İkinci Fasıl Şerî Hükümler Ve Nesh. 1

Birinci Mesele: 1

İkinci Mesele: 2

Üçüncü Mesele: 4

Dördüncü Mesele : 10

 

 

 

İkinci Fasıl Şerî Hükümler Ve Nesh

 

Konu dört mesele altında incelenecektir:

 

Birinci Mesele:

 

Şu bilinmelidir ki, küllî kaideler ilk konulan esaslar olmakta­dır. Bunlar daha çok Hz. Peygamber'e Mekke'de iken inmiş bulu­nan esaslardır. Daha sonra Medine'de inen bazı şeyler bunları ta­kip etmiştir ve bunlarla temeli Mekke'de atılan kaide ve esaslar ta­mamlanmış olmaktadır. Bu genel kaide ve esasların ilk başta gele­ni Allah'a, peygamberine ve âhiret gününe iman esasları idi. Sonra bunları genel esaslar takip etti: Namaz, infak vb. gibi. Her türlü küfür çeşitleri ya da küfre tâbi bulunan şeyler yasaklandı. Al­lah'tan başkası adına ya da Allah'a koşulan düzmece ortaklar adı­na hayvan boğazlama, bir temeli olmaksızın kendi kendilerine bazı şeyleri haram kılma ya da vacip kılma gibi her türlü Allah'a karşı yapılan asılsız iftiralar bunlardandı. Çünkü bunlar Allah'tan baş- [103] kasma tapınma düşüncesini destekleyen şeylerdi. Öbür taraftan bütün güzel huylar emredildi: Adalet, ihsan, ahde vefa, affetme, ce­haletten ve cahillerden yüz çevirme, kötülükleri en güzel şekilde savma, sadece Allah'tan korkma, sabır, şükür ve benzeri güzel huy­lar gibi. Keza her türlü kötü huylar da yasaklandı: Fuhuş, her tür­lü kötülükler, taşkınlık ve zulüm, bilgisizce hükümde bulunma, öl­çü ve tartılarda hile yapma, yeryüzünde fitne ve fesat çıkarma, zi­na, haksız yere adam öldürme, kız çocuklarını diri diri toprağa gömme, ve benzeri cahiliyet döneminde geçerli bulunan her türlü kötü huy ve davranışlar gibi. Mekke döneminde teşri kılman şeyler arasında cüz'î-fer'î hususlar çok nadirdi. Buna karşı küllî kaide ve esaslar inen ve teşrî kılman hükümler arasında büyük çoğunluğu teşkil ediyordu.

Sonra Hz. Peygamber Medine'ye hicret etti. Burada İslâm bir devlet haline gelince ve giderek güçlenen ve genişleyen bir yapı halini alınca, geri kalan küllî esaslar da bu dönemde tedricî olarak tamamlanmış[1] oldu. Ara bulmak, akitlere karşı vefa göster­mek, sarhoş edici içkilerin haram kılınması[2], zarurî ve onların ta­mamlayıcısı durumunda olan hâcî ve tahsînî esasları koruma ama­cıyla hadlerin konulması, çeşitli hafifletme yolları[3] ve ruhsatlar vasıtasıyla kolaylıkların getirilmesi ve güçlüğün kaldırılması ve benzeri teşrî kılınan bütün bu hususlar daha önce konulmuş bulunan küllî kaide ve esasların tamamlayıcısı mahiyetinde olmakta­dır.

Nesh, şer"î hükümlerin yerleştirilmesini temin amacıyla ilâhî hikmet gereği olmak üzere  çoğunlukla Medine döneminde gerçek­leştirilmiş şer'î bir tasarruftur. Nesh üzerinde düşündüğümüzde, nesh uygulamasının büyük çoğunluğunun özellikle de İslâm'a yeni girmiş kimseler için bir ön hazırlık mahiyetinde aslî hükme ısındır­ma ve kalpleri alıştırma için gerçekleştirildiğini göreceğiz. Meselâ namaz önceleri günde iki vakit idi, sonra beş vakit oldu. İlk önceleri infak tamamen kişinin kısmen kendi tercihine bırakılmış[4] birşey-di, daha sonra cins ve miktarı belirli şeylerden mecburî hale geti­rildi.   Medine'de   önceleri kıble Beytu'l-Makdis'e doğru idi, sonra Kabe oldu. Önceleri mut'a nikahı helâldi, sonra haram oldu[5]. Ön­celeri talâk —bir grubun görüşüne göre— belli bir sayı İle sınırlı de­ğildi, sonra üç sayısıyla sınırlandı. Zıhâr önceleri talâk sayılıyordu, sonra talâktan ayrı bir hükme konu oldu. İslâm'dan önceki haliyle belli bir süre mevcut kalıp da sonra hükmü kaldırılan veya İslâm döneminde meşru kılınıp aslında hafif olan, sonra aslî hüküm ko­nularak muhkem hale getirilen diğer meseleler de bunlar gibidir. [6]

 

İkinci Mesele:

 

Mekke döneminde inen şer! hükümler genelde küllî hükümler ve dinin aslı ile ilgili genel esaslar olduğuna göre, bu durum Mekke döneminde inen hükümler içerisinde neshin çok az meydana gelmiş olmasını gerektirecektir. Çünkü nesh, küllî esaslar hakkında her ne kadar aklen mümkün olsa da fiilî olarak vuku bulmaz.Bunun böyle olduğuna[7] tam olarak yapılan istikra delil ol­maktadır. Öbür taraftan şeriat zarurî, hâcî ve tahsînî olan esasla­rın korunması ilkesi üzerine kurulmuştur. Bunlardan hiçbir şey neshedilmiş değildir; aksine Medine döneminde Mekke döneminde temeli atılan bu esaslar takviye edilmiş, sağlamlaştırılmış ve koru­ma altına alınmıştır. Durum böyle olunca, hiçbir küllî esasın neshe-dildiği sabit olmamaktadır. Nâsih ve mensûh konularında yazılmış kitapları inceleyenler, bizim bu tezimizin doğruluğunu görecekler­dir. Mekke döneminde inen hükümler arasında nesh ancak cüz'î ko­nularda olabilir. Mekke döneminde inen cüz'î hükümlerin ise son derece az olduğu bilinmektedir.

Buna ek olarak şuna da işaret edelim: Yapılan istikra göster­mektedir ki, kendisinde nâsih ve mensûhun vuku bulduğu cüz'î fer'î meseleler, muhkem olarak kalanlara nisbetle çok azdır. Bu nokta, mensûhu müteşâbih, nâsihi de muhkem olarak kabul eden kimselerin görüşü ile de güçlenmektedir. Bu görüşte olanlar "On­da kitabın anası olan muhkem âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir"[8]âyetini hareket noktası kabul etmişlerdir.[9] Bu durumda Mekke döneminde inen furû içerisinde nesh az olacak­tır. Zaten bu dönemde inen furû azdır; haliyle neshin de az olması tabiîdir. Sonuç olarak, Mekke döneminde inen hükümlere nisbetle nesh nadir olmaktadır.

Bir nokta daha var: Hükümler mükellef üzerinde sabit olduk­tan sonra, onlar hakkında nesh iddiasında bulunmak, ancak kesin bir delil ile mümkün olacaktır. Çünkü onların mükellef üzerinde daha önceden sabit olduğu kesin idi. Sabitlikleri bilinip dururken onların kaldırılmış olduğuna hükmetmek ancak kesin bir bilgi yo­luyla olacaktır. Bunun içindir ki tahkik erbabı âlimler, haberi vahidin, ne Kur'ân'ı ne de mütevâtir sünneti neshedemeyeceği ko­nusunda icmâ etmişlerdir.[10]Çünkü bu zan ifade eden birşey ile kesin olanı ortadan kaldırmak demektir. Buradan şu sonuca ulaşıyo­ruz: Mekke döneminde inen hükümler hakkında nesh iddiasında bulunan kimse, iddiasını kesin olarak ortaya koyacak delil getirme­dikçe kendisinden bu nesh iddiası kabul edilmeyecektir. Hem de bu, iddia ettiği nâsih ve mensûh delillerinin aralarını telif etme im­kanı ya da her ikisinin de muhkem olduğu iddiası olmayacak şekil­de olacaktır.

de olacaktır

Fasıl:

Mekkî[11] olsun Medenî olsun diğer hükümler hakkındaki nesh iddiaları karşısında da aynı şekilde davranılacaktır.

Buna yukarıda anlattığımız son iki nokta delalet etmektedir. Bir üçüncü nokta daha vardır: Hakkında nesh iddia edilen delille­rin çoğu üzerinde düşünüldüğü zaman, onların aslında tartışmalı ya da muhtemel bulundukları, iki delilin arasının bulunması yoluy­la tevile yakın oldukları görülecektir.[12]Çünkü bunlar yani nâsih olduğu iddia edilen ikinci delil genelde ya Önceki bir mücmelin be­yanı, ya bir âmmın tahsisi, ya bir mutlakın takyidi vb. durumunda­dır ve bu şekilde iki delil (nâsih ile mensûh olduğu iddia edilen de­liller) arasım bulmak ve böylece her iki delilin de muhkem olarak kalmasını sağlamak mümkündür. İbnu'l-Arabî, bu yolla neshedil-diği iddia edilen pek çok delilin mensûh olmadığını ortaya koymuş­tur. Taberî de şöyle demiştir: İlim adamları, fıtır sadakasının önce farz kılındığı üzerinde icmâ etmişler, sonra onun neshi konusunda da ihtilaf etmişlerdir: İbnu'n-Nahhâs: "Fıtır sadakası icmâ ve Hz. Peygamber'dengelen sahih hadislerle sabit olduğuna gö­re, onun bu sübutiyeti, ancak icmâ ya da  onu ortadan kaldıracak ve neshe di ldiğini açıklayacak dengi bir hadisle ortadan kalkacaktır. Böyle bir şey de gelmemiştir." demiştir. İlgili kısım sona erdi.

Neshin azlığına ve ender bulunduğuna delalet eden bir dör­düncü husus da şudur: Usûlcülere göre aslî ibaha hükmü ile mu­bah olan bir şeyin daha sonra haram kılınması nesh sayılmamakta­dır. Meselâ içki ve ribâ gibi. Çünkü bunların haram kılınmaları, aslî ibaha hükmü üzerine gelmiş olmaları itibarıyla aslî ibaha hükmünü neshetmiş sayılmamaktadır.[13] Bu yüzden neshin tarifini ya­parken şöyle demişlerdir: Nesh: Şer'î hükmün[14], daha sonra ge­len başka bir şer'î hükümle kaldırılmasıdır. Bir delil ile berâet-i zimmetin kaldırılması da bunun benzeri olmaktadır. Daha önceleri müslümanlar namazda iken birbirleri ile konuşurlardı.[15]Bu durum: "Gönülden boyun eğerek Allah'a namaz kılın"[16] âyeti gelinceye kadar böyle sürdü. "Onlar namazda huşu içindedirler"[17] âyeti ininceye kadar da namazda iken sağa sola bakarlardı[18] Bu durumu ifade için şöyle demişlerdir: "Bu, (şer'î bir hükmü değil) sa­dece daha Önce üzerinde oldukları bir durumu neshetmiştir.[19] Kur'ân'm çoğu[20] da bu şekildedir." Bu sözün mânâsı, onlar bunu aslî ibaha hükmü ile yapıyorlardı, demektir. Bu ise nesh sayılma­maktadır. Şeriatın cahiliye dönemine ait olup da iptal ettiği herşe-yin durumu da aynı şekildedir. Bunları yani nesh iddiasında bulu­nulan hükümleri bir araya getirir ve bunlarla ilgili kitap ve sünnet delillerine bakarsak, onlar içerisinde mensûh olarak gerçekten çok az bir kısım elimizde kalacaktır. Kaldı ki burada üzerine dikkat [îos] çekmemiz gereken bir önemli nokta daha vardır. Böylece selef ulemâsının nesh teriminden ne kastettiklerinin daha iyi anlaşılma­sı temin edilmiş olacaktır. O da şudur: [21]

 

Üçüncü Mesele:

 

Mütekaddimîn (ilk dönem) ulemâsının sözlerine baktığımızda, onların nesh kelimesini usûlcülerin kullanmış olduğu mânâdan da­ha genel bir anlamda kullandıklarını görüyoruz: Onlar bazen mut-lakın takyid edilmesine nesh ifadesini kullanıyorlar. Bazen bitişik ya da ayrı bir delil ile yapılan âmmın tahsisine de nesh tabir edi­yorlar. Keza mübhem ve mücmelin beyanı için de aynı tabiri kulla­nıyorlar. Öbür taraftan şer'î bir hükmün, daha sonra gelen başka bir şer'î hükümle kaldırılmasına da nesh demektedirler. Onları böyle bir tutuma iten sebep, bütün bu sözü edilen şeylerin hep aynı mânâya çıkması idi. Şöyle ki: Müteahhir ulemânın ıstılahında nesh, önce gelen emrin, yükümlülük konusunda murad olmadığı so-. nucunu gerektirmektedir. Murad sadece son olarak getirilen ol­maktadır. Bu durumda bilinci ile amel edilmemekte, ikinci ise ken­disi ile amel edilen hüküm olmaktadır.

Bu mânâ mutlakın takyidi konusunda da mevcut bulunmakta­dır. Çünkü mutlak, kendisini kayıtlayan mukayyid karşısında zahi­ri terkedilmiş bir nass olmaktadır ve onun bu mutlak ifadesi ile amel edilmemektedir. Aksine amel, kayıt getiren delil ile olmakta­dır. Bu haliyle sanki mutlak, kendisini kayıtlayan nass (mukayyid) karşısında (mensuh gibi) hiçbir anlam ifade etmemektedir ve so­nuçta nâsih mensûh gibi olmaktadır. Amm ile hâss arasındaki iliş­ki de aynıdır. Zira âmmın zahiri, hükmün lafzın kapsamı altına gi­ren bütün cüzlerine teşmil edilmesini gerektirmektedir. Hâss gelin­ce, âmmın zahir hükmünü itibardan düşürmektedir ve bu haliyle âmm ve hâss da nâsih ve mensûha benzemektedirler. Şu kadar var ki,  âmm lafzın delâlet ettiği şey (medlulü) tümden ihmal edilme­mekte, sadece   hâssın (ihmâl edilmesine) delalet ettiği kısım[22]o kapsamdan çıkarılmaktadır; Kalan diğer kısmı ise, evvelki hüküm üzere kalmaktadır. Mübhemle onu açıklayan mübeyyin nasslar[23] da, mutlak ile  mukayyed nasslar gibidir. Durumun böyle olması, nesh sözcüğünün  bütün bu mânâlar hakkında kullanılmasını ko­laylaştıran bir gerekçe olmuştur. Çünkü bu mânâların hepsi de so­nunda aynı noktaya çıkmaktadır.

Maksadı açıklamak için örnekler vermek gerekmektedir; İbn Abbâs'tan, "Dünyayı isteyene —istediğimiz kimseye dilediğimiz ka­dar— hemen veririz"[24] âyetinin "Âhiret kazancını isteyenin kazancini artırırız; dünya kazancını isteyene de ondan veririz'[25] âyetini neshettiği nakledilmiştir. Dikkat edilirse burada söz konusu olan nesh değil kayıtlamadır. Zira âyette geçen "ondan veririz" ifadesi mutlaktır; manası ise Allah'ın dilemesi ile kayıtlıdır. Diğer âyette­ki —istediğimiz kimseye dilediğimiz kadar— ifadesi bunu gerektir­mektedir. Başka türlü anlamak mümkün değildir. Çünkü âyetlerin konusu inşâ olmayıp ihbardır (haber verme); haberlerde ise nesh câri değildir.[26]

Yine İbn Abbâs, "Şâirlere ancak azgın olanlar uyar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez misin?" âyetinin hemen sonra gelen: "Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, Allah'ı çok ananlar... bunun dışında­dır'[27] âyeti ile mensûh olduğunu söylemiştir. Mekkî şöyle der: "İbn Abbâs'tan bunun gibi Kur'ân'da yer alan pek çok şey zikredil­miştir. Onun nesh tabir ettiği şeyler arasında istisna harfi de bu­lunmaktadır. Bu gibi yerler (istisna) hakkında o, "mensûh" ifadesi­ni kullanmıştır. Oysa ki bu ifade mecaz olup hakikat mânâda değil­dir. Çünkü müstesna ile müstesna minh (kendisinden istisna edi­len) birbirine bağlıdır ve istisna edatı, maksadın birinci lafzın kap­samına giren fertlerden istisna edilen fertlerin dışında kalanların amaçlanmış olduğunu göstermektedir. Oysa ki nâsih mensûhtan ayn ve onun hükmünü kaldıran müstakil bir delildir. Harf ile değil­dir." Onun sözü bu. Bunun mânâsı, nesh iddiasında bulunan bu   yerde söz konusu olan kendisinden Önce geçmiş bulunan ânımın tahsisidir; ancak bunu ifade için o, nesh sözcüğünü kullanmıştır. Zira o, bu kelimeyi kullanırken onun özel ve dar terim anlamını dikkate almamıştır.

Yine o, "Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere, izin alma­dan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyiniz"[28] âyetinin "İçinde malınız bulunan boş evlere girmenizde size bir sorumluluk yoktur.[29] âyeti ile mensûh olduğunu söylemiştir. Halbuki bunla­rın gerçek anlamda nâsih ve mensûhla bir ilgisi yoktur. Şu kadar var ki, âyetteki "size bir sorumluluk yoktur..." ifadesi birinci âyette geçen evlerden maksadın içerisinde oturulan evler olduğunu göster­mektedir.[30]

Yine o, "İsteyen, istemeyen hepiniz savaşa çıkın..[31] âyetinin "İnananlar toptan savaşa çıkmamaladır'[32] âyeti ile mensûh oldu­ğunu söylemiştir.[33]Halbuki her iki âyet farklı iki konu ile ilgilidir. Ancak o, bu sözüyle Tebûk seferinden sonra hükmün, seferberliğin herkes üzerine gerekmeyeceği şeklinde olduğuna dikkat çekmiştir.

Yine o, "De ki: Ganimetler (enfâl) Allah'ın ve Peygamberinin-dir'[34] âyetinin "Bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Al­lah'ın, Peygamberin ve yakınlarının... dır"[35] âyeti ile mensûh oldu­ğunu söylemiştir. Halbuki burada söz konusu olan nesh değil, birin­ci âyetteki "Allah'ın ve Peygamberinindir" ifadesindeki müphemli-ğin beyanıdır

Yine o, "Sakınan kimselere, onların hesaplarından bir sorum­luluk yoktur'[36] âyetinin de, "O size kitapta 'Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze geçmedikçe, onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz diye- indirdi[37] âyeti ile mensûh bulunduğunu söylemiştir. Halbuki En'âm süresindeki âyet bir haber niteliğindedir.[38]Ha­berler ise ne neshederler ne de neshedilirler.

"Taksimde, yakınlar, yetimler ve yoksullar hazır bulunursa,ondan onlara da verin.[39] âyeti hakkında da miras âyeti[40] ile mensûhtur, demiştir. Aynı şeyi ed-Dahhâk, es-Süddî, İkrime de söy­lemişlerdir. el-Hasen (el-Basrî), zekât ile mensûhtur demiştir. İb-nu'1-Müseyyeb, miras ve vasiyyet ile neshe dilmiştir, demiştir. Hal­buki iki âyet arasını bulmak mümkündür. Çünkü (Nisa 4/8) âyeti­nin mendûbluğa yorulması kabildir ve orada geçen "yakınlar"dan maksat vâris olmayan yakınlardır. Ayetteki "hazır bulunursa" ifa­desi de bu yorumun delili olur. Dikkat edilecek olursa âyette onlara verilmesi hazır bulunmaları şartına bağlanmıştır. Dolayısıyla on­lardan maksadın vâris olmayan yakınlar olduğu anlaşılmaktadır. el-Hasen de âyetten muradın mendubluk olduğunu açıklamış ve buna vasiyyet ve miras âyetlerini delil olarak göstermiştir. Bu du­rumda konu, mücmel ve müphemin beyanı kabilinden olmaktadır.O ve İbn Mesûd, "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Al­lah sizi onunla hesaba çeker ve dilediğini bağışlar..[41] âyetinin "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler,[42] âyeti ile mensûh olduğunu söylemişlerdir. [Halbuki bu da nesh değildir.[43] Çünkü İbn Abbâs, âyeti şahitliği gizleme ile tefsir etmiştir,[44] Zira o, daha önce: "Şahitliği gizlemeyin"[45] ifadesini kullanmış ve arka­sından da "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ve dilediğini bağışlar...[46]demiştir. [İbn Abbâs'ın görüşü doğrultusunda hareket etmez ve aşağıdaki dipnota aldığımız rivayeti esas alırsak, o zaman "Allah kişiye ancak gücü­nün yeteceği kadar yükler..." âyeti "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de   Allah sizi onunla hesaba çeker ve dilediğini bağışlar..." âyetini nesh değil tahsis ve onun mücmelliğini beyan etmiş olur.[47] Böylece bunun da âmmın tahsisi veya mücmelin beyanı kabilinden olduğu anlaşılmış olur.                                                    

Yine İbn Abbâs, "Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar..[48] âyetinin "Evlenme ümidi kalmayan, ihtiyarlayıp oturmuş kadıhlara, süslerini açığa vurmamak şartıy­la, dış esvaplarını çıkar'mAklan ötürü sorumluluk yoktur.[49] âyeti ile mensûh oldduğuritı söylemiştir. Halbuki burada da nesh yoktur. Burada söz konuşu3 olan sadçce daha önce geçen genelliğin (umûm) tahsisi olmaktadır.              '

Ebû'd-Derdâ ve Ubâde b. es-Sâmit, "Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir"[50]âyeti hakkında o, "Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yeme­yin.[51] âyeti ile neshedilmiştir, demişlerdir. Eğer murat, Kitap ehlinin yiyecekleri —üzerine Allah adı anılmasa da— helâldir de­mekse, o zaman umûmun tahsisi söz konusu olacaktır. Eğer mu­rat, Kitap ehlinin yiyecekleri Allah'ın adını anmak şartıyla helâldir demekse, o zaman da tahsis kabilinden olacaktır. Ancak birinci izaha göre tahsis görmüş umûm bizzat En'âm süresindeki âyet (6/121); ikincisine göre de aksi olacaktır.[52]

Atâ ise, "O gün arkasını düşmana dönen kimse Allah'tan bir gazaba uğramış olur.[53] âyeti, "Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener; çünkü onlar anlayışsız bir güruhtur. Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, zira içinizde za'f'bulunduğunu biliyordu. Sizin sabırlı yüz kişiniz onlardan ikiyüz kişiyi yener; sizin bin kişi­niz, Allah'ın izniyle, iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle bera­berdir"[54] âyeti ile mensûhtur demiştir. Oysa ki burada da söz konusu olan "arkasını düşmana dönen kimse" ifadesinin beyan ve tahsisi olmaktadır. Bu durumda mânâ: "Düşman mü'minlerin iki katı olduğu halde arkasını düşmana dönen kimse..." şeklinde ol­maktadır. Buna göre iki âyet arasında tearuz ve sonuncu mutlak ifade ile nesh durumu yoktur.

Yina o (Atâ), "Bunlardan başkası size helâl kılındı"[55] âyeti­nin de, bir kadını halası ve teyzesi üzerine nikahlamayı yasakla­yan delil ile neshedildiğini söylemiştir. Halbuki bu da ânımın tahsisi kabilinden olmaktadır.

Vehb b. Münebbih ise, "Melekler... yeryüzünde bulunanlar için O'ndan bağışlanma  dilerler"[56] âyetinin  Gâfir süresindeki "İman edenler için istiğfar ederler"[57]âyeti tarafından neshedildiğini söy­lemiştir. Halbuki Gâfir süresindeki âyet Şûra süresindeki âyetin açıklaması mahiyetindedir. Zira o rnahza bir haberdir ve haberler neshe konu olmaz.   İbnu'n-Nahhâs: "Bunlarda nâsih ve mensûh meydana gelmez; çünkü Allah tarafından bildirilen bir haberdir." demiştir.   Ancak   Vehb b. Münebbih'in, sözündeki kelimesini şeklinde söylemesi mümkündür[58] ve o tak­dirde sözünün anlamı: "Bu âyet  Gâfir süresindeki âyetin nüshası (kopyası) gibidir ve aralarında fark yoktur. İkisi aynı mânâya gelir ve biri diğerini beyan eder"   şeklinde olur. O devamla şöyle der: "Alimlerin bu gibi sözleri karşısında ayna şekilde teviller yapmak gerekir. Onların sözlerinin herhangi bir yolla izahına imkan varken böyle tevil edilmeyip hatalı şekilde anlaşılması doğru olmaz. Bu de­diğimize delil, Ahmed b. Muhammed'in bize bildirdiği şeydir." Son­ra  o Katâde'den  "Melekler... yeryüzünde bulunanlar için  O'ndan bağışlanma dilerler"[59] âyeti hakkında "Onlardan mü'min olanlar için..." dediği isnadında bulunur.

Irak b. Mâlik (el-Gıfârî), Ömer b. Abdulaziz ve İbn Şihâb'dan ise, "Altın ve gümüşü biriktirip (kenz) Allah yolunda sarfetmeyenle-re can yakıcı bir azabı müjdele"[60]âyetinin, "Mallarının bir kısmı­nı, kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al"[61]  âyeti ile mensûh olduğunu söyledikleri rivayet edilmiştir.[62] Halbuki burada söz konusu olan da birinci âyette "kenz" olarak sözü edilen şeyin ne olduğunun açıklanması dır. Buna göre bir malın zekatı verildiği za­man o "kenz" sayılmayacaktır. Zekatı verilmeyen ise, âyette sözü edilen "kenz" kapsamında kalmaktadır. Dolasıyla burada da nesh durumu yoktur.

Katâde de, "Allah'tan sakınılması gerektiği gibi sakının"[63] âyetinin "Gücünüz yettiği kadar Allah'tan sakının"[64] âyeti ile mensûh olduğunu söylemiştir. Bu er-Rabî* b. Enes, es-Süddî ve İbn Zeyd'den de nakledilmiştir. Bu da daha öncekiler gibidir. Çünkü her iki âyet de Medine döneminde inmiştir. Bu dönemde dinde güç­lüğün olmadığı prensibi ile takat üstü yükümlülüğün kaldırılmış olduğu ilkesi benimsenmiş ve yerleşmişti. Dolayısıyla "Allah'tan sakınılması gerektiği gibi sakının"[65] âyetinin mânâsı "gücünüzün yettiği konularda" demektir ve "Gücünüz yettiği kadar Allah'tan sakının"[66] âyetinin mânâsı da zaten budur. Onlar burada nesh sözcüğünü kullanırken, Al-i İmrân süresindeki mutlak ifadenin, Tegâbun sûresi ile kayıtlı (mukayyed) olduğunu kastetmiş olmakta­dırlar.

Yine Katâde, "Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı hali beklerler..."[67] âyetinin hükmünden kendisi ile zifafa girilme­yen kadının durumu, "Mü'min kadınlarla nikahlanıp, onları te­masta bulunmadan boşadığınızda, artık onlar için size iddet say­maya lüzum yoktur"[68]âyeti ile; hayızdan kesilen, henüz hayız gör­meyen ve hâmile olan kadının durumu ise, "Kadınlarınız içinde ay hali görmekten kesilenler ile henüz ay hali görmemiş olanların id-detleri hususunda şüpheye düşerseniz, bilin ki, onların iddet bekle­mesi üç aydır; gebe olanların iddeti doğurmaları ile tamamla­nır"[69] âyeti ile neshedilmiştir, demiştir. (Burada da yine nesh de­ğil beyan durumu vardır.)

Abdulmelik b. Habib, "Dilediğinizi yapın[70], "Artık dileyen iman etsin; dileyen inkar etsin"[71]   ve    "Kur'ân ancak aranızda doğru yola girmeyi dileyene ... öğüttür"[72] âyetlerinin "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz birşey dileyemezsiniz"[73] âyeti ile neshedilmiş olduğunu söylemiştir. Halbuki bu âyetler tehdîd ve korkutma sadedinde gelmiş âyetlerdir ve böyle bir mânânın neshe konu olması sahih değildir. Ayetlerde dileme işinin kullara nisbet edilmesi, zahiri üzere olmayıp, Allah Teâlâ'mn dilemesi ile kayıtlı olmaktadır. Ayetlerden amaç da işte budur.

Yine o, "Bedevilerin  küfür ve nifakları her yönden daha ileri­dir"[74] âyeti ile "Bedevilerden Allah yolunda  sarfettiklerini angar­ya sayanlar... vardır[75] âyetinin, "Bedevilerden Allah'a ve âhiret gününe inanan, sarfettiğini Allah katında ibadet ve Peygamberin dualarına nail olmaya vesile sayanlar da vardır"[76] âyeti tarafın­dan neshedilmiş olduğunu söylemiştir. Halbuki bu âyetlerin içeriği haber olmaktadır ve haberler neshe konu olmazlar. Bu durumda âyetlerden maksat, bedevilerin genel kapsamı içerisinden inananla­rın çıkarılmış ve hükme kâfir olanların tahsis edilmiş olmasıdır.[77]Ebû Saîd ve diğerleri ise, "iffetli kadınlara zina isnad edip de, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun; ebediyen on­ların şahitliğini kabul etmeyin; işte onlar yoldan çıkmış kimseler­dir"[78]âyeti, (hemen arkasından gelen) "Ama bundan sonra, tevbe edip düzelenler bunun dışındadır"[79] âyeti ile neshedilmiş olduğu­nu  söylemişlerdir. Benzeri bir söz daha Önce İbn Abbâs'tan nakle­dilmişti (ve gerekli açıklama orada yapılmıştı).

"Şüphesiz ki Allah, bütün günahları affeder"[80] âyetinin, "Al­lah kendisine şirk koşulmasını affetmez"[81]âyeti ile mensûh oldu­ğu söylenmiştir. Halbuki bu, nesh kabilinden olmayıp tahsis kabi-lindendir. "Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehenemin yakıtısı­nız"[82]âyetinin ''Yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak tutulanlar­dır"[83] âyeti ile mensûhtur[84]aynı şekilde "Sizden cehenneme uğramayacak yoktur.[85] âyeti de yine bu âyetle mensûh bulunmak­tadır, denilmiştir. Oysa ki bunlar haber konulu âyetlerdir ve bilin­diği gibi haberlerin neshedilmesi caiz değildir. Mekkî şöyle der: Sonra eğer bu nesh olsa, o zaman Allah'tan başka kendisine ibadet edilenlerin tümünün cehenneme girmesi hükmü kalkmış olurdu. Çünkü nesh, birinci hükmün zevali ve ikinci hükmün onun yerine geçmesi demektir.[86] Halbuki bu konuda birinci hükmün topyekün ortadan kalkması caiz değildir. Zail olan sadece bazısıdır. Dolayı­sıyla söz konusu olan tahsis[87] ve beyandır.

"Sizden, hür mü'min kadınlarla evlenmeye güç yetiremeyen kimse, ellerinizdeki mü'min cariyelerinizden alsın" âyetinin, yine aynı âyetin devamı olan "Cariye ile evlenmedeki bu izin içinizden, günaha girme korkusu olanlaradır"[88]kısmı ile neshedildiği söy­lenmiştir. Oysa ki burada da söz konusu olan nesh değil, mü'min cariyelerle evlenebilmenin şartını beyan olmaktadır.

Konu ile ilgili pek çok örnek vardır ve bunlar, mütekaddimînin (ilk devir âlimlerinin) nesh kelimesini, lafızların zahirlerinden hükümlerin çıkarılması sırasında, Şâri'in maksadı olmayan mânâları vehmettiren unsurların açıklanması (yani mutlakm takyidi, müc­melin beyanı, âmmın tahsisi gibi) anlamım kastettiklerini göster­mektedir. Bu durumda onların ıstılahlarında nesh kelimesi, usûlcülerin ıstılahları olan nesh kelimesinden çok daha kapsamlı olmaktadır. Bu nokta iyi anlaşılmalıdır. Tevfîk ancak Allah'tandır. [89]

 

Dördüncü Mesele :

 

Zarurî, hâcî ve tahsînî konulardan olan küllî kaidelerde nesh meydana gelmez.[90] İstikra neticesinde ortaya çıkmıştır ki, nesh sa­dece cüz'î fer'î mesâilde vuku bulmuştur. Çünkü beş zarurî esasın korunmasına yönelik her hüküm sabit bulunmaktadır. Eğer bunlar içerisinden bazı cüziler neshe dilmişse, bu mutlaka onların hıfzını temine yönelik bir başka hususun konulması yolu ile olmuştur. Eğer yerine birşey konulmaksızm nesh meydana gelmişse, bu du­rumda da korumanın aslı mutlaka baki kalmış olacaktır. Zira, bir cinsin bazı nevilerinin kaldırılmış olmasından o cinsin kaldırılmış olması gibi bir sonuç meydana gelmez.

Hatta usûlcüler, zarurî esasların her millette (şeriatta) dikka­te alınmış olduğunu, her millete göre koruma şekilleri farklı olsa bile esasta bunların müşterek olduklarını iddia etmişlerdir. Hâcî ve tahsînî konularda da durumun böyle olması gerekir. Şu âyetler bu hususu ortaya koymaktadır: "Allah Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur. Ey Muhammedi Sana vahyettik; İbra­him'e, Musa'ya ve İsa'ya da buyurduk ki: Dine bağlı kalın, onda ay­rılığa düşmeyin[91] "Ey Muhammedi Peygamberlerden azim sahi­bi olanların sabrettiği gibi sen de sabret"[92] Pek çok peygamber­den bahsettikten sonra şöyle buyrulmuştur: "İşte bunlar Allah'ın doğru yola eriştir dikleridir, onların yoluna uy[93]"Allah'ın hük­münün bulunduğu   Tevrat yanlarında   iken, ne yüzle seni hakem tayin ediyorlar da sonra bundan yüz çeviriyorlar."[94] Daha pek çok âyette daha Önceki şeriatlarda mevcut bulunan küllî hükümlerden haber verilmiştir ve bunlar aynen bizim şeriatımızda da bulunmak­tadır ve   aralarında bir fark yoktur. Yüce Allah şöyle buyurur: "Atanız İbrahim'in dini.[95] Hz. Musa'nın kıssası ile ilgili olarak da: "Şüphesiz ben Allah'ım. Benden başka tanrı yoktur. Bana kul­luk et; Beni anmak için namaz kıl[96] "Sizden Öncekilere oruç ya­zıldığı gibi size de yazıldı"[97]infaktan men hakkında gelen "Biz bunları, vaktiyle bahçe sahiplerini denediğimiz gibi denedik.[98] âyetleri; "Orada onlara  cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak... diye yazdık.[99] Ve bunlara benzer daha pek çok zarurî esaslar hakkında gelen âyetler bunu göstermektedir.

Hâcî konularda da durum aynıdır. Çünkü biz onların takat üs­tü yükümlülüklere maruz kalmadıklarını biliyoruz. Her ne kadar onlar bazı meşakkat veren yükümlülüklerle muhatap tutulmuşlar-sa da, bu hâciyyâtm dikkate alınmış olduğu esasını ortadan kaldır­maz. Öbür taraftan tahsînî olan hususlarda da durum farklı değil­dir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Siz kadınları bırakıp şehvetle er­keklere yaklaşıyorsunuz[100] Öbür taraftan "Onların yoluna uy"[101] ifadesi zahiri ile, eza ve işkencelere karşı sabır ve metanet göster­me, düşmanca tavırları en güzel şekilde savma gibi onların güzel âdetlerine de şâmil olmaktadır.

"Sizden her biriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık (şir'aten ve minhâcen)"[102]âyetine gelince, bu tamamen cüz'î fer'î konularla il­gili olmaktadır.[103] Bu şekilde âyet ve hadislerin mânâları toplan­mış olur. Şerîatlerde nesh bulunmasına rağmen, onların asıl ve esasları birlik arzettiğine ve değişmeden kalıp neshe konu olmadı­ğına göre, bütün şeriatların güzellikerini kendisinde toplayan aynı İslâm şeriatı içerisinde bu esasların değişmeden kalması ve neshe konu olmaması öncelikli olarak sabit olacaktır. Allah Teâlâ en iyisi­ni bilir. [104]

 

 



[1] Deliller bahsinin sekizinci meselesine bkz. O zaman esasların tamam­lanmasının mânâsı daha iyi anlaşılacaktır. Buradaki ifadeden maksat yeni esasların konulmuş olması değildir. Çünkü Medine döneminde geti­rilen bütün hükümler Mekke döneminde temeli atılan küllî esasların bir uzantısı ya da tamamlayıcısı mahiyetindedir. Mekke döneminde esası bulunmayıp da tamamen Medine döneminde konulmuş genel bir esas bulunmamaktadır.

[2] Daha önce sekizinci meselede de geçtiği gibi içki yasağı daha önce temeli atılmış bulunan nefsin korunması esası içerisinde icmalen mevcuttu. Medine döneminde yapılan iş, bunun adının konularak yasağın tasrih edilmesinden ibaret olmuştur; yoksa bu yasak yeni bir esas getirmiş de­ğildir. Keza içene had cezası konulması, çoğu haram olanın azını da ha­ram olduğunun belirtilmesi ilgili esasın tamamlayıcı unsurları mahiye­tindedir.

[3] Bu ifade birazdan gelecek neshin gerekçesine ters düşmemektedir. Çün­kü mücmel olarak getirilen esasların detayları getirilince tatbikat sıra­sında çeşitli   güçlüklerle karşılaşmak mukadderdi. Bu zorluklar karşı­sında bazı ruhsatların getirilmesi hikmetin gereği oluyordu.

[4] Yani neden ve ne kadar infak edeceği konusu tercihe bırakılmıştı. Yoksa bizzat infak, ta ilk baştan beri kişinin tercihine bırakılmış değildi.

[5] İyice araştırıldığı zaman müt'a nikahının Mekke fethi gününde üç gün süre ile mubah kılındığı ve daha sonra da haram edildiği görülecektir. Burada söz konusu olan helal kılma o zamana mahsus zarurete  mebnî bir tasarruftu. Sonra da neshechldi. Her iki iş de Medine döne­minde olmuştu. Dolayısıyla misal üzerinde tartışılabilir.

[6] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/97-99

[7] Yani neshin küllî esaslarda olmayacağına.

[8] Âl-i İmrân 3/7.

[9] Çünkü bu durumda mensûh, âyette kitabın anası, esası, çoğunluğu oldu­ğu belirtilen muhkemin karşıtı olmaktadır.

[10] Evet bu çoğunluk âlimlerin görüşü olmaktadır. Bunların delilleri açıktır. Bunlar haber-i vâhid ile mütevâtirin sadece tahsis edilebileceğini,  ama neshedilemeyeceğini kabul etmişlerdir. Çünkü tahsis bir beyan çe­şididir ve bu durumda iki delilin arası bulunmakta, her ikisiyle de amel edilmiş olunmaktadır. Nesh ise iptal olmaktadır. Zayıfın güçlüyü İptal etmesi mümkün değildir.

[11] Mekke döneminde inen âyetlere Mekkî, Medine döneminde inen âyetlere de Medenî denilmektedir. (Ç)

[12] Bu izah sonucunda meselâ Celâleyn gibi tefsirlerde tutulan  yolun pek uygun olmadığı anlaşılmış olacaktır. Her ne kadar birazdan gelecek olan ıstılah üzerinde yürünmüş olması söz konusu ise de, bu gibi yerlerde ne­sih ifadesini kullanmak Allah'ın kelamını açıklama konusunda pek de hoş olmayan bir gevşeklik göstermek anlamına gelmektedir.

[13] Bu ifade içkinin, Medine döneminde hakkında yasaklayıcı âyet gelmeden önce aslî ibâha hükmü gereğince mubah olduğunu gösterir. Bu durumda bu söz ile, daha önce geçen ve içkinin hükmünün Mekke döneminde ko­nulmuş bulunan canın ve organların korunması aslî hükmünün içerisine girdiği şeklindeki sözü arasını bulma ihtiyacı doğmaktadır

[14] Hakkında şer'an ibaha hükmü verilmeyen, eşyanın aslı ve câri âdet gereği olan mubah, şer'î bir hüküm sayılmamaktadır.

[15] Zeyd b. Erkam şöyle der: "Biz namazda iken konuşurduk. Bizden biri ya-nındakine birşeyler söylerdi. Sonunda "Gönülden boyun eğerek Allah'a namaz kılın" âyeti indi; namazda iken sükût etmemiz emredildi ve ko­nuşmak yasaklandı." (bkz. Buhârî, el-Amel fî's-salât, 2 ; Tefsîr, 2/43 ; Müslim, Mesâcid, 35).

[16] Bakara 2/238.

[17] Mü'minûn 23/2.

[18] İbn Merdeveyh'in rivayetine göre Hz. Peygamber <sa.) namaz kılarken sa­ğa sola bakardı. Bunun üzerine sözü edilen âyet indi.

[19] Yani şer'î bir hükmün neshi söz konusu değildir. Aksine  zimmetin daha önce berâeti var iken şimdi bir yükümlülükle meşgul olmuştur. Müellif bu nev'e çeşitli isimler vermiştir: Buna göre: a) Aslî ibaha hükmü ile mubah olan şeylerin haram kılınması, b} Zimmetten aslî berâetin kaldırılması, c) Cahiliye döneminde insanların üzerinde bulundukları durumun kaldırıl­ması. Bunların her üçü de aynı mânâyı ifade eden farklı tabirler olmakta­dır ve böylece müellif şer'î hükmün neshi ile bunlar arasındaki farkı iyice göstermeyi amaçlamıştır. Bunlar nesih sayılmamaktadır.

[20] Yani Kur'ân'm teşri kıldığı şeylerin çoğu, Cahiliye döneminde insanların işleyegeldikleri şeylerin kaldırılması ya da iptal edilmesi şeklinde olmuş­tur. Her ne kadar onlara belli bir süre mühlet verilmiş ve onların gerek yaşantılarını ve gerekse ibadet hallerini ıslâh yolu ile düzenlenen konu­larda tedrîce riayet edilmişse de  sonuç itibarıyla yapılan Cahiliye döne­minde mevcut olan şeylerin   iptalidir. Bunlar nesih sayılmamaktadır. Çünkü bu gibi konular hakkında daha önce geçmiş şer'î bir hüküm bulun­mamakta, getirilen ilgili delil ilk defa şer'î bir hüküm koymuş olmaktadır.

[21] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/99-102

[22] Yani hâssın medlulü dışında kalan kısım.

[23] Birazdan ganimet hakkındaki örneği gelecektir.

[24] İsrâ 17/18.

[25] Şûra 42/20.

[26] Nesih, haberlerin delalet ettikleri şeylerde cereyan etmez. Asla değişme­si mümkün olmayan meselâ Allah'ın birliğini, onun kemâl ve tenzihi sı­fatlarını bildiren haberlerin medlulleri üzerinde neshin cereyen etmeye­ceği konusunda icmâ bulunmaktadır. Zeyd'in imanı, Amr'ın küfrü gibi değişmesi mümkün oîan konularla ilgili haberler hakkında neshin cere­yan edip etmeyeceği hakkında ise ihtilaf vardır. Tercih edilen görüşe gö­re bu gibi durumlarda da nesih cereyan edebilir. Haberin tilâvetinin neshi veya  bizim bir haberi bildirmekle yükümlü tutulmamızın neshe-dilmesi ise —meselâ birşeyi haber vermekle yükümlü kılınmamız ve sonra da o şeyle olan yükümlülüğümüzün neshinin gelmesi gibi— bütün bunlar caizdir. Çünkü bunlar da bir tür yükümlülüktür. Dolayısıyla nes­hin konusudur. Şimdi bu izah ışığı altında âyete bakınız. Acaba o medlulü değişebilen türden ve dolayısıyla tercih edilen görüşe göre neshe konu olabilen kısımdan mıdır? Yoksa değişmeyen, dolayısıyla da neshin girmeyeceği kısımdan mıdır? Usûlcüler şöyle derler: Değişmeyen kısmın örneklerinden biri de meselâ: "Allah Zeyd'i helak etti"   sözüdür. Çünkü bu tek bir olaydır ve bir kere vuku bulmuştur. Dolayısıyla bu gibi haber­lerin medlulü hakkında değişiklik meydana gelmez. Tahkik sonucunda görülmüştür ki, bazı haberlerin medlulleri hakkında nesh caiz olmakta­dır. Meselâ haber âmm olur, sonra ikinci haber gelir ve birinci haberin âminim tahsis eder ve âmmın medlulünün sadece bazı cüzlerine şamil ol­duğunu gösterir. Yukarıdaki âyette olduğu gibi. Ancak bu usûlcülerin kastettikleri anlamda olmayıp, mütekaddimînin kastettikleri nesih ıstı­lahı doğrultusunda olur. el-Amidî'nin et-Ihkâm adlı eserine bkz.

[27] Şuarâ 26/224-226.

[28] Nûr 24/27.

[29] Nûr 24/29.

[30] Hatta birinci âyette dahi, sözü edilen evlerden maksadın içerisinde otu­rulan evler olduğunu göstennektedir.Çünkü âyette bulunan "izin alma­dan, seslenip sahiplerine selâm vermeden"ifadesi bunu gerektirir.

[31] Tevbe 9/41.

[32] Tevbe 9/122.

[33] Atâ da aynı görüştedir. Bu görüş, ikinci âyetin cihâd hakkında olduğu esasına mebnîdir. Fahreddin er-Râzî, buna rağmen bunlar arasında nes­hin gerekmeyeceğini açıklamıştır. Onun dinî ilimler konusunda ihtisas­laşma ve derinleşme ile ilgili olduğu ve onun cihâdla ilgisi bulunmadığı da söylenmiştir. Nitekim müellif de Öyle söylemektedir. Ancak müellifin "Ancak o, bu sözüyle Tebûk seferinden sonra hükmün, seferberliğin her­kes üzerine gerekmeyeceği şeklinde olduğuna dikkat çekmiştir" sözünün bir anlamı yoktur. Çünkü bu, bizzat neshin mânâsı olmaktadır.

[34] Enfâl 8/1.

[35] Enfâl 8/41.

[36] En'âm 6/69.

[37] Nisa 4/140.

[38] Mekke'de "Âyetlerimizi çekişmeye dalanları görünce, başka bir bahse geçmelerine kadar onlardan yüz çevir...." (6/68) âyeti inince müslüman-lar şikayetçi oldular ve kendilerinin Mescid-i Haram'da namaz kılmak­tan, Kabe'yi tavaf etmekten mahrum kaldıklarını söylediler. Zira müş­rikler her defasında müslümanlığa sataşsalar onlar hemen orayı terket-mek zorunda kalıyorlardı. Onların sataşması ise eksik olmuyordu. Bu durumdan büyük bir sıkıntı duyuyorlardı. Bunun üzerine "Sakınan kimselere, onların hesaplarından bir sorumluluk yoktur" âyeti ile onlara karşı Allah'ın rahmet ve ruhsatı tecelli etti ve böylece kendilerine, İslâm'a sataşanları uyarmak, onları Hakk'a irşâd etmekle birlikte bu­lundukları yerde kalmaları mubah kılındı. Sonra Medine döneminde münafıklar Yahudi hahamları ile birlikte otururlar ve onlardan İslâm'a ve Kur'ân'a yöneltilen her türlü istihza, ayıplama, sataşma duyarlardı. Bunun üzerine "O size kitapta 'Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze geçmedikçe, onlarla bir ara­da oturmayın, yoksa siz de (ey münafıklar) onlar gibi olursunuz' diye in­dirdi." (4/140) âyetini münafıkara hitaben indirmiş oidu. Buna göre *Ki-tap'ta size indirilen' den maksat "Ayetlerimizi çekişmeye dalanları gö­rünce, başka bir bahse geçmelerine kadar onlardan yüz çevir...." (6/68) âyeti olmaktadır. Fahreddin er-Râzî'nin tefsirine bkz. Onun izahına göre burada nesh iki kere meydana gelmiş olmaktadır. Birincisi: Azimet hük­mü, hafifletme ve onları uyarmak kaydı ile eski yerlerinde oturmaya de­vamı mubah kılma yoluyla nesh. Bu nesilde hem nâsih hem de mensûh En'âm sûresinde bulunmaktadır. İkincisi: Hafifletme hükmünü ikinci olarak neshetme. Bu da (4/140) âyetiyle olmuştur. Böyle bir şeyin benze­rinin şeriatta görülmediğini söyleyenler olmuştur. Meselâ İbnu'1-Kay-yım, Zâdu'l-meâd adlı eserinde birçok yerde bunu söyler. Sonra kaldı ki, "Sakınan kimselere, onların hesaplarından bir sorumluluk yoktur" ifa­desi şer'î bir hüküm bildirmektedir. O da günah ve sorumluluğun kaldı­rılmış olmasıdır. Bu durumda onun nâsih ya da mensûh olması müm­kündür; çünkü o mânâ itibarıyla haber değildir. Bu noktada müellifin sözüne ne başta ne de sonda katılmak mümkün değildir. Benzeri bir du­rum sarih olmayan emir bahsinde de gelecektir.

[39] Nisa 4/8.

[40] Nisa 4/11-13. (Ç)

[41] Bakara 2/284.

[42] Bakara 2/286.

[43] Bu cümle sözün akışı ve Nâşir'in notu dikkate alınarak tarafımızdan

eklenmiştir. (Ç)

[44] İbn Abbâs'ın sözüne göre âyetin anlamı şöyledir: "içinizdekini ve şahit­lik hakkında bildiklerinizi açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onun­la hesaba çeker ve dilediğini bağışlar..." şeklinde olacaktır. Bu şöyle olur:   Siz hak sahibine hakkın nasıl olduğunu bildiğinizi, fakat hâkim yanında şehadette bulunmayacağınızı söylersiniz, yahut da gizler ve hak sahibine bildiğiniz şeyleri muttali kılmazsınız. Bu durumda da her iki halden dolayı Allah sizi hesaba çeker. Çünkü sizin bu tavrınız şehadeti gizlemek ve hakkı zayi etmektir. Bu durumda âyetteki "açıklasanız da..." ifadesi Şahitliği gizlemeyin" sözünün mücmelliğini açıklamış olur. Bu durumda o, sadece birine olabileceği gibi her iki duruma da muhtemel olabilir ve o zaman "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği ka­dar yükler..."âyetinin bu âyetle irtibatı kalmaz.

Ama âyetin iniş sebebi ile ilgili bir rivayet bulunmaktadır: "İçiniz-dekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ve di­lediğini bağışlar..." âyeti inince bu sahabeye çok ağır geldi ve Hz. Pey-gamber'in önünde dizleri üzerine kapanıp şöyle dediler: "Yâ Rasûlallah! Şimdiye kadar namaz, oruç... gibi gücümüzün yeteceği şeylerle yükümlü tutulduk. Ancak bu âyet indi ve hiçbirimiz içinden geçen kötü düşünce ve hisleri Önleyebilecek güçte değildir" dediler. Bunun üzerine Yüce Al­lah: "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler..." âyetini indir­di. Yani Allah sizi içinizden geçen ve işlemeye azmetmediğiniz düşünce ve hislerden dolayı sorumlu tutmaz. Dolayısıyla sorumluluk gücünüz da­hilindedir.

Bu rivayete göre âyetin "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ve dilediğini bağışlar..." âyetini neshet-miş olması, onun mücmeliğini beyan, kapsamı dahiline giren bazı cüz'le-rini tahsis etmesi anlamına gelmektedir.

Kısaca, İbn Abbâs'm-görüşüne göre hareket ettiğmiz zaman "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler..." âyetinin "ve in tübdû..." âyetiyle ilgisi yoktur ve bu muhkem olup tahsise gidilmiş ol­maz. Hatta bu âyet şehadeti gizlememe ile ilgili âyetin mücmelliğini be­yan etmiş olur.

Sözünü ettiğimiz rivayeti esas aldığımızda ise, söz konusu olan nesh değil, mücmelin beyanı ya da âmmın tahsisi olmaktadır.

[45] Bakara 2/283.

[46] Bakara 2/284.

[47] Bu kısım da yine metnin akışı ve Nâşir'in notu dikkate alınarak tarafı­mızdan ilave edilmiştir. (Ç)

[48] Nûr 24/31,

[49] Nûr 24/60.

[50] Mâidde5/5.

[51] En'âm 6/121.

[52] Ancak tarih itibarıyla daha önce gelen bir delilin daha sonraki tarihli bir delili tahsis etmesinin sıhhati üzerinde durmak gerekir. Çünkü bura­da sözü edilen tahsis durumunda muhassıs olan delil daha önce inmiş olmaktadır. Çünkü Mâide sûresi En'âm sûresinden daha sonra inmiştir. Bu görüş çoğunluğa aittir. Bazıları ise hâss ile âmmın tahsisi mutlak surette caizdir; ister önceki tarihli olsun ister sonraki tarihli olsun far-ketmez, demişlerdir. Diğer bazıları da, önceki ya da sonraki tarihli olma­sına aldırılmaksızın kitap kitabı tahsis etmez demişlerdir. Imâmu'1-Ha-remeyn ve Ebû Hanife de şöyle derler: "Âmmın hâss ile tahsisi ancak ta­rih bakımından âmmın önce gelmesi durumunda mümkündür; aksi tak­dirde sonraki tarihli âmm nâsih olur."

[53] Enfâl 8/16.

[54] Enfâl 8/66.

[55] Nisa 4/24.

[56] Şûra 42/5

[57] Gâfir 40/7.

[58] İbnu'n-Nahhâs, bu kelimeyi böyle mi söyledi yoksa fiil olarak mı söyle­di? Onu tam olarak bilmiyoruz. Ancak birincisi daha yakm ve bu durum­da sözünü tevil etme imkanı daha kolaydır.

[59] Şûra 42/5

[60] Tevbe 9/34.

[61] Tevbe 9/103.

[62] Bunlar, zekâtı verilmeyen malların "kenz" olduğunu ifade eden pek çok hadisi delil olarak kullanmışlardır.

[63] Âli İmrân 3/102.

[64] Tegâbun 64/16.

[65] Âl-i İmrân 3/102.

[66] Tegâbun 64/16.

[67] Bakara 2/228.

[68] Ahzâb 33/49.

[69] Talâk 65/4.

[70] Fussılet 41/4.

[71] Kehf 18/29

[72] . Tekvîr 81/28.

[73] Tekvîr 81/29.

[74] Tevbe 9/97.

[75] Tevbe 9/98.

[76] Tevbe 9/99

[77] Yani birinci âyet sonuncu âyet ile tahsis edilmiş olmaktadır. Ortanca âyet ile sonuncu âyete gelince, bunlar arasında herhangi bir tearuz du­rumu yoktur. Çünkü her iki âyette de açıkça bedevilerin sadece bir kıs­mından söz edilmektedir. Bu durumda bu ikisi arasında nesh ya da tahsîsden bahsetmek uygun değildir.

[78] Nur 24/4.

[79] Nûr 24/5.

[80] Zümer 39/53.

[81] Nisa 4/48

[82] Enbiyâ 21/98.

[83] Enbiyâ 21/101.

[84] Çünkü onların taptıkları arasında Hz. İsa, annesi ve pek çok melek de bulunmaktadır.

[85] Meryem 19/71.

[86] Yani, sanki birinci durum hâsıl olmamıştır. Burada, her ne kadar onla­rın ve taptıklarının "katımızdan  kendileri için iyi şeyler yazılmış olan­lar" dan olduğu ifade edilmiyorsa da, onların cehennem yakıtı olmaları ortadan kalkmış olmaktadır. Bu ise doğru değildir. Mekkî'nin demek is­tediği budur.

[87] Yani onların mabûdları içerisinde cehenneme girecekler tahsis edilmiş­tir. Geriye herkesin cehenneme uğrayacağını bildiren âyetinin durumu kaldı. Acaba bu âyet de hakîkaten 'Yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak tutulanlardır" âyeti ile tahsis edilmiş midir? Halbuki herkesin cehen­neme uğrayacağını belirten âyette, hükmün genelliğinin devam etmek­te olduğunu gösteren unsurlar vardır ki,   bir sonra gelen "Sonra biz, Allah'a karşı gelmekten  sakınmış olanları  kurtarır, zalimleri de orada diz üstü çökmüş olarak bırakırız."(19/72) âyeti  bunu göstermektedir. Ayrıca Müslim'de rivayet edilen  bir hadiste de bu şekilde açıklamada bulunulmuştur.

[88] Nisa 4/25.

[89] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/102-112

[90] Bu söz daha önce geçmişti. Burada bunu bir sonraki paragrafta söyleye­ceği şeylere bir giriş olmak üzere tekrar etmiştir.

[91] ŞÛrâ 42/13.

[92] Ahkâf 46/35.

[93] En'âm 6/90.

[94] Mâide 5/43.

[95] Hacc 22/78.

[96] Tâhâ 20/13.

[97] Bakara 2/183.

[98] Kalem 68/17.

[99] Mâİde 5/45.

[100] Araf 7/81.

[101] En'âm 6/90.

[102] Mâide 5/48.

[103] Bu, külli esasları içerisine almayacak şekilde sadece cüz'î fer'î konularla ilgili olmaktadır.  Özellikle de detaylarda değişse bile her şeriatta asla değişmeyen zarûriyyât konusu asla bu âyetin kapsamına girmemekte­dir.

[104] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/112-115