aklı ya da bir organı ortadan kalkabilir. Bu gibi yerlerde kul hakkı
katıksız bir hal alır. Zira vuku bulan şey, ortadan kaldırılması imkanı
bulunmayan şeylerdendir. Bu durumda kendisine tecavüzde bulunan kimseyi
cezalandırma hakkında tercih hakkı bulunmaktadır. Çünkü o kişi (mütecaviz )
hakkında tahsil edilebilir bir hak şeklini almıştır. Aynen bir türlü borç gibi.
Bu durumda mağdur hakkını dilerse terkeder. Daha uygun olanı da, küllî üzere
bırakmış olmak için terki olmaktadır. Yüce Allah: "Ama sabredip
bağışlayanın işi, işte bu azmedilmeye değer işlerdendir[177]
"Ama kim affeder ve barışırsa, onun ecri Allah'a aittir"[178] buyurur.
Bunun izahı şöyle: Kısas ve diyet, mağdurun canına ve bedenine ait
maslahatların ortadan kalkması karşılığında bir telafi olmaktadır; çünkü
bunlarda bulunan Allah hakkı ortadan kalkmış ve telafisi imkansız bir hal
almıştır. Fıkhı konularda zikredilen tafsilat üzere tedaviye kalkışılması
vacip olmaması halinde hasta olmayanı hasta etmek, kendinden vacip olmayan
zâlimi uzaklaştırmak gibi konularda olduğu gibi ortadan kaldırılması mümkün
olanlardan meydana gelen şeylerde de durum aynıdır. Mala gelince, o da aynı
tarz üzere carîdir. Çünkü hakkın kul için olduğu belirdiği zaman, onun o
hakkını düşürme yetkisi bulunacaktır. Allah Teâlâ: "Borçlu darda ise, eli
genişle-yinceye kadar ona mühlet verin. Bilmiş olsanız borcu bağışlamanız sizin
için daha hayırlıdır"[179]
buyurmuştur. Ancak kişinin elinde mal olur ve onun üzerinde şer'an mubah
kılınmış bir maksat doğrultusunda olmaksızın bir tasarrufta bulunmak ya da onu
itlaf etmek isterse, buna yetkisi yoktur. Bu kabilden olan diğer hususlarda da
durum aynıdır. Helalin haram, haramın da helal kılınması vb. Allah haklarından
olmaktadır. Çünkü bu yeniden bir teşrî (hüküm koyma), insanları gereği ile
icbar edecek şer'îküllî bir esasın inşası demektir; halbuki onların buna
yetkileri yoktur. Zira birşeyin helal ya da haram kılınmasına esas olan, o
şeyin güzellik ve çirkinliğinin tesbiti, akıl yoluyla olmamaktadır. Bu durumda
yapılan şey, Allah'tan başkası için bir pay bulunmayan bir alanda taşkınlıktan
başka birşey değildir, haddi aşmadır. Bu yüzden, bu gibi konularda hiçbir
kimsenin seçim hakkı bulunmamaktadır.
Soru:Daha önce, her kul hakkına mutlaka Allah hakkının da
bir taalluku bulunduğu ve neticede içerisinde Allah hakkı bulunmayan hiçbir kul
hakkının olmadığı geçmişti. Bu durumda kulun kendisine nisbet edilen hakkını
düşürme yetkisinin bulunmaması gerekir. Bu izahtan sonra kulun tercihine
bırakılmış bulunan hiçbir hak kalmaz. Sonuç olarak dakul hakkı gider ve geriye
sadece bir kısım hak (yani Allah hakkı) kalır.
Cevap: İşte bu tek kısım iki kısma bölünmüş olmaktadır;
çünkü kul hakkı olan şeyin haklığı Şâri'in tanıması sonucu olmuştur; yoksa
esastan kul ona müstahak değildir. Bu husus bu kitapta daha Önce ge- [378] nişçe ele alınmıştı.[180]
İşte bu noktadan hareketledir ki, hem kul hakkından, hem de Allah hakkından
söz etmek mümkün olmuştur.
Sırf Allah hakkı olan[181]
şeylere gelince, kulun onlar karşısında herhangi bir tavır göstermesi sözkonusu
değildir.
Kul haklarına[182]
gelince, kulun bu gibi haklarda Allah'ın kendisine verdiği yetkiye dayanarak
tercih hakkı bulunmaktadır ve bu yetkiyi müstakil olarak kendi iradesinden
almış değildir. Az önce verilen izahlardan, kulun kendisine ait haklarda
kısmen muhayyer kılındığı[183]
ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu konuda helal olmak kaydıyla yiyecek, içecek ve
giyecek türleri[184]
arasında bir tercihte bulunabilmesi; keza ahş-veriş, muamelât, hak davasında
bulunma gibi konularda seçim yapması delil olarak yeterli olmaktadır. Kulun bu
gibi hakları düşürme yetkisi olduğu gibi bunlar karşılığında bir bedel alma,
elinde bulunan şeyler üzerinde eğer tasarrufu alışılmamış tür ve şekilden
değilse herhangi bir kısıtlılığa uğratılmaksızın tasarrufta bulunma hakkı da
bulunmaktadır. Burada bütün mesele, Allah hakkı ile kul hakkı arasını
ayırabilmektedir. Bu hususa bu kitabın üçüncü nev'inin sonunda işaret
edilmişti. Allah'a hamdolsun! [185]
Dış görünüş itibarıyla
caiz ve meşru bir şekilde ya da caiz olmayan bir biçimde, bir hükmün
düşürülmesi ya da başka bir hükme"çev-rilmesi konusunda hileye başvurmanın
hükmü ne olacaktır. Öyle ki o hükmün düşmesi ya da başka bir hükme dönüşmesi
başvurulan bu yol olmasa gerçekleşmeyecekti. Bu durumda kişi amacına bu
yollarla ulaşmak istemektedir. Halbuki, araç olarak kullandığı o şeyin amacı
için meşru kılmmadığım da bilmektedir. Bu durumda hileye başvurma sanki iki
unsur içermektedir: (a) Dış görünüşte fiillerin hükümlerini biribiri ile
değiştirme, (bj Şeriatta belli bir amaç için meşru kılınmış bulunan fiilleri,
o hükümlerin değiştirilmesi için bir araç ve vasıta kılma. Bu durumda acaba
şer'an hileye başvurmak ve onun doğrultusunda amel etmek sahih olur mu? Yoksa
olmaz mı?
Bu üzerinde ciddiyetle
durulması gereken bir konudur. Sahih olup olmadığına geçmeden önce de hilenin
mahiyetini açıklamak gerekecektir:
Şöyle ki: Yüce Allah
bazı şeyleri haram, bazılarını da helal kılmıştır. Bunu ya bir kayıt
olmaksızın ve bir sebebe bağlamaksızm mutlak olarak yapmıştır. Nitekim namazı,
orucu, haccı ve benzerlerini böyle vacip kılmıştır. Zinayı, ribayı, öldürmeyi
ve benzerlerini de yine bu şekilde haram kılmıştır. Bazı şeyleri de sebeplere
bağlayarak vacip ya da haram kılmıştır. Zekatı, keffaretleri, nezre vefayı,
ortak için şufa hakkını vacip kılması; boşanmış kadının, gasbedilmiş ya da
çalınmış mal ile faydalanmanın vb. haram kılınması gibi. Hal böyle iken kişi
kalkar ve kendisine vacip kılman bir hükmün düşürülmesi ya da haram kılınan
birşeyin mubah kılınması için herhangi bir yolla girişimde bulunur ve bunun
neticesinde de zahir itibarıyla kendisine vacip olan şey vaciplikten çıkar ya
da haram olan şey şeklen helal hale dönüşür.İşte böylesine bir girişime
"hile" ya da "tahayyül" adı verilmektedir. Örnekler: Mukim
halde iken namaz vakti giren bir kimse üzerine dört rekat namaz kılması vacip
olur. Kişi bu namazın tamamını kendisinden düşürmek için şarap ya da uyku
ilacı içer; böylece baygın gibi aklı başında yok iken namaz vakti çıkmış olur.
Ya da dört rekatli namazı kısaltmak ister ve bunun için yolculuğa çıkar. Aynı
şekilde Ramazan ayına yetişen bir kimse, orucu tutmamak için yolculuğa çıkar.
Hacca gitmeye gücü yetecek kadar malı olan bir kimse, üzerindeki hac görevini
düşürmek amacıyla elinde bulunan malını bir başkasına hibe eder ya da herhangi
bir yolla elinden çıkarır. Başka birisine ait cariye ile cinsî ilişkide
bulunmayı arzu eder ve onu gasbeder. Adam da cariye öldü zanneder ve ona
cariyenin kıymetini Öder ve böylece cariye ile cinsî ilişkiye girer,. Yahut bir
kimse, bakire bir kızı kendi rızasıyla nikahladığına dair yalancı şahitler
dinletir ve hakim de şahitlere dayanarak o doğrultuda hükmeder ve böylece o
kızla cinsî ilişkide bulunur. Peşin vereceği on dirhemkarşıhğında belli bir
süre sonra yirmi dirhem almak ister ve buna şöyle bir kılıf bulur: Meselâ bir
elbiseyi peşin ola-rakon dirheme satın alır. Sonra aynı elbiseyi almış olduğu
satıcıya yirmi dirhem karşılığında veresiye olarak satar. Falanı öldürmek
ister ve onun gideceği yola onun Ölümüne neden olacakmesela mızrak dikmek ya da
kuyu kazmak gibi bir sebep hazırlar. Zekat yükümlülüğünden kaçmak ister ve
bunun için elindeki malı bir başkasına hibe eder veya malı itlaf eder ya da nisap miktarına ulaşmaması
için ayrı olan malları toplar ya da birleşik olanları ayırır.[186]
Haramların helal kılınması ve vacibin düşürülmesi konusundaki diğer örnekler de
bu şekildedir. Aynı şey helalin haram kılınması konusunda da geçerlidir.
Meselâkadm, kocasına ait bulunan cariyenin ya da kumasının ona haram olmasını
ister ve bunu temin için onları emzirir, Şer'an sabit olmayan bir hak is-batı
için yapılan hileler de aynıdır: Meselâ, vârise vasiyet yasağını delmek için,
ona karşı borç ikrarında bulunur ve böylece maksadına ulaşmak ister.
Bütün bu ve benzeri tasarruflar,
şer'an sabit bulunan hükümleri, dış görünüşü itibarıyla sahih, esas itibarıyla
ise batıl olan bir fiili (kılıf) araç olarak kullanmak suretiyle başka hükümler
haline dönüştürme çabalarıdır (hile 1. Bunların teklîfî ya da vazî hükümlerden
olması arasında bir fark bulunmamaktadır. [187]
Bu anlatılan şekliyle
hileler genelde[188]
meşru değildir. Kitap ve sünnette bunu ortaya koyacak deliller sayılamayacak
kadar çoktur. Ancak bunlar özel hallerle ilgilidir. Bununla birlikte bu
delillerin tümü birden değerlendirildiği zaman hilenin seran menedildiği ve
dinde yasak olduğu kesin olarak ortaya çıkar: Bunlardan bir kısmını burada
arzedeceğiz:
Kitaptan deliller:
Münafıkların özellikleriyle ilgili bulunan âyetler; "İnsanlardan
inanmadıkları halde 'Allah'a ve âhiretgününe inandık' diyenler vardır. Banlar
Allah'ı ve inananları aldatmaya çalışırlar, oysa sadece kendilerini aldatırlar
da farkında değillerdir,[189]Bu
ve devam eden âyetlerde Yüce Allah onları yermiş, şiddetli azapla tehdit
etmiş, onları rezil rüsvay eylemiştir. Onların yaptıkları aslında şundan
ibaretti: Kanlarını ve mallarını korumak için dilleriyle müslüman olduklarını
söylüyorlar; şehadet kelimesiyle bizzat Sâri' tarafından gözetilen gönüllü ve
kalbî tasdikle onun gereği altına girme kasdını asla bulundurmuyorlardı.[190]Bu
yüzden de onlar cehennemin en alt tabakasında bulunacaklardı. Onların Allah'ı
ve inananları aldatmaya çalıştıkları belirtilmiştir. Onlar bu yaptıkları ile,
kendilerinin sadece bir istihzada bulunduklarını[191]
söylemekte idiler. Onlar Kur'ân'da şiddetle korkutulmuşiardır; çünkü bu
halleriyle onlar Allah'ın dinini kendi hasis arzularına alet ediyorlardı.
Yüce Allah amellerini
gösteriş için işleyenler hakkında şöyle buyurur: "Ey inananlar! Allah'a
ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarfeden kimse gibi
sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle.boşa çıkarmayın, Onundurumu, üzerinde
toprak bulunan kayanın durumu, gibidir, üzerine bol yağmur yağdığında onu
cascavlak bırakır. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkar
eden kimseleri doğru yola eriştirmez[192]
"Mallarını insanlara gösteriş için sarfedip, Allah'a ve âhiret gününe
inanmayanları da Allah sevmez" [193]"Doğrusu
münafıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Oysa O, onlara aldatmanın ne olduğunu
gösterecektir. Onlar namaza tembel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş
yaparlar, ne onlarla ne de bunlarla olur, ikisi arasında bocalayarak Allah'ı
pek az anarlar. Allah'ın saptırdığı kimseye yol bulamayacaksın."[194]Yüce
Allah onların bu tavırlarını yermiş ve onları azapla korkutmuştur. Çünkü bunlar
dünyevî amaçlardan dolayı tâat izharında bulunmuşlardır.Yüce Allah bahçe
sahipleri hakkında da şöyle buyurur: "Biz bunları, vaktiyle bahçe
sahiplerini denediğimiz gibi denedik. Sahipleri daha sabah olmadan bahçeyi
devşireceklerine bir istisna payı bırakmaksızın yemin etmişlerdi. Ama onlar
daha uykudayken Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti
de bahçe kapkara kesilmişti.[195]Bunlar
yoksulların haklarını vermemek için bahçeyi normal vaktinden önce onların
gelmeyeceği bir saatte[196]
devşirmeyi kararlaştırınca, Yüce Allah da onların bahçelerini helak etmek suretiyle
kendilerine azap etmişti.
Bir başka âyette de:
"İçinizden cumartesi günü azgınlık edenleri elbette biliyorsunuz...."[197]
buyrulmaktadır. Çünkü bunlar (İsrailoğul-ları) avlanmak yasak olan cumartesi
gününde bolca gelen balıklan özel havuzlara alıyorlar ve sadece havuzun ağzını
kapatıyorlar, ertesi gün de yakalıyorlardı.
xxx Bir başka âyette: "Kadınları
boşadığınızda, müddetleri sona ererken, onları güzellikle tutun, ya da
güzellikle bırakın. Böyle yapan şüphesiz kendisine yazık etmiş olur. Allah'ın
âyetlerini de alaya almayın" [198]
buyrulur. Bu âyet şöyle tefsir edilmiştir: Koca karısına zarar vermek amacıyla
onu boşar. Kadın iddetini beklemeye başlar, sonuna doğru koca müracaat eder ve
ikinci kez tekrar boşar, kadın yemden id-det beklemeye başlar ve sonuna doğru
yaklaştığında koca tekrar müracaatta bulunur ve tekrar boşar. Onun bu
müracaatlarında kadına zarar vermekten başka bir amacı bulunmaz. İşte böyle bir
davranışı Yüce Allah haram kılmış ve bu davranışı Allah'ın ây etleriyle alay
etme olarak nitelemiştir.
''Boşanan kadınlar
kendi kendilerine Üç aybaşı hali beklerler, eğer Allah'a ve âhiret gününe
inanmışlarsa rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helal
değildir. Kocaları bu arada barışmak isterlerse karılarını geri almakta daha
çok hak sahibidirler.... Boşanma iki defadır...."[199]
Boşama İslâmın ilk yıllarında belli bir sayı ile sınırlanmış değildi. Koca
boşadığı karısını iddeti bitmeden Önce tekrar dönmek suretiyle nikahı altına
geri alıyor, sonra yine boşuyor-du, sonra tekrar müracaat ediyor ve yine
boşuyor; böylece karısına zarar vermeyi amaçlıyordu. Bunun üzerine
"Boşanma iki defadır" âyeti gelmiştir. Onunla birlikte
"Kadınlara verdiklerinizden birşey almanız size helal değildir"
âyeti de inmiştir. Bu da karıya işkence edip böylece onu fidye karşılığında
kendi nefsini kurtarması gibi bir yola mecbur etme niyetinde bulunan kimselere
karşı bir uyarı olarak inmiştir.
Bütün bu yasak
davranışlar, hükmün kendi amacı doğrultusunda kullanılmadığı ve başka amaçlara
ulaştırması için kullanıldığa hilelerdir. Yüce Allah şöyle buyurur:
"(Mirasta) edilen vasiyetten veya borçtan arta kalan, zarara
uğratılmaksızın (hak sahipleri arasında paylaştırılır).[200]
Yani meselâ üçte birden fazla vasiyette bulunmak veya bazı mirasçıları mahrum
bırakmak için diğer bazılarına vasiyette bulunmak suretiyle vârisler zarara
uğratılmaksızm demektir. Bir başka âyette de: 'yetimleri evlenme çağı gelinceye
kadar deneyin. Onlarda olgunlaşma görürseniz mallarını kendilerine verin;
büyüyecekler de geri alacaklar diye onları israf ederek ve tez elden yemeyin[201]
buyrulur. Yine bir başka âyette: "Onlara verdiğinizin bir kısmını alıp
götürmeniz için onları sıkıştırmayın"[202]buyrulmaktadır.
Bu anlamda daha başka âyetler de bulunmaktadır.
Hadislerden deliller:
"Zekat (artar veya eksilir) korkusuyla müteferrik zekat malı bir araya toplanmaz;
toplu olanların arası da ayrılmaz.[203] Bu
hadis, zekat yükümlülüğünü düşürmek ya da azaltmak için başvurulan hileleri
yasaklamaktadır. "Yahudi ve hıristiyanların irtikap ettikleri şeyleri
işlemeyin: Onlar Allah'ın haram kıldığı şeyleri en âdi hilelerle helal kılmaya
çalışmışlardır[204]"Kim
iki at arasına geçeceğinden emin olduğu bir atı katar (ve yarıştırırsa), o
kumardır[205] "Allah yahudîleri
kahretsin! Onlara içyağlan haram kılınmıştı. Onlar bunu yordular (tevil
ettiler) ve onu sattılar ve parasını yediler"[206]
"Muhakkak ki ümmetimden bir kısım insanlar başka adlar koyarak şarabı
içeceklerdir.[207] Onların başlarında
çalgılar çalınacak ve şarkıcılar şarkı söyleceklerdir. Allah onları yerin
dibine batıracak; onlardan bir kısmını maymunlara ve hınzırlara çevirecektir.[208] Bu
söz İbn Abbas üzerine mevkuf olarak rivayet edildiği gibi merfû olarak da
rivayet edilmiştir. "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki o zamanda
beş şey ile beş şey helal kılınmak istenir: Verdikleri çeşitli isimlerle
içkiyi; hediye adı altında haramı (rüşvet gibi); korku (meşru müdafaa) adı
altında öldürmeyi; nikah adı altında zinayı, bey (alışveriş) adı altında
ribayı helal kılmak isterler"[209]
'İnsanlar dinar ve dirhemlerle cimrilik yapmaya başlayıp Örtülü riba
muamelelerinde (îyne satışları, buyûu'l-âcâl) bulunduklarında; öküzün kuyruğuna
yapışıp Allah yolunda cihadı bıraktıklarında Allah onların başına öyle bir bela
indû'ir ki, dinlerine tekrar dönmedikçe o bela kaldırılmaz"[210]
"Allah hülle yapana da yaptırana da lanet etsin[211]
"Allah rüşvet alana da rüşvet verene de lanet etsin.[212]Hz.
Peygamber [ aki«îdsm" 1 borçlunun hediye vermesini yasaklamış ve şöyle
buyurmuştur: "Sizden biriniz ödünç para verdiğinde, borçlu kendisine bir
kediye verir yahut biniti üzerine bindirmek isterse ona binmesin ve o hediyeyi
kabul etmesin, Ancak borç ilişkisinden önce aralarında bu tür muameleler normal
olarak oluyor idiyse o bundan müstesnadır[213]
"Katil vâris olamaz" [214]
buyurmuş ve devlet yöneticilerine, tahsildarlara verilen hediyeleri zimmete
geçirilen haksız kazanç fgulûl) kabul etmiştir.[215]
Borç ya da ek bir menfaat (selef) karşılığında yapılan satış akdini
yasaklamıştır.[216]Hz.
Âişe: "Git, Zeyd b. Erkam'a söyle: Şüphesiz
kio,eğertevbeetmezseRasûlullah ile yapmış olduğu cihadını iptal etmiştir"[217]demiş,
riba anlamına gelen satış muamelesine tepkisini göstermiştir. Bu anlamda pek
çok hadis bulunmaktadır ve bunların hepsi de açıkça hükmü tersyüz etme amacı
taşıyan hilelerin caiz olmadığını göstermektedir.""
Sahabe ve tabiîn dönemlerinde
ümmetin tamamı da bu doğrultuda düşünmekte idiler. [218]
Hükümlerin maslahatlar
için konulmuş olduğu sabit olduğuna göre, amellerin değerlendirilmesi maslahat
prensibi ile yapılacaktır. Çünkü daha önce de geçtiği gibi Şâri'in amellerde
gözetmiş olduğu şey, maslahatlar olmaktadır. Durum, zahirde ve batında asıl
meşruiyet üzere olduğu zaman herhangi bir problem bulunmayacak-
tır, Eğer dış görünüş
itibarıyla uygun olur fakat maslahat bulunmazsa, o takdirde fiil sahih ve
meşru değildir. Çünkü şer'î ameller, bir fiil oldukları için değil,1 aksine o
fiillerin taşıdıkları anlamlar için amaçlanmışlardır. Bu anlamlar ise
fiillerin meşruiyet sebebi olan maslahatlardır. Bu gibi fiillerin aslî
meşruiyet doğrultusunda işlenmemesi durumunda, onların meşruluklarından söz
edilemeyecektir.
Meselâ, biz biliyoruz
ki kelime-i şehâdet getirmek, namaz ve diğer ibadetleri yerine getirmek sadece
Allah'a yaklaşmak, O'na dönmek, O'nu tazim ve saygı ile birlemek, tâat ve
boyun eğme konusunda dış organlarının da kalbi ile uyum içerisinde olmasını
temin etmek içindir. Eğer bu ibadetlerden herhangi birisini, dünya çıkarlarına
âlet etmek için yerine getirirse, onun meşruiyetle ilgisi olmayacaktır. İmana
girme amacı olmaksızın sadece canını ve malını korumak için kelime-i şehâdet
getirmek, insanların övgüsünü kazanmak veya dünyevî bir makam elde etmek
amacıyla (riya) namaz kılmak gibi. Çünkü bu tür gerçekleştirilen amellerde,
meşruiyet amacı olan maslahat meydana gelmemiştir; aksine bu gibi fiillerde
gözetilen şey meşruiyet amacı olan maslahatın zıddı (mefsedet) olmaktadır.
Buna göre meselâ zekat
hakkında şöyle deriz: Zekatın meşruiyet amacı cimrilik duygusunun kaldırılması,
yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi, helake maruz kalan nefislerin ihyası
olmaktadır. Durum böyle iken, bir kimse zekat yükümlülüğünden kaçmak için
malını bir başka şahısa hibe etse ve daha sonra hibe ettiği parayı Öbür sene
içerisinde yahut da daha önce tekrar geri alsa, bu davranış insanda bulunan
cimrilik duygusunu daha da artıracak ve güçlendirecek, yoksulların
ihtiyaçlarının giderilmesi maslahatını ortadan kaldıracak bir davranış
olacaktır. Böyle bir hibenin, Şâri'ce mendup kabul edilen gerçek hibe ile bir
ilgisi olmadığı da bilinen bir husustur. Çünkü gerçek hibe, hibede bulunan
kimsenin ihtiyaçlarının giderilmesini, ona iyilikte bulunulmasını, zengin
olsun fakir olsun içinde bulunduğu durumun daha da rahatlatılması anlamı taşır
ve o kimsenin sevgisinin kazanılmasim, onunla aradaki bağların pekiştirilmesini
amaçlar. Burada sözü edilen hibe ise, bunun tam zıddı özelliktedir. Eğer
hakikaten gerçek temlik anlamı taşıyan bir hibe şeklinde yapılmış olsaydı, o
zaman yardım ve rahatlatma maslahatına uygun olurdu; insanda bulunan cimrilik
duygusunun ortadan kaldırılması amacına hizmet ederdi ve bunun sonucu olarak da
zekat yükümlülüğünden kaçma anlamına gelmezdi[219]
Dikkat edecek olursak,
fiilde gözetilen meşru kasıt, şer'î olan başka bir kasdi ortadan
kaldırmamaktadır. Serî olmayan kasıtlar ise, şer'î kasdı ortadan
kaldırmaktadır.
Bir Örnek verelim:
Kadının kocasına fidye vermesinin meşru kılınması, hanımlık görevininin yerine
getirilmesi konusundaki Allah'ın koymuş olduğu hukuku gözetememe korkusundan
dolayıdır. Böyle bir durumda kadının harama düşme korkusuyla gönüllü olarak
kocasından kendisini fidye karşılığında satın alması mubah kılınmıştır. Böyle
bir kadın, kocası ile kendi arasındaki kötü durumun düzeltilmesi için fîdye
vermektedir ve bu kocanın kadını güzellikle salıvermesi ile olacaktır. Bu
şer!î bir maksatttır; maslahata uygundur ve böyle bir davranıştahemen ya da zaman
içerisinde ortaya çıkacak bir mefse-det de bulunmamaktadır. Hal böyle iken koca
karısına kasıtlı olarak kötü davranır ve onu kendisine fidye vererek ayrılmaya
icbar ederse, bu hareketiyle kocagücü dahilinde olduğu halde[220]
sebepsiz olarakha-nımına zarar verdiği için meşru olmayan bir davranışta
bulunmuş olur. Zirakocanmeğerhakikatenkarısından ayrılmasına ihtiyacı varsa,
elinde karısına zarar vermeden ayrılma imkanı (talak hakkı) bulunmaktadır. Bu
durumda kadının fidye vererek ayrılık yoluna (huP) başvurması, güzellikle
salıverme olmayacak, bu iş aralanndakarı-ko-ca hukukunu yerine getirememe
korkusundan da olmayacaktır. Çünkü bu zorunlu bir fidye haline dönüşmüştür.
Kadın hakkında çaresiz kalması ve kendisini maruz kaldığı zarardan kurtarması
sebebiyle her ne kadar caiz halini almışsa da, koca için caiz değildir; çünkü o
bu tasarrufu meşru olmayan bir biçimde gerçekleştirmiştir.
Aynı şekilde diyoruz
ki: Şüphesiz şer'î hükümler genel anlamda küllî bir maslahat; özel anlamda da
her bir meselede cüz'î bir maslahat içerirler. Cüz'î olan maslahat, ilgili
delillerin özel olarak o meselede gözetildiğini bildirdiği hikmetler
olmaktadır. Küllî maslahat ise şudur: Mükellef bütün davranışlarında,
sözlerinde ve inançlarında şeriatın koymuş olduğu belli bir kanun altında olmak
durumundadır. Onun başıboş bir hayvan gibi arzu ve heveslerine tâbi biri
olmaması; şeriatın boyunduruğu altına girmesidir. Bu nokta daha önce izah
edilmişti. Bu durumda mükellef, karşısına çıkan her bir zor meselede çeşitli
mezheplerde ileri sürülen hileleri araştırır, arzu ve heveslerine uygun düşen
görüşlere tâbi olursa; bu haliyle o boynundan takva imleğini çıkarıp atmış
olur ve bu haliyle o arzu ve heveslerine tabi olmaya devam etmiş, Şâri'in
tahkim ettiğini bozmuş, öne aldığını da arkaya atmış olur. Bunun örnekleri
çoktur.
Fasıl:
Durum böyle olunca,
şeriatta yerilen, bâtıl olduğu belirtilen ve yasaklanan hileler, şer'î bir
esası ortadan kaldıran ve şer'î bir masla-~ hatla ters düşen hileler
olmaktadır. Eğer, şer°î bii' esası orta dair kaldırmayan, şeriatın dikkate
alındığını bildirdiği bir maslahata t düşmeyen bir hilenin varlığı farzedilecek
olursa, o şer'î yasak kan ^ mına girmeyecek ve bâtıl da olmayacaktır. Kısaca
işin esası hileler' üç kısım olduğu noktasında düğümlüdür:
(1) Bâtıl olduğunda ihtilaf bulunmayan hileler:
Münafıkların v mürâîlerin hileleri gibi,
(2) Câizliği konusunda ihtilaf bulunmayan hileler: Zor
altında küfür kelimesini söylemek gibi. Kişinin gereğine itikat etmeksizin
aslîkasitile küfür kelimesi söyleyerek kanını korumak için böyle bir çareye
(hile) başvurması ile yine aynı şekilde aslî kasıtla kanını korumak için
kelime-i tevhid okuması arasında fark yoktur.[221]
Ancak bunun[222] hakkında izin vardır;
çünkü bu bir dünyevî maslahattır ve ne dünyada ne de âhirette olmak üzere asla
bir mefsedet de içermemektedir. Birincisi ise öyle değildir. Çünkü o şer'an
izin verilmiş bir davranış değildir. Zira o mutlak anlamda uhrevî bir mefsedet
olmaktadır.[223]Dünyevî maslahat ya da
mefsedetlerle, uhrevî maslahat ya da mefsedetler karşı karşıya geldiği zaman
uhrevî olan maslahat ya da mefsedetler ittifakla öncelikli olarak dikkate
alınırlar. Zira uhrevî maslahatları ihlal eden dünyevî bir maslahatın dikkate
alınması sahih değildir. Bilindiği gibi, uhrevî maslahatları ihlal eden
birşey, Şâri'in amaçladığı şeye uygun olmayacak ve dolayısıyla bâtıl olacaktır.
İşte bu noktadan hareketledir ki, münafıklığın ve münafıkların yerilmesi
hakkında bilinen nasslar gelmiştir. Aynı doğrultuda olan şeylerde de durum aynıdır.
Her iki kısım dakatiyet mertebesine[224]
ulaşmış bulunmaktadır.
(3) Üçüncü kısım ise kapalılık ve dolayısıyla problem
arzetmek-tedir. Bu kısım hakkında, düşünürler farklı yaklaşımlarda
bulunmuşlardır. Çünkü bu kısımdan olan hilelerin, birinci kısma ya da ikinci
kısma katılacağı konusu açık bir delil ile ortaya çıkmış değildir. Keza bu tür
hilelerde Şâri'ce maksûd bulunduğunu gösterecek şer'î bir amacın bulunup
bulunmadığı da ortaya çıkmamıştır. Yine meselede ortaya konulduğu şekliyle bu
tür hilelerin, şeriatın amacı olan. Maslahatlara muhalif olduğu da sabit
olmamıştır. İşte bundan dolayı bu kısım hileler üzerinde farklı yaklaşımlar
söz konusu olmuştur; Bunlardan bir kısmı, bu tür hilelerin şer'î maslahata
muhalif olmadığını dolayısıyla caiz olduğunu; bir diğer kısım da bunun aksini
yani bu tür hilelerin de yasak bulunduğunu ifade etmişlerdir. Bazı meselelerde
başvurulan hileleri caiz gören kimselerin, aslında bu tür hilelerin Şâri'in
kasdına muhalefet olduğunu kabul ettiklerini söylemek asla doğru değildir.
Aksine bu kimseler görüşlerini, Şâri'in kasdımn araştırılması ve o meselenin
Şâri'in amacı doğultusunda olduğu bilinen ve caiz olan birinci ki sim
hilelerden sayıldığı düşüncesi üzerine kurmaktadırlar. Çünkü kesin ya da zan
ölçüsünde bir bilgi ile açıktan Allah'a karşı tavır almak, değil hidayet
Önderleri ve din imamları, sıradan bir müslümanm dahi yapamayacağı bir
davranıştır. Öbür taraftan bu tür hilelerin haramlığı görüşünde olanlar da,
görüşlerini bu tür hilelerin Şâri'in kasdına muhalif olduğu, hükümlerde
gözetilen maslahatlara ters düştüğü esası üzerine dayandırmışlardır. Bu türden
olan hilelerin sahih olup olmadıklarının ortaya çıkabilmesi için bazı
örneklerle açıklamada bulunmaya ihtiyaç vardır. Tevfik Allah'tandır:
(a) Hülle nikahı: Hülle nikahı, üç talakla boşanan
karının ilk kocasına helal olmasını sağlamak amacıyla başvurulan bir hile
ol- . maktadır ve bu nikah zahirde Yüce
Allah'ın: "Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka birisiyle evlenmedikçe
bir daha kendisine helal olmaz"[225] buyruğuna
uygun düşmektedir. Hülle nikahında bulunan kimse, boşanmış kadını nikahlamış;
dolayısıyla ikincinin boşamasından sonra birinci kocasına dönmesi şeriata
uygun hal almıştır. Şâri'in nassları, şer'î maksatların en iyi anlaşıldığı
yerlerdir. Hz. Peygamberin "Kadın erkeğin, erkek de kadının balcağızından
tat-madıkça hayır![226]
buyruğu da, ikinci nikahtan maksadın balcağız-dan tatma (cinsî ilişki) olduğu
konusunda açık (zahir) bir nasstır. Aranan bu şart da hülle nikahında
gerçekleşmiştir. Eğer erkeğin hülle niyeti, bu nikahın fesadı konusunda etkin
olsaydı, o zaman Hz. Peygam-ber'in bunu belirtmesi gerekirdi. Bunun bir hile
(çare) olması da onun fesadını gerektirmez; zira o zaman her çarenin batıl
olması gibi bir netice lazım gelir ve zor altında küfür kelimesi söylemek gibi
caiz olduğunda ittifak edilen birinci kısımdan olan hilelerin de fasit olması
gibi bir netice lazım gelirdi.
Aynı şekilde işin
maslahat yönünü ele aldığın zaman da durum aynıdır. Böyle bir nikahın içerdiği
maslahat açıktır. Çünkü böyle bir nikah, birbiri ile bir araya gelme imkanı
kalmayan iki eşin arasını bulma anlamı .taşımaktadır. Zira bu sahih bir
şekilde aralarının bulunması için başvurulmuş bir sebep olmaktadır. Hem nikah,
sonsuza kadar beraberlik kasdının bulunması gibi bir şartı gerektirmez. Çünkü
böyle bir şart, insanların sıkboğaz edilmeleri anlamına gelir ve asla şeriatla
bağdaşmaz. Zaten talak da o yüzden meşru kılınmamış mıdır? Sonsuza dek beraberlik
şartı ile yapılan evlilik hıristiyan evliliği gibi birşeyolur. Âlimler,
nikahlanılan kadınla beraber kalma kasdı olmaksızın sadece yemini yerine
getirmiş olmak amacıyla yapılan nikahlara cevaz vermişlerdir. Keza gurbet ilde
bulunan bir yolcunun, orada bulunduğu süre içerisinde ihtiyacını gidermekten
başka amacı bulunmasa bile, evlenmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Başka
benzer örnekler de vardır.
Sonra, külîî bir
kaidenin bir maslahat dolayısıyla konulması durumunda, bundan teker teker her
bir cüz'îde o maslahatın aynen bulunması gibi bir sonuç lâzım gelmez. Nitekim
bu konu daha önce geçmişti. Meselâ, İmam Mâlik'in görüşüne göre yemini çözmüş
olmak için yapılan nikahta; "Eğer falanca kadınla evlenirsem, o boş olsun!"
diyen kimsenin nikahında, keza yolcunun nikahında vb.olduğu gibi.
Burada, hileye
başvurmanın caiz olduğu görüşünde olan kimselerin delil olarak kullandıkları
şeylerin bir kısmını arzetmiş olduk. Yasaklığına dair delillerin izahına
gelince, onlar daha da açık bulunmaktadır. Bu yüzden burada onları uzun
uzadıya zikretmeyeceğiz. Bu izahlar içerisinde en güzeli, Abdulvahhâb'ın Risale
şerhinde zikretmiş olduğu açıklamalardır. Oraya bakılsın.
(b) Büyûu'l-âcâl (îyne ya da örtülü riba satışları) [227]* Bu
tür
muamelelerde yapılan
şey, sonuçta peşin bir dirhemin, veresiye iki dirheme satılmasıdır. Ancak bu
her biri haddizatında meşru bulunan iki akit ile gerçekleşmektedir. Her ne
kadar birinci ikinci için bir zerîa (kapı, vasıta) ise de ikinci mani değildir.
Sari', belli şekiller üzere maslahatların temini, mefsedetlerin defi yoluyla
yararlanmamızı mubah kılmıştır. Bu durumda mükellefin o şekilleri araştırması
(tasarrufu) zedeleyici bir durum değildir. Eğer öyle olsaydı, bütün şer'î
yönlerde zedeleyici olurdu. Birinci akdin, kişi için bir amaç olmadığı, onun
asıl amacının ikinci akit olduğu varsayıldığında, birinci akit vesileler mesabesine
düşecektir. Vesileler de vesile olmaları
açısından seran amaçlanmış olan şeylerdir. Birinci akit de onlardandır. Vesile
olmaları açısından bu durum onlar için caiz olduğuna göre, aynı şey konumuzda
da caiz olmalıdır. Eğer konumuzda caiz olmayacaksa, aynı caiz olmama hükmü
mutlak olarak diğer vesilelerde de sözkonusu olacaktır. Ancak onlar bir delil
olmadıkça mutlak surette men edilmiş değillerdir. O zaman burada da delil
olmaksızın yasaklama.yönüne gidilmeyecektir.
Dahası konumuzla
ilgili tevessülün sıhhatini ve onlara yönelik Şâri'in kasdımn bulunduğunu
gösteren deliller vardır: Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Katkılı (adi)
hurmayı para ile sat, sonra o parayla da iyi hurma al"[228]
Katkılı hurmanın para karşılığında satılmasından maksat, katkılı hurmaya
karşılık iyi cins hurma elde etme amacına ulaşmaktır. Ancak bu mubah yolla
olmaktır. Bu sonuca bir âkidle iki âkid arasında ulaşmak arasında bir fark yoktur.[229]Zira
Hz, Peygamber hadislerinde bunu belirtmemişlerdir.
Caiz olmadığı görüşü
taraftarların 'Bu konu sedd-i zerîa kaidesi üzerine kurulmuştur' sözü, burada
bir anlam ifade etmez. Çünkü zerâi' (kapılar, vasıtalar, yollar) üç kısımdır.
(1) İttifakla önüne geçilen zerîalar (vasıtalar): Tepki
olarak Allah'a sövülmesine neden olacağını bile bile putlara sövmek gibi, yine
tepki ojarak kendi ana-baba sına sövdüreceğini bile bile bir başkasının
ana-babasma sövmek gibi. Çünkü bu, hadiste kişinin bizzat kendi ana-babasına
sövmesi sayılmıştır. Gelip geçenlerin düşeceğini bile bile yol üzerinde
çukurlar açmak; insanların yiyeceği bilinen yiyecek ve içecek maddelerine zehir
katmak örnekleri de bu kısımdandır.
(2) İttifakla önüne geçilmeyen zerîalar (vasıtalar): Mesela
İnsan kendi yiyeceği
karşılığında daha kaliteli ya da daha aşağı derecede olanını almak ister.
Kendi malını satar, aldığı para ile amacına ulaşmak ister. Hatta diğer ticaret
yolları da böyledir. Kişinin mubah olan ticarî maksadı, daha çok para kazanmak
için parasını mala yatırmak şeklinde kendisini gösteren bir çareden (hile)
başka bir şey değildir.
(3) Üzerinde ihtilaf edilen zerîalar (vasıtalar): Şu anda üzerinde bulunduğumuz konu bu
kısımdandır ve henüz onun hükmü konusunda bir sonuca varabilmiş değiliz. Hâlâ
tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
Bunlar, mesele ile
ilgili hileye başvurmanın caizliğine dair delil bulma çabaları hakkında
söylenebilecek birtakım sözlerdir. Diğer tarafın delilleri ise gayet açık ve
yaygın olarak bilinmektedir, İlgili yerlere bakılmalıdır. Bizim burada bu izaha
yer vermemizin sebebi konuyla ilgili olanların kitaplarından yararlanma
imkanının azlığıdır. Zira Hanefî
kitapları bizim Mağrip[230]
ülkelerinde sanki hiç yok gibidir, Şafiî ve diğer mezheplere ait kitaplar da
öyledir. Halbuki tek bir mezhep doğrultusunda delil getirme alışkanlığı bazen
öğrencinin kendi mezhebinden başka diğer mezhepleri onların kaynaklarına vakıf
olmadan inkar etmesine ve onlara karşı tepki göstermesine sebeb olur. Bu da
bütün insanların, faziletleri ve dinde üstün yerleri bulunduğuna, Şâri'in
maksatlarını ve amaçlarını kavramada büyük maharet sahibi olduklarına dair
görüş birliği ettikleri imamlar hakkında kötü düşüncelerin doğmasına sebep
olur. Hatta bu sonuç çoğu kere doğmuştur da. Burada konu ile ilgili bu iki
misalle yetinelim Bunlar hiyel konusunda kendisini gösteren en meşhur
meselelerdir. Diğer meseleler de bunlara kıyas edilir.
Fasıl:
Bu kısım gerçekten pek
çok meseleleri kapsar. Geçen bahisler içerisinde açıklanan meseleler üzerine
tefrî edilerek (ayrıntıya inerek) belirtilen örnekler çok olmuştur. İleride bu
kısımdan tefrî yoluyla ortaya çıkan başka meseleler de gelecektir. Ancak
burada, Makâsıd bölümünün iyice açıklık kazanmasını ve bölümden gözetilen
amacın tamamlanmasını sağlayacak bir sonuç bölümü (hatime) eklemek gerekmektedir.
Çünkü şöyle bir soru
yöneltilebilecektir: Geçen meselelerde verilen hususlar, hep Şâri'in maksadını
bilme esası üzerine oturtulmaktadır. Peki, Şâri'in maksadı olan birşey, O'nun
maksadı olmayan şeyden nasıl ayırd edilecektir?
Cevap: Konuyu aklen ele aldığımız zaman konu üzerinde yapılacak
değerlendirmenin üç görüş şeklinde belireceği görülecektir:
(a)
Birinci görüş olarak
şöyle denilecektir: 'Şâri'in maksadı, onu bildiren bir delil gelinceye kadar
bizim bilgi alanımızın dışındadır. Bu da istikranın gerektirdiği fakat lügavî
konuluşları (vaz'} İtibarıyla lafızların gerektirmediği mânâların (illetler)
araştırılmasından ârî[231]bir
şekilde tamamen açık ve sözlü bir şekilde olacaktır. Bu görüş ya yükümlülükler
konulurken kullara ait maslahatlar asla dikkate alınmamıştır, görüşünün ya da
maslahatları gözetmenin vacip olmadığı görüşünün bir Ürünü olacaktır.
Maslahatları gözetme bazı konularda vuku bulsa bile, onun izahı bizce tam
olarak bilinmemekte ya da asla bilinmeyecek şekildedir.[232] Bu
konuda daha da ileri gidilir ve kıyasın caiz olmadığı sonucuna ulaşılır. Reyin
ve kıyasın yerilmesi doğrultusunda gelen nasslar da bu görüşü destekler. Bu
görüşün özeti, nassla-rın mutlak surette zahirine hamledilmesi şeklindedir ve
bu görüş Zahirîlere aittir. Bunlar Şâri'in maksatları konusunda elde edilebilecek
bilgiyi, sadece şer'î delillerin zahir ve nasslarına münhasır kılarlar.
İnşallah konuya ileride kıyas bahsinde tekrar temas edilecektir. Mutlak surette
bu görüşü benimseme, aşırı bir uçta yer almak olmaktadır ve şeriat, mutlak
surette durumun onların görüşü doğrultusunda olmadığına tanıklık etmektedir.
(b)
îkinci görüş de karşı
uç noktayı teşkil etmektedir; ancak bu görüş sahipleri de iki kışıma
ayrılmaktadır:
(1) Şâri'in m aks adının ne nassların zahirinde nede
onlardan laf-zen anlaşılan hususlarda bulunmadığını; aksine maksadın bunların
ötesinde başka birşeyde gizli olduğu iddiasında bulunanlar. Bunlara göre bu
şerîatm tümü için geçerlidir ve bunun neticesinde zahirde, Şâri'in maksadını
öğrenebileceğimiz hiçbir şey kalmamaktadır. Bu, şeriatı ortadan kaldırmak
isteyen kimselerin görüşü olmaktadır ve bunlar "bâtını-ler"dir.
Bunlar, masum imam görüşünü benimseyince, kendi iddialarını ayakta tutabilmek
için nasları ve şerîatm dış görüntüsü ile ilgili bulunan şeyleri ta'n etme
yollunu tutmuşlardır. Bu görüşün varacağı yer, —Allah korusun!— küfürdür.
Uygun olan bu gibi sapıkların sozlevinihiç dikkate almamaktır.
(2) Şöyle diyen grup: Şâri'in amacı, lafızların
mânâlarının dikkate alınmasıdır. Öyle ki nasslar ve zahirler mutlak anlamda
mânâlar itibarı ile anlam kazanır ve dikkate alınırlar. Hal böyle iken, eğer
nass, nazarî olan mânâya ters düşerse, o zaman nass atılır ve nazari olan mânâ
öne alınır. Bu görüş de, [:ifl3] ya mutlak surette maslahatları dikkate almanın
vacipliği düşüncesine ya da vacip olmasa da mânânın hakem kabul edilmesi
dolayısıyla lafızların nazarî mânâlara tâbi kılınması düşüncesine
dayanmaktadır. Bunlar da, kıyas konusunda aşırı gidip, onu nasslar üzerine
takdim edenlere ait olmaktadır, İşte bu görüş, birinci uç kısmın karşısında
bulunan diğer ucu temsil etmektedir.
(3) Her iki görüşten de nasibini alan orta yolcu görüş:
Bunlar ne nass (zahir) ile mânânın ihlaline; ne de mânâ yüzünden lafzın
ihmaline meydan vermeyecek şekilde orta bir yolu tutmaktadırlar. Böylece
şeriatın ihtilafsız, tenakuzsuz tek bir nizam üzere yürümesini temin etmeye
çalışmışlardır. İlimde rüsûh sahibi olan âlimlerin çoğunun tutmuş olduğu yol
işte bu yol-dur. Serî maksatları öğrenme konusunda gerekli olan kıstasların
tesbitinde dayanılacak görüş de işte bu görüştür. Bu girişten sonra —Allah'ın
inayetine sığınarak— diyoruz ki: Serî maksatlar çeşitli açılardan bilinir:
Birincisi: Temelden
açık olarak gelen soyut emir ve yasak kipleri. Emrin, fiilin işlenmesini
gerektirdiği için emir olduğu bellidir. Bu durumda emrin bulunduğu anda fiilin
yapılmış olması Şâri'in maksadı olmuş olacaktır. Aynı şekilde nehyin de fiilin
işlenmesini ve ondan eî çekilmesini gerektirdiği malumdur. Dolayısıyla yasak
olan şeyin vuku bulması da Şâri'in maksadı olacak ve yasağa rağmen işlenmesi
onun maksadına muhalif olacaktır. Nitekim emredilen şeyin .yapılması da onun
emrine muhalefet olacaktır. Bu hem illete bakmaksızın sırf emir ve yasağı dikkate
alan kimseler için, hem de illet ve maslahatları dikkate alan kimseler için
açık ve genel bir yöndür, Konu iîe ilgili şer'i-esas da bu olmaktadır.
Temelden5 kaydını
getirmemizin sebebi bu tür olmayıp geçici durumlarla ilgili emir ve yasak
kiplerini devre dışı bırakmak içindir. Mesela, '"Cuma günü namaz için
ezan okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun, alış-verişi bırakın!" [233]
âyetinde bulunan yasak temelden alışverişin yasak kılınmasıyla ilgili
değildir; aksine o Allah'ı anmaya koşma emrini tekit sadedinde gelmiş
bulunmaktadır. Dolayısıyla burada söz konusu olan yasak ikinci (talî) kasıt ile
amaçlanmış olmaktadır. Bu vakitte yapılan alış-veriş —riba ve zina yasağında
olduğu gibi— birinci faslı) kasıtla yasaklanmış değildir. Aksine onunla meşgul
olma sebebiyle Allah'ı anmaya koşma yükümlülüğünü engellemesi ya da geciktirmesi
sebebiyledir. Bu durumda olan meselelerde Şâri'in maksadım kavramak ve tesbit
etmek ihtilaf konusu olacaktır. Bu tartışma konusunun asıl çıkış yeri
gasbedilmiş bir yerde namaz kılma meselesidir. Aslında alış-veriş mubahtır.
Ancak zaman itibariyle kendisine bir özellik arız olmuştur. Bu özellik de, o
vakitte yapılan ahş-verişin vacip olan Cuma namazına koşmayı engellemesidir. Bu
özellik alış-veriş akdinin özünde mevcut değildir ve akdi ondan ayrı olarak
düşünmek f394] mümkündür. Bu yüzden de
hakkında ihtilaf bulunmaktadır.
'Açık olarak' kaydını
getirmemizin sebebi de sarih olmayan zımnî emir ve yasaklan devre dışı bırakmak
içindir. Mesela, emir kipinin tagamınım ettiği zıddı yasaklama; birşeyi
yasaklamanın tazammun ettiği zıddı emretme gibi olmayacaktır. Çünkü bu gibi
durumlarda emir ve yasak tabiî kabul edilmesi durumunda asıl kasıtla değil tali
(ikinci) kasıtla olacaktır. Zira bunların durumu kabul edenlere göre sarih olan
emir ve yasağın tekidi mesabesinde olmaktadır. Ama hayır denilecek olursa[234]o
takdirde kastın bulunmaması konusunda emir daha açıktır. Emredilen şeyin yerine
getirilebilmesi için zorunlu olarak bulunması gereken şeyi emretmede de durum
aynıdır. Bu konuda emir yada yasağın Şâri'in maksadına delaletetmesi tartışma
konusudur ve konumuza dahil değildir. O yüzden yukarıda açık olarak gelen emir
ve yasak diye kayıtlanmıştır.
İkincisi: Emir ve
yasakların illetlerine bakmak ve 'Bu fiil niçin emredildi?' *Şu diğeri niçin
yasaklandı?' sorularının cevaplarını aramak yoluyla bilinir. İllet ya belli
olur ya da belli olmaz. Eğer belli ise ona tâbi olunur ve o illet nerede
bulunursa emir ve yasağın gereği olan maksat da orada bulunur ya da bulunmaz.
Üreme maslahatı için yapılan nikah, akit konusu malla faydalanma maslahatı
için yapılan alışveriş, kötülüklerin önünü alma maslahatı için konulmuş had ve
cezalar gibi. Bu gibi yerlerde iîlet, usul kitaplarında açıklanan illeti
belirleme yollarıyla bilinir. İllet ortaya çıktığı zaman Şâri'in maksadının o
illetin gereği olarak fiilin yapılması ya da yapılmaması veyahut da ona
sebebiyet vermesi ya da vermemesi olduğu öğrenilmiş olur. Eğer illet belli
değil ise o zaman mutlaka Şâri'in bunda maksadı şudur şeklinde kesin bir neticeye
varmaktan geri durmak (tevakkuf) gerekecektir. -Ancak bu geri durmanın da
düşünce açısından iki yönü olmaktadır,
(a) Belirli olan hüküm ya da belirli olan sebeb hakkınca
nassla belirlenmiş olan sınırdan öte
geçenleyiz. Çünkü illet bilinmediği halde hükmü başka meselelere sirayet
ettirme çabası delilsiz tahakküm (keyfi davranış) ve doğru yoldan sapmak olur.
A hakkında konulmuş bir hükmü eğer biz Şâri'in bu doğrultuda bir kaselinin
olduğunu bilmiyorsak B için de koymamız
doğru değildir. Bizim Şâri'in kasdını bilmediğimize göre o hükmün B için de
verilmiş bir hüküm olmaması mümkün olur. Biz bu halimizle Şârfe muhalefet
cüretinde bulunmuş oluruz. Burada duraksama (tevakkuf), delilin bulunmamasından
kaynaklanmaktadır,
(b) Seran konulmuş olan hükümlerde asıl olan, kendi
bulundukları mahalde kalıp Şâri'in varlığına dair kasdı bilinmedikçe bir
başka yere sirayet etmemesidir. Çünkü sirayetin bulunduğuna dair bir delil
ikame edilmemesi sirayetin bulunmadığına bir delildir. Zira eğer o hüküm Sâri'
katında sirayet edecek türden olsaydı o zaman onun hakkında bir delil ikame
ederdi ve onu belirleme için bir yol (meslekî koyardı. İlleti belirleme
yolları ise bellidir. Bu yollarla hükmün mahalli denenmiş ve illeti belirleme
yollarından herhangi birinin tanık-hk edeceği bir illete rastlanmamıştır.
Dolayısıyla hükmü nassla belirlenmemiş şeylere sirayetinin Şâri'în maksadı olmadığı
ortaya çıkar.
Bunlar ayn iki yoldur
ve her ikisine de konu ile ilgili olarak yöne-linmektedir. Ancak birinci yol,
sözkonusu sirayet işinin murad olmadığına dair kesin bir kanaat olmaksızın
duraksamayı (tevakkuf) ve neticede onun murad olunabileceği imkanının
bulunduğunu belirtir. Bu durumda araştırmacı bir çıkış yolu buluncaya kadar
araştırmasına devam eder. Zira o şeyin Şâri'in maksadı olması mümkün olduğu
gibi maksadı olmaması da mümkündür. İkincisi ise Şâri'in muradı olmadığına
kesin hükümde bulunmayı gerektirir. Bu durumda hükmün başka yere sirayet
etmeyeceğine dair duraksama göstermemek ve kesin ya da zan ölçüsünde bir bilgi
ile onun Şâri'in maksadı olmadığına hükmetmek uygun olacaktır. Zira, Şâri'in
maksadı eğer öyle olmasaydı mutlaka onun hakkında bir delil ikame ederdi. Böyle
bir delil bulamadığımıza göre, bu onun şer'an amaçlanmış olmadığını gösterir.
Eğer düşüncesinin aksini izah eden bir delil ile karşılaşırsa o zaman delilin
gereğine döner. Aynen müçtehidin durumu gibi. Çünkü o bir meselede kesin bir
hükümde bulunur ve sonra başka bir delile vakıf olursa, ilk önceki hükmünü
değiştirerek delilin gereği olan hükme döner.
İtiraz:Bu birbirine zıd iki yoldur. Çünkü biri duraksamayı
(tevakkuf) gerektirmede, diğeri ise gerektirmemektedir. Her ikisi de düşünce
açısından aynıdır. İkisi bir araya geldiği zaman bunların hükümleri birbiri
ile çelişir.[235] Bu durumda da sadece
duraksamadan başka birşey kalmış olmaz. Sonuçta nasıl aynı anda ikisine de
yöneli-nebilir?
Cevap:Müctehid karşısında onlar bazen tearuz halinde
görülebilirler ve bu durumda duraksama (tevakkuf) vacip olur. Çünkü o takdirde
birbirine galebe çalmayan iki delil gibi olurlar ve mesele müete-hide nazaran
iki delilin tearuzu meselesine dönüşür. Bazen de farklı müctehidlere ya da tek
bir müetehide nisbetle fakat farklı iki vakitte ya da farklı iki meselede
tearuz etmezler; bir meselede duraksama (tevakkuf) yönü güçlü gözükür, bir
başka meselede de öbür yön (hükmün sirayetini men tarafı) güçlü gözükür ve bu
durumda aralarında mutlak bir tearuzdan söz edilemez.
Sonra biz biliyoruz
ki, Şâri'in gözettiği maksatlardan biri de ibadetler ile âdetler arasını ayırt
etmektir. İbâdetlerle ilgili konularda taabbudîlik yönü ağır basmakta;
âdetlerle ilgili konularda ise onların ifade ettikleri mânâlara (illetlere)
iltifat yönü ağırlık kazanmaktadır. Her iki sahada olduğu halde bu genellemenin
aksine olan hükümler çok azdır. Bu yüzdendir ki, İmam Mâlik, maddî pisliklerin
giderilmesi ve abdestsizlik halinin kaldırılması konusunda sırf temizliğin
meydana gelmiş olmasına iltifat etmemiş ve temizlik gerçekleşmiş olsa bile
maddî pisliklerde (necaset) temizlik için mutlak su[236] ile
yapılmış olması şartını; abdestsizlik halinin (hades) izalesi için de niyet
şartım ileri sürmüştür. Namazda tekbir ve selam sözcükleri yerine bunların
yerini tutabilecek başka sözcüklerin kullanılabilmesine cevaz vermemiştir. Zekatta
mal yerine onun kıymetinin verilmesini kabul etmemiştir. Keffâretler konusunda
hükmü, verilen adetlere hasretmiştir. Hükmün bizzat hakkında nass bulunan ya da
onlara benzer bulunan şeylere hasredilmesini gerektiren benzeri meselelerde hep
bu kabilden görüşler serdetmiştir. Âdetler konusunda ise, mânâ f illet)
tarafını ağır bastırmış ve 'mesâlih-i mürsele' ile ilmin onda dokuzu olduğunu
söylediği 'istihsan' prensiplerini kabul etmiştir. Bu konu üzerinde yeterince
duruldu ve delilleri getirildi.[237] Bu
durum sabit olduğuna göre, (hükmün sirayetini) men yolu ibadetkonularında;
duraksama (tevakkuf) yolu da âdetlerle ilgili konularda uygulanmış olacaktır.
İbâdetlerle ilgili
alanlarda da bazen mânâların (illetler) dikkate alındığı olur. Bunlardan az
birşey ortaya çıkar ve diğerleri de onlara vurulur. Bu Hanefîlerin yolu
olmaktadır. Bazen de âdetlerle ilgili konular taabbudî gibi ele alınır. Bu
özellikte olan az birşey ortaya çıkar ve diğerleri de aynen onlar gibi kabul
edilir. Bu da Zahirîlerin yolu olmaktadır. Ancak konu ile ilgili asıl prensip
(umde) yukarıda geçendir. Aslî men (nefy) ve ıstıshâb[238]
prensibi de bu kaideye dönük olmaktadır.
Üçüncü Yön: Sâri'
Teâlâ'mn gerek âdetlerle ve gerekse ibadetlerle ilgili hükümleri koyarken
gözetmiş olduğu maksatlar aslî ve tabî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Meselâ
nikah örneğini ele alalım: Bu akit, üreme aslî maksadını gerçekleştirmek için
meşru kılınmıştır. Bu aslî maksadın peşinden İse şu amaçlar gelir: Ünsiyet,
beraberlik, helal yoldan birbirinden istifade, Allah'ın yaratmış olduğu kadında
bulunan güzelliklere bakma, kadının malından istifade, kadının kendisine,
kendisinden ya da başka hanımından olan çocuklarına ya da kardeşlerine
bakması, fere şehveti ve bakına duygusu yüzünden harama düşmeden korunma, Allah'ın
kendisine verdiği nimetlerden dolayı daha fazla şükretme gibi dünyevî ve
uhrevî maslahatları gerçekleştirebilme yolunda birbiriyle yardımlaşma ve
bunlara benzer daha başka amaçlar. Bütün bunlar, nikahın ineşrû kılınması
sırasında Şâri'ce gözetilmiş bulunan maksatlardan olmaktadır. Bunlardan kimisi
hakkında açık nass vardır, kimisi de işaret yoluyla belirtilmiştir. Bazıları
da vardır ki, başka bir delille ve hakkında nass bulunan hükümlerin istikrası
yoluyla öğrenilir. Şöyle ki: Bu tâbi maksatlardan hakkında nass bulunanlar,
aslî maksadı isbat eden, onun hikmetini güçlendiren, onu istenmesini ve
sürdürülmesini isteyen; eşler arasındaki yardımlaşma, şefkat ve sevgi
bağlarının meydana gelmesini ve devamını sağlayan şeylerdir ve Şâri'in üreme
şeklinde kendisim gösteren aslî maksadı da ancak bu yollarla gerçekleşir. Biz
bunlarla, hakkında nass bulunmayan fakat bu saydıklarımıza benzeyen şeylerin de
Şâri'in maksadı dahilinde olduğuna istidlalde bulunuruz.[239]Meselâ,
Hz. Ömer, Ali b. EbîTalib'in kızı Ünımü Gülsüm ile evlenmiş ve bu evlilikle de
neseb şerefine ulaşmak, en soylu aile (peygamber sülalesi) ile akrabalık bağı
tesis etmeyi amaçlamıştır. Hiç şüphe yoktur ki, böyle bir amaç ile
gerçekleştirilen nikah akdi, caiz; böyle bir neticeye ulaşmak için gerekli
sebeplere tevessülde bulunmak da güzöl bir hareket olacaktır.
Şimdi bu durumları
ortadan kaldıran şeyler Şâri'in maksadına mutlak surette ters düşecektir. Çünkü
sayılan şeylerin zıddı davranışlar, sonuç olarak birlik ve beraberlik,
birbirine ünsîyet ve uyum gibi maksatlara zıtolacaktır. Meselâ, üç talakla
boşanmış bir kadını ilk kocasına helal kılmak için yapılan nikah akdinde
(huîle nikahı) olduğu gibi. Çünkü böyle bir nikah, yasaklanması görüşünde
olanlara göre. Sâri' Teâlâ'nın hayatın sonuna kadar şartsız olarak sürmesini
istediği birlik ve beraberlikmaksadına ters düşmektedir. Kira böyle bir nikahtan,
daha işin başında gözetilen amaç talak ile hemen sona erdirilme-sidir. Muta
nikahında ve aynı anlama gelen diğer nikahlarda da durum aynıdır. Bu gibi
nikahlar, Şâri'in beraberliğin sürdürülmesi şek-[398] jin^eki kasdına daha da şiddetli bir
şekilde[240] ters düşmektedir.
İbâdetlerde de durum
aynıdır. Çünkü onlarda gözetilen aslî maksat tek olan Mabuda teveccüh etmek ve
her halükârda O'na yönelmek suretiyle O'nu birlemektir. Bıınunla birlikte bu
aslî maksadın arkasından âhirette dereceler kazanmak için, Allah'ın velî
kullarından olmak için vb. kullukta bulunma gibi makbul olan tâli maksatlar
gelir. Bu tâli maksatlar, aslî maksadı teyit etmekte ve onun gerçekleştirilmesine
doğru itici bir güç olmakta, gizli ve açıktan kulluğun sürdürülmesi neticesini
gerektirici bir hal almaktadır. Aslî maksadın teyidi ya da onun devamı gibi bir
katkısı bulunmayan maksatlar ise böyle değildir. Mesela kanını ve malını
korumak, yahut insanların mallarından tırtıklayabilmek veyahut da onların
saygısını kazanabilmek gayesiyle kullukta bulunma gibi. Münafıkların ve
mürâilerin kulluk gösterisinde bulunmaları bu kabildendir. Bunların
gözettikleri bu amaçlarda, aslî amaç olan gerçek kulluk görevinin icrası
maksadını destekleyen, güçlendiren ya da onun devamını sağlayan bir unsur
bulunmamaktadır, Aksine onların bu amaçları, aslî maksadın terki duygusunu
güçlendirmekte ve yapılması gereken fiiller karşısında onları tembelleştirmededir.
Bu yüzden bu gibi amaç sahipleri fiillerine ancak amacına ulaşabilecek miktar
ve zamanda devam ederler. Eğer amaçlarına ulaşırlar ya da ulaşma imkanı
kalmazsa o zaman hemen terkederler. Yüce Allah onlar hakkında olmak üzere:
"İnsanlar içerisinde Allah'a bir yar kenarındaymış gibi kulluk edenler
vardır. Onlara hir iyilik gelirse yatışır, başlarına bir bela gelirse yüz üstü
dönerler..."[241]buyurmaktadır.
Her ne kadar fiilin
gereği kasıtsız olarak tâbilik yoluyla ortaya çıkıyorsa da fiilin gerçekleşme
amacı olan böyle bir maksat, Şâri'in kasdına tersdir. Şöyle ki: Nikahın
devamlılığını teyid eden bir maksat üzere nikah akdinde bulunan bir kimse daha
sonra eşinden ayrılabilir ve bu durumda fiilî netice muta ya da hülle
nikahından farksız olabilir. Aslî kasdı tekid edici kasıd[242]
üzere Allah'a kullukta bulunan kimse sonuç itibarıyla kan ve mal güvenliğine
kavuşur; insanlar arasında mertebe ve saygınlık kazanır. Bu haliyle o riya ya
da desinler için amel eden kimse ile aynı olur. Ancak aralarındaki fark
açıktır. Çünkü aslî kasdı teyid edecek tabî kasıd sahibi, o amellerde
devamlılık göstermeye layık ve ehil iken; teyid edici olmayan maksatları
besleyen kimse o amelden kopmaya namzettir.
İtiraz: Bu zıdlık, aynî bir muhalefet getirmesi noktasında mı
aranır? Yoksa sadece uygun düşmeme neticesini getirmesi yeterli midir? Şöyle
ki: Meselâ muta nikahı kesin olarak bizzat ayrılığı gerekti-rir. Çünkü muta
nikahının Şâri'in kasdına muhalefeti aynîdir. Bir de beraberliği gerektirmeyen
fakat bizzat ayrılığı da gerektirir demlemeyen kadına zarar verme yahut onun
malım alma veyahut da ona kötülük yapma gibi amaçlarla nikah akdinde bulunan
kimsenin durumunu ele alalım: Bu kimsenin maksadı, nikahın meşruiyetinde
gözetilen Şâri'in maksadına ters düşmektedir; ancak aynî bir muhalefeti de
gerektirmemektedir. Zira kocanın kadına zarar verme kasdmdan, fiilen ona zarar
vermesi gibi bir netice lazım gelmez; keza zarar verme işi gerçekleşse bile
bundan talakın vukuu lazım gelmez; çünkü sulh vardır yahut kocanın evliliği
sürdürmesine hükmedilebilir veyahut kocanın kafasındaki bu kötü düşünceler
gider ve kadına iyi davranmaya başlayabilir. Bu durumda her ne kadar ilkkasıd
ayrılığı gerektirici ise de, bu gerektirme işi aynî (fiilî, zarurî) değildir.
Cevap: Hem ibadetlerde hem de âdetlerle ilgili konularda
aynî muhalefetin gereğinin menedileceğinde ve onun mutlak surette bâtıl
olacağında kuşku yoktur. Meselâ haddizatında meşru olması imkan dahilinde olsa
bile şer'î maksatlar açısından meşru olmadığı belli olan bir yolla Allah'a
kulluk izharında bulunmak sahih değildir. Böyle bir kasıt ile evlenmesi de aynı
şekilde sahih olamaz. Ama aynî muhalefeti gerektirmeyen durumlara gelince
—kadına zarar verme kasdı ile, keza caiz olduğunu kabul edenlere göre hülle
nikahında olduğu gibi—hu konu üzerinde dikkate alınan iki yön vardır; çünkü
kasıt her ne kadar uygun değilse de aynî muhalefet durumu ortaya çıkmamıştır.
Bu durumda uygunluğun bulunmaması tarafı üzerinde duranlar o fiili men
cihetine gitmişlerdir. Bizzat muhalefet durumunun ortaya çıkmaması üzerinde
duran kimseler de o fiili men cihetine gitmemişlerdir. Bu kadına zarar verme
kasdı ile yapılan nikah örneğinde açıkça ortaya çıkar. Çünkü bu, aslında caiz
olan nikah ile kötülükte ve yasak olan şeyde dayanışma kabilindendir. Nikahın
başlıbaşına kendisine ait bir hükmü vardır ve onun sürmesi ya da ayrılığın
meydana gelmesi mümkündür. Şu kadar var ki, zarar verme kasdı ayrılığın
meydana geleceği ihtimalini güçlendirmektedir. Bu kadarım dikkate alan ve men
için yeterli görenler men cihetine gitmiş; dikkate almayanlar da onu caiz
görmüşlerdir.
Fasıl:
Bu bahis, Sâri
Teâlâ'mn hem ibadetlerle hem de âdetlerle ilgili konularda tabî maksatları
bulunduğu esası üzerine kuruludur. Âdetler konusunda durum açıktır ve ilgili
örnekler de geçmiş bulunuyor. İbâdetler konusunda da aynı şey sabit
bulunmaktadır.
Meselâ namazı ele
alalım: Onun asıl meşruiyet sebebi Allah Teâlâ'mn huzurunda saygı ile durmak,
ihlas ile ona yönelmek; O'nun huzurunda hor ve hakir olarak dikilmek; O'nu
anmak suretiyle nefse kendisinin ne olduğunu hatırlatmaktır: Yüce Allah bu
meyanda şöyle buyurur: "Beni anmak için namaz kıl[243]
"Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan alıkor; Allah'ı anmak ne
büyük şeydir."[244]Hadiste
de: "Şüphesiz namaz kılan, Rabbi ile münacatta bulunur" [245]
buyrulmuştur.
Sonra namazın tâbi
maksatları da vardır: Çünkü namaz, çirkin ve kötü olan şeylerden alıkor; dünya
meşgalelerini bir an olsun unutmaya ve böylece dinlenmeye yardım eder. Nitekim
hadiste Hz. Pey-gamber'in Biîal'e "Bizi ferahlat ya Bilal!" dediği
rivayet edilmiştir.[246]Keza
hadiste: "Gözümün aydınlığı
namazda kılındı"[247]
buyrulmuştur. Namaz rızık talebine vesile kılınmıştır. Nitekim Yüce Allah:
"Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden
rızık istemiyoruz, Sana rızık veren Biziz"[248]
buyurmaktadır. Birazdan gelecek hadiste de bu mânâ açıklanmıştır. Namazla
ihtiyaçların giderilmesi amacı vardır; istihare namazı ile hacet namazı bunun
için meşru kılınmıştır. Cenneti kazanmak ve cehennemden kurtulmak amacı vardır
ki, bu halis genel bir fayda olmaktadır. Namaz kılanın Allah'ın koruması
altında olması amacı vardır: Hadiste: "Kim sabah namazını kılarsa; o
Allah'ın himayesinde olur"[249]buyrulmuştur.
En yüce mertebelere erişme amacı vardır. Yüce Allah: "Ey Peygamber!
Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak fazladan namaz kıl. Belki de
Rabbin seni övülecek bir makama yükseltir"[250]buyurur.
Yüce Allah, gece ibadeti karşılığında ona övgü makamını (ma-kam-ı mahmûd)
vermiştir.
Oruçta, şeytanın
dolaştığı yolları tıkamak; cennete Reyyân kapısından girmek; bekarlık halinde
onunla harama düşmekten korunmak gibi tali maksatlar vardır: Hadislerde şöyle
gelmiştir: "Ey gençler! Sizden hali-vakti yerinde olanlar
evlensin__Evliliğe güç yetire- '
meyenler ise oruç
tutsun; çünkü oruç onun için bir siperdir[251]
"Oruç bir kalkandır.[252]
"Kim oruç ehlinden ise, o cennete Reyyân kapısından davet edilir."Aynı
şekilde diğer ibadetlerde de uhrevî faydalar bunlar genel olmaktadır—yanında dünyevî
faydalar da bulunmaktadır. Bütün bunlar aslî faydaya tâbi durumundadır. Aslî
fayda, daha önce de geçtiği gibi Allah'a itaat ve O'na tazimde bulunmaktır.
Bundan sonra zikre dilen-edilmeyen bütün faydalar aslî maksadın peşinden gelen
talî maksatlar olmaktadır. Tâbi olan bu maksatlar geçen taksim doğrultusunda
eîe alınır ve değerlendirilir; birincisi aslî maksadı teyid eden ve onu
güçlendiren talî maksatlar. Genel ya da özel sevap talebinde bulunmak gibi.
İkincisi bunun zıddı maksatlardır. Mal ve makam talebi gibi. Bu kısımdan olan
amaçlar, aslî maksadı desteklemek yerine onu zayıflatır ve ortadan kalkmasını
temin eder ya da hızlandırır. Üçüncüsü, oruç ile şehveti zayıflatmak gibi olan
ve hazlar bahsinde sozkonusu edilen tâbi maksatlardan bulunanlar. Bu konu
üzerinde yeterince durmak uygun olur. Keza aslî maksadı teyid sonucunu
gerektirmeyen ikinci kısım üzerinde, yine bunlardan aynî zıdlık doğuranlarla
aynî zıdhk doğurmayanlar üzerinde iyice düşünmek yerinde olur.
Sonra burada
ibadetlerle ilgili olmak üzere bir başka nokta daha var: Bu, ibadetlerle,
itaatkar kul için sonuçta Allah tarafından bahşedilen nimetlerin ve
mertebelerin talepte bulunulması açısındandır. Bunların başında da âhirette
sevap alma, cennete girme ve orada yüksek dereceler kazanma arzusu gelir. Bu
arzu, insanı amele —ki onun esasını Allah'a saygı ve 0-nun büyüklüğü karşısında
eğilme amacı teşkil eder— itici bir rol oynadığı için, bu yönden icra edilen
bir kulluk sahih olmakta ve herhangi bir şaibe içermemektedir. Çünkü bu
tavırda nihaî amaç; bu nimetleri elinde bulundurana yönelmek ve O'na karşı
ihlas göstermek şeklini alacaktır. Bazılarının bu amaçla yapılan kulluk
görevini bir nevi icare akdine, sahibini de kötü kula benzetmesi yerinde
değildir. Bu nokta üzerinde daha önce durulmuştu.
Diğer taraftan,
övülmek, saygı görmek ve dünyevî çıkar elde etmek amacıyla amelde bulunması
halinde, yaptığı şey riya olacaktır ve daha önce de geçtiği gibi bu gibi
amellerde sebat edemeyecektir. Keza onun bu ameli asliyeti üzere olmayacaktır;
zira ihlas yoktur ve yaptığı şey boşuna olacaktır. Allah için olduğu varsayılsa
bile, onun bu gibi şeylerin husulüne yönelik kasdı, Allah'a olan ihlas kasdını
güçlendirici ve destekleyici değil; aksine ihlas duygusunu terk tarafını
güçlendirici bir özellik arzedecektir..
Ancak ihsana muhtaç
olması durumunda, onu Allah'tan istemelidir. Men ve sebeblerin bulunmaması
nedeniyle kendisine isabet eden sıkıntı yüzünden ondan istenilir ve bu durumda
ameli, insanlar görsün için değil mahza İhlasın gereği olur. Bunun şahinliği
konusunda bir problem yoktur. Çünkü o, kulluk icrasının meşruiyet amacı olan
Allah'a saygı ve O'nun huzurunda durma amacını gerektirici ve güçlendirici bir
özellik arzeder. Bunun dayanağını da Yüce Allah'ın: "Ehline namaz
kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz;
sana rızkı veren Biziz"[253]
buyruğu olmaktadır. Rivayete göre Hz. Peygamber ehlinin Allah'ın lutfuna ve
rızkına muhtaç duruma düşmesi halinde, bu âyet gereğince onlara namaz
kılmalarını emrederdi.[254] Bu
Allah için kılınan bir namazdır, ancak onunla Allah katında bulunan nimetler
istenilmektedir.
İbnu'î-Arabî ve şeyhi
de bu doğrultuda görüş serdetmişlerdir: Şöyle ki: Bir insanın adaletini isbat
etmesi, imametinin sahih olması ye kendisine uyulması için amelini izhar etmesi
durumunda; eğer o kişi şer'an imamet şartlarının tam olarak kendisinde
bulunması ve ken^ dişinden başka o makama layık başkasının da bulunmaması
sebebiyle o ameli yapmakla memur ise, bu durumda o ikisine göre o kimsenin
amelini izhar etmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü o bu haliyle emro-îunduğu
şeyi yapmaktadır ve o zahir ibadetler ibadetin aslî meşruiyet sebebini
zedelemezler. Ama (şer'an yukarda geçen şartlardan birini bulundurmaması
sebebiyle memur olmayıp) insanlar katanda adaletinin sübut bulmasını ya da
imamlık yapmayı vb. kasdeden kimsenin durumu farklıdır. Çünkü bu durum korku
vericidir ve bu amel devamlılık gerektirmez; çünkü onda ibadet yoluyla
insanlardan makam ve saygı talebinde, bulunma vardır.
Burada üzerinde
durulacak noktalardan biri de, velilik derecesine ya da ilim ve benzeri bir
makama nail olmak üzere uzlete çekilme ve kendisini ibadete verme hususudur. Bu
konuda da iki durum[255]
bulunmaktadır: Caiz olan yönün delili[256]
"Bizi Allah'a karşı gelmekten sakınanlara önder yap"[257]âyeti
ve mü'minin hurmaya benzetildiği belirtilen hadistir. Bu hadiste Hz. Ömer,
("Cevabın hurma olduğu aklıma geldi ama söylemedim" diyen oğluna):
"O cevabı vermiş olman; bana şundan şundan daha sevimli olurdu"
demiştir. Utbiyye'ye bakınız. Bu konuda mevcut bulunan İmam Mâlik ile şeyhi
arasındaki İhtilafın bu iki noktaya indirgendiği kanaatindeyim.
Bu türden problem
arzeden hususlardan biri de, insanın kendisini ibadete vermesi suretiyle
herşeyden soyutlanması, ruhlar alemine muttali olması, melekleri görmesi,
harikuladelikler elde etmesi, keramet sahibi olması, garib ilimlere ve manevî
alemlere vakıf olması vb. gibi amaçlarla kullukta bulunmasıdır.
Böyle bir davranış
için şöyle demek mümkündür: Kulluk icrasıy-îa böyle bir kasıtta bulunmak
caizdir; çünkü sonuç itibarıyla velayet derecesine ulaşmak, Allah'ın seçkin
kullarından olmak, insanlar içide seçkin bir yer edinmek anlamına gelir. Bu ise
talep edilmesi sahih birşeydir ve şeriatta bu amaca yükselmek için çalışmak meşru
bulunmaktadır. Bundan Önce geçen deliller, bu kısmın da caizliğini ortaya kor;
aralarında bir fark yoktur.
Şöyle de denilebilir:
Bunlar bir önce geçen tarzdan değildir. Çünkü bunlar, gayb ilmi hakkında
düzmecede bulunma girişimidir ve Allah'a yapılan ibadeti bu tür şeylere bir
araç kılma da durumun veha-metini artırmaktadır. Bu haliyle o, bir an evvel
Allah'a ibadetten kopmaya namzet gözükmektedir. Çünkü bu kasdın sahibi bir
açıdan Yüce Allah'ın: "İnsanlar- içerisinde Allah 'a bir yar kenarındaymış
gibi kulluk edenler vardır. Onlara bir iyilik gelirse yatışır, başlarına bir
bela gelirseyüz üstü dönerler.[258]
buyruğu altına girmektedir. Bu tipler de aynıdır; eğer arzuladığı şeye ulaşırsa
sevinir ve yaptığı ibadetlerden kasdı da o olur; bunun neticesinde o talepte
bulunup da ulaştığı şey gittikçe nefsinde güç kazanır; ibadet duygusu ise
zayıflar. Eğer maksadına ulaşamaz ise, o zaman da ibadetleri bir tarafa atar;
belki de Allah Teâlâ'nm salih kullar için vermekte olduğu bu amellerin sonuçlarını
yalanlamaya bile kalkar. Rivayete göre birisi: "Kim kırk sabah Allah için
ihlaslı olursa; hikmet pınarları onun kalbinde ve dilinde dökülmeye
başlar"[259] hadisini işitmiş ve
hikmet elde etmek için bu işi yapmaya kalkmış, fakat bir türlü hikmet kapısı
kendisine açılmamış. Bu olay fazilet sahibi birisine ulaştığında şöyle
demiştir: "O kimse hikmet için ihlasta bulunmuştur; Allah için ihlasta
bulunmamıştır." Benzeri diğer durumlarda da hüküm aynı olacaktır. Bu tür
şeyleri talepte bulunmaya delalet edecek bir delilin bulunduğunu bilmiyorum.
Kaldı ki bunların aksini gösteren deliller bulunmaktadır. Çünkü yükümlülüklerle
ilgisi bulunmayan ve gaybla ilgili bulunan şeylerin elde edilmesi bizden
istenilmemekte ve onları elde etmek için bir teşvik de yapılmamaktadır. Tefsir
kitaplarında anlatıldığına göre adamın biri Hz. Peygamber'e "Hilale ne
oluyor ki, iplikgibiincecikgözüküyor, sonra gittikçe büyüyor ve dolunay halini
alıyor, sonra da ilk halini alıyor? diye sorar. Bunun üzerine: "Ey
Muhammedi Sana hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanların ve hac
vakitlerinin ölçüsüdür. Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir"[260]
âyeti iner. Yüce Allah bu âyette, bu soruyu, bir nevi eve kapı varken
arkasından girme gibi telakki eder. Çünkü o, soruyla öğrenilmesi istenilmeyen
birşeyi istemekteydi.
İtiraz: Allah'ı, sıfatlarını ve fiillerini bilmek onun
eserlerini bilmek ölçüsündedir. Manevî âlemler de onun eserlerindendir.
Harikuladelikler nefsi takviye eder ve Alah'a dair olan bilgi derecesini yükseltir.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü şer'an ilim, sadece
amel için istenilmiştir. Nitekim bu konu mukaddimeler bahsinde geçmiştir. Şühûd
âleminde bulunanlar bu konuda yeterli hatta ihtiyacın üzerindedir. Fazlası
boşunadır. Öbür taraftan bu, İbrahim'in: "Rabhim! Ölüleri nasıl
diriltiyorsun, bana göster" [261]dediği
gibi kısmen istenilir olsa da buna çeşitli açılardan cevap verilecektir.
(1)
Dua ile
harikuladelikler talebi, dua ile ilim için basiretin açılması talebi yerinde
isteklerdir.[262]Asıl tartışma konusu
Allah'a kulluğa başlayan ve bununla harikuladelikler elde etmeyi amaçlayan
kimse hakkındadır. Dua kapısı, hem dünya hem de ahire ti e ilgili konularda
—eğer bir masiyet içermiyorsa— şer'an açıktır. İbadetten kasıt ancak ve ancak
Allah'a yönelmek ve ona ihlas ile amel etmek, huzurunda huşu ile durmaktır ve
asla ortaklık kabul etmez. Âhirette ecir ve sevap talebi eğer Allah için ihlas
ile amel etme esas maksadını teyid etmeseydi, o zaman ibadetler işlenirken
onlara yönelik bir amaç bulundurulması caiz olmazdı. Kaldı ki erbab-ı halden
pek çoğu böyle bir amacı asla bulundurmazlar. Bu durumda her ikisi yani dua
ederek harikuladelikler talebinde bulunma ile harikuladelikler elde etmekiçin
ibadette bulunma nasıl birbirine denk tutulabilir? Aralarında düşünen kimseler
için ne kadar fark vardır.
(2)
Şayet biz bütün
bunların hepsine[263]
delil olarak kullanabileceğimiz malzeme bulamasak bile şühûd âleminden gayb
âlemine intikal konusunda haklı mazeretimiz bulunur. Nasıl olmasın ki?! Şühûd
âleminde mevcut Öyle acaiblikler, tuhaflıklar vardır ki, bunların elde edilmesi
yakın, gözlenmesi kolaydır; buna rağmen zaman durdukça onlar baki kalacaklardır
ve bunlarla ilgili bilgilerin yüzdebirine dahi ulaşılamayacaktır. Aklı başında
bir kimse en basit bir âyete, en hor görülen bir yaratığa[264] bakacak
olsa. Yaratıcının onlar içerisine yerleştirmiş olduğu acaiblikler ve hikmetler
üzerinde düşünecek olsahayre-te düşer ve onları kavramaktan aciz olduğunu
itiraf eder. Yüce Allah da yüce kitabında işte bu noktaya dikkat çekmiş
bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Göklerin ve yerin hükümranlığını,
Allah'ın yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimalini
düşünmüyorlar mî?[265];
"Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yük-. seltüdiğine,
dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı ?.[266]
"Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz, bir bakmazlar mı ?
Onda hiçbir çatlak da yoktur.[267]
Malumdur ki, Yüce Allah, onlar için perdelenen şeyler üzerinde düşünmelerini
emretmemi ştir ve onların bu gibi şeylere ancak harikuladelikler yoluyla vakıf
olabilecekleri de aşikardır, Çünkü âyetler nadiren de olsa ulaşılması mümkün
olan şeyler üzerine dikkat çekmektedir. Meleklerin ve gayb âlemlerinin
zikredildiği âyetler üzerinde durulduğu zaman, onların, üzerinde düşünülmesi
istenilen şeylerden olmadığı, onlara ve onların zat ve hakikatlarına vakıf
olunmasının istenmediği görülecektir. Bu ayırım, gaybî âlemler üzerinde şer'an
düşünme talebinin bulunmadığına dair delil olarak yeterli olmaktadır. Şer'an
talep bulunmadığına göre, onların istenilmesi de uygun olmayacaktır.
(3)
Bu Özel isteğin
arkasında felsefî bir düşünce yatmaktadır. Çünkü nefsin soyutlanması ve duyular
âleminin ötesinde yer alan âlemlere muttali olma çabalan antik filozoflar
(mütekaddim hukemâ) ve ehil olsun olmasın derin araştırmalara dalan
felsefecilerden nakledilmiştir. Bu yüzden onlar, bu gibi bilgilere ulaşabilmek
için şerîat-ı Muh amme dîye de yeri bulunmayan meselâ sadece bitki türleriyle
beslenip canlı veya canlılardan elde edilen ürünleri yememek gibi özel riyazet
şekilleri ortaya koymuşlardır. Bunların ileri sürdükleri bu gibi şartlar
hakkında ne şeriatta bir dayanak, ne de selef-i sâlihînden bir örnek, ne de bir
açıklama bulunmamaktadır. Nitekim dünyadan soyutlanma ve manevî alemlere dalma
ve bunlarla bağlantılı olan diğer haller gibi şeyler de onlardan nakledilmiş
değildir.-Dolayısıyla bu durum, onların istenilmemiş olduğu konusunda yeterli
bir delildir. Konuya Allah'ın izniyle ileride de temas edilecektir.
(4)
Gayb âlemi ile ilgili
manevîhaller ve gaybî acaibliklere vakıf olma talebi, duyular âleminde bizim
için ırak olan ülkeler ve şehirler gibi yerlere, toprak altında bulunan şeylere
vakıf olmamız talebi gibidir. Çünkü bunların hepsi, Allah'ın eserlerinden
olmaktadır. Nasıl ki, meselâ Endülüslü birinin Bağdad, Horasan ve en uzak Çin
ülkelerine muttali olma kasdıyla Allah'a kulluk icrasında bulunması caizdir demlemezse,
duyular âlemi ile ilgili olmayan gaybî şeylere muttali olma kasdı ile kullukta
bulunma konusunda da durum aynı olmalıdır.
(5)
Bir an için bunun caiz
olduğu farzedilecek olsa, o zaman bu pek çok engellerle ve yol vermeyecek
manialarla kuşatılmış olacak ve bunlar insan ile amacı arasına girecektir.
Onlar (engeller) ancak birer denemedir ve Yüce Allah nasıl davrandıklarını ortaya
çıkarmak için onlarla kulları dener. İnsan bu gibi şeylerin maslahat tarafı
ile, sahibine arız olacak mefsedet tarafını tarttığı zaman; mefsedet tarafının
daha ağır bastığını görecektir. Bu durumda, onların talep edilmiş olması tarafı
hafif kalmış (mercûh) olacaktır. Bu yüzden, sûfiyyeden tahkik erbabı olan
kimseler onların talebine meyletmemişler ve ibadetlerine herhangi bir şaibenin
karışmasına asla razı olmamışlardır. Hatta bazıları bu konuda aşırı gitmiş ve
sevap amacıyla ibadet etmeyi bile bir icare akdine benzetmişlerdir. Engellerin
en güçlüsü de, konum itibarıyla tam ihlas gerektiren namaz, oruç, zikir vb.
gibi ibadetlerle bu tür şeylerin talepte bulunulmasıdır. Bu zikredilenler
karşılığında haz talebinde bulunmak uygun değildir. Manevî âlemlerle ilgili
bilgi talebinde bulunan kimse ya bunu Allah ve Rasûlünün emri olduğu için yapmaktadır.
Bu ihtimal doğru değildir; çünkü böyle bir emir yoktur. Ya da kendi türünden
hiçbir kimsenin bilmediği şeylere vakıf olma tutkusundan dolayı yapmaktadır.
Bu durumda onun hali, uzak ülkeler görmek ve yeryüzünün acaibliklerini
müşahade etmek amacıyla asla başka bir amaç taşımaksızın yolculuk yapan bir
kimsenin haline benzer. Bu ise katkısız nefsânî bir hazdır ve asla ibadet
anlamı taşımaz. Kısaca bu gibi şeyler, esasta ibadetlerin konuluş amacı olan
katkısız kulluk görevinin gerçekleşmesi maksadını desteklemez.
İtiraz: Seleften bazılarına unutmamanın ilacı sorulmuş da, o
günahları terketmektir, diye cevap vermiştir. Meşhur bir kaide de derki,
tâattâati destekler ve hay ir hayırdan başka bir şey getirmez. Nitekim hadiste
de böyle gelmiştir.[268]Aynı
şekilde şer de serden başka birşey getirmez. Şimdi, acaba bir insan hayra
ulaşmak için hayır yapamaz mı? Eğer bu soruya hayır dersen, bu kaidenin aksine
olmuş olur. Yok evet dersen, o zaman da esas olarak koymuş olduğun şeye
muhalefet etmiş olursun.
Cevap: Bu ayrı birşey. Çünkü insan bazen meselâ falan hayır
işine ulaşmasına engel olan şeyin bir şer işi olduğunu bilebilir ve sevap
alacağı o hayır a ulaşabilmek için o şerri terkeder. Veyahut da bir hayır
işinin kendisini başka bir hayır işine ulaştıracağını bilir ve o hayır işi
işler. Bu tâate tâatle yardımcı olmaktır ve bundahevhangi bir problem de
bulunmamaktadır. Yüce Allah bu meyanda şöyle buyurur; "Sabır ve namaz ile
yardım talebinde bulununuz[269]
"İyilik ve takva üzere yardımlasınız."[270]
Ezber (unutkanlığa düşmeme) meselesi bu kabildendir. Üzerinde durulan konu
ise, tâat ile nefsânî bir haz talebinde bulunma anlamına gelmektedir. Böyle bir
maksadın bulunduğu yerde amelin ihlastan uzak olması son derece normal bir
haldir.
Buraya kadar
arzedilenleri özetleyecek olursak şöyle diyebiliriz: Tâbi maksatlardan bir
kısmı vardır ki ibadetten gözetilen aslî maksadı güçlendirmekte ve ona
yardımcı olmaktadır; ihlası zedeleyici de değildir. İşte bunlar caiz ve makbul
olan tâbi (talî) maksatlar olmaktadır. Böyle olmayanlar ise eaîz
olmayacaklardır.
Aslî maksatlara tâbi
olan maksatlar üç kısımdır:
(1) Aslî maksatların teyidini ve onların s ağlaml
aştırılma sı m gerektiren, onların gerçekleştirilmesine yönelik arzu ve
rağbeti uyandıran kısım. Meşru bir sebeble bunların gerçekleştirilmesine
yönelik bir kasıt bulundurmak Şâri'in kasdina uygundur ve dolayısıyla
sahihtir.
(2) Bizzat onların ortadan kalkmasını gerektiren tâbi
maksatlar.[271]Bunlara yönelik kasıt
bulundurmanın aynen Şâri'in kasdina muhalefet olduğu konusunda da herhangi bir
problem bulunmamaktadır. Dolayısıyla ittifakla bunların vücuda getirilmesine
yönelik sebeblere başvurmak da sahih olmayacaktır.
(3) Tekit ve teyid ya da bir bağ gerektirmeyen, ancak
aslî maksatları bizzat ortadan da kaldırmayan kısım. Bu gibi maksatların
bulundurulması âdetler konusunda sahih, fakat ibadetler konusunda sahih
değildir.[272] İbadetlerde sahih olmadığı
açıktır. Âdetlerle ilgili konularda sahih olmasına gelince; sebebiyet verdikten
sonra rabt ve sağlama almanın meydana gelmesi caiz olduğu içindir. Bu konuda
ihtilafın olması
mümkündür: Çünkü şöyle
denilebilir: Aslî maksadın teyid ve tekidini gerektirmediğine göre, ki Şâri'in
kasdı tekit olmaktadır bu sebebiyet verme Şâri'in maksadına uygun olmaz;
dolayısıyla da sahih olmaz. Şöyle de denilebilir: Onun Şâri'in kasdina uygun
olmadığım söylemek doğru olabileceği gibi, muhalif olmadığını söylemek de doğru
olur. Zira o Şâri'in koymayı amaçladığı şeyi kesin olarak kaldırmayı kastetmemi
ştir. O sebebiyet verme sırasında kendisi ile birlikte Şâri'in maksadının da
husule gelebileceği bir durumu kastetmiştir. Şeriatta da sebebiyet vermenin
kaldırılmasına yonelik hususların bulunması bunu teyid eder. Bu meyanda ilk
bakışta Şâri'in kasdina ters düştüğü intibaını veren şeyler meşru kılınmıştır.
Meselâ, nikahın ortadan kaldırılması için talak; alış-veriş akdinin ortadan
kaldırılması için ikâle konulmuş; kısasta af meşru kılınmış; azle[273]ruhsat
verilmiştir. Çünkü bunlar Şâri'in maksadına aynî olarak muhalif değillerdir.
Nikahla sadece şehvetini gidermeyi kastetmesi ve Şâri'in nikahtan gözettiği
aslî üreme maksadını gözetmemesi de bunun benzeri olmaktadır.[274] Bu
daha Önce de geçtiği si-bi Şâri'in kasdina muhalefet olmamaktadır. Verilen
diğe"r örneklerde de durum aynı olacaktır.
Şâri'inkasdmamutlak
surette muhalif olan kimsenin durumu bu kısımdan[275]değildir.
Bu birşeyi elde etmek için hiîe yollarına başvurmak oluyor. Ancak burada sözü
edilen hilenin, ardında bulunan şeye ulaşmaktan başka şer'an dikkate alınacak
birşey içermeyecek ve abes (boş) denilecek bir şekilde gerçekleşmiş olması
gerekiyor. Amacına ! ulaşmasıyla da sebebiyet verdiği şey ortadan kalkıyor[276] ve
asıl maksat ihlale uğruyor. Bu da ancak, aslî sebebiyet vermenin şer'an sakat
olmasındandır. Ama aslî maksadın bozulmaması veya temelinden bozuk olmaması
mümkün ise,[277] o zaman bir açıdan şer'î
maksada muhalif düşmemektedir ki, bu konu içtihada açıktır. Sebebiyet vermeye
yasağın eşlik etmesi durumu[278] da
ictihad mahalli olarak kalmaktadır. Daha Önce bu konu üzerinde söz edilmişti.
Allah'u a'lem!
Dördüncü Yön: Şâri'in
maksadının öğrenilebileceği yollardan biri de gerektiriri sebebin (esbâb-ı
mucibe) bulunnıasmarağmen sebebiyet vermenin (tesebbüb) meşru kılınması[279]ya
da amellerin şenliğinin[280]belirtilmesi
konusunda sükût geçilmesidir. Şöyle ki: Şâri'in hükmü belirlemeden sükût
geçmesi iki şekilde olur;
Esbâb-ı mûcibesi bulunmadığı
için sükût geçmiş olabilir. 'Nevazil* denilen Hz. Peygamber devrinde
bulunmadığı halde daha sonra ortaya çıkan olaylarla ilgili hükümler hakkındaki
sükût gibi. Bu olaylar o zaman yoktu ve dolayısıyla var olduğu halde haklarında
Şâri'ce sükût geçilmiş değildi. Daha sonra ortaya çıktı ve bunlar karşısında
bulunan şeriat âlimleri bunlar üzerinde düşünmej'e ve külli kaide ve genel
esaslar doğrultusunda onlara hukukî yapılar kazandırmaya ihtiyaç gösterdiler.
Selef-i sâlihînin ortaya koj'muş oldukları şeyler işte bu kabilden olmaktadır.
Meselâ Kur'ân'm mushaf haline getirilmesi, ilimlerin tedvin edilmesi,
zenâatkârlara tazmin sorumluluğu getirilmesi[281] vb.
gibi Hz. Peygamber zamanında ismi geçmeyen, onun zamanının olaylarından
olmayan, onlarla amel için esbab-ı mûcibesi henüz bulunmayan olaylarda olduğu
gibi. Bu gibi meselelerin şer'an konulmuş olan esaslar doğrultusunda yerlerini
alacağı ve hukukî yapı kazanacakları konusunda bir problem yoktur. Bunlarda
gözetilen şer'î kaaıd daha önce belirtilen yollardan anlaşılmış olacaktır.[282]
(b)
Esbâb-ı mûcibesi
varken sükût geçme: Hükmü gerektirici sebeb bulunmakta, buna rağmen olayın
meydana gelmesi sırasında daha Önce bulunan hükme ilave olarak yeni bir hüküm
belirtilmemektedir. Bu kısımdan olan sükût, o konudaki hükmün artırılmam ası ya
da ek-siltilmemesi hususunda nass gibi kabul edilmektedir. Çünkü amelî hükmün
konulması için esbâb-ı mucibe varken konulmaması, o anda bulunan kısım üzerine
ilavede bulunmanın bir fazlalık ve bidat olduğu ve Şâri'in kasdma muhalif
bulunduğu konusunda sarih olacaktır.
Zira onun kasdmdan,
ilgili konuda belirlenen sınırda durulmasının istendiği, ne ziyade ne de
noksanlığa gidilmemesinin istenmediği anlaşılacaktır.
Buna örnek olarak
Mâliki mezhebinde şükür secdesinin hükmünü verebiliriz. Utbiyye'de Eşheb ve
İbn Nâfi'den nakille yer alan mesele şöyle: İmam Mâlik'e şöyle bir soru
soruldu: "Bir adama sevineceği bir haber gelir ve o sevincinden Allah'a
şükür secdesinde bulunur. Bu secdenin hükmü nedir?" O şöyle cevap verir:
"Onu yapmaz. Daha önce geçen insanların uygulamasında böyle birşey
yoktur." Kendisine: "Anlattıklarına göre Hz. Ebu Bekir, Yemâme
gününde Allah'a şükür secdesinde bulunmuştur. Bunu işitmedin mi?"
dediklerinde: "Ben onu işitmedim. Ben o sözün Ebu Bekir'e isnad edilen bir
yalan olduğu kanaatindeyim. Kişinin birşey işitip de sonra'Bu aksini
işitmediğim bir-şeydir' demesi bir tür sapıklıktır" der Onlar: "Biz
bunu sadece senin görüşünü öğrenmek ve onunla o haberi reddetmek için
soruyoruz" dediler. Şöyle cevap verdi: "Sana benden İşitmediğin bir
başka şey daha söyleyeceğim: Hz. Peygamber'e ve ondan sonra da diğer
müslümanla-ra Allah fetihler nasip etmiştir. Onlardan hiçbirisinin böyle birşey
[4ii] yaptığını işittin mi? İnsanlar arasında ve onîar üzerinde cereyan eden
olaylar hakkında bir mesele ile karşılaşmış ve o konuda onlardan hiçbir şey
işitmemişsen; senin yapacağın da bu olmalı. Çünkü eğer onların konuyla ilgili
bir hükümleri olsaydı mutlaka zîkredilirdi. Zira daha önce geçen insanların
durumlarını ilgilendiren bir konudur. Şimdi şükür secdesi konusunda sen
onlardan hiçbirisinin secde yaptığını işittin mi? Bu bir icmâdır. Sana
bilmediğin bir durum gelirse onu bırak." Rivayetin tamamı böyle. Rivayet
onun hem soru hem de cevap takdirinde bulunduğunu gösteriyor.
Problemin izahı şöyle:
Meselâ bid'atler konusunda şöyle denilecektir:'Onlar, Şâri'in yapılması
hakkında sükût ettiği şeyin işlenmesidir veya işlenmesine izin verdiği şeyin
terkedilmesidir ya da bunun dışında başka bir durumdur.' Birincisine örnekler:
Yapılmasına dair bir delil olmaması sebebiyle İmam Malik'e göre şükür secdesi,
namazların arkasında toplu olarak dua etme, Arafat dışında diğer yerlerde
ara-fe gününde ikindiden sonra dua için bir araya toplanma. İkincisine Örnek:
Konuşmamak suretiyle oruç tutma, belirli şeyleri yememe suretiyle riyazette
bulunma. Üçüncüsüne Örnek: Zıhar keffâretinde köle azad etme imkanı bulunan
kimsenin peşi peşine iki ay oruç tutmayı üstlenmesi.
Bu üçüncüsü şer'î
nassa muhalif olmaktadır; dolayısıyla asla sahih olamaz. Onun çirkin bir bidat
olduğu açıktır.
İlk iki kısma gelince,
ki bunlar aslında Sâri' Teâlâ'nın yapılması ya da terkedilmesi hakkında sükût
geçtiği şeylerin işlenmesi ya da terkedilmesi olmaktadır— bunların Şâri'in
kasdma muhalefetleri ya da onların meşru-olan şeylere muhalif olduğu nereden
bilinmektedir?Onlar meşru ile birlikte aynı mahalde varid olmuş değillerdir.
Bilakis onlar mahiyet bakımından mesâlih-i mürsele[283]
gibidirler. Bidatler, ehlinin iddiada bulunduğu maslahatlardan dolayı ihdas
edilmişlerdir ve onlar bidatlerin ne Şâri'in kasdına ne de amellerin konuluş
şekline muhalif olmadığını iddia etmektedirler. Kasda muhalif olmadığı bilfarz[284]
kabul edilmekte; fiile gelince, Sâri Teâlâ, bu ihdas edilen amelle çelişme
durumunda olan ne bir fiil emretmiş, ne de bidatçinin işlemiş olduğu şeyle
çelişen bir terk talebinde bulunmuştur. Namazın terki ve içki içilmesi gibi.
Aksine işin hakikati şudur: İhdas edilen şey, Sâri* katında-sükût geçilmiş
birşeydir. Hakkında Şâri'ce sükûtgeçilen şeyin yapılması ya da terkedilmesi
durumunda muhalefet gerekmez. Onun zıddına Şâri'e aitbirkasdm bulunduğunu da
ifade etmez.[285]' Durum böyle olunca biz
o şeyin içerdiği maslahat üzerinde dururuz: Onlar içerisinde maslahat
bulduklarımızı 'mesâlih-i mürsele' prensibini harekete geçirerek kabul;
nıefsedet bulduklarımızı da yine aynı prensipten hareketle terkederiz. Kısaca:
Mânâ bakımından[286]kötülenmesi
gerektiği farzedilen ihdas edilmiş şeylerle, övgü ile karşılanan ihdas edilmiş
şeyler eşittir. Bu durumda övgü ya da yergiye Özel olarak delalet eden bir
nass yok iken şunun övgüye, ötekinin de yergiye maruz kalması nasıl izah
edilecektir?
Cevap, İmam Mâlik'in
zikrettiğidir. Burada esbâb-ı mucibe varken fiilden ya da terkten söz
edilmemesi, sükût geçenin o konuda bir ziyadeye gidilmemesine dair azminin
olduğunu gösterir. Sükûttan amaç budur. İbn Rüşd şöyle der: Bu konunun izahı
şöyle olmalı: O (Mâlik) onu (yani şükür secdesini) ne farz ne de nafile olarak
dinde meşru kılınmış şeylerden görmedi. Çünkü Hz. Peygamber onu ne emretmiş ne
de uygulamıştır. Onun iyi birşey olduğuna dair müslü-manlar icnıa da
etmemişlerdir. Serî hükümler, ancak bu yollardan biri
ile sabitolur. O
devamla şöyle der:'Onu ne Rasûlullah,nede ondan sonra geîen müslümanlar
yapmamışlardır; eğer yapsalardı mutlaka nakledilirdi' şeklindeki delil getirme
şekli yerindedir. Çünkü müslümanlarm tebliğ ile memur iken, şer'î konulardan
birinin naklinin terkini doğuracak bir durum içerisine girmeleri mümkün değildir.
Bu temel esaslardan biridir. Sebze ve baklagillerden zekatın düşürülmesi bu
esasa dayanır. Halbuki Hz. Peygamber'in "Göğün ve pınarların suladığında;
su istemeden yetişen ürünlerde onda bir vardır. Masraflı yapılan sulamalarda
yirmide bir vardır"[287]
hadisinin genel kapsamı içerisine onlar da girmektedir. Ancak bu konuda Hz. Peygamber'den
bu ürünlerden zekat aldığına dair bir naklin bulunmaması, onlara zekatın
gerekmeyeceğini ifade eden bir sünnet (nass) gibi kabul edilmektedir. Aynı
şekilde şükür secdesi konusunda Hz. Peygamber'den [birşeyin nakledilmemiş
olması (naklin terki) da, şükür secdesi bulunmadığına dair bir sünnet gibi
kabul edilir. İbn Rüşd, sonra İmanı Şafiî'nin muhalefetini ve görüşlerini
nakleder.
İmam Mâlik'le
naklettiğimiz meseleden maksadımız, onun yolunu, meseleye yaklaşımını ve onun
bidat oluşunun anlamını açıklamasını ortaya koymaktır. Yoksa onun mutlak
surette bidat olduğunu söylemek değildir.[288]
Hülle nikahının
haramlığı ve onun kötü bir bidat olduğu konusunda da bazıları aynı yolu
izlemişlerdir. Şöyle ki: Hz. Peygamber zamanında eşlerin birbirlerine tekrar
dönmelerini sağlamak için hülle nikahına cevaz vermek suretiyle hafifletme ve
ruhsat tanımayı gerektiren gerekçe mevcuttu. Rifâa'nın karısının kocasına tekrar
dönme konusundaki ısrarlı talebine rağmen böyle birşey meşru kı-lmmadığma göre,
bu hülle nikahının ne onun için ne de başkaları için meşru olmadığını gösterir.
Bu yerinde bir esastır ve dikkate alınması durumunda bidatlerle bidat
olmayanlar arasındaki fark ortaya çıkacaktır ve esbab-ı mucibe varken teşrîe
gidilmemesi, Sâri' Teâlâ'nın maksadının o konuda mevcut üzerine bir ziyadeye
gidilmemesi olduğunu gösteren bir delil olacaktır. Zâid bir fazlalık olduğuna
göre, onun Şâri'in kasdına muhalif olduğu ortaya çıkacak ve dolay ısıyla o şey
bâtıl
olacaktır. [289]
[1] Kul hakkı ağır basan âdetler bahsinde de geçtiği gibi
bunlar niyetle ibâdet haline dönüşmektedir. Niyet unsuru bulunmadığı zaman ise
ibadet olmaktan çıkmaktadır. Meselâ mubah olan fiillerin işlenmesi gibi. Bunlar
sırf verilen izin ya da nefsin hazzı açısından işlendikleri zaman sıradan âdet
olma özelliğini öte aşamazlar. Aynı şekilde namaz ve diğer ibadetler eğer
Allah'ın emrine uyma amacıyla işlenirse ibâdet olurlar; ama riya ya da makam ve
mevki elde etme niyetiyle yapılırsa o zaman da masiyet halini alırlar.
[2] Beyyine 98/5.
[3] Zümer39/2.
[4] Nahl 16/106.
[5] Tevbe9/54.
[6] Bakara 2/231.
[7] Nisa 4/12.
[8] Âl-imrân3/28.
[9] Daha önce geçti. bkz. [1/298],
[10] Hz.Peygamber'e (as) sorarlar: "Ya Rasûlallah! Bir
adam vardır kahramanlık için savaşır, bir diğeri soy-sop için savaşır. Bir
üçüncüsü de gösteriş İçin savaşır. Bunların hangisi Allah yolundadır?"
Karşılık olarak Hz. Peygamber yukarıdaki cevabını verir. bkz. Buhari, Tevhîd,
28; Müslim, İmâre, 150; İbn Mâce, Cihâd, 13; Tirmizî, Fedâiîu'l-cihâd, 16;
Ahmed, 4/297.
[11] Müslim, Zühd, 46.
[12] Kehf l8/110.
[13] Yani niyetin helal ve haram konusunda da etkisi
bulunmaktadır.
[14] Yani ya zorlamada teselsül lazım gelecek ya da zorlama
helli bir yerde duracaktır ve buna rağmen Şâri'in fiilden beklediği imtisal
(emre uyma) amacı gerçekleşmemiş olacaktır. Bu durumda meydana gelen zorlama
Şâri'in amacını gerçekleşti rmeyen bir abes (beyhude şey) olacaktır. Şâri'i n
beyhude şeylerle uğraşması muhaldir. Nitekim teselsül de haddizatında muhal olmaktadır.
Şu halde geriye zor altında işlenilen bu amelin niyet olmaksızın sahih ve
Şâri'in amacı m gerçekleştirmiş olması şıkkı kaim akladır vı; dolayısıyla iddia
edilen tez doğruluğunu yitirmektedir.
[15] Ebu Davud, Talâk, 9. Eleşliriye konu olan hadis, Hafız
tarafından hasen olarak nitelenmiştir.
İfi. Şevkânî hu anlamda bazı rivayetlere yer verm İştir. Abdurrezzak hu
sözü.Hz. Âli'den, Hz. Ömer'den ve Hz. ebu Zer'den mevkuf olarak rivayet
etmiştir. îs-nadmda inkıta (kopukluk) vardır.
[16] Bu görüş zayıf da olsa, meselenin desteklenmesi için
yeterlidir.
[17] Niyetin atıldığı (rafd) zamana isabet eden kısım
ibadet niyetinden hali olmaktadır. Aynı şekilde kıldığı iki rekatta da
farziyete niyet etmemiştir. Nafile niyeti ise ona göre farz niyeti yerine
geçmemektedir.
[18] Allah'a ulaşmak için yapılan tefekkür olmaktadır. Bu
ilâhî marifete ulaştıran bir ameldir. Bu mümkündür ve dolayısıyla kendisine
teklif hükmü taalluk edecektir. Ancak bu tefekkürde, emre uymuş (imtisal) olma
kasdının bulunması mümkün değildir. Çünkü emre uyma kasdının olabilmesi için
önce bu tefekkürle mutlaka Ailah'm bilinmiş olması gerekmektedir. Dolayısıyla
ilk tefekkürde kasdm bulunması mümkün değildir. Mümkün olmadığı için de hitap
konusu olmayacaktır.
[19] Yani butlan bahsinde geçtiği gibi bâtıl kelimesinin
ikinci mânâsı olan 'üzerine âhirette sevap terettüp etmemesi' anlamında bâtıl
olur.
[20] Oruca niyet
konusunda Hanefî mezhebi şöyledir: Ramazan orucu, muayyen nezir orucu gibi
vakti belirti olan oruçlar için niyetin geceden yapılması ve şu oruca diye
belirlenmesi şart değildir. Dolayısıyla meselâ Ramazan'da kazaya kalan başka
bir Ramazan orucunu tutmaya veya adak orıtcu tutmak için belirlediği günde Ramazan orucunun
kazasına ya da nafile oruçtutmay a niyet etse, bu niyetlerine itibar edilmez ve
o oruçlar Ram azan y a da muayyen nezir orucu olarak sahih olurlar. Çünkü oruç,
o vakitte tutulması gereken oruca hamledilir ve sahih olur.
[21] Mehirsiz değiş tokuş suretiyle yapılan nikaha şigâr
nikahı denir. îki kişinin birbirlerine mehirsiz olarak kızkardeşlerini nikah
etmeleri gibi. (Ç)
[22] Metinde olumsuz olmakla birlikte, sözün akışını ve
Nâşir'in de dipnotunu dikkate alarak olumlu tercüme ettik. 'Akdİn sahih
olmasını gerektiren şekli kasdetnıiş olmasalar da' şeklinde asla sadık kalarak
tercüme etmek de mümkündür. (Ç)
[23] Hanefî mezhebine göre, iki velî, kızlardan her birinin
milk-i müt'ası diğerinin mehri olacaktır şeklinde tasrihte bulunsalarve
kızları karşılıklı olarak nikahlanna alsalar (mehirsiz değiş-tokuş), akit sahih
oiur ve kızlardan her birine emsal mehir gerekir. Çünkü Hanefi'lere göre, mehir
yoktur diye meh-rin tümden reddedilmesi durumunda dahi akdedilen nikah sahih
olmakta ve kadına emsal mehir gerekmektedir. Dolayısıyla şigâr nikâhı Ebu
Hanife'ye göre mehrin reddi anlamına gelir. Bunu şöyle izah etmek mümkün: Şigâr
nikahında bulunanlar şer'î olmayan bir akdi kasdetmişîerdir; buna rağmen akit
bâtıl olmamıştır. Çünkü akdi şer'î bir hakikate hamletmekte ve bunun
neticesinde de akit sahih olmakta ve kadına da emsal mehir gerekmektedir. Bu
durumda ileri sürülen şart bâtıl olmaktadır.
[24] Sebeb, sözü edilen tasarruflarda sadece sözü
söylemekten ibarettir.
[25] Müellif bu sözü ile, o sözden doğacak müsebbebin yani
talak, azad... ve benzerlerinin meydana gelmesini kastetmemiştir, demeyi
kastediyorsa, az önce izah edildiği üzere bu yerinde değildir. Yok iafizla o
lafzın konulduğu mânâyı kastetmemiştir, demeyi kastediyorsa bu da açık
değildir. Lafızla, şakaya niyet etmesi, kendisini o lafzın mânâsını anlamış
olmaktan çıkarmaz. Olsa olsa gayr-ı ciddi bir tasarrufta (hezl) bulunan kimse,
müsebbebin meydan a gelmemesini kastetmiş olabilir. Bu kasdm da bir önemi
yoktur.
[26] Bu gibi meseleleler nesep, hürriyet, yükümlülükler
gibi çok önemli konularda büyük etkileri olan tasarruflarda. Dolayısıyla Sâri'
onların korunması noktasında titizlik göstermiş ve zahir sebeplerinin bulunması
durumunda hükümlerinin üzerine terettüp edeceğini bildirmiştir. Bu gibi
tasarruflarda ciddiyetsizlik, şaka gibi yorumlar dikkate alınmamıştır. Çünkü
bunlar gizli işlerdir ve bilinemezler. Dolayısıyla gerçekleştirilen .sebebler
ciddî olarak işlenmiş kabul edilir. Aksi takdirde geniş bir fesat kapısı açılır
ve namuslar çiğnenir, hürriyetler zai! olur, adak yolu iîe üstlenilen
yükümlülükler ortadan kalkar. Bu gibi tasarruflarda bulunan bir kimse pişman
olur ve hemen ben şaka yapmıştım der, istikrar bozulur.
[27] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/325-332
[28] Buharı, Ahkâm, İ; Müslim, îmâre, 20.
[29] IIadîd57/7.
[30] Bakara 2/30.
[31] A'râf 7/129.
[32] En'âm 6/165.
[33] Buharı, Ahkâm, 1; Müslim, İmâre, 20.
[34] Hadiste zikredilenler sadece birer örnektir, yoksa
sorumlu olanlar sadece emir, baba ve anneden ibaret değildir. Çünkü hadiste en
kapsamlı olan velayetten söz edilmemiştir. En kapsamlı velayet, kişinin kendi
nefsini, belirlenen istikamette gözetme ve: kollama velayetidir. Keza, başka
rivayetlerde geçip da bu rivayette zikredilmeyen kölenin malı üzerindeki
sorumluluğundan da .söz edilmemiştir. Bu da hadiste zikredilenlerin sadece
birer örnekleme olduğunu gösterir.
[35] . Orada altıncı
meselede, beş nevi olan hükümlerin fiil ya da terklere ancak maksatlar
itibarıyla bağlı oldukları geçmişti, bkz. f 1/2011
[36] Mükellefın şer*i hükümler altına girmesi adîı dördüncü
nevin altıncı meselesinde, bkz. [2/186],
[37] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/332-334
[38] Bu büyük önerme, küçük önerme ve sonuçtan oluşan
mantıkî bir delildir. Müellif büyük önermenin açık olduğunu söylemiş ve
"Çünkü meşru kılınan hükümler, sadece maslahatların temini, nıcfse deÛerin
de uzaklaştırılması için konulmuştur...." diyerek uyanda bulunmayı da i hm
a] etmemiştir. Küçük önermeyi ise altı delille temellendirmeye çalışmıştır.
Ancak iyice düşünüldüğünde son sözü hariç aslında hepsi de büyük önermenin
açıklanması ve izahı şeklindedir.
[39] . Bir önceki
delile yakın olmaktadır. Çünkü Şâri'in kasdetmiş olduğu birşeyi ihmal etmek;
ihmal ettiği bir şeyi de. dikkate aimak, çoğukez maslahat ve güzel olanın
(hayrın) kendi kastettiği şeyde olduğu yanlış düşüncesinden kaynaklanır
[40] Nisa 4/115.
[41] Meselâ nikahı ele alalım. Şâri'Teâlâ nikahı insan
nesîinin devamı ve onunla ilgili bulunan diğer amaçlar için meşru kılmıştır.
Şimdi nikâh ile, Şâri'in bu kasdı değil de, üç talakla hoşanmış kadının eski
kocasına heia] kılınması amaçlanırsa (hülle), sözkonusu nikah tahlil (helâl ki
im a) için bir vesile (araç) yapılmış olur ve o, Şâri'in nikahtan gözettiği
maksatla amaçlanmış olmaz. Bu durumda Sâri' katı ada amaç olan nikah, hu
kimseler yanında araç halini alır. Bu ise şeriata ters düşer ve onunla uyuşmaz.
Burada şöyle
denilebilir: Nikah da Allah katında bir vesiledir; çünkü o hülle için değilse
de neslin devamı maksadının aracı olmaktadır. Dolayısıyla bu delil, birinci
delilin 'Şâri'in kastettiği şeyi ihmal ve dikkatten düşürmüş; Şâri'in ihmal
ettiği şeyi de, muteber bir maksadı kabul etmiştir' şeklindeki kapsamından
dışarı çıkmaz. Bu delili, Şâri'ce amaçolan, niyet sahibince araç haline
sokulmuştur şeklinde müstakil bir delil yapma çabasına gelince, açık değildir.
Çünkü nikah zaten her hal ve durumda vesiledir; Şu kadar var ki maksatlar
farklıdır.
Cevabı: Bu bazı yükümlülüklerde geçerli bir durumdur. Mselâ namaz, oruç
ve hac gibi sırf ibadet ol an tasarruflarla Allah'ın kastettiği amaç değil de
meselâ riya kastedilirse, dünyada ulaşmak istediği makam elde etme ya da
terkinden dolayı gerekecek cezayı —namazı terkeden kimsenin öldürülmesi gibi—
düşürmek gibi bir amaca vesile ki İmiş ulur. Oysaki Sâri', bu ibadetleri,
hizzat kendilerinde bulunan Özelliklerinden dolayı birer amaç kabu! etmiştir;
bununla beraber kişi, onları dünyevî amaçlarına ulaşmak için bir araç
kılmıştır. Bu şekilde müellifin sözü yerini bulacak ve delilin müstakilii-ği
ortaya çıkacaktır.
[42] Bakara 2/231.
[43] Tevbe 9/65.
[44] Bîr tasarrufun/akdin gerçekleşmesinden sonra,
tarafların rızasıyla bozulması. (Ç)
[45] Yani Şâri'in bu akitlerdeki amacı, akdi icra eden
kimsenin hür iradesüle gerçekleşmesidir. Bu tasarruflar, zor altında
işlenmeleri durumunda, meşru kılmışları doğrultusunda meydana gelmemeleri ve
şeriata ters olarak gerçekleşmelerine rağmen
sahih olarak vuku bulmaktadırlar.
[46] Hiyel' kelimesi, hîle kelimesinin çoğuludur. Bu
kelime, çare, çıkış ya\u gibi anlamlara gehr. Kanaatimizce ilk çıkışı, îslâm
şeriatının hükümlerini olabil diğince yürürlülükte tutabilin t! amacının bir
sonucu olmuş; ancak zamanla çığırından çıkarak Türkçe'deki "hile"
kelimesinin anlamına uygun bir mahiyet almıştır. (Ç)
[47] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/334-338
[48] Yani bizzat kendi hakkı açısından. Çünkü kişi
zevcesinden istifade etmek, gül suyu içmek konularında yasaklanmış değildir,
eda ettiği namazı tekrar kılmakla yükümlü değildir. Ancak emir ve yasağa saygı
perdesini yırtınış ve onları onemsememiştir. Böyle bir kimse için, kendisine
ait bir hakkı kullanmış o İması açısından kendisine herhangi bir ceza vb.
gerekmeyecektir. Allah hakkını korumadığı için ise günahkar olacaktır.
[49] Bu kısımdan, muhalefet kasdıyla uygun olanı yapan
kimsenin durumu böyle değildir. Çünkü o kimse sebebi ortaya koymamıştır. Gerçi
muhalif olan sebebi işlemeyi kastetmiştir ancak, hata etmiş ve sebebi
hakikaten inememiştir.
[50] Nisa 4/145.
[51] Birinci meselede.
[52] Yani fiil gerçekte Şâri'in meşru kılmış olduğu şeye
muhalif olmakta; kişi onun meşru kılının adığını da bilmektedir; bununla
birlikte o şeyi tâat ve ibadet kasdı ile işlemektedir. Bunu yaparken de çoğu
kez bu fiilin tâat Sayılacağı gibi bir
yorumda bulunmaktadır. Fiilin muhalifiliğinin yani gerçeğe ters düşmesinin,
kasdında uygunluğunun anlamı işle bu
olmakladır. Burada: 'Bu kısımdan olan bir fiil akıllı bir kimseden sadır
olamaz; zira bir kimsenin bir fiilin muhalif olduğunu bile bile ununla Şâri'in
kasdına uygunluğu kastetmesi mafcu 1 değildir'd iye bir itiraz ileri
sürülemez. Çünkü bu-rada fiilin Şâri'in kasdına uygunluğu, sadece kişin in
kendi kuruntusu nca olmaktadır.
[53] En'âm 6/159.
[54] En'âm 6/153.
[55] Müslim, Cuma, 43; Ebu Davud, Sünne, 5; ibn Mâce,
Mukaddime, 7; Ahnıed, 3/310.
[56] Kural olarak mutlak kemale yorulur. (Ç)
[57] Hadis olarak da rivayet edilen bu söz, İbn Mes'ûd'a
aittir f mevkuf)- bkz. Ah-med, 3/379. (Ç)
[58] Öbür taraftan Kur'ân son şeklini de almış değildi ve
her an,yenibir vahiy gelebiliyordu. fÇ)
[59] Ebu Davud, Sünne, 4; Ahmed, 2/286, 300, 424; 4/170.
[60] Müellif tarafından hadis olarak rivayet edilen bu söz,
aslında İbn Mes'ûd'a aittir (mevkuf), bkz. Ahmed, 1/379. (Ç)
[61] İbnMâce, Fiten, 8.
[62] Yani mesâlih-i inürsele prensibine dayanılarak
uygulamaya konulan örnekler. (Ç)
[63] Yani bir açıdan bakıldığı zaman fiil sahih olacı ktır;
diğer açıdan bakıldığında da fasit ve bâtıl olması gerekecektir.
[64] Yanı mükellefin itaat kasdı amele mutabık düşmemiştir.
Çünkü amelde itaat bulunmamaktadır. Zira itaat ancak meşru olana uymak
suretiyle gerçekleşir. Halbuki burada, işlenen fiilin gayr-ı meşru olması
durumu üzerinde durulmaktadır. Bu durumda muhalefet mevcuttur ve ve mükellefin
yerini bulmayan itaat kasdımn o muhalefeti muhalefetlikten çıkarabilecek bir gücü
de yoktur.
[65] Yani, kasıt ve niyetin muteber olması için meşru bir
fiil üzerinde vuku bulması gerekmektedir. Bu durumda meşru kılınan şey, niyet
ve fi ilin bütününden oluşmaktadır.
[66] Yani o amelleri işledikleri sırada henüz o ameller
meşru kılınmış değildi. Şeriatın o amelleri dikkate alıp emrettiği ya da
dikkate almayarak emretmediği belli olmayan bir dönemde onlarla amel
etmişlerdi.
[67] Meselâ Zeyd b. Anır b. Tufeyl, aklı ile Allah'ın
varlığım ve birliğini bulmuştur. Müşriklere hayvan boğazlama konusuyla daha
pek çok noktada muhalefet etmiştir. Kız çocuklarının diri diri gömülmesine
karşı çıkniiştır. Boğazlama konusunda şöyle derdi: "Koyunu Allah
yaratmış, onun için gökten yağmur indirmiş, yeryüzünden ot bitirmiştir, lîütün
bunlara rağmen siz, onları Allah'tan başkalarının adına boğazlıyorsunuz."
[68] Yani bu konuda nıüctehidlerin farklı yaklaşımları
bulunmaktadır Bir kısmı onları sahih görürken, bir diğer kısmı sahih
görmemektedir. Hu fiiller, kendisiyle taabbud (kuHuk) kastettikleri amelleri
gibi şeylerdir ve bu konuda maksatları iîe amelleri arasında bir fark yoktur.
Onların maksatlarını sahih görenler, aynı zamanda amellerini de sahih görmekte;
aksine onların maksatlarım sahih görmeyenler amellerini de sahih
görmemektedirler.
[69] Nitekim Zeyd b. Amr'dan'Allahım! Seni şahit tutarım
ki, ben şüphesiz İbrahim'in dini üzereyim' dediği rivayet edilir.
[70] Çünkü bu durumda mesele, konumuz haricinde kalacaktır.
Zira öyle bir kişinin ameli de, niyet ve kasdı da uygun olacaktır.
[71] .
Buhârî,îtisam,20;Müslim,Akdiye, 17; EbuDavud,Sünne, 5; İbnMâce,Mukaddime,
2; Ahmed, 2/146.
[72] Yani bunlar fiil, her ne zaman şeriata muhalif olarak
gerçekleşirse —niyet uygun da olsa— bâtıl olur, görüşüne meyletmişlerdir
[73] Kasdın uygunluğunun gereği, dünyada had cezasının,
âhirettede azabın gerekmemesidir.
[74] Muhaliflik tarafı nın gereği konusunda müellif
tafsilata gitmiş ve telâfisi im -kanı bulunmayan fiillerin ihmal, telâfi imkanı
bulunan fiillerin de tashih edilerek kasıt tarafının dikkate alınacağını
belirtmiştir. (Ayrıca 74. dipnota bkz.).
[75] Bu ikinci nikâhın tashihi gerekecektir; çünkübirinci
nikahtan haberi olmaksızın zifafı gerçekleştirmiştir ve bu haliyle kasdı uygun
bulunmaktadır. Meselede işte bu kasıt tarafına meyledilmiş olmaktadır.
Buna şu şekilde itiraz edilmiştir: Gerdeğe girmeyen kimsenin, nikahı ilk
defa akdeden olduğunun ortaya çıkması durumunda, ikinci kocanın kadınla gerdeğe
girmesi, başka birinin zevcesiyle gerdeğe girmek anlamına gelecektir. Bu
durumda onun hata etmiş olması ve başka birisinin hanımı üzerine ikinci bir
nikah kıyması o nikahın devamını naşı! mubah kılabilir ve şer'an mahalline
isabet etmeyen bir akdi nasıl tashih edebilir, sıhhati üzerinde görüş birliği
bulunan bir nikah akdini nasıl iptal edebilir?! Kaldı ki, hata başkasının
zevcesini mubah kılmayı ve onu kocasına haram kılmayı değil, sadece o fiili
işleyen kimseden günah ve cezanın kaldırılmasını gerektirir.
[76] Kayıp olan ve hayatta o!up olmadığı bilinmeyen kimse.
(Ç)
[77] Mefkûd meselesinde iki durum vardır: Muhalif olan fiil
üzerine binada bulunma ve ikinci kocanın gerdeği sonrasında ilk kocanın
gelmesi durumunda bu ikinci nikahın tashihi. Tashihin iki gerekçesi vardır: t V
Kasdın sahih olması (2) İlk kocanın hayatta olduğunu bilmeksizin gerdeğin
gerçekleşmiş olması. Gerdekten önce çıkıp gelmesi durumunda ise üzerine binada
bulunulmaması ve ikinci nikahın ihmali durumu sözkonusudur. Yalnız burada
müellifin ifadelerinde bir kapalılık vardır: 'Eğer kadını nikahlamadan önce
çıkıp gelmişse' sözünden maksadı sadece akitten ibaretse, o zaman konuya ters
düşecektir. Yok nikahtan maksat gerdekse o zam an'Akitten sonra fakat gerdekten
önce gelmişse' şeklinde ifade ettiği üçüncü ihtimalle aynı olacaktır. Ancak
metinde geçen'evlenmek' tabirinden kasıt 'hakimin hükmü ile evlenmesinin helal
olması' denilirse o zaman problem kalmaz. Nitekim müellifin yine kendisine.ait
bulunan el-t'tisâm adlı eserine aldığı ifade de bu doğrultuda bulunmaktadır.
[78] Yani, meşru nikâh şekline muhalif olduğu için o nikah
feshedilir ve kadın için mehir hakkı doğar, had ve ceza düşer. Mehrin isbatı
gibi telafisi mümkün olan hükümler isbat edilir. Ancak bu örneğin bizim şh
andaki konumuzla ilgili olabilmesi
için, velînin izninin şart olduğunu bilmeyen bir kimsenin şeriata uygunluk
kasdı ile evlenmiş olması gerekmektedir. Ancak velî şartının bulunduğunu bile
bile böyle bir akde gir işm işse o zaman mesele, konu dahiline, girmez. Bu
durumda hükmü de aynı olur mu? Eğer bile bile yapmamn hükmü, bilmeden yapmanın
hükmü gibi olacaksa, o zaman mesele her iki taran da etkin kılma şeklinde
belirtilen konumuza açıklık getirmeyecektir. Bu durumda mesele bu kaide
üzerine değil, başka bir esas üzerine, oturtulacaktır. Kitabın sonlarına doğru
ihtilaflara ri ay ette buiunm a bahsinde vukûdan sonra bina ve mevcut hali
dikkate alma hakkında bunu anımsatan ifadeler gelecektir. Buna göre nikah, her
ne kadar esas itibarıyla sahih olmasa da, meselâ mirasa hak kazanma ve daha
benzeri konumuzla ilgili olmayan bazı haklar gibi hükümler doğacaktır. Orada
mesele, muhalefet ve uygunluk açısından ele alınmamakta ve başka bir esas
üzerine oturtulmaktadır.
[79] Ebu Davud, Nikâh, 19; Tirmizî, Nikâh, 14; Dârimî,
Nikâh, 110.
[80] Abdulmelik b. Ha'oibb. Süleyman es-Sülemî el-Kurtubi,
Kndülüs Mâliki fu-kahasmdandır. o. 238/853. (Ç)
[81] Ramazan ayının hürmetini ya da o ayda oruç tutmamanın
haramhğını hü-meyen kimseyi unutan kimsenin hükmüne tâbi tutmuşlar ve ona
keffareti gerekli görmemişlerdir. Yakın (makul) tevillerle ilgi li
zikrettikleri şeyler de. bilgisizlik türünden sayılmıştır. Bu tür bir tevil
sonucunda orucunu yiyenlere keffaret gerekmeyeceği ve unutan kimsenin hükmüne
tabi tutulacağı belirtilmiştir. Yiyecek ve içecekler konusunda da durum aynı
olup, haram olduğunu bilmeksizin haram birşeyi yemesi ya da içmesi durum unda
ona unutan kimsenin hükmünü vermişlerdir. Meselâ gülsuyu zannıyla şarap içen,
temizdir diye necis olan birşeyi yiyen bir kimsenin durumunda olduğu gibi.
[82] Ahzâb 33/5.
[83] Bakara 2/286.
[84] bkz. İbn Kesir, 1/342.
[85] Bakara 2/286.
[86] Daha Önce geçti. bkz. [1/149].
[87] Yani sorumluluğun kaldırıldığı konusunda. (Ç)
[88] Yani, bir tür sorumluluğun bulunması gereği üzerinde
görüş birliği etmişlerdir. Genelde sorumluluğun kaldırıldığı konusunda ittifak
etmiş olmakla birlikte bir tür sorumluluğun hâiâ devam etmekte olduğunu kabul
etmeleri, her iki tarafın da dikkate alındığını göstermektedir.
[89] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/338-349
[90] Nadir olarak bazı insanlar zarar görebilir. Nadir olan
bir zararla birlikte o şeyin kullanılması, ileride de hükmü geleceği gibi,
nıübahlık üzere bakî kalmaktadır.
[91] Konu, zararın genel değil özel olması ile ilgili idi.
Düşmana silah satmanın zararı özel mi ki, bu kısma örnek olarak vermiştir.
Halbuki, malların pazar yerine getirilmeden kapatılmasını genel zararlar için
örnek göstermişti. Diğer örnekler için de aynı şeyi söylemek mümkündür
[92] Bunun birçok örneği vardır. Meselâ biri şöyle cereyan
eder: Krediye ihtiyacı olan dükkan sahihi A, dükkanındaki malları düşük fiatla
ve peşin olarak fi'ye satar ve parayı teslim alır. Dükkandaki mallar henüz
yerini değiştirmeden A fi' den o mallan veresiye olarak yüksek fiatla geri
alır. Böylece A istediği krediyi, R de parasına karşılık açıkça isteyemediği
bir fazlalığı (faiz) elde etmiş olur. (Ç)
[93] Meselâ, hayatın ya da bir organın ortadan kalkması
gibi
[94] Burada şöyle denilebilir: Burada sözü edilen, kişinin
hakkını kullanmaktan engellenmesi durumunda kendisine telafisi mümkün olmayan
bir zararın ulaşması, hakkını kullandığı zaman ise başkalarına zararın dokun
ması şeklinde idi. Dolayısıyla zarar ya sadece kendisine ya da birçok insana
dokunacaktır. Konu bu. Şehirlinin köylü adına simsarlık yapması gibi. Burada
sözü edilen müslümanın kalkan edilmesi meselesi ise farklıdır. Çünkü o meselede
kalkan edilen kişinin hakkının korunması ve öldürül memesi, bütün
müslü-inanların öldürülmesi neticesini doğuracaktır. Yani hem kalkan yapılan
müslüman hem de diğer müslümaniar veya en azından ordunun tamamı zarar
görecektir. Bu durumda her halükârda zarar ferdin kendisine de dokunmaktadır.
Bu yüzden de zararın sadece kalkan yapılan müslüman üzerinde kalması
amaçlanarak diğer müsiümanlarınyada ordunun kurtarılması temin edilir. Mesele
bu şekilde ele alındığında iki mesele arasındaki fark açıktır. Ama meseleyi,
ya kaikaıı yapılan müslü manın yok olması ya da İslâm ordusunun yok olması
şeklinde düşünürsek, o zaman konuya uygun olacaktır,
[95] Meselâ mâlî konularda olması gibi.
[96] Dolayısıyla yanlarında bulunan müşteriye ait malların
kusurları olmadan zayi olması durumunda tazmin etmemeleri gerekmektedir. (Ç)
[97]
el-mezâlimü'l-müştereke adı verilen bu tür vergiler için İbn Teymiye'ni
Hisbe adındaki eserine bakılabilir. (Ç)
[98] Şûra 42/42.
[99] Buhârî, İmarı, 26; Müslim, İmare, 103, 107; Nesâî,
Cihad, 18; tbn Mâce, Ci-' had, 1;
Muvatta, Cihad, 27; Ahmed, 2/231.
[100] Mâide5/29.
[101] Müslim, Fedâilu's-sahabe, 167.
[102] Müslim, Lukata, 18.
[103] Tirmizî, Zekât, 28; Dârimî, Zekat, 13.
[104] Müslim,Biir,65.
[105] Müslim,Biir,66
[106] Buhari,iman, 7;Müslim,iman,71,72
[107] Buhari,Savm, 7;Müslim,Fedail,50
[108] Buhârî, Bed'u'I-vahy, 3; Müslim, İman, 252.
[109] İnsan 76/8.
[110] Haşr59/9.
[111] Daha önce geçmişti, bkz. 12/108].
[112] Buhârî, Menâkıbu'1-ı-rısâr, 18; Meğâzî,
18; Müslim, Cihâd, 136; Ahmed,
3/105.
[113] Buhârf, Cihâd, 82 (3/228).
[114] Yusuf 12/51.
[115] Bu ihtimal, failin emredilmiş olan şeyi işleyen birisi
kabul edilmesi takdirine göre olacaktır.
[116] Bu ihtimal ise her iki takdire göre de muhtemel
bulunmaktadır. Ancak burada şöyle denilebilir: Her iki takdire göre de zarar
verme kasdınm bulunması bu beşinci kısmın özüne ters düşer. Buna şöyle cevap
verilebilir: "Ya da başkalarına zarar vermeyi amaçlamıştır...' sözünden
amacı, muhtemelen kasdı bulunduracak şeyi (mazinne) işlemesi demektir; bu
durumda bilfiil kasıdbu-lunmasa bile kendisine, muhtemelen kasdı barındıran şey
ile (mazinne) muamele edilecektir. Nitekim müellif de bunu daha Önce geçen Bu
açıdan bakıldığında fiil, başkalarma zaar verme kasdının bulunduğu zannım
içermektedir* sözüyle belirtmiş bulunmaktadır.
[117] Yani diyet ve itlaf edilen malların tazmini konusunda
hatalı bir kimse gibi muamele görür.
[118] Yani bir yönü ile fiilin caiz olması ve diğer caiz
olmayan unsurdan ayrı olarak düşünülmesinin mümkünlüğü
[119] bkz. sıhhat ve butlan bahsi. [1/292].
[120] ikinci bakış açısınayanifıili işlemesi durumunda
zorunlu olarak hirbaşkası-na zarar verme gibi bir neticenin doğacağını bilmesi
ve zarar vermeye yönelik bir kasıt bulundurma zanııının kuvvetlenmesi. Bu
açıdan ele alındığı zaman fiil, yasaklanmış olmayı gerektirmekte, Şâri'in
kasdma muhalif ve ters düşmektedir. Şâri'in kasdına ters düşen şey ise bâtıl
olacaktır.
[121] Bu gibi işlerde çalışan kimseler için bu meşakkatler
(nisbi olarak) normal bir hal alır ve tabiî hallerde alışılmışın dışında bir
meşakkatin ortaya çıkması nadir olur. Dolaısıyla nâdir olan bu gibi haller
dikkate alınmaz. Nitekim bu husus daha önce mutat olan ve olmayan meşakkatler
bahsinde açıklanmıştı.
[122] Mütevatir olmayan haberlerde (vâhid haber) ravilerin
yanılma ve yalan söyleme ihtimalleri her an için mevcuttur. Ancak onların mü'min,
müslüman, adalet ve zabt sahibi olmaları bu ihtimali azaltır ve böylece
doğruluk payı güçlenir ve böylesi bir haber zan ilade eder. Zan ise feri
meselelerde amel etmek için yeterli olmaktadır. (Ç)
[123] Meselâ, kefen soyucunun (nebbâş) hırsıza kıyas edilmesi
gibi. Bu cüz'î bir kıyastır, hata ihtimali içermesine rağmen kendisiyle amel
edilir. İleride kıyasa itirazlar bahsinde de geleceği gibi kıyas pek çok yönden
yirmi beş kadar noktada tenkide açıktır ve hata ihtimali içerir. Buna rağmen
cüz'î konularda kıyasla amel caizdir. 'Cüz'î' kaydının getirilmesinde zaruret
vardır; zira kıyasın keza vâhid haberin delilliği ve onlarla amfi etmenin
gereği dinde kesin olan esaslardan olmaktadır.
[124] Yani emredilen şey üzerinde gereğince durmamak
suretiyle değerlendirmede kusur göstermesi ve başkasına zarar verme kasdınm
bulunması.
[125] Bu ifade, beşinci kısım ile arasındaki farkı belirtmek
için getirilmiştir. Çünkü beşinci kısımda fiilin mefsedete götürmesinin
genelde kesin olduğu söylenmiştir.
[126] İlk bakışta "sedd-i zerîa" da
ondanyaniyedinci kısımdan bir nevi gibi gözükmektedir; dolayısıyla delil
olarak kullanılması yerinde değildir. Ancak biraz dikkatlice düşünüldüğünde
görülecektir ki, bu kısmın tamamı, işlenmesi durumunda mefsedet doğuracağı zan
ölçüsünde bilinen şeylere zerîa (vesile) olmaktadır. Belki de müellifin amacı
şudur: Bunların cüziyyâtmdan olup da bilfiil âyet ve hadislerde belirtilenler
bunun çerçevesi içerisindedirler. Diğer cüziyyâtı ise, hakkında nass bulunanlar
üzerine kıy as yoluyla hamledilirler. Bu durumda getirilen izah bir delil
olabilir ve müellifin 'Nassla la belirlenmiş bulunan sedd-i zerîa da bu kısım
çerçevesine girmektedir'sö-züde açıklık kazanmış olur.
[127] En'âm 6/108.
[128] Müslim, İman, 145; Tirmizî, Birr, 4; Ahmed, 2/164.
[129] Bakara 2/104.
[130] Mubahtık ya da aksi olabilir. Meselâ hadiste sözü
ediîen sövme fiili zaten aslında mubah değildir. Bu durumda asıl olan fiilin
yasak olması gibi zerîa (vesile) olarak da hükmü aynı şekilde yasak olacaktır.
Diğer örneklerde ise durum böyle değildir; çünkü onlar aslında mubah olan
fiillerdir, ancak üzerine doğacak olan şeyin hükmünü almışlardır.
[131] Yani başkasının zararı sözkoııusu olmayan nıasiyet
gibi mefsedet ile başkalarına zarar içeren fiiller.
[132] Yani yedinci kısımda.
[133] Açık olmayan bir izah şeklidir. Bu ilim ya da zan
mertebesine ulaşmayan bir ihtimalden öte geçmez şeklinde yapılan itirazı
defedecek durumda değildir.
[134] Ümmü Yunus rivayet etmiştir: Zeyd'in oğlunun anası,
bir cariyeyi ataların (maaş) verileceği
zamana kadar veresiye olarak sekizyüz dirheme satmış ve ona (sattığı kimseye)
eğer satacak olursa kendisine satması şartını koşmuştu. Sonra süre dolmadan
önce altıyüz dirheme (peşin olarak) tekrar ondan satın almıştı. Bunun üzerine
Hz.Âişe'den fetva istemiş, oda: "Ne kötü bir alışveriş!" demiştir.
Çünkü satış akdine muhalif şart içermektedir. Hz. Âişe mübalağalı bir ifade ile
bu tasarrufun yanlışlığını belirtmiştir. Çünkü çoğu zaman böyle bir akitte
gözetilen kasıt, az verip çok alma (örtülü riba) olur. Cariyenin aracı
yapılması ise bir hiledir. Süre için ikiyüz fark biçilmiştir. Bu çokça
kastedilen şeylerden olmakla birlikte galip halde değildir. Müellifin amacı
bu. Ancak bu kendi zamanına has idi. Bugün ise, bu düşünce kesin olarak
kasıtta galip bulunmaktadır.
[135] Gâlib kelimesi, nâdir kelimesinin mukabili olarak; çok
ise, az değil anlamında kullanılmaktadır. (Ç)
[136] Müellifin bu görüşüne katılınmayabilir.
[137] Her iki kısımdan da "çokça" diye söz
edilmesi, onların hükümde de müşterek olmalarını gerektirmez. Çünkü aralarında
fark vardır; burada sadece ihtimal varken orada zan ölçüsünde bir bilgi ile
zarar ya da mefsedetin doğacağı bilinmektedir. Bu durumda böyle bir
delillendirme yoluna başvurmak kelime oyunu gibi bir hal alacaktır.
[138] İbn Mâce, Eşribe, 11; Ebu Davud, Eşribe, 8. Yasağın
illeti için bkz. Neylu'l-evtâr, 8/210.
[139] Müellifin bu örneği galip kısımdan değil de çok olan
kısımdan göstermesi tartışılabilir. Göründüğü kadarıyla üç gün hatta iki gün
bekleyen bir nebizin özellikle de sıcak ülkelerde sarhoşluk verici bir hale
ulaşması çok değil galip bir durumdur.
[140] Ebu Dâvud, Eşribe, 10 (3/335).
[141] Ebu Davud, Eşribe, 7.
[142] Hz. Peygamber (as) dübba', hantem, nekîr ve mukayyer
denilen kap larda şıra tutmadan yasaklamış ve "Lâkin tulumundan iç ve
ağzını bağla" buyurmuştur. (Müslim, Eşribe, 33)
[143] bkz.Neylul-evtâr, 8/208.
[144] Buharı, Nikah, 111; Müslim, Hac, 424; Ahmed,
1/278,299.
[145] Buhârî, Taksir, 4; Müslim, Hac, 412-424; Ebu Bavud,
Menâsik, 2. Hadislerde böyle bir durumda üçüncü kişinin mutlak surette şeytan
olacağı belirtilmiştir.
[146] Müslim, Cenâiz, 97, 98; Ebu Davud, Cenâiz, 73;
Tirmizî, Cenâiz, 57; Ahmed, 4/135
[147] Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 33-36; Ebu Davud,
Nikâh, 12.
[148] Nisa 4/3.
[149] Bakara 2/235.
[150] Mâide5/96.
[151] Selefin bir anlamı karz demektir. *Bana şu kadar borç
vermen karşılığında şunu sana sattım' demek suretiyle yapılan bir satış akdi
yasaklanmış olmaktadır. (Nihaye, 2/390).
[152] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/349-367
[153] Aslî kabulle.
[154] Başkalarının da kifâî olarak yükümlü olduğu
varsayımıyla. Yükümlülüğün kifâî olduğundan bahsedildiği zaman, sözü edilen
kişinin de aynı şekilde kifâî olarak onunla yükümlü olması gerekecektir. Aynı
yükümlülüğün bazı mükelleflere kifâî olarak, diğer bazılarına da hem kifâî hem
de aynî olarak
binmesi sahih değildir.
[155] Nisa 4/34. Mübalağa sîgası ile 'kavvâm' şeklinde
kullanılan bu kelimeyi müellif sözün gelişme bakılırsa "onların
yükümlülüklerini de yerine getirmekle görevlidirler" şeklinde anlamıştır.
(Ç)
Koca, karısının nafakasını vermekten acze düşerse, karısı üzerindeki
kâimlik vasfı sona erer ve kadının kendisini boşamasını isteme hakkı doğar.
Nitekim İmam Mâlik ve Şafiî'nin görüşleri de bu doğrultudadır.
[156] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/367-369
[157] Kocanın karısının nafakasını temin edememesi durumunda,
aralarının ayrılmasına hükmetmek gibi. Aynı durum efendi-köle ilişkisinde de
geçerlidir ve efendi, kölenin nafakasını tomin edememesi durumunda köleyi
satmaya mecbur edilir.
[158] Bir müslünıanın düşman tarafından, müslüman ordusuna
karşı kalkan olarak kullanılması Örneğinde olduğu gibi.
[159] Pazara varmadan yolda maüarı kapatmayı yasaklamak,
zenâatkârlan tazminle sorumlu tutmak gibi konularla ilgili deliller.
[160] Bakara 2/264.
[161] Şuarâ 26/109.
[162] Sebe 34/47.
[163] Sâd 38/86.
[164] Meyle neden olması. Müellifin sözünde başka bir izah
daha geçmişti: Kamu maslahatını üstlenen kimsenin suizan ve töhmet altında
kalması ve bunun sonucunda hem ona hem de diğerlerine birden zarar dokunması.
Burada •Müellifin sözünden de ilk bakışta anlaşıldığı gibi, İcmâın ületi sade
bu zerîadır, birinci ise bu icmâı gerektirmez' denilebilir. Ancak buna, 'Onu
ona eklemesi icmâın senedini güçlendirir' diye karşılık verilebilir.
[165] Konu ile ilgisi açık. Çünkü burada Ebu Talha'nın
hayatı tek bir kişinin hayatı iken, Hz. Peygamber'in vücudu İslâm toplumunun
bekası demekti.
[166] Bu örnek üzerinde durulabilir: Bunun konu ile ilgisi
olabilir rai?Hz.Peygam-ber'le ilgili olan tercih örneği, Medine ahalisi için
genel karşılığında özel bir maslahat olmakta mıdır? Buna evet denilecek olursa
Ebu Talha olayında geçen izahın aksi olmuş olur. Ancak müellif, her iki olayı
da farklı açılardan ele almış ve Hz. Peygamber'in Medine halkım kendi nefsine
tercih etmesini konu ile ilgili hakikat mânâda ve genel mukabilinde özel bir
îsâr örneği olarak; Ebû Talha'nm tercihini de genel maslahat için yapılmış bir
îsâr saymıştır; çünkü dinin ve bütün müslümanlarm bekası Hz. Peygamber'in
hayatına bağllıdır.
[167] Onun bu şekilde kalbinin meşgul olması tabiî ki elinde
olmayan birşey idi; aksine kamu maslahatı için yapması gereken şeylerin
düşüncesi kendisine istemeyerek hakim oluyordu.
[168] Buhârî, Ezan, 65; 163; Müslim, Salât, 191; Ebu Davud,
Salât, 123. Hz. Peygamber bu yüzden namazı hafif tutmuştu.
[169] Yani beklenti hali güçlü bir ihtimal olmaktadır; bu
haliyle o gerçekten mevcut bulunan birşey kabul edilebilir mi? Yoksa edilemez
mi?
[170] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/369-377
[171] Usûl kitaplarının hüsün vekubııh m «selesinde; m
üellif de çeşitli yerlerde konuya temas etmiş bulunuyor.
[172] Yani Şâri'in maslahat olarak belirlediği maslahat,
mefsedet. olarak belirlediği de mefsedet olur, bunlar akıl yoluyla bilinmez.
(Ç)
[173] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/377-378
[174] Çünkücihad kötülüğün, hatta en büyük kötülüğün
önlenmesi iğindir ve. o kötülüğü önlemenin e.i ile yapılan şekli «Imaktadır.
Çünkü cilısıd Allah'm dininin en yüce olması için konulmuştur. Buna kim karsı
çıkar ve çalışırsa, boyun eğip inadı terkedinceyt: kadar nıüslümanlanıı onlarla
çarpışması bir görev olacaktır.
[175] Nisa 4/29.
[176] Bakara 2/188; Nisa 4/29.
[177] Şûra 42/43.
[178] Şûra 42/40.
[179] Bakara
2/280.
[180] Dördüncü nev'in on dokuzuncu meselesinde, fiillerin
üçe taksim edildiği fasılda.
[181] Ve Allah hakkı galip bulunan haklara.
[182] Yani kul hakkı
galip olan haklara. Müdebberin satılmaması hakkı gibi, mâlî haklar gibi. Bu tür
haklarda kul hakkı tarafı ağır basmaktadır. Dolayısıyla onu düşürme yetkisi
vardır.
[183] Yani her ne kadar içerisinde Allah hakkı bulunsa da,
kul hakkı tarafı galebe çalmaktadır.
[184] Yani yeme ve içme konusunda değil, yenilecek, içilecek
ya da giyilecek şeylerin seçimi konusunda kulun seçim hakkı vardır. Yeme, içme
gibi konular î^e Allah haklarından bulunmakta ve hayatın ikamesi için zaruri
bulunmaktadır.
[185] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/378-382
[186] bkz 1/275
[187] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/382-383
[188] On ikinci meselede gelecek fasıl da bu an latılanş
ekliyle kendisi m: hile demek mümkün olan bazı şekillerin sahih ve meşru olduğu
belirtilecektir. O yüzden buruda 'genelde' kaydı getirilmiştir.
[189] Bakara 2/8.
[190] Münafıklarla ilgili bu örnekte hilede aranan her iki
unsur da bulunmaktadır: Şöyle ki: a) Kanlarının ve mallarının dokunulmazlığı
yok iken, bu hükmü dokunulmazlığa çevirmişlerdir, b) Gönüllü Allah'a itaat
için konulmuş bulunan bir hükmü, kendi emellerine âlet etmişlerdir.
[191] Bakara 2/14.
[192] Bakara 2/264.
[193] Nisa 4/38.
[194] Nisa 4/142.
[195] Kalem 17-19.
[196] Öyle anlaşılıyor ki, onların şerîatlerine göre, hasat
esnasında hazır bulunmayan yoksulların hakkı düşüyordu. Onlar da işte bu
noktayı yoksulların haklarım düşürmek için bir hile olarak kullanmışlardı.
[197] Bakara 2/65.
[198] Bakara 2/231.
[199] Bakara 2/228-229.
[200] Nisa 4/12.
[201] Nisa 4/6.
[202] Nisa 4/19.
[203] Daha önce geçti. bkz. [ 1/275.
[204] Kaynağını bulamadık.
[205] Daha önce geçti. bkz. [ 1/275
[206] Daha önce geçti. bkz. 11/289].
[207] Buraya kadar olan kısmı hk. bkz. Ruhârİ, Esri be, fi;
Kim Davud, Eşribe (v İbn Mâce, 8, Fitun,
22; Ahmed, 5/318.
[208] Bu söz.Muhammedtsa) ümmetinin mesh (yani hayvan
şekline çevirme), yere batırma gibi azaplardan emin kılındığını belirten
haberlere ters düşmektedir. Kaldı ki mevkuf olarak rivayet edilmiş olması onun
tearuz için yeteri i olmadığını gösterir. Müellifin buna rağmen bu ve
benzerlerini bumda zikretmesinin sebebi güçlü olan delilleri daha da
Küflendirmek içindir.
[209] Daha önce geçti. bkz. [1/290].
[210] Ahmed, 2/28.
[211] Daha önce geçti. bkz. 11/276].
[212] Tirmizî, Ahkâm, 9; Ebu Davud, Akdiye, 4; İbn Mâce,
Ahkâm, 2; Ahmed, 2/164.
[213] İbn Mâce, Sadakat, 19(2/813).
[214] "Daha Önce geçti. bkz. [2/305].
[215] Ahmed, 5/424.
[216] Daha önce geçti. bkz. [1/276].
[217] Daha önce geçti. bkz. [1/296].
[218] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/
[219] Meşru hibe, Şâri'iıı zekatta gözetmiş olduğu cimrilik
duygusunun ortadan kaldırılması, insani ara yardımcı olunması, onlara iyilikte
bulunulması amacına ters düşmez. Şeklî hibe ise,— müellifin arzettiği şekilde
gerçekleşen hibe gibi— Şâri'in hibeden gözetmiş olduğu amaca ters düşer.
[220] Çünkü talak hakkı kendi elindedir.
[221] Yani her ikisi de, dünyevî bir amaca ulaşabilmek için
mânasını kastetmedikleri bir sözü söylemektedirler.
[222] Yani zor altında küfür kelimesi söylemek. (Ç)
[223] Daha önce de geçtiği gibi bu bir alaya almadır; Allah
ve Rasûlünü aldatmaya yeltenmedir. Rııradft dünyevî mefsedetten söz
edilmemektedir. Çünkü münafiğın böylesi davranışları neticesinde nıahnı ve
canını koruması gibi dünyevî maslahatı bulunmaktadır. Ancak dünyevi maslahatlar
ne uiır maslahatlar karşı karşıya geldiği zaman, dünyevî maslahatlar ihmal
olun. ve dikkate alınması batıl olur.
[224] Yani birinci kısmın caîzliği, ikinci kısmın ise caiz
olmadığı. (Ç) "
[225] Bakara 2/230.
[226] Buhâri, Talak, 7, ;37; Ebu Davud, Talak, 49;Nesâî,
Talak, 9; Muvatta, Talak, 17-18;Ahme(i. 1/214.
[227] Tarifleri daha Önce geçmişti.
[228] Buharı, Büyü, 89; Vekâle, 8; Müslim, Müsâkât, 65;
Muvatta, Büyû, 20-21.
[229] Yani iyi cins hurmayı, katkılı hurmayı sattığı aynı
kişiden atabileceği gibi, bir başkasından da alabilir. (Ç)
[230] Müellif, Endülüslüdür. (Ç)
[231] Bu görüşe göre, şer'îkaynaklann istikrasından elde,
edilen mânâlar, hikmetler, sırlar ve maslahatlar; ttğer bunlara lafızlar,
lügavî konuluşları itibarıyla delalet, etmiyorlarsa, o zaman bunlar temel
alınamaz ve ulaşılan neticeler Şâri'in maksatlarından sayılamaz.
[232] Yani maslahatlar bidüziyelik arzetmezler; ayrılmaz
değiller, sırları da kav-ranamaz. Meselâ nikahta nesil maslahatını ele alalım:
Bunun Şâri'in maksadı olduğunun izahı nasıl olacaktır? Diğerlerinde de durum
aynı.
[233] Cuma 62/9.
[234] Nitekim bu görüş İmanı-ı Gazzâlî'ye ait olmaktadır.
Bunlar "tirşeyi emretmek onun zıddmı yasaklamış ohnak anlamına gelmez;
aklen bunu tazam-m un da etmez" diyorlar. Birinci görüş el-Kâdî ve ona
tâbi olanların görüşü olmaktadır.
[235] Yani bu durumda bunlar üzerine bir hükümde bulunulamaz
ve bir neticesi olmaz. Çünkü her ikisi de birbirine eşit olmakla birîikte
tearuz halinde bulunmaktadırlar ve aralarında birini tercihte bulunmaya da
imkan yoktur. Bu durumda her ikisi de düşecektir. Bu haliyle onlardan istifade
nasıl olacak ve nasıl gereği ile amel edilecektir?
[236] . Gülsuyu,
üzümsuyu, meyvesuyu gihi sıvılarla (mukayyed su) temizlik yapılamayacağı;
temizliğin ancak mutlak su ile yapılacağı görüşünü ileri sürmüştür. Hanefî
mezhebinde maddî pisliklerin izalesi için mutlak su ile olması şartı yoktur.
(Ç)
[237] On sekizinci meselede.
[238] "Istıshâb", aksi bir delil olmadıkça
birşeyin eski hali üze.re bulunduğuna hükmetmektir. (Ç)
[239] Bu illeti belirleme yollarından münasebet yolu
olmaktadır. Sağduyu sahipten böyle bir yolu kabul ile karşıiam aktadırlar.
Geriye bu üçüncü yolun, geçen ilk iki yönden farklı olup olmadığı konusunu ele
almak kalıyor. Orada "Burada münasebet, İlleti belirleme yollarıyla
bilinir" diyor, illeti belirleme yollarından birinin münasebet olduğu ise
bellidir. Eğer bu münasebetten ise, o 2aman bunun üçüncü bir yön olarak takdimi
izaha muhtaç kalacaktır.
[240] Çünkü muta nikahında mutlak surette süre belirleme
vardır. Hülle nikahında ise böyle bir süre belirleme yoktur ve nikahlayan
ikinci koca eğer dilerse kadını hiç boşamayabilir
de. Bu yüzden müellif muta nikahmdaki muhalefetin daha şiddetli olduğunu
söylemiştir.
[241] Hacc 22/11.
[242] Meselâ cennete girmek, Allah'ın sevgili kulu olmak
gibi amaçlarla. (Ç)
[243] Tâ Hâ 20/14.
[244] Ankebût 29/45.
[245] Mu vatta, Nida, 29; Ahmed, 2/67.
[246] Daha önce geçti. bkz. [2/1.39].
[247] Daha önce geçti. bkz. [2/139].
[248] TâHâ 20/132.
[249] Müslim, Mesâcid, 261; Tirmizî, Salât, 51; IbnM&ce,
6; Ahmed, 4/312; 5/10
[250] İsrâ 17/79.
[251] Daha önce geçti. bkz. [2/220],
[252] Buhârî, Savm, 2; Müslim, Sıyâm, 161. 244- Buharı, Savm, 4; Müslim, Zekât, 85.
[253] Tâ Hâ 20/132.'
[254] Daha önce geçti. bkz. [1/209].
[255] Bunlar övülme, saygı görme ve kendisine mal verilmesi
kasdı ile hakkında bir mani olmayan kasıt.
[256] Öbür kasdın men edilmesi konusunda ihtilaf
bulunmamaktadır.
[257] Furkân 25/74.
[258] Hacc 22/11
[259] bkz. Keşfu'1-hafâ, 2/310. (Zayıf senedle rivayet
edilmiştir.}
[260] Bakara 2/189.
[261] Bakara 2/260.
[262] H/.. İbrahim, bu talebini ibadetle değil dua ile
yapmıştır.
[263] Yani Allah'ın kemal sıfatları ve onun noksanlıklardan
m ünezzehliği, sonsuz kudreti hakkında.
[264] Arı, karınca, kelebek ve mikroplar gibi. Runl ar
hakkın da elde edilen bilgiler-den koca koca ciltler dolusu kitaplar
yazılmıştır. Bununla birlikte bu işin mütahıssısları henüz daha işin başında
olduklarını itiraf etmekledirler.
[265] A'raf7/185.
[266] Gâşiye 88/17 vd.
[267] Kâf 5O/6.
[268] bkü. İbnMâce, Kittm, 18; Ahrned, 3/7.
[269] Bakara 2/45.
[270] Mâide 5/2.
[271] Bu iki kısımda ibadetlerle ya da âdetlerle ilgili
konular arasında fark yoktur.
[272] Meselâ ibadetlerle manevî âlemlere muttali olmayı
kastetmek gibi. Orııçia şehveti teskin etmek gibilerine gelince, bunlar da bu
kabilden olmakla birlikte, müellif bunu daha önce geçen ibadetlerle haz
talebinde bulunma konusuna havale etmiş olmaktadır. Oraya bakılsın.
[273] Cinsî ilişki sırasında meniyi dışarı alma. (Ç)
[274] Böyle bir kimse nikahta Şâri'in maksadını
gözetmemekte, aksine başka bir durum kastetmektedir. Bu kasdı da şehvetini
gidermek olmaktadır. Bu kasıt, Şâri'in kasdina aynî olarak muhalefet
etmemekte; dolayısıyla da sahih olmaktadır. Burada verilen misallerde de (yani
kadına zarar verme, kadının malını alma gibi amaçlarla nikah akdinde bulunma
gibi) durum aynı olacaktır.
[275] Yani anlatılanlarla caizliği teyid edilen kısımdan.
[276] Zekat yükümlülüğünden kaçmak için hibe yoluna
başvurmak gibi, îyne (örtülü riba) satışlarında olduğu gibi. Eu gibi örnekler
sözünü ettiğimiz kısımdan yani aslî maksadı teyid de etmeyen, ortadan da
kaldırmayan kısımdan sayılmazlar. Çünkü bunlar sonuçta, aslî maksadı ortadan
kaldırmaya sebebiyet verir.
[277] Yani burada sözü edilen üçüncü kısımdan.
[278] Gasbedilen yerde namaz kılma meselesi oluyor.
[279] Yani âdetlerle ilgili konularda. Zenaatkarların
tazminle sorumlu tutulmaları gibi.
[280] Yani Kur'ân'm mushaf haline getirilmesi gibi
ibadetlerle ilgili konularda.
[281] Hz. Peygamber (as.) zamanında zenâatkâr yok muydu ki?
Vardı. Dolayısıyla bu Örnek açık değildir. Çünkü esbâb-ı mûcibtı mevcut
olduğuna göre Sâri' den ya daha önce geçerli olmayan yeni bir hüküm alnı ıştır
ya da almamıştır. Her iki haiegörc de söz konusu olan ya eski hükmün olduğu
üzere bırakılması ve Öylece kabulü ya da tadilidir. Dolayısıyla bu örneğin
konumuzla ilgisi açık değildir. Ancak Hz. Peygamber zamanında hükmün
bağlanacağı şeyden hali olması durumu bundan müstesna olur ki; o da son derece
uzaktır. (N)
Nâşi r'in bu notu yerinde değildir. Çünkü zenâai.kârl arın tazminle
sorumlu tutulmasının gerekçesi Nâşir'in dediği gibi zenâatkârlarm mevcudiyeti
değil; bunların sanat ahlâkının bozulması ve ellerindeki mallara karşı
hiya-netlerinin artması olmaktadır. Eğer mutlak varlık kastedilecek olursa aynı
şeyi Kur'ân'ın mushaf haline getirilmesi olayı için de söylemek mümkün olurdu.
Çünkü Kur'ân da Hz. Peygamber (as) zamanında vardı. Genel ahlâkın bozulması ve
zenâatkârlarm tazminle sorumlu tutulması hk. bkz. Erdoğan, Mehmet, Ahkâmın
Değişmesi, İst. 1990, s. 183 vd. (Ç)
[282] Hakkında nass bulunmayan ve nassîann istikrası
sonucunda hükmü elde edilen kısımdan.
[283] Yani hakkında kabul ya da reci edildiklerine dair özel
olarak nass bulunmayan maslahatlar.
[284] Çünkü farzedilen köz, fiil ya da terkin gerekçesinin
bulunduğu ile iigili idi. Mesela şükür secdesinde, gerekçe olan nimetin
bulunması gibi. Bu halde kasda muhalefet durumu yoktur. Nitekim daha (inci!
ikinci yönde, izahı geçmişti.
[285] Bu ziyade.ye burada ihtiyaç yokta. Çünkü, her ne kadar
sükût geçilen şeyde Şâri'e ait belli bir kasıt olduğu anlaşılmaz ise de-, ancak
asıl mesele bu gibi meselelerde Şâri'in kasdının bidatlere uygun olduğunun
kabul edildiğidir. Meselâ tşü kür secdesi meşe fesinde nimete şükür etmek genel
bir şekilde istenilmiş olmaktadır. Gerekçe de mevcuttur: ancak Şârİ bu konuda
bir hüküm meşru kılmayınca bu, a konuda bir ziyadeye gidilemeyeceğine delalet
etmiş olmaktadır, üstelik mesâlih-i mürsele prensibinin geçerli olduğu sahanın
ibadetlerin dışında kaldığını da hatırdan çıkarmamak gerekir
[286] Yani maslahat
ve hikmet açısından. Çünkü farzedilen şey, hepsinin de içerisinde! Sâri7
tarafından dikkate alındığı bilinen maslahatın bulunduğudur. Şükür secdesi ile
Kur'ân'ın muskaf haline getirilmesi arasında veya namazın akabinde topluca dua
etmek ile, ilmin tedvini arasında ne fark vardır? \lv.r ikisi de hayra
yardımdır.
[287] Buharı, Zekât, 55; Müslim, Zekât, 8; Kbu Davud, Zekât,
5, 12.
[288] . Müellif bu
mesele üe, burada esas olarak koymak istediği genel kaideyi çıkarmak
istemektedir. O da sudur: Gerekçesi Hz. Peygamberi as.) zamanında mevcut iken
hükmüne dai r söz edilmemiş olan bir bidatle karşı lastiği mı?, zaman, onun
hakkındaki bu sükut, Şâri'in maksadının belirlenen sınırda durulması ve.
herhangi bir ziyadeye gidilmemesi olduğunu gösteren bir delil olacaktır. Yoksa
müellifin maksadı bizzat şükür secdesinin bidat olduğunu belirlemeye yönelik
değildir. Onu asıl ilgilendiren şey, İmam Mâlik'in sözlerinden prensibi
yakalamaktır.
[289] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz
Yayıncılık 2/383-415