İKİNCİ NEVİ. 2

YÜKÜMLÜLÜKLERDE MÜKELLEFİN MAKSADI (NİYETİ). 2

Birinci Mesele:. 2

İkinci Mesele:. 5

Üçüncü Mesele:. 6

Dördüncü Mesele:. 8

Beşinci Mesele:. 13

Altıncı Mesele:. 21

Yedinci Mesele:. 22

Sekizinci Mesele:. 25

Dokuzuncu Mesele:. 26

Onuncu Mesele:. 28

On Birinci Mesele:. 28

On İkinci Mesele:. 30


İKİNCİ NEVİ

 

YÜKÜMLÜLÜKLERDE MÜKELLEFİN MAKSADI (NİYETİ)

 

On iki mesele altında ele alınacaktır.

 

Birinci Mesele:

 

Ameller niyetlere göredir; hem ibadet hem de âdet türünden olan tasarruflarda önemli olan maksatlardır.

Konu ile ilgili deliller sayılamayacak kadar çoktur.                    

Maksat ve niyetlerin, âdetlerle ibâdetler arasını ayıran bir unsur olması, keza ibâdetler içerisinde vacibi vacip olmayandan ayırması, âdetler içerisinden vâcib, mendub, mubah, mekruh, haram, sahih, fâsid ve benzeri hükümlerin arasının yine maksatlarla ayrılması onla­rın dikkate alındıklarını göstermeye yeterli bir delildir. Aynı amel iş­lenir ve onunla bir'durum kastedilir, ibadet olur[1]; başka bir durum kastedilir, ibadet olmaz. Hatta bir fiil işlenir ve onunla bir durum kas­tedilir ve sonuçta iman edilmiş olur; aynı fiille bir başka durum kaste­dilir ve kâfir olunur. Allah için ya da put için secde etmek gibi.

Aynı şekilde, fiil işlenirken hirkasıt bulunursa o fiile teklîfî hu-kümler taalluk eder; niyetten uzak olarak gerçekleşmişse, o fiile her­hangi bir teklifi hüküm bağlanmaz. Uykuda bulunan, gafil olan, ya da cinnet geçiren (deli, mecnun) kimselerin fiilleri gibi.

Konu ile ilgili bazı nasslar: "Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na kulluk etmekle emrolunmuşlardi[2]"öyle ise dini Allah için halis kılarak O'na kulluk et[3]"Gönlü iman ile dolu olduğu halde, zor altında olan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah'ı inkâr edip, gönlünü kâfirliğe açanlara Allah katından bir gazap vardır[4] "Verdiklerinin kabul olmasına engel olan, Allah'ı ve peygamberini inkar etmeleri, namaza tenhel tenhel gelmeleri, istemeye istemeye vermeleridir[5]"Kadınları boşadığmızda, müddetleri sona ererken, onları güzellikle tutun, ya da güzellikle bırakın, haklarına te­cavüz etmek için onlara zararlı olacak şekilde tutmayın.[6] .Edi­len vasiyyetten ve borcun ödenmesinden sonra zarara uğratılmaksızın (mirasta) ortak olurlar[7]"Mü'minler, mü'mınleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hali müstesnadır.[8] Bazı hadisler de şöyle: "Ameller niyetlere göredir ve herkes için ancak niyet ettiği vardır[9]"Kim Allah'ın dininin yüce olması için savaşırsa, Allah yolunda cihad eden kimse işte odur"[10]Ben şirkten en müstağni ola­nım. Kim bir amel işler ve o amelde bana bir başkasını ortak koşarsa, ben payımı o ortağıma bırakır (ve o ameli kabul etmem.)[11] Bu mânâyı şu âyet de teyit eder: "Rabbine kavuşmayı uman kimse yararlı iş işle­sin  ve Rabbine kullukta hiç ortak koşmasın.[12] Hz.  Peygamber ihramlıbirkimse için, eğer kendisi avlamamışyadakendisi için avlanmamışsa av etinden yemeyi helal kılmıştır.[13]Aslında bu ko­nu gayet açıktır ve delillendirmeye de hiç ihtiyaç yoktur.

İtiraz: Niyet ve maksatlar kısmen dikkate alınmış olsalar da, mutlak surette ve her hal ve durumda dikkate alınmamıştır. İddiamı­zın doğruluğuna deliller vardır:

(1)

Şer'an yapılmaya zorlanılan ameller vardır. Bir fiili zorla yapan kimse, zoraki yaptığı o fiilde Şâri'in emrine uymuş olmayı amaçlamaz. Zaten zorlama da bunun için yapılmıştır. Böyle bir kimse, kendisine ulaşacak cezayı gidermek için o fiili işlediği zaman, bu haliyle emredil­miş fiili kastetmiş olmaz. Çünkü kabullenilen tez, amellerin ancak meşru niyetleriyle sahih olacağı şeklinde idi. Bu kişi ise böyle bir ni­yette bulunmamıştır. Dolayısıyla şer'î zorlama altında yaptığı bu ame­lin sahih olmaması gerekecektir. Sahih olmayınca da o ameli işlemiş olmasıyla işlememiş olması arasında bir fark olmayacaktır. Bu du­rumda o kimseden, söz konusu ameli ikinci bir defa yine işlemesi iste­nilecektir. İkincisinde de aynen birincisinde olduğu gibi olacak ve bir teselsüldür gidecek; ya da zorlama abes (beyhude) olacaktır. Her ikisi [326] de muhaldir. Ya da üçüncü bir şık olarak amel niyetsiz sahih olacak­tır.[14]Bizim demek istediğimiz de budur.

(2)

Ameller iki kısımdır: Âdetler ve ibâdetler. Âdetlerin i şlenmesi sı­rasında emre uymuş olma için niyete ihtiyâç bulunmadığı, aksine on­ların sadece meydana gelmiş olmalarının yeterli olduğu fukaha tara­fından belirtilmiştir. Meselâ, vediaların (emanetlerin) ve gasbedilmiş. malların iadesi, eş ve akraba nafakalarının ödenmesinde olduğu gibi. Bu durumda nasıl olur da mutlak olarak 'Her türlü tasarruflarda önemli olan maksatlardır' diye genellemeye gidilebilir?! İbâdetlere ge­lince, bunlarda da niyet yine mutlak surette şart koşulmuş değildir. Aksine bu konuda da ilim adamları arasında tafsilat ve görüş ayrılık­ları bulunmaktadır. Meselâ ilim adamlarından bir grup abdestte niye­tin şart olmadığım ileri sürmüşlerdir. Oruç ve zekat konusunda da du­rum aynıdır. Halbuki bunlar ibadetlerdir. Sonra gayr-ı ciddî (hezl) olarak azad ve adakta (nezir) bulunan kimseyi., yaptığı tasarruflarıyla ilzam etmişlerdir. Nitekim nikah, talâk ve ric'at konusunda da aynı tavrı göstermişlerdir. Hadislerde de: "Üç şey vardır ki onların ciddîsi de, ciddî şakası da ciddîdir: Nikâh, talâk ueazâd[15] "Kim oyun olsun diye nikah akdederse, ya da oyun olsun diye basarsa ya da oyun olsun diye azadda bulunursa tasarrufu geçerlidir" 16 buyrulmuştur. Hz. Ömer de şöyle demiştir: "Dört şey vardır ki, konuşulduğu zaman geçer­li olurlar: Talak, azad, nikah ve adak."

Gayr-ı ciddî bulunan (hâzil) bir kimse'nin şaka yolu ile bu gibi bir tasarrufta bulunması durumunda, onların hakikaten meydana gelmeşine yönelik bir kaselinin bulunmayacağı açıktır. Mâlikî mezhebin­de bir kimse Ramazan ayında oruç tutarken, oruç niyetinden vazgeçse fakat bilfiil orucunu bozmasa o kimsenin orucu sahih olmaktadır.[16]Bir kimse öğlen namazını kılarken tamamladım zannıyla iki rekat sonun­da selam verse ve sonra da iki rekat nafile namaz kılsa, sonra farzı ta­mamlamadığını hatırlasa, nafile olarak kıldığı iki rekat farzın kılma­dığı diğer iki rekati yerine geçer. Niyetten vazgeçilmesi meselesinin aslı ihtilaflı bir konu olmaktadır.[17]Bütün bunlar gerçek anlamda niye­tin bulunmaması durumunda ibadetin sahih olabileceği konusunda açık olmaktadır.

(3)

Bazı ameller vardır ki aklen onlarda emre uyma (imtisal) kasdı-nın bulunması imkansızdır. Yaratıcının varlığını bilmeye ulaştıran ilk düşünce, imanın tamamlanması için zorunlu olan şeyleri bilme gi­bi. Bunlarda emre uyma kasdının bulunması, âlimlerin de belirttikleri gibi muhaldir. Bu durumda nasıl olur da: 'Niyet olmaksızın hiçbir amel sahih olmaz' denilebilir?! Bütün bunlar sabit olduğuna göre tezi­nizin doğru olmadığı ortaya çıkar. Dolayısıyla şu sonuca ulaşılır: Her amel niyet ile değildir; her türlü tasarrufta önemli olan mutlak surette niyet ve maksatlar değildir.

Cevap: Bu itiraza iki hususu belirterek cevap vereceğiz:

(1)

Amellere taalluk eden maksatlar iki türlüdür:

(a) Her fail-i muhtarda, hür irade sahibi olması açısından zorun­lu olarak bulunması gereken maksatlar: Burada 'Her amel şer'an niyeti ile muteber olmaktadır' demek sahih olur. Onunla Şâri'in emrine uymuş olmayı kasdetsin etmesin far-ketmez ve bu durumda teklîfî hükümler o amele taalluk eder. Daha önce belirtilen deliller bu hususa delalet etmektedir. Çünkü her akıllı ve hür iradeli (muhtar) fail, işlediği fiilde mutlaka bir amaç bulundurur. Bu amac iyi ya da kötü olma­sı, yaptığı işin de şer'an yapılması ya da terki istenilen birşey olması ya da yapılmaması istenilen birşey olması Önemli de­ğildir. Eğer fiilin ihtiyarı bulunmayan bir kimse tarafından işlendiğini farzedecek olursak, zor altında kalan, uyku ha­linde olan, cinnet geçiren ve benzeri mükellef olmayan kimse­lerin durumunda olduğu gibi, o takdirde bunların fiillerine,geçen delillerin gereği taalluk etmeyecektir. Bu tarzda olan şeyler, Sâri' tarafından amaçlanmış şeyler değildir. Geriye, ihtiyar ile yapılan şeylerin mutlaka bir kasıt içermesi zorun­luluğu kalmaktadır. O zaman da onlara hükümler taalluk edecektir ve getirilen genellemeden hiçbir amel geri kalma­yacak; onun çerçevesi altına girecektir. İtirazda ileri sürülen herşey, bu iki kısmın dışına çıkamaz. Çünkü bu durumda olan ya kendisi gibiler için şer'an maksutbuîunan ikrah (zor­lama) veya hezl veya delil talebi ya da benzeri durumların ge­reğinin kaldırılmasını kastetmiştir ve bu durumda o tasarruf o şer'î hüküm üzere indirilecek ya kabul edilecek ya da edil­meyecektir. Ya da hiçbir kasıt bulunmayacak ve o halde de ona hiçbir hüküm taalluk etmeyecektir. Eğer bir hüküm taal­luk etmekte ise, bu teklif hitabı ile değil vaz' hitabı ile olacak­tır. Dolayısıyla biz uykudan ya da gafletten dolayı orucu boza­cak şeylerden kendisini tutan bir kimsenin orucunu eğer sa­hih kabul edecek olursak, bu vazî hitabın bir neticesi olacak­tır. Sanki Sâri' Teâlâ aynı imsaki, orucun kazasının düşürül­mesine ya da şer'an o orucun sahih kılınmasına sebeb olarak belirlemiştir şeklinde yorumlanacak; o onunla vücûben yü­kümlüdür mânâsı çıkarılmayacaktır, Diğer Örneklerde de du­rum aynıdır.

(b) İkinci kısım: Her fiil için zarurî olmayan, aksine taabbudî olan fiiller için taabbudî olmaları açısından zorunlu olan niyet ve maksatlar. Çünkü ihtiyar altına giren bütün fiiller, niyet ve kasıt bulunmaksızın taabbudî özellik göstermezler. Bu konuda namaz, hac vb. gibi aslî ibadet olarak konulanlar hakkında bir problem yoktur. Âdetlerle ilgili olanlara (âdiyyât) gelince, bunların niyet olmaksızın taabbudî fiiller­den (taabbudiyyât) olmalarına imkan yoktur. Bu konuda amellerden hiçbiri de müstesna değildir. Sadece (Allah'ı bul­ma maksadını taşıyan) ilk düşünce bundan hariçtir; çünkü onda niyetin bulunmasına imkan yoktur. Ancak o da aslında, onda bulunan taabbud kasdı kendisine yönelmiş değildir an­lamına gelir ve ona dair teklîfî birhüküm taalluku asla söz ko­nusu olmaz. Çünkü takat üstü yükümlülük yoktur. Aynı amele [18](yani ilk düşünceye) vücûb hükmünün taallukuna ge­lince, onun sıhhati konusunda tereddüt yoktur. Çünkü onunla mükellef olan kimse onu yapmaya kadirdir ve onu gerçek­leştirme imkânına da sahiptir. Aynı amelle taabbud kasdın-da bulunması ise böyle değildir; çünkü o muhaldir. Dolayısıy­la da o, takat üstü şeylerden sayılır ve şer'an bu kasdm isten­diğini ya da dikkate alındığını gösteren deliller, onu kapsa­maz.

(2)

İtiraza mesned teşkil eden meselelere detaylı cevaplar vermek yoluyla:

Şer'an vacip olan amellerin işlenmesi için zor kullanılmasından başlayalım: Bunlardan taabbud ve emre uymuş olma niyet ve kasdına ihtiyaç göstermeyenler, ikrah neticesinde niyetsiz olarak yapılırlarsa ibadet olarak gerçekleşmezler. Şu kadar var ki, zorlamanın faydası gerçekleşmiş olur ve o kişiden şer'an talep hakkı düşer. Meselâ gasb fi­ilini işleyen kimselerden ellerindeki gasbedilmiş malları zorla almak gibi. Taabbud niyetine ihtiyaç gösterenler ise, zorlanan kimseye nis-betle bu fiilin sahih olabilmesi için mutlaka niyette bulunması zarure­ti vardır. Meselâ kişinin namaza zorlanması fve niyetsiz kılması) gibi. Ancak bu durumda dahi dış görünüşe göre talep hakkı düşer ve meselâ hâkim o namazın iade edilmesine hükmedemez. Çünkü işin içyüzünü fserâir) kullar bilemezler; kalbi yarmak ve içindekine bakmakla da emrolunmuş değillerdir.

Âdetlerden olan olan amellere gelince, her ne kadar sorumlu­luktan kurtulabilmek için bunlara niyette bulunmak zarureti yoksa da, bunların ibâdet halini almaları ve sevap almaya vesile olmaları için mutlak surette niyetin ve emre uyma maksadının bulunması ge­rekmektedir; aksi takdirde bunlar bâtıl olacaklardır. Bunların bâtıllığının anlamı Hükümler bahsinde geçmişti.[19]

Taabbudî amellerden olup da itiraz sadedinde ileri sürülen ör­neklere gelince, bunlarda niyetin şart bulunmadığı görüşünde olan­lar, görüşlerini onların âdetlerden olan ameller gibi olduğu ve hikme­ti/illeti akılla kavranılabilen türden olduğu esası üzerine bina etmek­tedirler. Niyet de zaten, hikmeti/illeti akılla kavranıiamayan konular­da şart koşulmaktadır. Zekât ve taharet de bunlardandır. Oruçla ilgili itiraza gelince, sözü edilen görüş şunun içindir: Orucu bozacak şeyler­den geri durulması zaten o vaktin hakkıdır; dolayısıyla başka bir oruç zaten olmaz ki, farklı bir niyet, onu oruçluktan çıkarsın.[20]Bu meselenin âdetlerle ilgili amellerde benzerleri bulunmaktadır. Şigâr nikâhı[21]gibi. Çünkü bu nikah Ebu Hanife'ye göre, taraflar (şigâr nikahı) kas­lında bulunsalar[22] da sahih olarak inikad etmektedir.[23]                 

Adak, azad ve benzeri konulara gelince, daha önce de geçtiği gibi, sebebi gerçekleştirme kasdında bulunan bir kimsenin, müsebbebe yö­nelik bir kasdının olmamasının hiçbir önemi yoktur. Gayr-ı ciddî fhâzil) de aynı şekildedir. Çünkü şaka (hezl) ile bir tasarrufta bulunan kimsenin, sebebin[24]vukuuna yönelik bir kasıt bulundurduğunda kuş­ku yoktur. Sebeb üzerine gerekecek olan müsebbeb hakkında ise, ya müsbet veya menfî yönde onun vukuuna yönelik bir kasdı yoktur ya da onun vuku bulmamasına yönelik kasdı vardır. Her iki takdirde de mü­sebbeb meydana gelir; mükellefin dileyip dilememesi durumu değiş­tirmez.

Biz bu gibi tasarrufların bağlayıcı olmadıkları görüşünde olduğu­muz zaman, bu görüşümüzü şu esas üzerine kurmuş olmaktayız: Lafzı telaffuz eden kimse onun mânâsını kastetmemektedir.[25] O lafızla sa­dece şakada fhezl) bulunmayı kastetmiştir. Gayr-ı ciddî bir tasarru­fun, ciddiyetsiz bir davranışın hükmü dışında bir netice doğurmayaca­ğı ise açıktır. Ciddiyetsizliğin hükmü de mübahlıktır ya da başka bir hükümdür (talâk, azad... vukuu değildir).

Yukarıda belirtilen tasarruflarda bağlayıcılıktan söz edilmesi ise şu şekilde izah edilir: Ciddiyet ve ciddiyetsizlik gizli bir iştir[26] dolayı­sıyla bu tasarruflarla ilgili sözler sarfedildiği zaman o sözlerin ciddî olduğu ve onların gereklerinin vuku bulmasına yönelik bir kasdımn bulunduğu kabul edilir. Yahut da şöyle izah getirilir: Bu kimse, şer'î ve ciddî olan bir akitle oyun oynamayı kastetmiştir. Bu haliyle Şâri'in maksadına ters düşmüştür. Dolayısıyla o tasarrufla ilgili ciddiyetsiz­liğin hükmü bâtıl olur ve tasarruf ciddîye dönüşür.

Oruç esnasında niyetin terkedilmesi meselesine gelince, oruç ilk niyet üzere sahih olarak başlamıştır. İlk niyet gerçek iftar (oruç boz­ma ) vuku buluncaya kadar hükmen var sayılır. Gerçek iftar ise gerçek-leşmemiştir; dolayısıyla oruç sahih olacaktır. Aynı şey, nafile olarak kılman iki rekatin farz yerine geçmesi örneğinde de geçerlidir. Çünkü namazı tamamladığı düşüncesi, Öyle düşünen âlimlere göre ilk niyet hükmünü kesmemiştir. Dolayısıyla arada meydana gelen selam ve nafile ibadet niyetine intikal lağv (boş, hükümsüz) kabul edilir ve (na­mazı bozucu) bir mahalde vuku bulmuş olmaz. Niyetin terki (atılması) meselesi de aynı yoruma tabidir.

Allah'ı bulmaya yönelik ilk düşünceye gelince, orada taabbud kasdının bulunması muhaldir. Birinci cevapta izah edilmişti. Tevfîk ancak Allah'tandır. [27]

 

İkinci Mesele:

 

Şâri'in mükelleften beklediği, onun amel sırasındaki kasdının teşri sırasındaki kendi kasdına uygun düşmesidir. Şeriatın konulusu açısından bu husus açıktır. Zira daha önce de belirtildiği gibi, şeriat mutlak ve genel olarak kulların maslahatlarının temini için konul­muştur. Mükelleften istenilen de fiillerini, şeriat doğrultusunda işle­miş olması ve Şâri'in kasdına ters düşen birşey amaçlamamağıdır. Çünkü mükellef, Allah'a kulluk için yaratılmıştır. Kulluk da, şeriatın konulusu sırasında dikkate alman ilâhî maksatlar doğrultusunda ha­reket etmek anlamına gelir. İbadetin esası da budur. Bu şekilde kul, dünya ve ahirette iyi ya da kötü karşılık görür. Keza daha önce de geç­tiği gibi, Şâri'in kasdi, zarûriyyât ve ondan dallanan hâcî ve tahsînî esasların korunması olmaktadır. Bunlar ise, kulun yükümlü tutuldu­ğu şeylerin bizzat kendisidir. Bu durumda mükellefin bunlara yönelik kasda sahip olması istenecektir. Aksi takdirde bunların korunması yolunda hareket etmemiş olacaktır. Çünkü ameller niyetlere göredir. Bunun (yani kulun, zarurî ve onların tamamlayışı durumunda olan hâcî ve tahsînî esasları korumakla yükümlü olmasının) dayanağını, kulun gücü ve kapasitesi nisbetinde bu maslahatları gerçekleştirme yolunda Allah'ın halifesi (sorumlu kişi) olması oluşturur. Bu da en alt mertebede kulun kendi nefsi üzerinde halifeliği, sonra da sırasıyla ai­lesi ve ilgili olduğu kimselerin sorumluluğunu üstlenmiş olmasıyla olur. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber [ al^fâ£"'] : "Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden sorumludur[28] buyurmuştur. Kur'ân'da da şöyle buyrulur: "Ey insanlar! Allah'a ve peygamberine inanın. Sizi ha­life kıldığı şeylerden harcayın[29]"Ben yeryüzünde bir halife var edece­ğim[30] âyeti de bu anlama çıkar. "Nasıl davranacağınıza bakmak için, sizi yeryüzünün halifeleri yapar[31] "Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün kılan odur.[32]Hilâfet özel ve genel olmak üzere ikiye ayrılır. Nitekim bunu; "Emir (devlet başkanı) çobandır; erkek, aile fertlerinin çobanı­dır; kadın, kocasının evinin ve çocuğunun çobanıdır. Dolayısıyla hepi­niz çobansınız ve hepiniz sürüsünden sorumludur"[33] hadisi açıkla­maktadır. Hadiste örneklemeden'[34] sonra hükmün küllî ve genel oldu­ğu ve belli bir kesime has bulunmadığı belirtilmiştir; dolayısıyla genel olsun özel olsun, velayet sahibi bulunan hiçbir fert bu genel kuralın dı­şında değildir. Durum böyle olunca, kuldan istenilen kendisini halife fnaib) tayin eden kimsenin yerine koyması ve onun hükümlerini icra etmesi ve onun gözettiği maksatları gerçekleştirmeye çalışmasıdır. Bu durum açıktır.

Fasıl:

Mükellefe nisbetle şer'î maksatları tahlil ettiğimizde, onların Hükümler bahsi[35] ile, mükellefin sebebler içerisine girmesi[36] mesele­sinde belirtilen esaslarla yönelik olduklarını görürüz. Zira orada beş vecih geçmişti ve kasdın uygunluğu ya da muhalifliği onlardan çıkarı­lıyordu. Bu konu üzerinde durmak isteyen kimsenin, konunun iyice açıklık kazanabilmesi için oraya müracaat etmesi gerekmektedir. [37]

 

Üçüncü Mesele:

 

Serî yükümlülüklerde, kendisi için meşru kılmandan başkasını arayan kimse, şeriata ters düşmüş olur. Kim de şeriata ters düşerse, onun ameli bâtıldır. Kendisiiçin meşru kılınmayan bir hakkı aramaya kalkan kimsenin ameli bâtıldır.[38]

Şeriata ters düşen amelin bâtıllığı açıktır. Çünkü meşru kılınan hükümler, sadece maslahatların temini, mefsedetlerin de uzaklaştı­rılması için konulmuştur. Şeriata muhalefet edildiği zaman, muhalif bulunan amellerde maslahatın temininden ya da mefsedetin uzaklaş­tırılmasından söz etmek mümkün olmayacaktır.

Kendisi için meşru kılınmayan bir hakkı aramaya kalkan kimse­nin şeriata ters düşeceği konusuna gelince, bunun doğruluğuna aşağı­daki hususlar delalet etmektedir:

(1)

Fiiller ve terkler haddizatında kendilerinden kastedilen şeye nis-betle aklen birbirlerine eşittirler. Zira aklın güzel/hayır ya da çirki­ni/şer (hasen ve kabîhi) belirleyici güç ve yetkisi bulunmamaktadır. Şeriat, birbirine eşit olan iki şeyden birisinin maslahat için, diğerinin de mefsedet için belirlendiğini bildirince, maslahatı gerçekleştirecek yön ortaya çıkmış oldu ve o şey ya emredildi ya da tercihe bırakıldı. Ke­za işlendiği zaman mefsedetin de ortaya çıkacağı yön belirlenmiş oldu ve kullara olan merhametin bir sonucu olarak da o yasaklandı. Buna göre, eğer mükellef, Şâri'in kastettiği şeyin aynını kastederse, en kamil mânâda maslahata yönelik bir kasıt bulundurmuş olur. Bu haliy­le o, maslahatı elde etmeye layıktır. Eğer Şâri'in kasdı dışında başka birşey kastetmişse ki bu çoğu kez maslahatın kastedilen şeyde oldu­ğu şeklindeki yanlış anlayıştan kaynaklanır; zira akıl sahibi bir kimse durup dururken mefsedet yönünü kastetmez, bu durumda Şâri'in kastettiği şeyi ihmal ve dikkatten düşürmüş; Şâri'in ihmal ettiği şeyi de, muteber bir maksat kabul etmiş olur. Bu ise şeriatla açık bir çeliş­kidir.

(2)

Bu kasıt sonuç itibarıyla şu noktaya çıkar: Şâri'in güzel gördüğü birşey, bu kasıt sahibine göre güzel değildir; Şâri'in güzel görmediği de o kimseye göre güzeldir.[39] Bu da şeriatla ters düşmektir.

(3)

Yüce Allah şöyle buyuruyor; "Doğru yol kendisine apaçık belli ol­duktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkası­na uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." [40] Ömer b. Abdulaziz şöyle der: "Rasûlullah ve ondan sonra gelen yöneticiler bir sünnet ortaya koy­muşlardır. Onların doğrultusunda hareket etmek, Allah'ın kitabını tas dik etmek, Allah'a olan tâati tamamlamak, Allah'ın dini üzere güç­lü olmak demektir. Onlarla amel eden doğru yolu bulmuştur; onlarla yardım talebinde bulunan yardım görmüş olur. Kim de onlara muha­lefet ederse, mü'minlerin yolu dışında başka bir yola girmiş olur, Allah da onu döndüğü yöne döndürür ve cehenneme sokar. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." Şâri'in maslahatın temini, mefsedetin de uzaklaştırıl­ması açısından gözetmiş olduğu amaca zıt düşen başka bir amaç bu­lundurmak, apaçık bir muhalefettir.

(4)

Meşru olan birşeyi, Şâri'in o tasarrufla kasdetmediği bir amaçla işleyen kimse, aslında o şeyi gayrı meşru olarak işlemiş olur. Çünkü Sâri', o şeyi bilfarz belli bir durum için meşru kılmıştır. Şimdi o tasar­ruf, kendisiyle kastedilmeyen başka bir amaca vesile kılınırsa, bu ha­liyle meşru kılınan o tasarruf gerçekleştirilmiş olmaz. Meşru olan iş­lenmediği zamanda, okonudaŞâri'emuhalefetedilmiş olur ve şeriatla ters düşülür. Çünkü bu haliyle o, kendisine emredilmeyen birşeyi ya­pan, emredilen şeyi de terkeden kimse durumuna düşmüştür.

(5)

Mükellefin amellerle yükümlü tutulması, sadece Şâri'in o amelleri emretme ya da yasaklamada gözettiği maksatlar yönünden olmaktadır. Mükellefin o fiillerle başka birşeyi kastetmesi durumunda, onlar kasıt sahibi kişinin takdiri ile amaçlar değil, kastedilen şeyler için araçlar haline gelirler. Zira, o fiilleri işlerken Şâri'in maksadım kastetmemiştir ki, amaç olsun; aksine o, başka bir kasıtta bulunmuş ve fiil ya da terki o amacına araç kılmıştır. Bu durumda Sâri' katında amaç olan bir fiil, ona göre araç halini almış olur. Böyle birşey ise, Şâri'in koyduğunu bozmak, O'nun bina ettiğini yıkmak demektir.[41]

(6)

Bu kasdın sahibi Allah'ın âyetleriyle alay etmektedir. Çünkü Al­lah'ın âyetlerinden bazıları da, teşrî kıldığı hükümleridir. Yüce Allah, koymuş olduğu bazı hükümleri zikrettikten sonra şöyle buyurmuştur: "Allah'ın âyetlerini alaya almayın."[42] Âyetteki alaydan maksat, hü­kümleri konulmuş olduğu amaçlarından saptırmaktır. Müslüman ol­duklarını dışa vururken, Allah'ın müslümanlıktan gözettiği amacı kendilerinde bulundurmayan münafıklar hakkında "Allah'la, âyet­leriyle, peygamberiyle mi alay ediyordunuz?[43] buyrulmuştur. Ciddi­yet üzere konulmuş olan şeylerle alay etmek, o şeyin hikmetine açık zıdhk teşkil eder. Bu mânâyı destekleyecek deliller pek çoktur.

Meselenin pek çok örnekleri vardır; Hak Teâlâ'nın birliğini ve Rabliğini tasdik için değil de, kanını ve malını korumak için kelime-i tevhid getirmek, iyi kimse desinler diye namaz kılmak, Allah'tan başkası adına hayvan boğazlamak, dünya menfaati ya da evlenmek iste­diği bir kadına ulaşabilmek amacıyla hicret etmek, kavmiyet (asabi­yet) uğruna ya da ne kahraman insan desinler diye savaşmak, bir çı­kar elde etmek için ödünç para vermek, vârislere zarar vermek ama­cıyla vasiyyette bulunmak, üç talakla boşanmış kadını, eski kocasına helal kılmak için nikah etmek (hülle nikahı) vb. gibi.                         

(Meselenin başında arzedilen bu küllî ve) mutlak kaideye aşağı­daki hususlar ileri sürülerek itiraz edilebilir:

(1) Birinci meselede geçen, gayr-ı ciddî bir kimsenin (hâzil) yap­tığı nikah akdi, verdiği talak gibi hususlar. Şakaya (hezl) benzer diğer durumlarda da hal aynıdır. Çünkü bu kimse, ni­kah, talak vb. sözleriyle Şâri'in kastetmiş olduğu şeyin dışın­da başka birşey kastetmektedir. Bunun cevabı daha önce geç­ti. Bâtıl yolla zorlanan kimsenin (mükreh) durumu da aynı çerçevede değerlendirilir. Çünkü Hanefîlere göre, zor altında bulunan kimsenin tasarrufları, eğer ikâle[44]yoluyla feshe ih­timali bulunmayan türden ise, hür irade ile yapılmış gibi ge­çerli kabul edilmektedir. Nikâh, talak, azad, yemin, adak bu tür tasarruflardandır.[45]İkâle yoluyla fesh imkânı bulunan tasarruflar da aynı şekilde sahih olarak gerçekleşirler; ancak zor altında bulunan (mükreh) kimsenin rıza ve iznine bağlı (mevkuf) olurlar.

(2) Zekâtın vâcibliğini düşürmek ve üç talakla boşanmış kadının eski kocasına helal olması için başvurulan hiyel[46] yollarında, Şâri'in kasdı dışında başka amaçlar gözetilmektedir. Buna rağmen, bu gibi hiyel yollan bazılarına göre sahih olmakta­dır. Serî hükümler üzerinde araştırma yapan kimseler, bu şe­kilde sayısız hüküm bulurlar. Hepsi de, aslında meşru olan bir amelin, işlenmesi sırasında Şâri'in amacının dışına çıkıl­ması durumunda, bâtıl olması gibi bir neticenin lâzım gelme­yeceğini göstermektedir.

Cevap: Zor altında yapılan fiillerin şer'an sahih olarak gerçekle-şeceği görüşü, o fiillerin Şâri'ce maksud oldukları esası üzerine kurulmuştur. Nitekim bunun delilleri Hanefîler tarafından ortaya konu1 muştur. Bir kimsenin, bir fiilin Şâri'ce amaçlanmış olmadığını kabul lendikten sonra, o fiilin vuku bulması halinde sahih olacağı görüşünde bulunması mümkün değildir. Çünkü böyle düşünen kimselerin o fiili sahih kabul etmeleri ancak şer'î delil ile olmaktadır. Serî deliller bir şeyin Şâri'in maksadı olduğunu ortaya çıkarmanın en uygun yoludur Bir amelin meşru olmadığını söyledikten sonra, onun sahih olabilece­ğine hükmetmek nasıl mümkün olabilir? Bu muhalin ta kendisi değil inidir? Mutlak olarak hiyel yollarının caizliği görüşünü benimseyen­ler için de söylenecek söz aynıdır. Onlar bu görüşlerine şöyle bir müta­laadan dolayı ulaşmışlardır: Şâri'in maslahatların temini, mefsedet-lerin de uzaklaştırılması hususunda bir amacı bulunmaktadır. Hatta şeriat sırf bu maksat için konulmuştur. Bu görüşte olan bir kimse, meselâ hülle nikahını sahih kabul ettiği zaman, zann-ı galibine göre her iki eşin maslahatlarının temini açısından, böyle bir nikaha dair Sâri' tarafından izin vardır düşüncesiyle bu görüşe ulaşmış olmakta­dır. Diğer meselelerde de durum aynıdır. Bu konuda, ölüm ya da işken­ce korkusu olduğu zaman küfür kelimesini söylemenin sahih olması da delil olarak kullanılmaktadır. Genel ve Özel maslahatlarla ilgili di­ğer konularda uygulanan hiyel yollarında da durum aynıdır. Çünkü her hilenin bâtıl olduğuna dair şer'î bir delil getirme imkanı yoktur. Nitekim her türlü hîle yollarının sahih olduğuna dair delil ikamesi de mümkün değildir. Bunlardan, ancak Özel bir surette Şâri'in kasdına muhalif olanlar batı I olur ki, bunlar da bütün İslâm ümmetinin üzerin­de ittifak ettikleri şeylerdir. Delillerin çeliştiği (tearuz) ettiği durum­larda ise ihtilaf bulunur. Hiyel bahsine bu kısım içerisinde inşal­lah tekrar dönülecektir. [47]

 

Dördüncü Mesele:

 

Bir fiili işleyen ya da onu terkeden kimsenin durumuna bakılır:

(a) Fiili işlemesi ya da terki şeriata uygun olabilir.

(b) Fiili işlemesi ya da terki şeriata muhalif olabilir.

Her iki takdire göre de;

(a) Ya Şâri'e muvafakat etmek istemiştir.

(b) Ya da muhalefet etmek istemiştir. Bu durumda dört ihtimal karşımıza çıkmaktadır:

(a) Fiili işlemesinin ya da terkinin şeriata uygun düşmesi ve kasdınm da Şâri'in maksadına uygunluk olması. Na­maz, oruç, sadaka (zekât) hac vb. gibi. Allah'ın emrine uymuş olmayı, üzerine vacip olan şeyi eda etmeyi ya da mendub olan şeyi işlemeyi kastederek bu amelleri işlemesi gibi. Zina etme, içki içme ve diğer münker (kötü, gü­nah) görülen fiillerden kaçınması ve bununla da yasağa uymuş olmayı amaçlaması gibi. Bu şekilde işlenen amel­lerin sıhhati konusunda herhangi bir tereddüt bulunma­maktadır.

(b) Fiili işlemesi ya da terkinin şeriata muhalif olması, kas-dının da Şâri'e muhalefet anlamına geliyor olması duru­munda ise, kasıtlı olarak vâcibierin terki ve haramla­rın işlenmesi gibi bunların da hükmünün açık olduğu konusunda tereddüt bulunmamaktadır.

(c) Fiili işlemesinin ya da terkinin şeriata uygun düşmesi ve kasdmın da Şâri'in maksadına muhalefet olması duru­munda iki ihtimal karşımıza çıkar:

1) Fiil ya da terkin uygunluğunu bilmemesi.

2) Fiil ya da terkin uygunluğunu bilmesi.

Birinciye Örnek: Kişinin yabancı diye karısıyla cinsî ilişkide bu­lunması; şarap diye gül suyu içmesi; kıldığı bir namazı kılmadığı ve zimmetinde borç olarak bulunduğu düşüncesine rağmen kasıtlı ter-ketmesi, Bu türden fiillerde, muhalefet ile isyan kas di gerçekleşmiş ol­maktadır. Usûlcüler bu türden olan 'Öleceği düşüncesiyle namazı erte­leyen kimse' meselesinde isyanın bulunduğuna dair ittifak olduğunu naklederler.

Bu tür fiillerde yasaktan beklenen mefsedet gerçekleşmemiştir; çünkü bu fiiller, işlendiği takdirde ortaya çıkacak mefs e deUerden do­layı yasaklanmışlardır. Yasağın illeti olan mefsedet gerçekleşmediği­ne göre, bu tür fiiller, gerekçe olan mefsedeti ortaya koyacak şekilde iş­lenen fiiller gibi olmayacaktır. Meselâ, şarap diye gül suyu içenin aklı başından gitmemiştir; kişinin yabancı diye karısı ile cinsî ilişkide bu­lunması halinde, erlik suyundan yaratılan çocuğun nesebi karışma­mış, bu ilişki sebebiyle kadına da bir ar dokunmamış tır. Namazı kıldı­ğı halde unutan ve borçlu olduğunu sandığı namazı kasten terkeden kimse, aslında namaz maslahatından mahrum kalmamıştır. Bu kısım altına giren diğer meselelerde de durum aynadır. Kısaca bu gibi fiil ya da terklerde, bir yandan şeriata uygunluk, diğer taraftan da muhale­fet bulunmaktadır.

İtiraz; Fiil, uygunluk üzere mi, yoksa muhalefet üzere mi mey­dana gelmiştir? Eğer uygunluk üzere meydana gelmişse, hakkında izm vardır demektir. Hakkında izin olan birşeyin işlenmesi durumun­da ise isyandan bahsetmek mümkün değildir. Ancak böyle bir kimse ittifakla âsî olmaktadır. Bu bir çelişkidir. Eğer muhalefet üzere mey­dana gelmişse, onunhaldunda izin yoktur demektir. Bu dummdahad-aızatında bir başka açıdan uygun olmasının bir değeri yoktur. Hakkında izin olmayınca, haddizatında muhalif bulunan bir fiile hangi hüküm gerekecekse, ona da aynı hüküm gerekecektir. Bu durumda yukarıdaki örneklerde geçen karısıyla cinsî ilişkide bulunana had ce­zası, içki diye gülsuyunu içene ftazir veya had) cezası lazım gelecektir. Oysaki ittifakla bu cezalar gerekmemektedir. Bu da bir çelişkidir,

Cevap: Bu tür işlenen fiiller, ilk iki kısımdan da bir tarafın hük­münü almaktadırlar. Çünkü bu fiiller her ne kadar kasıt itibarıyla muhalif iseler de vakıada meşru olan fiile uygun olmaktadırlar. Biz bu tür işlenmiş fiillere ya da gerçekleştirilmiş terklere baktığımız zaman, bu fiil ya da terkler sebebiyle bir maslahatın ortadan kalktığını ya da bir mefsedetin ortaya çıktığını görmemekteyiz. Ama kasıt ve niyete baktığımız zaman, emir ve yasağa saygının çiğnendiğini görüyoruz. Bu durumda olan kimse, sırf bu niyetine baktığımızda âsî olmakta, sırf fiile baktığımız zaman ise âsî olmamaktadır. İşin esası şudur; Böyle bir kimse, Allah hakkı açısından günahkar olmakta, kul hakkı [48]açı­sından ise günah sözkonusu olmamaktadır. Meselâ aslında kendi ma­lını, bir başkasının malı zannıyla gasbeden bir kimsenin durumunu ele alalım: Mal kendi malı olduğu için, kendisinden gasbettiği düşün­cesinde olan kimse tarafından bir taleple karşılaşmayacaktır; ancak emir ve yasağa gösterilmesi gereken saygıyı çiğnediği için, Allah hak­kı açısından kendisine bir talep yönelecektir. Kaide olarak ise, her yü-[339]    kümlülük hem Allah hakkı, hem de kul hakkı içermektedir.

İtiraz: Eğer mefsedetin gerçekleşmemesi ya da maslahatın orta­dan kalkmaması talebin mânâsım ortadan kaldınyorsa, o takdirde şa­rap içip de sarhoş olmayan veya zina edip de azil ya da başka bir yolla menisi rahime yerleşmeyen kimsenin durumunun da aynı olması ve bunlara had gerekmemesi lazım gelir. Çünkü bu yasaklardan beklenti halinde bulunan mefsedetler tahakkuk etmemiştir. Bu durumda bu suçlara had gerekmemesi uygun olacaktır ve bu kimselerin günaha girmesi de sadece kasıtları yönünden olacaktır.

Cevap: İtiraz yerinde değildir ve böyle birşey söylemek doğru ola­maz. Çünkü sözü edilen fiilleri işleyen kimse, mefsedet ya da maslaha­ta neden olan sebebi işlemiştir.[49]Bu sebepler, sözü edilen örneklerde aslında haram olan içki içmek ile erkeklik organım girdirmektir. Bu iki sebeb, büyük ihtimalle aklın izalesi ve nesebin karışması neticesini doğuran şeylerdir (mazinne). Sâri' Teâlâ, had cezasını aklın gitmesi ya da nesebin karışması karşılığında koymamıştır; aksine bunların sebe­bi karşılığında koymuştur. Yoksa bilindiği gibi müsebbeblerin var edilmesi, esbaba tevessül edenin (mütesebbib) işi değil, bizzat Allah'ın işi olmaktadır. Çocuğu meni, sarhoşluğu da içki içme sebebiyle yara­tan Allah olmaktadır. Aynen yemek neticesinde tokluğun, içmek neti­cesinde suya kanmanın, ateşle birlikte yanmanın yaratılması gibi. Nitekim bunlar yerinde açıklanmıştır. Durum böyle olunca, erkeklik organını girdiren ve içki içen kimse, sebebi tam olarak gerçekleştirmiş olmaktadır. Bu durumda mutlaka sebebin müsebbebinin ki had ce­zası oluyor gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Sebeb işlenmekle bir­likte sonuçsuz kalan bu türden diğer örneklerde de vaziyet aynıdır. Günaha gelince, o da buna uygun şekilde olacaktır. Burada bir soru var: Acaba bu tür meselelerden doğacak olan günah, sebebi sonucu (müsebbebi) doğuran fiillerin günahına eşit mi olacaktır? Ya daeşit ol­mayacak mıdır? Bu başka bir konudur ve burada izahaihtiyaç yoktur. 

(2) Fiili işlemesinin ya da terkinin şeriata uygun düşmesi; ancak uygunluğu bilmesi buna rağmen kasdınm muhalefet olması. Örnek: Dünya çıkarı elde etmek, insanların saygısını kazanmak, ya da kendi­sine dokunabilecek Ölüm vb. bazı eylemleri uzaklaştırmak amacıyla gösteriş için namaz kılması gibi. Bu kısım bir önceki kısımdan daha şiddetlidir/tehlikelidir. Bu kısmı kısaca şöyle ifade etmek mümkün­dür: Bu tür fiillerde bulunan kimseler, makâsıd olarak konulan (vaz') bazı şer'î muameleleri, Sâri' tarafından kendileri için vesile kılınma­yan başka işlere araç kılmaktadırlar. Bu kısım altına münafıklık, riya (gösteriş) ve Allah'ın hükümlerine karşı girişilen hiyel (kanuna karşı hile) yolları girer. Bunların tamamı bâtıl olmaktadır. Çünkü bu tasar­ruflarda gözetilen kasıt, bizzat Şâri'in kasdına ters düşmektedir. Do­layısıyla asla sahih olamazlar. Yüce Allah: "Doğrusu münafıklar ce­hennemin en alt tabakasmdadırlar"[50] buyurur. Bu mânânın açıklan­ması daha önce geçmişti.[51]

(d) Fiil ya da terkin muhalif, kasdın ise muvafık olması. Bu da iki kısımdır:

1)  Muhalifliği bilmesine rağmen işlemesi.

2)  Bilmeksizin işlemesi.

Eğer muhalif olduğunu bile bile işliyorsa,[52] bu durumda bidatten söz edilecektir. Sâri' Teâlâ tarafından konulmuş bulunan ibadetler üzerine tür ya da adet bakımından yeni ilaveler getirmekte olduğu gi­bi. Ancak çoğu kez bunlara ancak tevil yoluyla cüret edilir. Bununla birlikte bu gibi davranışlar Kur'ân ve Sünnette de geldiği gibi ve­rilmiştir. Konunun burada açılmasına ihtiyaç bulunmamaktadır. Bu konu ileride tekrar ele alınacak ve inşallah orada daha geniş bilgi verilecektir. Burada kısaca şunu demek gerekir ki, bütün bidatler ve­rilmiştir. Çünkü konuyla ilgili deliller genel olmakta ve her türlüsünü içerisine almaktadır: Şu nasslarda olduğu gibi: "Ey Muhammedi Fır­ka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişkin olamaz[53] "Bu dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın.[54] Hadiste de şöyle buyrulur: "Her bidat sapıklık­tır." n[55] Bu mânâ hadislerde mütevatir gibidir.

İtiraz:Âlimler bidatleri şer'î hükümlerin mertebelerine göre bir sıralamaya koymuşlardır. Şöyle ki: Bidatlerden mutlak[56]olarak yeri-lenler haram olmaktadır. Mekruh olanlara gelince; bunlar, hakların­daki yergi mutlak olunmayan bidatlerdir. Bu iki kısım dışında kalan bidatler ise seran çirkin/kötü (kabih) değildir. Bidatlerden vâcib ve mendub olanlar, mutlak surette güzeldirler (hasen) ve işleyen ve onu ortaya koyan kişi övgüye layıktır. Mubah olan bidat da, göreli olarak güzel (hasen) olmaktadır. Kısaca bir kimsenin, ilk nesillerin güzel bul­duğu bidatler hakkında 'Onlar yerilmiş bidatlerdir ve onlar Şâri'in kasdına muhaliftir' demesi doğru değildir. Aksine onlar Şâri'in kasdına tam olarak uygundurlar. Meselâ, insanları Hz. Osman tarafından istinsah ettirilen imam mushaf üzerinde toplamak, Ramazan gecele­rini ihya etmek (teravih namazı) için camilerde toplanmak ve benzeri sonradan ihdas edilen ve insanların güzelliğinde görüş birliği ettikleri şeyler gibi. Burada insanlardan maksadım, selef-i salih ve müctehid imamlardır. "Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da gü­zeldir.[57] Bütün bu şeyler, konunun çerçevesine dahildirler. Zira onlar uygunluğunun yani o şeyin ibadet oiarak Sâri' tarafından konulmuş olmadığının bilinmesiyle birlikte, kendi itikat ve ibadet kabul ettiği şeyler, Şâri'in hüküm belirtmemesi açısından muhalif fiillerdir; fakat uy­gunluk kasdı ile işlenmektedirler. Zira bunları işleyenlerin iyilikten başka bir kasıtları yoktur. Durum böyle olunca, bütün bidatlerin id­dianın aksine aynı kefeye konulmaması ve tümden yerilmiş olma­ması gerekecektir.

Cevap: Bunların hepsi, konunun çerçevesine dahil değildir. Çün­kü burada söz konusu olan, işlenilen fiilin, Şâri'in koymuş olduğu fiile muhalif olmasıdır. Selef-i salihin ihdas ettikleri ve âlimlerin sıhhati üzerinde icma ettikleri şeylerin Şâri'in koymuş olduğu esaslara her­hangi bir yolla muhalif düştüğü sabit değildir. Şöyle ki; Kur'ân'm mus­haf haline getirilmesi Hz. Peygamber zamanında gerçek­leştirilmemiştir; çünkü o zamanda buna ihtiyaç duyulmamıştır, zira ezber yoluyla o muhafaza ediliyordu[58] ve Kur'ân hakkında ümmetin gruplara bölünmesine sebeb olacak ihtilaflar da olmamıştı. Sadece iki ya da üç olay meydana gelmişti: Ömer b. el-Hattab ile Hişam b. Hakîm arasında; Übeyy b. Ka'b ile Abdullah b. Mesud arasında (okuma farklı­lığından ) meydana gelen ihtilaflar gibi. Bu konu ile ilgili olarak da Hz. Peygamber "Kur'ân hakkında tartışmaya girmeyiniz. Çün­kü onun hakkında tartışmaya girmek küfürdür"[59]buyurmuşlardır. Kısaca Kur'ân'ın mushaf haline getirilmesi konusu Hz. Peygamber zamanında meskûtun anh (hükmü hakkında sükût geçil­miş) bir konu idi. Sonra Kur'ân üzerinde ihtilaflar meydana gelip çoğa­lınca, insanlar birbirlerinin okuyuş tarzı hakkında 'Ben senin okuyuş tarzını inkar ediyorum' demeye başlayınca Kur'ân'm bir mushaf ha­linde toplanması (ve bütün insanların ellerinde bulunan yazılı Kur'ân malzemelerinin imha edilerek resmî yoldan çoğaltılan imam mushaf üzerinde birleştirilmesi) vacib ve daha önce görülmemiş bu hadise hakkında yerinde bir tedbir halini aldı. Dolayısıyla bu uygulamada şeriata ters düşme gibi bir durum yoktur. Eğer öyle olsaydı, o zaman vahiy döneminden sonra meydana gelen her yeniliğin bidat olması gerekirdi. Böyle bir netice ise ittifakla bâtıldır. Bu gibi şeyler, hak­larında belli bir esas bulunmamakla birlikte şer'î kaidelere uygun ola­rak icra edilen bir tür içtihadın konusu olmakta ve buna "mesâlih-i mürsele" (mürsel maslahatlar)  adı verilmektedir.   Selef-i  sâlihin   [3421 icrââtında yer alan örneklerin tümü bu kabildendir ve onlar mesâlih-i mürsele çerçevesinden asla dışarı çıkmazlar. Onlar içerisinde Şâri'in maksadına muhalif asla birşey yoktur. Nasıl olabilir ki, o şöyle buyur­maktadır: "Müslümanlar tarafından güzel görülen şey, Allah katında da güzeldir[60]"Ümmetim hata (sapıklık, dalâlet) üzere toplanmaz"[61]

Bu durumda üzerinde görüş birliği edilen (icmâ) şeyin Şâri'in kasdına uygunluğu sabit olmuştur. Sonuç olarak bu kısım,[62] fiil ya da terkin Şâri'e muhalif olması kısmının dışında kalmıştır. Yerilen bidatler ise, Sâri' tarafından konulmuş bulunan fiil ya da terklere muhalif olan şeylerdir. Bu konu  inşallah ileride tekrar ele alınacaktır.

Muhalif olan fiil, muhalifliği bilinmeden işlenmişse, o takdirde bunun iki yönü[63] olacaktır:

(1) Kasdın uygun olması ve bu yönden şeriata muhalif olmaması: Fiil, her ne kadar şeriata muhalif ise de, ameller niyetlere gö­redir. Bu fiili işleyen kimsenin niyeti, Şâri'in emrine uygun hareket etmektir; ancak bilgisizliği onu muhalif olarak işle­meye itmiştir, Şâri'e bilinçli olarak muhalefet etmek isteme­yen kimse, bile bile ona muhalefet eden ve ameli de öyle olan kimse ile aynı tutulamaz. Bu açıdan bakıldığı zaman onun ameli, kısmen dikkate alınacak ve tümden atılmayacak şekil­de değerlendirilecektir.

(2) Fiilin muhalif olması yönü: Şâri'in emir ve yasaktan amacı, itaattir (imtisal). Kişi emir ya da yasağa uymadığı zaman, Şâri'in amacına muhalefet edilmiş olur. Mükellefte bulunan ve onu amele iten itaat kasdı, muhalefeti muhalefetlikten çı­karmaz. Çünkü, o fiilde Şâri'in amacı bir açıdan gerçekleşme­miş; kasıd da amele uygun düşmemiştir.[64] Bu durumda bütün olarak ele alındığında fiil, muhalif bir durum almış ve her iki­sinde de (fiil ve kasıtta) muhalefet edilmiş gibi olmuştur. Dolayısıyla itaat (imtisal) gerçekleşmemiştir.

Bu iki yönden her biri, haddizatında biri diğeriyle çelişmede, ter­cih durumunda da karşı karşıya gelmektedirler (tearuz). Çünkü eğer sen mesela bunlardan birini diğerine tercih edecek olursan, diğerinde onu tercihi gerektirecek bir yönle karşılaşırsın. Bu durumda bunlar birbirleriyle tearuz ederler. Bu yüzden bu konu şeriatta kapalı bir hal almıştır. Konu ile ilgili bazı açıklamalar sonucunda durum daha iyi anlaşılacaktır:

Şöyle ki: "Fiili işleyen, itaat ve emre uyma amacından başka asla bir niyet ve kasıt bulundurmamıştır ve bu haliyle Şâri'e karşı saygısını çiğnememiş tir' gerekçesi ile uygun olan kasıt yönünü tercih edecek olursan, karşına'Uygunlukkasdi, meşru olana itaat ile kayıtlıdır; mu­halefet ile birlikte uygunluk kasdı gerçekleşmez' şeklinde bir esas çı­kacaktır. Uygunluk kasdının böyle bir kaydı bulunduğuna göre, yerini bulmayan mükellefin kasdı abes gibi birşey olacaktır. Hem sonra yeri­ni bulmayan kasıt uygun olamaz; çünkü fiillerde sözkonusu olan kasıt ve niyetler onlardan ayrı başlıbaşma meşru kılınmış şeyler değiller­dir.[65]

İtiraz: Şerîatler gelmeden önce de kasıt ve niyetlerin muteber ol­duğu sabittir. Nitekim fetret devirlerinde iman eden ve tevhide ula­şan, aslında muteber olmayan[66] zira henüz onların meşruluğu sabit olmamıştı bazı amellerle Allah'a kulluk icrasında bulundukları be­lirtilmiştir,[67]

Cevap: Eğer bu gibilerin fetret zamanında oldukları ve eski şerîatlerden istifade imkanının bulunmadığı farzedilecek olursa, bu durumda onlar için sözkonusu edilen niyet ve maksatların mutlak olarak muteber olup olmayacağı tartışmalı bulunmaktadır.[68]Çünkü bu fiiller, kendileriyle kulluk kastettikleri amelleri gibidir. Eğer, nasıl olursa olsun niyet ve kasıt muteberdir dersen, bu amellerin de sahih olması lâzım gelir; eğer amellerin dikkate alınmaması görüşünü benimsersen, bu hüküm kasıt hakkında da lâzım gelir. Hem sonra bi­zim buradaki sözümüz, şerîatler gelmeden önceki zamanlarla ilgili olmayıp, şerîatler geldikten sonraki dönemler hakkındadır. Eğer fetret devirlerinde yaşayan bazı kimselerle ilgili nakledilen haberler, onların eski şerîatlerden kalan bazı amellere yapışmış olmaları ile ilgilidir dersek,[69] durum zaten açık olacaktır.[70]

İtiraz: Hz. Peygamberin; "Ameller ancak niyetlere göredir" buy­ruğu, muhalif de olsa, bu amellerin muteber olabileceğini ifade eder. Çünkü niyet ve maksatlar amellerin ruhu olmaktadır. Bu durumda amel, kısmen ruha sahip bulunmaktadır. Durum böyle olunca, amel dikkate alınır. Kasdın muhalif, amelin uygun olması ya da her ikisinin de muhalif olması durumunda ise, durum farklıdır. Zira öyle bir amel  ruhsuz beden gibidir. Dolayısıyla "Ameller ancak niyetlere göredir" buyruğu kapsamına girmez; çünkü fiilde niyet bulunmamaktadır.

Cevap: Eğer ileri sürülenleri bir an için kabul etsek bile o takdir­de karşımıza "Emrimiz (dinimiz) üzere olmayan her amel merdûttur (reddedilir)"[71] hadisi çıkacaktır. Sözü edilen amel, Hz. Peygamber'in emrine uygun değildir. Dolayısıyla muteber değil, reddedil­miş olacaktır. Hem sonra ruhsuz cesetten faydalanma mümkün olma­yacağı gibi, ceset içerisinde olmayan ruhtan da faydalanılamaz. Çün­kü burada sözü edilen fiillerin, şeriata muhalif oldukları farzedilmek-tedir; dolayısıyla onlar sanki yok hükmünde olacaklardır. Geriye amelî bir hükümde yalnız başına niyet kalacaktır; böyle bir niyetin de önemi yoktur. Bu konuda her iki yönden de çok sayıda çelişenler bu­lunmakta ve mesele gerçekten müşkil bir hal almaktadır.

İşte bu noktadan hareketledir ki, bir grup müctehid niyet ve kasıt yönünü ağır bastırmışlar ve ibadetlerden telafisi gerekenleri telafi etmişler, muamelâtla ilgili tasarrufları da sahih saymışlardır. Bir baş­ka grup da mutlak fesat görüşüne meyletmiş ve şeriata muhalif düşen her türlü ibadet ve muameleyi batıl kabul etmişlerdir.[72]Bir üçüncü grup da orta yolu tutarak her iki tarafı da kısmen etkin kılmışlar; an­cak niyet ve kasdın etkisini bir yönde, fiilin etkisini de başka bir yönde kabul etmişlerdir. Her iki tarafın da etkin kılındığına aşağıdaki hu­suslar delalet etmektedir:

(1)

Haram kılındığını bilmeksizin haram olan birşeyi yiyip-içen kimsenin durumunu ele alalım: Böyle bir fiilde, fiili işleyen o şeyin mubah olduğuna inandığı için işlediğinden hem niyet ve kasdın uygunluğu hem de, yapılması yasak olan birşeyi yaptığından fii­lin muhalifliği bir arada bulunmaktadır: Uygunluk tarafı (niyet)[73] etkin kılınarak had ve ceza düşürülmüş; muhaliflik tarafı[74] etkin kılınarak da o fiilin üzerine hükümlerinin doğmaması ve başka hükümle­re mesnet yapılmaması kabul edilmiş, böylece niyet ve kasıt tarafına meyledilerek telâfisi mümkün olup da tashihi gerekenler sahih kılın­mış; telâfisi mümkün olmayan şeylerden olup da ihmali gerekenler de ihmal edilmiştir.                                                                                 

Bu meselede iki tarafın da, her birine uygun bir şekilde dikkate alındığı görülmektedir. Meselâ iki erkek tarafından nikahlanan bir kadının durumuna bakalım: Bu erkeklerden sonuncusu o kadının bir başkası tarafından daha önce nikahlandığını ancak gerdeğe girdikten sonra öğrenmektedir. Bu durumda kadın Hz. Ömer, Muaviye ve el-Hasen'in fetvaları gereğince (ilkkocanın nikâhından) bâin (ayrı) düşe­cektir.[75] Benzeri görüş Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Benzeri bir mesele de mefkûdun[76] karısı ile ilgilidir. Bu kadın evlense de sonra ka­yıp olan kocası çıkıp gelse bakılır: Eğer kadını nikahlamadan önce çıkıp gelmişse, ilk koca daha hak sahibidir. İkinci koca gerdeğe girdik­ten sonra gelmişse, ikinci kocası daha hak sahibidir. Akitten sonra fa­kat gerdekten Önce gelmişse, o takdirde iki görüş bulunmaktadır.[77] Hadiste şöyle buyrulmuştur: "Herhangi bir kadın, velîlerinin izni ol­madan evlenirse nikâhı bâtıldır, bâtıldır, bâtıldır. [78]Eğer kocası kendişiyle gerdeğe girerse, kadın kendisinden istifadesi karşılığında mehre hak kazanır.[79] Namaz esnasında yanılma ile bütün meselele­riyle birlikte fâsid nikâh konularında da durum aynı şekilde olacaktır.

(2)

İmam Mâlik'in hatta sahabelerin görüşlerinin (konu ile ilgili) esasını şu oluşturur: İbâdetler bahsinde bilgisizin (cahil) hükmü, unu­tan kimsenin hükmü gibidir. Buna göre onlar, bilmeksizin fiil ya da sözlü tasarruflarında şeriata muhalif düşen bir kimsenin durumunu, unutanın hükmüne benzetmişlerdir. Eğer kasıt olmaksızın yapılan fi-illerdeki muhalefet, mutlak muhalefet olsaydı, o takdirde böyle bir kimseyi kasıt sahibi kimse yerine korlardı. Nitekim İbn Habib[80] ve onun görüşüne katılanlar böyle düşünmektedirler. Halbuki durum hiç de öyle değildir. Şeriata uygun kasdm dikkate alındığı konusunda bu açıktır ve taharet, namaz, oruç[81] hac ve benzeri ibadetler bahsinde bu açıkça gözükmektedir. Keza nikah, talak, yiyecek ve içecek bahisle­ri gibi âdetlerle ilgili birçok konuda da durum aynıdır.

İtiraz: Bu dediğiniz, mâlî konularda tutmamaktadır; çünkü bile­rek de bilmeyerek de olsa itlaf durumunda tazmin sorumluluğu bulun­maktadır.

Cevap; Mâlî konularda tazmin hükmü başka birşeydir; çünkü (mal heder olmadığından) itlaf durumunda tazmin hükmünün gerekmesi için hata ile olmasıyla kasıtlı olması arasında fark bulunmamak­tadır.

(3)

Bu ümmetten hata (yanılma) hükmünün kaldırıldığını gösteren deliller. Bu meyanda Kur'ân'da şu âyetler vardır: "İçinizden kastede­rek yaptıklarınız bir yana, yanılmalarınızda size bir sorumluluk yok­tur[82]"Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorum­lu tutma.[83] Hadîste bu duaya cevap olarak Yüce Allah tarafından "Öyle yaptım" buyrulduğu belirtilmiştir.[84]"Allah kişiye ancak gücü­nün yeteceği kadar yükler.[85]Hadiste de şöyle gelmiştir: "Ümmetim­den hata, unutma ve tehdit (zor, ikrah) altında yapılan şeyler (in hük­mü) kaldırıldı (yazılmadı)"[86]Sorumluluğun kaldırılması hükmünün taalluku konusunda ihtilaf meydana gelmiş ve bunun sadece âhiret alemiyle mi ilgili olduğu, yoksa her iki âlemi de mi kapsadığı tartışıl­mış olmakla birlikte bu mânâ üzerinde[87] genelde ittifak bulunmakta­dır. Âlimler sorumluluğun mutlak surette (tamamen) kaldırıldığının doğru olmadığı hususunda da ihtilaf etmemişlerdir.[88] Durum böyle olunca, iki taraftan her birinin kısmen de olsa aksini gösteren haricî bir delil bulunmadıkça dikkate alınmış olduğu ortaya çıkmaktadır. Allah'u a'lem! [89]

 

Beşinci Mesele:                                                                                                     

 

Maslahatın temini ya da mefsedetin temini, eğer mubah türden ise, iki kısımdır:

(a) Bir başkasına zarar içermeyen kısım. ,

(b) Bir başkasına zarar içeren kısım.Bu ikinci de kendi arasında iki kısımdır:

(1)

Maslahatı celbetmekya da mefsedeti defetmek isteyen kimse ya bu zararı kastetmektedir. Meselâ geçimini temin etmek için ticaret mallarının fiyatını düşüren ve bu arada bu fiiliyle başkalarına da za­rar vermeyi kasteden kimsenin durumunda olduğu gibi.

(2)

Ya da başkalarına zarar vermeyi kastetmemektedir. Bu da iki kı­sımdır:

i) Verilen zararın genel olması. Malların pazar yerine ulaşma­dan kapatılması, şehirlinin köylü için simsarlık yapması, kişinin ge­niş bir cami yapılması ya da benzeri kamu ihtiyacının gereği olarak is­timlak edilmek istenen evini ya da bahçesini satmaktan kaçınması gi­bi.

Zararın özel olması. Bu da iki türdür:

(1) Bizzat maslahatı elde etmek ya da mefsedeti uzaklaştırmak isteyen kimsenin kendisine de zarardan dokunması, buna rağmen o fi­ili işlemeye ihtiyaç duyması. Meselâ kendisine dokunacak bir zulmü, şayetuzaklaştırdığı takdirde o zulmün bir başkasına dokunacağını bi­le bile uzaklaştırması; bir yiyecek maddesini ya da ihtiyaç duyduğu bir maddeyi almaya koşması, avı başkalarından önce kendisinin avlama­ya çalışması, odun, su ve benzeri mubah (serbest) malları bir an evvel kendisinin toplamaya çalışması ve bunları yaparken de eğer sözü ge­çen malları kendi eli altına geçirdiğinde, başkalarının o malların yok­luğundan dolayı zarar göreceğini bilmesi; buna karşılık kendi elinden alınması durumunda da bizzat kendisinin zarar görür olması.

(2)  Kendisine bir zararın dokunmaması: Bu da üç kısımdır:

(1) O fiili işlemesi durumunda doğacak zararın âdeten kesin olması. Konak kapısının arkasına karanlıkta giren kim­senin mutlaka düşeceği şekilde bir çukur (kapan) kazıl­ması gibi.

(2) Zarara sebebiyet vermesi nadir olan fiiller. Genelde her­kesin düşmeyeceği bir yere kuyu kazmak, genelde yiyen kimseye zarar vermeyen[90]gıda maddelerini yemek vb. gi­bi.

(3)  Zarara sebebiyet vermesi nadir olmayıp çoğunluğu teşkil eden fiiller. Bu da iki şekilde olur:

i) Gâlib olur. Harbîlere (düşmana) silah satmak,[91] şarap­çıya üzüm satmak, insanları aldatmayı meslek haline

getirmiş kimselere, insanların kolayca aklanabileceği birşeyi satmak vb. gibi.

ii. Gâlib değil fakat çokça olur. ("Buyûu'1-âcâl"[92] ya da "îyne" adı verilen) örtülü riba satışlarında olduğu gibi.

Böylece tamamı sekiz kısım etmektedir. Şimdi bunları teker te­ker ele alalım:

Birinci kısım: Aslî izin üzere devam etmektedir ve bu konuda her­hangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Dolayısıyla hakkında delil ge­tirmeye de ihtiyaç bulunmamaktadır. Çünkü daha başlangıçta (ibti-daen) bunlar hakkında izinin bulunduğu bilinmektedir.

İkinci kısım: Bu tür fiillerde bulunan başkalarına zarar verme kasdının engelleneceğine dair de bir tereddüt bulunmamaktadır, Çünkü "İslâm'da başkasına zarar vermek ve zarara zararla mukabe­lede bulunmak yoktur" ve bu bir prensip olarak kesindir. Ancak, hem kendisine fayda teminini hem de başkasına zarar verme unsurunu içe­ren bu tür fiiller üzerinde durmak gerekmektedir; Acaba böyle bir fiil yasaklanır ve mübahlıktan çıkar mı? Yoksa aslî ibaha hükmü üzere kalmaya devam eder ve kişi sadece kasdmdan dolayı mı günah kaza­nır? Bu üzerinde ihtilaf bulunabilecek bir noktadır. Konu, gasbedilmiş yerde kılman namaz meselesine benzemektedir. Bununla birlikte ko­nu üzerinde durulurken aşağıdaki tafsilatın dikkate alınması müm­kündür:

Sözkonusu amel terkedilip, elde etmek istediği maslahata ulaş­mak ya da kendisinden uzaklaştırmak istediği mefsedetten kurtul­mak için başka bir fiile intikal edildiğinde, amaçladığı şey ya gerçekle­şecek ya da gerçekleşmeyecektir. Eğer amaçladığı şey gerçekleşecek­se, o takdirde sözü edilen fiilin engelleneceğinde kuşku yoktur. Çünkü amacına başkasına zarar vermeksizin ulaşabildiği halde zarar veren yolu seçmişse, amacının başkalarına zarar vermek olduğu ortaya çı­kar. Eğer amacına ulaşabilmek için sözkonusu fiili işlemekten başka çaresi yoksa, bu durumda kendi maslahatını temin ya da kendisine ulaşacak zararı uzaklaştırmaya çalışan kimsenin hakkı daha öncelik­li olacak, başkalarına zarar verme kasdım bulundurmaması istene­cektir. Bu bir takat üstü yükümlülüktür denilemez. Çünkü böyle bir kimse sadece başkalarına zarar verme kasdını bulundurmamakla yü­kümlü tutulmaktadır ve böyle bir kasdın bulundurulmaması da kesb (irade, güç) altına dahildir.Yoksa yükümlü tutuldugu şey bizzat baş­kalarına zarar vermemesi değildir.

Üçüncü kısım: Bu kısımda da ya engellenmesi durumunda telafî-si mümkün olmayacak şekilde bir zarar verme[93] sözkonusu olur ya da öyle olmaz.

Eğer kendisi için böyle bir zarar lazım gelecek olursa, onun hakkı mutlak surette öne alınır. Gerçi bu hususa karşı çıkılmış ve bu itiraz, usulcülerin koymuş olduğu kalkan örneği ile desteklenmek istenmiştir. Şöyle ki: Kâfirler, bir müslümanıkalkan edinerek müslümanların üzerine yürüseler ve bu kalkan yapılan müslüman öldürülmedikçe düşmanın müslümanların kökünü kazıyacakları anlaşılsa bu durum­da kalkan yapılan müslüman öldürülerek diğer müslümanlar kurta­rılmaya çalışılır.[94]Ancak kalkan meselesini delil olarak kullanarak konuya itirazda bulunmak zayıf olmaktadır.

Eğer zararın telafisi imkanı bulunur[95] ve tamamen onun ortadan kaldırılması mümkün olursa; genel olan zararın dikkate alınması ön­celik arzedecektir. Bu durumda kendisi için fayda temini ya da kendi­sinden zarar defi için çalışan kimse, amaçladığı şeyi yapmaktan engel­lenecektir. Çünkü kamu maslahatları özel maslahatlardan Önce gelir. Malların pazara gelmeden kapatılması, şehirlinin köylü adına sim­sarlık yapması, selefin zenâatkarlarm ki aslında bunlar emin kim­seler olmaktadır[96] tazmin sorumluluğu ile mesul tutulması konu­sunda görüş birliği etmeleri, Hz. Peygamberin mescidini genişletme­leri ve bunun için sahipleri razı olsun olmasın gerekli yerleri istimlâkte bulunmaları... evet bütün bu uygulamalar konunun sıhha­tine delil olmakta, kamu maslahatının fertlere dokunacak zararı te­lafi etmek kaydıyla özel maslahatlara takdim edileceği hükmünü getirmektedir.

Dördüncü kısım: Genel olarak ele aldığımızda konu iki bakış açı­sına sahip bulunmaktadır;

(a) Hazların isbatı yönü.

(b) Hazların düşürülmesi yönü.

Eğer biz nazları dikkate alacak olursak, bu durumda kendisi için maslahatın temini ya da mefsedetin defi için çalışan kimsenin hakkı bundan başkaları zarar görse dahi önce gelecektir. Çünkü masla­hatın temini ya da mefsedetin uzaklaştırılması Sâri' için istenilen ve amaçlanan birşeydir. Bu yüzdendir ki, yemesi-içmesi haram olan şey­ler zaruretten dolayı mubah kılınmış, dirhemi dirhem karşılığında ve­resiye vermek anlamına gelen karz akdi duyulan ihtiyaçtan dolayı ve kullara genişlik olsun diye caiz kılınmış; yardımlaşmanın temini için ihtiyaç duyulan ariyye uygulamasında ağaç üzerindeki yaş hurmanın kuru hurma karşılığında tahmin yoluyla satılmasına izin verilmiştir. Buna benzer daha pek çok mesele vardır ki, deliller onların Şâri'in amacı dahilinde olduğunu göstermektedir. Bu sabit olduğuna göre, ki­şinin (aslında mubah bulunan şeylerden bazılarını) başkalarından önce hareket ederek ele geçirmesi halinde, o şey üzerinde şer'an hak sahibi olacaktır ve o şey başkasının değil onun mülkü altına girecektir. Ona herkesten önce ulaşmış olması, Şâri'e karşı bir muhalefet içer­memektedir; dolayısıyla fiil sahih olacaktır. Böylece geri kalanın hak­kını, önce varanın hakkına takdim etmenin şer'an gözetilmiş birşey olmadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak önce varan kendi hakkını düşü-rürse o zaman bu mümkün olabilir. Önce varanın hakkını düşürmesi gibi bir mecburiyeti de bulunmamaktadır; hatta zarûrîyyât konusun­da kendi nefsi için gerekli olan hakkını kullanması mecburiyeti vardır ve bu gibi durumlarda hakkını düşürme gibi bir seçeneği yoktur. Çün­kü o şey kesin olarak kendi hakkı olmaktadır; başkasının hakkından olduğu ise zan ya da şek (şüphe) ölçüsündedir. Bu zararın uzaklaştırıl­ması konusunda açıktır. Maslahatın temini konusunda da eğer onun bulunmaması zarar verecekse durum aynı olacaktır.

ed-Davudî'ye soruldu; "Sultana haraç adı altında verilen angar­yadan kurtulma imkanı olan bir kimsenin bunu yapması caiz midir?" O: "Evet, başka türlüsü de helal olmaz" diye cevap verdi. Ona şöyle de­nildi: "Sultan haracı tek tek şahıslar üzerine değil de belli bir yerleşim yeri ahalisine topluca koysa,"[97]bundan kurtulmaya kadir olan kimse bunu yapabilir mi? Eğer o kendisini kurtarırsa diğer ahaliye haksızlık olacak ve haracı onlar tamamlamak zorunda kalacaklardır." Cevap olarak: "Evet yapabilir dedi" ve şöyle devam etti: "İmam Malik, zekat tahsildarının nisab miktarına ulaşmayan iki ortağın koyunları için or­taklardan birinden zekat alması hakkında: 'Bu bir zulümdür ve kendi­sinden alman ortak üzerinde kalır, öbür arkadaşından verdiğinin ya­rısını alamaz' demiştir. Devamla: "Ben bu konuda Sahnûn'dan rivayet edilen görüşü kabul etmiyorum. Çünkü zulüm emsal gösterilemez. Hiç bir kimsenin, zulüm başkasına isabet edecek korkusuyla kendisi­ni zulüm altına sokması gerekmez. Yüce Allah şöyle buyurur: "İnsan­lara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı du­rulmalıdır."[98]ed-Davudî'nin sözü böyle. Bazı nakillerde Yahya b. Ömer'in bu doğrultuda: "Kişinin kendisinden zulmü uzaklaştırmasın­da bir sakınca yoktur" dediğini gördüm. Halbuki zulmü kendisinden uzaklaştırması durumunda eğer zulüm açık bir haksızlık ise o zulmün bir başkasına yükleneceği bilinmektedir. Abdu'1-Ganî, el-Mü'telef ve'1-Muhtelef adlı eserinde Hammad b. Ebî Eyyub'dan nakleder: Hammad b. Ebî Süleyman'a: "Ben konuşuyorum ve benden nöbet kaldırılıyor. Benden kaldırınca da tabiî bir başkasına konuyor" dedim. O: "Sana sadece kendin hakkında konuşmak düşer. Senden kaldırılınca onun kime konulduğuna aldırış etmezsin" dedi.

Başka türlü uzakl aştırıl amam ası halinde zulmü def etmek için rüşvet vermek, isyancılara mal vermek, esir mübadelesi için kafirlere fidye vermek, hacca gitmek isteyenlere haraç vermek de bu kabilden­dir. Bütün bunlar günah ile bir fayda elde etmek ya da bir zararı defet­mek demektir. Cihad faziletini istemek de bu kabildendir. Halbuki ci-hadda kâfirin küfrü üzere ölmesi veya kâfirin müslümanı öldürmesi gibi durumlar bulunmaktadır. Hatta Hz. Peygamber "Al­lah yolunda Öldürülmeyi, sonra diriltilip tekrar öldürülmeyi gerçek­ten arzu ederim[99] buyurmuştur. Bunun tabiî sonucu onu öldürenin cehenneme girmesidir. Âdem'in iki oğlundan biri (Habil): "Ben hem benim, hem de kendi günahını yüklenip cehennemliklerden olmanı is­terim"[100] demiştir. Dahası, cezalarki bunların tamamı maslahatın temini, mefsedetin de uzaklaştırılması demektir başkalarına zarar verme anlamı içerir. Şu kadar var ki, mefsedetin defi için bütün bun­lar ilga edilmiş, dikkate alınmamıştır. Çünkü sözkonusu zararlar bu hükümlerin meşru kılınması sırasında Sâri' tarafından gözönünde bulundurulmuş değildir. Hem sonra maslahatın temini, mefsedetin defi için çalışan kimsenin tarafı öncelikli olmaktadır. Bu konu üzerin­de daha önce durulmuştur.

İtiraz: Bu nokta çeşitli meselelerde problem doğurur. Çünkü sa­bit bir kaide olarak "Zarar ve zararla mukabele yoktur." Zikredilen meselelerde ise başkalarına zarar verme mevcuttur. Bu durumda kaide gereği onların meşru olmaması gerekir, Bunu şu örnekler de destekler: Bir kimsenin elinde yiyecek bulunduğu zaman, o kimse na-çar halde kalan bir kimseye kendisinin de o yiyeceğe ihtiyacı bulunduğu halde bedelli ya da bedelsiz vermesi için zorlanabilmektedir. Keza muhtekirin (karaborsacı) elinde bulunan yiyecek mallarını dev­let başkanı (bedelini ödeyerek) zorla elinden alabilmektedir. Çünkü o malları elinde tutması başka insanlara zarar vermektedir. Daha baş­ka benzeri konular da mevcuttur.

Cevap: Bütün bunlarda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Şöyle ki: Geçen meselelerde bulunan ve yerleşik asıllarda sözkonusu olan başkalarına zarar verme, izin sırasında Şâri'ce maksûd değildir; izin sadece kişinin maslahatın temini ya da mefsedetin defi için çalış­ması hakkındadır. Hem sözü edilen meselelerde iki zarar verme karşı karşıya gelmektedir (tearuz): (a) Zilyede ve mâlike zarar verilmesi. (b) Zilyed ya da mâlik olmayan kimseye zarar verilmesi. Bilindiği üzere şeriatta zilyed ve mâlikin hakkı Önce gelir ve hakların çatışması durumunda hak sahibine karşı durulmaz. Kısaca izin, izin olması açı­sından başkalarına zarar vermeyi gerektirmez. Nasıl gerektirebilir ki, şeriatın özelliği böyle birşeyi yasaklamaktır. Dikkat edilecek olur­sa görülecektir ki, maslahat temini ya da mefsedet defi için uğraşan kimse, bu fiiliyle başkalarına zarar vermeyi kastederse günahkar ol­maktadır ve o yaptığı şeye ihtiyacının bulunması da durumu değiştir­memektedir. Bu da göstermektedir ki, Sâri' Teâlâ başkalarına zarar verilmesini kastetmemektedir; aksine zarar vermeyi yasaklamıştır ki, o da zilyed ve mâlikin zarara uğratılmasıdır.

Yiyecek maddesine zaruret ölçüsünde ihtiyaç duyan (naçar) kim­se ile ilgili mesele aslında bizi desteklemektedir. Çünkü yiyecek mad­desini vermeye zorlanan kimse, bizzat o yiyeceğe yokluğunda zarar göreceği ölçüde muhtaç değildir. Eğer aynı ölçüde onun da muhtaç olduğunu farzedecekolursak, o takdirde zorlanması zaten sahih olma­yacaktır. Dolayısıyla konu aynı tartışma konusu olmaktadır. Yiyecek maddesini vermeye zorlanan kimse, onu vermesinden dolayı zarar görmemektedir. Bu nokta iyi kavranmalıdır. Muhtekirin durumuna gelince; o ihtikâr (stok) yapmak suretiyle hatalı bir yola girmiş ve ya­sak olan birşeyi işlemiş ve bu haliyle insanlara da zararlı olmuştur. Bu durumda devlet başkanının onu zarara sokmaksızın insanlara verdiği zararı bertaraf etmesi gerekecektir. Sonra ihtikar meselesi, kamu ya­rarı için özel zararlara katlanmanın caiz olduğu üçüncü kısımdan ol­maktadır.

Bütün buraya kadar anlatılanlar nazların dikkate alınması du­rumuyla ilgili idi.

Onları dikkate almadığımız zaman ise iki durumlakarşıkarşıya

oluruz:

(1)

Kendi nefsim düşünmeyi bir tarafa bırakarak, eşitlik üzere diğer insanların içerisine girme. Bu gerçekten övgüye değer bir davranıştır. Böyle davranışlar Hz. Peygamber zamanında yapılmıştır. O şöyle bu­yurur: "Eş'arîler gazada yiyecekleri biter veya Medine'deki çoluk ço­cuklarının yiyecekleri azalırsa ellerindeki yiyeceği bir elbisenin içine toplar, sonra onu aralarında bir kabın içinde eşitlik üzere taksim eder­ler. Onlar bendendir; ben de onlardanım,"[101] Buradakendi hakkını dü­şüren kimse, başkalarını bu konuda kendisi gibi görmekte ve onu san­ki kardeşi veya oğlu veya yakın bir akrabası ya da yetimi saymakta ve kendisini onlara vacib ya da mendup olarak bakmakla yükümlükimse olarak görmekte; kendisini Allah'ın kulları arasında huzur ve sükunu teminle, onların hayırlarını kollamakla görevli saymaktadır. Bu ha­liyle o, hak sahibi olsa bile diğer insanlardan biri gibi olmaktadır. Du­rumu böyle olunca, o kimsenin artık o hakkı kendisine tahsis etme yo­luna gitmesi mümkün değildir. Aksine, o hakkı insanlar arasında paylaştırmakiçin kendisini görevli hissedecektir. Aynen şefkatli bir baba­nın çocuklarını ihmal ederek yalnız başına yiyip içemeyeceği gibi, bu kimse de Öyle olacaktır. İşte Eş'arîler bu mertebede bulunmaktadır ve Hz, Peygamber [ altömiul onlar hakkında; "Onlar benden, ben de on-lardamm" buyurmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber uyul­ması gereken en büyük Önder, şefkat konusunda da en müşfik babadır. Zira o, ümmetini ihmal ederek hiçbir konuda kendi nefsini düşünme­miştir. Müslim'de Ebû Sa'îd'den şöyle rivayet edilmiştir: Bir defa biz Hz. Peygamber ile beraber bir seferde iken devesi üzerinde bir adam geliverdi ve gözünü sağa sola çevirmeye başladı. Bunun üze­rine Rasulullah: "Kimin yanında fazla hayvan varsa onu hayvanı olmayana versin ve kimin fazla azığı varsa olmayana versin!" buyurdu.

Ravi der ki: "Mal çeşitlerinden söylediğini söyledi. Hatta artan bir malda hiçbirimizin hakkı olmadığı düşüncesine vardık. '[102]Başka bir hadiste de "Şüphesiz malda zekâttan başka bir hak da vardır"[103]buyrulmuştur. Zekatın, ikrazın (ödünç verme), ariyyenin, hediyenin vb. meşru kılınması bu mânâyı destekleyen hususlardandır. Bu tür ör­neklerin tamamı üstün ahlâk anlayışıyla ilgili olmaktadır ve bunlar kişinin sadece kendi nefsini düşünmesi gibi bir durumla bağdaşmaz. Bu durumda, fiili işleyene, sadece diğer insanlara dokunacak zarar öl­çüsünde ya da daha az bir zarar gelecektir. Böyle bir insan, kendi nef­sini kesin bir zarar altına sokmuş da olmamaktadır. Söz konusu zarar beklenti halinde olan bir zarardır ya da başkalarından zararı gider­mek uğruna tahammül edebileceği az bir zarardır. Bu bütün müslü-manları tek bir vücut gibi gören bir kimsenin bakışı olmaktadır. Ni­tekim bumeyandaHz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:

"Mümin için mü'min, birbirini kenetleyen duvar gibidir[104] "Mil'-minler tek bir cesed gibidir. Bir organ rahatsız olursa, diğer bütün or­ganlar uykusuzluk ve ateş (humma) ile ona iştirak ederler[105] "Sizden biriniz kendi nefsi için sevdiği şeyi kardeşi için de sevmedikçe mü'min olmaz.[106] Bu mânâda daha pek çok hadis bulunmaktadır. Zira mü'minin mü'mini tam anlamıyla kenetlemesi ancak bu mânâ ile ve bunun için gerekli sebeblerin ortaya konulması yoluyla olacaktır. Aynı şekilde tek ceset şeklinde olunabilmesi için de, faydanın herkes için eşit olarak ve kendi ihtiyacına göre dağıtılması gerekecektir. Nitekim  vücutta da organlar gıdadan istifade ederken paylaşım, eksiksiz-nok-sansız her organın kendi ihtiyacına göre olmaktadır. Eğer bazı organ­lar ihtiyacından fazla ya da daha az alacak olurlarsa, vücut normal ha­linden çıkacaktır. Bu özelliğin esası, Kur'ân'da zikredilen müminle­rin birbirlerinin velileri olduğunu, sözbirliği etmelerinin ve kardeşli­ğin gerekliliğini, gruplaşmadan kaçınmanın zaruretini ifade eden âyetler olmaktadır ve bunlar pek çoktur. Ümmetin tek bir vücut gibi bütünlüğü ve sağlıklı olması ancak bu ve benzeri özelliklerin bulun­masıyla mümkün olacaktır.

İkinci durum: îsâr yani başkalarını kendi nefsine tercih etmek: Bu nazlardan feragat konusunda daha köklü bir tavır olmaktadır. Bu­rada kişi yakî5tTtnanına güvenle ve gerçek tevekküle ulaşarak kendi çıkarlarını terketmekte ve başkalarını kendi nefsine tercih etmekte, Allah'a olan muhabbetinden dolayı O'nun yolundaki kardeşine yardımcı olmak için meşakkatlere katlanmaktadır. Bu son derece üstün bir ahlâk örneğidir ve amellerin en yücelerindendir. Bu haslet, Hz. Peygamber'in tavırlarında örneğini bulmuş ve onun ilâhî rızaya uygun ahlâkının bir tezahürü olmuştur. "Yüce Peygamber hayır yolunda insanların en cömerdi idi. Encömertolduğu zaman da Ramazan ayı idi. Cibril ile karşılaştığı zaman ise esen rüz­gardan daha cömertolurdu.[107] Hz. Hatice kendisine: "İşini görmekten aciz olanın yükünü yüklenirsin, fakire verir kimsenin kazandırama-yacağmı kazandırırsın, Hak yolunda ortaya çıkan hadiseler karşısın­da (halka) yardım edersin"[108] demiştir. Bir defasında kendisine dok­san bin dirhem getirilmiştir. Onları birhasır üzerine koymuş ve dağıt-mayabaşlamıştır. İsteyen hiçbir kimseyi geri çevirmemiş ve tamamım tüketinceye kadar dağıtmıştır. Sonra bir adam gelmiş ve istekte bu­lunmuş, ona: "Yanımda verecek birşey yok. Ancak benim adıma borç­lan ve alacağını al; bize birşey geldiğinde onu öderiz" buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Allah sana gücünün yetmediğini yüklememistir" demiş, Hz. Peygamber bu sözden hoşlanmamıştır. Ensardan bir adam: 'Ya Rasûlallah! Harca, Arşın Sahibinin azaltacağından korkma" demiştir. Bunu duyan Hz. Peygamber tebessüm etmiş, hoş-nudluğu yüzünde belirmiş ve: "Ben bununla emrolundum" buyur­muştur. Hadisi Tirnıizî nakletmiş tir. Enes de: "Hz. Peygamber, yarın için birşey biriktirmez di" demiştir. Bu mânâda haberler pek çoktur. Sahabe de aynı şekilde idi. "Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksula, öksüze ve esire yedirirler"[109]âyetinin tefsiri sadedinde, keza Sahîh'te "Kendileri zaruret içinde olsalar bile onları kendilerinden ön­de tutarlar"[110] âyeti hakkında gelen rivayetleri, aynı şekilde Hz. Âişe'den gelen rivayeti biliyorsunuz. Daha önce Hükümler bahsinin Sebebler bölümünde hazlarm düşürülmesi doğrultusunda amelde bulunmadan söz edilirken zikredilmişti.

îsâr (başkalarını tercih) iki kısımdır:' a. Maldan ve eşten vazgeç­me yoluyla. Nitekim Sahîh'te muâhât (kardeşlik akdi) hadisinde zik-redildiği üzere Hz. Peygamber tarafından Muhacir ile Ensar arasında kardeşlik ilan edilmişti. Ensardan biri, muhacir kardeşine, malının yarısını vermeyi ve ona helal olması için de karısını boşamayı düşün­müştü.

(2)

Candan vazgeçme yoluyla. Yine Sahih'te geçtiği üzere[111] Ebu Tal-ha, Uhud gününde kendisini Hz. Pcygamber'e kalkan yapmıştı. Hz. Peygamber insanları görmek için başını uzatıyordu. Ebu Talha kendisine: "Bakma! Yâ Rasûlallah! İnsanların attıkları oklar­dan biri isabet edebilir. Canım sana feda olsun" diyordu. Hz. Pey-gamber'i korumak için elini oka siper etmiş ve bu yüzden çolak olmuştu.[112] BuörnektavrınHz. Peygamber'in davra­nışlarında da yer aldığı malumdur. Zira o, savaşlarda düşmana en ya­kın kimse olurdu. Bir gece Medineliler korkuya kapılmışlardı. Birta­kım insanlar korku sebebi sesin geldiği tarafa gittiler. Hz. Peygam-ber'i o taraftan dönerken buldular. 'Korkmayın!' diye onları karşılamıştı. Ebu Talha'ya ait çıplak bir at üzerinde kılıcını kuşanmış, haberin mahiyetini öğrenmek istemişti.[113]Bu kendi canını feda etmek isteyen bir kimsenin davranışı olmaktadır. Ali b. Ebî Tâlib'in de hicret gününde, müşriklerin Hz.Peygamber'i öldürmeye azmet­tikleri bir anda onun yatağında yatması ve gecelemesi herkesçe bili­nen bir olaydır. Yaygın bir deyişte de: "Başkaları uğrunda candan geçinek, cömertliğin en son noktasıdır" denilmektedir. Sûfiyyeden bazıla­rı sevgiyi tarif ederlerken 'O başkalarını tercihtir' demişlerdir. Bu­nun doğruluğuna Kur'ân'dan delalet de vardır: Mısır azizinin (vezir) karısı (Züleyha), Yusuf hakkında: "Ondan murad almak iste­yen bendim; kuşkusuz Yusuf doğrulardandır"[114]demiş ve onun suç­suzluğunu ifade ile suçun kendisine ait olduğunu belirtmiş ve böylece sevdiğini kendi nefsine tercih etmiştir.

Nevevî şöyle der: Yiyecek ve benzeri dünya işleri ile nefsânî haz­lar hakkında başkalarını tercihte bulunmanın üstünlüğü hakkında âlimler icmâ etmişlerdir. Allah'a yaklaştıran fiiller (kurbetler, ibâdet­ler) ise böyle değildir; çünkü bunlarda sözkonusu olan hak Allah'a ait­tir. Bu kendisinden önceki kısımla[115]birlikte çeşitli mertebelere ayrı­lır. İnsanlar bu konuda tam tevekkül ve yakın mertebesine ulaşma yo­lundaki derecelerine göre farklılık arzederler. Rivayete göre Hz. Pey­gamber Hz. Ebu Bekir'den malının tamamını, Hz. Ömer'­den de malının yarısını kabul buyurmuş olmasına rağmen, Ebû Lübâbe ve Ka'b b. Mâlik'ten mallarının üçte birini kabul etmiştir. İb-nu'1-Arabî, bu ikisinin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer mertebesinde olma­dıklarından, Hz. Peygamber'in kendilerine onlara davran­dığı gibi davranmadığını söylemiştir. Onun sözü böyle.

Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Burada îsâr, peşin zevklerden fera­gat etme anlamına gelmektedir ve bu yüzden doğacak meşakkate gö­ğüs germe durumunda eğer şer'î bir maksat ihlal edilmiyorsa kınama ve azar yoktur. Ama şer'î bir maksadın ihlali sözkonusu olursa, bu durumda hazdan feragattan bahsedilemez ve böyle birşey şer'an öv­güye değer bir davranış da olamaz. Şer'an övgüye değer bir davranış olmaması şunun içindir: Bu durumda hazlardan feragat ya sırf em­redenin (Sâri') emri içindir ya da başka bir durum içindir yahut da amaçsızdır. Amaçsız oluşu abestir ve akıllı bir kimse böyle bir davra­nışta bulunmaz. O fiili emredenin emri gereği olarak yapmış olması durumunda, o şeyin şer'î bir maksadı ihlal etmesinden söz etmek tezat olur. Çünkü o şeyin ihlali emredenin emri değildir. Durum öyle olma­yınca da, fail ona (emredene) muhalif demektir. Emredenin emrine muhalefette bulunmak, ona uygun hareket etmenin zıddı olur. Bu du­rumda onun üçüncü bir durum yani haz için olduğu ortaya çıkar. Hazların düşürülmesi meselesinde başka bir ihtimalin de bulunmadı­ğı açıklanmıştı. Dördüncü kısımla ilgili söylenecek söz tamamlanmış oluyor. Hazların düşürülmesi konusuna nisbetle geçen üç kısmın hük­mü buradan anlaşılır.

Beşinci kısım: Maslahat temini ya da mefsedet defi için uğraşan kimseye herhangi bir zarar içermeyen, ancak işlenmesi durumunda mefsedete sebebiyet vereceği kesin olan kısım. Bu kısmın da iki yönü bulunmaktadır:

(a) Başka birine zarar verme kasdı olmaksızın şer'an kastedil-mesi caiz olan şeyi kastetmiş olması yönü. Bu açıdan bakıldı­ğı zaman bu kısımdan olan fiiller caiz olacak, yasak olmaya­caktır.

(b) Kastedilen bu fiilin terki halinde zarar görmemesine rağ­men işlenmesi durumunda zorunlu olarak başkalarına za­rar dokunacağı neticesini bilmesi yönü. Bu açıdan bakıldığın­da fiil, başkalarına zarar verme kasdmin bulunduğu zannını içermektedir. Çünküfiili işlemesi durumunda: (a) Yazarûrî, hâcî ya da tekmili bir amaç bulundurmadan sırf mubah oldu­ğu için fiili yapmış olacaktır. Bunların meydana getirilmesi konusunda ise sırf meydana getirilmiş olma açısından Şâri'e ait bir kasıt bulunmamaktadır, (b) Ya da emredilmiş olan bir fiili başkalarına zarar verecek biçimde zarar ver­meden işleme imkanı bulunmasına rağmen işleyen kimse dı^rumunda olacaktır. Fiilin bu şekilde başkasına zarar veri­lerek işlenmesi de Sâri' tarafından amaçlanmış değildir.

Her iki duruma göre de, başkalarına zarar vereceğini bile bile böyle bir fiili işlemek istemesi durumunda, mutlaka şu iki durumdan biri ile karşı karşıya olunacaktır:

(a) Ya emredilmiş olunan şeyi araştırma konusunda ihmal

göstermektedir[116]ve bu yasak bir davranıştır.ya da başkalarına zarar vermeyi[117] amaçlamaktadır. Haliyle

bu da yasak olmaktadır. Bu durumda o fiili işlemekten engel­lenmesi gerekecektir. Ancak buna rağmen o fiili işlemesi du­rumunda fiili ile mütecaviz sayılır ve tecavüzü neticesinde or­taya çıkan zararı tazmin eder. Tazmin konusu, can ve mal ko­nusunda her olaya uygun bir şekilde ele alınır ve fail teca­vüz kasdı sabit olmadıkça asla kasıtlı olarak zarar vermiş kabul edilmez.[118] Gasbedilmiş yerde kîlınan namaz meselesi,gasbedilmiş bıçakla hayvan boğazlama meselesi ve bunlara benzer olan aslında mubah olmakla birlikte başkasına zarar verme unsuru içeren diğer meseleler hep bu şekilde ele alına­cak ve değerlendirilecektir. Meselenin iki yönüı15olduğu için­dir ki, çoğunluk âlimlere göre bu şekilde kılman namaz sahih ve yeterli olmakta,[119] aslî fiil geçerli kabul edilmekte; ancak öbür tarafı dikkate alınacağı için de o fiili işleyen âsî ve eğer ortada başkalarına verilmiş bir zarar varsa o zararı tazminle sorumlu sayılmaktadır. Bu durumda yönler farklı olduğu için hükümler arasında bir çelişkiden de söz edilmeyecektir. Sözü edilen meselelerde fesâd görüşünü benimseyenler, burada da aynı görüşü taşımaktadırlar. Fıkhî değerlendirme açısından bu bahis çok geniştir ve meselede kıstas bu nokta[120] olmakta­dır. Bu nazların isbatı yönünden olmaktadır. Malumdur ki, nazlarından feragat eden kimseler, durumu böyle olan bir fiil altına asla girmezler.

Altıncı kısım: Nadir olarak mefsedete götüren fiiller. Bunlar aslî izin üzere bulunurlar. Çünkü maslahatın galip olması durumunda, onun bulunmamasını doğuracak nadir haller dikkate alınmaz. Şöyle ki, âdeten bir nebze de olsa asla mefsedet içermeyen bir maslahatın bulunması mümkün değildir. Ancak Sâri' Teâlâ, teşrî esnasında maslahatın ağır basmasını dikkate almış, mefsedetin nadirliğini ise kale almamıştır. Böylece şer'î hükümler, varlık âleminde bulunan âdiyyât mesabesinde tutulmuş ve onların paralelinde düzenlenmiştir. Maslahatın teminine, mefsedetin de uzaklaştırılmasına yönelik bir kasıt bulunduran kimsenin bu durumda nadiren zararın da doğabile­ceğini bilmesi, değerlendirme konusunda bir taksir sayılmayacağı gi­bi, zararın vukuuna yönelik bir amaç bulundurmuş da kabul edilmez. Şu halde fiil, aslî meşruluk üzere kalmaya devam edecektir.

Buna, meşru kılınan şeylerle ilgili kıstasların (davâbıt) bu şekil­de bulunması delil olmaktadır: Meselâ, kan, mal ve ırz konularında şe-hadetle hükmedilir. Halbuki şahitlerin yalan söyleme, yanılma ve vehme kapılma ihtimalleri bulunmaktadır. Yolculukta belirli bir me­safede namazı kısaltmanın mübahhğı hükmü doğmaktadır; halbuki konfor içerisinde yolculuk yapan bir hükümdar için meşakkat sözko-nusu olmayabilir. Mukim olup da ağır işlerde çalışan kimseler, belirli bir meşakkat altında oldukları halde namazı kısaltmaktan menedil-

 mislerdir.[121]Furû-ı fıkıhta vâhid haberle[122] ve cüz'î kıyaslarla[123] amel edilmektedir; oysa ki çeşitli sebeblerden dolayı bunlar hata içerebilir­ler ve doğru olmayabilirler. Ancak bu gibi ihtimaller nadir olmaktadır; dolayısıyla dikkate alınmamış, aksine galip bulunan maslahat yönü dikkate alınmış ve hükümler ona göre düzenlenmiştir. Bu bahis, bu ki­tabın ilgili yerinde izah edilmiştir.

Yedinci kısım: Mefsedete götürmesi zannî olan fiiller. Bu kısımda görüş ayrılığının bulunması muhtemeldir. Bizzat bu fiillerin hükmü­nün mübahhk ve izin olduğu konusu açıktır. Nitekim altıncı kısımda buna değinildi. Bu gibi fiillerden zarar ya da mefsedetin doğabileceği­nin zan ölçüsünde olmasına gelince, bu durumda bakılır: Acaba bura­da zan kesin bilgi mesabesinde tutulur ve fiil (beşinci kısımda) sözü ge­çen iki yönden[124] dolayı menedilir mi? Ya da bulunmama ihtimali[125] ki bu durumda zararın doğmaması ihtimali nadirdir dikkate alı­narak menedilmez mi? Zannın dikkate alınması aşağıdaki hususlar­dan dolayı daha ağır basmaktadır:

(a) Amelî konularda zan, kesin bilgi mesabesinde sayılır. Görün­düğü kadarıyla burada da aynı durum geçerlidir.

Nasslarla belirlenmiş bulunan "sedd-i zerîa" da bu kısım çer-

çevesine girmektedir.[126] Örnekler: "Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Al­lah'a sövmesinler."[127] Bu âyet, müşriklerin: 'Ta bizim ilahla­rımıza hakaret etmekten f sövmekten) vazgeçersin; ya da biz de senin ilahına söveriz" demeleri üzerine inmiştir. Sahîh'te şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber "Şüphesiz en büyük günahlardan biri de, kişinin ebeveynine küfretmesi-dir" der. Sahabe: "Ya Râsulallah! Adam ebeveynine küfre­derim?" diye sorarlar. Hz. Peygamber "Evet, o bi­rinin babasına söğer; o da onun babasına soğer; o birinin anasına söğer; o da onun anasına söğer"[128] buyurdu. Hz. Peygamber münafıkları öldürmekten geri durur­du.   Çünkü onların  Öldürülmesi  kâfirlerin:  "Muhammed adamlarını öldürüyor" diye olumsuz propaganda yapmaları­na imkan verirdi. Yüce Allah, mü'minlerden Hz. Peygamber'e 'Bizi gözet!' anlamında hitap ederlerken 'çobanımız' an-

lamına da çekilebilen "râinâ" kelimesini kullanmamalarını istemiştir.[129]Çünkü Yahudiler bu kelimeyi Hz. Peygamber'e hakaret için kullanıyorlardı. Bu tür örnekler pek çoktur ve hepsi de aslî hükmü[130] üzere bulunmakla birlikte, kendisine zerîa yani vesile kılınmak istenilen şeyin hükmü­nü almıştır.

(c) Bu kısım yasak olan 'günahta ve düşmanlıkta yardımlaşma' kapsamına girmektedir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu kısımdan olan fiilin işlenmesi du­rumunda zarar ve mefsedetin doğabileceğinin zan ölçüsünde bilinme­si, zarar vermeye yönelmiş bir kasıt yerine geçmez. Asıl olan maslaha­tın celbi, mefsedetin de definin caiz olmasıdır ve bu arada fiilin özünde bulunmayan ve zorunlu olarak ortaya çıkan neticelerin dikkate alın-mamasıdır. Ancak maslahatın mefsedete sebebiyet vermesi, şeriata karşı hile ya da yasak olan konuda yardımlaşma kabilinden olmakta­dır ve yasak işte bu yönden sözkonusu edilmekte, fiilin aslından kay­naklanmamaktadır. Çünkü sebebe yapışan kimse, kendi maslahatını elde etmekten başka bir amaç bulundurmamaktadır. Eğer bu durum­daki bir kimsenin fiili, tecavüz (teaddî) şeklindeyorulmuşsa, bu taksir (ihmal) ihtimalini bulundurması yönünden olmaktadır. Bu kısım,mertebece beşinci kısımdan daha aşağıdadır. Bu yüzden de hakkında görüş ayrılıkları meydana gelmiştir: Acaba bir şeyin mazinnesi (yani bulunduğu zannedilen yer), bizzat o şeyin kendisine yönelik kasıt yeri­ne geçer mi? Yoksa geçmez mi? İşte problem budur.

Bu nazların isbatı açısından meselenin ele alınması olmaktadır. Hazlarm düşürülmesi açısından ele alındığında ise, bu kısımda onlar (yani nazlarından feragat edenler), beşinci kısımdan olanlar gibidir. Altıncı kısım ise farklıdır; çünkü âdeten insanın ondan ayrılması kud­reti dahilinde değildir.

Sekizinci kısım: İşlenmesi durumunda mefsedete götürmesi ne galip ne de nâdir olmayan, aksine çok olan fiiller: Bu konu, üzerinde durulmaya muhtaçtır ve karıştırılabilmektedir. Bu kısımda asıl olan, iznin sahihliği esasına hamletmektir. Nitekim İmam Şâfîî ve daha başkalarının görüşü böyle olmaktadır. Çünkü mefsedetin vukuu hak­kında kesin bilgi bulunmasıyla zan ölçüsünde bilginin bulunması bir arada bulunmayacak şeylerdir. Zira burada, vuku bulup bulmaması arasında satle (mücerred) bir ihtimalden başka birşey yoktur. İki ta­raftan birini diğerine tercihi gerektirecek bir belirti (karine) de bu­lunmamaktadır. Mefsedet ve başkasına zarar verme kasdının bulun­ması ihtimali, bizzat kasdın kendisi yerine geçmeyeceği gibi, kasdın bulunmasını da gerektirmez. Çünkü onun bulunup bulunmamasını engelleyecek gaflet ve benzeri maniler bulunabilir.

Sonra, burada maslahat temini ve mefsedet defi için uğraşan bir kimseyi kesin bilgi ya da zan durumunda olduğu gibi taksir sahibi (ihmalkar) ya da kasıt sahibi biri kabul etmek de doğru değildir. Çün­kü fiili, bu ikisine[131] birden yönelik kasdın bulunmasına hamletmek (yormak), bunlardan birini kastetmiş olmamaya hamletmekten daha evlâ değildir. Durum böyle olunca, hakkında izin bulunan sebebiyet verme (tesebbüb) gerçekten güçlü olmaktadır. Ancak İmam Mâlik, sedd-i zerâi' konusunda onu dikkate almış ve buna gerekçe olarak da, vuku bakımından kasdın çokluğunu göstermiştir. Şöyle ki: Kasıt had­dizatında munzabıt (belirli ve açık) değildir; çünkü kasıt iç alemiyle il­gili hususlardandır. Ancak onun burada bir sahası bulunmaktadır ki o da varlık âleminde vukûunun çokluğudur ya da onun mazinnesidir (bulunduğu zannedilen yer). Bulunmama ihtimaline rağmen mazinne dikkate alındığına göre,[132] çokluğun da dikkate alınması gerekecektir; çünkü kasdın alanı olmaktadır.[133]Bunun bir dayanağı vardır ve bu dayanak Zeyd b. Erkam'ın oğlunun anası ile ilgili hadistir.[134]Sonra bazen hüküm, çoğu zaman bulunmayabilecek bir illet için konulmuş olabilir. Meselâ içki .cezasında olduğu gibi. Bu ceza içkinin önüne geçmek (zecr) için meşru kılınmıştır. Ceza ile içkinin önünün alınması (zecr) gâlib[135] değil çoktur.[136] Buna rağmen hükümde asıl prensibe muhalif olarak çokluk dikkate alınmıştır. Asıl prensip, in­sanı zarara uğratacak ve her türlü acı verecek şeylerden korumaktı. Nitekim konumuzda da asıl olan izindir. Buna rağmen, içkinin Önü­nün alınması hikmetine binaen asıl prensipten çıkıldığı gibi, burada da yasak olan şeye götürür endişesiyle (şedden li'z-zerîa) asıl olan iba-ha hükmünden çıkılmış olmaktadır.

Sonra, bu kısım, mefsedetin çokça meydana gelmesi konusunda, kendisinden önceki kısımla müştereklik arzetmektedir.[137]Dolayısıyla orada yasak için (mefsedetin) dikkate alınması gibi burada da alınma­sı ve yasağa gidilmesi gerekir.

Hem sonra bu konuda pek çok nass bulunmaktadır: Hz. Peygam­ber bu meyanda aşağıdaki tasarrufları yasaklamıştır:

— (Kuru hurma ve kuru üzümün ya da yaş hurma ile koruk hur­manın) karıştırılarak nebizinin (şıra) çıkarılması[138]

— Üzerinden üç gün geçen[139]şıranın (nebiz) içilmesi.[140]

— İçeri sin dekini şaraplaştırmayacağı bilinen kaplarda şıra tu­tulması.[141] Hz. Peygamber bu tür yasakların[142] bazılarını,haram olan şeylere vesile Czerîa) yapılmasını önlemek için (sedd-i zerîa) getirdiğini açıklamış[143] ve: "Eğer bunlara ruhsat verseydim, bunları öteki haram olanlar haline dönüşecek kadar onlarda (o kap­larda) tutabilirdiniz" buyurmuştur. Yani insanlar, bu gibi konularda mubah sınırında durmazlar; sonunda harama ulaşırlar demek iste­miştir. Halbuki böyle durumlarda mefsedetin vukuu çok olsa da galip değildir.

Hz. Peygamber yabancı bir kadınla kapalı bir yerde başbaşa kalmayı (halvet) yasaklamıştır.[144]

— Yanında kocası ya da mahrem bir yakını olmaksızın kadının yalnız başına yolculuk yapmasını yasaklamıştır.[145]

— Mezar üstüne mescid yapılmasını ve orada (kabir üzerinde ya da kabre doğru) namaz kılınmasını yasaklamıştır.[146]

— Bir kadının halası ya da teyzesiyle birlikte aynı nikah altında tutulmasını yasaklamış ve; "Eğer siz bunu yaparsanız akrabalık bağ­larını kesmiş olursunuz" buyurmuştur.[147]

Dört ka chndan fazlasını nikah altında tutmak haram kılınmıştır; zira âyette: "Aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız... Doğru yoldan sapmamamız için en uygunu budur" [148] buyrulmaktadır,

— İddet içerisinde bulunan bir kadının açıktan istenmesi ve ni-kahlanması haram kılınmıştır.[149]

— İddet içerisinde bulunan bir kadının güzel koku kullanması, ziynet eşyası takınması gibi yasak olan nikaha götürebilecek yollar haram kılınmıştır.

— İhramlı bulunan hacı adayı için güzel koku kullanması ve kara avı avlaması haram kılınmıştır.[150]

— Bey ve selef[151]yasaklanmıştır.

—- Borçlunun hediye vermesi yasaklanmıştır.                           

— Katilin vâris olması yasaklanmıştır.

—Ramazan'dan bir ya da iki gün önceden oruç tutulmaya başlan­ması yasaklanmıştır.

— Fıtır bayramı gününde oruç tutma haram kılınmıştır,

— İftar etmede acele etmek, sahuru ise ertelemek mendup kılın­mıştır.

Bütün bu hükümlerde gerekçe yasağa götürecek yolun kapatıl­ması ilkesi (sedd-i zerâi') olmaktadır.149 Bunlarda başkalarına zarar verme amacı ya da mefsedetin gerçekleşmesi durumu çok olmakla bir­likte; galip değildir ya da varlığı yokluğundan çok değildir. Ancak şeriat ihtiyat üzere kuruludur ve tedbiri elden bırakmamaktadır; muhtemelen mefsedete götürebilecek olan şeylerden sakınılması şeriatın dikkat ettiği özelliklerden olmaktadır. Anahatlarıyla ve de­taylarıyla bu bilindiğine göre, bunlarla amel etmiş olmak bir bid'at ol­mayacak; aksine onun esaslarından birisini oluşturacaktır. Bu esas zarurî, hâcî ya da tahsinî olan birşeyin tamamlayıcı unsuru olma Özel­liği göstermektedir. İnşallah bu konu İctihâd bahsinde işlenecektir[152]

 

Altıncı Mesele:

 

Kişinin kendi maslahatlarını gerçekleştirmekle görevli tutulma­sı durumunda, zaruret olmadıkça başkalarının onun maslahatlarını gerçekleştirme yükümlülüğü yoktur.

Deliller:

(1) Maslahatlar ya dînî-uhrevîdir ya da dünyevîdir. Dînî olan maslahatların gerçekleştirilmesi konusunda, bir başkasının kişinin kendi yerine ikame edilmesi imkanı yoktur. Nitekim daha önce geçmişti. Şimdi burada konu o değildir. Çünkü dînî konularda hiçbir kimse diğerinin yerini tutamaz. Burada sö­zünü edeceğimiz konu, niyabetin caiz olduğu dünyevî masla-

149. Konu işlenmesi durumunda mefsedete götürmesi ne galip ne de nadir olma­yıp çok olan kısım idi. Buna gri re örnekler üzerinde düşünüldüğü zaman, on­lardan bir kısmın işlenmesi durumunda zararın doğmasının âdete n kesin ol­duğu görülecektir; meselâ yakın akraba olan iki kadının aynı anda nikah al­tında bulundurulması gibi. Bazılarında ise zan ölçüsündedir. Kadının yakını olmaksızın yolculuk yapması, yabana kadın iie başbaşa kalınması (halvet) Örneklerinde olduğu gibi. Mefsedetin doğması için bizzat zinanın bulunması şart değildir. H aram lık hükmünün verilebilmesi için haram olan fiilin öncül­lerinden olması da yeterlidir. Bey ve selef örneğinde de zarar galip bulun­maktadır. Borçlunun hediyesi de öyledir. Diğer Örnekler üzerinde düşün; belki ihram içerisindeki hacı adayının güzel koku sürünmesi Örneği kabul edilebilir; çünkü gâlib olan koku sürünmenin cinsî münasebete götürmesi yoluyla haccı ifsad etmeye bir sebeb olmamasıdır.hatlar hakkında olacaktır. Eğer biz mükellefin, o maslahatı gerçekleştirmekle yükümlü olduğunu farzedecek olursak, o takdirde onu gerçekleştirmek bir görev olarak onun üzerinde belirecektir. Belirmesi (taayyün) durumunda ise, diğerleri üzerinde aynı maslahatın gerçekleştirilmesine yönelik belirli bir yükümlülük asla sözkonusu olmayacatır.

(2) Eğer o maslahatın gerçekleştirilmesiyle başkaları da aynı anda yükümlü olsalardı, o zaman yükümlülük bu mükellef üzerinde belirlenmiş olmaz; hatta o, sözkonusu maslahatı gerçekleştirmeye asla muhatap da olmazdı. Çünkü o zaman önemli olan şey maslahatın gerçekleştirilmesi, mefsedetin de uzaklaştırılması olacaktır. Bir başkası bu (kifâî) yükümlülük hükmü ile onu gerçekleştirmiştir. Bu durumda o kişinin o şeyle yükümlü olmaması gibi bir netice lazım gelecektir. Hal­buki biz, o kişinin o şeyi gerçekleştirmekle aynî olarak yü­kümlü olduğunu var saymış tık. Böyle bir sonuç çelişkidir va doğru olmaz.

(3) Eğer başkası da onunla yükümlü olacak olsaydı, bu yüküm­lülük ya aynî olacak ya da kifâî olacaktı. Her iki takdire göre de sonuç sahih olmayacaktır. Aynî olarak sabit olması halin­de durum geçtiği gibi olacaktır. Kifâî olarak sabit olması hali­ne gelince, biz meseleyi yükümlülüğün kişinin üzerine kifâî olarak değil aynî olarak bindiği şeklinde vaz'etmiştik. Bu du­rumda yükümlülük kişi üzerine aynı anda hem aynî olarak[153] hem de kifâî olarak[154] binmiş olacaktır. Bu ise muhaldir. Ancak kişi bir zaruret ile karşı karşıya gelirse, o takdirde o kişi üzerine o maslahatın gerçekleştirilmesi ile ilgili aynî olarak binen yü­kümlülük ondan tamamen ya da kısmen düşecek; öbür taraftan kişi­nin o maslahata olan ihtiyacı süreceğinden, bu durumda diğer insan­ların o maslahatı gerçekleştirmeleri gerekecektir. îşte bunun içindir ki zekat, sadaka, ödünç verme (ikraz), yardımlaşma meşru kılınmış, ölülerin yıkanması ve defnedilmesi, çocukların ve delilerin bakımları­nın üstlenilmesi; onların çıkarlarının gözetilip kollanması istenmiş, bunlara benzer bizzat ihtiyaç sahibi kimselerin elde etmeye asla güç yetiremeyecekleri maslahatların gerçekleştirilmesi, mefsedetlerin de defedilmesi için hükümler konulmuştur. Buradan şu hükme varıla­caktır: Bir kimse eğer kendi maslahatlarını gerçekleştirmekle yü­kümlü değilse, mutlaka bir başkası onunla yükümlü tutulacaktır; ancak o da bundan bir zarar görmeyecek şekilde olacaktır. Meselâ köle­nin durumunu ele alalım: Onun bütün çabası efendisinin maslahatla­rını gerçekleştirmek yolunda olduğundan, onun geçimi ile efendisi yü­kümlü tutulmuştur. Zevcenin durumu da aynı şekildedir; Şârf Teâlâ, kadını kocanın emrine vermiştir. Buhaliyle koca kadının hemcinselliğinden istifade gibi iç, hem de evine ve çocuğuna bakma gibi dış menfa­atlerine mâlik bulunmaktadır. Bu durumda koca, kadına bakmakla yükümlü olacaktır. Yüce Allah: "Erkekler kadınlar üzerine kâimdir­ler[155] buyurmaktadır. [156]                                          

 

Yedinci Mesele:

 

Başkasının maslahatlarını teminle yükümlü olan her bir kimse, ya aynı anda kendi maslahatlarını da temine kadirdir ya da değildir. Tabiî sözü edilen maslahatlardan ihtiyaç duyulan dünyevî maslahat­ları kastetmekteyiz.

Eğer meşakkatsiz buna gücü yetiyorsa, bu durumda bir başkası­nın onun maslahatlarını gerçekleştirme yükümlülüğü diye birşey yoktur.

Delili: Mükellefin hepsine kadir olması durumunda ki yüküm­lülük bu şekilde üzerine binmiş olmaktadır bu yükümlülükle ger­çekleştirilmesi istenilen maslahatlar, sözü edilen mükellef tarafından meydana getirilmektedir; bu durumda aynı şeyin bir başkası tarafın­dan gerçekleştirilmesini istemek sahih olmaz; çünkü bu tahsîlu'l-hâsıl yani zaten mevcut bulunan bir şeyin meydana getirilmesini iste­mek olur ki bu muhal olmaktadır. Aynı şekilde bir önceki meselede ge­çerli olan durum burada da sözkonusudur. Bunun örneği de cariye, kö­le , hanım ve çocuklara nisbetle efendi, koca ve babanın durumu olmak­tadır. Çünkü bunlar, kendi maslahatları ile birlikte eli altında bulu­nan bu kimselerin maslahatlarını da gerçekleştirmeye kadir oldukları sürece, bir başkasının sözü geçen kişinin yükümlülüklerini yerine ge­tirmesi gibi bir durumdan sözedilemez. Eğer biz bu kimselerin eli al­tında bulunan kimselerin maslahatlarım temine kadir olmadığını far­zedecek olursak, o zaman onların maslahatlarını gerçekleştirmeye yö­nelik talep kendisinden düşecektir. Bu durumda diğer taraftan ha­nım, köle ve cariyeye dokunacak zarar üzerinde durmak gerekecektir.Ancak bu bakışın yönü farklı olacaktır[157] ve yükümlülüğün düşmesi­ne bir etkisi olmayacaktır.

Eğer buna asla güç yetiremezse yahut da yükümlülüğü düşürebi­lecek ölçüde bir meşakkat altına girmesi sozkonusu olacaksa, bu du­rumda bakılır: Yerine getirmek zorunda kaldığı başkasına ait masla­hat ya Özeldir ya da geneldir:

Maslahat eğer özel ise, düşer ve bizzat kendi maslahatları Önce­likli olur. Çünkü kişinin kendi hakkı başkalarının hakkından daha önce gelir. Nitekim beşinci meselenin dördüncü kısmında geçmişti. Çünkü o kısmında sözüedilen husus aynen burada da geçerli olmakta­dır. Ancak kişi kendi hakkından feragat edecek olursa o zaman başka bir bakış açısından sözedilir, onun izahı da daha önce geçmişti.

Eğer kişinin yerine getirme durumunda olduğu maslahat genel ise, bu durumda maslahatla ilgili olan kimselerin, onun maslahatını gerçekleştirmeleri gerekecektir. Ancak bu, kendi maslahatlarının ih­laline sebebiyet vermeyecek, onları sozkonusu maslahata denk düşe­cek ya da daha baskın gelecek bir mefsedet içerisine düşürmeyecek şe­kilde olacaktır. Şöyle ki, mükellefe "Ya hem kendini hem de toplumu ilgilendiren maslahatı gerçekleştireceksin; ya sadece kendi maslaha­tını gerçekleştireceksin; ya da sadece toplumu ilgilendiren maslahatı gerçekleştireceksin"; denilecektir.

Birincisi sahih olamaz. Çünkü biz meseleyi her ikisini birden ger­çekleştirmeye gücü yetmeyeceği ya da yükümlülüğü düşürecek ölçüde bir meşakkate maruz kalacağı şeklinde ortaya koymuştuk. Dolayısıy­la her ikisiyle birden asla yükümlü olmayacaktır.

İkinci ihtimal de doğru değildir. Çünkü kamu maslahatı daha Ön­ce de geçtiği gibi özel maslahattan önce gelir. Ancak maslahatın temini uğrunda mükellefin nefsine bir mefsedet peyda olacaksa, bu durumda kişi ancak kendi nefsini ilgilendiren maslahatı gerçekleştirmekle yü­kümlü tutulacaktır; kaldı ki bu konuda da ihtilaf bulunmaktadır.[158]Burada başkalarının özel maslahatı gerçekleştirmesi imkan dahilin­de bulunmaktadır ve bu onlara vacip olmaktadır. Aksi takdirde özel maslahatın kamu maslahatı üzerine zaruret bulunmaksızın mutlak surette takdim edilmesi gibi bir netice lâzım gelecektir. Böyle bir sonuç ise, önceden ortaya konulan delillerle[159] bâtıl bulunmaktadır. Kişinin maslahatlarının temini diğerinsanlarüzerine vacip olunca, bu mükel­lef üzerine kamu maslahatını gerçekleştirmek için kendi meşgalele­rinden arınması taayyün edecektir. Ortaya konulan ihtimallerden üçüncüsü de işte budur.

Fasıl:

Yükümlü tutulan kimse üzerine kendi maslahatlarını başkala­rının üstlenmesi şartıyla bu üçüncü kısmın taayyün etmesi duru­munda şu şart da aranacaktır: Diğerlerinin sozkonusu mükellefin maslahatlarını üstlenmesi, kendi maslahatlarının ihlal edilmemesi ve o kişiye de bir zarar dokunmaması şeklinde olacaktır.

Bu (şart) selef-i sâlih zamanında belirmiştir. Zira Sâri' Teâlâ, inallar üzerine müslümanların genel maslahatları için bir tedarik ol­mak üzere bir görev yüklemiştir. Beytulmal malı dediğimiz bu mallar­da, belirli bir yöne tahsisat bulunmamakta, bu mallar nasıl olursa ol­sun mutlak maslahatlar karşılığında tutulmaktadır. Bu durumda sozkonusu mükellefin maslahatının gerçekleştirilmesi bizzat tahsis ciheti olarak taayyün etmektedir. Bu tür yönlere tahsis edilen vakıflar da beytulmal hükmüne katılır. Bu durumda maslahatların gerçekleş­tirilmesi iki ayrı yönden olur ve iki taraftan herhangi biri için zarar da sozkonusu değildir. Zira bu şeklin dışında bir başka şekilde olması far-zedilecek olursa, bu durumdan kamu maslahatını gören de zarara uğ­rayacak; ilgili maslahat sahipleri de zarar görecektir.

Kamu maslahatını gören kimsenin zarar görmesi, belirli masla­hatları gerçekleştirme durumunda kaldıklarında karşılaşacakları minnet yönündendir. Minnet (başa kakma), güzel âdetleri benimse­miş bulunan akıl sahiplerince çekilmez birşeydir. Şeriat da bu hususu çeşitli yerlerde dikkate almış bulunmaktadır: Bu yüzdendir ki fukaha, hibenin sahih olması için kabul şartını ileri sürmüşlerdir. Bir grup âlim de şöyle demişlerdir: Suyu olmayan bir kimseye abdest alması için su hediye edilecek olsa, (minnet altında kalmaktan kaçınarak) ka­bul etmesi şart değildir; teyemmüm yapabilir. Benzeri daha başka ör­nekler de vardır. Dayanağı da Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Al­lah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmakla ve eza etmekle boşa çı­karmayın"[160] buyruğu olmaktadır. Bu âyette Allah, minneti, sadaka­nın sevabını boşa çıkaran şeylerden saymıştır. Bu da başa kakmanın, kendisine yardım edilen kimseye eziyet verme anlamı içermesinden-dir. Bu nokta, bu türden olduğu kabul edilen herşeyde mevcut bulun­maktadır. Bu birinci yön. İkinci bir yön daha var: Kamu görevini gören kimsenin kendi geçimini temin için belirli bir kimseden mal kabul etmesi durumunda çeşitli sûizanlar ve töhmetler ortaya çıkar. Bu nokta gözönünde bulundurulduğu içindir ki, kadının ve diğer idarecilerin, davada tarafların her ikisinden ya da sadece birisinden dava karşılı­ğında ücret almaları ittifakla caiz görülmemiştir; tahsildarların hal­kın verdiği hediyeleri kabul etmeleri yasaklanmış ve Hz. Peygamber bu tür hediye kabulünü en büyük günahlardan biri olan dev­let malına ihanet (zimmet, gulûl) olarak nitelemiştir.

Veren tarafının zarar görmesi ise, tayin durumunda, görevlerin yerine getirilmesi külfeti açısındandır. Bu külfet vakitten vakite, hal­den hale, şahıstan şahısa değişiklik arzedebilir (zorlaşır ya da) kolaylaşabilir. Bu konuda başvurulabilecek bir kıstas bulunmamaktadır. Çünkü bu külfet, adam başına ya da mal üzerine konulması durumun­da yükümlü tutulan kimseye nisbetle belli bir dayanağı bulunmayan cizyenin bir benzeri halini almaktadır. Mükellefin bizzat yerine getir­mekle yükümlü tutulduğu asıl maslahata zıdlığmdan dolayı karşıla-cağı zarar da buna eklenecektir. Zira bu tertip, maslahatın yerine geti­rilmesi konusunda kişinin ağır basan tarafa meyletmesi için bir vesile (zerîa) olacaktır. Bu durumda da o, hakkın ibtali, bâtılın da gerçekleş­tirilmesi :çin bir sebep olacaktır. Bu ise maslahatın zıddıdır.

Birinci izah Kur'ân'da gözonünde tutulmuş ve onu nefyeden âyetler gelmiştir: "Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum[161]"De ki: 'Ben sizden bir ücret istersem, o sizin olsun; Benim ecrim Allah'a [369]    aittir[162] "Ey Muhammedi De ki: 'Buna karşılık sizden bir ücret iste­miyorum. Kendiliğimden birşey iddia eden kimselerden de deği­lim'[163]Benzeri başka nasslar da mevcuttur. Davada taraf olanlardan ücret alınmasının yasakhğına dair icmâın bulunması da ikinci yön ile[164] izah (talil) edilmiştir. Bütün bunlar son derece açıktır, Allah'u a'lem!

Fasıl:

Bütün bunlar, kamu maslahatını üstlenmesi halinde kendisine dünyevî bir zarar ve mefsedet dokunması ve bir başkasının da onu üst­lenmesinin sahih olması durumu ile ilgilidir.

Eğer dokunacak olan mefsedet dünyevî olur ve bir başkasının da o maslahatı üstlenmesi imkanı bulunmazsa müslümanm kalkan ya­pılması ve benzeri meselelerde olduğu gibi, o takdirde durum yukar-dakinin aksi olacaktır. Ancak takat üstü yükümlülüğün caiz olma­ması, böyle bir yükümlülüğün olmayacağına; kamu maslahatının özel maslahat üzerine takdimi esası da böyle bir yükümlülüğün olabilece­ğine tanık olmaktadır. Bu durumda mükellef iki kaide arasında kal­makta ve iki ayrı yönden gelen hükümlerle karşı karşıya bulunmakta­dır ve bu bir tenakuz da değildir. Bundan dolayı konu hakkında ihtilaf bulunmaktadır:

Eğer bu türde hazlardan feragat edildiği farzedilecek olursa, o za­man kamu maslahatı tarafı ağır basacaktır. Buna iki şey delalet eder:

(a) Daha önce geçen başkalarını tercih (îsâr) prensibi. Bu

gibi durumlar da o prensip çerçevesine girmektedir.

(b) Ebu Talha hadisi.[165]Bu zat kendisini Hz. Peygamber'e kalkan yapmış ve'Canım sana feda olsun (beni öl­dürmeden seni öldüremeyecekler)' demiş ve çolak olması pa­hasına da olsa onu korumaya çalışmıştır. Hz. Peygamber  onun bu tutumunu yadırgayarak tepki gösterme­miştir. Hz. Peygamber'in diğer insanlardan önce davranarak düşmanı karşılamak üzere bizzat kendisinin gitmesi[166] ve böylece diğerlerini kendi nefsine tercih etmiş olması da bu ka­bildendir. Bunlar başkalarına doğacak daha büyük zararlar karşılığında kendisini meşakkat altına sokmanın örnekleri olmaktadır. Bizzat Hz. Peygamber'in herkesten önce davra­narak koşturması örneğinde kamu maslahatının bulunduğu açıktır; çünkü o müslümanlar için bir kalkan mesa­besinde bulunuyordu. Ebu Talha olayında ise, o kendi nefsini kalkan yapmak suretiyle, hayatı dinin ve onun müntesipleri için son derece önemli olan bir zatın vücudunu korumuş oluyordu. O zat Hz. Peygamber'di ve onun yokluğu dinin ve müs-lümanlann bekasıyla ilgili genel bir mefsedetti. Ebu'l-Hasen en-Nûrî de, bilinen olayda aynı tavrı göstermiş ve cellata doğ­ru ilerlerken: "Bir anlık hayat karşılığında arkadaşlarımı fe­da edemem; onları tercih ederim" demiştir.

Sözkonusu olan maslahatlar, aynî olarak yapılması gerekli olan ibadetler, aynî olarak kaçınılması gereken yasaklar gibi âhiret hayatı ile ilgili ise, bu durumda bu tür maslahatları ifâ etmeye çalışması mut­laka şu iki ihtimalin dışında kalmayacaktır:

(a) Ya bunlar dînî olan bu emir ya dayasakların yerine getirilme­sini ihlal edecekler.

(b) Ya da ihlal etmeyeceklerdir.

Eğer (kamu görevi dînî yükümlülüklerin yerine getirilmesini) ih­lal edecek olurlarsa, bu durumda eğer ihlal kendi taksirinden değil­se onların altına girmek caiz olmayacaktır; çünkü dînî maslahatlar mutlak olarak dünyevî maslahatlardan önce gelir. Bu kısmın buluna­bileceğini zannetmiyorum. Çünkü güçlük (harec) ve takat üstü yü­kümlülük kaldırılmıştır; yoktur. Âdetlerle ilgili konularda bu gibi iki hususun (yani hem dînî, hem de dünyevî maslahatın) aynı anda bir arada karşı karşıya bulunması vâki değildir.

İhlal etmese, ancak aksi kemal kabul edilen bir noksanlığa sebe­biyet verse, bu olsa olsa menduplar yönünden olacaktır; menduplarile vacipler arasında bir tearuzdan (çelişki) söz etmek mümkün değildir. Meselâ kamu görevini üstlenen kimsenin bu görevi sırasında kalbine bazı düşüncelerin doğması, onların önüne geçememesi ve böylece iba­detlerini kalbi bu gibi düşüncelerle meşgul olarak ifa etmesi gibi. Hz. Ömer'den buna benzer meselâ namazda iken ordunun teçhizi ile uğ­raşması gibi durumlar nakledilmiştir.[167] Hz. Peygamber'in: "Na­mazda çocukların ağlamasını işitiyorum ve kalbimi meşgul ediyor"[168] buyurması da bu kabildendir.

Kamu görevi, dînî görevlerini ihlal etme se ve bir noksanlık da do­ğurmasa ancak bu beklenti halinde olsa bu, başına gelen mefsedet ve karşılaşacağı engeller yerine konulur. Ancak, acaba bu dinde fiilen mevcut bulunan mefsedet kabilinden sayılır mı? Yoksa sayılmaz mı?[169]Meselâ riya, kendini beğenme ve riyaset sevgisi gibi şeyler kor­kusundan uzlete çekilen bir alimin durumu gibi. İdareye ve kamu gö­revini üstlenmeye ehil bulunan âdil devlet başkanı ya da valinin duru­mu da böyledir. Dünya çıkarları elde etmek ya da şöhret korkusuna kapılarak cihaddan geri kalmak gibi. Bu tür görevlerin terkedilmesi kamu maslahatlarının ihlaline sebebiyet verecektir ve bu durumda kamu maslahatının öne alınması görüşü daha uygun olacaktır. Çünkü kamu maslahatlarının ortadan kaldırılmasına asla müsaade yoktur. Zira gerek din ve gerekse dünya maslahatlarının onlar olmaksızın ayakta durması mümkün değildir. Oysaki biz, meselemizde dînî mas­lahatları yönünden endişe duyan kimsenin bunları yerine getirmekle muhatap olduğunu farzetmiş bulunuyoruz. Bu durumda mutlak su­rette onları yerine getirmesi gerekecek, ancak bunu yaparken takat üstü yükümlülük ya da büyük bir meşakkat altına girmeyecektir. Fit­ne ve masiyetlere maruz kalmak sadece nefsin arzularına uymadan kaynaklanmaktadır. Özellikle de yasaklar konusunda bu böyledir; çünkü onlar mücerred terklerdir. Terk gerçekleştirilirken bir fiil bu­lunmaz. Fiiller içerisinde mükellef için gerekli olan sadece vaciplerdir. Vacip de azdır. Dolayısıyla boynundan kendi nefsi için tedbirli olma yükümlülüğü hiçbir zaman için düşmüş olmayacaktır. Eğer kamu maslahatım bir masiyet olmaksızın gerçekleştirmeye kadir bulunmu­yorsa, bu onun terki için bir özür değildir. Çünkü o üzerine taayyün etmiş bir görevdir ve onu sadece arzu ve heveslerine tâbi olmasa duru­mu ortadan kaldırmaz. Zira bu (nefse uymamak) meşakkatlerden değildir. Nitekim kişi üzerine namazın veya zekatın ya da aynî olarak ci­hadın vacip olması durumunda, riyadan, kendini beğenmekten kork­ması onun vacipliğini bunların meydana geleceği farzedilse bi­le ortadan kayırmaz. Aksine o kişi, aynı zamanda kendi nefsi ile ci-hadda bulunmakla da memurdur.

Soru: Bu nasıl olabilir? Kişinin bundan kurtulamayacağı bilin­mektedir. Bu durumda kişi kendi nefsinin helak olmasına sebebiyet veren kimse gibi olmaz mı? Halbuki, kişinin kendi helakini içeren bir fiil içerisine girmesine şer'an imkan yoktur.

Cevap: Kamu maslahatını gerçekleştirmesi taayyün etmiş bir kimsenin durumu eğer öyle olsaydı, aynı durumun aynî olarak taay­yün etmiş bulunan diğer vaciplerde de caiz olması gerekirdi. Bu ise it­tifakla bâtıl olmaktadır. Evet: 'Kamu görevi altına girmesi durumun­da zulüm, gasb, tecavüz gibi başka bir masiyet bulunması halinde o gö­rev altına girmemesi gerekir' denilebilir. Bu, konumuz dışında başka bir husustur ve bu o kişinin ortaya çıkan adaletsizliği sebebiyle onun azledilmesi için bir sebep olur; yoksa bu korku sebebiyle düşmüş bir yükümlülük değildir. Yönleri farklıdır. İşin esası şu: Böyle bir kişi şeriata muhalefet göstermiş ve adalet vasfını yitirmiştir. Bu halde iken onun kamu görevini üstlenmesi ve yerine getirmesi sahih olamaz.

Yerine getirmemesi meselâ başka ehil kimselerin bulunması gibi hallerde kamu maslahatını ihlal etmeyeceği farze d ildiğin de ise, konu üzerinde durmak gerekecektir: Bu durumda:

(a) Bazen korkulan şeylerden kurtulma amacı ağır basar.

(b) Bazen de kamu maslahatı tarafı ağır basar.

(c) Bazen de kamu görevini üstlenmesi için varlığı ile yokluğu arasında fark bulunmayan kimse hakkında olmak üzere ta­lebin kesinlik kazanmaması haliyle, maslahatın gerçekleşti­rilmesi konusunda gücü bulunan ve diğerlerinde bulunma­yan bir ayrıcalığı olan ve bu yüzden de hakkındaki talebin ke­sinlik kazandığı ya da ağır bastığı kimse arasını ayırmak ge­rekecektir.

Bu durumda başvurulacak kıstas maslahat ve mefsedet arasın­daki dengelemedir, İki taraftan hangisi ağır basarsa o taraf galip gelecektir. Her iki tarafın da eşit olması durumunda ise, konu problemliği-ni sürdürecek ve âlimler arasında görüş ayrılıklarına sebep olacaktır. Konu münasebetin (uygunluğun) eş değerde ya da daha ağır basan bir mefsedetle ihlal edilmesi meselesine dayanmaktadır.

Fasıl:

Bazen mefsedet, maslahatın büyüklüğü karşısında benzeri dik­kate alınmayan cinsten olabilir. Bu, maslahatın mefsedet üzerine ter­cihine dair ittifakın bulunmasının uygun olduğu kısımdandır. Buna olmuş bir örnek verelim:

Kadı îyâz'm el-Medârik'te nakline göre şöyle bir olay olur: Adu-du'd-devle Fennâ Husrev ed-Deylemî, Ebu Bekir b. Mücahid ile Kadı İbnu't-Tayyib'e, Mutezile ile münazarada bulunmak üzere huzuruna gelmeleri için haber gönderir. Mektubu onlara ulaştığında Üstad İbn Mücahid ve bazı arkadaşları şöyle derler: "Onlar kâfir va fâsık bir gürahtır. Çünkü Deylemliler râfızîdirler, bizim onların yaygıları üzeri­ne oturmamız helal olmaz. Melikin bundan amacı da, 'Onun meclisi bütün âlimleri içine almaktadır' desinler diye reklamdan başka bir-şey değildir. Eğer onun bu isteği gerçekten Allah için olsaydı onun bu davetini kabul ederdik." Kadı İbn Tayyib şöyle der: "Onlara dedim ki: el-Muhâsibî, Falan ve onların asrında bulunanlar da aynı şekilde: 'Memun fâsıktır; onun meclisinde bulunulmaz' dediler. Hatta o, Ah-med b. Hanbel'i Tarsus'a sürmüş ve başına bilinen şeyler gelmişti. Eğer onlarla münazara yapsalardı, onlar bu yaptıklarını yapmazlardı ve görüşlerinin bâtıl olduğu delil ile ortaya çıkardı. Ey Üstad! Sen de şimdi aynen onların yolunu takip ediyorsun. Onların tavrı sonucunda İmam Ahmed'in başına gelenler ta Kur'ân'm mahluk olduğunu ve Al­lah'ın görülemeyeceğini soyleyinceye kadar fukahânm da başına gel­mişti. İşte ben, sen gitmesen de onun huzuruna gidiyorum." Üstad ona: "Madem ki, Allah senin aklını buna yatırdı, o zaman sen git" de­di....

Bu gibi durumlarda maslahat karşısında, cüz'î olarak meydana gelecek mefsedetler ilga edilir ve dikkate alınmaz. Bunlar, dikkate alınması durumunda küllî olan bir aslı ortadan kaldıran ya da bozan cüzîlerin bir çeşidi olmaktadır. Bu hususun açıklanması bu kitabın (Makâsıd) başlarında geçmişti. Bu vesileyle Allah'a hamdederiz. [170]

 

Sekizinci Mesele:

 

Yükümlülükler işlenirken onlardan gözetilen maslahatların amaçlanması karşısında mükellef için şu üç durum söz konusu olur:

(1)

Fiille, Şârı'in onu meşru kılmasmdaki maksadından anladığı şe­yi amaçlaması. Bunda birproblem yoktur. Ancak kulluk kastını ihmal etmemesi uygun olur. Çünkü kulların maslahatları sadece taabbud yolundan gelmektedir. Zira onlar yerinde[171] de açıklandığı gibi aklî değillerdir. Onlar sadece taabbud kasdma tabidirler.[172] Bu du­rumda onun dikkate alınması halinde bu durum, kulluğun gerçekleş­mesine daha çok İmkan verecek, mükellef için o fiilin bir adet gibi iş­lenmekten daha uzak bir hal alacaktır. Nice maslahatı anlayan ve bunda da isabet eden kimse vardır ki, onu emredenin emrinden haber­siz kalmıştır. Bu bir gaflettir. Pek çok hayırların yitirilmesi demektir. Kulluk kastının ihmal edilmemesi halinde ise durum böyle olmaya­caktır.

Sonra göründüğü kadarıyla, maslahatların münhasırlığım gös­teren bir delil bulunmamaktadır. Olsa da çok azdır. Nasslarla belir­lenmiş illetlerin tesbiti konusunda durulduğu zaman bunların ne ka­dar az olduğu görülecektir. Zira Şari'in kelamında mesela: "Bu hük-mü sadece şu hikmetlerden dolayı meşru kıldım" denilmesi çok ender­dir. Münhasırlık sabit olmayınca ya da bazı yerlerde bidüziyelik arzet-meyecek şekilde sabit olduğuna göre, o hikmete/maslahata yönelik ka­sıt bulundurmak, belki de o hükmün meşruluğunda gözetilmiş bulu­nan başka bir maksadın düşürülmesi demek olur. Bu durumda da ke­malden uzaklaşilmış olur.

(2)

Vakıf olsun olmasın, Sari' Teâlâ'nın kasdettiği umulan şeyi amaçlaması. Bu birinciden mükemmeldir. Ancak belki bunda da taab­bud (kulluk icrası) düşüncesi ihmal edilebilir. Çünkü bu fiilin şu mas­lahattan dolayı meşru kılındığını bilen ve sonra da onu o kasıt için işle­yen kimse, o fiili maslahata ulaşmak için işlemiş, fakat ilgili emre uyma düşüncesinden gaflet etmiş olabilir. Dolayısıyla o fiili emir gelme­den Önce işleyen kimseye benzer. Bu şekilde fiilde bulunan kimsenin fiili bir âdet sayılır, kulluk icrası ftaabbud) kasdı içermez. Bazen şey­tan işe karışır ve bu fiille Yaratıcıya değil de bir yaratığa yaklaşma ve­ya bir makam ve dünyalık elde etme ya da daha başka ecir ve sevabı düşüren bir amaç beslemesini sağlar. Bu gibi durumlarda kişi sadece kendi hazzı için çalışmış olur. Dolayısıyla onun fiili ve karşılığında ala­cağı mükâfatı, kulluk (taabbud) kasdı ile işlemiş bulunan kimsenin fiil ve mükafatının kemaline asla ulaşmaz,

(3)

Maslahatı anlasın anlamasın sadece emre uymayı (imtisal) amaçlamış olması. Bu ise daha mükemmel ve daha emin bir yoldur.

Daha mükemmel oluşu şöyle: Kişi burada kendisini emre uyan bir kul, çağırıya buyur diyen bir köle yerine koymuştur. Zira sade emirden başka birşeyi dikkate almamıştır. Hem sonra bu kimse emre uymuş olmakla maslahatın bilgisini herşeyi anahatlarıyla ve bütün detaylarıyla bilen Allah'a havale etmiş, böylece ameli, bir kısmını ih­malle sadece bazı maslahatlara münhasır kılmış olmamaktadır. Allah ise o amelden doğacak her maslahatı bilmektedir. Bu haliyle kişi bazı maslahatlar mülahazası olmaksızın yapılan çağırıya uymuş olur.

Daha emin oluşuna gelince, emre uymuş olmak için fiili işleyen kimse, onu kulluk gereği olmak üzere işlemekte ve hizmetin tam merkezinde durmaktadır. Eğer Allah'tan başkasına yönelik bir kasıt ken­disinde belirecek olursa, kulluk kastı onu geri çevirecektir. Hatta fiili hiçbir şeye sahip olmayan, hiçbir şeye gücü yetmeyen sahipli bir köle imiş gibi işlemesi durumunda böyle bir kasıt zaten çoğu kez doğmaya­caktır. Fiili maslahatı elde etmek için işlemesi durumunda ise durum farklı olacaktır. Çünkü o zaman kendisini, bizzat kendi nefsi için de bir vasıta olduğu gibi, kullar ile maslahatları arasında bir vasıta görecek­tir. Bu durumda belki de kendisine bir pay biçme duygusu doğacaktır.

Hem sonra burada emir ve yasağın altına girmesi ve sınırlarında durmasının bir gereği olarak kendi hazzı kendi yönünden yok edilmiş olacaktır: Hazlara ulaşmak için amelde bulunmak bazı ifsad edici un­surların girmesine bir yoldur. Hazları düşürmek suretiyle amelde bu­lunmak ise, onlardan uzak olmaya bir yoldur. Bu bahis Hükümler bö­lümünde genişçe ele almyor. Tevfik ancak Allah'tandır. [173]

 

Dokuzuncu Mesele:

 

Allah haklarında mükellefin hiçbir şekilde müdahale ve tercih hakkı bulunmamaktadır. Kulun kendisine ait haklarda ise, tercih hakkı bulunmaktadır.

Allah haklarının, asla düşmeyeceği, mükellefin arzusuyla her­hangi bir ilişkisi bulunmadığı konusunda deliller pek çoktur. Bunlar içerisinde de en üst seviyede olanı istikradır; Şeriatta yer alan bütün türleriyle taharet, namaz, zekat, oruç, hac, iyiliği emretme kötülüğü yasaklama ki en yüce mertebesi cihad[174]olmaktadır, bunlarla ilgi­li bulunan keffâret ve diğer muameleler, yeme, içme, giyinme ve ben- -zeri içerisinde Allah hakkı ya da başka bir kul hakkı bulunduğu sabit bulunan diğer konuların teker teker ele alınması ve incelenmesi sonu­cunda ulaşılan netice Allah hakkı ya da başkasına ait kul hakkı karşı­sında kişinin herhangi bir tasarruf yetkisinin bulunmadığını ortaya koymaktadır. Bütün cinâî hükümlerde de durum aynıdır ve bunlarda da Allah'a ait bir hakkın düşürülmesi imkanı yoktur. Meselâ bir kimse çıksa da namaz için gerekli olan taharet şartını hangi çeşidi olursa olsun veya farz olan namazlardan birini veya zekatı veya orucu ve­yahut da haccı... düşürmek istese, bu arzusu kursağında kalır; zira onun böyle bir yetkisi yoktur ve bu gibi yükümlülüklerle eda edip boynundan düşürmedikçe ebedî olarak muhatap kalır. Aynı şekilde mesela canlı bir hayvanı boğazlamadan yemeyi kendisine helal kıl­mak istese, keza Şâri'in kendisine haram kıldığı şeyi mubah kılmak is­tese veya velî ya da mehirsiz nikâhı helal kılmaya çalışsa veya riba ve diğer fâsİd alış-verişleri mubah kılmak istese veya zina, içki ya da yol kesme gibi had cezalarını düşürmeye yeltense veya mücerred iddia ile (delil getirmeksizin) başkalarına tazmin ya da ifa mecburiyeti getir­mek istese ve bunlara benzer daha başka tasarruflara yeltense, bütün bu çabaları boşuna olacak ve yaptıkları bu gibi şeyler sahih olmaya­caktır. Şeriatın bütününde bu son derece açık bulunmaktadır. Dahası bir hakkın Allah hakkı ile kul hakkı arasında dönmesi durumunda, kulun kendi hakkını düşürmesi eğer Allah hakkının da düşürülmesi­ne sebep olacaksa, kulun kendi hakkını dahi düşürmeye yetkisi bulun­mamaktadır.

İşte bu noktadan hareketledir ki, mesela şöyle bir itiraz serdet-mek mümkün değildir: Kişinin kendi hayatı, bedeni, aklı, malının elinde kalması gibi konular üzerinde hakkı sabittir. Bu durumda bir başkasını kendi üzerine musallat kılmak suretiyle bu haklarını düşür­düğü zaman ya bu caizdir denilecek ya da hayır denilecektir. Eğer ha­yır diyecek olursanız ki fıkıh da böyle diyor, o zaman bu koymuş ol­duğunuz esasa ters düşer; çünkü hakkıdır. Düşürebildiğine göre de, kendi hakkını düşürmesi konusunda muhayyer olduğu sonucunu ge­rektirir; fıkıh ise buna hakkının olmadığına hükmediyor. Eğer evet di­yecek olursanız, şeriata muhalefet etmiş olursunuz. Zira hiçbir kimsenin kendisini öldürme ya da organlardan birisini veyahut da bir malım itlaf etme yetkisi bulunmamaktadır. Yüce Allah: "Kendinizi öldürme­yin, şüphesiz ki Allah size merhamet edendir[175]"Mallarınızı aranız­da haksız yollarla yemeyin.[176]buyurmaktadır. Kendisini öldüren­ler hakkında korkunç bir cezanın olduğu bildirilmiştir. Akıl maslaha­tını bir süre örttüğü için içki haram kılındığına göre, onu tümden izale etmenin hükmü ne olur dersiniz? Malını savurganca harcayan kimse­ler kısıtlılık altına alınmış ve malın ziyan edilmesi Hz. Peygamber'ce yasaklanmıştır. Bütün bunlar, kul haklarında onun tercih hakkının bulunması gibi bir sonucun lazım gelmeyeceğini göstermek­tedir.

Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü nefislerin ihyası, akılla­rın ve bedenlerin kemali kulların kendi haklarından değil; Allah'ın kullar üzerindeki haklarından olmaktadır. Bu hususlarda kullara bir tercih hakkı tanınmaması bunun en büyük delilidir. Bu durumda Yü­ce Allah kulun hayatını, bedenini ve yükümlü tutulduğu şeyleri anla­ması ve böylece yerine getirmesi için vasıta olan aklını tamamladıktan sonra, kulun kalkıp da bunları düşürmeye çalışması sahih olmayacak­tır; onun böyle bir yetkisi yoktur.

Ancak, bazen mükellef, kendi kesb ve esbaba tevessülü bulun­maksızın belaya maruz kalır ve bu yüzden canı veya aklı ya da bir orga­nı ortadan kalkabilir. Bu gibi yerlerde kul hakkı katıksız bir hal alır. Zira vuku bulan şey, ortadan kaldırılması imkanı bulunmayan şeyler­dendir. Bu durumda kendisine tecavüzde bulunan kimseyi cezalan­dırma hakkında tercih hakkı bulunmaktadır. Çünkü o kişi (müteca­viz ) hakkında tahsil edilebilir bir hak şeklini almıştır. Aynen bir türlü borç gibi. Bu durumda mağdur hakkını dilerse terkeder. Daha uygun olanı da, küllî üzere bırakmış olmak için terki olmaktadır. Yüce Allah: "Ama sabredip bağışlayanın işi, işte bu azmedilmeye değer işlerden­dir[177] "Ama kim affeder ve barışırsa, onun ecri Allah'a aittir"[178] bu­yurur. Bunun izahı şöyle: Kısas ve diyet, mağdurun canına ve bedeni­ne ait maslahatların ortadan kalkması karşılığında bir telafi olmakta­dır; çünkü bunlarda bulunan Allah hakkı ortadan kalkmış ve telafisi imkansız bir hal almıştır. Fıkhı konularda zikredilen tafsilat üzere te­daviye kalkışılması vacip olmaması halinde hasta olmayanı hasta et­mek, kendinden vacip olmayan zâlimi uzaklaştırmak gibi konularda olduğu gibi ortadan kaldırılması mümkün olanlardan meydana gelen şeylerde de durum aynıdır. Mala gelince, o da aynı tarz üzere carîdir. Çünkü hakkın kul için olduğu belirdiği zaman, onun o hakkını düşürme yetkisi bulunacaktır. Allah Teâlâ: "Borçlu darda ise, eli genişle-yinceye kadar ona mühlet verin. Bilmiş olsanız borcu bağışlamanız si­zin için daha hayırlıdır"[179] buyurmuştur. Ancak kişinin elinde mal olur ve onun üzerinde şer'an mubah kılınmış bir maksat doğrultusun­da olmaksızın bir tasarrufta bulunmak ya da onu itlaf etmek isterse, buna yetkisi yoktur. Bu kabilden olan diğer hususlarda da durum ay­nıdır. Helalin haram, haramın da helal kılınması vb. Allah hakların­dan olmaktadır. Çünkü bu yeniden bir teşrî (hüküm koyma), insanları gereği ile icbar edecek şer'îküllî bir esasın inşası demektir; halbuki on­ların buna yetkileri yoktur. Zira birşeyin helal ya da haram kılınması­na esas olan, o şeyin güzellik ve çirkinliğinin tesbiti, akıl yoluyla olma­maktadır. Bu durumda yapılan şey, Allah'tan başkası için bir pay bu­lunmayan bir alanda taşkınlıktan başka birşey değildir, haddi aşma­dır. Bu yüzden, bu gibi konularda hiçbir kimsenin seçim hakkı bulun­mamaktadır.

Soru:Daha önce, her kul hakkına mutlaka Allah hakkının da bir taalluku bulunduğu ve neticede içerisinde Allah hakkı bulunmayan hiçbir kul hakkının olmadığı geçmişti. Bu durumda kulun kendisine nisbet edilen hakkını düşürme yetkisinin bulunmaması gerekir. Bu izahtan sonra kulun tercihine bırakılmış bulunan hiçbir hak kalmaz. Sonuç olarak dakul hakkı gider ve geriye sadece bir kısım hak (yani Al­lah hakkı) kalır.

Cevap: İşte bu tek kısım iki kısma bölünmüş olmaktadır; çünkü kul hakkı olan şeyin haklığı Şâri'in tanıması sonucu olmuştur; yoksa esastan kul ona müstahak değildir. Bu husus bu kitapta daha Önce ge-   [378] nişçe ele alınmıştı.[180] İşte bu noktadan hareketledir ki, hem kul hak­kından, hem de Allah hakkından söz etmek mümkün olmuştur.

Sırf Allah hakkı olan[181] şeylere gelince, kulun onlar karşısında herhangi bir tavır göstermesi sözkonusu değildir.

Kul haklarına[182] gelince, kulun bu gibi haklarda Allah'ın kendi­sine verdiği yetkiye dayanarak tercih hakkı bulunmaktadır ve bu yetkiyi müstakil olarak kendi iradesinden almış değildir. Az önce veri­len izahlardan, kulun kendisine ait haklarda kısmen muhayyer kılındığı[183] ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu konuda helal olmak kaydıyla yiyecek, içecek ve giyecek türleri[184] arasında bir tercihte buluna­bilmesi; keza ahş-veriş, muamelât, hak davasında bulunma gibi konu­larda seçim yapması delil olarak yeterli olmaktadır. Kulun bu gibi hakları düşürme yetkisi olduğu gibi bunlar karşılığında bir bedel al­ma, elinde bulunan şeyler üzerinde eğer tasarrufu alışılmamış tür ve şekilden değilse herhangi bir kısıtlılığa uğratılmaksızın tasar­rufta bulunma hakkı da bulunmaktadır. Burada bütün mesele, Allah hakkı ile kul hakkı arasını ayırabilmektedir. Bu hususa bu kitabın üçüncü nev'inin sonunda işaret edilmişti. Allah'a hamdolsun! [185]

 

Onuncu Mesele:          

 

Dış görünüş itibarıyla caiz ve meşru bir şekilde ya da caiz olma­yan bir biçimde, bir hükmün düşürülmesi ya da başka bir hükme"çev-rilmesi konusunda hileye başvurmanın hükmü ne olacaktır. Öyle ki o hükmün düşmesi ya da başka bir hükme dönüşmesi başvurulan bu yol olmasa gerçekleşmeyecekti. Bu durumda kişi amacına bu yollarla ulaşmak istemektedir. Halbuki, araç olarak kullandığı o şeyin amacı için meşru kılmmadığım da bilmektedir. Bu durumda hileye başvur­ma sanki iki unsur içermektedir: (a) Dış görünüşte fiillerin hükümle­rini biribiri ile değiştirme, (bj Şeriatta belli bir amaç için meşru kılın­mış bulunan fiilleri, o hükümlerin değiştirilmesi için bir araç ve vasıta kılma. Bu durumda acaba şer'an hileye başvurmak ve onun doğrultu­sunda amel etmek sahih olur mu? Yoksa olmaz mı?

Bu üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur. Sahih olup olmadığına geçmeden önce de hilenin mahiyetini açıklamak gere­kecektir:

Şöyle ki: Yüce Allah bazı şeyleri haram, bazılarını da helal kılmış­tır. Bunu ya bir kayıt olmaksızın ve bir sebebe bağlamaksızm mutlak olarak yapmıştır. Nitekim namazı, orucu, haccı ve benzerlerini böyle vacip kılmıştır. Zinayı, ribayı, öldürmeyi ve benzerlerini de yine bu şe­kilde haram kılmıştır. Bazı şeyleri de sebeplere bağlayarak vacip ya da haram kılmıştır. Zekatı, keffaretleri, nezre vefayı, ortak için şufa hak­kını vacip kılması; boşanmış kadının, gasbedilmiş ya da çalınmış mal ile faydalanmanın vb. haram kılınması gibi. Hal böyle iken kişi kalkar ve kendisine vacip kılman bir hükmün düşürülmesi ya da haram kılı­nan birşeyin mubah kılınması için herhangi bir yolla girişimde bulu­nur ve bunun neticesinde de zahir itibarıyla kendisine vacip olan şey vaciplikten çıkar ya da haram olan şey şeklen helal hale dönüşür.İşte böylesine bir girişime "hile" ya da "tahayyül" adı verilmekte­dir. Örnekler: Mukim halde iken namaz vakti giren bir kimse üzerine dört rekat namaz kılması vacip olur. Kişi bu namazın tamamını kendi­sinden düşürmek için şarap ya da uyku ilacı içer; böylece baygın gibi aklı başında yok iken namaz vakti çıkmış olur. Ya da dört rekatli na­mazı kısaltmak ister ve bunun için yolculuğa çıkar. Aynı şekilde Ra­mazan ayına yetişen bir kimse, orucu tutmamak için yolculuğa çıkar. Hacca gitmeye gücü yetecek kadar malı olan bir kimse, üzerindeki hac görevini düşürmek amacıyla elinde bulunan malını bir başkasına hibe eder ya da herhangi bir yolla elinden çıkarır. Başka birisine ait cariye ile cinsî ilişkide bulunmayı arzu eder ve onu gasbeder. Adam da cariye öldü zanneder ve ona cariyenin kıymetini Öder ve böylece cariye ile cinsî ilişkiye girer,. Yahut bir kimse, bakire bir kızı kendi rızasıyla ni­kahladığına dair yalancı şahitler dinletir ve hakim de şahitlere daya­narak o doğrultuda hükmeder ve böylece o kızla cinsî ilişkide bulunur. Peşin vereceği on dirhemkarşıhğında belli bir süre sonra yirmi dirhem almak ister ve buna şöyle bir kılıf bulur: Meselâ bir elbiseyi peşin ola-rakon dirheme satın alır. Sonra aynı elbiseyi almış olduğu satıcıya yir­mi dirhem karşılığında veresiye olarak satar. Falanı öldürmek ister ve onun gideceği yola onun Ölümüne neden olacakmesela mızrak dikmek ya da kuyu kazmak gibi bir sebep hazırlar. Zekat yükümlülüğünden kaçmak ister ve bunun için elindeki malı bir başkasına hibe eder veya  malı itlaf eder ya da nisap miktarına ulaşmaması için ayrı olan malları toplar ya da birleşik olanları ayırır.[186] Haramların helal kılınması ve vacibin düşürülmesi konusundaki diğer örnekler de bu şekildedir. Ay­nı şey helalin haram kılınması konusunda da geçerlidir. Meselâkadm, kocasına ait bulunan cariyenin ya da kumasının ona haram olmasını ister ve bunu temin için onları emzirir, Şer'an sabit olmayan bir hak is-batı için yapılan hileler de aynıdır: Meselâ, vârise vasiyet yasağını del­mek için, ona karşı borç ikrarında bulunur ve böylece maksadına ulaş­mak ister.

Bütün bu ve benzeri tasarruflar, şer'an sabit bulunan hükümleri, dış görünüşü itibarıyla sahih, esas itibarıyla ise batıl olan bir fiili (kılıf) araç olarak kullanmak suretiyle başka hükümler haline dönüştürme çabalarıdır (hile 1. Bunların teklîfî ya da vazî hükümlerden olması ara­sında bir fark bulunmamaktadır. [187]

 

On Birinci Mesele:

 

Bu anlatılan şekliyle hileler genelde[188] meşru değildir. Kitap ve sünnette bunu ortaya koyacak deliller sayılamayacak kadar çoktur. Ancak bunlar özel hallerle ilgilidir. Bununla birlikte bu delillerin tü­mü birden değerlendirildiği zaman hilenin seran menedildiği ve dinde yasak olduğu kesin olarak ortaya çıkar: Bunlardan bir kısmını burada arzedeceğiz:

Kitaptan deliller: Münafıkların özellikleriyle ilgili bulunan âyetler; "İnsanlardan inanmadıkları halde 'Allah'a ve âhiretgününe inandık' diyenler vardır. Banlar Allah'ı ve inananları aldatmaya ça­lışırlar, oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değiller­dir,[189]Bu ve devam eden âyetlerde Yüce Allah onları yermiş, şid­detli azapla tehdit etmiş, onları rezil rüsvay eylemiştir. Onların yap­tıkları aslında şundan ibaretti: Kanlarını ve mallarını korumak için dilleriyle müslüman olduklarını söylüyorlar; şehadet kelimesiyle biz­zat Sâri' tarafından gözetilen gönüllü ve kalbî tasdikle onun gereği al­tına girme kasdını asla bulundurmuyorlardı.[190]Bu yüzden de onlar ce­hennemin en alt tabakasında bulunacaklardı. Onların Allah'ı ve ina­nanları aldatmaya çalıştıkları belirtilmiştir. Onlar bu yaptıkları ile, kendilerinin sadece bir istihzada bulunduklarını[191] söylemekte idiler. Onlar Kur'ân'da şiddetle korkutulmuşiardır; çünkü bu halleriyle on­lar Allah'ın dinini kendi hasis arzularına alet ediyorlardı.

Yüce Allah amellerini gösteriş için işleyenler hakkında şöyle bu­yurur: "Ey inananlar! Allah'a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarfeden kimse gibi sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle.boşa çıkarmayın, Onundurumu, üzerinde toprak bulunan kayanın durumu, gibidir, üzerine bol yağmur yağdığında onu cascav­lak bırakır. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkar eden kimseleri doğru yola eriştirmez[192] "Mallarını insanlara göste­riş için sarfedip, Allah'a ve âhiret gününe inanmayanları da Allah sevmez" [193]"Doğrusu münafıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Oysa O, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza tem­bel tembel kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar, ne onlarla ne de bunlarla olur, ikisi arasında bocalayarak Allah'ı pek az anarlar. Al­lah'ın saptırdığı kimseye yol bulamayacaksın."[194]Yüce Allah onların bu tavırlarını yermiş ve onları azapla korkutmuştur. Çünkü bunlar dünyevî amaçlardan dolayı tâat izharında bulunmuşlardır.Yüce Allah bahçe sahipleri hakkında da şöyle buyurur: "Biz bun­ları, vaktiyle bahçe sahiplerini denediğimiz gibi denedik. Sahipleri daha sabah olmadan bahçeyi devşireceklerine bir istisna payı bırak­maksızın yemin etmişlerdi. Ama onlar daha uykudayken Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de bahçe kapka­ra kesilmişti.[195]Bunlar yoksulların haklarını vermemek için bahçeyi normal vaktinden önce onların gelmeyeceği bir saatte[196] devşirmeyi kararlaştırınca, Yüce Allah da onların bahçelerini helak etmek sure­tiyle kendilerine azap etmişti.

Bir başka âyette de: "İçinizden cumartesi günü azgınlık edenleri elbette biliyorsunuz...."[197] buyrulmaktadır. Çünkü bunlar (İsrailoğul-ları) avlanmak yasak olan cumartesi gününde bolca gelen balıklan özel havuzlara alıyorlar ve sadece havuzun ağzını kapatıyorlar, ertesi gün de yakalıyorlardı.

xxx  Bir başka âyette: "Kadınları boşadığınızda, müddetleri sona ererken, onları güzellikle tutun, ya da güzellikle bırakın. Böyle yapan şüphesiz kendisine yazık etmiş olur. Allah'ın âyetlerini de alaya alma­yın" [198] buyrulur. Bu âyet şöyle tefsir edilmiştir: Koca karısına zarar vermek amacıyla onu boşar. Kadın iddetini beklemeye başlar, sonuna doğru koca müracaat eder ve ikinci kez tekrar boşar, kadın yemden id-det beklemeye başlar ve sonuna doğru yaklaştığında koca tekrar mü­racaatta bulunur ve tekrar boşar. Onun bu müracaatlarında kadına zarar vermekten başka bir amacı bulunmaz. İşte böyle bir davranışı Yüce Allah haram kılmış ve bu davranışı Allah'ın ây etleriyle alay etme olarak nitelemiştir.                                                                             

''Boşanan kadınlar kendi kendilerine Üç aybaşı hali beklerler, eğer Allah'a ve âhiret gününe inanmışlarsa rahimlerinde Allah'ın ya­rattığını gizlemeleri kendilerine helal değildir. Kocaları bu arada ba­rışmak isterlerse karılarını geri almakta daha çok hak sahibidirler.... Boşanma iki defadır...."[199] Boşama İslâmın ilk yıllarında belli bir sayı ile sınırlanmış değildi. Koca boşadığı karısını iddeti bitmeden Önce tekrar dönmek suretiyle nikahı altına geri alıyor, sonra yine boşuyor-du, sonra tekrar müracaat ediyor ve yine boşuyor; böylece karısına za­rar vermeyi amaçlıyordu. Bunun üzerine "Boşanma iki defadır" âyeti gelmiştir. Onunla birlikte "Kadınlara verdiklerinizden birşey alma­nız size helal değildir" âyeti de inmiştir. Bu da karıya işkence edip böylece onu fidye karşılığında kendi nefsini kurtarması gibi bir yola mecbur etme niyetinde bulunan kimselere karşı bir uyarı olarak in­miştir.

Bütün bu yasak davranışlar, hükmün kendi amacı doğrultusun­da kullanılmadığı ve başka amaçlara ulaştırması için kullanıldığa hi­lelerdir. Yüce Allah şöyle buyurur: "(Mirasta) edilen vasiyetten veya borçtan arta kalan, zarara uğratılmaksızın (hak sahipleri arasında paylaştırılır).[200] Yani meselâ üçte birden fazla vasiyette bulunmak veya bazı mirasçıları mahrum bırakmak için diğer bazılarına vasiyet­te bulunmak suretiyle vârisler zarara uğratılmaksızm demektir. Bir başka âyette de: 'yetimleri evlenme çağı gelinceye kadar deneyin. On­larda olgunlaşma görürseniz mallarını kendilerine verin; büyüyecek­ler de geri alacaklar diye onları israf ederek ve tez elden yemeyin[201] buyrulur. Yine bir başka âyette: "Onlara verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın"[202]buyrulmaktadır. Bu anlamda daha başka âyetler de bulunmaktadır.

Hadislerden deliller: "Zekat (artar veya eksilir) korkusuyla müte­ferrik zekat malı bir araya toplanmaz; toplu olanların arası da ayrıl­maz.[203] Bu hadis, zekat yükümlülüğünü düşürmek ya da azaltmak için başvurulan hileleri yasaklamaktadır. "Yahudi ve hıristiyanların irtikap ettikleri şeyleri işlemeyin: Onlar Allah'ın haram kıldığı şeyleri en âdi hilelerle helal kılmaya çalışmışlardır[204]"Kim iki at arasına geçeceğinden emin olduğu bir atı katar (ve yarıştırırsa), o kumar­dır[205] "Allah yahudîleri kahretsin! Onlara içyağlan haram kılın­mıştı. Onlar bunu yordular (tevil ettiler) ve onu sattılar ve parasını yediler"[206] "Muhakkak ki ümmetimden bir kısım insanlar başka adlar koyarak şarabı içeceklerdir.[207] Onların başlarında çalgılar çalınacak ve şarkıcılar şarkı söyleceklerdir. Allah onları yerin dibine batıracak; onlardan bir kısmını maymunlara ve hınzırlara çevirecektir.[208] Bu söz İbn Abbas üzerine mevkuf olarak rivayet edildiği gibi merfû olarak da rivayet edilmiştir. "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki o zamanda beş şey ile beş şey helal kılınmak istenir: Verdikleri çeşitli isimlerle içkiyi; hediye adı altında haramı (rüşvet gibi); korku (meşru müdafaa) adı altında öldürmeyi; nikah adı altında zinayı, bey (alış­veriş) adı altında ribayı helal kılmak isterler"[209] 'İnsanlar dinar ve dirhemlerle cimrilik yapmaya başlayıp Örtülü riba muamelelerinde (îyne satışları, buyûu'l-âcâl) bulunduklarında; öküzün kuyruğuna yapışıp Allah yolunda cihadı bıraktıklarında Allah onların başına öyle bir bela indû'ir ki, dinlerine tekrar dönmedikçe o bela kaldırıl­maz"[210] "Allah hülle yapana da yaptırana da lanet etsin[211] "Allah rüşvet alana da rüşvet verene de lanet etsin.[212]Hz. Peygamber [ aki«îdsm" 1 borçlunun hediye vermesini yasaklamış ve şöyle buyurmuş­tur: "Sizden biriniz ödünç para verdiğinde, borçlu kendisine bir kediye verir yahut biniti üzerine bindirmek isterse ona binmesin ve o hedi­yeyi kabul etmesin, Ancak borç ilişkisinden önce aralarında bu tür muameleler normal olarak oluyor idiyse o bundan müstesnadır[213] "Katil vâris olamaz" [214] buyurmuş ve devlet yöneticilerine, tahsildar­lara verilen hediyeleri zimmete geçirilen haksız kazanç fgulûl) kabul etmiştir.[215] Borç ya da ek bir menfaat (selef) karşılığında yapılan satış akdini yasaklamıştır.[216]Hz. Âişe: "Git, Zeyd b. Erkam'a söyle: Şüp­hesiz kio,eğertevbeetmezseRasûlullah ile yapmış olduğu cihadını iptal etmiştir"[217]demiş, riba anlamına gelen satış muamelesi­ne tepkisini göstermiştir. Bu anlamda pek çok hadis bulunmaktadır ve bunların hepsi de açıkça hükmü tersyüz etme amacı taşıyan hilele­rin caiz olmadığını göstermektedir.""

Sahabe ve tabiîn dönemlerinde ümmetin tamamı da bu doğrultu­da düşünmekte idiler. [218]

 

On İkinci Mesele:

 

Hükümlerin maslahatlar için konulmuş olduğu sabit olduğuna göre, amellerin değerlendirilmesi maslahat prensibi ile yapılacaktır. Çünkü daha önce de geçtiği gibi Şâri'in amellerde gözetmiş olduğu şey, maslahatlar olmaktadır. Durum, zahirde ve batında asıl meşruiyet üzere olduğu zaman herhangi bir problem bulunmayacak-

tır, Eğer dış görünüş itibarıyla uygun olur fakat maslahat bulunmaz­sa, o takdirde fiil sahih ve meşru değildir. Çünkü şer'î ameller, bir fiil oldukları için değil,1 aksine o fiillerin taşıdıkları anlamlar için amaç­lanmışlardır. Bu anlamlar ise fiillerin meşruiyet sebebi olan masla­hatlardır. Bu gibi fiillerin aslî meşruiyet doğrultusunda işlenmemesi durumunda, onların meşruluklarından söz edilemeyecektir.

Meselâ, biz biliyoruz ki kelime-i şehâdet getirmek, namaz ve di­ğer ibadetleri yerine getirmek sadece Allah'a yaklaşmak, O'na dön­mek, O'nu tazim ve saygı ile birlemek, tâat ve boyun eğme konusunda dış organlarının da kalbi ile uyum içerisinde olmasını temin etmek içindir. Eğer bu ibadetlerden herhangi birisini, dünya çıkarlarına âlet etmek için yerine getirirse, onun meşruiyetle ilgisi olmayacaktır. İma­na girme amacı olmaksızın sadece canını ve malını korumak için keli­me-i şehâdet getirmek, insanların övgüsünü kazanmak veya dünyevî bir makam elde etmek amacıyla (riya) namaz kılmak gibi. Çünkü bu tür gerçekleştirilen amellerde, meşruiyet amacı olan maslahat mey­dana gelmemiştir; aksine bu gibi fiillerde gözetilen şey meşruiyet amacı olan maslahatın zıddı (mefsedet) olmaktadır.

Buna göre meselâ zekat hakkında şöyle deriz: Zekatın meşruiyet amacı cimrilik duygusunun kaldırılması, yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi, helake maruz kalan nefislerin ihyası olmaktadır. Durum böyle iken, bir kimse zekat yükümlülüğünden kaçmak için malını bir başka şahısa hibe etse ve daha sonra hibe ettiği parayı Öbür sene içeri­sinde yahut da daha önce tekrar geri alsa, bu davranış insanda bulu­nan cimrilik duygusunu daha da artıracak ve güçlendirecek, yoksulla­rın ihtiyaçlarının giderilmesi maslahatını ortadan kaldıracak bir dav­ranış olacaktır. Böyle bir hibenin, Şâri'ce mendup kabul edilen gerçek hibe ile bir ilgisi olmadığı da bilinen bir husustur. Çünkü gerçek hibe, hibede bulunan kimsenin ihtiyaçlarının giderilmesini, ona iyilikte bu­lunulmasını, zengin olsun fakir olsun içinde bulunduğu durumun da­ha da rahatlatılması anlamı taşır ve o kimsenin sevgisinin kazanılmasim, onunla aradaki bağların pekiştirilmesini amaçlar. Burada sözü edilen hibe ise, bunun tam zıddı özelliktedir. Eğer hakikaten gerçek temlik anlamı taşıyan bir hibe şeklinde yapılmış olsaydı, o zaman yar­dım ve rahatlatma maslahatına uygun olurdu; insanda bulunan cimri­lik duygusunun ortadan kaldırılması amacına hizmet ederdi ve bunun sonucu olarak da zekat yükümlülüğünden kaçma anlamına gelmezdi[219]

Dikkat edecek olursak, fiilde gözetilen meşru kasıt, şer'î olan baş­ka bir kasdi ortadan kaldırmamaktadır. Serî olmayan kasıtlar ise, şer'î kasdı ortadan kaldırmaktadır.

Bir Örnek verelim: Kadının kocasına fidye vermesinin meşru kı­lınması, hanımlık görevininin yerine getirilmesi konusundaki Al­lah'ın koymuş olduğu hukuku gözetememe korkusundan dolayıdır. Böyle bir durumda kadının harama düşme korkusuyla gönüllü olarak kocasından kendisini fidye karşılığında satın alması mubah kılınmış­tır. Böyle bir kadın, kocası ile kendi arasındaki kötü durumun düzeltil­mesi için fîdye vermektedir ve bu kocanın kadını güzellikle salıverme­si ile olacaktır. Bu şer!î bir maksatttır; maslahata uygundur ve böyle bir davranıştahemen ya da zaman içerisinde ortaya çıkacak bir mefse-det de bulunmamaktadır. Hal böyle iken koca karısına kasıtlı olarak kötü davranır ve onu kendisine fidye vererek ayrılmaya icbar ederse, bu hareketiyle kocagücü dahilinde olduğu halde[220] sebepsiz olarakha-nımına zarar verdiği için meşru olmayan bir davranışta bulunmuş olur. Zirakocanmeğerhakikatenkarısından ayrılmasına ihtiyacı var­sa, elinde karısına zarar vermeden ayrılma imkanı (talak hakkı) bu­lunmaktadır. Bu durumda kadının fidye vererek ayrılık yoluna (huP) başvurması, güzellikle salıverme olmayacak, bu iş aralanndakarı-ko-ca hukukunu yerine getirememe korkusundan da olmayacaktır. Çün­kü bu zorunlu bir fidye haline dönüşmüştür. Kadın hakkında çaresiz kalması ve kendisini maruz kaldığı zarardan kurtarması sebebiyle her ne kadar caiz halini almışsa da, koca için caiz değildir; çünkü o bu tasarrufu meşru olmayan bir biçimde gerçekleştirmiştir.

Aynı şekilde diyoruz ki: Şüphesiz şer'î hükümler genel anlamda küllî bir maslahat; özel anlamda da her bir meselede cüz'î bir maslahat içerirler. Cüz'î olan maslahat, ilgili delillerin özel olarak o meselede gö­zetildiğini bildirdiği hikmetler olmaktadır. Küllî maslahat ise şudur: Mükellef bütün davranışlarında, sözlerinde ve inançlarında şeriatın koymuş olduğu belli bir kanun altında olmak durumundadır. Onun başıboş bir hayvan gibi arzu ve heveslerine tâbi biri olmaması; şeriatın boyunduruğu altına girmesidir. Bu nokta daha önce izah edilmişti. Bu durumda mükellef, karşısına çıkan her bir zor meselede çeşitli mez­heplerde ileri sürülen hileleri araştırır, arzu ve heveslerine uygun dü­şen görüşlere tâbi olursa; bu haliyle o boynundan takva imleğini çıka­rıp atmış olur ve bu haliyle o arzu ve heveslerine tabi olmaya devam etmiş, Şâri'in tahkim ettiğini bozmuş, öne aldığını da arkaya atmış olur. Bunun örnekleri çoktur.        

Fasıl:

Durum böyle olunca, şeriatta yerilen, bâtıl olduğu belirtilen ve yasaklanan hileler, şer'î bir esası ortadan kaldıran ve şer'î bir masla-~ hatla ters düşen hileler olmaktadır. Eğer, şer°î bii' esası orta dair kaldırmayan, şeriatın dikkate alındığını bildirdiği bir maslahata t düşmeyen bir hilenin varlığı farzedilecek olursa, o şer'î yasak kan ^ mına girmeyecek ve bâtıl da olmayacaktır. Kısaca işin esası hileler' üç kısım olduğu noktasında düğümlüdür:                            

(1) Bâtıl olduğunda ihtilaf bulunmayan hileler: Münafıkların v mürâîlerin hileleri gibi,

(2) Câizliği konusunda ihtilaf bulunmayan hileler: Zor altında küfür kelimesini söylemek gibi. Kişinin gereğine itikat et­meksizin aslîkasitile küfür kelimesi söyleyerek kanını koru­mak için böyle bir çareye (hile) başvurması ile yine aynı şe­kilde aslî kasıtla kanını korumak için kelime-i tevhid okuma­sı arasında fark yoktur.[221] Ancak bunun[222] hakkında izin vardır; çünkü bu bir dünyevî maslahattır ve ne dünyada ne de âhirette olmak üzere asla bir mefsedet de içermemektedir. Birincisi ise öyle değildir. Çünkü o şer'an izin verilmiş bir dav­ranış değildir. Zira o mutlak anlamda uhrevî bir mefsedet ol­maktadır.[223]Dünyevî maslahat ya da mefsedetlerle, uhrevî maslahat ya da mefsedetler karşı karşıya geldiği zaman uhrevî olan maslahat ya da mefsedetler ittifakla öncelikli ola­rak dikkate alınırlar. Zira uhrevî maslahatları ihlal eden dünyevî bir maslahatın dikkate alınması sahih değildir. Bi­lindiği gibi, uhrevî maslahatları ihlal eden birşey, Şâri'in amaçladığı şeye uygun olmayacak ve dolayısıyla bâtıl olacak­tır. İşte bu noktadan hareketledir ki, münafıklığın ve müna­fıkların yerilmesi hakkında bilinen nasslar gelmiştir. Aynı doğrultuda olan şeylerde de durum aynıdır. Her iki kısım dakatiyet mertebesine[224] ulaşmış bulunmaktadır.

(3) Üçüncü kısım ise kapalılık ve dolayısıyla problem arzetmek-tedir. Bu kısım hakkında, düşünürler farklı yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Çünkü bu kısımdan olan hilelerin, birinci kısma ya da ikinci kısma katılacağı konusu açık bir delil ile ortaya çıkmış değildir. Keza bu tür hilelerde Şâri'ce maksûd bulunduğunu gösterecek şer'î bir amacın bulunup bulunma­dığı da ortaya çıkmamıştır. Yine meselede ortaya konulduğu şekliyle bu tür hilelerin, şeriatın amacı olan. Maslahatlara muhalif olduğu da sabit olmamıştır. İşte bundan dolayı bu kı­sım hileler üzerinde farklı yaklaşımlar söz konusu olmuştur; Bunlardan bir kısmı, bu tür hilelerin şer'î maslahata muhalif olmadığını dolayısıyla caiz olduğunu; bir diğer kısım da bu­nun aksini yani bu tür hilelerin de yasak bulunduğunu ifade etmişlerdir. Bazı meselelerde başvurulan hileleri caiz gören kimselerin, aslında bu tür hilelerin Şâri'in kasdına muhale­fet olduğunu kabul ettiklerini söylemek asla doğru değildir. Aksine bu kimseler görüşlerini, Şâri'in kasdımn araştırılma­sı ve o meselenin Şâri'in amacı doğultusunda olduğu bilinen ve caiz olan birinci ki sim hilelerden sayıldığı düşüncesi üzeri­ne kurmaktadırlar. Çünkü kesin ya da zan ölçüsünde bir bilgi ile açıktan Allah'a karşı tavır almak, değil hidayet Önderleri ve din imamları, sıradan bir müslümanm dahi yapamayacağı bir davranıştır. Öbür taraftan bu tür hilelerin haramlığı gö­rüşünde olanlar da, görüşlerini bu tür hilelerin Şâri'in kasdı­na muhalif olduğu, hükümlerde gözetilen maslahatlara ters düştüğü esası üzerine dayandırmışlardır. Bu türden olan hi­lelerin sahih olup olmadıklarının ortaya çıkabilmesi için bazı örneklerle açıklamada bulunmaya ihtiyaç vardır. Tevfik Al­lah'tandır:

(a) Hülle nikahı: Hülle nikahı, üç talakla boşanan karının ilk kocasına helal olmasını sağlamak amacıyla başvurulan bir hile ol-  . maktadır ve bu nikah zahirde Yüce Allah'ın: "Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka birisiyle evlenmedikçe bir daha kendisine helal olmaz"[225] buyruğuna uygun düşmektedir. Hülle nikahında bulunan kimse, boşanmış kadını nikahlamış; dolayısıyla ikincinin boşamasın­dan sonra birinci kocasına dönmesi şeriata uygun hal almıştır. Şâri'in nassları, şer'î maksatların en iyi anlaşıldığı yerlerdir. Hz. Peygam­berin "Kadın erkeğin, erkek de kadının balcağızından tat-madıkça hayır![226] buyruğu da, ikinci nikahtan maksadın balcağız-dan tatma (cinsî ilişki) olduğu konusunda açık (zahir) bir nasstır. Ara­nan bu şart da hülle nikahında gerçekleşmiştir. Eğer erkeğin hülle ni­yeti, bu nikahın fesadı konusunda etkin olsaydı, o zaman Hz. Peygam-ber'in bunu belirtmesi gerekirdi. Bunun bir hile (çare) olması da onun fesadını gerektirmez; zira o zaman her çarenin batıl olması gibi bir ne­tice lazım gelir ve zor altında küfür kelimesi söylemek gibi caiz oldu­ğunda ittifak edilen birinci kısımdan olan hilelerin de fasit olması gibi bir netice lazım gelirdi.                                                                        

Aynı şekilde işin maslahat yönünü ele aldığın zaman da durum aynıdır. Böyle bir nikahın içerdiği maslahat açıktır. Çünkü böyle bir nikah, birbiri ile bir araya gelme imkanı kalmayan iki eşin arasını bul­ma anlamı .taşımaktadır. Zira bu sahih bir şekilde aralarının bulun­ması için başvurulmuş bir sebep olmaktadır. Hem nikah, sonsuza ka­dar beraberlik kasdının bulunması gibi bir şartı gerektirmez. Çünkü böyle bir şart, insanların sıkboğaz edilmeleri anlamına gelir ve asla şeriatla bağdaşmaz. Zaten talak da o yüzden meşru kılınmamış mıdır? Sonsuza dek beraberlik şartı ile yapılan evlilik hıristiyan evliliği gibi birşeyolur. Âlimler, nikahlanılan kadınla beraber kalma kasdı olmak­sızın sadece yemini yerine getirmiş olmak amacıyla yapılan nikahlara cevaz vermişlerdir. Keza gurbet ilde bulunan bir yolcunun, orada bu­lunduğu süre içerisinde ihtiyacını gidermekten başka amacı bulun­masa bile, evlenmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Başka benzer örnekler de vardır.

Sonra, külîî bir kaidenin bir maslahat dolayısıyla konulması du­rumunda, bundan teker teker her bir cüz'îde o maslahatın aynen bu­lunması gibi bir sonuç lâzım gelmez. Nitekim bu konu daha önce geç­mişti. Meselâ, İmam Mâlik'in görüşüne göre yemini çözmüş ol­mak için yapılan nikahta; "Eğer falanca kadınla evlenirsem, o boş ol­sun!" diyen kimsenin nikahında, keza yolcunun nikahında vb.olduğu gibi.

Burada, hileye başvurmanın caiz olduğu görüşünde olan kimse­lerin delil olarak kullandıkları şeylerin bir kısmını arzetmiş olduk. Yasaklığına dair delillerin izahına gelince, onlar daha da açık bulun­maktadır. Bu yüzden burada onları uzun uzadıya zikretmeyeceğiz. Bu izahlar içerisinde en güzeli, Abdulvahhâb'ın Risale şerhinde zikretmiş olduğu açıklamalardır. Oraya bakılsın.

(b) Büyûu'l-âcâl (îyne ya da örtülü riba satışları) [227]* Bu tür

muamelelerde yapılan şey, sonuçta peşin bir dirhemin, veresiye iki dirheme satılmasıdır. Ancak bu her biri haddizatında meşru bulunan iki akit ile gerçekleşmektedir. Her ne kadar birinci ikinci için bir zerîa (kapı, vasıta) ise de ikinci mani değildir. Sari', belli şekiller üzere mas­lahatların temini, mefsedetlerin defi yoluyla yararlanmamızı mubah kılmıştır. Bu durumda mükellefin o şekilleri araştırması (tasarrufu) zedeleyici bir durum değildir. Eğer öyle olsaydı, bütün şer'î yönlerde zedeleyici olurdu. Birinci akdin, kişi için bir amaç olmadığı, onun asıl amacının ikinci akit olduğu varsayıldığında, birinci akit vesileler me­sabesine düşecektir. Vesileler de  vesile olmaları açısından seran amaçlanmış olan şeylerdir. Birinci akit de onlardandır. Vesile olmala­rı açısından bu durum onlar için caiz olduğuna göre, aynı şey konu­muzda da caiz olmalıdır. Eğer konumuzda caiz olmayacaksa, aynı caiz olmama hükmü mutlak olarak diğer vesilelerde de sözkonusu olacak­tır. Ancak onlar bir delil olmadıkça mutlak surette men edilmiş değil­lerdir. O zaman burada da delil olmaksızın yasaklama.yönüne gidil­meyecektir.

Dahası konumuzla ilgili tevessülün sıhhatini ve onlara yönelik Şâri'in kasdımn bulunduğunu gösteren deliller vardır: Hz. Peygam­ber şöyle buyurur: "Katkılı (adi) hurmayı para ile sat, sonra o parayla da iyi hurma al"[228] Katkılı hurmanın para karşılığında satılmasından maksat, katkılı hurmaya karşılık iyi cins hurma elde etme amacına ulaşmaktır. Ancak bu mubah yolla olmaktır. Bu sonuca bir âkidle iki âkid arasında ulaşmak arasında bir fark yoktur.[229]Zira Hz, Peygam­ber hadislerinde bunu belirtmemişlerdir.

Caiz olmadığı görüşü taraftarların 'Bu konu sedd-i zerîa kaidesi üzerine kurulmuştur' sözü, burada bir anlam ifade etmez. Çünkü zerâi' (kapılar, vasıtalar, yollar) üç kısımdır.

(1) İttifakla önüne geçilen zerîalar (vasıtalar): Tepki ola­rak Allah'a sövülmesine neden olacağını bile bile putlara sövmek gibi, yine tepki ojarak kendi ana-baba sına sövdüreceğini bile bile bir başka­sının ana-babasma sövmek gibi. Çünkü bu, hadiste kişinin bizzat ken­di ana-babasına sövmesi sayılmıştır. Gelip geçenlerin düşeceğini bile bile yol üzerinde çukurlar açmak; insanların yiyeceği bilinen yiyecek ve içecek maddelerine zehir katmak örnekleri de bu kısımdandır.

(2) İttifakla önüne geçilmeyen zerîalar (vasıtalar): Mesela

İnsan kendi yiyeceği karşılığında daha kaliteli ya da daha aşağı dere­cede olanını almak ister. Kendi malını satar, aldığı para ile amacına ulaşmak ister. Hatta diğer ticaret yolları da böyledir. Kişinin mubah olan ticarî maksadı, daha çok para kazanmak için parasını mala yatır­mak şeklinde kendisini gösteren bir çareden (hile) başka bir şey değil­dir.

(3) Üzerinde ihtilaf edilen zerîalar (vasıtalar):  Şu anda üzerinde bulunduğumuz konu bu kısımdandır ve henüz onun hükmü konusunda bir sonuca varabilmiş değiliz. Hâlâ tartışma konusu ol­maya devam etmektedir.

Bunlar, mesele ile ilgili hileye başvurmanın caizliğine dair delil bulma çabaları hakkında söylenebilecek birtakım sözlerdir. Diğer ta­rafın delilleri ise gayet açık ve yaygın olarak bilinmektedir, İlgili yerlere bakılmalıdır. Bizim burada bu izaha yer vermemizin sebebi konuyla ilgili olanların kitaplarından yararlanma imkanının azlığıdır. Zira  Hanefî kitapları bizim Mağrip[230] ülkelerinde sanki hiç yok gibidir, Şafiî ve diğer mezheplere ait kitaplar da öyledir. Halbuki tek bir mez­hep doğrultusunda delil getirme alışkanlığı bazen öğrencinin kendi mezhebinden başka diğer mezhepleri onların kaynaklarına vakıf ol­madan inkar etmesine ve onlara karşı tepki göstermesine sebeb olur. Bu da bütün insanların, faziletleri ve dinde üstün yerleri bulunduğu­na, Şâri'in maksatlarını ve amaçlarını kavramada büyük maharet sa­hibi olduklarına dair görüş birliği ettikleri imamlar hakkında kötü dü­şüncelerin doğmasına sebep olur. Hatta bu sonuç çoğu kere doğmuştur da. Burada konu ile ilgili bu iki misalle yetinelim Bunlar hiyel konu­sunda kendisini gösteren en meşhur meselelerdir. Diğer meseleler de bunlara kıyas edilir.

Fasıl:

Bu kısım gerçekten pek çok meseleleri kapsar. Geçen bahisler içe­risinde açıklanan meseleler üzerine tefrî edilerek (ayrıntıya inerek) belirtilen örnekler çok olmuştur. İleride bu kısımdan tefrî yoluyla or­taya çıkan başka meseleler de gelecektir. Ancak burada, Makâsıd bö­lümünün iyice açıklık kazanmasını ve bölümden gözetilen amacın ta­mamlanmasını sağlayacak bir sonuç bölümü (hatime) eklemek gerek­mektedir.

Çünkü şöyle bir soru yöneltilebilecektir: Geçen meselelerde veri­len hususlar, hep Şâri'in maksadını bilme esası üzerine oturtulmakta­dır. Peki, Şâri'in maksadı olan birşey, O'nun maksadı olmayan şeyden nasıl ayırd edilecektir?

Cevap: Konuyu aklen ele aldığımız zaman konu üzerinde yapıla­cak değerlendirmenin üç görüş şeklinde belireceği görülecektir:

(a)

Birinci görüş olarak şöyle denilecektir: 'Şâri'in maksadı, onu bil­diren bir delil gelinceye kadar bizim bilgi alanımızın dışındadır. Bu da istikranın gerektirdiği fakat lügavî konuluşları (vaz'} İtibarıyla lafız­ların gerektirmediği mânâların (illetler) araştırılmasından ârî[231]bir şekilde tamamen açık ve sözlü bir şekilde olacaktır. Bu görüş ya yü­kümlülükler konulurken kullara ait maslahatlar asla dikkate alınma­mıştır, görüşünün ya da maslahatları gözetmenin vacip olmadığı görüşünün bir Ürünü olacaktır. Maslahatları gözetme bazı konularda vuku bulsa bile, onun izahı bizce tam olarak bilinmemekte ya da asla bilinmeyecek şekildedir.[232] Bu konuda daha da ileri gidilir ve kıyasın caiz olmadığı sonucuna ulaşılır. Reyin ve kıyasın yerilmesi doğrultu­sunda gelen nasslar da bu görüşü destekler. Bu görüşün özeti, nassla-rın mutlak surette zahirine hamledilmesi şeklindedir ve bu görüş Zahirîlere aittir. Bunlar Şâri'in maksatları konusunda elde edilebile­cek bilgiyi, sadece şer'î delillerin zahir ve nasslarına münhasır kılar­lar. İnşallah konuya ileride kıyas bahsinde tekrar temas edilecektir. Mutlak surette bu görüşü benimseme, aşırı bir uçta yer almak olmak­tadır ve şeriat, mutlak surette durumun onların görüşü doğrultusun­da olmadığına tanıklık etmektedir.

(b)

îkinci görüş de karşı uç noktayı teşkil etmektedir; ancak bu görüş sahipleri de iki kışıma ayrılmaktadır:

(1) Şâri'in m aks adının ne nassların zahirinde nede onlardan laf-zen anlaşılan hususlarda bulunmadığını; aksine maksadın bunların ötesinde başka birşeyde gizli olduğu iddiasında bu­lunanlar. Bunlara göre bu şerîatm tümü için geçerlidir ve bu­nun neticesinde zahirde, Şâri'in maksadını öğrenebileceği­miz hiçbir şey kalmamaktadır. Bu, şeriatı ortadan kaldırmak isteyen kimselerin görüşü olmaktadır ve bunlar "bâtını-ler"dir. Bunlar, masum imam görüşünü benimseyince, kendi iddialarını ayakta tutabilmek için nasları ve şerîatm dış gö­rüntüsü ile ilgili bulunan şeyleri ta'n etme yollunu tutmuş­lardır. Bu görüşün varacağı yer, —Allah korusun!— küfür­dür. Uygun olan bu gibi sapıkların sozlevinihiç dikkate alma­maktır.

(2) Şöyle diyen grup: Şâri'in amacı, lafızların mânâlarının dik­kate alınmasıdır. Öyle ki nasslar ve zahirler mutlak anlamda mânâlar itibarı ile anlam kazanır ve dikkate alınırlar. Hal böyle iken, eğer nass, nazarî olan mânâya ters düşerse, o za­man nass atılır ve nazari olan mânâ öne alınır. Bu görüş de, [:ifl3] ya mutlak surette maslahatları dikkate almanın vacipliği dü­şüncesine ya da vacip olmasa da mânânın hakem kabul edil­mesi dolayısıyla lafızların nazarî mânâlara tâbi kılınması düşüncesine dayanmaktadır. Bunlar da, kıyas konusunda aşırı gidip, onu nasslar üzerine takdim edenlere ait olmakta­dır, İşte bu görüş, birinci uç kısmın karşısında bulunan diğer ucu temsil etmektedir.

(3) Her iki görüşten de nasibini alan orta yolcu görüş: Bunlar ne nass (zahir) ile mânânın ihlaline; ne de mânâ yüzünden lafzın ihmaline meydan vermeyecek şekilde orta bir yolu tutmakta­dırlar. Böylece şeriatın ihtilafsız, tenakuzsuz tek bir nizam üzere yürümesini temin etmeye çalışmışlardır. İlimde rüsûh sahibi olan âlimlerin çoğunun tutmuş olduğu yol işte bu yol-dur. Serî maksatları öğrenme konusunda gerekli olan kıstas­ların tesbitinde dayanılacak görüş de işte bu görüştür. Bu gi­rişten sonra —Allah'ın inayetine sığınarak— diyoruz ki: Serî maksatlar çeşitli açılardan bilinir:

Birincisi: Temelden açık olarak gelen soyut emir ve yasak kiple­ri. Emrin, fiilin işlenmesini gerektirdiği için emir olduğu bellidir. Bu durumda emrin bulunduğu anda fiilin yapılmış olması Şâri'in maksa­dı olmuş olacaktır. Aynı şekilde nehyin de fiilin işlenmesini ve ondan eî çekilmesini gerektirdiği malumdur. Dolayısıyla yasak olan şeyin vu­ku bulması da Şâri'in maksadı olacak ve yasağa rağmen işlenmesi onun maksadına muhalif olacaktır. Nitekim emredilen şeyin .yapıl­ması da onun emrine muhalefet olacaktır. Bu hem illete bakmaksızın sırf emir ve yasağı dikkate alan kimseler için, hem de illet ve masla­hatları dikkate alan kimseler için açık ve genel bir yöndür, Konu iîe il­gili şer'i-esas da bu olmaktadır.

Temelden5 kaydını getirmemizin sebebi bu tür olmayıp geçici du­rumlarla ilgili emir ve yasak kiplerini devre dışı bırakmak içindir. Me­sela, '"Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun, alış-verişi bırakın!" [233] âyetinde bulunan yasak temelden alış­verişin yasak kılınmasıyla ilgili değildir; aksine o Allah'ı anmaya koş­ma emrini tekit sadedinde gelmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla burada söz konusu olan yasak ikinci (talî) kasıt ile amaçlanmış olmaktadır. Bu vakitte yapılan alış-veriş —riba ve zina yasağında olduğu gibi— birin­ci faslı) kasıtla yasaklanmış değildir. Aksine onunla meşgul olma se­bebiyle Allah'ı anmaya koşma yükümlülüğünü engellemesi ya da ge­ciktirmesi sebebiyledir. Bu durumda olan meselelerde Şâri'in maksa­dım kavramak ve tesbit etmek ihtilaf konusu olacaktır. Bu tartışma konusunun asıl çıkış yeri gasbedilmiş bir yerde namaz kılma meselesi­dir. Aslında alış-veriş mubahtır. Ancak zaman itibariyle kendisine bir özellik arız olmuştur. Bu özellik de, o vakitte yapılan ahş-verişin vacip olan Cuma namazına koşmayı engellemesidir. Bu özellik alış-veriş ak­dinin özünde mevcut değildir ve akdi ondan ayrı olarak düşünmek f394]    mümkündür. Bu yüzden de hakkında ihtilaf bulunmaktadır.

'Açık olarak' kaydını getirmemizin sebebi de sarih olmayan zımnî emir ve yasaklan devre dışı bırakmak içindir. Mesela, emir kipinin tagamınım ettiği zıddı yasaklama; birşeyi yasaklamanın tazammun et­tiği zıddı emretme gibi olmayacaktır. Çünkü bu gibi durumlarda emir ve yasak tabiî kabul edilmesi durumunda asıl kasıtla değil tali (ikinci) kasıtla olacaktır. Zira bunların durumu kabul edenlere gö­re sarih olan emir ve yasağın tekidi mesabesinde olmaktadır. Ama hayır denilecek olursa[234]o takdirde kastın bulunmaması konusunda emir daha açıktır. Emredilen şeyin yerine getirilebilmesi için zorunlu olarak bulunması gereken şeyi emretmede de durum aynıdır. Bu ko­nuda emir yada yasağın Şâri'in maksadına delaletetmesi tartışma ko­nusudur ve konumuza dahil değildir. O yüzden yukarıda açık olarak gelen emir ve yasak diye kayıtlanmıştır.

İkincisi: Emir ve yasakların illetlerine bakmak ve 'Bu fiil niçin emredildi?' *Şu diğeri niçin yasaklandı?' sorularının cevaplarını ara­mak yoluyla bilinir. İllet ya belli olur ya da belli olmaz. Eğer belli ise ona tâbi olunur ve o illet nerede bulunursa emir ve yasağın gereği olan maksat da orada bulunur ya da bulunmaz. Üreme maslahatı için yapı­lan nikah, akit konusu malla faydalanma maslahatı için yapılan alış­veriş, kötülüklerin önünü alma maslahatı için konulmuş had ve ceza­lar gibi. Bu gibi yerlerde iîlet, usul kitaplarında açıklanan illeti belirle­me yollarıyla bilinir. İllet ortaya çıktığı zaman Şâri'in maksadının o il­letin gereği olarak fiilin yapılması ya da yapılmaması veyahut da ona sebebiyet vermesi ya da vermemesi olduğu öğrenilmiş olur. Eğer illet belli değil ise o zaman mutlaka Şâri'in bunda maksadı şudur şeklinde kesin bir neticeye varmaktan geri durmak (tevakkuf) gerekecektir. -Ancak bu geri durmanın da düşünce açısından iki yönü olmaktadır,

(a) Belirli olan hüküm ya da belirli olan sebeb hakkınca nassla   belirlenmiş olan sınırdan öte geçenleyiz. Çünkü illet bilinmediği halde hükmü başka meselelere sirayet ettirme çabası delilsiz tahakküm (keyfi davranış) ve doğru yoldan sapmak olur. A hakkında konulmuş bir hükmü eğer biz Şâri'in bu doğrultuda bir kaselinin olduğunu bilmiyorsak B  için de koymamız doğru değildir. Bizim Şâri'in kasdını bilmediğimi­ze göre o hükmün B için de verilmiş bir hüküm olmaması mümkün olur. Biz bu halimizle Şârfe muhalefet cüretinde bulunmuş oluruz. Burada duraksama (tevakkuf), delilin bu­lunmamasından kaynaklanmaktadır,                                    

(b) Seran konulmuş olan hükümlerde asıl olan, kendi bulunduk­ları mahalde kalıp Şâri'in varlığına dair kasdı bilinmedik­çe bir başka yere sirayet etmemesidir. Çünkü sirayetin bulunduğuna dair bir delil ikame edilmemesi sirayetin bulun­madığına bir delildir. Zira eğer o hüküm Sâri' katında sirayet edecek türden olsaydı o zaman onun hakkında bir delil ikame ederdi ve onu belirleme için bir yol (meslekî koyardı. İlleti be­lirleme yolları ise bellidir. Bu yollarla hükmün mahalli de­nenmiş ve illeti belirleme yollarından herhangi birinin tanık-hk edeceği bir illete rastlanmamıştır. Dolayısıyla hükmü nassla belirlenmemiş şeylere sirayetinin Şâri'în maksadı ol­madığı ortaya çıkar.

Bunlar ayn iki yoldur ve her ikisine de konu ile ilgili olarak yöne-linmektedir. Ancak birinci yol, sözkonusu sirayet işinin murad olma­dığına dair kesin bir kanaat olmaksızın duraksamayı (tevakkuf) ve ne­ticede onun murad olunabileceği imkanının bulunduğunu belirtir. Bu durumda araştırmacı bir çıkış yolu buluncaya kadar araştırmasına devam eder. Zira o şeyin Şâri'in maksadı olması mümkün olduğu gibi maksadı olmaması da mümkündür. İkincisi ise Şâri'in muradı olmadı­ğına kesin hükümde bulunmayı gerektirir. Bu durumda hükmün baş­ka yere sirayet etmeyeceğine dair duraksama göstermemek ve kesin ya da zan ölçüsünde bir bilgi ile onun Şâri'in maksadı olmadığına hük­metmek uygun olacaktır. Zira, Şâri'in maksadı eğer öyle olmasaydı mutlaka onun hakkında bir delil ikame ederdi. Böyle bir delil bulama­dığımıza göre, bu onun şer'an amaçlanmış olmadığını gösterir. Eğer düşüncesinin aksini izah eden bir delil ile karşılaşırsa o zaman delilin gereğine döner. Aynen müçtehidin durumu gibi. Çünkü o bir meselede kesin bir hükümde bulunur ve sonra başka bir delile vakıf olursa, ilk önceki hükmünü değiştirerek delilin gereği olan hükme döner.

İtiraz:Bu birbirine zıd iki yoldur. Çünkü biri duraksamayı (te­vakkuf) gerektirmede, diğeri ise gerektirmemektedir. Her ikisi de dü­şünce açısından aynıdır. İkisi bir araya geldiği zaman bunların hü­kümleri birbiri ile çelişir.[235] Bu durumda da sadece duraksamadan başka birşey kalmış olmaz. Sonuçta nasıl aynı anda ikisine de yöneli-nebilir?

Cevap:Müctehid karşısında onlar bazen tearuz halinde görülebi­lirler ve bu durumda duraksama (tevakkuf) vacip olur. Çünkü o tak­dirde birbirine galebe çalmayan iki delil gibi olurlar ve mesele müete-hide nazaran iki delilin tearuzu meselesine dönüşür. Bazen de farklı müctehidlere ya da tek bir müetehide nisbetle fakat farklı iki vakitte ya da farklı iki meselede tearuz etmezler; bir meselede duraksama (tevakkuf) yönü güçlü gözükür, bir başka meselede de öbür yön (hükmün sirayetini men tarafı) güçlü gözükür ve bu durumda aralarında mut­lak bir tearuzdan söz edilemez.

Sonra biz biliyoruz ki, Şâri'in gözettiği maksatlardan biri de iba­detler ile âdetler arasını ayırt etmektir. İbâdetlerle ilgili konularda taabbudîlik yönü ağır basmakta; âdetlerle ilgili konularda ise onların ifade ettikleri mânâlara (illetlere) iltifat yönü ağırlık kazanmaktadır. Her iki sahada olduğu halde bu genellemenin aksine olan hükümler çok azdır. Bu yüzdendir ki, İmam Mâlik, maddî pisliklerin giderilmesi ve abdestsizlik halinin kaldırılması konusunda sırf temizliğin meyda­na gelmiş olmasına iltifat etmemiş ve temizlik gerçekleşmiş olsa bi­le maddî pisliklerde (necaset) temizlik için mutlak su[236] ile yapılmış olması şartını; abdestsizlik halinin (hades) izalesi için de niyet şartım ileri sürmüştür. Namazda tekbir ve selam sözcükleri yerine bunların yerini tutabilecek başka sözcüklerin kullanılabilmesine cevaz verme­miştir. Zekatta mal yerine onun kıymetinin verilmesini kabul etme­miştir. Keffâretler konusunda hükmü, verilen adetlere hasretmiştir. Hükmün bizzat hakkında nass bulunan ya da onlara benzer bulunan şeylere hasredilmesini gerektiren benzeri meselelerde hep bu kabil­den görüşler serdetmiştir. Âdetler konusunda ise, mânâ f illet) tarafını ağır bastırmış ve 'mesâlih-i mürsele' ile ilmin onda dokuzu olduğunu söylediği 'istihsan' prensiplerini kabul etmiştir. Bu konu üzerinde ye­terince duruldu ve delilleri getirildi.[237] Bu durum sabit olduğuna göre, (hükmün sirayetini) men yolu ibadetkonularında; duraksama (tevak­kuf) yolu da âdetlerle ilgili konularda uygulanmış olacaktır.

İbâdetlerle ilgili alanlarda da bazen mânâların (illetler) dikkate alındığı olur. Bunlardan az birşey ortaya çıkar ve diğerleri de onlara vurulur. Bu Hanefîlerin yolu olmaktadır. Bazen de âdetlerle ilgili ko­nular taabbudî gibi ele alınır. Bu özellikte olan az birşey ortaya çıkar ve diğerleri de aynen onlar gibi kabul edilir. Bu da Zahirîlerin yolu ol­maktadır. Ancak konu ile ilgili asıl prensip (umde) yukarıda geçendir. Aslî men (nefy) ve ıstıshâb[238] prensibi de bu kaideye dönük olmaktadır.

Üçüncü Yön: Sâri' Teâlâ'mn gerek âdetlerle ve gerekse ibadet­lerle ilgili hükümleri koyarken gözetmiş olduğu maksatlar aslî ve tabî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Meselâ nikah örneğini ele alalım: Bu akit, üreme aslî maksadını gerçekleştirmek için meşru kılınmıştır. Bu aslî maksadın peşinden İse şu amaçlar gelir: Ünsiyet, beraberlik, helal yoldan birbirinden istifade, Allah'ın yaratmış olduğu kadında bulu­nan güzelliklere bakma, kadının malından istifade, kadının kendisi­ne, kendisinden ya da başka hanımından olan çocuklarına ya da kar­deşlerine bakması, fere şehveti ve bakına duygusu yüzünden harama düşmeden korunma, Allah'ın kendisine verdiği nimetlerden dolayı da­ha fazla şükretme gibi dünyevî ve uhrevî maslahatları gerçekleştire­bilme yolunda birbiriyle yardımlaşma ve bunlara benzer daha başka amaçlar. Bütün bunlar, nikahın ineşrû kılınması sırasında Şâri'ce gö­zetilmiş bulunan maksatlardan olmaktadır. Bunlardan kimisi hak­kında açık nass vardır, kimisi de işaret yoluyla belirtilmiştir. Bazıları da vardır ki, başka bir delille ve hakkında nass bulunan hükümlerin istikrası yoluyla öğrenilir. Şöyle ki: Bu tâbi maksatlardan hakkında nass bulunanlar, aslî maksadı isbat eden, onun hikmetini güçlendi­ren, onu istenmesini ve sürdürülmesini isteyen; eşler arasındaki yar­dımlaşma, şefkat ve sevgi bağlarının meydana gelmesini ve devamını sağlayan şeylerdir ve Şâri'in üreme şeklinde kendisim gösteren aslî maksadı da ancak bu yollarla gerçekleşir. Biz bunlarla, hakkında nass bulunmayan fakat bu saydıklarımıza benzeyen şeylerin de Şâri'in maksadı dahilinde olduğuna istidlalde bulunuruz.[239]Meselâ, Hz. Ömer, Ali b. EbîTalib'in kızı Ünımü Gülsüm ile evlenmiş ve bu evlilik­le de neseb şerefine ulaşmak, en soylu aile (peygamber sülalesi) ile ak­rabalık bağı tesis etmeyi amaçlamıştır. Hiç şüphe yoktur ki, böyle bir amaç ile gerçekleştirilen nikah akdi, caiz; böyle bir neticeye ulaşmak için gerekli sebeplere tevessülde bulunmak da güzöl bir hareket ola­caktır.

Şimdi bu durumları ortadan kaldıran şeyler Şâri'in maksadına mutlak surette ters düşecektir. Çünkü sayılan şeylerin zıddı davranış­lar, sonuç olarak birlik ve beraberlik, birbirine ünsîyet ve uyum gibi maksatlara zıtolacaktır. Meselâ, üç talakla boşanmış bir kadını ilk ko­casına helal kılmak için yapılan nikah akdinde (huîle nikahı) olduğu gibi. Çünkü böyle bir nikah, yasaklanması görüşünde olanlara göre. Sâri' Teâlâ'nın hayatın sonuna kadar şartsız olarak sürmesini istediği birlik ve beraberlikmaksadına ters düşmektedir. Kira böyle bir nikah­tan, daha işin başında gözetilen amaç talak ile hemen sona erdirilme-sidir. Muta nikahında ve aynı anlama gelen diğer nikahlarda da du­rum aynıdır. Bu gibi nikahlar, Şâri'in beraberliğin sürdürülmesi şek-[398]    jin^eki kasdına daha da şiddetli bir şekilde[240] ters düşmektedir.

İbâdetlerde de durum aynıdır. Çünkü onlarda gözetilen aslî mak­sat tek olan Mabuda teveccüh etmek ve her halükârda O'na yönelmek suretiyle O'nu birlemektir. Bıınunla birlikte bu aslî maksadın arka­sından âhirette dereceler kazanmak için, Allah'ın velî kullarından ol­mak için vb. kullukta bulunma gibi makbul olan tâli maksatlar gelir. Bu tâli maksatlar, aslî maksadı teyit etmekte ve onun gerçekleştiril­mesine doğru itici bir güç olmakta, gizli ve açıktan kulluğun sürdürül­mesi neticesini gerektirici bir hal almaktadır. Aslî maksadın teyidi ya da onun devamı gibi bir katkısı bulunmayan maksatlar ise böyle değil­dir. Mesela kanını ve malını korumak, yahut insanların mallarından tırtıklayabilmek veyahut da onların saygısını kazanabilmek gayesiy­le kullukta bulunma gibi. Münafıkların ve mürâilerin kulluk gösteri­sinde bulunmaları bu kabildendir. Bunların gözettikleri bu amaçlar­da, aslî amaç olan gerçek kulluk görevinin icrası maksadını destekle­yen, güçlendiren ya da onun devamını sağlayan bir unsur bulunma­maktadır, Aksine onların bu amaçları, aslî maksadın terki duygusunu güçlendirmekte ve yapılması gereken fiiller karşısında onları tembel­leştirmededir. Bu yüzden bu gibi amaç sahipleri fiillerine ancak ama­cına ulaşabilecek miktar ve zamanda devam ederler. Eğer amaçlarına ulaşırlar ya da ulaşma imkanı kalmazsa o zaman hemen terkederler. Yüce Allah onlar hakkında olmak üzere: "İnsanlar içerisinde Allah'a bir yar kenarındaymış gibi kulluk edenler vardır. Onlara hir iyilik ge­lirse yatışır, başlarına bir bela gelirse yüz üstü dönerler..."[241]buyur­maktadır.

Her ne kadar fiilin gereği kasıtsız olarak tâbilik yoluyla ortaya çı­kıyorsa da fiilin gerçekleşme amacı olan böyle bir maksat, Şâri'in kas­dına tersdir. Şöyle ki: Nikahın devamlılığını teyid eden bir maksat üzere nikah akdinde bulunan bir kimse daha sonra eşinden ayrılabilir ve bu durumda fiilî netice muta ya da hülle nikahından farksız olabilir. Aslî kasdı tekid edici kasıd[242] üzere Allah'a kullukta bulunan kimse sonuç itibarıyla kan ve mal güvenliğine kavuşur; insanlar arasında mertebe ve saygınlık kazanır. Bu haliyle o riya ya da desinler için amel eden kimse ile aynı olur. Ancak aralarındaki fark açıktır. Çünkü aslî kasdı teyid edecek tabî kasıd sahibi, o amellerde devamlılık gösterme­ye layık ve ehil iken; teyid edici olmayan maksatları besleyen kimse o amelden kopmaya namzettir.

İtiraz: Bu zıdlık, aynî bir muhalefet getirmesi noktasında mı aranır? Yoksa sadece uygun düşmeme neticesini getirmesi yeterli mi­dir? Şöyle ki: Meselâ muta nikahı kesin olarak bizzat ayrılığı gerekti-rir. Çünkü muta nikahının Şâri'in kasdına muhalefeti aynîdir. Bir de beraberliği gerektirmeyen fakat bizzat ayrılığı da gerektirir demleme­yen kadına zarar verme yahut onun malım alma veyahut da ona kötü­lük yapma gibi amaçlarla nikah akdinde bulunan kimsenin durumu­nu ele alalım: Bu kimsenin maksadı, nikahın meşruiyetinde gözetilen Şâri'in maksadına ters düşmektedir; ancak aynî bir muhalefeti de gerektirmemektedir. Zira kocanın kadına zarar verme kasdmdan, fiilen ona zarar vermesi gibi bir netice lazım gelmez; keza zarar verme işi gerçekleşse bile bundan talakın vukuu lazım gelmez; çünkü sulh var­dır yahut kocanın evliliği sürdürmesine hükmedilebilir veyahut koca­nın kafasındaki bu kötü düşünceler gider ve kadına iyi davranmaya başlayabilir. Bu durumda her ne kadar ilkkasıd ayrılığı gerektirici ise de, bu gerektirme işi aynî (fiilî, zarurî) değildir.

Cevap: Hem ibadetlerde hem de âdetlerle ilgili konularda aynî muhalefetin gereğinin menedileceğinde ve onun mutlak surette bâtıl olacağında kuşku yoktur. Meselâ haddizatında meşru olması imkan dahilinde olsa bile şer'î maksatlar açısından meşru olmadığı belli olan bir yolla Allah'a kulluk izharında bulunmak sahih değildir. Böyle bir kasıt ile evlenmesi de aynı şekilde sahih olamaz. Ama aynî muhalefeti gerektirmeyen durumlara gelince —kadına zarar verme kasdı ile, ke­za caiz olduğunu kabul edenlere göre hülle nikahında olduğu gibi—hu konu üzerinde dikkate alınan iki yön vardır; çünkü kasıt her ne kadar uygun değilse de aynî muhalefet durumu ortaya çıkmamıştır. Bu du­rumda uygunluğun bulunmaması tarafı üzerinde duranlar o fiili men cihetine gitmişlerdir. Bizzat muhalefet durumunun ortaya çıkmaması üzerinde duran kimseler de o fiili men cihetine gitmemişlerdir. Bu ka­dına zarar verme kasdı ile yapılan nikah örneğinde açıkça ortaya çı­kar. Çünkü bu, aslında caiz olan nikah ile kötülükte ve yasak olan şey­de dayanışma kabilindendir. Nikahın başlıbaşına kendisine ait bir hükmü vardır ve onun sürmesi ya da ayrılığın meydana gelmesi müm­kündür. Şu kadar var ki, zarar verme kasdı ayrılığın meydana geleceği ihtimalini güçlendirmektedir. Bu kadarım dikkate alan ve men için yeterli görenler men cihetine gitmiş; dikkate almayanlar da onu caiz görmüşlerdir.

Fasıl:

Bu bahis, Sâri Teâlâ'mn hem ibadetlerle hem de âdetlerle ilgili konularda tabî maksatları bulunduğu esası üzerine kuruludur. Âdetler konusunda durum açıktır ve ilgili örnekler de geçmiş bulunu­yor. İbâdetler konusunda da aynı şey sabit bulunmaktadır.

Meselâ namazı ele alalım: Onun asıl meşruiyet sebebi Allah Teâlâ'mn huzurunda saygı ile durmak, ihlas ile ona yönelmek; O'nun huzurunda hor ve hakir olarak dikilmek; O'nu anmak suretiyle nefse kendisinin ne olduğunu hatırlatmaktır: Yüce Allah bu meyanda şöyle buyurur: "Beni anmak için namaz kıl[243] "Muhakkak ki namaz haya­sızlıktan ve fenalıktan alıkor; Allah'ı anmak ne büyük şeydir."[244]Ha­diste de: "Şüphesiz namaz kılan, Rabbi ile münacatta bulunur" [245] buyrulmuştur.                                                                                    

Sonra namazın tâbi maksatları da vardır: Çünkü namaz, çirkin ve kötü olan şeylerden alıkor; dünya meşgalelerini bir an olsun unut­maya ve böylece dinlenmeye yardım eder. Nitekim hadiste Hz. Pey-gamber'in Biîal'e "Bizi ferahlat ya Bilal!" dediği rivayet edilmiştir.[246]Keza hadiste:  "Gözümün  aydınlığı  namazda  kılındı"[247] buyrul­muştur. Namaz rızık talebine vesile kılınmıştır. Nitekim Yüce Allah: "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz sen­den rızık istemiyoruz, Sana rızık veren Biziz"[248] buyurmaktadır. Bi­razdan gelecek hadiste de bu mânâ açıklanmıştır. Namazla ihtiyaçla­rın giderilmesi amacı vardır; istihare namazı ile hacet namazı bunun için meşru kılınmıştır. Cenneti kazanmak ve cehennemden kurtul­mak amacı vardır ki, bu halis genel bir fayda olmaktadır. Namaz kıla­nın Allah'ın koruması altında olması amacı vardır: Hadiste: "Kim sabah namazını kılarsa; o Allah'ın himayesinde olur"[249]buyrulmuş­tur. En yüce mertebelere erişme amacı vardır. Yüce Allah: "Ey Pey­gamber! Geceleyin uyanıp, yalnız sana mahsus olarak fazladan na­maz kıl. Belki de Rabbin seni övülecek bir makama yükseltir"[250]bu­yurur. Yüce Allah, gece ibadeti karşılığında ona övgü makamını (ma-kam-ı mahmûd) vermiştir.

Oruçta, şeytanın dolaştığı yolları tıkamak; cennete Reyyân kapı­sından girmek; bekarlık halinde onunla harama düşmekten korun­mak gibi tali maksatlar vardır: Hadislerde şöyle gelmiştir: "Ey genç­ler! Sizden hali-vakti yerinde olanlar evlensin__Evliliğe güç yetire- '

meyenler ise oruç tutsun; çünkü oruç onun için bir siperdir[251] "Oruç bir kalkandır.[252] "Kim oruç ehlinden ise, o cennete Reyyân kapısın­dan davet edilir."Aynı şekilde diğer ibadetlerde de uhrevî faydalar  bunlar genel olmaktadır—yanında dünyevî faydalar da bulunmaktadır. Bütün bunlar aslî faydaya tâbi durumundadır. Aslî fayda, daha önce de geç­tiği gibi Allah'a itaat ve O'na tazimde bulunmaktır. Bundan sonra zik­re dilen-edilmeyen bütün faydalar aslî maksadın peşinden gelen talî maksatlar olmaktadır. Tâbi olan bu maksatlar geçen taksim doğrultu­sunda eîe alınır ve değerlendirilir; birincisi aslî maksadı teyid eden ve onu güçlendiren talî maksatlar. Genel ya da özel sevap talebinde bu­lunmak gibi. İkincisi bunun zıddı maksatlardır. Mal ve makam talebi gibi. Bu kısımdan olan amaçlar, aslî maksadı desteklemek yerine onu zayıflatır ve ortadan kalkmasını temin eder ya da hızlandırır. Üçüncü­sü, oruç ile şehveti zayıflatmak gibi olan ve hazlar bahsinde sozkonusu edilen tâbi maksatlardan bulunanlar. Bu konu üzerinde yeterince durmak uygun olur. Keza aslî maksadı teyid sonucunu gerektirmeyen ikinci kısım üzerinde, yine bunlardan aynî zıdlık doğuranlarla aynî zıdhk doğurmayanlar üzerinde iyice düşünmek yerinde olur.

Sonra burada ibadetlerle ilgili olmak üzere bir başka nokta daha var: Bu, ibadetlerle, itaatkar kul için sonuçta Allah tarafından bahşe­dilen nimetlerin ve mertebelerin talepte bulunulması açısındandır. Bunların başında da âhirette sevap alma, cennete girme ve orada yük­sek dereceler kazanma arzusu gelir. Bu arzu, insanı amele —ki onun esasını Allah'a saygı ve 0-nun büyüklüğü karşısında eğilme amacı teş­kil eder— itici bir rol oynadığı için, bu yönden icra edilen bir kulluk sa­hih olmakta ve herhangi bir şaibe içermemektedir. Çünkü bu tavırda nihaî amaç; bu nimetleri elinde bulundurana yönelmek ve O'na karşı ihlas göstermek şeklini alacaktır. Bazılarının bu amaçla yapılan kul­luk görevini bir nevi icare akdine, sahibini de kötü kula benzetmesi ye­rinde değildir. Bu nokta üzerinde daha önce durulmuştu.

Diğer taraftan, övülmek, saygı görmek ve dünyevî çıkar elde et­mek amacıyla amelde bulunması halinde, yaptığı şey riya olacaktır ve daha önce de geçtiği gibi bu gibi amellerde sebat edemeyecektir. Keza onun bu ameli asliyeti üzere olmayacaktır; zira ihlas yoktur ve yaptığı şey boşuna olacaktır. Allah için olduğu varsayılsa bile, onun bu gibi şeylerin husulüne yönelik kasdı, Allah'a olan ihlas kasdını güçlendiri­ci ve destekleyici değil; aksine ihlas duygusunu terk tarafını güçlendi­rici bir özellik arzedecektir..

Ancak ihsana muhtaç olması durumunda, onu Allah'tan isteme­lidir. Men ve sebeblerin bulunmaması nedeniyle kendisine isabet eden sıkıntı yüzünden ondan istenilir ve bu durumda ameli, insanlar gör­sün için değil mahza İhlasın gereği olur. Bunun şahinliği konusunda bir problem yoktur. Çünkü o, kulluk icrasının meşruiyet amacı olan Allah'a saygı ve O'nun huzurunda durma amacını gerektirici ve güç­lendirici bir özellik arzeder. Bunun dayanağını da Yüce Allah'ın: "Eh­line namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz; sana rızkı veren Biziz"[253] buyruğu olmaktadır. Ri­vayete göre Hz. Peygamber ehlinin Allah'ın lutfuna ve rız­kına muhtaç duruma düşmesi halinde, bu âyet gereğince onlara na­maz kılmalarını emrederdi.[254] Bu Allah için kılınan bir namazdır, ancak onunla Allah katında bulunan nimetler istenilmektedir.

İbnu'î-Arabî ve şeyhi de bu doğrultuda görüş serdetmişlerdir: Şöyle ki: Bir insanın adaletini isbat etmesi, imametinin sahih olması ye kendisine uyulması için amelini izhar etmesi durumunda; eğer o ki­şi şer'an imamet şartlarının tam olarak kendisinde bulunması ve ken^ dişinden başka o makama layık başkasının da bulunmaması sebebiyle o ameli yapmakla memur ise, bu durumda o ikisine göre o kimsenin amelini izhar etmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü o bu haliyle emro-îunduğu şeyi yapmaktadır ve o zahir ibadetler ibadetin aslî meşruiyet sebebini zedelemezler. Ama (şer'an yukarda geçen şartlardan birini bulundurmaması sebebiyle memur olmayıp) insanlar katanda adaleti­nin sübut bulmasını ya da imamlık yapmayı vb. kasdeden kimsenin durumu farklıdır. Çünkü bu durum korku vericidir ve bu amel devam­lılık gerektirmez; çünkü onda ibadet yoluyla insanlardan makam ve saygı talebinde, bulunma vardır.

Burada üzerinde durulacak noktalardan biri de, velilik derecesi­ne ya da ilim ve benzeri bir makama nail olmak üzere uzlete çekilme ve kendisini ibadete verme hususudur. Bu konuda da iki durum[255] bulun­maktadır: Caiz olan yönün delili[256] "Bizi Allah'a karşı gelmekten sakı­nanlara önder yap"[257]âyeti ve mü'minin hurmaya benzetildiği belirti­len hadistir. Bu hadiste Hz. Ömer, ("Cevabın hurma olduğu aklıma geldi ama söylemedim" diyen oğluna): "O cevabı vermiş olman; bana şundan şundan daha sevimli olurdu" demiştir. Utbiyye'ye bakınız. Bu konuda mevcut bulunan İmam Mâlik ile şeyhi arasındaki İhtilafın bu iki noktaya indirgendiği kanaatindeyim.

Bu türden problem arzeden hususlardan biri de, insanın kendisi­ni ibadete vermesi suretiyle herşeyden soyutlanması, ruhlar alemine muttali olması, melekleri görmesi, harikuladelikler elde etmesi, kera­met sahibi olması, garib ilimlere ve manevî alemlere vakıf olması vb. gibi amaçlarla kullukta bulunmasıdır.

Böyle bir davranış için şöyle demek mümkündür: Kulluk icrasıy-îa böyle bir kasıtta bulunmak caizdir; çünkü sonuç itibarıyla velayet derecesine ulaşmak, Allah'ın seçkin kullarından olmak, insanlar içide seçkin bir yer edinmek anlamına gelir. Bu ise talep edilmesi sahih birşeydir ve şeriatta bu amaca yükselmek için çalışmak meşru bulun­maktadır. Bundan Önce geçen deliller, bu kısmın da caizliğini ortaya kor; aralarında bir fark yoktur.

Şöyle de denilebilir: Bunlar bir önce geçen tarzdan değildir. Çün­kü bunlar, gayb ilmi hakkında düzmecede bulunma girişimidir ve Al­lah'a yapılan ibadeti bu tür şeylere bir araç kılma da durumun veha-metini artırmaktadır. Bu haliyle o, bir an evvel Allah'a ibadetten kop­maya namzet gözükmektedir. Çünkü bu kasdın sahibi bir açıdan Yüce Allah'ın: "İnsanlar- içerisinde Allah 'a bir yar kenarındaymış gibi kul­luk edenler vardır. Onlara bir iyilik gelirse yatışır, başlarına bir bela gelirseyüz üstü dönerler.[258] buyruğu altına girmektedir. Bu tipler de aynıdır; eğer arzuladığı şeye ulaşırsa sevinir ve yaptığı ibadetler­den kasdı da o olur; bunun neticesinde o talepte bulunup da ulaştığı şey gittikçe nefsinde güç kazanır; ibadet duygusu ise zayıflar. Eğer maksadına ulaşamaz ise, o zaman da ibadetleri bir tarafa atar; belki de Allah Teâlâ'nm salih kullar için vermekte olduğu bu amellerin so­nuçlarını yalanlamaya bile kalkar. Rivayete göre birisi: "Kim kırk sa­bah Allah için ihlaslı olursa; hikmet pınarları onun kalbinde ve dilin­de dökülmeye başlar"[259] hadisini işitmiş ve hikmet elde etmek için bu işi yapmaya kalkmış, fakat bir türlü hikmet kapısı kendisine açılma­mış. Bu olay fazilet sahibi birisine ulaştığında şöyle demiştir: "O kimse hikmet için ihlasta bulunmuştur; Allah için ihlasta bulunmamıştır." Benzeri diğer durumlarda da hüküm aynı olacaktır. Bu tür şeyleri ta­lepte bulunmaya delalet edecek bir delilin bulunduğunu bilmiyorum. Kaldı ki bunların aksini gösteren deliller bulunmaktadır. Çünkü yü­kümlülüklerle ilgisi bulunmayan ve gaybla ilgili bulunan şeylerin elde edilmesi bizden istenilmemekte ve onları elde etmek için bir teşvik de yapılmamaktadır. Tefsir kitaplarında anlatıldığına göre adamın biri Hz. Peygamber'e "Hilale ne oluyor ki, iplikgibiincecikgö­züküyor, sonra gittikçe büyüyor ve dolunay halini alıyor, sonra da ilk halini alıyor? diye sorar. Bunun üzerine: "Ey Muhammedi Sana hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür. Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir"[260] âyeti iner. Yüce Allah bu âyette, bu soruyu, bir nevi eve kapı varken arkasından girme gibi telakki eder. Çünkü o, soruyla öğrenilmesi istenilmeyen birşeyi istemekteydi.

İtiraz: Allah'ı, sıfatlarını ve fiillerini bilmek onun eserlerini bil­mek ölçüsündedir. Manevî âlemler de onun eserlerindendir. Harikuladelikler nefsi takviye eder ve Alah'a dair olan bilgi derecesini yüksel­tir.

Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü şer'an ilim, sadece amel için istenilmiştir. Nitekim bu konu mukaddimeler bahsinde geçmiştir. Şühûd âleminde bulunanlar bu konuda yeterli hatta ihtiyacın üzerin­dedir. Fazlası boşunadır. Öbür taraftan bu, İbrahim'in: "Rabhim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster" [261]dediği gibi kısmen istenilir olsa da buna çeşitli açılardan cevap verilecektir.

(1)

Dua ile harikuladelikler talebi, dua ile ilim için basiretin açılması talebi yerinde isteklerdir.[262]Asıl tartışma konusu Allah'a kulluğa baş­layan ve bununla harikuladelikler elde etmeyi amaçlayan kimse hak­kındadır. Dua kapısı, hem dünya hem de ahire ti e ilgili konularda —eğer bir masiyet içermiyorsa— şer'an açıktır. İbadetten kasıt ancak ve ancak Allah'a yönelmek ve ona ihlas ile amel etmek, huzurunda hu­şu ile durmaktır ve asla ortaklık kabul etmez. Âhirette ecir ve sevap talebi eğer Allah için ihlas ile amel etme esas maksadını teyid etme­seydi, o zaman ibadetler işlenirken onlara yönelik bir amaç bulundu­rulması caiz olmazdı. Kaldı ki erbab-ı halden pek çoğu böyle bir amacı asla bulundurmazlar. Bu durumda her ikisi yani dua ederek harikula­delikler talebinde bulunma ile harikuladelikler elde etmekiçin ibadet­te bulunma nasıl birbirine denk tutulabilir? Aralarında düşünen kim­seler için ne kadar fark vardır.

(2)

Şayet biz bütün bunların hepsine[263] delil olarak kullanabileceği­miz malzeme bulamasak bile şühûd âleminden gayb âlemine intikal konusunda haklı mazeretimiz bulunur. Nasıl olmasın ki?! Şühûd âleminde mevcut Öyle acaiblikler, tuhaflıklar vardır ki, bunların elde edilmesi yakın, gözlenmesi kolaydır; buna rağmen zaman durdukça onlar baki kalacaklardır ve bunlarla ilgili bilgilerin yüzdebirine dahi ulaşılamayacaktır. Aklı başında bir kimse en basit bir âyete, en hor gö­rülen bir yaratığa[264] bakacak olsa. Yaratıcının onlar içerisine yerleş­tirmiş olduğu acaiblikler ve hikmetler üzerinde düşünecek olsahayre-te düşer ve onları kavramaktan aciz olduğunu itiraf eder. Yüce Allah da yüce kitabında işte bu noktaya dikkat çekmiş bulunmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimalini düşünmüyorlar mî?[265]; "Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yük-. seltüdiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı ?.[266] "Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süsle­mişiz, bir bakmazlar mı ? Onda hiçbir çatlak da yoktur.[267] Malum­dur ki, Yüce Allah, onlar için perdelenen şeyler üzerinde düşünmeleri­ni emretmemi ştir ve onların bu gibi şeylere ancak harikuladelikler yo­luyla vakıf olabilecekleri de aşikardır, Çünkü âyetler nadiren de olsa ulaşılması mümkün olan şeyler üzerine dikkat çekmektedir. Melekle­rin ve gayb âlemlerinin zikredildiği âyetler üzerinde durulduğu za­man, onların, üzerinde düşünülmesi istenilen şeylerden olmadığı, on­lara ve onların zat ve hakikatlarına vakıf olunmasının istenmediği gö­rülecektir. Bu ayırım, gaybî âlemler üzerinde şer'an düşünme talebi­nin bulunmadığına dair delil olarak yeterli olmaktadır. Şer'an talep bulunmadığına göre, onların istenilmesi de uygun olmayacaktır.

(3)

Bu Özel isteğin arkasında felsefî bir düşünce yatmaktadır. Çünkü nefsin soyutlanması ve duyular âleminin ötesinde yer alan âlemlere muttali olma çabalan antik filozoflar (mütekaddim hukemâ) ve ehil olsun olmasın derin araştırmalara dalan felsefecilerden nakledilmiş­tir. Bu yüzden onlar, bu gibi bilgilere ulaşabilmek için şerîat-ı Muh amme dîye de yeri bulunmayan meselâ sadece bitki türleriyle bes­lenip canlı veya canlılardan elde edilen ürünleri yememek gibi özel ri­yazet şekilleri ortaya koymuşlardır. Bunların ileri sürdükleri bu gibi şartlar hakkında ne şeriatta bir dayanak, ne de selef-i sâlihînden bir örnek, ne de bir açıklama bulunmamaktadır. Nitekim dünyadan so­yutlanma ve manevî alemlere dalma ve bunlarla bağlantılı olan diğer haller gibi şeyler de onlardan nakledilmiş değildir.-Dolayısıyla bu du­rum, onların istenilmemiş olduğu konusunda yeterli bir delildir. Konuya Allah'ın izniyle ileride de temas edilecektir.

(4)

Gayb âlemi ile ilgili manevîhaller ve gaybî acaibliklere vakıf olma talebi, duyular âleminde bizim için ırak olan ülkeler ve şehirler gibi yerlere, toprak altında bulunan şeylere vakıf olmamız talebi gibidir. Çünkü bunların hepsi, Allah'ın eserlerinden olmaktadır. Nasıl ki, meselâ Endülüslü birinin Bağdad, Horasan ve en uzak Çin ülkelerine muttali olma kasdıyla Allah'a kulluk icrasında bulunması caizdir de­mlemezse, duyular âlemi ile ilgili olmayan gaybî şeylere muttali olma kasdı ile kullukta bulunma konusunda da durum aynı olmalıdır.

(5)

Bir an için bunun caiz olduğu farzedilecek olsa, o zaman bu pek çok engellerle ve yol vermeyecek manialarla kuşatılmış olacak ve bun­lar insan ile amacı arasına girecektir. Onlar (engeller) ancak birer de­nemedir ve Yüce Allah nasıl davrandıklarını ortaya çıkarmak için on­larla kulları dener. İnsan bu gibi şeylerin maslahat tarafı ile, sahibine arız olacak mefsedet tarafını tarttığı zaman; mefsedet tarafının daha ağır bastığını görecektir. Bu durumda, onların talep edilmiş olması ta­rafı hafif kalmış (mercûh) olacaktır. Bu yüzden, sûfiyyeden tahkik er­babı olan kimseler onların talebine meyletmemişler ve ibadetlerine herhangi bir şaibenin karışmasına asla razı olmamışlardır. Hatta ba­zıları bu konuda aşırı gitmiş ve sevap amacıyla ibadet etmeyi bile bir icare akdine benzetmişlerdir. Engellerin en güçlüsü de, konum itiba­rıyla tam ihlas gerektiren namaz, oruç, zikir vb. gibi ibadetlerle bu tür şeylerin talepte bulunulmasıdır. Bu zikredilenler karşılığında haz ta­lebinde bulunmak uygun değildir. Manevî âlemlerle ilgili bilgi talebin­de bulunan kimse ya bunu Allah ve Rasûlünün emri olduğu için yap­maktadır. Bu ihtimal doğru değildir; çünkü böyle bir emir yoktur. Ya da kendi türünden hiçbir kimsenin bilmediği şeylere vakıf olma tutku­sundan dolayı yapmaktadır. Bu durumda onun hali, uzak ülkeler gör­mek ve yeryüzünün acaibliklerini müşahade etmek amacıyla asla başka bir amaç taşımaksızın yolculuk yapan bir kimsenin haline benzer. Bu ise katkısız nefsânî bir hazdır ve asla ibadet anlamı taşı­maz. Kısaca bu gibi şeyler, esasta ibadetlerin konuluş amacı olan kat­kısız kulluk görevinin gerçekleşmesi maksadını desteklemez.

İtiraz: Seleften bazılarına unutmamanın ilacı sorulmuş da, o gü­nahları terketmektir, diye cevap vermiştir. Meşhur bir kaide de derki, tâattâati destekler ve hay ir hayırdan başka bir şey getirmez. Nitekim hadiste de böyle gelmiştir.[268]Aynı şekilde şer de serden başka birşey getirmez. Şimdi, acaba bir insan hayra ulaşmak için hayır yapamaz mı? Eğer bu soruya hayır dersen, bu kaidenin aksine olmuş olur. Yok evet dersen, o zaman da esas olarak koymuş olduğun şeye muhalefet etmiş olursun.                                                                                       

Cevap: Bu ayrı birşey. Çünkü insan bazen meselâ falan hayır işi­ne ulaşmasına engel olan şeyin bir şer işi olduğunu bilebilir ve sevap alacağı o hayır a ulaşabilmek için o şerri terkeder. Veyahut da bir hayır işinin kendisini başka bir hayır işine ulaştıracağını bilir ve o hayır işi işler. Bu tâate tâatle yardımcı olmaktır ve bundahevhangi bir problem de bulunmamaktadır. Yüce Allah bu meyanda şöyle buyurur; "Sabır ve namaz ile yardım talebinde bulununuz[269] "İyilik ve takva üzere yardımlasınız."[270] Ezber (unutkanlığa düşmeme) meselesi bu kabil­dendir. Üzerinde durulan konu ise, tâat ile nefsânî bir haz talebinde bulunma anlamına gelmektedir. Böyle bir maksadın bulunduğu yerde amelin ihlastan uzak olması son derece normal bir haldir.

Buraya kadar arzedilenleri özetleyecek olursak şöyle diyebiliriz: Tâbi maksatlardan bir kısmı vardır ki ibadetten gözetilen aslî maksa­dı güçlendirmekte ve ona yardımcı olmaktadır; ihlası zedeleyici de de­ğildir. İşte bunlar caiz ve makbul olan tâbi (talî) maksatlar olmakta­dır. Böyle olmayanlar ise eaîz olmayacaklardır.

Aslî maksatlara tâbi olan maksatlar üç kısımdır:

(1) Aslî maksatların teyidini ve onların s ağlaml aştırılma sı m ge­rektiren, onların gerçekleştirilmesine yönelik arzu ve rağbeti uyandıran kısım. Meşru bir sebeble bunların gerçekleştiril­mesine yönelik bir kasıt bulundurmak Şâri'in kasdina uy­gundur ve dolayısıyla sahihtir.

(2) Bizzat onların ortadan kalkmasını gerektiren tâbi maksat­lar.[271]Bunlara yönelik kasıt bulundurmanın aynen Şâri'in kasdina muhalefet olduğu konusunda da herhangi bir prob­lem bulunmamaktadır. Dolayısıyla ittifakla bunların vücuda getirilmesine yönelik sebeblere başvurmak da sahih olmaya­caktır.

(3) Tekit ve teyid ya da bir bağ gerektirmeyen, ancak aslî mak­satları bizzat ortadan da kaldırmayan kısım. Bu gibi maksat­ların bulundurulması âdetler konusunda sahih, fakat iba­detler konusunda sahih değildir.[272] İbadetlerde sahih olma­dığı açıktır. Âdetlerle ilgili konularda sahih olmasına gelince; sebebiyet verdikten sonra rabt ve sağlama almanın meydana gelmesi caiz olduğu içindir. Bu konuda ihtilafın olması

mümkündür: Çünkü şöyle denilebilir: Aslî maksadın teyid ve tekidini gerektirmediğine göre, ki Şâri'in kasdı tekit ol­maktadır bu sebebiyet verme Şâri'in maksadına uygun ol­maz; dolayısıyla da sahih olmaz. Şöyle de denilebilir: Onun Şâri'in kasdina uygun olmadığım söylemek doğru olabileceği gibi, muhalif olmadığını söylemek de doğru olur. Zira o Şâri'in koymayı amaçladığı şeyi kesin olarak kaldırmayı kas­tetmemi ştir. O sebebiyet verme sırasında kendisi ile birlikte Şâri'in maksadının da husule gelebileceği bir durumu kas­tetmiştir. Şeriatta da sebebiyet vermenin kaldırılmasına yonelik hususların bulunması bunu teyid eder. Bu meyanda ilk bakışta Şâri'in kasdina ters düştüğü intibaını veren şeyler meşru kılınmıştır. Meselâ, nikahın ortadan kaldırılması için talak; alış-veriş akdinin ortadan kaldırılması için ikâle ko­nulmuş; kısasta af meşru kılınmış; azle[273]ruhsat verilmiştir. Çünkü bunlar Şâri'in maksadına aynî olarak muhalif değil­lerdir. Nikahla sadece şehvetini gidermeyi kastetmesi ve Şâri'in nikahtan gözettiği aslî üreme maksadını gözetmeme­si de bunun benzeri olmaktadır.[274] Bu daha Önce de geçtiği si-bi Şâri'in kasdina muhalefet olmamaktadır. Verilen diğe"r ör­neklerde de durum aynı olacaktır.

Şâri'inkasdmamutlak surette muhalif olan kimsenin durumu bu kısımdan[275]değildir. Bu birşeyi elde etmek için hiîe yollarına başvur­mak oluyor. Ancak burada sözü edilen hilenin, ardında bulunan şeye ulaşmaktan başka şer'an dikkate alınacak birşey içermeyecek ve abes (boş) denilecek bir şekilde gerçekleşmiş olması gerekiyor. Amacına ! ulaşmasıyla da sebebiyet verdiği şey ortadan kalkıyor[276] ve asıl mak­sat ihlale uğruyor. Bu da ancak, aslî sebebiyet vermenin şer'an sakat olmasındandır. Ama aslî maksadın bozulmaması veya temelinden bo­zuk olmaması mümkün ise,[277] o zaman bir açıdan şer'î maksada muha­lif düşmemektedir ki, bu konu içtihada açıktır. Sebebiyet vermeye ya­sağın eşlik etmesi durumu[278] da ictihad mahalli olarak kalmaktadır. Daha Önce bu konu üzerinde söz edilmişti. Allah'u a'lem!

Dördüncü Yön: Şâri'in maksadının öğrenilebileceği yollardan biri de gerektiriri sebebin (esbâb-ı mucibe) bulunnıasmarağmen sebe­biyet vermenin (tesebbüb) meşru kılınması[279]ya da amellerin şenli­ğinin[280]belirtilmesi konusunda sükût geçilmesidir. Şöyle ki: Şâri'in hükmü belirlemeden sükût geçmesi iki şekilde olur;

Esbâb-ı mûcibesi bulunmadığı için sükût geçmiş olabilir. 'Neva­zil* denilen Hz. Peygamber devrinde bulunmadığı halde da­ha sonra ortaya çıkan olaylarla ilgili hükümler hakkındaki sükût gibi. Bu olaylar o zaman yoktu ve dolayısıyla var olduğu halde haklarında Şâri'ce sükût geçilmiş değildi. Daha sonra ortaya çıktı ve bunlar karşı­sında bulunan şeriat âlimleri bunlar üzerinde düşünmej'e ve külli kaide ve genel esaslar doğrultusunda onlara hukukî yapılar kazandır­maya ihtiyaç gösterdiler. Selef-i sâlihînin ortaya koj'muş oldukları şeyler işte bu kabilden olmaktadır. Meselâ Kur'ân'm mushaf haline getirilmesi, ilimlerin tedvin edilmesi, zenâatkârlara tazmin sorumluluğu getirilmesi[281] vb. gibi Hz. Peygamber zamanında ismi geçmeyen, onun zamanının olaylarından olmayan, onlarla amel için esbab-ı mûcibesi henüz bulunmayan olaylarda olduğu gibi. Bu gibi meselelerin şer'an konulmuş olan esaslar doğrultusunda yerlerini alacağı ve hukukî yapı kazanacakları konusunda bir problem yoktur. Bunlarda gözetilen şer'î kaaıd daha önce belirtilen yollardan anlaşıl­mış olacaktır.[282]

(b)

Esbâb-ı mûcibesi varken sükût geçme: Hükmü gerektirici sebeb bulunmakta, buna rağmen olayın meydana gelmesi sırasında daha Önce bulunan hükme ilave olarak yeni bir hüküm belirtilmemektedir. Bu kısımdan olan sükût, o konudaki hükmün artırılmam ası ya da ek-siltilmemesi hususunda nass gibi kabul edilmektedir. Çünkü amelî hükmün konulması için esbâb-ı mucibe varken konulmaması, o anda bulunan kısım üzerine ilavede bulunmanın bir fazlalık ve bidat olduğu ve Şâri'in kasdma muhalif bulunduğu konusunda sarih olacaktır.

Zira onun kasdmdan, ilgili konuda belirlenen sınırda durulmasının istendiği, ne ziyade ne de noksanlığa gidilmemesinin istenmediği anlaşılacaktır.

Buna örnek olarak Mâliki mezhebinde şükür secdesinin hükmü­nü verebiliriz. Utbiyye'de Eşheb ve İbn Nâfi'den nakille yer alan mese­le şöyle: İmam Mâlik'e şöyle bir soru soruldu: "Bir adama sevineceği bir haber gelir ve o sevincinden Allah'a şükür secdesinde bulunur. Bu secdenin hükmü nedir?" O şöyle cevap verir: "Onu yapmaz. Daha önce geçen insanların uygulamasında böyle birşey yoktur." Kendisine: "Anlattıklarına göre Hz. Ebu Bekir, Yemâme gününde Allah'a şükür secdesinde bulunmuştur. Bunu işitmedin mi?" dediklerinde: "Ben onu işitmedim. Ben o sözün Ebu Bekir'e isnad edilen bir yalan olduğu ka­naatindeyim. Kişinin birşey işitip de sonra'Bu aksini işitmediğim bir-şeydir' demesi bir tür sapıklıktır" der Onlar: "Biz bunu sadece senin görüşünü öğrenmek ve onunla o haberi reddetmek için soruyoruz" de­diler. Şöyle cevap verdi: "Sana benden İşitmediğin bir başka şey daha söyleyeceğim: Hz. Peygamber'e ve ondan sonra da diğer müslümanla-ra Allah fetihler nasip etmiştir. Onlardan hiçbirisinin böyle birşey [4ii] yaptığını işittin mi? İnsanlar arasında ve onîar üzerinde cereyan eden olaylar hakkında bir mesele ile karşılaşmış ve o konuda onlardan hiç­bir şey işitmemişsen; senin yapacağın da bu olmalı. Çünkü eğer onla­rın konuyla ilgili bir hükümleri olsaydı mutlaka zîkredilirdi. Zira da­ha önce geçen insanların durumlarını ilgilendiren bir konudur. Şimdi şükür secdesi konusunda sen onlardan hiçbirisinin secde yaptığını işittin mi? Bu bir icmâdır. Sana bilmediğin bir durum gelirse onu bı­rak." Rivayetin tamamı böyle. Rivayet onun hem soru hem de cevap takdirinde bulunduğunu gösteriyor.

Problemin izahı şöyle: Meselâ bid'atler konusunda şöyle denile­cektir:'Onlar, Şâri'in yapılması hakkında sükût ettiği şeyin işlenmesi­dir veya işlenmesine izin verdiği şeyin terkedilmesidir ya da bunun dı­şında başka bir durumdur.' Birincisine örnekler: Yapılmasına dair bir delil olmaması sebebiyle İmam Malik'e göre şükür secdesi, namazla­rın arkasında toplu olarak dua etme, Arafat dışında diğer yerlerde ara-fe gününde ikindiden sonra dua için bir araya toplanma. İkincisine Ör­nek: Konuşmamak suretiyle oruç tutma, belirli şeyleri yememe sure­tiyle riyazette bulunma. Üçüncüsüne Örnek: Zıhar keffâretinde köle azad etme imkanı bulunan kimsenin peşi peşine iki ay oruç tutmayı üstlenmesi.

Bu üçüncüsü şer'î nassa muhalif olmaktadır; dolayısıyla asla sa­hih olamaz. Onun çirkin bir bidat olduğu açıktır.

İlk iki kısma gelince, ki bunlar aslında Sâri' Teâlâ'nın yapılma­sı ya da terkedilmesi hakkında sükût geçtiği şeylerin işlenmesi ya da terkedilmesi olmaktadır— bunların Şâri'in kasdma muhalefetleri ya da onların meşru-olan şeylere muhalif olduğu nereden bilinmektedir?Onlar meşru ile birlikte aynı mahalde varid olmuş değillerdir. Bilakis onlar mahiyet bakımından mesâlih-i mürsele[283] gibidirler. Bidatler, ehlinin iddiada bulunduğu maslahatlardan dolayı ihdas edilmişlerdir ve onlar bidatlerin ne Şâri'in kasdına ne de amellerin konuluş şekline muhalif olmadığını iddia etmektedirler. Kasda muhalif olmadığı bilfarz[284] kabul edilmekte; fiile gelince, Sâri Teâlâ, bu ihdas edilen amelle çelişme durumunda olan ne bir fiil emretmiş, ne de bidatçinin işlemiş olduğu şeyle çelişen bir terk talebinde bulunmuştur. Namazın terki ve içki içilmesi gibi. Aksine işin hakikati şudur: İhdas edilen şey, Sâri* katında-sükût geçilmiş birşeydir. Hakkında Şâri'ce sükûtgeçilen şeyin yapılması ya da terkedilmesi durumunda muhalefet gerekmez. Onun zıddına Şâri'e aitbirkasdm bulunduğunu da ifade etmez.[285]' Du­rum böyle olunca biz o şeyin içerdiği maslahat üzerinde dururuz: On­lar içerisinde maslahat bulduklarımızı 'mesâlih-i mürsele' prensibini harekete geçirerek kabul; nıefsedet bulduklarımızı da yine aynı pren­sipten hareketle terkederiz. Kısaca: Mânâ bakımından[286]kötülenmesi gerektiği farzedilen ihdas edilmiş şeylerle, övgü ile karşılanan ihdas edilmiş şeyler eşittir. Bu durumda övgü ya da yergiye Özel olarak dela­let eden bir nass yok iken şunun övgüye, ötekinin de yergiye maruz kalması nasıl izah edilecektir?

Cevap, İmam Mâlik'in zikrettiğidir. Burada esbâb-ı mucibe var­ken fiilden ya da terkten söz edilmemesi, sükût geçenin o konuda bir ziyadeye gidilmemesine dair azminin olduğunu gösterir. Sükûttan amaç budur. İbn Rüşd şöyle der: Bu konunun izahı şöyle olmalı: O (Mâ­lik) onu (yani şükür secdesini) ne farz ne de nafile olarak dinde meşru kılınmış şeylerden görmedi. Çünkü Hz. Peygamber onu ne emretmiş ne de uygulamıştır. Onun iyi birşey olduğuna dair müslü-manlar icnıa da etmemişlerdir. Serî hükümler, ancak bu yollardan biri

ile sabitolur. O devamla şöyle der:'Onu ne Rasûlullah,nede ondan sonra geîen müslümanlar yapmamışlardır; eğer yapsalardı mutlaka nakledilirdi' şeklindeki delil getirme şekli yerindedir. Çünkü müslümanlarm tebliğ ile memur iken, şer'î konulardan birinin nak­linin terkini doğuracak bir durum içerisine girmeleri mümkün değil­dir. Bu temel esaslardan biridir. Sebze ve baklagillerden zekatın düşü­rülmesi bu esasa dayanır. Halbuki Hz. Peygamber'in "Gö­ğün ve pınarların suladığında; su istemeden yetişen ürünlerde onda bir vardır. Masraflı yapılan sulamalarda yirmide bir vardır"[287] hadi­sinin genel kapsamı içerisine onlar da girmektedir. Ancak bu konuda Hz. Peygamber'den bu ürünlerden zekat aldığına dair bir naklin bu­lunmaması, onlara zekatın gerekmeyeceğini ifade eden bir sünnet (nass) gibi kabul edilmektedir. Aynı şekilde şükür secdesi konusunda Hz. Peygamber'den [birşeyin nakledilmemiş olması (naklin terki) da, şükür secdesi bulunmadığına dair bir sünnet gibi kabul edi­lir. İbn Rüşd, sonra İmanı Şafiî'nin muhalefetini ve görüşlerini nakle­der.

İmam Mâlik'le naklettiğimiz meseleden maksadımız, onun yolu­nu, meseleye yaklaşımını ve onun bidat oluşunun anlamını açıklama­sını ortaya koymaktır. Yoksa onun mutlak surette bidat olduğunu söy­lemek değildir.[288]                                                                                   

Hülle nikahının haramlığı ve onun kötü bir bidat olduğu ko­nusunda da bazıları aynı yolu izlemişlerdir. Şöyle ki: Hz. Peygamber zamanında eşlerin birbirlerine tekrar dönmelerini sağlamak için hülle nikahına cevaz vermek suretiyle hafifletme ve ruhsat tanı­mayı gerektiren gerekçe mevcuttu. Rifâa'nın karısının kocasına tek­rar dönme konusundaki ısrarlı talebine rağmen böyle birşey meşru kı-lmmadığma göre, bu hülle nikahının ne onun için ne de başkaları için meşru olmadığını gösterir. Bu yerinde bir esastır ve dikkate alınması durumunda bidatlerle bidat olmayanlar arasındaki fark ortaya çıka­caktır ve esbab-ı mucibe varken teşrîe gidilmemesi, Sâri' Teâlâ'nın maksadının o konuda mevcut üzerine bir ziyadeye gidilmemesi oldu­ğunu gösteren bir delil olacaktır. Zâid bir fazlalık olduğuna göre, onun Şâri'in kasdına muhalif olduğu ortaya çıkacak ve dolay ısıyla o şey bâtıl

olacaktır. [289]



[1] Kul hakkı ağır basan âdetler bahsinde de geçtiği gibi bunlar niyetle ibâdet haline dönüşmektedir. Niyet unsuru bulunmadığı zaman ise ibadet olmak­tan çıkmaktadır. Meselâ mubah olan fiillerin işlenmesi gibi. Bunlar sırf veri­len izin ya da nefsin hazzı açısından işlendikleri zaman sıradan âdet olma özelliğini öte aşamazlar. Aynı şekilde namaz ve diğer ibadetler eğer Allah'ın emrine uyma amacıyla işlenirse ibâdet olurlar; ama riya ya da makam ve mevki elde etme niyetiyle yapılırsa o zaman da masiyet halini alırlar.

[2] Beyyine 98/5.

[3] Zümer39/2.

[4] Nahl 16/106.

[5] Tevbe9/54.

[6] Bakara 2/231.

[7] Nisa 4/12.

[8] Âl-imrân3/28.

[9] Daha önce geçti. bkz. [1/298],

[10] Hz.Peygamber'e (as) sorarlar: "Ya Rasûlallah! Bir adam vardır kahramanlık için savaşır, bir diğeri soy-sop için savaşır. Bir üçüncüsü de gösteriş İçin sava­şır. Bunların hangisi Allah yolundadır?" Karşılık olarak Hz. Peygamber yu­karıdaki cevabını verir. bkz. Buhari, Tevhîd, 28; Müslim, İmâre, 150; İbn Mâce, Cihâd, 13; Tirmizî, Fedâiîu'l-cihâd, 16; Ahmed, 4/297.

[11] Müslim, Zühd, 46.

[12] Kehf l8/110.

[13] Yani niyetin helal ve haram konusunda da etkisi bulunmaktadır.

[14] Yani ya zorlamada teselsül lazım gelecek ya da zorlama helli bir yerde dura­caktır ve buna rağmen Şâri'in fiilden beklediği imtisal (emre uyma) amacı gerçekleşmemiş olacaktır. Bu durumda meydana gelen zorlama Şâri'in ama­cını gerçekleşti rmeyen bir abes (beyhude şey) olacaktır. Şâri'i n beyhude şey­lerle uğraşması muhaldir. Nitekim teselsül de haddizatında muhal olmakta­dır. Şu halde geriye zor altında işlenilen bu amelin niyet olmaksızın sahih ve Şâri'in amacı m gerçekleştirmiş olması şıkkı kaim akladır vı; dolayısıyla iddia edilen tez doğruluğunu yitirmektedir.

[15] Ebu Davud, Talâk, 9. Eleşliriye konu olan hadis, Hafız tarafından hasen ola­rak nitelenmiştir.

İfi. Şevkânî hu anlamda bazı rivayetlere yer verm İştir. Abdurrezzak hu sözü.Hz. Âli'den, Hz. Ömer'den ve Hz. ebu Zer'den mevkuf olarak rivayet etmiştir. îs-nadmda inkıta (kopukluk) vardır.

[16] Bu görüş zayıf da olsa, meselenin desteklenmesi için yeterlidir.

[17] Niyetin atıldığı (rafd) zamana isabet eden kısım ibadet niyetinden hali ol­maktadır. Aynı şekilde kıldığı iki rekatta da farziyete niyet etmemiştir. Nafile niyeti ise ona göre farz niyeti yerine geçmemektedir.

[18] Allah'a ulaşmak için yapılan tefekkür olmaktadır. Bu ilâhî marifete ulaştı­ran bir ameldir. Bu mümkündür ve dolayısıyla kendisine teklif hükmü taal­luk edecektir. Ancak bu tefekkürde, emre uymuş (imtisal) olma kasdının bu­lunması mümkün değildir. Çünkü emre uyma kasdının olabilmesi için önce bu tefekkürle mutlaka Ailah'm bilinmiş olması gerekmektedir. Dolayısıyla ilk tefekkürde kasdm bulunması mümkün değildir. Mümkün olmadığı için de hitap konusu olmayacaktır.

[19] Yani butlan bahsinde geçtiği gibi bâtıl kelimesinin ikinci mânâsı olan 'üzeri­ne âhirette sevap terettüp etmemesi' anlamında bâtıl olur.

[20]  Oruca niyet konusunda Hanefî mezhebi şöyledir: Ramazan orucu, muayyen nezir orucu gibi vakti belirti olan oruçlar için niyetin geceden yapılması ve şu oruca diye belirlenmesi şart değildir. Dolayısıyla meselâ Ramazan'da kazaya kalan başka bir Ramazan orucunu tutmaya veya adak orıtcu tutmak  için belirlediği günde Ramazan orucunun kazasına ya da nafile oruçtutmay a niyet etse, bu niyetlerine itibar edilmez ve o oruçlar Ram azan y a da muayyen nezir orucu olarak sahih olurlar. Çünkü oruç, o vakitte tutulması gereken oruca hamledilir ve sahih olur.

[21] Mehirsiz değiş tokuş suretiyle yapılan nikaha şigâr nikahı denir. îki kişinin birbirlerine mehirsiz olarak kızkardeşlerini nikah etmeleri gibi. (Ç)

[22] Metinde olumsuz olmakla birlikte, sözün akışını ve Nâşir'in de dipnotunu dikkate alarak olumlu tercüme ettik. 'Akdİn sahih olmasını gerektiren şekli kasdetnıiş olmasalar da' şeklinde asla sadık kalarak tercüme etmek de müm­kündür. (Ç)

[23] Hanefî mezhebine göre, iki velî, kızlardan her birinin milk-i müt'ası diğeri­nin mehri olacaktır şeklinde tasrihte bulunsalarve kızları karşılıklı olarak nikahlanna alsalar (mehirsiz değiş-tokuş), akit sahih oiur ve kızlardan her birine emsal mehir gerekir. Çünkü Hanefi'lere göre, mehir yoktur diye meh-rin tümden reddedilmesi durumunda dahi akdedilen nikah sahih olmakta ve kadına emsal mehir gerekmektedir. Dolayısıyla şigâr nikâhı Ebu Hanife'ye göre mehrin reddi anlamına gelir. Bunu şöyle izah etmek mümkün: Şigâr ni­kahında bulunanlar şer'î olmayan bir akdi kasdetmişîerdir; buna rağmen akit bâtıl olmamıştır. Çünkü akdi şer'î bir hakikate hamletmekte ve bunun neticesinde de akit sahih olmakta ve kadına da emsal mehir gerekmektedir. Bu durumda ileri sürülen şart bâtıl olmaktadır.

[24] Sebeb, sözü edilen tasarruflarda sadece sözü söylemekten ibarettir.

[25] Müellif bu sözü ile, o sözden doğacak müsebbebin yani talak, azad... ve ben­zerlerinin meydana gelmesini kastetmemiştir, demeyi kastediyorsa, az önce izah edildiği üzere bu yerinde değildir. Yok iafizla o lafzın konulduğu mânâyı kastetmemiştir, demeyi kastediyorsa bu da açık değildir. Lafızla, şakaya ni­yet etmesi, kendisini o lafzın mânâsını anlamış olmaktan çıkarmaz. Olsa ol­sa gayr-ı ciddi bir tasarrufta (hezl) bulunan kimse, müsebbebin meydan a gel­memesini kastetmiş olabilir. Bu kasdm da bir önemi yoktur.

[26] Bu gibi meseleleler nesep, hürriyet, yükümlülükler gibi çok önemli konular­da büyük etkileri olan tasarruflarda. Dolayısıyla Sâri' onların korunması noktasında titizlik göstermiş ve zahir sebeplerinin bulunması durumunda hükümlerinin üzerine terettüp edeceğini bildirmiştir. Bu gibi tasarruflarda ciddiyetsizlik, şaka gibi yorumlar dikkate alınmamıştır. Çünkü bunlar gizli işlerdir ve bilinemezler. Dolayısıyla gerçekleştirilen .sebebler ciddî olarak işlenmiş kabul edilir. Aksi takdirde geniş bir fesat kapısı açılır ve namuslar çiğnenir, hürriyetler zai! olur, adak yolu iîe üstlenilen yükümlülükler orta­dan kalkar. Bu gibi tasarruflarda bulunan bir kimse pişman olur ve hemen ben şaka yapmıştım der, istikrar bozulur.

[27] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/325-332

[28] Buharı, Ahkâm, İ; Müslim, îmâre, 20.

[29] IIadîd57/7.

[30] Bakara 2/30.

[31] A'râf 7/129.

[32] En'âm 6/165.

[33] Buharı, Ahkâm, 1; Müslim, İmâre, 20.

[34] Hadiste zikredilenler sadece birer örnektir, yoksa sorumlu olanlar sadece emir, baba ve anneden ibaret değildir. Çünkü hadiste en kapsamlı olan velayetten söz edilmemiştir. En kapsamlı velayet, kişinin kendi nefsini, be­lirlenen istikamette gözetme ve: kollama velayetidir. Keza, başka rivayetler­de geçip da bu rivayette zikredilmeyen kölenin malı üzerindeki sorumlulu­ğundan da .söz edilmemiştir. Bu da hadiste zikredilenlerin sadece birer ör­nekleme olduğunu gösterir.

[35] .   Orada altıncı meselede, beş nevi olan hükümlerin fiil ya da terklere ancak maksatlar itibarıyla bağlı oldukları geçmişti, bkz. f 1/2011

[36] Mükellefın şer*i hükümler altına girmesi adîı dördüncü nevin altıncı mese­lesinde, bkz. [2/186],

[37] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/332-334

[38] Bu büyük önerme, küçük önerme ve sonuçtan oluşan mantıkî bir delildir. Müellif büyük önermenin açık olduğunu söylemiş ve "Çünkü meşru kılınan hükümler, sadece maslahatların temini, nıcfse deÛerin de uzaklaştırılması için konulmuştur...." diyerek uyanda bulunmayı da i hm a] etmemiştir. Kü­çük önermeyi ise altı delille temellendirmeye çalışmıştır. Ancak iyice düşü­nüldüğünde son sözü hariç aslında hepsi de büyük önermenin açıklanması ve izahı şeklindedir.

[39] .  Bir önceki delile yakın olmaktadır. Çünkü Şâri'in kasdetmiş olduğu birşeyi ihmal etmek; ihmal ettiği bir şeyi de. dikkate aimak, çoğukez maslahat ve gü­zel olanın (hayrın) kendi kastettiği şeyde olduğu yanlış düşüncesinden kay­naklanır

[40] Nisa 4/115.

[41] Meselâ nikahı ele alalım. Şâri'Teâlâ nikahı insan nesîinin devamı ve onunla ilgili bulunan diğer amaçlar için meşru kılmıştır. Şimdi nikâh ile, Şâri'in bu kasdı değil de, üç talakla hoşanmış kadının eski kocasına heia] kılınması amaçlanırsa (hülle), sözkonusu nikah tahlil (helâl ki im a) için bir vesile (araç) yapılmış olur ve o, Şâri'in nikahtan gözettiği maksatla amaçlanmış olmaz. Bu durumda Sâri' katı ada amaç olan nikah, hu kimseler yanında araç halini alır. Bu ise şeriata ters düşer ve onunla uyuşmaz.

Burada şöyle denilebilir: Nikah da Allah katında bir vesiledir; çünkü o hülle için değilse de neslin devamı maksadının aracı olmaktadır. Dolayısıyla bu delil, birinci delilin 'Şâri'in kastettiği şeyi ihmal ve dikkatten düşürmüş; Şâri'in ihmal ettiği şeyi de, muteber bir maksadı kabul etmiştir' şeklindeki kapsamından dışarı çıkmaz. Bu delili, Şâri'ce amaçolan, niyet sahibince araç haline sokulmuştur şeklinde müstakil bir delil yapma çabasına gelince, açık değildir. Çünkü nikah zaten her hal ve durumda vesiledir; Şu kadar var ki maksatlar farklıdır.

Cevabı: Bu bazı yükümlülüklerde geçerli bir durumdur. Mselâ namaz, oruç ve hac gibi sırf ibadet ol an tasarruflarla Allah'ın kastettiği amaç değil de meselâ riya kastedilirse, dünyada ulaşmak istediği makam elde etme ya da terkinden dolayı gerekecek cezayı —namazı terkeden kimsenin öldürülmesi gibi— düşürmek gibi bir amaca vesile ki İmiş ulur. Oysaki Sâri', bu ibadetle­ri, hizzat kendilerinde bulunan Özelliklerinden dolayı birer amaç kabu! et­miştir; bununla beraber kişi, onları dünyevî amaçlarına ulaşmak için bir araç kılmıştır. Bu şekilde müellifin sözü yerini bulacak ve delilin müstakilii-ği ortaya çıkacaktır.

[42] Bakara 2/231.

[43] Tevbe 9/65.

[44] Bîr tasarrufun/akdin gerçekleşmesinden sonra, tarafların rızasıyla bozul­ması. (Ç)

[45] Yani Şâri'in bu akitlerdeki amacı, akdi icra eden kimsenin hür iradesüle ger­çekleşmesidir. Bu tasarruflar, zor altında işlenmeleri durumunda, meşru kılmışları doğrultusunda meydana gelmemeleri ve şeriata ters olarak ger­çekleşmelerine rağmen  sahih olarak vuku bulmaktadırlar.

[46] Hiyel' kelimesi, hîle kelimesinin çoğuludur. Bu kelime, çare, çıkış ya\u gibi anlamlara gehr. Kanaatimizce ilk çıkışı, îslâm şeriatının hükümlerini ola­bil diğince yürürlülükte tutabilin t! amacının bir sonucu olmuş; ancak zaman­la çığırından çıkarak Türkçe'deki "hile" kelimesinin anlamına uygun bir ma­hiyet almıştır. (Ç)

[47] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/334-338

[48] Yani bizzat kendi hakkı açısından. Çünkü kişi zevcesinden istifade etmek, gül suyu içmek konularında yasaklanmış değildir, eda ettiği namazı tekrar kılmakla yükümlü değildir. Ancak emir ve yasağa saygı perdesini yırtınış ve onları onemsememiştir. Böyle bir kimse için, kendisine ait bir hakkı kullan­mış o İması açısından kendisine herhangi bir ceza vb. gerekmeyecektir. Allah hakkını korumadığı için ise günahkar olacaktır.

[49] Bu kısımdan, muhalefet kasdıyla uygun olanı yapan kimsenin durumu böyle değildir. Çünkü o kimse sebebi ortaya koymamıştır. Gerçi muhalif olan sebe­bi işlemeyi kastetmiştir ancak, hata etmiş ve sebebi hakikaten inememiştir.

[50] Nisa 4/145.

[51] Birinci meselede.

[52] Yani fiil gerçekte Şâri'in meşru kılmış olduğu şeye muhalif olmakta; kişi onun meşru kılının adığını da bilmektedir; bununla birlikte o şeyi tâat ve iba­det kasdı ile işlemektedir. Bunu yaparken de çoğu kez bu fiilin tâat  Sayılacağı gibi bir yorumda bulunmaktadır. Fiilin muhalifiliğinin yani gerçe­ğe ters düşmesinin, kasdında   uygunluğunun anlamı işle bu olmakla­dır. Burada: 'Bu kısımdan olan bir fiil akıllı bir kimseden sadır olamaz; zira bir kimsenin bir fiilin muhalif olduğunu bile bile ununla Şâri'in kasdına uy­gunluğu kastetmesi mafcu 1 değildir'd iye bir itiraz ileri sürülemez. Çünkü bu-rada fiilin Şâri'in kasdına uygunluğu, sadece kişin in kendi kuruntusu nca ol­maktadır.

[53] En'âm 6/159.

[54] En'âm 6/153.

[55] Müslim, Cuma, 43; Ebu Davud, Sünne, 5; ibn Mâce, Mukaddime, 7; Ahnıed, 3/310.

[56] Kural olarak mutlak kemale yorulur. (Ç)

[57] Hadis olarak da rivayet edilen bu söz, İbn Mes'ûd'a aittir f mevkuf)- bkz. Ah-med, 3/379. (Ç)

[58] Öbür taraftan Kur'ân son şeklini de almış değildi ve her an,yenibir vahiy gelebiliyordu. fÇ)

[59] Ebu Davud, Sünne, 4; Ahmed, 2/286, 300, 424; 4/170.

[60] Müellif tarafından hadis olarak rivayet edilen bu söz, aslında İbn Mes'ûd'a aittir (mevkuf), bkz. Ahmed, 1/379. (Ç)

[61] İbnMâce, Fiten, 8.

[62] Yani mesâlih-i inürsele prensibine dayanılarak uygulamaya konulan örnek­ler. (Ç)

[63] Yani bir açıdan bakıldığı zaman fiil sahih olacı ktır; diğer açıdan bakıldığında da fasit ve bâtıl olması gerekecektir.

[64] Yanı mükellefin itaat kasdı amele mutabık düşmemiştir. Çünkü amelde ita­at bulunmamaktadır. Zira itaat ancak meşru olana uymak suretiyle gerçek­leşir. Halbuki burada, işlenen fiilin gayr-ı meşru olması durumu üzerinde durulmaktadır. Bu durumda muhalefet mevcuttur ve ve mükellefin yerini bulmayan itaat kasdımn o muhalefeti muhalefetlikten çıkarabilecek bir gü­cü de yoktur.

[65] Yani, kasıt ve niyetin muteber olması için meşru bir fiil üzerinde vuku bul­ması gerekmektedir. Bu durumda meşru kılınan şey, niyet ve fi ilin bütünün­den oluşmaktadır.

[66] Yani o amelleri işledikleri sırada henüz o ameller meşru kılınmış değildi. Şeriatın o amelleri dikkate alıp emrettiği ya da dikkate almayarak emretme­diği belli olmayan bir dönemde onlarla amel etmişlerdi.

[67] Meselâ Zeyd b. Anır b. Tufeyl, aklı ile Allah'ın varlığım ve birliğini bulmuş­tur. Müşriklere hayvan boğazlama konusuyla daha pek çok noktada muhale­fet etmiştir. Kız çocuklarının diri diri gömülmesine karşı çıkniiştır. Boğazla­ma konusunda şöyle derdi: "Koyunu Allah yaratmış, onun için gökten yağ­mur indirmiş, yeryüzünden ot bitirmiştir, lîütün bunlara rağmen siz, onları Allah'tan başkalarının adına boğazlıyorsunuz."

[68] Yani bu konuda nıüctehidlerin farklı yaklaşımları bulunmaktadır Bir kısmı onları sahih görürken, bir diğer kısmı sahih görmemektedir. Hu fiiller, ken­disiyle taabbud (kuHuk) kastettikleri amelleri gibi şeylerdir ve bu konuda maksatları iîe amelleri arasında bir fark yoktur. Onların maksatlarını sahih görenler, aynı zamanda amellerini de sahih görmekte; aksine onların mak­satlarım sahih görmeyenler amellerini de sahih görmemektedirler.

[69] Nitekim Zeyd b. Amr'dan'Allahım! Seni şahit tutarım ki, ben şüphesiz İbra­him'in dini üzereyim' dediği rivayet edilir.

[70] Çünkü bu durumda mesele, konumuz haricinde kalacaktır. Zira öyle bir kişi­nin ameli de, niyet ve kasdı da uygun olacaktır.

[71] .   Buhârî,îtisam,20;Müslim,Akdiye, 17; EbuDavud,Sünne, 5; İbnMâce,Mu­kaddime, 2; Ahmed, 2/146.

[72] Yani bunlar fiil, her ne zaman şeriata muhalif olarak gerçekleşirse —niyet uygun da olsa— bâtıl olur, görüşüne meyletmişlerdir

[73] Kasdın uygunluğunun gereği, dünyada had cezasının, âhirettede azabın ge­rekmemesidir.

[74] Muhaliflik tarafı nın gereği konusunda müellif tafsilata gitmiş ve telâfisi im -kanı bulunmayan fiillerin ihmal, telâfi imkanı bulunan fiillerin de tashih edilerek kasıt tarafının dikkate alınacağını belirtmiştir. (Ayrıca 74. dipnota bkz.).

[75] Bu ikinci nikâhın tashihi gerekecektir; çünkübirinci nikahtan haberi olmak­sızın zifafı gerçekleştirmiştir ve bu haliyle kasdı uygun bulunmaktadır. Me­selede işte bu kasıt tarafına meyledilmiş olmaktadır.

Buna şu şekilde itiraz edilmiştir: Gerdeğe girmeyen kimsenin, nikahı ilk defa akdeden olduğunun ortaya çıkması durumunda, ikinci kocanın kadınla gerdeğe girmesi, başka birinin zevcesiyle gerdeğe girmek anlamına gelecek­tir. Bu durumda onun hata etmiş olması ve başka birisinin hanımı üzerine ikinci bir nikah kıyması o nikahın devamını naşı! mubah kılabilir ve şer'an mahalline isabet etmeyen bir akdi nasıl tashih edebilir, sıhhati üzerinde gö­rüş birliği bulunan bir nikah akdini nasıl iptal edebilir?! Kaldı ki, hata baş­kasının zevcesini mubah kılmayı ve onu kocasına haram kılmayı değil, sade­ce o fiili işleyen kimseden günah ve cezanın kaldırılmasını gerektirir.

[76] Kayıp olan ve hayatta o!up olmadığı bilinmeyen kimse. (Ç)

[77] Mefkûd meselesinde iki durum vardır: Muhalif olan fiil üzerine binada bu­lunma ve ikinci kocanın gerdeği sonrasında ilk kocanın gelmesi durumunda bu ikinci nikahın tashihi. Tashihin iki gerekçesi vardır: t V Kasdın sahih ol­ması (2) İlk kocanın hayatta olduğunu bilmeksizin gerdeğin gerçekleşmiş olması. Gerdekten önce çıkıp gelmesi durumunda ise üzerine binada bulu­nulmaması ve ikinci nikahın ihmali durumu sözkonusudur. Yalnız burada müellifin ifadelerinde bir kapalılık vardır: 'Eğer kadını nikahlamadan önce çıkıp gelmişse' sözünden maksadı sadece akitten ibaretse, o zaman konuya ters düşecektir. Yok nikahtan maksat gerdekse o zam an'Akitten sonra fakat gerdekten önce gelmişse' şeklinde ifade ettiği üçüncü ihtimalle aynı olacak­tır. Ancak metinde geçen'evlenmek' tabirinden kasıt 'hakimin hükmü ile ev­lenmesinin helal olması' denilirse o zaman problem kalmaz. Nitekim müelli­fin yine kendisine.ait bulunan el-t'tisâm adlı eserine aldığı ifade de bu doğ­rultuda bulunmaktadır.

[78] Yani, meşru nikâh şekline muhalif olduğu için o nikah feshedilir ve kadın için mehir hakkı doğar, had ve ceza düşer. Mehrin isbatı gibi telafisi müm­kün olan hükümler isbat edilir. Ancak bu örneğin bizim şh andaki   konumuzla ilgili olabilmesi için, velînin izninin şart olduğunu bilmeyen bir kimsenin şeriata uygunluk kasdı ile evlenmiş olması gerekmektedir. Ancak velî şartının bulunduğunu bile bile böyle bir akde gir işm işse o zaman mesele, konu dahiline, girmez. Bu durumda hükmü de aynı olur mu? Eğer bile bile yapmamn hükmü, bilmeden yapmanın hükmü gibi olacaksa, o zaman mese­le her iki taran da etkin kılma şeklinde belirtilen konumuza açıklık getirme­yecektir. Bu durumda mesele bu kaide üzerine değil, başka bir esas üzerine, oturtulacaktır. Kitabın sonlarına doğru ihtilaflara ri ay ette buiunm a bahsin­de vukûdan sonra bina ve mevcut hali dikkate alma hakkında bunu anımsa­tan ifadeler gelecektir. Buna göre nikah, her ne kadar esas itibarıyla sahih olmasa da, meselâ mirasa hak kazanma ve daha benzeri konumuzla ilgili ol­mayan bazı haklar gibi hükümler doğacaktır. Orada mesele, muhalefet ve uygunluk açısından ele alınmamakta ve başka bir esas üzerine oturtulmak­tadır.

[79] Ebu Davud, Nikâh, 19; Tirmizî, Nikâh, 14; Dârimî, Nikâh, 110.

[80] Abdulmelik b. Ha'oibb. Süleyman es-Sülemî el-Kurtubi, Kndülüs Mâliki fu-kahasmdandır. o. 238/853. (Ç)

[81] Ramazan ayının hürmetini ya da o ayda oruç tutmamanın haramhğını hü-meyen kimseyi unutan kimsenin hükmüne tâbi tutmuşlar ve ona keffareti gerekli görmemişlerdir. Yakın (makul) tevillerle ilgi li zikrettikleri şeyler de. bilgisizlik türünden sayılmıştır. Bu tür bir tevil sonucunda orucunu yiyenle­re keffaret gerekmeyeceği ve unutan kimsenin hükmüne tabi tutulacağı be­lirtilmiştir. Yiyecek ve içecekler konusunda da durum aynı olup, haram oldu­ğunu bilmeksizin haram birşeyi yemesi ya da içmesi durum unda ona unutan kimsenin hükmünü vermişlerdir. Meselâ gülsuyu zannıyla şarap içen, te­mizdir diye necis olan birşeyi yiyen bir kimsenin durumunda olduğu gibi.

[82] Ahzâb 33/5.

[83] Bakara 2/286.

[84] bkz. İbn Kesir, 1/342.

[85] Bakara 2/286.

[86] Daha Önce geçti. bkz. [1/149].

[87] Yani sorumluluğun kaldırıldığı konusunda. (Ç)

[88] Yani, bir tür sorumluluğun bulunması gereği üzerinde görüş birliği etmişler­dir. Genelde sorumluluğun kaldırıldığı konusunda ittifak etmiş olmakla birlikte bir tür sorumluluğun hâiâ devam etmekte olduğunu kabul etmeleri, her iki tarafın da dikkate alındığını göstermektedir.

[89] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/338-349

[90] Nadir olarak bazı insanlar zarar görebilir. Nadir olan bir zararla birlikte o şeyin kullanılması, ileride de hükmü geleceği gibi, nıübahlık üzere bakî kal­maktadır.

[91] Konu, zararın genel değil özel olması ile ilgili idi. Düşmana silah satmanın zararı özel mi ki, bu kısma örnek olarak vermiştir. Halbuki, malların pazar yerine getirilmeden kapatılmasını genel zararlar için örnek göstermişti. Di­ğer örnekler için de aynı şeyi söylemek mümkündür

[92] Bunun birçok örneği vardır. Meselâ biri şöyle cereyan eder: Krediye ihtiyacı olan dükkan sahihi A, dükkanındaki malları düşük fiatla ve peşin olarak fi'ye satar ve parayı teslim alır. Dükkandaki mallar henüz yerini değiştir­meden A fi' den o mallan veresiye olarak yüksek fiatla geri alır. Böylece A istediği krediyi, R de parasına karşılık açıkça isteyemediği bir fazlalığı (faiz) elde etmiş olur. (Ç)

[93] Meselâ, hayatın ya da bir organın ortadan kalkması gibi

[94] Burada şöyle denilebilir: Burada sözü edilen, kişinin hakkını kullanmaktan engellenmesi durumunda kendisine telafisi mümkün olmayan bir zararın ulaşması, hakkını kullandığı zaman ise başkalarına zararın dokun ması şek­linde idi. Dolayısıyla zarar ya sadece kendisine ya da birçok insana dokuna­caktır. Konu bu. Şehirlinin köylü adına simsarlık yapması gibi. Burada sözü edilen müslümanın kalkan edilmesi meselesi ise farklıdır. Çünkü o meselede kalkan edilen kişinin hakkının korunması ve öldürül memesi, bütün müslü-inanların öldürülmesi neticesini doğuracaktır. Yani hem kalkan yapılan müslüman hem de diğer müslümaniar veya en azından ordunun tamamı za­rar görecektir. Bu durumda her halükârda zarar ferdin kendisine de dokun­maktadır. Bu yüzden de zararın sadece kalkan yapılan müslüman üzerinde kalması amaçlanarak diğer müsiümanlarınyada ordunun kurtarılması te­min edilir. Mesele bu şekilde ele alındığında iki mesele arasındaki fark açık­tır. Ama meseleyi, ya kaikaıı yapılan müslü manın yok olması ya da İslâm or­dusunun yok olması şeklinde düşünürsek, o zaman konuya uygun olacaktır,

[95] Meselâ mâlî konularda olması gibi.

[96] Dolayısıyla yanlarında bulunan müşteriye ait malların kusurları olmadan zayi olması durumunda tazmin etmemeleri gerekmektedir. (Ç)

[97]  el-mezâlimü'l-müştereke adı verilen bu tür vergiler için İbn Teymiye'ni Hisbe adındaki eserine bakılabilir. (Ç)

[98] Şûra 42/42.

[99] Buhârî, İmarı, 26; Müslim, İmare, 103, 107; Nesâî, Cihad, 18; tbn Mâce, Ci-'   had, 1; Muvatta, Cihad, 27; Ahmed, 2/231.

[100] Mâide5/29.

[101] Müslim, Fedâilu's-sahabe, 167.

[102] Müslim, Lukata, 18.

[103] Tirmizî, Zekât, 28; Dârimî, Zekat, 13.

[104] Müslim,Biir,65.

[105] Müslim,Biir,66

[106] Buhari,iman, 7;Müslim,iman,71,72

[107] Buhari,Savm, 7;Müslim,Fedail,50

[108] Buhârî, Bed'u'I-vahy, 3; Müslim, İman, 252.

[109] İnsan 76/8.

[110] Haşr59/9.

[111] Daha önce geçmişti, bkz. 12/108].

[112] Buhârî, Menâkıbu'1-ı-rısâr,  18; Meğâzî,  18; Müslim, Cihâd,  136; Ahmed, 3/105.

[113] Buhârf, Cihâd, 82 (3/228).

[114] Yusuf 12/51.

[115] Bu ihtimal, failin emredilmiş olan şeyi işleyen birisi kabul edilmesi takdirine göre olacaktır.

[116] Bu ihtimal ise her iki takdire göre de muhtemel bulunmaktadır. Ancak bura­da şöyle denilebilir: Her iki takdire göre de zarar verme kasdınm bulunması bu beşinci kısmın özüne ters düşer. Buna şöyle cevap verilebilir: "Ya da baş­kalarına zarar vermeyi amaçlamıştır...' sözünden amacı, muhtemelen kasdı bulunduracak şeyi (mazinne) işlemesi demektir; bu durumda bilfiil kasıdbu-lunmasa bile kendisine, muhtemelen kasdı barındıran şey ile (mazinne) mu­amele edilecektir. Nitekim müellif de bunu daha Önce geçen Bu açıdan bakıldığında fiil, başkalarma zaar verme kasdının bulunduğu zannım içermekte­dir* sözüyle belirtmiş bulunmaktadır.

[117] Yani diyet ve itlaf edilen malların tazmini konusunda hatalı bir kimse gibi muamele görür.

[118] Yani bir yönü ile fiilin caiz olması ve diğer caiz olmayan unsurdan ayrı olarak düşünülmesinin mümkünlüğü

[119] bkz. sıhhat ve butlan bahsi. [1/292].

[120] ikinci bakış açısınayanifıili işlemesi durumunda zorunlu olarak hirbaşkası-na zarar verme gibi bir neticenin doğacağını bilmesi ve zarar vermeye yöne­lik bir kasıt bulundurma zanııının kuvvetlenmesi. Bu açıdan ele alındığı za­man fiil, yasaklanmış olmayı gerektirmekte, Şâri'in kasdma muhalif ve ters düşmektedir. Şâri'in kasdına ters düşen şey ise bâtıl olacaktır.

[121] Bu gibi işlerde çalışan kimseler için bu meşakkatler (nisbi olarak) normal bir hal alır ve tabiî hallerde alışılmışın dışında bir meşakkatin ortaya çıkması nadir olur. Dolaısıyla nâdir olan bu gibi haller dikkate alınmaz. Nitekim bu husus daha önce mutat olan ve olmayan meşakkatler bahsinde açıklanmıştı.

[122] Mütevatir olmayan haberlerde (vâhid haber) ravilerin yanılma ve yalan söy­leme ihtimalleri her an için mevcuttur. Ancak onların mü'min, müslüman, adalet ve zabt sahibi olmaları bu ihtimali azaltır ve böylece doğruluk payı güçlenir ve böylesi bir haber zan ilade eder. Zan ise feri meselelerde amel et­mek için yeterli olmaktadır. (Ç)

[123] Meselâ, kefen soyucunun (nebbâş) hırsıza kıyas edilmesi gibi. Bu cüz'î bir kı­yastır, hata ihtimali içermesine rağmen kendisiyle amel edilir. İleride kıyasa itirazlar bahsinde de geleceği gibi kıyas pek çok yönden yirmi beş kadar noktada tenkide açıktır ve hata ihtimali içerir. Buna rağmen cüz'î konular­da kıyasla amel caizdir. 'Cüz'î' kaydının getirilmesinde zaruret vardır; zira kıyasın keza vâhid haberin delilliği ve onlarla amfi etmenin gereği dinde kesin olan esaslardan olmaktadır.

[124] Yani emredilen şey üzerinde gereğince durmamak suretiyle değerlendirme­de kusur göstermesi ve başkasına zarar verme kasdınm bulunması.

[125] Bu ifade, beşinci kısım ile arasındaki farkı belirtmek için getirilmiştir. Çün­kü beşinci kısımda fiilin mefsedete götürmesinin genelde kesin olduğu söy­lenmiştir.

[126] İlk bakışta "sedd-i zerîa" da ondanyaniyedinci kısımdan bir nevi gibi gözük­mektedir; dolayısıyla delil olarak kullanılması yerinde değildir. Ancak biraz dikkatlice düşünüldüğünde görülecektir ki, bu kısmın tamamı, işlenmesi du­rumunda mefsedet doğuracağı zan ölçüsünde bilinen şeylere zerîa (vesile) ol­maktadır. Belki de müellifin amacı şudur: Bunların cüziyyâtmdan olup da bilfiil âyet ve hadislerde belirtilenler bunun çerçevesi içerisindedirler. Diğer cüziyyâtı ise, hakkında nass bulunanlar üzerine kıy as yoluyla hamledilirler. Bu durumda getirilen izah bir delil olabilir ve müellifin 'Nassla la belirlenmiş bulunan sedd-i zerîa da bu kısım çerçevesine girmektedir'sö-züde açıklık kazanmış olur.

[127] En'âm 6/108.

[128] Müslim, İman, 145; Tirmizî, Birr, 4; Ahmed, 2/164.

[129] Bakara 2/104.

[130] Mubahtık ya da aksi olabilir. Meselâ hadiste sözü ediîen sövme fiili zaten as­lında mubah değildir. Bu durumda asıl olan fiilin yasak olması gibi zerîa (ve­sile) olarak da hükmü aynı şekilde yasak olacaktır. Diğer örneklerde ise du­rum böyle değildir; çünkü onlar aslında mubah olan fiillerdir, ancak üzerine doğacak olan şeyin hükmünü almışlardır.

[131] Yani başkasının zararı sözkoııusu olmayan nıasiyet gibi mefsedet ile baş­kalarına zarar içeren fiiller.

[132] Yani yedinci kısımda.

[133] Açık olmayan bir izah şeklidir. Bu ilim ya da zan mertebesine ulaşmayan bir ihtimalden öte geçmez şeklinde yapılan itirazı defedecek durumda değildir.

[134] Ümmü Yunus rivayet etmiştir: Zeyd'in oğlunun anası, bir cariyeyi  ataların (maaş) verileceği zamana kadar veresiye olarak sekizyüz dirheme satmış ve ona (sattığı kimseye) eğer satacak olursa kendisine satması şartını koşmuştu. Sonra süre dolmadan önce altıyüz dirheme (peşin olarak) tekrar ondan satın almıştı. Bunun üzerine Hz.Âişe'den fetva istemiş, oda: "Ne kö­tü bir alışveriş!" demiştir. Çünkü satış akdine muhalif şart içermektedir. Hz. Âişe mübalağalı bir ifade ile bu tasarrufun yanlışlığını belirtmiştir. Çünkü çoğu zaman böyle bir akitte gözetilen kasıt, az verip çok alma (örtülü riba) olur. Cariyenin aracı yapılması ise bir hiledir. Süre için ikiyüz fark biçilmiş­tir. Bu çokça kastedilen şeylerden olmakla birlikte galip halde değildir. Mü­ellifin amacı bu. Ancak bu kendi zamanına has idi. Bugün ise, bu düşünce ke­sin olarak kasıtta galip bulunmaktadır.

[135] Gâlib kelimesi, nâdir kelimesinin mukabili olarak; çok ise, az değil anlamın­da kullanılmaktadır. (Ç)

[136] Müellifin bu görüşüne katılınmayabilir.

[137] Her iki kısımdan da "çokça" diye söz edilmesi, onların hükümde de müşterek olmalarını gerektirmez. Çünkü aralarında fark vardır; burada sadece ihti­mal varken orada zan ölçüsünde bir bilgi ile zarar ya da mefsedetin doğacağı bilinmektedir. Bu durumda böyle bir delillendirme yoluna başvurmak keli­me oyunu gibi bir hal alacaktır.

[138] İbn Mâce, Eşribe, 11; Ebu Davud, Eşribe, 8. Yasağın illeti için bkz. Neylu'l-evtâr, 8/210.

[139] Müellifin bu örneği galip kısımdan değil de çok olan kısımdan göstermesi tar­tışılabilir. Göründüğü kadarıyla üç gün hatta iki gün bekleyen bir nebizin özellikle de sıcak ülkelerde sarhoşluk verici bir hale ulaşması çok değil galip bir durumdur.

[140] Ebu Dâvud, Eşribe, 10 (3/335).

[141] Ebu Davud, Eşribe, 7.

[142] Hz. Peygamber (as) dübba', hantem, nekîr ve mukayyer denilen kap larda şıra tutmadan yasaklamış ve "Lâkin tulumundan iç ve ağzını bağla" buyurmuştur. (Müslim, Eşribe, 33)

[143] bkz.Neylul-evtâr, 8/208.

[144] Buharı, Nikah, 111; Müslim, Hac, 424; Ahmed, 1/278,299.

[145] Buhârî, Taksir, 4; Müslim, Hac, 412-424; Ebu Bavud, Menâsik, 2. Hadislerde böyle bir durumda üçüncü kişinin mutlak surette şeytan olacağı belirtilmiş­tir.

[146] Müslim, Cenâiz, 97, 98; Ebu Davud, Cenâiz, 73; Tirmizî, Cenâiz, 57; Ahmed, 4/135

[147] Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 33-36; Ebu Davud, Nikâh, 12.

[148] Nisa 4/3.

[149] Bakara 2/235.

[150] Mâide5/96.

[151] Selefin bir anlamı karz demektir. *Bana şu kadar borç vermen karşılığında şunu sana sattım' demek suretiyle yapılan bir satış akdi yasaklanmış olmak­tadır. (Nihaye, 2/390).

[152] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/349-367

[153] Aslî kabulle.

[154] Başkalarının da kifâî olarak yükümlü olduğu varsayımıyla. Yükümlülüğün kifâî olduğundan bahsedildiği zaman, sözü edilen kişinin de aynı şekilde kifâî olarak onunla yükümlü olması gerekecektir. Aynı yükümlülüğün bazı mükelleflere kifâî olarak, diğer bazılarına da hem kifâî hem de aynî olarak

binmesi sahih değildir.

[155] Nisa 4/34. Mübalağa sîgası ile 'kavvâm' şeklinde kullanılan bu kelimeyi mü­ellif sözün gelişme bakılırsa "onların yükümlülüklerini de yerine getirmekle görevlidirler" şeklinde anlamıştır. (Ç)

Koca, karısının nafakasını vermekten acze düşerse, karısı üzerindeki kâimlik vasfı sona erer ve kadının kendisini boşamasını isteme hakkı doğar. Nitekim İmam Mâlik ve Şafiî'nin görüşleri de bu doğrultudadır.

[156] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/367-369

[157] Kocanın karısının nafakasını temin edememesi durumunda, aralarının ay­rılmasına hükmetmek gibi. Aynı durum efendi-köle ilişkisinde de geçerlidir ve efendi, kölenin nafakasını tomin edememesi durumunda köleyi satmaya mecbur edilir.

[158] Bir müslünıanın düşman tarafından, müslüman ordusuna karşı kalkan ola­rak kullanılması Örneğinde olduğu gibi.

[159] Pazara varmadan yolda maüarı kapatmayı yasaklamak, zenâatkârlan taz­minle sorumlu tutmak gibi konularla ilgili deliller.

[160] Bakara 2/264.

[161] Şuarâ 26/109.

[162] Sebe 34/47.

[163] Sâd 38/86.

[164] Meyle neden olması. Müellifin sözünde başka bir izah daha geçmişti: Kamu maslahatını üstlenen kimsenin suizan ve töhmet altında kalması ve bunun sonucunda hem ona hem de diğerlerine birden zarar dokunması. Burada •Müellifin sözünden de ilk bakışta anlaşıldığı gibi, İcmâın ületi sade bu zerîadır, birinci ise bu icmâı gerektirmez' denilebilir. Ancak buna, 'Onu ona eklemesi icmâın senedini güçlendirir' diye karşılık verilebilir.

[165] Konu ile ilgisi açık. Çünkü burada Ebu Talha'nın hayatı tek bir kişinin haya­tı iken, Hz. Peygamber'in vücudu İslâm toplumunun bekası demekti.

[166] Bu örnek üzerinde durulabilir: Bunun konu ile ilgisi olabilir rai?Hz.Peygam-ber'le ilgili olan tercih örneği, Medine ahalisi için genel karşılığında özel bir maslahat olmakta mıdır? Buna evet denilecek olursa Ebu Talha olayında ge­çen izahın aksi olmuş olur. Ancak müellif, her iki olayı da farklı açılardan ele almış ve Hz. Peygamber'in Medine halkım kendi nefsine tercih etmesini ko­nu ile ilgili hakikat mânâda ve genel mukabilinde özel bir îsâr örneği olarak; Ebû Talha'nm tercihini de genel maslahat için yapılmış bir îsâr saymıştır; çünkü dinin ve bütün müslümanlarm bekası Hz. Peygamber'in hayatına bağllıdır.

[167] Onun bu şekilde kalbinin meşgul olması tabiî ki elinde olmayan birşey idi; aksine kamu maslahatı için yapması gereken şeylerin düşüncesi kendisine istemeyerek hakim oluyordu.

[168] Buhârî, Ezan, 65; 163; Müslim, Salât, 191; Ebu Davud, Salât, 123. Hz. Pey­gamber bu yüzden namazı hafif tutmuştu.

[169] Yani beklenti hali güçlü bir ihtimal olmaktadır; bu haliyle o gerçekten mev­cut bulunan birşey kabul edilebilir mi? Yoksa edilemez mi?

[170] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/369-377

[171] Usûl kitaplarının hüsün vekubııh m «selesinde; m üellif de çeşitli yerlerde ko­nuya temas etmiş bulunuyor.

[172] Yani Şâri'in maslahat olarak belirlediği maslahat, mefsedet. olarak belirledi­ği de mefsedet olur, bunlar akıl yoluyla bilinmez. (Ç)

[173] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/377-378

[174] Çünkücihad kötülüğün, hatta en büyük kötülüğün önlenmesi iğindir ve. o kö­tülüğü önlemenin e.i ile yapılan şekli «Imaktadır. Çünkü cilısıd Allah'm dini­nin en yüce olması için konulmuştur. Buna kim karsı çıkar ve çalışırsa, boyun eğip inadı terkedinceyt: kadar nıüslümanlanıı onlarla çar­pışması bir görev olacaktır.

[175] Nisa 4/29.

[176] Bakara 2/188; Nisa 4/29.

[177] Şûra 42/43.

[178] Şûra 42/40.

[179]   Bakara 2/280.                                                                                    

[180] Dördüncü nev'in on dokuzuncu meselesinde, fiillerin üçe taksim edildiği fa­sılda.

[181] Ve Allah hakkı galip bulunan haklara.

[182]  Yani kul hakkı galip olan haklara. Müdebberin satılmaması hakkı gibi, mâlî haklar gibi. Bu tür haklarda kul hakkı tarafı ağır basmaktadır. Dolayısıyla onu düşürme yetkisi vardır.

[183] Yani her ne kadar içerisinde Allah hakkı bulunsa da, kul hakkı tarafı galebe çalmaktadır.

[184] Yani yeme ve içme konusunda değil, yenilecek, içilecek ya da giyilecek şeyle­rin seçimi konusunda kulun seçim hakkı vardır. Yeme, içme gibi konular î^e Allah haklarından bulunmakta ve hayatın ikamesi için zaruri bulunmakta­dır.

[185] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/378-382

[186] bkz 1/275

[187] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/382-383

[188] On ikinci meselede gelecek fasıl da bu an latılanş ekliyle kendisi m: hile demek mümkün olan bazı şekillerin sahih ve meşru olduğu belirtilecektir. O yüzden buruda 'genelde' kaydı getirilmiştir.

[189] Bakara 2/8.

[190] Münafıklarla ilgili bu örnekte hilede aranan her iki unsur da bulunmakta­dır: Şöyle ki: a) Kanlarının ve mallarının dokunulmazlığı yok iken, bu hük­mü dokunulmazlığa çevirmişlerdir, b) Gönüllü Allah'a itaat için konulmuş bulunan bir hükmü, kendi emellerine âlet etmişlerdir.

[191] Bakara 2/14.

[192] Bakara 2/264.

[193] Nisa 4/38.

[194] Nisa 4/142.

[195] Kalem 17-19.

[196] Öyle anlaşılıyor ki, onların şerîatlerine göre, hasat esnasında hazır bulun­mayan yoksulların hakkı düşüyordu. Onlar da işte bu noktayı yoksulların haklarım düşürmek için bir hile olarak kullanmışlardı.

[197] Bakara 2/65.

[198] Bakara 2/231.

[199] Bakara 2/228-229.

[200] Nisa 4/12.

[201] Nisa 4/6.

[202] Nisa 4/19.

[203] Daha önce geçti. bkz. [ 1/275.

[204] Kaynağını bulamadık.

[205] Daha önce geçti. bkz. [ 1/275

[206] Daha önce geçti. bkz. 11/289].

[207] Buraya kadar olan kısmı hk. bkz. Ruhârİ, Esri be, fi; Kim Davud, Eşribe  (v İbn Mâce, 8, Fitun, 22; Ahmed, 5/318.

[208] Bu söz.Muhammedtsa) ümmetinin mesh (yani hayvan şekline çevirme), ye­re batırma gibi azaplardan emin kılındığını belirten haberlere ters düşmek­tedir. Kaldı ki mevkuf olarak rivayet edilmiş olması onun tearuz için yeteri i olmadığını gösterir. Müellifin buna rağmen bu ve benzerlerini bumda zikret­mesinin sebebi güçlü olan delilleri daha da Küflendirmek içindir.

[209] Daha önce geçti. bkz. [1/290].

[210] Ahmed, 2/28.

[211] Daha önce geçti. bkz. 11/276].

[212] Tirmizî, Ahkâm, 9; Ebu Davud, Akdiye, 4; İbn Mâce, Ahkâm, 2; Ahmed, 2/164.

[213] İbn Mâce, Sadakat, 19(2/813).

[214] "Daha Önce geçti. bkz. [2/305].

[215] Ahmed, 5/424.

[216] Daha önce geçti. bkz. [1/276].

[217] Daha önce geçti. bkz. [1/296].

[218] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/

[219] Meşru hibe, Şâri'iıı zekatta gözetmiş olduğu cimrilik duygusunun ortadan kaldırılması, insani ara yardımcı olunması, onlara iyilikte bulunulması ama­cına ters düşmez. Şeklî hibe ise,— müellifin arzettiği şekilde gerçekleşen hi­be gibi— Şâri'in hibeden gözetmiş olduğu amaca ters düşer.

[220] Çünkü talak hakkı kendi elindedir.

[221] Yani her ikisi de, dünyevî bir amaca ulaşabilmek için mânasını kastetme­dikleri bir sözü söylemektedirler.

[222] Yani zor altında küfür kelimesi söylemek. (Ç)

[223] Daha önce de geçtiği gibi bu bir alaya almadır; Allah ve Rasûlünü aldatmaya yeltenmedir. Rııradft dünyevî mefsedetten söz edilmemektedir. Çünkü münafiğın böylesi davranışları neticesinde nıahnı ve canını koruması gibi dünyevî maslahatı bulunmaktadır. Ancak dünyevi maslahatlar ne uiır maslahatlar karşı karşıya geldiği zaman, dünyevî maslahatlar ihmal olun. ve dikkate alınması batıl olur.

[224] Yani birinci kısmın caîzliği, ikinci kısmın ise caiz olmadığı. (Ç) "

[225] Bakara 2/230.

[226] Buhâri, Talak, 7, ;37; Ebu Davud, Talak, 49;Nesâî, Talak, 9; Muvatta, Talak, 17-18;Ahme(i. 1/214.

[227] Tarifleri daha Önce geçmişti.

[228] Buharı, Büyü, 89; Vekâle, 8; Müslim, Müsâkât, 65; Muvatta, Büyû, 20-21.

[229] Yani iyi cins hurmayı, katkılı hurmayı sattığı aynı kişiden atabileceği gibi, bir başkasından da alabilir. (Ç)

[230] Müellif, Endülüslüdür. (Ç)

[231] Bu görüşe göre, şer'îkaynaklann istikrasından elde, edilen mânâlar, hikmet­ler, sırlar ve maslahatlar; ttğer bunlara lafızlar, lügavî konuluşları itibarıyla delalet, etmiyorlarsa, o zaman bunlar temel alınamaz ve ulaşılan neticeler Şâri'in maksatlarından sayılamaz.

[232] Yani maslahatlar bidüziyelik arzetmezler; ayrılmaz değiller, sırları da kav-ranamaz. Meselâ nikahta nesil maslahatını ele alalım: Bunun Şâri'in mak­sadı olduğunun izahı nasıl olacaktır? Diğerlerinde de durum aynı.

[233] Cuma 62/9.

[234] Nitekim bu görüş İmanı-ı Gazzâlî'ye ait olmaktadır. Bunlar "tirşeyi emret­mek onun zıddmı yasaklamış ohnak anlamına gelmez; aklen bunu tazam-m un da etmez" diyorlar. Birinci görüş el-Kâdî ve ona tâbi olanların görüşü ol­maktadır.

[235] Yani bu durumda bunlar üzerine bir hükümde bulunulamaz ve bir neticesi olmaz. Çünkü her ikisi de birbirine eşit olmakla birîikte tearuz halinde bu­lunmaktadırlar ve aralarında birini tercihte bulunmaya da imkan yoktur. Bu durumda her ikisi de düşecektir. Bu haliyle onlardan istifade nasıl olacak ve nasıl gereği ile amel edilecektir?

[236] .   Gülsuyu, üzümsuyu, meyvesuyu gihi sıvılarla (mukayyed su) temizlik yapı­lamayacağı; temizliğin ancak mutlak su ile yapılacağı görüşünü ileri sür­müştür. Hanefî mezhebinde maddî pisliklerin izalesi için mutlak su ile olma­sı şartı yoktur. (Ç)

[237] On sekizinci meselede.

[238] "Istıshâb", aksi bir delil olmadıkça birşeyin eski hali üze.re bulunduğuna hükmetmektir. (Ç)

[239] Bu illeti belirleme yollarından münasebet yolu olmaktadır. Sağduyu sahip­ten böyle bir yolu kabul ile karşıiam aktadırlar. Geriye bu üçüncü yolun, ge­çen ilk iki yönden farklı olup olmadığı konusunu ele almak kalıyor. Orada "Burada münasebet, İlleti belirleme yollarıyla bilinir" diyor, illeti belirleme yollarından birinin münasebet olduğu ise bellidir. Eğer bu münasebetten ise, o 2aman bunun üçüncü bir yön olarak takdimi izaha muhtaç kalacaktır.

[240] Çünkü muta nikahında mutlak surette süre belirleme vardır. Hülle nikahın­da ise böyle bir süre belirleme yoktur ve nikahlayan ikinci koca eğer  dilerse kadını hiç boşamayabilir de. Bu yüzden müellif muta nikahmdaki muhalefetin daha şiddetli olduğunu söylemiştir.

[241] Hacc 22/11.

[242] Meselâ cennete girmek, Allah'ın sevgili kulu olmak gibi amaçlarla. (Ç)

[243] Tâ Hâ 20/14.

[244] Ankebût 29/45.

[245] Mu vatta, Nida, 29; Ahmed, 2/67.

[246] Daha önce geçti. bkz. [2/1.39].

[247] Daha önce geçti. bkz. [2/139].

[248] TâHâ 20/132.

[249] Müslim, Mesâcid, 261; Tirmizî, Salât, 51; IbnM&ce, 6; Ahmed, 4/312; 5/10

[250] İsrâ 17/79.

[251] Daha önce geçti. bkz. [2/220],

[252] Buhârî, Savm, 2; Müslim, Sıyâm, 161. 244-  Buharı, Savm, 4; Müslim, Zekât, 85.

[253] Tâ Hâ 20/132.'

[254] Daha önce geçti. bkz. [1/209].

[255] Bunlar övülme, saygı görme ve kendisine mal verilmesi kasdı ile hakkında bir mani olmayan kasıt.

[256] Öbür kasdın men edilmesi konusunda ihtilaf bulunmamaktadır.

[257] Furkân 25/74.

[258] Hacc 22/11

[259] bkz. Keşfu'1-hafâ, 2/310. (Zayıf senedle rivayet edilmiştir.}

[260] Bakara 2/189.

[261] Bakara 2/260.

[262] H/.. İbrahim, bu talebini ibadetle değil dua ile yapmıştır.

[263] Yani Allah'ın kemal sıfatları ve onun noksanlıklardan m ünezzehliği, sonsuz kudreti hakkında.

[264] Arı, karınca, kelebek ve mikroplar gibi. Runl ar hakkın da elde edilen bilgiler-den koca koca ciltler dolusu kitaplar yazılmıştır. Bununla birlikte bu işin mütahıssısları henüz daha işin başında olduklarını itiraf etmekledirler.

[265] A'raf7/185.

[266] Gâşiye 88/17 vd.

[267] Kâf 5O/6.

[268] bkü. İbnMâce, Kittm, 18; Ahrned, 3/7.

[269] Bakara 2/45.

[270] Mâide 5/2.

[271] Bu iki kısımda ibadetlerle ya da âdetlerle ilgili konular arasında fark yoktur.

[272] Meselâ ibadetlerle manevî âlemlere muttali olmayı kastetmek gibi. Orııçia şehveti teskin etmek gibilerine gelince, bunlar da bu kabilden olmakla birlik­te, müellif bunu daha önce geçen ibadetlerle haz talebinde bulunma konusu­na havale etmiş olmaktadır. Oraya bakılsın.

[273] Cinsî ilişki sırasında meniyi dışarı alma. (Ç)

[274] Böyle bir kimse nikahta Şâri'in maksadını gözetmemekte, aksine başka bir durum kastetmektedir. Bu kasdı da şehvetini gidermek olmaktadır. Bu ka­sıt, Şâri'in kasdina aynî olarak muhalefet etmemekte; dolayısıyla da sahih olmaktadır. Burada verilen misallerde de (yani kadına zarar verme, kadının malını alma gibi amaçlarla nikah akdinde bulunma gibi) durum aynı olacak­tır.

[275] Yani anlatılanlarla caizliği teyid edilen kısımdan.

[276] Zekat yükümlülüğünden kaçmak için hibe yoluna başvurmak gibi, îyne (ör­tülü riba) satışlarında olduğu gibi. Eu gibi örnekler sözünü ettiğimiz kısım­dan yani aslî maksadı teyid de etmeyen, ortadan da kaldırmayan kısımdan sayılmazlar. Çünkü bunlar sonuçta, aslî maksadı ortadan kaldırmaya sebe­biyet verir.

[277] Yani burada sözü edilen üçüncü kısımdan.

[278] Gasbedilen yerde namaz kılma meselesi oluyor.

[279] Yani âdetlerle ilgili konularda. Zenaatkarların tazminle sorumlu tutulmala­rı gibi.

[280] Yani Kur'ân'm mushaf haline getirilmesi gibi ibadetlerle ilgili konularda.

[281] Hz. Peygamber (as.) zamanında zenâatkâr yok muydu ki? Vardı. Dolayısıyla bu Örnek açık değildir. Çünkü esbâb-ı mûcibtı mevcut olduğuna göre Sâri' den ya daha önce geçerli olmayan yeni bir hüküm alnı ıştır ya da almamıştır. Her iki haiegörc de söz konusu olan ya eski hükmün olduğu üzere bırakılması ve Öylece kabulü ya da tadilidir. Dolayısıyla bu örneğin konumuzla ilgisi açık değildir. Ancak Hz. Peygamber zamanında hükmün bağlanacağı şeyden hali olması durumu bundan müstesna olur ki; o da son derece uzaktır. (N)

Nâşi r'in bu notu yerinde değildir. Çünkü zenâai.kârl arın tazminle sorum­lu tutulmasının gerekçesi Nâşir'in dediği gibi zenâatkârlarm mevcudiyeti değil; bunların sanat ahlâkının bozulması ve ellerindeki mallara karşı hiya-netlerinin artması olmaktadır. Eğer mutlak varlık kastedilecek olursa aynı şeyi Kur'ân'ın mushaf haline getirilmesi olayı için de söylemek mümkün olurdu. Çünkü Kur'ân da Hz. Peygamber (as) zamanında vardı. Genel ahlâ­kın bozulması ve zenâatkârlarm tazminle sorumlu tutulması hk. bkz. Erdo­ğan, Mehmet, Ahkâmın Değişmesi, İst. 1990, s. 183 vd. (Ç)

[282] Hakkında nass bulunmayan ve nassîann istikrası sonucunda hükmü elde edilen kısımdan.

[283] Yani hakkında kabul ya da reci edildiklerine dair özel olarak nass bulunma­yan maslahatlar.

[284] Çünkü farzedilen köz, fiil ya da terkin gerekçesinin bulunduğu ile iigili idi. Mesela şükür secdesinde, gerekçe olan nimetin bulunması gibi. Bu halde kasda muhalefet durumu yoktur. Nitekim daha (inci! ikinci yönde, izahı geç­mişti.

[285] Bu ziyade.ye burada ihtiyaç yokta. Çünkü, her ne kadar sükût geçilen şeyde Şâri'e ait belli bir kasıt olduğu anlaşılmaz ise de-, ancak asıl mesele bu gibi meselelerde Şâri'in kasdının bidatlere uygun olduğunun kabul edildiğidir. Meselâ tşü kür secdesi meşe fesinde nimete şükür etmek genel bir şekilde iste­nilmiş olmaktadır. Gerekçe de mevcuttur: ancak Şârİ bu konuda bir hüküm meşru kılmayınca bu, a konuda bir ziyadeye gidilemeyeceğine delalet etmiş olmaktadır, üstelik mesâlih-i mürsele prensibinin geçerli olduğu sahanın ibadetlerin dışında kaldığını da hatırdan çıkarmamak gerekir

[286]  Yani maslahat ve hikmet açısından. Çünkü farzedilen şey, hepsinin de içeri­sinde! Sâri7 tarafından dikkate alındığı bilinen maslahatın bulunduğudur. Şükür secdesi ile Kur'ân'ın muskaf haline getirilmesi arasında veya nama­zın akabinde topluca dua etmek ile, ilmin tedvini arasında ne fark vardır? \lv.r ikisi de hayra yardımdır.

[287] Buharı, Zekât, 55; Müslim, Zekât, 8; Kbu Davud, Zekât, 5, 12.

[288] .   Müellif bu mesele üe, burada esas olarak koymak istediği genel kaideyi çı­karmak istemektedir. O da sudur: Gerekçesi Hz. Peygamberi as.) zamanında mevcut iken hükmüne dai r söz edilmemiş olan bir bidatle karşı lastiği mı?, za­man, onun hakkındaki bu sükut, Şâri'in maksadının belirlenen sınırda du­rulması ve. herhangi bir ziyadeye gidilmemesi olduğunu gösteren bir delil olacaktır. Yoksa müellifin maksadı bizzat şükür secdesinin bidat olduğunu belirlemeye yönelik değildir. Onu asıl ilgilendiren şey, İmam Mâlik'in sözle­rinden prensibi yakalamaktır.

[289] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/383-415