DÖRDÜNCÜ FASIL.. 1

UMUM VE HUSUS (ÂMM VE HÂSS) 1

BİRİNCİ MESELE: 1

İKİNCİ MESELE: 4

ÜÇÜNCÜ MESELE: 6

DÖRDÜNCÜ MESELE: 19

BEŞİNCİ MESELE: 21

ALTINCI MESELE: 23

YEDİNCİ MESELE: 28

 

 

 

 

DÖRDÜNCÜ FASIL

UMUM VE HUSUS (ÂMM VE HÂSS)

 

Burada umum ve husustan maksadın ne olduğunu açıklamak için kısa bir giriş yapmak gerekmektedir. Burada umumdan mak­sat, (lafzı değil) manevî olan umumdur; kendisi için özel bir lâfzın olup olmaması farketmemektedir. Meselâ namaz ve benzeri diğer vaciplerden birinin vücubu ya da zulüm ve benzeri bir kötülüğün haramlığı konusunda "O âmmdır" dediğimiz zaman, bunun mânâsı "O, —umumî bir lafız içersin içermesin— bir delil ile mutlak surette ve umumîlik üzere sabittir" demektir. Bu, kullanılan delil­lerin istikrâî (tümevarıma dayalı) deliller olması esasına mebnîdir. Bu tür deliller, istikraya tâbi tutulan delillerin tümünden çıkarılan ortak netice olmaları hasebiyle kesin hüküm ifade ederler. Nitekim mukaddimeler bahsinde bu konu geçmişti. Husus ise, umumun ak­sinedir. Bu bölümde değerlendirmelerimizin esasını teşkil edecek ıstılah anlaşıldığına göre, konu ile ilgili meselelere geçebiliriz:

BİRİNCİ MESELE:

 

Umumî ya da mutlak[1] bir kaide sabit olduktan sonra, kadıyye-tu'l-ayn (ç. kadâyâ a'yân[2]) tabir edilen özel uygulamaların ve nak­ledilen davranışların (hikâyâtu'l-ahuâl[3]) o kaideye ters düşmesi, onun umumîliğine ya da mutlaklığına etki etmez.   Buna aşağıdaki  hususlar delâlet eder:

1.

Kaide bilfarz kesin olduğuna hükmedilen birşeydir. Çünkü biz kesin ve küllî olan esaslar hakkında konuşuyoruz. Kadâyâ a'yân denilen özel uygulamalar ise zannî ya da vehmî şeylerdir. Zannî olan birşeyin, katî olan birşey karşısında durması ve ona tearuz teşkil etmesi mümkün değildir.

2.

Kaidenin tevile ihtimali yoktur; çünkü kesin delillere dayalıdır. Kadâyâ a'yân ise çeşitli yorumlara açıktır; mümkündür ki zahiri üzere olmayabilir veya zahiri üzere olsa bile o esastan müstesna kılınmış[4] olabilir. Bu durumda, böyle birşeyin kendisine ters düşer gözükmesi sebebiyle kaidenin küllîliği iptal edilemez.

3.

Kadâyâ a'yân cüz'îdir; bidüziyelik (muttaritlik) arzeden kaide­ler ise küllî esaslardan olmaktadır. Cüz'îlerin, küllî esasları orta­dan kaldıracak gücü yoktur. Bu yüzdendir ki, küllî esasların hü­kümleri cüziyyâtta —kendilerinde küllî esasın hikmeti husûsî ola­rak ortaya çıkmasa bile— carî olmaya devam eder. Konfor içerisin­de olan bir hükümdarın yolculuk yapması örneğinde olduğu gibi. Keza hususi olarak kendisine yetmeyen bir nisaba sahip olan kim­senin durumu ile, nisaba malik olmadığı halde, elinde olan mikta­rın kendisi için yeterli olduğu kimsenin durumu gibi.[5]

4.

Eğer kadâyâ a'yân genel kaideyle tearuz halinde olacaksa, bu durumda; tearuz mahallinde ya her ikisi ile birlikte amel edilecek ya da her ikisi birden ihmal edilecektir. Ya da biri ile amel edilecek diğeri terkedilecektir. Her ikisi ile birlikte amel edilmesi bâtıldır[6];ikisinin birden ihmali de aynı şekilde bâtıldır. Çünkü her ikisiyle amel etme durumunda zannî ile kat'î arasında muarazamn olduğu­nu kabul etmek[7] anlamı vardır; küllinin bırakılıp cüz'înin amel etti­rilmesi halinde, cüz'înin küllî üzerine tercihi söz konusudur. Bu ise kaidenin aksine bir durumdur. Bu durumda geriye sadece dördün­cü yön kalmaktadır ki, o da cüz'înin bırakılıp küllî ile amel edilme­sidir. Ulaşılmak istenen sonuç da budur.

İtiraz: Bu usûlcülerin ortaya koyduğu tahsis ve takyid bahsi dikkate alındığı zaman problem görünür. Çünkü onlara göre umu­mun tahsisi ve mutlakın takyidi haber-i vâhid gibi zannî delillerle bile caiz olmaktadır. Zikredilen konu da buna girer. Bu durumda ya usûlcülerin dedikleri asılsızdır; ya da ileri sürülen bu kaide bâtıl­dır. Usûlcülerin ortaya koydukları sahih olduğuna göre, bu kaide­nin bâtıl olması gerekir.

Cevap: Bu itiraza iki yönden cevap verilecektir:

Birincisi[8] İleri sürülen bu itirazın konumuzla hiçbir ilgisi yok­tur. Çünkü konumuz, cüz'înin küllî ile tearuz halinde olduğunun samlısı fakat aslında öyle olmayışı hakkındadır. Zira kaide eğer küllî ise, sonra husûsî birşey ve özel bir uygulama (kadıyyetu'1-ayn) hakkında, zahiren sadece o özel uygulama hakkında tearuzu gerek­tiren birşey gelmişse fakat o şeyin küllî kaideye muhalif değil mu­vafık olabilecek şekilde değerlendirilebilirle imkânı da varsa, o za­man bu ikisi arasında bir tearuz olmaz ve bir problemden de bahse­dilemez. Bu durumda (zahiren tearuz halinde gözüken o delil) tevil-ciler için ya yorum mahalli [9] olur, ya da — eğer cüz'î ile ilgili delilin terki ve ihmalini gerektiren birşeyse— umumun itibara alınması[10]mahalli olur. Nitekim meselâ[11] bizim için tenzih[12] esası külli ve aram olarak sabit olmuştur. Sonra bir yer gelmiş ki, ilgili delil zahiren o konuda teşbihi gerektiriyor; fakat bu, tenzih esasının doğrultusunda zahir mânânın dışında başka bir mânânın da murad edilmiş olabileciği ihtimaliyle oluyor. İşte böyle bir durumda bu özel nass vb. sabit bulunan küllî esasa zarar vermez. Keza, biz pey­gamberlerin masum olduklarını sabit bir esas olarak bilmekteyiz. Buna rağmen: "İbrahim sadece üç yalan söyledi..[13]vb. gi­bi haberlerin gelmesi, —bu özel içerikli haberler genel kaideyi ihlâl etmeyecek şekilde yorulabildiklerinden— esasa zarar vermez. Aminin tahsisine gelince, o tamamen başka birşeydir. Çünkü orada tahsis, tahsis delilinin (muhassıs) tevili mümkün olmayacak ve başka ihtimaller içermeyecek şekilde zahirinin murad olduğu esası üzerine kuruludur. Bu durumda tahsis delili —usûlcülerin dedikle­ri gibi— dikkate alınır ve onun- gereği ile amel edilir. Dolayısıyla ileri sürülen itirazla konumuzun ilgisi yoktur.

Fasıl:

Bu konu, cüziyyâttan ve kadâyâ a'yândan[14]olan şeylerin tea­ruzu halinde küllî eesaslara tutunan kimselere nisbetle faydası bü­yük bir konudur.[15] Çünkü böyle bir durumda külliye yapıştığı za­man, cüz'î hakkında onu çeşitli şekillerde yormak konusunda tercih hakkı olur. Cüz'îye tutunması halinde ise, küllî üzerinde herhangi bir tercih hakkı olmaz[16] ve o kişi hakkında tearuz söz konusu olur, böylece çıkmazlar yumağı onu uzak uçurumlara atar. Dinden sap­maların ve sapıklıkların temeli işte bu noktadır. Çünkü sapıklık, müteşâbihâta tutunmak ve muhkem olan kat'î esaslar hakkında şüpheye düşmek demektir. Tevfik, ancak Allah'tandır.

Bu meselenin faydalarından biri de, küllî esaslara yapışan kimsenin tartışma esnasında karşı taraftan kolayca sıyrılması ve fitneyi körüklemek isteyen kimselere fırsat vermemesidir. Bunun Örneğini bazı ilim meclislerinde vuku bulan şu olayı verebiliriz: Gır-nata'ya Afrikalı taşkınlardan biri gelmiş ve peygamberlerin ma­sumluğu konusunda Musa'nın kıptîyi öldürmesini bir çık­maz olarak ileri sürmüş ve Kur'ân'ın zahir ifadesinin ondan güna­hın sadır olduğunu ortaya koyduğunu, çünkü Kur'ân'da onun ağ­zından: "Bu şeytanın işidir"; "Rabbim! Doğrusu kendime zulmet­tim"[17] buyurulduğumı söylemiş, olayı anlatan âyetin bazı lafızları­na tutunmuş ve yapılan tevillerin âyetlerin zahirlerinden çıkarıl­ması olduğunu ileri sürmüş. Böyle bir yaklaşım doğru olamaz ve bu gibi tartışmalar belki de*belli bir nokta üzerinde anlaşmaya ulaş-maksızın biter. Bu arkadaşlardan biriyle müzakere ettiğim bir ko­nuydu: (Ona şöyle izah ettim:) Mesele aslında basittir; yeter ki ilgili asla irca edilsin. Bu asıl, peygamberlerin masumiyetidir. O kişiye şöyle denir: Peygamberler, ehl-i sünnetin icmâı ile büyük gü­nah işlemekten masumdurlar. Küçük günahlardan da ihtilaflı ol­makla birlikte yine masum bulunmaktadırlar. Bu konuyla ilgili de­liller Kelâm ilminde ortaya konulmuştur. Bu durumda, Hz. Mu­sa'nın yaptığı bu fiilin büyük günah (kebîre) olması muhaldir. Eğer peygamberlerin aynı zamanda küçük günahlardan da masum ol­dukları kabul edilecek olursa —ki sahih olan budur— o zaman bu fiilin küçük günah olması da imkânsızdır. Şu halde onun yaptığı bu fiilin, kendisi hakkında bir günah olmadığı sonucu taayyün et­miş olacaktır. Bu durumda o fiille ilgili, değerlendiricinin önünde peygamberliğe yakışacak ve âyetlerin zahirlerinin de ihmal edilme­yecek şekilde çeşitli tevillere açık olacaktır. Arkadaşım bu yaklaşı­mı güzel buldu ve tartışma (münazara) konusunda bunun ilmî bir yol olduğunu ve çoğu zaman münazaracının görüşünü bu esas üze­rine bina edebileceğini söyledi. Bu güzel bir yaklaşımdır. Allahu a'lem! [18]

İKİNCİ MESELE:

 

Şâri'in kasdı, insanların genel kaidelere raptedilmesidir.[19] Adetler konusunda ise, sünnetullah, umumî olarak değil de ekseri­yet üzere cereyan etmektedir. Şeriat da, bu vaziyetin gereği üzere konulmuştur. Bunun sonucunda, dikkate alınacak hususlardan biri de, kaideleri âdetlerle ilgili umumîlik esası üzere icra etmek, hiçbir cüz'î hakkında farklılık göstermeyen küllî umumîlik üzere yürüme­mek olacaktır.

Şeriatın sözü edilen konumda olduğu açıktır. Dikkat edilecek olursa yükümlülüklerin konması umumîlik üzeredir ve buna alâ­met olarak bulûğ (ergenlik) kılınmıştır. Bulûğ, yükümlülüğe esas olan aklın mazinnesi yani —her zaman ve herkes için öyle olma­makla birlikte— genelde bulunduğu zaman aklın da bulunacağı bir dönemdir. Bu tam anlamda küllî olarak bidüziyelik (ıttırâd) ve in'ikâs[20] göstermez; zira bulûğdan önce aklı tamamlanan kimse bu­lunabilir; bulûğa erdiği halde aklı hâlâ tamamlanmayan kimse de olabilir. Ancak galip hal, bulûğ ile birlikte aklın da bulunmasıdır. Aynı şekilde Sâri' Teâlâ, oruç tutmama ve namazı kısaltma ruhsat hükümlerini meşakkat illetinden (hikmet) dolayı sefere bağlamıştır. Oysa ki, meşakkat bazen sefer esnasında bulunmayabilir; aksi de olur ve sefer bulunmadan da meşakkat bulunabilir. Bu gibi du­rumlarda Sâri' Teâlâ nâdirattan olan bu hallere riayet etmemiş ve kaideyi galip hal üzere yürür kılmıştır. Zenginlik sınırının nisâb ile belirlenmesi, hükümlerin beyyineye[21] müsteniden verilmesi[22] ha-ber-i vâhidle amel edilmesi[23], zannî olan kıyaslarla amel edilmesi[24]ve benzeri, aynı konuya nisbetle hep aynı sonucu vermeyecek olan şeyler de konunun örneklerindendir. Bu sayılanların doğru sonuç vermesi galip hal olmaktadır. Aksi hal ise, bu genel duruma nisbet­le azdır. Dolayısıyla bu kaidelerin küllîlikleri âdete müstenid olup genellik arzeder; hakîkî küllîlik arzetmez.

Aynı durum, diğer bütün teklîfî kaideler için geçerlidir.Durum böyle olunca, şer'î umumî kaidelerin, âdet-i ilâhiyye ile ilgili hükümlerin gereği üzere icrasının zorunluluğu ortaya çıkar. Çünkü mazinnelerle munzabıt olan odur. Ancak bir muarız ortaya çıkarsa, o konudaki hükmün gereği ne ise ona göre hükmolunur.[25] Meselâ[26] namazı kısaltma hükmünü meşakkatle ta'lîl ettiğimiz za­man, bu ne konfor içerisinde yolculuk yapan ve meşakkat duyma­yan hükümdar meselesiyle ne de yolculuk yapmadığı halde ağır iş­lerde çalışan ve meşakkatle karşılaşan kimsenin durumu ile bozul­maz.[27] (Zira yolculuk esnasında meşakkatin bulunması galiptir.)Keza yiyecek maddelerinin mübadelesi halinde riba illetinin keylî-lik[28]vasfi olduğunu kabul ettiğimiz zaman bu, bir avuç buğday gibi azlığından dolayı ölçülmesi mümkün olmayan şeyle bozulmaz.[29] Aynı şekilde altın ve gümüş hakkında ribâ illetinin semeniyet vasfi olduğunu belirlediğimiz zaman bu, azlığından dolayı semen olma­yacak özellikte olan altın ya da gümüşle bozulmaz. Yahut gıda maddeleri konusunda riba illetinin iktiyât (yani azık edinilir olma özelliği) olduğunu belirlediğimiz zaman bu, tek bir tane gibi böyle bir özellik göstermeyecek miktarla bozulmaz. Aynı şekilde bu illet, nadir olarak azık edinilen badem, ceviz, hıyar, sebzeler vb. gibi şeylerle de bozulmaz. Çünkü iktiyât konusunda Sâri', mutat olanları, devamlı kalabilecek olan ve yaygın olarak azık edinilen şeyleri esas kabul etmiştir. Bundan o maddelerin dünyanın her yerinde azık edinilir olması gerekmez. Aynı şekilde şunu söyleyebiliriz: İçki ce­zası, aklı korumak için içene tatbik edilmek üzere içki içmeye bağ­lanmıştır. Sonra had, aklı gidermeyen az miktar için de uygulan­maktadır. Çünkü âdeten azı içen çoğu da içmektedir.[30] Zina cezası, her ne kadar konulusu nesebin korunması amacına yönelikse de, cinsî organın sokulmasına bağlanmış, inzale (meninin gelmesine) bağlanmamıştır; buna göre inzal olmasa da o kimseye zina cezası uygulanır. Çünkü galip olan âdete göre, cinsî organın sokulmasıyla birlikte inzal da bulunur. Bunun gibi pek çok örnek vardır.

Buna göre, şer'î mesâil üzerinde değerlendirmede bulunacak kimse, umumî kaidelerin, âdeten galip bulunan haller üzere carî ol­duklarını (hiçbir istisnası yok anlamında gerçek mânâda küllî ol­madıklarını) hatırda tutmalıdır. [31]

ÜÇÜNCÜ MESELE:

 

Umum için konulmuş sîgalar olduğu konusunda kuşku yoktur. Bu konunun incelenmesi Arap dili mütehassıslarına aittir. Biz bu­rada bir başka nokta üzerinde duracağız; her ne kadar bu, Arap dili mütehassıslannca da ele alınacak konulardan ise de, asıl yeri bizim burada irdelememizdir. Bu konu şudur: Sığaların konuluş (vaz') iti­barıyla delâlet etmiş olduğu umum için iki bakış açısı vardır:

1.

Sîganın, onu vaz' edenler arasındaki mutlak delâleti açısından ele alınır. Usûlcülerin dikkate aldığı yön bu olmaktadır.[32]Bu yüzdendir ki onlara göre tahsis; akıl[33], duyular (gözlem)[34] ve diğer ayrı (munfasıl) tahsis delilleri[35]ile (de) gerçekleşir.

2.

Lafzın kullanılış maksadı açısından ele alınır. Lafız, asıl konu­lusu itibarıyla öyle olmasa bile, câri olan âdetler ondan gözetilen maksadın ne olduğuna hükmeder.

Bu ikincisi lafzın kullanılış (isti'mâl) yönü, birincisi de kıyâsı yönü olmaktadır.

Arap dilinde geçerli olan esaslara göre, lafzın kullanılış yönü, kıyâsî yönü ile çatışırsa, hüküm kullanılış yönüne ait olur.

Şöyle ki: Araplar, sözü genellemek (ta'mîm) istediklerinde maksatlarına (bir bütün olarak) kelâmın mânâsının delâlet edeceği türden sözcükleri seçebilirler ve o laiizlarm tek tek konuluşları iti­barıyla delâlet ettikleri mânâyı itibara almayabilirler, ya da asıl konulmuş oldukları mânâyı itibara alarak onunla sözün umumî kı­lınmasını kastederler. Bütün bunlar halin gereğinin belirlediği şeylerdendir. Açıklamak gerekirse meselâ sözü konuşan kimse, aslî ko-nuluş itibarıyla kendisini de başkalarını da kapsayan bir âmm latiz kullanır, halbuki o bununla kendisini kastetmez ve kendisinin o âmm lafzın gereğine dahil olduğunu düşünmez.[36] Keza bazen âmm ile, o lafzın asıl konuhış mânâsına uygun olabilecek bir sınıfı kaste­dip, diğerlerini kastetmeyebilir. Bazen[37] âmm lafız yerine bir par­çaya delâlet eden lafzı zikreder ve bununla o parçanın bütününü kastetmiş olabilir. Meselâ: "Falan, doğuya batıya sahip" denir[38] bundan maksat bütün yeryüzüdür. "Zeyd'in sırtına karnına vurul­du" denir, her yeri kastedilir. "O, iki doğunun Rabbidir ve iki batı­nın Rabbidir[39]; "Gökte de Tanrı, yerde de Tanrı O'dur"[40] âyetleri de böyledir. Aynı şekilde bir kimse meselâ: "Kim evime girerse ona ikram edeceğim" dediğinde, bundan kendisi kastedilmez. "İnsanla­ra ikram ettim" veya "Kâfirlerle savaştım" denildiği zaman da bun­dan maksat "karşılaştıklarım"dır. Bu durumda lafiz özellikle onlar için âmm olmaktadır. Amm lanzdan kastedilen, hatırdan asla geç­meyenler olmaksızın sadece bunlardır.

İbn Harûf şöyle der: Bir kimse kendisi de evde olduğu halde, evdekilerin hepsini döveceğine dair talâk ve âzâd üzere yemin etse, onların hepsini dövse fakat kendisini dövmese, yemininde sadık olur ve kendisine birşey lâzım gelmez. Yine "Emir, şehirde bulunan herkesi itham etti ve onları dövdü" denildiği zaman, itham ve döv­me içerisine emir girmez. O devamle şöyle der: Aynı şekilde Allah Teâlâ'mn kendisinden haber verdiği "Herşeyin yaratıcısı" gibi âmm lafızların altına Yüce Allah'ın sıfatlarından herhangi birşey girmez. Çünkü Araplar bu gibi sözlerden böyle bir mânâya kasıt ve niyet et­mezler. Bunun bir benzeri de "Allah, herşeyi bilicidir"[41]âyetidir. Her ne kadar Allah Teâlâ zâtını ve sıfatlarını bilici ise de, ancak bu haber sadece yaratıklarla ilgili olmak üzere gelmiştir. O'nun kendi zâtını ve sıfatlarını bilmesi başka birşeydir. Kendisini tanıtma ka­bilinden bu tür her ne haber gelmişse, bunlarda Allah Teâlâ'mn da o bildirilen şeyin umumu altına girip girmeyeceği konusuna bakıl­maz; O'nun sıfatları hitap altına girmez. Bu lisanın konulusundan bilinen birşeydir.

Kısaca, umum konusunda kullanılış şekline (isti'mâl) itibar edilir. Kullanılış şekilleri ise çoktur. Ancak bu konuda kıstas beya­nın esasını teşkil eden halin gerekleridir (hal karinesi[42]). Çünkü meselâ: "O (rüzgar) Rabbinin buyruğu ile herşeyi yok eder"[43] denil­diği zaman bununla gökler, yer, dağlar, sular ve benzeri şeyler kas-tedilmemiştir. Aksine âyetten maksat âdeten rüzgarın üzerinden geçtiği zaman etki edebileceği herşey demektir. Bu yüzdendir ki ar­kasından: "Bunun üzerine evlerinden başka birşey görünmez oldu" buyurulmuştur. Başka bir âyette de: "Onların üzerine, uğradığı herşeyi bırakmayıp toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik[44] buyu­rulmuştur.

Buna delâlet eden hususlardan biri de, bu gibi sözlerden dil ku­ralları gereğince istisnanın sahih olmamasıdır. Meselâ şöyle den­mez: "Kendim hariç, kim evime girerse ona ikram edeceğim" veya "İnsanlara ikram ettim, kendim hariç" veya "Kâfirlerle savaştım, karşılaşmadıklarımla hariç" ya da benzeri sözler. İstisna, ancak sö­zü söyleyenin dışında evde olan kimselerden, karşılaşılan kimseler­den olur ve o, yani istisna edilen, şayet istisna yapılmasa sözün kapsamına gireceği düşünülen kimsedir.[45] Umum kılma (ta'mîm) konusunda Arap dilinin gereği işte bu. Şu halde aynı durum, şeria­tın umum lafızları için de geçerli olacaktır.Sonra bazı usûlcüler de bu noktaya işarette bulunmuşlar ve ge* nelleme kasdı sırasında, konuşanın hatırından hiç geçmeyen ve an­cak hatırlatılması durumunda düşünebilecek olduğu şeylerin üzerine lafiz hamledilemez, demişlerdir. Böyle birşey, ancak sadece lafi-za yapışmak sonucunda olabilir.[46] Mânâ açısından ise, o şeyin ko­nuşanın maksadı dahilinde olması uzaktır. Meselâ Hz. Peygam-ber'in: "Her deri tabaklandığında temiz olur[47] hadisini ele alalım. İmam Gazzâlî bu konuda şöyle der:[48] Derinin tabaklan­ması konusuna temas edildiği sırada gerek konuşanın ve gerekse dinleyenin kafasında, köpeğin derisinin bu genellemeden hariç ol­duğu düşüncesi uzak değildir; aksine vâki ve galip olan budur. Bu­nun tersi ise garip ve uzak görülen bir ihtimaldir. Başkaları da ay­nı şeyi söylemiştir. Bu Arap (dili) kaidesine uygundur.[49] Dolayısıyla Şâri'in kelâmı mutlaka bu anlayış üzerine yorulacaktır,

İtiraz: Amin bir lafzın, terkibe girmeden önce, ne için konulmuşsa onların tümünü kapsadığı sabittir. Terkip ve kullanılış şekli sırasında ise bakılır: Bu halde iken, ya terkibe girmeden önceki kapsadığı mânâya delâlet etmeye devam edecektir, ya da etmeye­cektir. Eğer birinci şık söz konusu ise, bu lafzın konuluşunun gere­ği olacağından herhangi bir problem bulunmayacaktır.[50] Eğer İkin­ci şık söz konusu ise, o zaman bu, âmm lafzın tahsisinden başka bir şey değildir. Her tahsis için de mutlaka aklî veya naklî ya da daha başka bir delile ihtiyaç vardır. Usûlcülerin muradı da İşte budur.

Bir başka nokta daha var: Bizzat Arabm kendisi, bir çok şer'î delilde yer alan lafzı, umumu üzerine hamletmiştir; halbuki sözün akışı —bilindiği üzere— onların bu anlayışının aksini gerektirecek mahiyette idi. Onların sözün kullanılışı hakkındaki anlayışları, ge­nelleme (ta'mîm) konusunda delil olarak kullanılabilecek kadar önemli ise, o zaman onların bu anlayışları, sözün kullanılış şekli­nin, lafzın müstakil halde iken mevcut bulunan delâletine ikinci bir vaz' şekli olacak gibi etkisi olmadığını; bilakis lafzın terkip öncesin­deki delâletinin, aslî vaz' şekli üzere olmakta devam ettiğini göste­rir. Sonra onların bu anlayışının arkasından bitişik ya da ayrı bir delille tahsis gelir. Buna şunu Örnek verebiliriz: "îşte güven onlara, inanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlaradır[51]âyeti inince du­rum ashaba çok ağır geldi ve Rasûhıllah'a gelerek: "Han­gimiz imanına zulüm karıştırmamış tır ki?!" dediler.[52]Bunun üzeri­ne Hz. Peygamber: "Öyle değil. Lokman'ın oğluna söyle­diği: "Şüphesiz ki şirk büyük zulümdür" sözünü işitmez misiniz"?" buyurdu.[53]Bir rivayette de bunun üzerine "Şüphesiz ki şirk büyük zulümdür'[54] âyeti indi.[55] Bir başka misal de şudur: "Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennemin odunusunuz'[56] âyeti indiği zaman bazı kâfirler şöyle demişlerdir: "Meleklere de tapılmaktadır. Mesih'e de tapılıyor![57]Bunun üzerine: "Yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehen­nemden uzak tutulanlardır'[58] âyeti inmiştir. Buna benzer daha başka örnekler gösteriyor ki, sözün akışı (siyak), şerl maksada göre lafzın umumîliğinden daha özel bir umumîlik gerektirmesine rağ­men onlar, bu âyetlerden mücerred lafzın gereğini anlamışlardır. Onların akıllarına gelen ilk mânâ bu olmuştur. Onlar, Kur'ân'm kendi lisanları üzere inmiş olduğu kimselerdi. Eğer onlara göre iti­bara alınması gereken şey, lafzın ne için konulmuş olduğu olmasay­dı, böyle bir anlayışa kapılmazlardı.

Cevap: Birinci itiraza şöyle cevap verebiliriz: Biz Arabın is-ti'mâl şeklini dikkate aldığımız zaman, lafız terkibe girmeden Önce­ki delâletini ya sürdürecektir ya da sürdürmeyecektir. Eğer sürdü-recekse tahsis yoktur. Eğer önceki delâleti, terkip sonrasında mev­cudiyetini sür durmuyorsa, o zaman kullanış şekli için, asıl için ol­mayan bir başka itibar hasıl olmuş demektir. Sanki o, mecazî olma­yan hakîki ikinci bir vaz'dır. Bazı âlimlerin bu gibi durumlarda, aslî vaz' şeklini murad ettiklerinde "lügavî hakikat"; kullanılış şek­line ait olan vaz'ı murad ettikleri zaman da "örfi hakikat"[59] tabirle­rini kullanmaları belki de bu değerlendirmenin sonucudur. Ortaya konan bu şeyin sıhhatine Arap dili esasları içerisinde delil olacak şey vardır: Arapça bir lafzın iki asliyeti vardır: a) Kiyâsî asliyet b) Kullanılış şekline ait asliyet. Kullanılış şeklinin, lafzın esas konu­lusu sırasında bulunan asliyeti dışında bir başka asliyet şekli daha vardır. O da üzerinde konuşulan ve hakkında delil ikamesine çalışı­lan yöndür. Şu halde kullanılış şeklinde âmm lafzın herhangi bir şekilde tahsisi söz konusu olmayacaktır.[60]

ikinci itiraza da şöyle cevap verilecektir: Kullanış şeklinin umumîliğini kavrayabilmek için, o konuda gözetilen maksatları bil­mek gerekir. Şeriatın bu konuda iki maksadı vardır

1.

Arab'ın kullanış şeklindeki —ki Kur'ân ona uygun olarak in­miştir— maksadı. Bu konudan bahsedilmişti.

2.

Şer'î kullanılış şeklindeki maksadı. Bu maksat, Kur'ân'm sûrelerinde şer'î kaidelerin ortaya konması hasebiyle yer almıştır. Şöyle ki: Arabın kullanmış olduğu mutlak vaz' şekline nisbetle şer'î vaz'ın nisbeti, özel zanâatlardaki vaz'ın cumhura ait olan vaz'a nis-beti gibidir.[61] Meselâ "salâf hakkında şöyle dersin: "Onun aslı söz­lükte duâ demektir. Sonra şeriatta belli bir şekil üzere icra edilen özel bir duaya tahsis edilmiştir. O, bu özel dua hakkında hakîkat-tir; mecaz değildir" Aynı şekilde umum lafızları hakkında da, şer'î kullanılış şekli hasebiyle onlarla ilgili Şâri'in maksadı açısından ancak âmm lafız olabilirler, deriz. Buna delil, az önce zikri geçen kullanılış şekline ait vaz' hakkındaki delilin benzeridir. Şâri'in maksatlarının istikraya tâbi tutulması bu hususu açıklar; ayrıca şer'î hakikatin isbatı konusundaki deliller de onlara eklenir:

Arabın kullanış şeklindeki maksadı bilme konusunda onlar bir­birine eşittir; çünkü Kur'ân, onların dili üzere inmiştir.

Şer'î kullanış şeklindeki maksadı bilme konusuna gelince, bu­nu kavrama konusunda farklılık mevcuttur. Zira onu anlama bakı­mından sonradan müslüman olanlarla, ilk müslümanlar bir değil­dir; onu anlamak için kendini veren, tahsili için uğraşan kimse ile, bu derecede olmayan aynı değildir; bu konuda mübtedî (az bilgili) olanla müntehi (en son noktaya ulaşmış) olan bir olmaz: "Allah içi­nizden inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir"[62] Dolayısıyla sahabeden bir kısmının, kendilerine müşkil gelen bir husus karşısında duraksamaları ve gözetilen şer'î yönü anlayamamaları mümkündür. Şer'î mânâları kavrama konusunda bilgi ve tecrübesi arttıkça, konuyla ilgili ufku açıldıkça daha Önce kendisi için müşkil olan noktalar ortadan kalkacak ve şer'î kasıd apaçık olarak kendisine ayan olacaktır. Sözün kullanılışına ait bu özellikler anlaşıldı ise diyoruz ki, onlardan bazılarının problem ka­bul ederek durduğu hususlardan bir kısmı işte bu noktaya çıkacak türdendir. Usûlcülerin şer'î hakikat dîye ortaya koymuş oldukları husus da bunu destekler mahiyettedir. Çünkü konu ondan alın­maktadır.[63]Bu vaz' şekli, her ne kadar Arap kelâmı içerisinde zım­nen getirilmişse de, kendisine has maksatları vardır. Buna aynı za­manda hükümle ilgili sözün sevk şekli (hükmî mesâk) da delâlet eder. Bunu da ancak Şâri'in maksatlarını bilebilen kimseler kavra­yabilir. Nitekim birincisini de ancak Arapların maksatlarını bilebi­lenler anlayabilir. Üzerinde düşünülecek olursa sordukları hep bu kabildir.

Fasıl:

Ortaya konulan hususların doğruluğu, ikinci itiraz sırasında ileri sürülen örnekler üzerinde düşünüldüğünde ortaya çıkacaktır:

"İnanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlar...[64] âyetini ele alalım: Burada kelâmın akışı (siyak) âyette geçen "zulüm"den maksadın, hususiyle şirk türleri olduğuna delâlet etmektedir. Çün­kü sûre baştan sona kadar tevhid esaslarını ortaya koymakta ve şirkin her çeşidim ve uzantılarını yıkmayı amaçlamaktadır. Ayet­ten önce İbrahim'in kıssası işlenmiş[65]onun yıldızlar, ay ve güneş hakkında ortaya koymuş olduğu delillerle kavmiyle yaptığı mücadele sergilenmiştir. Ondan önce de şu âyet geçmişti: "Allah'a karşı yalan Uyduran ve âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kim vardır'[66] Bundan, sözü edilen iki hasleti[67]kendisinde bulun­durandan daha zâlim kimse olmadığı ortaya çıkar ve En'âm sûresinde ele alman konunun bunlar olduğu, deliller getirmek suretiyle onların iptaline, Allah'a muhalefetlerinin büyüklüğü ortaya konulmaya, zıddı bulunan hakkın izahına çalışıldığı anlaşılmış olur. Bu durumda soru, sanki bu mânânın ortaya konmasından ön­ce varid olmuş gibidir.[68] Sonra bu âyet, şer'î bir hükmü âmm bir la­fızla ortaya koyduğu için, ondan büyük küçük her türlü zulmün kastedilmesi anlaşılabilecek bir durumda idi. İşte o yüzden de soru sormuşlardı ve bu, sûrenin inişi sırasında olmuştu. Sonra bu sûre Mekkîdir ve İslâm'ın ilk yıllarında henüz külü ahkâmın tamamının ortaya konmadığı bir sırada inmiştir.[69]

Âyet üzerinde doğrudan durmayı gerektiren sebeplerden biri[70] de şu olabilir: JJaj f-^i Ij-Ji (Jj Görüldüğü gibi âyette zulüm ke­limesi olumsuzluk bildiren l)ir ifadeden sonra nekre (belirsiz) ola­rak gelmiştir[71] ve zulmün nevilerinin tümünü kapladığına (istiğrak) dair bir belirti de yoktur. Aynen şu örnektekine benze­mektedir: J>j ^L 1) Bu durumda Sibeveyh'in zikrettiği mânâlar ihtimal dahilinde olur. Bu muhtemel mânâların hepsi mezkûr ya da mukadder olanın gereğini nefyetmektir. Bu muhtemel mânâlar içerisinde istiğrak mânâsı yoktur; istiğrak mânâsı olması için zâid bir <y ya da o mânâda bir harf ile nefyin (olumsuzluğun) tekidi ge­rekir. Böyle bir tekit ise âyette yoktur. Aksine sûrede söz konusu nefyin, bilinen bir zulüm üzerine gelmiş olduğunu gösteren husus­lar vardır. Bu zulüm de; Allah'a iftira ve âyetlerini yalanlama zul­müdür. Bu durumda âyet, sözün akışına (siyak ve sibak) bakılmak­sızın ele alınması ve hükümlerin konması açısından sevkedilmesi itibarıyla mücmel halini almış[72] ve bu yüzden hakkında tartışma  doğmuştur. Sonra Hz. Peygamber tarafından, onun umu­mundan, zulüm türlerinden sûrenin delâlet etmiş olduğu bir ya da iki türünün kastedildiği açıklanmıştır. Buna göre âyette, herhangi bir şekilde tahsis söz konusu olmamıştır.[73]

"Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennemin odunusu­nuz'[74] âyetine gelince; âlimler cevap olarak bu âyet hakkındaki İbn Ziba'râ'nın[75] itirazının, âyetin kullanılış şekli ve yeri hakkında­ki bilgisizliğinden kaynaklandığını belirtmişler ve konu ile ilgili olarak rivayet edilen Hz. Peygamber'in : "Kavminin dili hakkında ne kadar da cahilsin!" sözünü[76] zikretmişlerdir. Çünkü âyette Isüf şeklinde buyurulmuştur. Bilindiği gibi (eşya, hayvan gibi) aldı olmayan şeyler için kullanılan bir ilgi zami­ridir. Bu durumda âyet melekleri ve Mesih'i nasıl kapsar?!

Bizim burada ortaya koyduğumuz esasa göre ise şöyle cevap verilir: Hitap, açıkça Kureyş kâfirlerine yöneliktir. Onlar ise ne me­leklere ne de Mesih'e tapınmıyorlardı; onlar sadece putlara tapıyor­lardı. Bu durumda "taptıklarınız" ifadesi, onların tapmakta olduk­ları putları hakkında âmmdır. Kullanılış şekline ait umumîlik içeri­sine onların tapmakta oldukları putlardan başkası girmez. Bu yüz­den karşı çıkan kimsenin bu itirazı, âyetin sevk şeklini bilmemesin­den ve âyetlerde kastedilmiş bulunan maksattan gafletinden kay­naklanmıştır. Rivayet edilen "Kavminin dili hakkında ne kadar da cahilsin!" şeklindeki hadis, onun Arap diline ait maksatları anlama konusunda —kendisi Arap olsa bile— yetersiz olduğuna delil­dir. O kimsenin anlayış yoksunluğunun sebebi de (İslâm'ın ruhun­dan) habersizliği, itiraz konusunda hırslı ve önyargılı olması, böyle­ce kastedilen mânâyı düşünememesidir. "Yaptıklarına karşılık ka­tımızdan kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehen­nemden uzak tutulanlardır''[77] âyeti de, onun bilgisizliğini (iyice) or­taya koymak için gelmiştir.

Benzeri bir örnek de Sahîh'te zikredilen şu olaydır: Mervan, kapıcısına: <rYâ Râfi'! İbn Abbâs'a git ve ona de ki: Eğer kendilerine verilen şeyden dolayı sevinen ve yapmadığı şeyden dolayı da övül­meyi seven herkes azap görecekse, o zaman biz hepimiz azap göre­ceğiz demektir" (Bu soruya) İbn Abbâs şöyle cevap verdi: "Bu âyetle sizin ne ilginiz var? Hz. Peygamber yahudüeri çağırmış ve onlara birşey sormuştu. Yahudiler onu sakladılar ve yanlış bilgi verdiler. Üstelik kendilerine sorulan konuda cevap vermiş olmak­tan dolayı övgü beklediklerini ihsas ettiler ve gizleyip yanlış bilgi verdikleri için de sevindiler" İbn Abbâs sonra şu âyeti okudu: "Al­lah, kendilerine kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksı­nız ve gizlemeyeceksiniz, diye ahid almıştı. Onlar ise, onu arkaları­na atıp az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kötüdür! Ettikleri­ne sevinen ve yapmadıklarlyla övülmekten hoşlananların, sakın sa­kın onların azaptan kurtulacaklarını sanma; elem verici azap onla­radır"[78]

Bu da o kabildendir.[79]

Kısaca, (geçen üç âyette) sorulan sorulara verilen cevaplar, o nassların umumlarının şeriatta nasıl vaki olduklarını beyandan ibarettir. Bu cevaplar aynı zamanda, kelâmın kullanılışı sırasında­ki Arab'ın kasdmdan[80] başka, bir de Şâri'in kasdının bulunduğunu ve mutlaka onun da öğrenilmesi gerektiğini, bu kasdm öğrenilme-siyle ancak bu tür müşkülerin giderilebileceğini ve diğer umum lafizlarda da durumun aynı olacağını ortaya koyar. Bu durumda sözü geçen yerlerde munfasıl bir delille hiçbir şekilde tahsisten bahsedi­lemez.[81] Umum lafızlar kural olarak bidüziyelik göstermişler ve âmmhklarına bir halel gelmemiştir.

Burada bir fasıl açalım. Bu ihtiyaç, ortaya konulan açıklamalar ve itiraza verilen cevap üzerine ortaya çıkabilecek problem[82] sebe­biyledir. Böylece amaçlanan sonuç tam olarak ortaya çıkacaktır.

İtiraz: Birileri şöyle diyebilir: Selef-i sâlih, kendileri şer1! mak­satları bilmelerine ve Arap olmalarına rağmen, her ne kadar âyetin siyakı aksine delâlet etse de sözün umûmunu esas almışlardır. Bu, onlar katında lafızda muteber olanın, lafzın —siyak aksi bir duru­ma delalet etse dahi— müstakil haldeki delâleti itibarıyla umumu olduğuna delil olur. Onlara göre durum böyle olunca, geçen örnek­lerde olduğu gibi hususîliği beyan edilmiş olanlar, munfasıl bir delil ile tahsis edilmiş olur; iddia edilen lafzın kullanılış şekline ait umum üzere konulmuş olmaz.

Bu hususla ilgili onların sözlerinde örnekler vardır:

1.

Hz. Ömer, halifeliği sırasında kaliteli olmayan (haşin) yiyecekleri tercih eder, yamalıklı elbiseler giyerdi. Kendisine: "Bundan da­ha uygun yiyecekler alsan ya!" denildiği zaman: "Onların (dünya hayatında tüketilecek) iyiliklerim kılınmasından korkuyorum. Al­lah Teâlâ: 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan herşeyi harcadınız...[83] buyuruyor" derdi. Yine o, ailelerinin nafakaları ko­nusunda genişlik gösteren bazılarını gördüğünde şöyle demiştir: "Bu 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan herşeyi harcadı­nız...' âyeti sizi nereye götürecek?!" Sözün akışı (siyak), âyetin dünya hayatına razı olup âhirete aldırış etmeyen kâfirler hakkında nazil olduğunu göstermektedir. Nitekim âyet: "inkâr edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan herşeyi harcadınız... Ama bugün alçaltıcı bir azap göreceksi­niz' denir"[84] şeklindedir. Bu ifadeler mü'minlerin haline uygun de­ğildir. Buna rağmen Hz. Ömer israfın terki konusunda âyeti mut­lak olarak almış ve onu mü'min olsun, kâfir olsun herkese şâmil kılmıştır. Onun bu görüşünün, Sahilı'te yer alan Hz. Peygamber'e karşı dayanışma içerisine giren iki kadın[85]hadisinde bir dayanağı da vardır. Şöyle ki: Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e : "Allah'a dua et de, ümmetin hakkında genişlik versin. İranlılara ve Bizans'a bolluk vermiştir; halbuki onlar O'na tapmıyorlar" Bunun üzerine Hz. Peygamber oturarak doğruldu ve: "Ey Hat-tab oğlu! Yoksa seti şüphe içerisinde misin? Onlar dünya hayatında iken iyilikleri kendilerine peşin olarak verilen bir kavimdir" buyur­du. Bu, —her ne kadar âyetin akışı aksini ortaya koysa da— Hz. Ömer'in yaklaşımına bir işaret olur.[86]

Cehennem ateşinin ilk yakacağı üç zümre[87] ile ilgili hadis[88]hakkında Muâviye şöyle demiştir: "Allah da, Rasûlü de doğru söyle­miştir: 'Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işledik­lerinin karşılığını tastamam veririz; onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar, işte âhirette onlara ateşten başka birşey yoktur, işle­dikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zaten yapmakta oldukları şey de bâtıldır.[89]Muâviye, bu sözü ile hadisin gereğini —ki o müslümanlar hakkında vârid olmuştur—, kâfirler hakkında olan —çünkü âyette İşte âhirette onlara ateşten başka birşey yoktur* denilmek­tedir (ve bu âyetin kâfirler için olduğunu gösterir)— bu âyetin hük­mü altına sokmuştur. Bu, âyette geçen &* sıla isminin[90]kâfirlerin dışında müslümanları da kapsayacak şekilde umûm ifade etmek üzere alındığım gösterir.

Buhârfde, Muhammed b. Abdirrahman anlatır: Medinelüer üzerine bir askerî birlik plânlandı; ben de ona yazıldım. İbn Ab-bâs'm azadlısı İkrime ile karşılaştım ve ona durumu bildirdim. Be­ni böyle birşeyden şiddetle menetti ve sonra bana şöyle dedi: İbn Abbâs'm bana haber verdiğine göre, Hz. Peygamber [ "h^^"] döne­minde müslümanlardan bazı kimseler müşriklerle beraber idiler ve onların kalabalık gözükmesine yardımcı oluyorlardı. Ok gelir onlar­dan birine isabet eder ya da kılıç darbesi isabet eder ve ölürlerdi. (Müslümanlardan bazılarının: 'Onlar bizim kardeşlerimiz di, onlar için istiğfar edelim' dediklerinde: "Kendilerine yazık edenlere me-T2831 lehler canlarını aldıkları zaman.[91]âyeti inmiştir.[92] Bu da aynı şekilde bu kabildendir. Çünkü âyet müşriklerin kalabalıklarım ar­tıran kimseler hakkında artımdır. Sonra İkrime, onu bundan da da­ha genel bir şekil üzere almıştır.[93]

Tirmizî ve Nesâî'nin İbn Abbâs'tan yaptıkları bir rivayet de şöyledir: Ashab "Içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker..[94] âyeti indiği zaman, daha önce hiçbirşey-den görülmedik bir şekilde endişe ve korku duydular ve bunu gelip Hz. Peygamber'e [" vyesS&mtu ] söylediler. O da onlara: "İşittik ve itaat ettik! deyin" buyurdu. Allah onların kalbine iman verdi (de buna tahammül gösterdiler). Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyetleri in­dirdi: "Peygamber ve inananlar, ona Rabbinden indirilene inandı. Hepsi ... 'inandık, itaat ettik' dediler. Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aley­hinedir. Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi so­rumlu tutma. Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de ağır yük yükleme'[95]Hadis, bu dualar karşısında Allah Teâlâ'nm: "Öyle yaptım" diye icabette bulunduğunu bildirmiştir.[96]

Bu rivayette de ashab, âyetten muradın umum olduğunu anla­mışlar ve Hz. Peygamber de, onların bu anlayışını tasdik etmiştir. Ondan sonra "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler..." âyeti, "Allah size dinde güçlük kılmamıştır"[97]âyeti ile birlikte nesh[98] ya da bir başka şekil[99] üzere inmiştir. Dinde güçlü gün olmadığı ilkesi, Mekke'de konulmuş küllî bir kaidedir. Bunda, lügavî ya da şer'î kullanılış şekli bir başka şeye delâlet etse bile, lafzî umumî delâlet şeklinin alınmasının sahih olacağına delâlet vardır.[100]

Aynı durum "Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehennme sokarız" âyeti[101] için de geçerlidir. Çünkü bu âyet dinden dönenler (mürted) hakkında nazil olmuştur. Zira arkasından gelen: "Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette affetmez. Bundan başkasını di­lediğine bağışlar" âyeti bunun delilidir. Buna rağmen bütün âlimler, bu âyeti icmâhn hüccet oluşuna, ona muhalefet edeninin âsî kabul edileceğine, dinde bid'at çıkarmanın kötü birşey olduğuna delil olarak kullanmışlardır.

"Bilin ki, onlar Kur'ân okunurken ondan gizlenmek için iki büklüm olurlar. Bilin ki, elbiselerine büründüklerinde bile Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir"[102]âyetinin şevki aslında kâfirler ve münafıklar ya da başkaları içindir. Çünkü "on­dan (yani Allah'tan veya Rasûlullah'tan gizlenmek için" ifadesi bunun delilidir. Buna rağmen İbn Abbâs: "Âyet, helaya git­tikleri zaman utanan ve başlarını (avret yerine bakmayıp) yukarı diken, eşlerine yanaşırken başlarını yukarı kaldıran bir takım in­sanlar için inmiştir"[103] demiş ve bu tür insanları da âyetin hükmü içine almıştır; halbuki sözün akışı böyle bir genellemeyi gerektir­memektedir.

Bu gibi örnekler çoktur. Bütün bunlar, "İtibar, lafzın umumî  oluşuna olup, sebebin hususîliğine değildir" görüşü üzerine kuruludur.

Bir başka örnek de Allah Teâîâ'nm: "Kim Allah'ın indirdikle-riyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir"[104] âyetidir. Bu âyet(ler)[105] yahudiler hakkında inmiştir ve sözün akışı bunu göstermektedir. Sonra âlimler, âyetin hükmünü kâfirler dışındaki­lere de teşmil etmişler ve Allah'ın indirdikleriyle hükmetmemenin küfrün dûnunda (berisinde) bir çeşit küfür olduğunu söylemişler­dir.

Bu konu, itibarın lafzın umûmî oluşuna olmayıp, sebebin husu­sîliğine olduğu[106] mecrasına girdiğine ve bu konuda da bilinen ihtilaf[107] mevcut olduğuna göre, daha sahih olanın iki görüşten biri olacağı sonucuna varmış olacağız; bunun Ötesinde başka bir fayda elimize geçmeyecektir.

Cevap: Selef-i sâlih, bu ince anlayışa, onu lafzın umumîliği ko­nusu üzerine değil, bir başka noktaya dayandırarak varmışlardır. Çünkü onlar Allah'ın kelâmından ancak ilimde üstün paye (rüsûh) sahiplerinin elde edebileceği bir maksadı kavramışlardır ki o da şu­dur: Allah Teâlâ, kâfirleri kötü fiilleriyle, mü'minleri de en güzel amelleri ile zikretmiştir. Bundan amacı, kulun bu iki makam ara- sında devamlı korku ve ümit içerisinde olmasını temin etmektir. Bu durumda kul, iman sahiplerinin sıfatlarına ve onlar için vaad edilen şeylere bakacak, onları elde edebilmek ümidi ile çalışacak, onlar içerisine katılamamaktan korkacak ve günahlardan kaçacak­tır; kâfirlerin sıfatlarına ve onlar için hazırlanmış olan azaba baka­cak ve onların içine düştükleri şey içerisine düşmekten korkacak,şüpheli şeylerden dahi kaçacak; imanı sebebiyle onlara katılmaya­cağını ümit edecektir. Bu haliyle o korku ve ümit arasında olacak­tır. Çünkü o, her ne kadar sükût geçilmiş de olsa her iki grupla da bir nevi müştereklik içerisindedir. Zira iki uç zikredildiği zaman, ikisi arasında kalan her iki taraftan da sayılır.[108]Aynen ictihâd mahallerinde olduğu gibi, aralarında fark yoktur. Onların zikredi­len görüşlere ulaşmaları işte bu yönden olup, onları lafzın umumu altına dahil etmiş olmalarından değildir. Sözü edilen Ahkâf (46/20), Hûd (11/15) ve Nisa (4/97) âyetleri hakkında bu tezimiz çok açık­tır.[109] Nisa (4/115) âyetinin zahiri de öyle gözükmektedir. Diğerle­ri[110] ise, ya (bu cevapta) sözü edilen kaidedendir ya da, küllî bir ka­ideden alınmış cüz'î bir açıklamadır; yoksa maksat tahsis değildir; aksine umum yönünün beyan edilmesidir.[111] Tafsilât konusunda daha fazla araştırmalısın. Yardım istenilecek olan ancak Allah'tır.

Fasıl:

Verilen bu bilgilerden sonra diyoruz ki; tahsis ya ayrı (munfa­sıl) bir delille ya da bitişik (muttasıl) bir delille söz konusu edilmek­tedir.

Eğer istisna, sıfat, şart, gaye, bedel-i ba'z vb. gibi bitişik bir de­lille ise, bunlarda aslında birşeyin çıkarılması söz konusu değildir. Aksine bu, muhatabın kastedilen şeyin dışında başka bir mânâ an­lamaması için lafzın umumundan Şâri'in ne kastettiğinin beyan edilmesidir. Bu Sîbeveyh'in; "Tanımayana nisbetle 'Kızıl Zeyd' ifa­desi, tanıyana nisbetle sadece 'Zeyd' ifadesi ile aynıdır.' sözüne çı­kar. Şöyle ki: "Kızıl Zeyd" in delâleti, konuşanın kastına göre "Zeyd"in delâletinin aynıdır. Nitekim sıla ismi[112] de, arkasından ge­len sıla cümlesiyle birlikte ismi beraberce oluşturur; isim, ikisinden biri değildir. "Terzi adanı" dediğin zaman, muhatap ondan muradın Zeyd ile aynı olduğunu anlar; şu halde medlule delâlet eden sadece biri değil her ikisidir (yani "terzi adam" tamlamasıdır).[113] Bu istisnada iyice ortaya çıkar.[114] Meselâ "üç hariç on" denildiği zaman bu ifade, "yedi" sözcüğü ile eşanlamlı olur. Bu sanki terkip esnasın­da ortaya çıkan başka bir vaz' gibi olur. Durura böyle olunca, hük­mün elde edilmesinde, ne lafız ne de kasıt[115] itibarıyla bir tahsis yok demektir. Aynı şekilde onun mecaz olduğunu söylemek de yan­lıştır; çünkü Arap dili mütehassıslarına göre: "Kahramanları avla­yan bir arslan görmedim" sözü ile, "Cesur bir adam görmedim" sözü arasında fark vardır. Zira birincisi mecaz, ikincisi ise hakikattir. Bu konuda söz onlarındır; söz hakkında aklın ortaya koyabileceği tasavvurlara[116] ait değildir.

Munfasıl (ayrı) delil ile tahsise gelince; o da aynı şekilde umum lafızlardan maksadın ne olduğunun açıklanması esasına çıkar. Ni­tekim meselenin başında bu husus ortaya konulmuştur. Gerçekte ise, usûlcülerin belirttikleri gibi bir tahsis yoktur.

İtiraz: Usûlcüler de böyle söylüyor ve şöyle diyorlar: Tahsis, zikredilen lafızdan maksadın ne olduğunun açıklanmasıdır. Çünkü tahsis, muhatabın anlayışına göre tahsis edilenin, lafzın umumu al­tına girmiş olabileciği anlayışını ortadan kaldırmaktır ve lafzın al­tına girmesinin nıurad olunması değildir; aksi takdirde tahsis, nesh olurdu. Şu halde, ayrı delil ile yapılan tahsis ile bitişik bir delille yapılan tahsis arasında yaptığınız açıklamaya göre bir fark yoktur. Bu durumda zikettiğiniz şeyle, usûlcülerin zikrettikleri şey arasın­da nasıl fark görüyorsunuz?

Cevap: Aralarındaki fark açıktır. Şöyle ki: Burada bizim zikret­tiğimiz şey, Arap diline ya da şeriata ait kullanılış şeklinde umum sığalarının konuluş biçiminin beyanı esasına yöneliktir. Usûlcüle­rin zikrettikleri şey ise, sığanın konulusu itibarıyla umumdan hususa çıkmış olmasının beyanı esasına varmaktadır. Biz, onun lafzın vaz' şeklinin beyanı olduğunu açıklamıştık. Onlar ise, lafzın aslî vaz' şeklinden çıkışının beyanıdır, demektedirler. Dolayısıyla aralarında fark vardır. Burada sözünü ettiğimiz tefsir, kendisinden muradın ne olduğunu açıklamak üzere müşterek lafzın hemen ar­kasından getirilen beyanın[117] benzeri (nazîri) olmaktadır. Usûlcüle-rinki ise, hakikatin hemen arkasından ondan muradın mecaz oldu­ğunu beyan için getirilen açıklamaya benzemektedir (nazîri).[118]"Bir arslan gördüm; kahramanları avlıyor" sözünde olduğu gibi.        

İtiraz: Yani usûlcülerin ortaya koymuş oldukları esaslar tüm­den bâtıl mı? Eğer bâtıl ise, onların üzerinde icmâ ettikleri şey ha­talı olmayacak mı? Halbuki ümmet, hata üzerinde icmâ etmez. Eğer, onların görüşleri doğru ise, —ki icmâ etmiş olmaları bunu ge­rektirir— o zaman onların görüşlerine ters düşen herşey hatalı ol­muş olur. Şu halde şimdiye kadar anlattıklarınızın hepsi hatalı ol­malıdır.

Cevap: Önce icmâ iddiası —şartı üzere— sabit değildir. Haydi sabit kabul edelim; bundan bizim anlattıklarımızın bâtıl olması lâzım gelmez. Çünkü onlar umum lafızlarını, sadece terkip öncesin­deki vaz' itibarıyla delâletleri açısından ele almışlardır; kullanılış şekline ait vaz' halini dikkate almamışlardır. Hatta hükümlere istidlal konusunda, onu itibara rücu etmişlerdir: Bu durumda her biri, görmüş olduğu bir noktayı itibara almış ya da razı olduğu bir tevile gitmiş olmaktadır. Burada ortaya konanlar, onların, kullanı­lış şeklinde lafızları itibara almış olmaları noktasından çıkarılmak­tadır ve bu konuda bizimle onlar arasında bir ihtilaf bulunmamak­tadır. Bundan ancak onların maksatlarını anlayamayanların ve sözlerini gerçek anlamda değerlendiremeyenlerin anlayışları bir istisna olmaktadır. Başarı ancak Allah'tandır.

Fasıl:

İtiraz: Buraya kadar anlatılanlar nihayet sözde kalan bir ba­histir; mânâ itibarıyla bir farklılık yoktur.[119]Böyle birşey üzerine herhangi bir hüküm bina edilmez.

Cevap: Buna verilecek cevap hayır, olacaktır. Aksine konu, üzerine bir çok hükmün bina edildiği bir bahistir. Bunlardan bazı­ları şunlardır:

1. Amra, tahsis gördükten sonra hüccet olabilir mi? Olmaz mı?[120] konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu din konusunda çok tehli­keli meselelerden biridir. Haddizatında bu gibi konularda mevcut olan görüş ayrılığı, çirkin birşeydir. Zira şer'î delillerin büyük ço­ğunluğu ve umdeleri, umum ifadeli nasslardır. Eğer böylesine bir konu, ihtilaflı konulardan sayılacak olursa o zaman şer'î nassların büyük çoğunluğu, üzerinde "Acaba delil olur mu? Yoksa olmaz mı?" diye tartışılan şeyler halini almış olur. Bunun benzeri bir durum, mutlak ifadeli nasslar hakkında da söz konusu olur. Ama mesele zikri geçen esasa arzedildiği zaman, böylesine tehlikeli bir problem ortadan kalkmış[121]ve umum ifadeli bütün nasslar, her görüşe göre de hüccet olmuş olur.[122]

Bu konunun problem edilmesi, bir başka çirkin iddiaya daha götürmüştür. Bu iddiaya göre Kur'ân'ın umum ifadeli nassları içerisinde, —tahsisten sonra hüccet olduğu görüşü kabul edilse bile— hakikaten umum kabilinden sayılacak hiçbirşey yoktur. Böyle bir görüş, Kur'ânî küllî esasların iptalini ve onlarla istidlalde bulun­mayı bütün olarak düşürür. Ancak bu konuda biraz gevşeklik gös­terilir ve hüsnü zanda bulunulursa o başka. Yoksa işin tahkiki ya­pılır ve kesin hükme varma istenirse bu mümkün olmaz. Bu düşün­ce, dikkat edilecek olursa şer'î delillerin zaafa uğratılması sonucunu doğurur ve onlara dayanılması esasını zayıflatır. Bunlar, görüş­lerine esas olmak üzere İbn Abbâs'm: "Allah, herşeyi bilicidir" âyeti hariç, Kur'ân'da tahsis görmemiş hiçbir âmm yoktur" sözünü naklederler. Bütün bunlar, Arap diline muhalif şeylerdir, selef-i sâlihin tahkik sonucunda anladıkları Kur'ân'ın umum ifadeli nasslarına kesin bir surette dayanmalarına ters düşer. Bu hem, Arabın kendi dilindeki kasdı, hem de Şâri'in benimsemiş olduğu hüküm koyma şekilleri hakkındaki kasdı açısından sakattır.

Sonra bilindiği üzere Hz. Peygamber'İn özelliklerin­den biri de kendisine cevâmiu'l-kelim[123] özelliğinin verilmiş olma­sıdır. Bu özelliğinin bir sonucu olarak söz, onun dilinde olabileciği-nin en son haddinde muhtasar ve maksadı ifadeye de en yakın bir şekilde gelmiştir. Bu kabilden olan ifadelerin başında, umum ifade­li nasslar gelir. Kur'ân'da cami' ifadeler, ancak tahsis, takyid ya da daha başka delillere ihtiyaç gösterecek şekilde vardır, denilecek olursa, o zaman bunlar muhtasar cami' ifadeler olmaktan çıkar. İbn Abbâs'tan nakledilen sözün ise, —eğer sahih bir senedle sabitse— tevili mümkündür.[124]

Doğrusu şudur ki, gelen umum lafızları, kullanış şekline ait as-liyetle umumları üzeredir; onların umum mahallerini Şâri'in mak­satlarını kavramış ve Arap dilinin kullanış şekline hâkim olan kim­seler anlarlar. Bu bahis görüldüğü gibi, sadece sözde kalan bir ko­nu değildir; üzerine çok kıymetli fıkhî sonuçlar ve bilgiler bina edil­mektedir. Tevfîk ancak Allah'tandır. [125]

DÖRDÜNCÜ MESELE:

 

Umum azimetler, her ne kadar ilk bakışta ruhsatlar tarafın­dan tahsis edilmiş İntibaını veriyorsa da, aslında onlar tahsis edil­miş değillerdir. Aksine azimetler eski umum halleri üzere bulun­maktadırlar. Bir terim olarak, ruhsatların onları tahsis etmiş oldu­ğu söylense bile, bu hakikî mânâda olmayıp mecazî mânâda bir kul­lanış şeklidir.

Bunun delili şudur: Ruhsat, ya takat yetmeyen şeye nisbetledir ya da öyle değildir.

Eğer takat üstü birşeye nisbetle ise, o aslında bir ruhsat sayıl­maz. Çünkü takati yetmeyen kimse hitapla muhatap değildir. Bu durumda onun hakkında şöyle denilir: Azimet hükmü getiren hi­tap, takat üstü yükümlülüğü kaldıran delil ile esastan kalkmıştır ve burada azimet daha öncesine muhalif bir başka şekle ve keyfiye­te intikal etmiştir. Meselâ, kıyama güç yetiremeyen bir kimsenin namaz kılmasını ele alalım. Bu kimse artık kıyamla muhatap değil­dir ve onun farzı bundan böyle oturarak veya yan üstü ya da sırt üstü yatarak kılmaya dönüşmüştür. Bundan böyle onun hakkında azimet hükmü işte bu sonuncusu olmuştur.

Eğer ikinci kısımdan ise, o zaman ruhsatın mânâsı, eğer daha hafif olana intikal ederse kendisine bir günah gerekmez demektir; yoksa ondan kıyam farzı düşmüştür[126] mânâsına gelmez. Buna şu husus delâlet eder: Bu. adam tekellüfe girse ve namazını ayakta kıl-sa; şimdi bu kimse hakkında; ya farzını azimet üzere tam olarak eda etmiştir denilecek, ya da öyle denilemeyecektir. Onun, namazı­nı tam olarak eda etmediğini söylemek sahih olamaz. Çünkü o, kı­yamın edası konusunda sağlam ve kadir olan kimse ile hiçbir fark olmaksızın aynı olmuştur. Böyle bir durumda bu ikisini ayırmak, delilsiz keyfîlik (tahakküm) olur. Şu halde mutlaka onun kemâl üzere kıyamını eda etmiş olması gerekecektir. Bu da onun, kıyam hükmünü getiren hitabın umumu altına girmesi demektir.

İtiraz: Ruhsatla beraber azimet, kendisine nisbetle keffâret özellikleri gösteren şeylerdendir. Kişi, bu iki hasletten hangisini eda etse, o vücup hükmü üzere işlenmiş olur. Durum böyle olunca, kendisinden kesinlik hükmü kalkmış olduğu halde onun azimetle amel etmesi, kemâl üzere amel etmek olur. Azimetin umumunun ruhsatla tahsis edilmesinin mânâsı da işte budur. Bu izaha göre, azimetlerin umumları ruhsatlarla tahsis edilmiş olmaktadır.[127]Dolayısıyla onların umumluklarmın devamından söz etmek doğru ola­maz.

Sonra[128], azîmet hükmünün devamı ile ruhsatın meşruiyetini bir arada toplamak, birbiri ile bağdaşmayacak olan iki şeyi bir ara­da bulundurmak demektir. Çünkü azîmet hükmünün bekası de­mek, namazda kıyamın o kişi üzerine kesin biçimde farz olması de­mektir. Ruhsat ise, kıyamın o kimse üzerine kesin olarak farz ol­maması anlamına gelir. Bu ikisi, birbiri ile bağdaşmayan iki ayrı durumdur ve aynı yerde bir arada bulunmaları mümkün değildir. Dolayısıyla kendisine ağır gelen kimseye nisbetle, kıyam azîmet hükmünün umumun devam etmekte olduğunu söylemek sahih ola­maz.

Bir üçüncü husus, ruhsatla azîmet arasında tercih hakkı bu-lunmaktadr. Eğer azîmet kesin aslî vücup hali üzere kalmakta de­vam etseydi, o zaman bundan vacip olan ile olmayan arasında bir tercih türünden bir sonuç lâzım gelirdi. Kaide olarak böyle bir so­nuç ise muhaldir. Muhal bir sonucu doğuracak şey de muhaldir.         [294]

Cevap: Azîmet ve ruhsat keffâret özellikleri gösteren şeylerden değildir. Zira gerçek bir tercih bulunduğuna delâlet eden sabit bir delil bulunmamaktadır. Ruhsatın hakikati ile gelen deliller, onu iş­leyen kimsenin günahkâr olmayacağını göstermektedir o kadar. Bunun ötesinde mükellefin azîmet ile ruhsat arasında muhayyer (seçimli) olduğunu gösteren delil yoktur. Bu ikisi arasındaki fark, Hükümler bölümünde Azîmet ve Ruhsat bahsinde geçmişti. Bu hu­sus sabit olunca, azimetin kemâli ve aslî hitap üzere bulunmakta devam ettiği ortaya çıkmış olur; muhalefetin ise başka bir hükmü vardır (ki o da işleyenden günahın kaldırılmış olmasıdır).

Sonra, azîmet hükmünü getiren hitap, Allah hakları yönünden olmaktadır; ruhsat hükmünü getiren hitap ise, kul hakları cihetin-dendir ve her iki hitap kul üzerine aynı cihetten gelmiş değildir; ak­sine iki ayrı yönden gelmiştir. Cihetler farklı olunca, onları bir ara­da toplama (cem) mümkündür ve bir arada bulunma halinde doğa­cağı sanılan çelişki hali ortadan kalkar.[129]Azîmet hükmünün meşakkatten[130] dolayı yerine getirilmiş olmamasının benzeri (nazî-ri), hata, unutma ve ikrah (zor kullanma)... gibi mazeretler sebe­biyle asıl hükmün bulunmamasıdır. Bu mazeretlerin bulunması ha­linde aslî hitap düşmemekte[131] ve var olmaya devam etmektedir. Buna rağmen, aslî hitabın gereğinin bulunmayışı günahı gerektir­memekte ve mazeret sahibini haranı olan bir durum içerisine dü­şürmemektedir. İşte bu nokta üzerine bir husus daha bina edilir ki hem bu meseleyi hem de başkalarını kapsar: O da şudur: Azimet olan umum hükümlerde, muhaliften makbul bir özür sebebiyle gü­nahın kalktığı durumlarda, söz konusu azimet hükümleri tahsis ol­maksızın umumu üzere bulunmaktadır. Her ne kadar onlar hak­kında, "özürler tahsis etmiştir" gibi ifadeler kullanılırsa da, bu ha­kikat anlamda olmayıp mecaz anlamdadır. Bu konu için müstakil bir mesele açalım: [132]

BEŞİNCİ MESELE:

 

Meselenin sıhhatini gösteren deliller yukarıda geçen deliller­dir.[133] Mesele, her ne kadar bir yönden ihtilaflı bir konu ise de, doğrusu, onun da azimetle ruhsat arasındaki ilişki üzerine cereyan et­mesidir. Meseleyi iki konu olarak vaz* edelim:

1.

Birincisi[134], mükelleften hatanın vukubulması ve bunun sonu­cunda haram olan birşeyi işlemesi, sonra o şeyin nass, icmâ ya da başka bir yolla haram olduğunun ortaya çıkması. Meselâ helâl zan­nıyla sarhoşluk verici bir içkiyi içen, kendi malı zannıyla yetim ya da bir başkasına ait malı yiyen, kâfir zannıyla bir müslümanı öldü­ren, kendi helâli zannıyla yabancı bir kadınla yatan vb. örneklerin­de olduğu gibi. Bu şeylerin haram kılınmasına esas olan mefsedet-ler ya bilfiil vâkidir ya da beklenti halindedir. Çünkü sarhoşluk ve­ren içkiyi içen, aklını yitirir ve içki onu Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan ahkoyar; yetim malını yemek, o zavallının zarar görmesi ve yoksul düşmesine sebep olur. Müslümanı öldüren (haksız) bir kan akıtmıştır ve onun bu fiili: "Kim onu öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş olur"[135]âyetinin kapsamına girer. Yabancı ka­dınla ilişki kuran kimse, kendi suyundan yaratılmış olan nesebin karıştırılmasına sebep olur. Bu durumda, acaba bu şeyler hakkın­da: "Allah Teâîâ, bunlara izin vermiş veya onları emretmiştir" de­mek caiz olur mu? Hayır! Bu gibi durumlar karşısında denilecek olan şudur: Allah Teâlâ hatalı olan kimseyi mazur görür, ondan güçlüğü ve bu yüzden girmesi gereken günahı kaldırır, ortaya çıkan mefsedeti mümkün mertebe gidermeye yönelik telafi edici hüküm­ler koyar[136]; meselâ mâlî konularda tazmin ettirme, öldürmede diyet ödeme ve keffâret olarak da bir köle azad etme, cinsî ilişki du­rumunda mehir ödeme ve doğacak çocuğun nesebini kendisine kat­ma gibi. Şu âyetle de bu görüşe delâlet eder: "De ki: Allah, çirkin şeyleri emretmez[137]"Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakın­lara bakmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder"[138] Şu kadar var ki, hata mazereti, haramlık üzerine gereke­cek günah hükmünü ortadan kaldırır.

2.

İkincisi, hâkimin hükmünde hata etmesi konusudur. Hâkim ya delildeki ya da şâhitlerdeki hata yüzünden yanılıp, malı sahibi ol­mayana teslim etse veya zevceyi kocası olmayana verse veyahut suçluyu bırakıp suçsuzu cezalandırsa ya da masum bir insanı öldürse vb. durum ne olur? Allah Teâlâ: "O halde, aralarında Al­lah'ın indirdiği ile hükmet.[139] "Sizden iki âdil kişiyi şahit tu­tun.[140] buyurmaktadır. Şimdi hâkim hata sonucunda Allah'ın in­dirdiği ile hükmetmemesi halinde, onun hakkında "O bununla me­murdur" denilebilir mi? Keza yalancı iki şahit getirilmişse, "Hâkim, onları kabul etmek ve şahit göstermekle memurdur" demek doğru olabilir mi[141]Böyle birşey, hükümlerde bizce Allah'ın bir lütfü ola­rak, Mutezile'ye nazaran da vücûben gözetilen maslahatlar prensi­bine göre asla caiz olamaz. Şu kadar var ki, bu gibi durumlarda hâkim, hükme isabet edemediği için mazurdur. Konu ile ilgili ör­nekler çoktur.

Şayet yukarıda sayılan fiileri işleyen ya da sözü edilen hâkim­lerin, hata ettiği şeyler hakkında memur ya da mezun (izinli) olsa­lardı, o zaman hataları ortaya çıktığı zaman o yaptıklarını telafi et­mekle emrolunmaları, delillerin gereğinin aksine birşey olurdu. Zi­ra emirler ya da izinler arasında şöyle ya da böyle bir fark yoktur. Hepsi de aynı şekilde emir ya da izindir; zira hepsi de baştan öyle konulmuştur (ibtidâî). Hal böyle iken, diğerlerinde değil de, sadece bunlarda emrin gereği yapıldıktan sonra dönülüp o şeyi telafi edici başka şeylerin yapılması izah edilemeyecek birşeydir. Bu, masla­hatların dikkate alınmış olması ilkesinin gereğine ters düşer.

Şimdi bir kimse kalksa, bu görüşü kabul etse, mahza taabbudî-lik esası üzerinden yürüse ve bunu da şöyle izah etse: Yükümlülük konusunda güçlük (haraç) kaldırılmıştır.[142] Mutlak hakikati elde etmek zordur veya güç yetmeyecek birşeyle yükümlü kılmaktır. İn­san ancak kendi görüşüne göre doğru bildiği şey ile sorumlu tutu­lur. Bu kişi de hakikati Öyle sanmaktadır. Dolayısıyla o şey, onun için emrolunmuş, ya da kendisine izin verilmiş birşey olur. Daha sonra söz konusu olan telafi emri ise, yeni bir hitapla ortaya konan ikinci bir emirdir.

Bu görüş, şeriatın ruhunu kavrayamamış, tamamen sathî bir anlayış üzerine kuruludur. Emir ve Nehiy bahsinde buna dair izah yapılmıştı. Eğer bu, birçok örneğin kendisine vurulduğu bir mesele olmasaydı, ona hiç temas etmemek daha uygun olurdu. Çünkü bu, hemen hemen üzerine herhangi bir fıkhî fayda bina edilmeyen bir meseledir.[143] [144]

ALTINCI MESELE:

 

Umum, sadece âmm lafızlar yönünden sabit olmaz. Aksine onun sübutu için iki yol vardır:

a) Vârid olan (âmin) lafızlar (sîga). Usûlcülerin sözlerinde yay­gın olan da budur.

b) İstikra yoluyla zihinde küllî ve âmm bir sonucun oluşması. İstikra sonucunda elde edilen bu sonuç, hüküm konusunda lafızdan elde edilen umum yerine konulur. Bu ikinci yolun sıhhatine aşağıdaki hususlar delâlet eder:

1.

İstikranın mahiyeti bunu gerektirir. Çünkü istikra, söz konu­su mânânın cüziyyâtını araştırmak, onları teker teker elden geçir­mek ve onlar yoluyla kat'î[145] ya da zannî[146] âmm bir hükme ulaş­mak demektir. Bu, hem aklî hem de şer'î ilimlere mensup otoriteler tarafından kabul edilmiş bir yoldur. İstikra tam olarak gerçekleşti­ği zaman, takdir edilebilen her cüz hakkında[147] artık onun hükmü ile mutlak olarak hükümde bulunulur. Burada kastedilen umum­dan maksat işte budur.

2.

Manevî tevatürün anlamı da zaten budur. Meselâ, Hâtem'in cömertliğini ele alalım: Bu kayıtsız mutlak ve tahsis edilmek sizin ânım olarak sabit olmuştur. Bu sonuç, onun hakkında muhtelif şe­killerde ve farklı zamanlarda cereyan eden, fakat hepsi de onun cö­mertliğine delâlet eden sayısız pek çok özel olayın nakli sonucunda ortaya çıkmıştır. Bütün bu nakiller sonucunda muhatapta küllî bir mânâ —ki onun cömertliği oluyor— oluşmakta ve bunun sonucun­da o, sözkomısu küllî mânâyı Hâtenı üzerine yüklemektedir. Vaka­ların özel mahiyetli olması, böyle bir sonucu doğurmaya mani değil­dir. Aynı şekilde meselâ "dinde zorluk yoktur" esası konusunda âmm bir lafzın bulunmadığını farzetsek; buna rağmen biz bu sonu­cu özel mahiyette olan, yönleri farklı bulunan, fakat hep güçlüğün kaldırılmış olması esasına dayanan pek çok olaydan çıkarabiliriz: Meselâ; teyemmüm, su bulunmadığı zaman ortaya çıkacak meşak­katten dolayı meşru kılınmıştır. Oturarak namaz kılmak, ayakta durarak namaz kılma durumunda ortaya çıkacak meşakkat yüzün­den kolaylık olsun diye kabul edilmiştir. Yolculuk sırasında namaz­ların kısaltılması ve oruç tutulmaması; yolculuk, hastalık ve yağ­mur gibi hallerde namazın cem edilmesi, cana ya da organ itlafine sebebiyet verecek ikrah (zor kullanma) durumunda küfür kelimesi­nin söylenmesine müsade edilmesi; en büyük meşakkat demek olan çaresiz kalma durumunda öleceğinden korkuyorsa murdar hayvan eti vb. gibi haram şeylerin mubah kılınması[148] kıblenin tayin edile­memesi halinde herhangi bir yöne doğru namazın kılınması; çıkar-nıa meşakkati ve doğacak zararın kaldırılması için mest ve sargı üzerine meshedilmesi; toz ve duman gibi kaçınması mümkün olma­yan şeylerin orucu bozmaması... ve buna benzer daha pek çok cüziyyât hep meşakkatin giderilmesi için konulmuştur. İşte bunla­rın tümünden, Şâri'in güçlük ve meşakkatin kaldırılmış olmasına yönelik bir kasdının bulunduğu sonucu çıkar. Bundan sonra da biz, artık her konuda mutlak olarak güçlüğün kaldırılmış olduğuna hükmederiz. Bunu yaparken istikra ile amel[149] etmiş oluyoruz ve onu sanki âmm bir lafızmış gibi kabul ediyoruz. Manevî tevatürün itibara alınması sabit olduğuna göre, onun zımnında[150] konumuz da sabit olur.

3.

Sedd-i zerâi* kaidesi. Selef, bu kaide ile bu mânâ yüzünden amel etmişlerdir. Meselâ, kudretleri olduğu halde kurban kesmeyi terketmişlerdir.[151] Hz. Osman, hacc esnasında insanlara namaz kıl­dırırken kısaltmadan tam olarak kıldırmış[152], beraberinde olan as-hab da onun sedd-i zerâi' kabilinden olan mazeretini makbul görmüş ve yaptığını tasvip etmişlerdir. Buna benzer daha başka ör­nekler de böyledir. Halbuki, sedd-i zerâi' konusunda varid olan nasslar küllî olmayıp husûsî olaylarla ilgilidir. Meselâ: "Ey iman edenler! Peygamber'e: (Bizi gözet anlamına 'çobanımız' anlamında da kullanilabilecek) 'Râınâ' demeyin..."[153] "Allah'tan başka yal-vardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler"[154] Hadiste de şöyle buyurulur: "En büyük günahlar­dan biri de kişinin kendi anne ve babasına sövmesidir"[155] Nasslar-la belirtilen bu konular husûsî durumlar olup, selefin hükümde bu­lundukları konularla ancak sedd-i zerâi' mânâsında birleşirler. O, zikredilenler hakkında problemsiz delil olmaktadır.

İtiraz: Cüz'î olaylardan küllî mânâlar çıkarmak çeşitli açılar­dan açık değildir:

1.

Böyle birşey ancak aklî konularda (akliyyât) geçerli olabilir; şer'î mesâilde geçerli olamaz. Çünkü aklî mânâlar, terkip kabul et­meyecek basitlikte[156], farklılık göstermeyecek benzerlikte olurlar. Akıl, bu gibi konularda, ister görünürde olsun ister olmasın birşeye onun benzerinin hükmünü verir; çünkü onun aksini farzetmek akla göre muhaldir. Vaz'î meseleler ise böyle değildir. Çünkü bunlar aklî [30li meseleler gibi konulmamıştır. Aksi takdirde o da bizzat onlar gibi olurdu ve vaz'î olmazdı. Bu ise, böylesi bir ayırımı ortadan kaldır. Vaz'î hükümler, aklî meselelerin konulusu gibi konulmadığına gö­re, ihtiyar (tercih) esasına uygun olarak konulmuş olduğu taayyün edecektir; ihtiyara göre ise birşey ile benzeri arasını ayırmak, bir­şey ile zıddını ve çelişenini bir arada cem etmek sahihtir. Bu du­rumda cüz'î şer'î meselelerin istikrası sonucunda onlardan küllî ve âmm bir sonucun çıkarılması sahih olmaz.

2.

Hususîlik, bir ya da daha fazla konuda âmm olan mânâda bu­lunmayan bir ayrıcalığın olmasını gerektirir. Bu, aklî konularda açıktır. Çünkü müşterekliği sağlayan noktalar, ayrıcalığı gerekti­ren konular değildir. Bu durumda o husûsîde şer'î hükmün taallu­kunun, mücered âmm olan mânâya olması; hükmün taallukunun sadece hâssa ya da her ikisine birden olmaması taayyün etmiş de­ğildir. Taayyün etmeyince de, o cüz'îlerden küllî mânânın ortaya konulması sahih olmaz. Bunun sahih olabilmesi, hükmün sadece müşterek olan âmm mânâ sebebiyle o husûsîye taalluk etmiş oldu­ğunun bilinmesi durumunda olur. Bu ise ancak delil ile mümkün­dür. Delilin bulunması halinde ise, âmm hükmün elde edilmesi için o cüz'îlere sarılmanın bir mânâsı kalmaz. Zira o delilin umum sîga-sı, bizi böylesi uzun ve yorucu bir işten müstağni kılacaktır.              

3.

Şeriatta tahsis olayı pek çoktur. Bir mahal belli bir hükümle tahsis edilirken, benzeri bir yer daha farklı bir hükme konu olabil­mekte; öbür taraftan aynı hükümde farklı olan şeyler cem edilebil­mektedir.[157]

Bunun pek çok örnekleri vardır.[158] Meselâ: Toprak, aslında su gibi temizleyici olmadığı[159]aksine kirletici olduğu halde, onun gibi tamizleyici kılınmıştır. Gusül, meninin gelmesinden dolayı vacip kı­lınmış, mezi ve idrar sebebiyle gerekli görülmemiştir. Oruç ve na­maz hayız halinde bulunan bir kadından düşürülmüş, daha sonra orucun kaza edilmesi istenirken, namazın kazası istenmemiştir. Hür bir kadın kocasını muhsan[160] kılarken, cariye efendisini muh-san kılmamaktadır; halbuki kurulan ilişki arasında fark yoktur. Hür kadının ziynet mahallerine bakmak haram kılınırken, cariye-ninkine bakmak haram kılınmamıştır.[161] Hırsızın eli kesilirken; (emaneti) inkâr edenin, gâsıbın ve yankesicinin (muhtelis) eli kesil­memektedir. Sadece zina iftirasında had vurulurken, diğer çeşit if­tiralardan dolayı had vurulmamaktadır. Her türlü hadde iki şahi­din tanıklığı yeterli kabul edilirken, zina haddinde bu yeterli görül­memiştir. İftira haddi, isnadın köleye değil de hür kimseye yapıl­ması halinde uygulanmaktadır. Vefat iddeti ile talâk iddeti arasın­da fark vardır; halbuki rahmin her ikisine nisbetle bir ayrıcalığı yoktur. Hür kadının istibrâsı[162]üç hayız ile olurken, cariyenin istibrâsı tek bir hayızla gerçekleşmektedir. İftira cezası ile içki ce­zası; zina cezası ile amden öldürme durumunda kısastan vazgeçil­mesi (af) halinde katile verilecek ceza[163] irtidat cezası ile katile ve­rilecek ceza aynı kılınmış; keffâret konusunda zıhâr, katil ve kas­ten Ramazan orucunu bozma keffâretleri aynı kabul edilmiş; keza ihramlının av hayvanını öldürmesi durumunda kasıtlı olup olma­ması arası ayrılmamıştır.

Sonra teklif karşısında kadın ve erkek genel anlamda eşit, her birinin kendi yaratılış özellikleri ile ilgili alanlarda ise birbirinden farklıdırlar. Kadına nisbetle hayız, lohusalık, iddet hükümleri vb. gibi. Bu gibi konularda ayrıcalığın olduğu konusunda herhangi bir problem yoktur. Buna rağmen erkekle ilgili birçok özel hüküm gel­miştir; cuma namazı, cihad, —kadınların içerisinde olsa dahi— imamet gibi.[164] Hatta büyük ve küçükten çıkan pislik arasında da ayırım yapılmış, küçük kız çocuğun sidiği ile erkek çocuğun sidiği hüküm bakımından farklı mütalaa edilmiştir.[165] Halbuki bu gibi müşterek hususlarda bu ayırımı gerektiren (yaratılış Özelliği gibi) bir gerekçe yoktur. Aynı şekilde köle de, diğer erkeklerle müşterek olduğu hususlarda kendisine has farklı hükümlerle muhataptır.[166] Bütün bunlar ortada iken, Özel vakalardan hareketle genellemelere gitmek ve bunlardan âmm sonuçlar çıkarmak sahih olmaz.

Cevap: Birinci itiraza şu şekilde cevap verebiliriz: Cüz! vaka­lardan küllî sonuçların çıkarılması, akliyyâtta olduğu gibi şer'î mesâüde de mümkündür. Bunun delili de, selefin pek çok meselede bu yolla kesin hükümde bulunmuş olmasıdır. Nitekim daha önce işarette bulunulmuştu. Böyle birşey vaki olduğuna göre bu, şer'î ihtiyarî vaz' şeklinin, genel sonuçlar çıkarılması açısından zorunlu olan aklî vaz' şekline mümasil olduğunu açıkça gösterir.[167] Çünkü selef, onun Şâri'in maksadı cümlesinden olduğunu anlamadan onunla amel etmez.

İkinci itiraza gelince, onlar özel olaylardan âmm sonuçlar çıka­rırken, bunu onların kendi özelliklerinin ve ayrıcalıklarının mute­ber olmadığını gördükten sonra yapmışlardır.[168] Onlardan sonra gelenler için de durum aynıdır. Eğer özel olaylarla ilgili husûsî ay­rıcalıklar, mutlak surette dikkate alınmak zorunda olsaydı, o za­man kıyâs diye birşey kalmaz ve tamamen delil olmaktan çıkardı. Bu ise bâtıldır; böyle bir sonuca götürecek şey de bâtıl olur.

Üçüncü itiraz ise, bizzat kıyâsın delil olup olmadığı meselesine yöneltilen itirazın aynıdır. Usûlcülerin o konuda verdikleri cevap, aynen burada da geçerlidir.

Fasıl:

Bu meselenin üzerine aslî ve fer*! olmak üzere terettüp edecek faydalar vardır: Şöyle ki: Bu meseleyi iyice kavrayan bir müctehid, husûsî delillerin istikrası sonucunda âmm bir sonuca ulaşır ve bu sonucun bidüziyeliğini görürse, ondan sonra ortaya çıkan herhangi bir olay hakkında istikra sonucunda elde ettiği âmm hükmü ona da tatbik eder ve o olay için husûsî bir delil bulma ihtiyacı duymaz; onu kıyas ya da başka birşeye gerek kalmaksızın istikra sonucunda elde ettiği umum mânânın altına sokar. Zira istikra sonucunda elde edilen mânâ, âmm bir lafızla ortaya konulan umum mânâ gibidir. Böyle bir durumda, o olay için husûsî bir delile niye ihtiyacı olsun?

Bunu anlayanlar içen Karâfî'nin, Mâliki mezhebine karşı ileri sürdüğü problemi anlamak kolaylaşır. Mâlikîler, Şafiî'lere karşı sedd-i zerâi' konusunda "Onların tapmakta oldukları şeylere söv­meyin..[169] "İçinizden cumartesi günü azgınlık edenleri elbette bi­liyoruz..[170] âyetleriyle; "Allah, yahudileri kahretsin! Onlara içya­ğı haram kılınmıştı. Onlar bunu yordular (ve satıp parasını yedi­ler)[171] Davalının (hasım) ve sanığın şahitliği caiz değildir"[172] hadislerini delil olarak kullanmaktadırlar. Karâfî diyor ki: "Delil olarak kullandıkları bu ve benzeri şeyler aslında onların davalarım isbat etmez. Çünkü bunlar, şeriatın genel anlamda sedd-i zerâi'e itibar ettiğini gösterir. Bu ise zaten üzerinde icmâ edilen bir konu­dur. Asıl tartışma konusu özel zerîalar (yani yasak olana götüren yollar, vasıtalar) hakkındadır. Bunlar da büyû'u'1-âcâl (veya 'ıyne) adı verilen örtülü riba satışları ve benzeri şeylerdir. Bu gibi mesele­ler hakkında, tartışma konusuna ait husûsî deliller zikretmek gere­kir; aksi takdirde bunlar boşuna çabalardır" Devamla şöyle der: "Eğer onların maksatları, bu gibi tartışma konusu meseleleri, üze­rinde icmâ bulunan meselelere kıyâs etmekse, o zaman delillerinin sadece kıyâs olması gerekir ve bu takdirde, yaptıkları kıyasın illeti­ni (cami' yönünü) belirtmeleri gerekir ki, böylece karşı taraf kıyâs maa'l-fârık olup olmadığım görsün ve ona göre tenkitte bulunabil­sin. Bu durumda delilleri, tek bir kıyas olacağı halde, onlar öyle dü­şünmemektedirler ve ulaştıkları hükmü nasslardan aldıklarına inanmaktadırlar. Halbuki durum öyle değildir. Onların büyû'u'l-âcâl (veya 'ıyne satışları) ile ilgili hâss ve sadece ona ait —Zeyd b.Erkam'ın ümmüveledi[173] ile ilgili hadis[174] gibi— deliller getirmeleri ve onunla da yetinmeleri uygun düşerdi"

Onun problem olarak ileri sürdüğü şey işte bu.

Bu itiraz, meselemize uyarlandığı zaman yerinde olmadığı gö­rülür. Çünkü kötülüklere yol açan kapıların (zerâi') pek çok Özel olaylarda kapatıldığı sabittir. Bunlar, şeriatta sedd-i zerâi' mânâsı­nın mutlak ve âmm olduğunu gerektirecek çokluktadır. Ne İmam Şafiî'nin ve ne de İmam Ebû Hanîfe'nin karşı çıkması meselenin esasını zedeleyecek boyutta değildir.

Hem biz İmam Şafiî'nin de, sedd-i zerâi' konusunda bir genelli­ğe ulaşacak şekilde istikrada bulunduğu kanaatindeyiz. Zira vacip olmadığını bildirmek için kurban kesmeyi terketmesi onun bu esası benimsediğinin bir delilidir. Çünkü bu konuda ne Kur'ân'da ne de sünnette açık bir delil yoktur. Birkaç sahabînin bu doğrultuda amel ettikleri bilinmektedir, o kadar. Sahabî kavlî (ya da amelî) ise İmam Şâfi'ye göre delil değildir.[175] Bu durumda o, 'ıyne satışları ko­nusunda başka bir delil görmüş olmalı ve onu daha üstün görerek onunla amel etmiş ve sedd-i zerâi' ilkesini işte bu yüzden terketmiş olmalıdır. Zerîa prensibini kendince daha ağır basan bir muarızdan dolayı terketmiş olunca, muhalif sayılmaz.                                        

İmam Ebû Hanife'ye gelince, eğer ona göre bir prensip olarak hiyel yollarının kullanılması caiz ise, o zaman 'ıyne satışları konu­sunda vereceği hüküm, kabul ettiği bu prensibin bir sonucu olarak cevaz olacaktır. Bundan sedd-i zerâi' ilkesini terketmiş olması anla­mı çıkmaz. Bu açıktır. Şu kadar var ki, ondan —her ne kadar bazı tafsilatta muhalefet etse de— 'ıyne satışları konusunda şedden li'z-zerîa İmam Mâlik'e muvafakat ettiği de nakledilmektedir. Durum böyle olunca da, meseleyle ilgili herhangi bir problem kalmamakta­dır. [176]

YEDİNCİ MESELE:

 

Umumlar hep bir mânâyı işler ve şeriatın her alanında[177] yay­gın olarak kullanılır veya ihtiyaca göre tahsis edilmeksizin çeşitli yerlerde tekrarlanır ise, onlar —munfasıl (ayrı) delil ile tahsisin ca­iz olduğunu kabul etsek bile— her halükârda umumları üzere cari olurlar.

Bunun delili istikradır. Meselâ şeriat, çeşitli münasebetlerle farklı yerlerde güçlüğün kaldırılmış olduğunu ortaya koymuş ve bundan hiçbir yer ya da durumu istisna etmemiştir. Bunun üzerine İslâm ulemâsı, onu bidüziyelik gösteren genel (âmm) bir kaide ola­rak kabul etmişler ve istisnasız ve tahsis delili olup olmadığını araştırmaksızm, onunla hükme icbardan çekinmeksizin, gereği ko­nusunda duraksamaksızın meseleleri ona vurmuşlardır. Bu, tekrar . ve tekit sebebiyle tam bir genellemenin kastedildiğini anlamaları sonucunda olmuştur. Keza "Kimse, kimsenin yükünü (günahını) çekmez"[178] ilkesi genel bir kural olarak sabit olmuştur. Alimler, bu mânâyı umumu üzere cari kılmışlar ve buna muhalif düşen diğer delilleri[179] tevil ya da başka yollarla reddetmişlerdir. Tekrar sonu­cunda "Zarar vermenin ve zarara zararla mukabele etmenin bulun­madığı"[180] ortaya çıkmış ve âlimler bu kaidenin tahsisine yanaş­mamışlar ve onu umumu üzere hamletmişlerdir. "Kim güzel ya da kötü bir çığır açarsa, kendisine uyanların yaptıklarından bir pay da kendisine ayrılır; eğer iyi ise iyilik; kötü ise kötülük"; "Kim mü'min olarak ölürse cennete girer; kim de kâfir olarak ölürse ce­henneme girer" Bunlar da açıklandığı gibidir.

Kısaca belirtmek gerekirse, çeşitli münasebetlerle ortaya ko­nan, farklı yerlerde tekrarlanmak suretiyle durumu tekit ve teyid edilen ve sözün kullanılış şekillerinden maksadın bu olduğu anlaşı­lan her esas, umumu üzere câridir. Bu tür esaslar (kaideler) içeri­sinde en çok tekrarlananlar, Mekke döneminde konulmuş olanlar­dır; adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara haklarını vermeyi emretmek, çirkin ve kötü şeyleri, zulüm ve taşkınlığı yasaklamak... gibi.

Ama umum tekrar ve tekit edilmemiş, fıkhın çeşitli bölümle­rinde kullanılmamış ise, o zaman ona doğrudan sarılma konusunda durmak gerekir ve mutlaka o umuma ters düşen bir muarızın, ya da onu tahsis eden bir muhassısın bulunup bulunmadığını araştır­mak gerekir. Bu iki kısım arasında ayırım şundan doğmaktadır: Tekrarlanıp tekit edilen ve fıkhın çeşitli alanlarında kullanılan ge­nel kaideler, karinelerle kuşatılmış olması sebebiyle zahiren herhangi bir ihitimal bulunmayan kafî nass mesabesinde olmaktadır. Böyle olmayanlar ise farklıdır; çünkü onlar çeşitli ihtimallere açık­tır. Bu yüzden onların gerekleri ile kesin hüküm vermeden önce durmak, onu başka essaslara vurmak ve karşı bir delil olup olmadı­ğını araştırmak gerekir.

Fasıl:

Bunun üzerine, umum ile amel edileceği görüşü terettüp eder. Peki bu, muhassıs olmaksızın (ya da araştınlmaksızın) sahih olur mu? Yoksa olmaz mı? Eğer konu, yukarıdaki taksime vurulacak olursa, birinci kısmın araştırmaya ihtiyaç göstermediği, zira onla­rın tahsisinin sahih olmayacağı, onların tahsisinin ancak kaide­lerin birbirlerini tahsis etmesi[181] açısından olabileceği görülür.

İtiraz: Tahsis eden bir muhassısın olup olmadığını araştırma­dan doğrudan umum ile amel etmekten men olunacağına dair icmâın bulunduğu söylenmektedir. Keza muarızının olup olmadığı­nın araştırılması hakkında da aynı şey söz konusudur. Bu durumda nasıl olur da onların iki kısım olduğunu ifade eden bu ayırımdan söz edilebilir?!

Cevap: İcmâ, —eğer denildiği gibi varsa[182]— geçen kısmın dı­şındakiler hakkında olur. Delillerin arasını bulabilmek için bu ge­reklidir. Sonra, araştırmalar göstermiştir ki, umumlardan sözü edi­len özellikte olanlar, tahsis edilmiş olmamakta ve hep umumları üzere câri olmaktadır. Bundan şu lazım gelir: Öncekinin durumu­nun araştırılmasından sonra, istikra yoluyla sabit olan esasa müs­teniden sonrakine ait olan şey de araştırma yapmaksızın ortaya çıkmış olacaktır.[183]

Allahu a'lem! [184] 

 



[1] Yani herhangi bir kaydı bulunmaksızın.

[2] Meselâ Hz. Peygamber'in (s.a.) sarığı üzerine meshetmesi gibi. Bu istis­naî uygulama, abdestte bizzat başın meshedilmesinin vücubu kaidesinin genelliğini etkilemez. Bu durumda Hz. Peygamber'in (s.a.) sarığa mes-hetttiği rivayeti, sıhhat yönünden ne kadar güçlü olursa olsun, başta bu­lunan bir yara ya da hastalık gibi bir özre müsteniden genel hükümden istisnaî olarak icra edilmiş bir uygulama olur.

[3] Meselâ Hz. Osman ve Hz. Ömer'den nakledildiğine göre bunların, bazı hallerde ittifakla meşru olan bazı şeyleri terkettikleri olurdu. Meselâ kurban kesmek gibi. İnsanların onu farz sanabilecekleri korkusundan kurban kesmedikleri olurdu.

[4] Yani istisnadan sonra kalan kısımda umumîlik baki kalabilir.

[5] Yolculukta oruç tutmama ve namazı kısaltma ruhsatının illeti (aslında hikmeti olmalı) meşakkattir. Konfor içerisinde yolculuğunu sürdüren hü­kümdar için ise meşakkat tahakkuk etmemiştir. Nisab konusunda da esas alınan hikmet belirlenen miktarın asgarî düzeyde ihtiyaç için yeter­li olmasıdır. Buna rağmen elinde nisap miktarı mal bulunan kimseye, bu yeterli olmayabilir; elinde nisap miktarı mal bulunmayan kimse için ise, elindeki miktar yeterli olabilir. Yani husûsî olarak küllî kaidenin hikme­ti bu meselelerde bulunmadığı halde, hükmü bulunmaktadır.

[6] Çünkü, aynı anda iki zıt şeyle yükümlülüğü gerektirir. Bu ise caiz değil­dir.

[7] Çünkü her iki delilin   de ihmali ya da her ikisi hakkında da tevakkuf (duraksama) bu iki delilin tearuzu ve birini diğerine tercih ettirecek bir hususun bulunmaması halinin sonucu olmaktadır. Durum ise bunun ak­sinedir; çünkü tearuzdan bahsedebilmek için her iki delilin de birbirleri­ne eşit kuvvette olması gerekir. Burada ise birinin katî diğerinin de zannî olması hasebiyle öyle bir durum yoktur.

[8] İkincisi yok, muhtemelen asıl metinden düşmüş olmalı.

[9] Yani umum muteberdir ve cüz'î umuma halel getirmeyecek bir şekilde dilin ve dinî esasların kabul edeceği biçimde yorulur. Bu cüz'înin, Kur'ân âyeti ya da manevî de olsa mütevatir sünnet olması hasebiyle gözardı edilemez olması halindedir.

[10] Yani cüz'înin delili küllî karşısında dikkate alınmaması ve gözardı edil­mesi gereken bir delilse o zaman bırakılır ve umuma itibar edilir. Bu meselâ delilin sünnet olması fakat herhangi bir illetle muallel olması yü­zünden olabilir. Her iki halde de dikkate alman umum olur ve tahsisten söz edilemez. Ancak birinci halde cüz'înin delili sened itibarıyla kuvvetli olduğu için bırakılamaz ve tevil yoluna gidilir. İkinci durumda ise senedi zayıf olduğu için bırakılır ve zaruret olmadıkça tevile ihtiyaç duyulmaz.

[11] Kadâyâ a'yâna Örnek olmak üzere abdest esnasında sarık üzerine mes-hedilmesini Örnek olarak vermiştik. Tenzih meselesinde ne kadâyâ a'yân ne de hikâye-i hâl var; aksine burada söz konusu olan şer'î cüz'î delillerdir ve bunlar zahiren genel esasla tearuz teşkil edebilecek şekilde­dir. Meselâ: "Rabbinıiz dünya semâsına iner..." (Buharı, Teheccüd, 14; Müslim, Müsâfirîn, 168-170) hadisi ile "Allah'ın eli, onların elleri üze­rindedir" (48/10) âyeti gibi. Asıl konu ise, kelâm konularıyla değil usûl-ii fıkıh ya da bizzat fıkıh (furû-u fıkıh) konuları ile ilgili idi; konfor içerisin­de yolculuk yapan hükümdarın yolculuk ruhsatlarından istifadesi ve nisa­ba sahip olan kimsenin ihtiyaç içinde olup, nisaba mâlik olmayan kimse­nin ihtiyaç içerisinde olmaması gibi.

Kısaca konuda müşkilat var gözükmektedir. Çünkü biz meselenin başlangıcından verilen cevabın başına kadar serdedilen izahlar ve konu­nun usûl-ü fıkıh konusu olduğu esası üzerinde yürüdüğümüz zaman, de­lillerin özeilikie de dördüncüsünün furû-ü fıkıhla ilgili olmadığı görülecek­tir. Sonra verilen cevap da zayıftır. Çünkü cüz'înin gerçekte muarız olma­dığını neyle bileceğiz? Eğer muâraza varsa ya tevil ya da ihmal yoluna gi­dilecekti. Bu halde tahsis delilinin (muhassıs) zahirinin murad olmadığını nasıl bileceğiz ki tevile gidelim ya da ihtimal üzerinde duralım? Sonra tenzih ve peygamberlerin masumiyeti örneklerinin burada işi ne? Bu iti­raza, aslında bu, gerçekte tahsis sözkonusu olmadığı halde tahsis zanne­dilen bir konu ile, tahsis delilinin zahirinin kastedildiği konunun arasın­daki farkın anlaşılmasını kolaylaştırmak için yapılmış mücerred bir ben­zetmedir; gerçek bir örnek değildir, denilemez. Çünkü aralarında çok bü-': yük fark vardır. Zira tenzih ve peygamberlerin masumiyeti konuları hem aklî hem de nakli delillerle kesinliği ortaya konulmuş bulunan esaslardır. Dolayısıyla bu esaslara muhalif olarak gelen her delilin tahsis delili oima-dığı bilinir ve o, ya tevil edilmek ya da güçlü değilse bırakılmak durumun­dadır. Furû-ü fıkıhtaki genel esaslar ise böyle değildir; çünkü bunların ta­mamı haber-i vâhidle de olsa tahsisi kabul edecek durumdadır. Bu du­rumda zahiri murad olanla olmayanın ayırımı ve murad olanın tahsis de­lili kabul edilmesi, olmayanın da tevile gidilmesi ya da bırakılması nasıl mümkün olacaktır? Eğer biz bu mesele akaitle ilgilidir dersek, o zaman mevzu dışına çıkılmış olacak ve daha öncesinden geçen izahlarla uygun­luk arzetmeyecektir. Kaldı ki cevabın iki yönden olduğunu söyleyip bir yö­nün zikredilmiş olması, ikinci yönün asıldan düşmüş olacağını göstermek­tedir. Belki de müşkilat büyük ölçüde bu düşen kısımdan kaynaklanmak­tadır. Birinci meseleden maksadın, usûlcülerin muradlanndan daha genel bir muhteva içermekte olduğu da söylenebilir.

[12] Yani Allah Teâlâ'nın her türlü noksanlıklardan münezzeh olduğu ilkesi

[13] Buhâri, Enbiyâ, 8 ; Müslim, Fedâil, 154.

[14] Buna kaşıntıdan dolayı Hz. Peygamber'in (s.a.) ipek elbise giyilmesine izin vermesini örnek göstermişlerdir. Bu tür özel mahiyetli uygulamalar­la {kadâyâ a'yân) tahsisde bulunmanın sıhhati konusunda Hanbelîle-re ait iki görüş bulunmaktadır. Ancak araştırılırsa görülecektir ki, bu gi­bi yerlerde söz konusu olan tahsis, izne gerekçe olan sarih illet sebebiyle­dir. Eğer illet tasrih edilmiş değilse, o zaman tahsis yoktur.

[15] Bu fasılda zikredilen faydalar, tahsis ve istisna kabul etmeyecek derece­de kesin olan küllî esaslar üzerine bina edilmiştir. Bilindiği gibi, böylesi esaslar usûl-ü fıkıhta değil, akaitle ilgili konularda (Kelâm) bulunur.

[16] Çünkü geçtiği üzere küllî çeşitli ihtimaller bulundurmaz; o her zaman için tek mânâ üzerinde olur ve tevil kabul etmez. Bu durumda cüz'înîn zahiri dikkate alındığı zaman tearuz kaçınılmaz olur.

[17] Kasas 28/15-16.

[18] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/243-248

[19] Çünkü bu cüz'îyyâtla olmaz. Zira onlar sonsuzdur ve belli bir sayı altına girmezler. Bu durumda mutlaka teşrîde genel kaideler buluncaktır

[20] İlletin bulunmasından hükmün de bulunmasına tard, illetin bulunma­masından hükmün de bulunmamasına aks denilir. (Ç)

[21] Meselâ, iki şahit gibi, hakkın ispatına yarayan delillerdir. (Ç)

[22] Yani bazen beyyine hatalı olabilir, bazen şahitler yalan söyleyebilir... Buna rağmen, şehadet üzerine büküm vermek vaciptir. Bunun sonucun­da bazen hüküm hatalı olabilir. Ama oisun, bu hata nisbeti genelde az olacağı için dikkate alınmaz. Zira   insanlar arasında   cereyan etmekte olan âdet-i iîâhî gereğince adaletin icrası için tutulacak başka yol yoktur.

[23] Haber-i vahidi rivayet eden râviler, sayıca yalan üzerinde anlaşamaya-cak dereceye ulaşmadıkları için, yalan söyleyebilirler ya da hata edebilir­ler. Ancak onların sıhhat şartı için râvilerde aranılan gerek adalet ve ge­rekse zabta yönelik sıfatların bulunması, onların genelde yalan söyleme­yeceklerini ve hata etmeyeceklerini gösterir. Hükme mesned olması için bu kadarı da yeterlidir. Zira hükümler galip hale göre verilmektedir. (Ç)

[24] Zayıfından kuvvetlisine doğru kıyasların tümü zannîdir. Bilindiği gibi kıyasla ilgili yirmi dört kadar itiraz bulunmaktadır ve bunlar kıyas so­nucunda ulaşılan hükmün kesin olmayacağını ileri sürmektedir. Buna rağmen şeriat, kıyasa itibar etmiş ve şer'î delillerden biri saymıştır. Çün­kü kıyas sonucunda ulaşılan sonuçlar genelde doğru olmaktadır. İtibar ise, tüme değil, galibedir.

[25] Meselâ şahitlerin yalanının ortaya çıkması halinde şahitlikleri reddedi­lir ve hüküm bozulur. Keza kıyas karşısında bir nass olduğu ortaya çı­karsa kıyastan vazgeçilerek nassa dönülür.

[26] İstisna öncesine ait örnektir.

[27] Yani yolculuk olmadığı halde meşakkatin bulunması halinde ruhsat hü­kümlerinden istifade edilemez; keza yolculuk bulunduğu halde meşakkat bulunmadığı zaman ruhsat hükümleri kaldırılamaz.    Çünkü âdeten galip olan duruma göre, yolculuk olmadığı zaman meşakkat olmaz, yol­culuk olduğunda da meşakkat olur. (Ç)

[28] Yani ölçek ile ölçülür olması. Ribanın illeti konusunda görüş farklılıkla­rı vardır. Hanefîlere göre illet cins birliği ile birlikte keylîlik ya da veznîlik vasfıdır. Kısaca miktar ve cins birliği denilebilir. Şâfiîlere göre, gıda maddelirinde yenilir olması, altın ve gümüşte ise semeniyet vasfı­dır. <bkz. Hidaye, 3/61} (Ç)

[29] Yani âdeten insanlar böylesine az bir buğdayı ölçmezler. Miktar, semeni­yet ve iktiyât, seferde meşakkat gibi hikmet mânâsına illet değildir; ak­sine bunlar hükmün kendilerine bağlandığı ve hikmetin mevcudiyetine alâmet kılınan munzabıt vasıflardır. O zaman şöyle denilir: Her ne za­man keylîlik veya semeniyet ya da iktiyât illeti bulunursa mübadelede fazlalık ribası haram olur; hikmetin bulunup bulunmaması aranmaz. Hikmet, sedd-i zerîadır ve insanların şiddetli derecede ihtiyaç duydukla­rı konularda haklarının korunmasına aşırı duyarlılık göstermektir. Na­sıl ki sefer bulunsun bulunmasın meşakkat anında ruhsat hükmü doğar demlemezse, keylîlik veya semeniyet ya da iktiyât illeti bulunsun bulun­masın hikmet varsa riba da doğar denilemez. Her halükârda riba hükmü bu sayılan sıfatların (illet) bulunmasına bağlıdır.

[30] Azın da haram kılınması ve hakkında ceza uygulanması, zarurî olan ak­lın korunması esasının tamamlayıcı unsuru olmaktadır.

[31] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/248-251

[32] Âmidî'nin, el-İhkâm'mda munfasıl delille tahsis kısmında anlattıkları ile konu açıklık kazanmaktadır.  Orada onunla tahsisin sahih olmaması sonucunu gerektiren üç yönü münakaşa ettikten sonra özetle şöyle der: Lafzın umum ifade etmek üzere ası! konulusu dikkate alındığı zaman tahsis sahih olur. Lafızdan umum murad olunmadığı noktasına bakıldığı zaman tahsis sözkonusu olmaz. Lafzın sözlük bakımından bir mânâya delâlet etmesi ile, o mânânın o lafızdan murad edilmiş olmaması arasın­da bir bağdaşmazlık da yoktur.

[33] Allah'ın herşeyin yaratıcısı ve herşeye kadir olduğunu bildiren âyetler, akıl ile tahsis edilir. Çünkü bu gibi âyetlerde sözü edilen yaratma ve kudret fiillerinin taalluku, Allah'ın zatı, sıfatları ve zıddı hariç olmak üzere akıl ile tahsis edilir.

[34] Meselâ şu âyetlerde olduğu gibi: "Onları katımızdan bir rızık olarak her­şeyin ürününün toplandığı ..." (28/57) (Herşeyin ürünü toplanmaz.) ; "(O rüzgar) Rabbinin buyruğu ile herşeyi yok eder" (46/25) ; "Onların üzerine, uğradığı herşeyi bırakmayıp toza çeviren kuru bir rüzgar gön­derdik" (51/42) Duyular, dağların, nehirlerin vb. yok edilmediğini göste­ren bir delildir. Dolayısıyla bu âyetler, duyularla (gözlem) tahsis edilmiş­tir.

[35] Kitap ve Sünnetin, istisna, şart, vasıf ve gaye dışında başka şeylerle tah­sisi gibi.

[36] Munfasıl delil ile tahsisin usûlcüîer tarafından; akıl, his {duyular, göz­lem) ve naklî deliller üzerine hasredilmesi üzerine Karafî şöyle demiştir:

Böyle bir tahdit mevcut değildir. Bazen câri âdetlerle de tahsis yapılabi­lir. Meselâ: "İnsanları gördüm, Zeyd'den daha cömerdini görmedim" der­sin. Adet (Örf), senin bütün insanları görmediğine hükmeder. Karafî'nin bu icmâlen söylemiş olduğu sözünü müellifin burada açmış olduğunda şüphe yoktur. Onun bazı örneklerini de İbn Harûf nakletmiştir. Tahsis, eğer şer'î bir delil ile olacaksa, âdetin Hz. Peygamber (s.a.) zamanında yaygın olarak bulunması gereği de bilinen bir husustur. Sonradan ortaya çıkmış âdetler ise, sadece o âdet (örf) sahiplerinin konuşmalarında geçen tabirleri tahsis edebilir.

[37]   Bu, konuyla ilgili bir örnek olmayıp, konunun anlaşılmasını kolaylaştıra­cak mücerred bir benzetmedir.

[38] Bu amacı delil iie ifade eden kinaye türündendir. İfade konusunda daha tesirlidir. Çünkü birşeyin iki ucuna malik olan, baştan sona ona mâlik demektir.

[39] Rahman 55/17.

[40] Zuhruf 43/84. O, aynı zamanda gökte ve yerde, ikisi arasında olanların da Tanrısıdır.

[41] Bakara 2/282.

[42] Acaba bu sözü edilen ha! karineleri ya da hâlin gerekleri akıl ya da duyu­larla anlaşılan karinelerden başka birşey mi ki?! Nitekim verilen örnek­lerde ve âyetlerde öyle olmadığı açıkça görülüyor. Ancak İbn Harûf un sö­zü müellifin, bu tür şeylerin tahsis olmayacağı ifadesini teyid konusunda açıktır. Çünkü akıl ve duyularla lafzın kapsamı dışında kalan, onun kap­samı altına girmemiştir ki, sonradan onun çıkarılması için araştırma ya­pılsın ve bu bir tahsis olsun. Müellif bunun malûm oluşunu lisanın asıl konulusuna nisbet etmiştir.

[43] Ahkâf 46/25.

[44] Zâriyât 51/42.

[45] Bu da sözün kullanılış şekline göre lafzın istisna edileni de kapsamasının sahih olması halinde olur. Usûlcülerin tuttuğu yola gelince, onlara göre konuluş (vaz') itibarıyla lafzın kapsamına giren herşey, o lafzın kapsamın­dan akılla ya da başka bir vasıta ile çıkarılabilir ve bu tahsis olur.

[46] Yani bu, azlî vaz' noktasının göz önünde bulundurulması sonucu olur. Mânânın, karinelerin ve halin gereğinin dikkate alınması halinde ise; sö­zün kullanılışı sırasında hatıra gelmeyen şeyin, o sözün kapsamı dahili­ne girmesi sahih olmaz ki, onu çıkarmaya ihtiyaç duyulsun. Dolayısıyla bu durumda tahsis yoktur.

[47] Müslim, Hayd, 105 ; Ebû Dâvûd, Libâs, 38; Tirmizî, Libâs, 7.

[48] Gazzâlî, İmam Şafiî'nin, tabaklama yolu ile derilerin temizleneceği hük­münden köpek derisini istisna etmesinin, bitişik ya da ayrı bir tahsis de­liline ihtiyacı olmadığını ifade etmek istemektedir. Bu, müellifin burada ispatına çalıştığı esası teyid etmektedir.

[49] Şu vereceğimiz örnek de bu kabilden sayılabilir: "Ey inananlar! İnanmış kadınlar hicret ederek size gelirlerse... onları kâfirlere geri göndermeyin" (60/10) Hudeybiye anlaşması şartlarından birisi ise, Müslümanlara kim gelirse, o kâfirlere geri iade edilecekti. Bu maddedeki kim gelirse (men câe) ifadesi âmm bir lafızdır ve aslî vaz' itibarıyla kadınları da kapsa­maktadır.  Bu konuda tahsis Hz. Peygamber (s.a.) tarafından yapılmıştır denilemez; çünkü bir sulh anlaşmasında tahsis ancak her iki tarafın ira­desiyle yapılabilir. Hatta onlar Ebû Cendel için anlaşmanın tahsis edil­mesine razı olmadıkları için Rasûlullab (s.a.), Ebû Cendel'i Medine'ye kabul etmemiştir. Rasûlullah (s.a.), hicret ederek Medine'ye gelen kadın­ları kabul ettiği zaman kâfirlerden anlaşmanın ihlali var şeklinde bir iti­raz gelmemiştir. Bu, anlaşmayı yapan her iki tarafın zihninde kadınla­rın da akde dahil olmadığının bir delilidir. Halbuki, müstakil vaz' açısın­dan bu ifade kadınları da kapsamaktadır. Bu sonuç, meselenin hal karinesine vurulmasının bir yansımasıdır.  Bu izahla şu husus bağdaş­mazlık etmez: Ümmü Gülsüm bt. Ukbe b. Muayt, sulh anlaşmasının ya­pılmasından sonra müslüman olarak Medine'ye çıkagelmişti. Arkasın­dan kardeşleri Ammâr ve el-Velîd geldiler ve onu Rasûlullah'tan (s.a.) ia­de etmesini istediler. Rasûlullah (s.a.) da geri vermedi. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.   Bu, yakarıdaki izaha ters düşmez; çünkü onlar, Ebû Cendel olayında olduğu ^ibi onun sulh anlaşmasında bulunan ve vaz' itibarıyla kadınları da içine alan "kim gelirse" lafzının genel kapsa­mı içerisine girmektedir, dolayısıyla iadesi gerekir... şeklinde bir talepte bulunmamışlardır.

Konu dikkate muhtaçtır. Bu sayede tefsir kitaplarında bu âyet hak­kında yazılmış bazı ifadeler de açıklık kazanmış olur.

[50] "Ve Allah herseyi bilicidir" (2/282) âyetinde olduğu gibi. Burada bilinen­ler kapsamına —lafızdan murad o olmamakla birlikte— Aİlah'ın zât ve sıfatı da dahil olduğu için herhangi bir proplem ya da tartışma yoktur

[51] En'âm 6/82.

[52] Onlar bu halleriyle, lafzı terkip öncesindeki kapsamı üzere almış oluyor­lardı ve kullanış şekli onun önceki kapsamını daraltmamıştı. O yüzden de tahsis için delile ihtiyaç duymuşlardı. Bu delil de Hz. Peygamber'in (s.a.) : "Öyle değil..." sözüdür. Halbuki âyetin siyak ve sibakı (baş ve alt tarafı) müşriklerle ilgiliydi. Buna rağmen onlar öyle anlamışlardı.

[53] Daha önce geçmişti [3/143].

[54] Lokman 31/13.

[55] Birinci rivayet maksadı ifade bakımından daha açıktır.

[56] Enbiyâ 21/98.

[57]  Kâfir de olsalar bunlar, Kur'ân'ın dilleri üzerine geldiği kimselerdi. Dola­yısıyla onların Kur'ân'ı anlama şekilleri önemlidir. Onlar, sözü edilen âyette geçen âmm ifadeden bunu anlamışlar ve umumîliğin terkip öncesindeki muhtevasını aynen korumuşlar siyakı ve âyetin sevkediliş maksadını dikkate almamışlar ve bunun sonucunda lafzın genel kapsa­mı içerisine Allah'tan başka tapınılan herşeyi; İsa'yı (s.a.), melekleri de sokmuşlardır. 

[58] Enbiyâ 21/101.

[59] Bunlara göre    örfî hakikat (halkın kullandığı dildeki anlam) aynen lügavî hakikat (kelimenin sözlük anlamı) gibidir.  Çünkü her ikisine de terkip dikkate alınmaksızın bakılır. Meselâ "dâbbe" lafzı ve onun özel­likle dört ayaklı hayvanlar için kullanılması hakkında söyledikleri gibi. Onun bu mânâda kullanılmasında esas alman müstakillen lafız açısın­dan olup, örfte ondan ne anlaşıldığına ya da sözün siyakından ne çıkaca­ğına bakılmamasıdır. Bu durumda Örfî hakikat ile burada sözünü edece­ği kullanılış şekline ait asliyet arasında fark vardır.

[60] Yani, her ne kadar onun vaz'î delâleti kalmasa da, sözün kullanılış şekli­nin (isti'tnâl) gerektirdiği bir başka umuma delâleti bulunmaktadır. Bu durumda onun delâleti hakikat olup mecazî değildir. Bu bir tahsis de de­ğildir ki, "Her tahsis için bitişik ya da ayrı mutlaka bir delil olması gere­kir..." şeklinde itiraz ileri sürülsün.

[61] Üç çeşit vaz' şekli vardır: a) Kıyâsı asliyet denilen terkip öncesi vaz'. b) Örfî hakikat denilen kullanış şekline ait vaz'. c) Şer'î hakikat de denilen şer'î vaz'. Birinci itiraza cevap için ikinci vaz' şeklinin dikkate alınması yeterli. İkinci itiraza cevap verilebilmesi için ise, mutlaka şer'î hakikatin vaz'ı ve şeriatta mevcut bulunan kullanılış şekillerinin dikkate alınması gereklidir. Böylece Araplar arasında anlayış farkının olduğu ortaya çık­sın. Tabiî şeriatı değerlendirme konusunda anlayışlar farklı olunca, bu konuda yeterli olmayanlar, şer'î isti'mâl şekillerini bilmeyenler, kendile­rine göre birçok yerde müşkilat görecekler ve kendilerini çıkmaz içerisin­de bulacaklardır.   İşte itirazda ileri sürülen anlayışlar isabetli değildir ve bu noktadan kaynaklanmaktadır.

[62] Mücâdele 58/11.

[63] Ondan alınması dolaylı olmaktadır. Nitekim birazdan açıklanacaktır. Yoksa bu, meselâ "salât" gibi şer'î hakikatten değildir.

[64] En'âm 6/82.

[65] En'âm 6/74 vd.

[66] En'âm 6/21.

[67] Yani Allah'a iftira ve âyetlerini yalanlama. (Ç)

[68] Bu söz, âyetin Kitap'ta en azından En'âm sûresinde   Allah'a iftira ve âyetleri yalanlama hasletlerinin iptaline yönelindiğinin ortaya çıkmadan inmiş olması sonucunu gerektirir. Ancak bu,   sözü edilen âyetin nüzul bakımından o âyetlerden sonra olmasına bağlıdır. Ki bunun sonucunda onlar tevakkuf etmiş ve Şâri'in maksadını anlamamış olsunlar ve o yüz­den sormuş olsunlar. Eğer Şâri'in maksadını ortaya koyan âyetler daha önce nazil olmuş olsaydı, o zaman Şâri'in zulümden maksadının ne oldu­ğunu anlamış olurlar ve soruya ihtiyaçları kalmazdı. Müellifin demek is­tediği bu. Eğer sözü edilen âyetin diğerlerinden önce inmiş olduğu sabit ise, gerçekten güzel bir izah.

[69] Henüz konulmamış bulunan bu genel prensiplerden biri de meselâ: "Al­lah kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar" âyeti idi. (Nisa 4/48)

[70] Yani âyet bizatihi ele alındığında siyak ve sibakına bakılmasa dahi, is-ti'mâl açısından onun mücmel olduğunu; ne vaz' ne de bir başka açıdan istiğraka delâlet edecek bir karinenin olmadığını, dolayısıyla soruyu ge­rektiren ihtimalin mevcut olduğunu görürüz.

[71] Arap dili kurallarına göre, olumsuzluk ya da soru bildiren ifadelerden sonra gelen nekre (belirsiz) kelimeler umum ifade ederler. (Ç)

[72]  Ayetin —Şâri'in maksadım ortaya koyan âyetlerin inmesinden sonra in­miş olduğu takdirine göre dahi— tek başına ele alınması ve önüne sonu­na bakılmaması, keza âyetin büyük küçük bütün zulümlerin kastedilebi-leceği hükümlerin konulması gibi bir siyakta gelmesi, umumu muhte­mel, âyeti de mücmel yapmıştır. Dolayısıyla soruya ve cevaba tahsis için değil beyân için ihtiyaç duyulmuştur.

[73] Sanki şöyle demek istemektedir: Zulüm içerisinden bu bir ya da iki tür, bu sûrede özel olarak ele alman ve iptaline çalışılan zulüm çeşidi olmak­tadır. "İmanlarına zulüm karıştırmayanlar" âyeti indiği zaman, da­ha ilk gelişinde zikredilen bu mânâ üzerine gelmiştir; dolayısıyla tahsise ihtiyaç duyulmamıştır. Bu aslında açık olmakla birlikte, zulmün salât, savm gibi şer'î bir hakikat olmak üzere konulduğu konusu açık değildir. Çünkü zulüm kelimesi şeriatta, saîât, savm, zekât gibi şer'î bir hakikat olmak üzere konulmamış ve eski aslî vaz'î delâleti üzere kalmaya devam etmiştir. Evet, bu âyetteki şer'î kullanılış şekli daha önce geçen âyetler­den ve bu sûrenin zulmün bu çeşidinin yani şirkin ortadan kaldırılması­na gösterdiği önemden anlaşılmaktadır. Bu, ondan muradın ne olduğuna bir karine olur. Dolayısıyla, bitişik ya da ayrı (munfasıl ya da muttasıl) başka bir delil ile tahsisine ihtiyaç katmaz. Soru ve cevapta bulunan şey, sadece mücmeli iğin uzaklaştırılmasıdır.

[74] Enbiyâ 21/98

[75] Abdullah b. Ziba'râ (ö. H. 15/636) yıllarında ölmüştür. Kureyş kâfirleri­nin şâiri olup, Mekke fethine kadar azılı bir İslâm düşmanlığı yapmıştır. Fetih sırasında Necrân'a kaçmış, sonra dönmüş, müslüman olmuş ve Özür dilemiştir. Hz. Peygamber (s.a.) kendisine övgüde bulunmuş ve bir elbise verilmesini emretmiştir. (Ziriklî, 4/87) (Ç)

[76] İbn Hacer, Keşşafın hadislerinin tahrici sırasında şöyle demiştir: Bu hadis aslen Arap olmayan pek çok âlimin dilinde dolaşmakta ve kitapla­rında yer almaktadır. Gerçekte bir aslı yoktur ve hadis kitaplarında se-nedli ya da senedsiz bir şekilde mevcut değildir. Uydurulmuş olması ihti­mali güçlüdür. Şaşılacak yönü onun muhaddisler tarafından da kullanıl­mış olmasıdır. (Alûsî).

[77] Enbiyâ 21/101.

[78] Âl-i İmrân 3/187-188.

[79] Mervan, âyeti, baş tarafını dikkate almadan tek başına ele aldı ve genel zannetti. İbn Abbâs verdiği cevapta, âyetin siyakını ve nüzul sebebini dik­kate alarak   âyetteki umumdan neyin kastedildiğini açıkladı.   Müellif, Mervan'a karşı takındığı edebinin bir sonucu olarak, "Mervan Şer'î mak­satları kavrayamadığı için..." şeklinde bir ifade kullanmamış, bunun yeri­ne "Bu da bu kabildendir" demiştir.

[80] Yani şer'î maksatları bilmeye dayanmayan, sebeb-i nüzul gibi halin gere­ğini dikkate almayan, cüziyyâtı kendilerine vurmak için şeriatın küllî kaidelerine baş vurma ihtiyacı duymayan ve daha başka kelâmdan mak­sadın ne olduğunu kavramaya yardımcı olan ve ondan muradın ne olduğu­nu ortaya çıkaran diğer karineleri dikkate almayan mücerred Arab'ın kul­lanış şeklindeki maksadı kastediliyor.  Lafızdan muradın ne olduğunu or­taya çıkaran saydığımız bu karineler, mücmelin beyanı gibi olur; lafızdan murad olunan şeylerin bir kısmını çıkarmak anlamında tahsis olmaz.

[81] Muttasıl (bitişik) delil ile de olmadığı ileride gelecektir.

[82] Bu problem, geçen itiraza verilen cevaptan doğmaktadır.   O itiraz da, kelâmın akışı ve halin gerekleri başka birşey gerektirdiği halde Arabın lafızları terkip öncesindeki umumîliği üzerine hamletmiş olmalarıydı. Müellif bu itiraza, sözün kullanılış şekline ait umumun kavranabilmesi ile mümkün olacağını, bunun da o sözde gözetilen şer'î maksatların bilin­mesine bağlı olduğunu, şer'î maksadı bilme konusunda da ilk müsîü-manlarla sonradan müslüman olanlar, kendisini ilme vermiş olanlarla öyle olmayanlar arasında fark olduğunu, ilimde derinleşenlerin zamanla şer'î kullanış şeklini ve Şâri'İn maksadını tam anlamıyla öğrendiğini ve bunun sonucunda daha önce problem olarak gördükleri şeyler hakkında­ki çıkmazlarının ortadan kalktığını, "imanlarına zulüm karıştırmayan­lar" ifadesini içeren âyet hakkındaki sahabenin duraksaması ve soru sorma ihtiyacı duyma sebebinin işte bu husus olduğunu belirtmişti. Çün­kü âyet En'âm sûresinde bulunuyordu ve bu sûre ilk nazil olan sûreler­dendi. O sırada şer'î külli esaslar henüz tamamlanmamıştı. Sahabenin âyetten maksadı anlamamalarının sebebi işte buydu.

Bu fasılda ise, bu cevaba şöyle bir itiraz getirecektir: Bu cevap do­yurucu değildir; çünkü içlerinde Hz. Ömer , Muâviye, İlerime, İbn Abbâs ve daha başka müetehid imamların da bulunduğu şer'î maksatları çok iyi bilen selef-i sâlih, kelâmm'akışı ve halin gerekleri aksini gerektirse de, sözün umumuna itibar etmişlerdir. Bu da, onlar katında muteber olanın, lafızların terkip öncesindeki umum muhtevalarının dikkate alın­ması gereği olduğunu gösterir. Bu durumda bu fasılda zikredilen örnek­ler munfasıl (ayrı) bir delil ile tahsis edilmiş olur; sizin iddia ettiğiniz gi­bi, sözün kullanılış şekline ait umumluk üzere konulmuş ve tahsis gör­meden umumluğu baki kalmış olmaz. İşte burada vaz' edilecek problem budur.

[83] Ahkâf46/20.

[84] Ahkâf 46/20.

[85] Hz. Âişe ve Hz. Hafsa validelerimiz, nafaka konusunda başı çekerek Hz. Peygamber'e (s.a.) karşı isteklerini ortaya koymuşlardı. Bu uzunca hadis için bkz. Buhâri, Mezâlim, 25 (3/104).

[86] Buhârî, Mezâlim, 25 (3/104).

[87] Bunlar; Allah yolunda savaşan, ilim öğrenen ve öğreten, malını hayır yollarına harcayan, fakat amelleri ile gösteriş yapan ve desinler için çalı­şan kimselerdir. Bunlar hakkında 'onlar âhiret amelleri ile dünya ziyne­tini isteyen kimselerdir ve istekleri de kendilerine tam olarak verilmiş­tir1, denilmiştir.

[88] Müslim, Imâre, 152.

[89] Hûd 11715.

[90] Akıl sahipleri için müşterek olarak kullanılan bir ilgi zamiridir. (Ç)

[91] Nisa 4/97.

[92] Buhâri, Tefsir, 4/19 ; Fiten, 12.

[93] Yani müslümanlar arasında meydana gelecek haksız bir savaşa katılan­lara da şâmil kılmıştır.

[94] Bakara 2/284.

[95] Bakara 2/285-286.

[96] Bu ve benzeri rivayetler için bkz. İbn Kesir, 1/338.

[97] Hacc 22/78.

[98] Neshin söz konusu olması için, başlangıç itibarıyla o hükmün maksud ol­ması ve sonradan ortadan kaldırılması gerekir. O zaman onların anlayış­ları yerinde olur ve bu takdirde konu dışma çıkmış olur.

[99] Bu söz, mütekaddimîn ulemânın ıstılahına göre   neshin tahsis olması esası üzerine mebnîdir. Açıklasa daha iyi olurdu.

[100] Bu küllî kaide, Allah Teâlâ'nın insanın zihninden geçmesi gibi şeylerle yükümlü tutmayacağına; çünkü bu gibi şeylerin dinde güçlük (harec) ve hatta takat üstü yükümlülük doğuracağına bir karinedir. Buna rağmen onlar, inen âyeti lafzın terkip Öncesindeki kapsamı üzere umumî olarak almışlar, böyle bir anlayışa mani olan şer'î kullanılış şeklini dikkate al­mamışlardır.  Rasûlullah {s.a.) da onların bu anlayışlarını onaylamıştır. Bunun sonunda Allah'ın hiçbir kimseye takatinin üstünde yük yükleme-yeceğini belirten âyet gelmiş ve onu tahsis etmiştir.

[101] Nisa 4/115.

[102] Hûd 11/5.

[103] Buhârî, Tefsir, 11/1 ; İbn Kesîr, 2/436.

[104] Mâide 5/44.

[105] Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin kâfir, zâlim ve fâsık olduğunu belirten âyetîer (5/44, 45, 47), İbn Abbâs'm da ifade ettiği gibi yahudiler özellikle de Kureyza ve Nadir oğulları için inmiştir. Müslim'in Berâ'dan rivayetine göre ise bütün kâfirler için inmiştir.

[106] Ayrı (munfasıl) tahsis delillerinden biri de nüzul sebebi vb. şeylerdir. An­cak müellifin bu meyanda zikretmiş olduğu şey, bundan daha kapsamlı bir mânâdır. Halin gereği sadece sebebin hususiyetine münhasır değil­dir. Onun maksadı, Hz. Ömer'in ve Muâviye'nin sözlerinde de açıkça gö­rüldüğü gibi daha kapsamlıdır.

[107] Çoğunluk âlimlerin (cumhur) görüşü, itibarın lafzın umumuna olduğu ve sebebin hususîliğine olmadığı doğrultusundadır. Tartışma konusu, müs­takil âmm bir lafzın, özel bir sebep üzerine bina edilmesi haliyle ilgilidir. Meselâ: Hz. Peygamber'in (s.a.), içerisine cife (leş) atılan Bidâ'a kuyusu hakkında kendisine soru sorulması üzerine: "Allah, suyu temiz ve temiz­leyici (tahûr) yaratmıştır; onu hiçbirşey pisletmez" buyurması gibi. Keza Meymûne'ye ait murdar olarak ölmüş bir koyunu gördüğünde: "Her bir deri, tabaklandığında temiz olur" buyurması gibi. İmam Şafiî'den çoğun­luk âlimlerin aksine itibarın husûsî sebebe ait olduğu görüşü nakledil­miştir. Çoğunluk ona karşı pek çok delil ortaya koyarak onun görüşünde isabetli olmadığını, itibarın lafzın umumuna olduğunu öne sürmüştür.

[108] Yani her iki uç da onu kendi tarafına çekmek için uğraşır.

[109] Çünkü bu âyetlerin altına mü'minlerin de sokulması uygun değldir.'

[110] Yani müşkil olarak gösterilen diğer âyetler.

[111] Yani o, Şâri'in ilgili kasdı oranında umumdur. Onlar   umumu bizzat âmm olan lafzın üzerine kapanmakla anlamamışlar; keza hususu da onun bir tahsis olduğu, lafzın kapsamına dahil olan birşeyin çıkarılmış olduğu açısından anlamamışlardır ki, tahsis delili (muhassıs), yolların­dan bir yolla ayn (munfasıl) olsun.

[112] Yani ilgi zamiri. (Ç)

[113] Ve bunda bir tahsis yoktur, Zeyd'e delâleti bakımından da hakikattir. Bu Ebu'l-Huseyn'in görüşü olmaktadır. Ona göre   müstakil olmayan şart, istisna, sıfat... gibi şeylerle tahsis yapılması durumunda, geride kalan için lafız, hakikat olur. Çünkü bu zikredilenler, maksûd olan mânâya delâlet eden şeyin birer parçası haline gelmişlerdir. Bu parçalar  biriikte, artık ilk konuldukları mânâlar için değillerdir ve yeni bir medlulleri vardır. 

[114] Çünkü, kendisinden bazı fertlerinin çıkarılmış olduğu âmm, —"Cimrileri hariç, TemimoğuHarma ikram etti" sözünde olduğu gibi— umumu üzere hem delâlet hem de murad bakımından bakîdir ve bunun tahsis görmüş âmmla bir ilgisi yoktur. Müellif burada on sayısını Örnek vermiştir; fakat sayı isimlerinin umum ile ilgisi yoktur. Ancak onun amacı, istisnanın, yediye delâlet eden sözün bir parçası olduğunu ifade etmektir ve bu ko­nuda o, sıfattan daha açıktır.

[115] ikincisi, birinci üzerine terettüp eder. Çünkü lafız, kaydı ile birlikte mu­rad olunan miktarı verince, kasıt itibarıyla tahsise mahal kalmaz.

[116] Meselâ şöyle tasavvur etmesi gibi: (Mâ raeytü racülen şucâan) örneğin­de olumsuzluktan sonra gelen racül (adam) kelimesi âmmdır, arkasın­dan gelen sıfat onu, ânımın nev'ilerinden birine kasretmiştir. Bu halde racül kelimesinin muhtevası, sıfat gelmeden önceki kapsadığından daha azdır ve bu muhteva, onun kendisi için konulmuş olduğu şey (mâ vudıa leh) değildir; dolayısıyla mecaz olur.

[117] Bu, sîgayı asli vaz'mdan çıkarmamaktadır; sadece vaz' çeşitleri arasında murad olan vaz'ı ortaya çıkarmaktadır.

[118] Taşınılan mecazî mânâ ile, tahsisten sonra kalan mânâ arasında açık fark olduğu için nazîri demiştir. Çünkü birincisi yani mecazî mânâ, laf­zın hakikat üzere kendisi için konulmuş olduğu şeyin bir parçası değii-dir; ikincisi ise, lafzın kendisi için konulmuş olduğu şeyin bir parçasıdır. O yüzden tahsis sonrasında lafzın, hala hakikat olduğunu söyleyenler ol­muştur.

[119] Yani geçen cevaptan anlaşıldığına göre sonuç aynıdır. Onlar her ne ka­dar tahsis ve âmmın kapsamı dahilinde bulunan bazı fertlerin çıkarılma­sı gibi isimler veriyorlarsa da, istinbat ve hüküm çıkarma sırasında lafızların kullanılışına ait vaz' şekline itibar etmekte, lafzın terkip öncesi muhtevasına bakmamaktadırlar. Bu durumda sonuç aynıdır ve aradaki ihtilaf tamamen sözde kalmaktadır.   

[120] Yani mübeyyen ile tahsis edilmiş âmm. Meselâ zimmî ile tahsis edilen "Müşrikleri Öldürün" âmm hükmü gibi. Mücmel ile   tahsis edilen âmm ise ittifakla hüccet değildir. Çoğunluk ulemâ, mübeyyen ile tahsis edil­miş ânımın, geride kalanda mutlak olarak hüccet olduğu görüşündedir. el-Belhî ise, munfasıl ile değil de muttasıl delil ile tahsis edilmişse hüc­cettir, demiştir.

[121] Çünkü, hüccet olmadığını iddia eden kimse delilinde şöyle diyecektir: 'Amra lafız, tahsis gördüğü zaman, diğer müsemmâları hakkında mecaz olur. Hatta onun altında bulunan müsemmâlar, mecaz konusunda çeşitli mertebelerde bulunur. Bu durumda lafız mücmel olur ve mutlaka ondan muradın ne olduğunun belirlenebilmesi için bir delile ihtiyaç duyulur" Görüldüğü gibi, geride kalanın hüccet oluşu konsundaki problem; tahsi­sin, lafzın kapsamı altında kalanları mecaz kılması iddiasından kaynak­lanmaktadır. Müellifin görüşüne göre ise, mecaz olmamaktadır. Dolayı­sıyla âmmm, kastedilenlerin tümü hakkında hakikat olduğu konusunda problem olmayacak ve o kastedilenler hakkında hüccet olacaktır. Böyle­ce onun delilliği konusunda mevcut bulunan görüş ayrılığının sebebi or­tadan kalkmış olacaktır.

[122] Yani öyle olması gerekir. Muhalif durumda olan kimse, eğer bizim dedik­lerimize vakıf olsa ve  muhalefetinin sebebinin ortadan kalkmış olduğu­nu anlasa, çoğunluk ulemâ gibi o da, onun hüccetliğini kabul edecektir.

[123] Yani az bir lafızla çok mânâlar ifade etme özelliği. (Ç)

[124] Mesele, dönüp dolaşıp müellifin şunu demesine gelmiştir: Muttasıl ya da munfasıl ile tahsis dedikleri şey, aslında tahsis değildir. Umum lafızlı nasslar, her ne kadar Şâri'in muradından daha fazla olan terkip öncesi muhtevaları ile kalmamışlarsa da, onlar kullanılış şekîi ve Şâri'in mak­satları açısından, sadece murad olanları içerecek şekilde, makamın ve hal karinelerinin gereği  üzere kullanılır. O, murad olunanlar hakkında hakikattir; mecaz değildir. Bu karineler, tahsis görüşünü kabullenmeyi gerektiren mecazın karineleri gibi değil, mücmelin açıklayıcıları (mü-beyyin) gibi kabul edilir.

Buna göre, âmmın kapsamı içerisinden Şâri'ce maksûd olan miktar üzerinde ne müellifin ne de usûlcülerin görüşlerine göre bir farklılık yoktur. Kur'ân'da yer alan âmm lafızlı nasslara itibar edileceği konusu da —âmm lafzın tahsis sonrasında kalan kısma delâletinin kesin olduğu görüşüne göre— aynıdır. Aklî, hissi vb. karinelere kendisi mücmelin be­yanı gibi bakmakta; diğerleri ise muhassıs olarak isimlendirmektedir. Eğer biz, muhhassıs olup olmadığını tam olarak araştırmadan âmm ile amel olunmaz diyorsak, aynı şeyi, beyan edici deliller araştırılmadan mücmel ile de amel edilmez deriz. Bu durumda Kur'ânî küllî esasların iptali ve onlarla istidlalde bulunulamayacağı iddiası nerede kaldı?! Son­ra cevâmiu'l-kelimliğin ihlâli nerede?! Çünkü âmmm içermiş olduğu miktar tahsisten ya da beyandan sonra aynı olmaktadır. Bu durumda, müellifin meseleyi abarttığını söyleyebilirz.

[125] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/251-272

[126] Ruhsatın tarifinde getirilen "aslî hükmün sebebi mevcudiyetini sürdür­mekle birlikte..." kaydı, kıyam farzının (azimet hükmün) düşmediğinin bir delilidir.

[127] Sanki şunu demek istiyor: Meselâ öğle namazı kesin farz olmak üzere azimet hüküm olarak dört rekat şeklinde konulmuştur. Bundan   yolcunun durumu müstesnadır. Yoku ise, iki rekat olarak da dört rekat olarak da eda etse sahih olmaktadır ve bu durumda bu azîmet hüküm­den kesin olarak dört kılınması mecburiyeti kalkmış oluyor. Bu, azimet hükmünün delilinin umumunu tahsis demektir. (AUahıı a'lem!)

[128] Bu ve bundan sonraki itiraz, birinci üzerine kurulmuştur. Birinci izâle edildiği zaman, bunlar da kendiliğinden gidecek kabildendir. O yüzden verilen cevapta, birinci itirazın cevabı, diğer iki itirazın da iptali için ye­terli görülmüştür.

[129] Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Çünkü her halükârda hitap sahi­bi aynı kişidir yani Allah'tır. İki hitabın birinin Allah hakkı yönünden, öbürünün kul hakkı cihetinden gelmiş olması arasında fark yoktur.Bu cevapla itiraz izale edilmiş değildir. Çünkü Allah Teâlâ, onu bir ta­raftan azimet hükümle kesin olarak mükellef tutacak, öbür taraftan da kul hakkını dikkate alarak kesin olmayan bir tarzda yükümlü tutacak. Tek bir konuda, birbirinden farklı olan hükümlerle yükümlü tutmak çe­lişki doğurur. Bu yükümlülüklerin sebebi ne kadar farklı olursa olsun, çelişki var olmaya devam eder ve onu ancak tahsis ya da azimetle ruh­sat bahsinin keffâret özelliği gösteren şeylerden olmadığı cevabı ortadan kaldırabilir.

[130] Yani teklifi tümden ortadan kaldırmayacak ölçüde bir meşakkatten do­layı. Burada unutma ve diğer özürlerin takat üstü mü yoksa takat dahi­linde ve fakat sadece meşakkat içeren özürler mi olduğu üzerinde dur­mak gerekiyor. Eğer bu özürler, takat üstü kısımdan ise, o zaman tekli­fin düşmesi gerekir.

[131] Bunların ümmetten kaldırılmış olduğunu söyleyen hadis, yükümlülüğün değil, bunlar sebebiyle azimet hükmün terki durumunda günahın kaldı­rılmış olduğunu ifade etmiştir. Uyandıktan ya da hatırladıktan sonra on­ların kaza edilmesinin istenmesi bu mânânın delilidir.

[132] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/272-274

[133] Oradaki birinci delil hakkında şöyle demişti: "Gücü yetmeyen bir kimse, azimet hükümle muhatap sayılmaz ve hitap, takat üstü yükümlülüğü kaldıran delillerle esastan kalkmış olur..." Bu delilin burada kullanılma­sı   konumuza uygun düşmez. Çünkü amaçlanan şeyin aksine bir sonuç verir; hata ve unutma ile birlikte aslında bir yükümlülüğün olmadığı ne­ticesini gerektirir. Sonra hitabı anlamak ve onu yerine getirmeye kadir olmak (kudret) yükümlülüğün şartlarıdır. Buna itiraz olarak yöneltilebi­lecek şartı bulunmayan sarhoşun talâkı konusuna da onun, hükmü sebe­bine bağlamak kabilinden olduğu dolayısıyla teklifi bir hüküm olmayıp, vaz*î hükümlerden bulunduğu şeklinde cevap vermişlerdir. Bu, hem bu­rada mesele hakkında, hem de daha önce söylemiş olduğu "Azimet hük­münün  meşakkatten  dolayı yerine getirilmiş olmamasının benzeri (nazîri), hata, unutma ve ikrah (zor kullanma)... gibi mazeretler sebebiy­le asıl hükmün bulunmamasıdır..." ifadesine göre bir problem  arzeder. Ancak şöyle denilebilir: O, onların tümüne birden teklifin yöne­lik olması esası üzerine cari olmaktadır. Buna da "her ne kadar ihtilaflı ise de" sözüyle işaret etmiş olmaktadır. Bu görüşe göre şartın mânâsı, teklifin yönelmesinin şartı mânâsına olmayıp, hesaba çekilmenin şartı anlamındadır. Müellif, Hükümler bölümünde "af mertebesi" bahsinde bu konu üzerinde genişçe durmuş ve onun beş teklifi hüküm dışında birşey olduğunu belirtmiş ve böyle olduğuna ya da olmadığına dair deliller ser-detmişti. Sabit olduğunu gösteren yerler zikretmiş ve konuyu burada bi­tirdiği gibi, aslında konu üzerine fıkhı pratik bir sonuç doğmadığını ve uygun olanın konuya hiç girmemek olduğunu belirterek son vermişti.

[134] Meselenin iki konu şeklinde vaz' edilmesi, örnekleme kabilindendir; yok­sa konu bundan daha da kapsamlıdır. Üç af mertebesinden birinci nev'i hakkında —ki bu muarızı güçlü olan bir delilin gereğiyle amel etmek idi (bkz. [1/168])— ruhsatın gereği mevcut olmakla birlikte azimetle amel etmeyi oraya almıştı. Keza helâl zannı ile içki içen kimsenin durumunu da oraya dahil etmişti. Aynı şekilde, ictihad mahalli bir konuda; nass, icmâ ya da küllî esasllara ters düşmemek kaydıyla kadının hükmünde hata etmesini de o kabilden saymıştı.

[135] Mâide 5/32.

[136] Yani aksine onu yasaklar; şu kadar var ki, hatalı olan kimseyi mazur gö-,  ""r-ve sorgulamaz. Şunu demek istiyor: Müellife ait her fiille ilgili olmak üzere Allah Teâlâ'dan ya ibâha ya emir ya da yasak gelmiş olacaktır. Bu­rada ne emir ne de ibâha uygun değildir; o halde geriye onlarla ilgili  yasağın yönelmiş olması ihtimali kalmaktadır. Şu kadar var ki, yasak ol­masına rağmen Ailah Teâlâ onu sorgulamayacaktır; çünkü sorgulamak için gerekli olan şart yoktur. Bu, hiçbir olayın Allah'ın hükmünden hâli olmayacağı ve af mertebesi hakkında delil olarak kullanılabilir. Keza her ikisi de, müellifin bu ve önceki meselede üzerinde yürümekte oiduğu esa­sın aksine, yukarıda zikredilen iki şartın bulunmaması halinde yüküm­lülüğün temelden bulunmayacağı esası üzerine mebnîdir

[137] A'râf7/28

[138] Nahl 16/90.

[139] Mâide 5/49.

[140] Talâk 65/2.

[141] Müellif, hayır aksine bu, kendisine yasaklanmıştır demek istiyor. Ancak bu görüş, müctehidin hata ettiği zaman bir, isabet ettiği zaman iki ecir alacağına dair ulemâ arasındaki ittifak sebebiyle bir problem ortaya çı­karır. Her müctehide göre —ister müfti, ister kadı durumunda olsun— bu husus aynıdır. Bir kimse kendisine yasak edilen bîrşey sebebiyle se­vap alabilir mi? Niçin "Mükellef, kendi nazarı ve içtihadına göre onunla memurdur ve o ancak bu kadarı ile yükümlü olabilir; o hiçbir zaman tah­kik üzere onunla memur değildir, o yüzden de ifsad ettiği şeyi telafi et­mek için yeni bir emir gelmiştir" denilmiyor? "Emirler arasında fark yok­tur..." sözü doğru değildir; bilakis fark açıktır ve bizzat hükümlerin mas­lahatlar üzerine bina edilmesi ilkesi bunu gerektirir. Çünkü fiili işleyen ve hâkim için yükümlülük, kendi gücü dahilinde olan ve doğru  zannettiği şeydir. Zanmnm hata olduğu ortaya çıkar ve bundan bir fesad ya da bir başkasına zulüm doğarsa, bu zulmün izalesi için yeni bir yü­kümlülük gelir ve bu, maslahatlara itibar etme ve hükümlerin onlar üze­rine bina edilmesi kabilinden olur. Bu konuda, af mertebesi ya da her olay hakkında Allah'a ait bir hüküm bulunması gerekmez esası üzerin­den yürünecek olsaydı, durum daha açık olurdu

[142] Bu da maslahatın dikkate alınmasından başka birşey değildir. Bu du­rumda onun mahza taabbudîlik esası üzerine câri olduğunu söylemek su götürür

[143] Müellif, Mukaddimeler'de pratik bir değeri olmayan konulara girmenin ilmi bir değeri olmadığını belirtmişti.   Buna rağmen o, bu konuyu  Hü­kümler bölümünde "af mertebesi" adı altında genişçe ele almıştı. Burada ise, mücerred tahsis ile olan münasebetinden dolayı —ister ondan sayıl­sın, ister sayılmasın— sadece temas etmekle yetinmiştir.

[144] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/274-277

[145] Yani tam olarak yapılması halinde.

[146] Yani, cüziyyâtın büyük çoğunluğuna uygulanmışsa.

[147] Yani hakkında bir nass olmasa bile. Tabiî bu durumda hükmün zannî türünden olacağı açıktır

[148] Mubah kılınmasından maksat izindir. Öleceğinden korkmasından kaste­dilen de daha genel anlamda meşakkattir. Gerçek ölüm tehlikesinin ol­duğu zaman ise haram olan şeyin yenmesi mubah değil vacip olur.

[149] Müellif, görüldüğü gibi birinci delil ile ikinci delilin sonucunu birleştir­miştir. Çünkü istikrayı manevî tevatürün isbatı için bir yol olarak kul­lanmıştır. Şöyle ki: Bu cüz'îler isbatı murad olunan külliyi tazammun et­mektedirler. Çoklukları ve farklılıklarına rağmen onların ortak bir nokta üzerinde birleşmiş olmaları, bu sonucu vermektedir.

[150] "Onun zımnında sabit olur" demesi, konumuzun Hâtem'in cömertliği gibi bilinen manevî tevatürden olmamasmdandir. Çünkü cömertlik bir cüz'înin yani Hâtem'in vasfıdır. Onun cömertliği ile ilgili nakledilen her özel olay doğrudan onda bulunan bu vasfı isbat şeklinde kendisini göste­rir.   Cüziyyâtın istikrası sonucunda umumun ya da küllinin ispatı ise böyle değildir; her cüz'î doğrudan âmmın umumunu isbat edici değildir ki onların tümünden bilinen anlamda manevî tevatür doğsun. Bilakis bu âmm ve küllî mânâ, cüz'îlerin istikrası zımnında ortaya çıkar yani bu tür cüz*îlerin çokluğu ve farklılıkları, hükmün belli bir cüz'îye has olmadığı­nı ortaya koyar. Müellifin demek istediği budur.

[151] Beyhakî'nin belirttiğine göre Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, görenler vacip olduğunu zannederler düşüncesiyle   kurban kesmezlerdi.   İbn Abbâs, V       Bilâl, İbn Mesûd ve İbn Ömer'in de aynı şekilde hareket ettikleri rivayet edilir.

[152] İslâm ahkâmını iyi bilmeyenlerin, namazın iki rekat olduğunu zannede­ceklerinden endişe ederek, yolculuk hükmüne rağmen Mina'da namazı kı­saltmadan dört rekat olarak kıldırmış ve şöyle demiştir: "Şüphesiz  namazı kısaltmak Rasûlullah'ın (s.a.) ve iki arkadaşının sünnetidir. Fa­kat cahil insanlar türedi, (iki rekat kıldırdığımda) bunun sünnet edinil­mesinden korktum" (Ç)

[153] Bakara 2/104.

[154] En'âm 6/108.

[155] Hadisin devamı şöyledir: "Kişi anne ve babasına söver mi? Yâ Rasûlal-lah!" dediler. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle cevap verir: "Evet, birinin baba­sına söuer; o da onun babasına söver; onun annesine söver, o da onun an­nesine söver" (Müslim, İman, 145 ; Tirmizî, Birr, 4 ; Ahmed, 2/164, 195, 214, 216).

[156] Mahiyetler azalıp eksilmezler. Dolayısıyla akliyyâtta, cüziyyâtın hep ay­nı hükme dahil olmaları gerekir. İki mümasil, zâti sıfatların tümünde müşterek olurlar ve bu sıfatlar o şeyi kendileriyle niteleme sırasında zâtın ötesinde ziyade bir mânâya ihtiyaç göstermezler. Meselâ insana nisbetle insanlık, hakikatlık, şeylik sıfatlan gibi.  Bunlara tekabül eden bir de manevî sıfatlar vardır. Bunlar, kendileriyle birşeyin nitelenmesi sırasında, o şeyin zatına nisbetîe ek bir mânânın göz önünde   bulundurulmasına ihtiyaç gösterir; meselâ cisim için bir yer tutmakta ol­ması (tahayyüz) ve sonradan var olması (hudûs) gibi. Mümasil olan iki şeyin, vacip, mümkin ve mümtenî olan her özellikte müşterek olmaları gerekir. İkisinden birine verilen her hüküm, mümaseleti gerektiren her konuda diğerine de aynı şekilde verilir. Bunun dışında kalan ve hakikat üzerine zâid bulunan haricî vücûda tâbi olan hususlara gelince, bunlar­da mümasil olan iki şeyin farklılık göstermeleri caizdir. Meselâ Zeyd'in uzun ve cahil olduğuna hükmedilirken, Amr'm kısa ve âlim olduğuna hükmedilebilir. İkinci itirazda "Hususîlik, bir ya da daha fazla konuda âmm olan mânâda bulunmayan bir ayrıcalığın olmasını gerektirir" derken bu husus kastedilmektedir. Bu, akliyyât konusunda hususî özel­likler bulundurabilen haricî vücûda nisbetle geçerlidir.

[157] Bu üçüncüsü, aslında ilk iki yönden ayrı şeyler değildir; aksine daha ön­ce geçen "Bunlar (yani vaz'î mesâil), ihtiyar esasına uygun olarak konul­muştur; ihtiyara göre ise birşey ile benzeri arasını ayırmak, birşey ile zıddını ve çelişenini bir arada cem etmek sahihtir" şeklindeki sözünün açıklanmasına ve genişletilmesine yöneliktir. Burada eğer; daha önce geçenler caizliğini gösterirken bu üçüncü bilfiil vuku bulduğunu göster­mekte ve örnekler vermektedir, denilecek olursa, doğrudur ancak yine de \yeni birşey getirmemektedir ve bu örnekleri birinci için vererek onunla birleştirebilir, deriz. Cevaplar farklı olduğu için ayrı bir yön olarak koymuş olabileceği de söylenebilir. Nitekim müellif de buna işarette bulunmuştur.

[158] İ'lâmu'l-muvakkıîn'in ikinci cildinde burada zikredilecek olanların ço­ğu hakkında doyurucu cevaplar vardır.

[159] Yani maddî pislikleri ve onların eserlerini su gibi giderici bir özellik taşı­madığı halde.

[160] Muhsanhk, meşru evlilik içerisinde yapılan ilişki sonrasında kazanılan bir sıfattır. Zina olayında recinin uygulanması için bir şart olarak aranı­lır. (Ç)

[161] Cariyenin avret mahalli, hür kadınlardan farklı olarak erkeklerinki gibidir.(Ç)

[162] Kadının rahminde çocuk olup olmadığının anlaşılması için beklenmesi.

(Ç)

[163] Kısas cezası maktulün velileri tarafından affedilse bile, katil bu fiiliyle toplum güvenliğini ihlal ettiği için devlet başkanı tarafından ayrıca ceza­ya çarptırılır. <Ç)

[164] Yani bu gibi şeyler her ikisi için de uygun iken sadece erkeklere has kılın­mıştır. Halbuki olması gereken bunlarda erkeklerle kadınların eşit tutu­lup ayrıcalık tanınmaması idi.

[165] Hadiste, henüz yemek yememiş erkek sabinin bir kişinin kucağına akıt­ması durumunda sidiği üzerine su dökülmekle yetinileceği; aynı şeyi kız çocuğunun yapması durumunda ise yıkanacağı belirtilir, {bkz. Ebû Dâvûd, 1/102) (Ç)

[166] Meselâ cumanın farz olmayışı gibi.

[167] Geriye itiraz sadedinde ileri sürülen "Vaz'î mesâil ise böyle değildir. Çünkü bunlar aklî meseleler gibi konulmamıştır. Aksi takdirde o da biz­zat onlar gibi olurdu ve vaz'î olmazdı...." sözüne cevap kalıyor. Bu, her­hangi bir delile dayanmayan kuru bir iddia olduğu için, müellif ona ce­vap verme ihtiyacını duymamıştır. Çünkü birşeyin, bir başka şeye her­hangi bir konuda benzer olması, onların aynı kısımdan olmalarını gerek-tiremez.   Eğer o şey, aklî ise aklî olmada, şer'î ise şer'î olmada devam eder.

[168] Geriye itiraz sırasında ileri sürülen "Delilin bulunması halinde ise, âmm hükmün elde edilmesi için o cüz'îlere sarılmanın bir mânâsı kaimaz. Zira o delilin umum sîgası, böylesi uzun yorucu bir işten müstağni kılacak­tır." sözünün cevabı kalıyor. Müellif buna da cevap vermeye ihtiyaç duy­mamıştır. Çünkü bu delilin illâ da âmm lafzî bir delil olması gerekmez. Daha önce sözü edilen cüz'îlerin istikraya tâbi tutulması yolu ile elde edilmiş bir delil de olabilir. Bu ise âmm bir lafız içermeyen bir delildir.

[169] Bakara 2/108.

[170] Bakara 2/65.

[171] Daha önce geçmişti [1/289].

[172] Tirmizî, Şehâdet, 2.

[173] Ümmüveled, efendisinden çocuk doğuran cariye demektir. (Ç)

[174] Hadis daha Önce geçmişti [1/296]. Ümmü Muhabbet, kendisine ait bir cariyeyi Zeyd'e veresiye sekizyüz dirheme satmış, sonra ondan altıyüz dirheme peşin olarak geri almıştı. Cariye aynen kendi mülkünde kaldı­ğı için, sonuç altıyüz dirhemin veresiye sekizyüz dirheme satılması şek­line dönüşmüştü.

[175] Bu da dolayısıyla onun sedd-i zerâi' ilkesini benimsemiş olduğunu gös­terir.

[176] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/277-285

[177] Yani ibâdetler, muamelât, evlilik hukuku gibi çeşitli alanlarda kullanı­lır ve tekrarlanırsa.

[178] İsrâ 17/15.

[179] Meselâ diyetin âkile üzerine konulmasını gerektiren deliller gibi. Bu âyet için sözü edilen şeylerin aynısı, "İnsan için ancak çalıştığının karşı­lığı vardır" (53/39) âyeti için de vâriddir. ölü adına hacc yapılabileciğini, onun adına oruç tutulabileciğini gösteren deliller bu esas karşısında tevil edilir. Bu konuda "ameller ve ibâdetler konusunda niyabet" bahsinde söz edilmişti.

[180] Daha önce geçmişti [2/46].

[181] Meselâ burada söz konusu olan, nakledilen icmâ ile, birinci kısma ait olan bu kaide arasında olduğu gibi.

[182] Müellif bununla Sayrafi'nin muhalefetine işaret etmek istiyor. İmâmul-Harameyn onun bu muhalefeti hakkında: "O itiraz aklı başında birinden çıkmış sayılmaz. O, sadece kalın kafalılıktan ve inattan çıkmış bir söz­dür" demiştir.

[183] Yani bu durumda araştırma yapmak abes olur.

[184] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/285-289