Beşinci Fasıl 1

Mücmel Ve Mübeyyen (İcmal Ve Beyan) 1

Birinci Mesele: 1

İkinci Mesele: 2

Üçüncü Mesele: 3

Dördüncü Mesele: 3

Beşinci Mesele: 5

Altıncı Mesele: 10

Yedinci Mesele: 15

Sekizinci Mesele: 16

Dokuzuncu Mesele: 19

Onuncu Mesele: 20

Onbirinci Mesele: 21

Onıkınci Mesele: 23

 

 

 

BEŞİNCİ FASIL

 MÜCMEL[1] VE MÜBEYYEN (İCMAL VE BEYAN)

 

BİRİNCİ MESELE:

 

Hz. Peygamber, söz, fiil ve takrirleri[2] ile, açıklamakla görevli olduğu konuları beyan etmekteydi: "Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik" [3]

Hz. Peygamber sözlü beyanda bulunurdu. Meselâ talâkla ilgili hadislerinde: "Allah'ın, dikkate alınarak kadınları bo­şanmasını emrettiği iddet işte budur" [4]buyurması gibi. (Rasûlullah, hesaba çekilen kimsenin azap göreceğini ifade etmesi ü-zerine) Hz. Âişe, kendisine "Amel defteri kendisine sağından veri­len kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir'[5] âyeti hakkında ne demeli?" diye sormuştu. Buna: "O sadece arzdır" buyurarak açıkla­ma getirdi.[6]"Münâfıkın alâmeti üçtür:" sözünden ne kastettikleri­ni soran birine de: "Ondan size ne? Ben onunla şunu şunu kastet­tim. .." demiştir.[7]

Aynı zamanda fiilleri ile de beyanda bulunuyordu[8] "Ona be­nim öyle yaptığımı bildirseydin ya'[9] Allah Teâlâ da şöyle buyurur:

"Onu seninle evlendirdik ki, evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestikleri zaman onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk ol­madığı bilinsin"[10] Hz. Peygamber namazın nasıl kılına­cağını, haccın nasıl yapılacağını fiilleri ile açıklamış ve konuyla ilgi­li olarak: "Beni nasıl namaz kılıyorken görüyorsanız siz de öyle kı­lın" "Hac vecibelerinizi benden alın" buyurmuştur.[11]

Hz. Peygamberdin ikrarı da aynı şekilde beyan oluyor­du. Bir fiilin işlendiğini bilir ve ona karşı —bâtıl ya da haram olma­sı halinde— tepkisini göstermeye de imkânı bulunur ve buna rağ­men onu onaylarsa, bu da bir beyan çeşidi olur. Meselâ usûlcülerin Müdlicli Mücezziz meselesi[12] hakkında ortaya koydukları gibi. Bü­tün bunlar usûl kitaplarında açıklanmıştır. Ancak biz, buradan hareketle bir başka noktaya gelmek istiyoruz ki o da şudur: [13]

İKİNCİ MESELE:

 

Âlimler, Hz. Peygamber'in vârisleridir. Dolayısıyla on­lar hakkında beyan, mutlaka onların âlim olması hasebiyle olacak­tır. Buna iki husus delâlet eder:

1.

Âlimlerin, peygamberlerin varisleri[14] olduğunun sabit olması. Bu sahih ve sabit bir husustur. Alimlerin vâris olmasından, beyan konusunda vâris olduğu kimsenin yerini almaları lâzım gelir. Pey­gambere beyan farz olduğuna göre, aynı şekilde vârise de farz ola­caktır. Beyan konusunda, delillerden müşkil ve mücmel olanın açıklanması ya da kullanılacak delillerin ortaya konulması arasın­da fark yoktur. Tebliğin esası, şer'î hükümlerin açıklanması dır. Tebliğden sonra, (âlimler tarafından) yapılan tebliğ de, ilk tebliğ gi­bidir.

2.

Âlimlere nisbetle bu konuda gelen deliller. Meselâ, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Gerçekten, Allah'ın indirdiği Kitap'tan birşeyi gizlemede bulunup, onu az bir değere değişenler var ya, onların ka­rınlarına tıkındıkları ancak ateştir[15]"Hakkı bâtıla karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin[16]"Allah tarafından kendisine bildi­rilen gerçeği gizleyenden daha zâlim kim olabilir[17] Hadiste de şöyle buyurulur: "Dikkat edin! Burada bulunanlarınız, bulunma­yanlara tebliğ etsin[18]"Hased (gıpta) ancak iki kişi hakkında caiz­dir: Birincisi, Allah'ın kendisine mal verdiği ve o malı hak yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kimsedir, ikincisi de, Allah'ın kendisi­ne hikmet (ilim) verdiği kimsedir; onunla amel eder ve onu öğre­tir[19]"Kıyamet alâmetlerinden biri de, ilmin kaldırılmış olması[20] ve cehaletin ortaya çıkmasıdır[21] Bu konuda vârid olan hadisler pek çoktur. Beyan görevinin âlimler üzerine vacip olduğunda herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Beyan ise, gelen nasslara ve yöne­len yükümlülüklere ait ilk açıklamaları kapsar. Bütün bunlar, âlimin, âlim olması hasebiyle beyan ile görevli olduğunu ortaya ko­yar. Durum böyle olunca, bunun üzerine bir konu daha bina edilir: [22]

ÜÇÜNCÜ MESELE:

 

Beyan, hem söz hem de fiil ile gerçekleştiğine göre, bunun Hz. Peygamber'e nisbetle olduğu gibi, âlimlere nisbetle de ger­çekleşmiş olması gerekir. Selef-i sâlih işte bu şekilde kendilerine uyulan kimseler olmuşlardır. Buna onlardan nakledilen bir çok söz delâlet etmektedir. Nitekim bunlar, konunun işlenmesi sırasında ortaya çıkacaktır. O yüzden sözü şimdi burada uzatmak istemiyo­ruz; zira tekrar olacaktır[23] . 

DÖRDÜNCÜ MESELE:

 

Eğer beyan, söz ve söze uygun fiil ile gerçekleşmişse, bu beyâ­nın en üst mertebesini teşkil edecektir. Taharet, oruç, namaz, hacc ve benzeri ibâdet ve âdetlerle ilgili hükümlerin beyan edilmiş olma­sı gibi. Eğer bu ikisinden biri ile gerçekleşmiş ise, o da beyandır; şu kadar var ki, her biri yalnız başına bir yönden beyanın en üst mer­tebesine nisbetle noksan; diğer bir yönden de beyanın en üst nokta­sına ulaşmış olur.

Meselâ fiil, husûsî muayyen şekillerin beyanı konusunda sözlü beyanların yetişemeyeceği bir dereceye ulaşır. Bunun içindir ki Ra-sûlullah , ümmetine namazı —Cibril'in kendisine yaptığı gibi— fiilî beyan ile açıklamıştır. Keza haccı aynı şekilde bizzat icra etmek suretiyle öğretmiştir. Taharet hükümleri de aynı şekildedir. Gerçi bunlar hakkında sözlü beyan da gelmekle birlikte, asıl beyan fiil ile yapılmıştır. Kur'ân'da yer alan taharet nassı, bizzat Hz. Pey­gamber tarafından icra edilen fiilî beyan şekline vuruldu­ğu zaman, duyular yoluyla elde edilen bilgi, nassdan akıl yolu ile elde edilen bilgiden elbette ki daha güçlü ve açık olacaktır.[24] Kaldı ki Hz. Peygamber insanlara indirileni kendilerine açıkla­mak için gönderilmiştir.    Farzedelim ki Hz. Peygamber Kur'ân'da yer alan nassdan özel olarak anlaşılamayacak bazı de­tayları kendisine gelen özel bir vahye (vahy-i gayr-ı metluuv) isti­naden eklemiş olsun. Beyan sonrasında bu ilaveler, Kur'ân nassina vurulduğu zaman, nass onları reddetmez; aksine kabul eder. Mese­lâ, abdest âyetini ele alalım: Hz. Peygamber'in abdesti a-lış şekli bu âyete vurulduğu zaman, nassın onu hiç kuşkusuz kap­samış olduğu görülür.  Hacc âyeti ile, Hz. Peygamber'in bizzat haccı ifâsı yani fiilî beyanı arasında da durum aynıdır. Eğer fiilî beyan olmasa da biz nass ile başbaşa bırakılacak olsaydık, o nasslardan bütün bunları anlamak mümkün olmazdı; aksine daha az şey anlaşılırdı. Fiil ile sözlü beyanın arasındaki ilişki her zaman için böyledir.[25] Hatta âdeten, söylenecek bir sözün terkip mânâsı için —sözden anlamış olduğu şeyin gereği üzere fiili işlediği zaman eksiksiz, fazlasız ve amacından saptınlmaksızm sözden maksûd olacak şekilde— duyulara hitap eden fiillerden bir nazîri bulunma­ması uzak bir ihtimaldir. Her ne kadar basit şekilleri mutat olsa da, namaz, hacc, taharet vb. gibi (sonradan değişik muhtevalar alan şeylerde ise sözlü beyan bizatihi yeterli değildir.[26]) Bu gibi du­rumlarda maksada, fiilî mânâsı basit olan veya mutatta bir naziri bulunan söz yaklaştırmış olur. Bu durumda söz, mutat olan fiile atıf yapmıştır.[27] Beyan da mücerred söz ile değil işte bu fiille hasıl olmuştur. Durum böyle olunca, beyan hakkında söz, her yönden fii­lin yerini tutmuş olmaz. Dolayısıyla bu açıdan ele alındığında fiil daha açık beyan şekli olmuş olur.

Fiil, bir başka yönden ise sözlü beyandan geri kalır. Şöyle ki: Söz, umum ve husus için haller, zamanlar ve şahıslar hakkında be­yan şeklidir. Çünkü sözlü beyan, bu sayılan şeyleri vb. gerektirecek söz kalıplarına sahiptir. Fiil ise böyle değildir. Çünkü fiil, sadece faili, zamanı ve hali üzerine münhasırdır; mahallinden asla bir baş­ka yere sirayet etmez. Bu durumda eğer biz meselâ Hz. Pey­gamber'in işlemiş olduğu fiil ile başbaşa bırakılacak ol­saydık, bu fiilden bizim çıkaracağımız sonuç sadece Hz. Peygam­ber'in o fiili, falan vakitte ve falan şekil üzere işlemiş ol­duğunu öğrenmemiz olacaktır. Bunun ötesinde düşünmemiz gere­kecektir: Acaba bu fiilin yapılması sadece o hale mi hastır; yoksa bütün hallerde mi işlenmesi istenilmiştir? Acaba o fiil sadece o zamânâ mı hastı, yoksa her zaman için mi geçerlidir? Acaba o fiil sadece Hz. Peygamber'in kendisine mi hastı? Yoksa bütün ümmeti için hüküm ifade eden bir fiil miydi? Bütün bunlardan son­ra tekrar bir değerlendirme yaparak işlemiş olduğu bu fiilin şer'î hükümlerden hangisi altına girdiğinin tesbitini yapmak gerekecek­tir. Bu ve benzeri sorular bizzat fiilin kendisinden anlaşılamayacak şeylerdir. İşte bu yönden ele alındığı zaman fiil, sözlü beyandan noksan kalmaktadır. Dolayısıyla fiilin her yönden sözlü beyanın ye­rini tutması sahih değildir. Bu husus, basit bir düşünce sonrasında ortaya çıkacak kadar açıktır. Fiilî beyanın bu eksikliğinden dolayı­dır ki, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır'[28] Hz. Peygamber de iba- detleri fiilen icra ederek beyan ettikten sonra şöyle buyurmuştur: "Beni nasıl namaz kılıyorken görüyorsanız siz de öyle kılın"Hac vecibelerinizi benden alın [29] Böylece beyanın sonuna dek sürdüğü­nün bilinmesi istenmiştir. [30]

Fasıl:

Bu huhus sabit olduktan sonra, bu iki beyan çeşidi arasında mutlak bir tercihte bulunmak[31] sahih olmayacaktır. Dolayısıyla: "Beyan açısından hangisi daha açıktır? Söz mü? Yoksa fiil mi?" de­mek doğru olmayacaktır. Zira her ikisinin bir mahalle isabet ede­bilmesi için, o mahallin —eğer varsa— benzeri mutat olan basit bir fiil olması gerekir. Ancak bu halde biri diğerinin yerini tutar ve işte o zaman: "Hangisi daha açıktır? veya "Hangisi daha evlâdır?" deni­lebilir. Meselâ sünnet mahallerinin karşı karşıya gelmesi halinde guslün gerekeceği meselesinde olduğu gibi.[32]Zira bu, —meseleyi bu kabilden sayanlara göre[33]— hem fiil hem de söz ile beyan edilmiş­tir. Bu söz ve fiilden ortaya çıkan, onu mücerred işlemiş, sonra da gusletmiş olmasıdır ve işte bu kadarında söz ve fiil birbirlerinin ye­rini tutmaktadır. Bunun ötesinde guslün vacip, ya da mendup oldu-ğu ve ümmetin de onunla yükümlü bulunduğu hükmü ise sadece sözlü beyandan çıkarılabilir. [34]

BEŞİNCİ MESELE:

 

Sözlü beyandan sonra ortaya konulan fiil:

a) Ya sözlü beyanı destekler ve tasdik eder veya tahsis ya da takyid eder. Kısaca o beyandan kastedilen ne ise onu orta­ya koymak için ona destek verir ve doğabilecek ihtimalleri ortadan kaldırır. Bu, fiilin söze uygun olması, ters düşme­mesi halinde Qİur.

b) Ya da onu tekzip eder veya ona şek ya da şüphe sokar ve onun hemen kabullenilmesine mani olur. Tabiî bu da, fiilin sözlü beyana ters düşmesi durumunda olur.

Buna aşağıdaki hususlar delâlet eder:

1.

Bir âlim meselâ falanca ibadetin ya da falan fiilin vacip olduğu­nu haber verip, sonra bizzat kendisi de o şeyi işler ve söyledikleri ile ters düşecek herhangi birşey yapmazsa, muhatap yanında o şe­yin vacip olduğu inancı güçlenir ve o da onu yapmaya çalışır. On­dan işiten ve işittiği gibi de amel ettiğini gören herkes öyle yapma­ya çalışır. Yine mesalâ falanca şeyin haram olduğunu bildirir, son­ra kendisi de onu terkeder ve hiçbir şekilde onu işlediği, hatta ya­nından bile geçtiği görülmezse, muhatap yanında onun haber verdi­ği o şeyin sıhhati güç kazanır ve o da o şeyden kaçınmaya çalışır. Ama böyle yapmaz da birşeyin vacip olduğunu söyler ve sonra da bizzat kendisi o şeyi yapmazsa veya birşeyin haram olduğunu bildi­rir, fakat bizzat kendisi o şeyi işleyecek olursa, onun sözünün hiçbir kıymeti kalmaz. Çünkü böyle bir durumda ona tâbi olan insanların kalpleri, —emrettiği şeyi yapması, yasakladığı şeyden de kaçınması halinde olduğu gibi— hiçbir zaman söylediklerine yatmaz. Bu du­rumda, fiilden doğan birşey, sözlü beyanı zedeler ve bunun sonu­cunda şu ihtimaller belirir: Ya sözün yoruma açık olduğu sonucu  çıkarılır; ya sözlü beyanda bulunanın yalancı olduğu inancına ula­şılır; ya da sözün kaynaklarında şüphe olabileceği kuşkusu uyanır. Halbuki, din ya da dünya işlerinde ulu kabul edilen kimselere nis-betle fiil ya da terklere uyulması cibillî bir duygu gibidir. Nitekim gözlemlerimiz bunu doğrulamaktadır. Bu durumda sözlü beyanda bulunana nisbetle söz, işlediği fiile tâbi gibi olur. Kişinin fiili sözü­ne uyduğu oranda kendisine tâbi olunur ve örnek alınır.

Bunun içindir ki, peygamberler örnek edinme ve kendi­lerine uyulma konusunda en önde gelen insanlardır. Onlara tabi olanlar son derece sağlam bağlanmakta ve söyledikleri her sözü tasdik konusunda koşmaktadırlar. Ayrıca onlar mucize ve apaçık delillerle ilâhî teyide de mazhar olmaktadırlar (ve bunun sonucun­da onları yalanlamak, onların haber kaynaklarından (vahiy) şüphe etmek mümkün olmamakta ve sözlerim kabul ve tasdikten başka geriye ihtimal kalmamaktadır.) İlâhî teyide mazhar oldukları delil­lerden biri de şu anda konumuzu teşkil eden, fiilin söze uygun düş­mesidir. Etrafımızda olup bitenler hakkında yaptığımız gözlemler de bunu teyid eder. Meselâ bir doktor size falanca şeyin zehir oldu­ğunu ve dolayısıyla ona yaklaşmamanızı söylese, sonra sizin önü­nüzde o şeyi alsa; ya da sizde mevcut olan bir hastalıktan dolayı fa­lanca yiyeceği ya da ilacı almanızı söylese, aynı hastalık kendisinde de olsa ve sonra ihtiyacına rağmen kendisi o ilacı kullanmasa; bü­tün bunlar verilen haberde ya da haberin anlaşılmasında bir hata olduğunu ortaya koyar ve bu yüzden kalp o haberi kabule yanaş­maz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz. Düşün­mez misiniz?[35] "Ey inananlar! Yapmadığınız şeyi niçin söylersi­niz?[36] Bu mânâyı ahde vefa ve doğru vaadde bulunma da destek­ler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İnananlardan, Allah'a verdiği ahdi yerine getiren erler vardır. Kimi bu uğurda canını vermiş, ki­mi de beklemektedir[37] Zıddı hakkında da şöyle buyurmuştur: "Aralarında: Allah bize bol nimetinden verecek olursa, and olsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız diye O'na and verenler var­dır. Allah, onlara bol nimet verince, cimrilik ettiler, yüz çevirdiler.

Zaten dönektirler. Allah'a verdikleri sözden caydıkları ve yalancı oldukları için O'nunla karşılaşacakları güne kadar Allah kalpleri­ne nifak soktu[38] Görüldüğü gibi, fiilin söze uygunluğu doğruluk­tan sayılmıştır. İlimleriyle âmil olan âlimlere göre, doğruluğun ha­kikati da işte budur. Aynı şekilde bir âlim, falanca şeyin vacip ya da haram olduğunu bildirdiği zaman, o bununla bütün mükellefler için böyle olduğunu ve kendisinin de onlardan biri olduğunu söyle­miş olmaktadır. Bundan sonra eğer bu sözüne uygun hareket eder­se, doğru, muhalefet ederse yalan söylemiş olacaktır.

2.

İnsanlara dinlerini öğretmek için tayin olunan kimseler, hem söz hem de fiilleri ile bu işi yapmak üzere görevlendirilmiş olmak­tadırlar. Çünkü onlar Hz. Peygamber'in vârisleridirler. O, hem söz hem de fiilleri ile beyanda bulunuyordu. Aynı şekilde vârisin de mirasçısı olduğu kimsenin (mevrûs) yerine geçmesi ve onun yerini alması gerekir; aksi takdirde gerçek varislikten bahse­dilemez. Bilindiği üzere sahabe [ ra^mhu ] , hükümleri Hz. Peygam­ber'in sözlerinden, fiillerinden, takrirlerinden, sükûtun­dan ve tüm davranış şeklinden alıyorlardı. Vârisin durumu da aynı şekildedir. Dolayısıyla eğer fiillerini muhafaza konusunda sözlerini muhafaza ettiği gibi davranıyor ve fiilleri sözlerini yalanlamıyorsa, onu takip eden kimseler hidayet üzere olacaklardır. Eğer böyle de­ğilse, arkasından gelenler hidayet üzere olmayıp, sapıklık üzere bu­lunacaklardır ve buna sebep de kendisi olacaktır. Sahabe, her konuda kendisine tâbi oldukları Hz. Peygamber'in kendilerine mubah kıldığa fakat bizzat kendisinin işlemediği şeyle­ri yapma konusunda bazen duraksıyorlar ve kendilerine sözlü ola­rak izin vermesine rağmen onun fiillerine uymuş olmak için aşırı bir hırs gösteriyorlar ve o şeyleri işlemiyorlardı. Çünkü onlar bu gi­bi durumlarda, kendilerine izin verilen şeyin terkinin daha üstün olabileceğini düşünüyorlar ve bizzat Hz. Peygamber'in o şeyi yapmamış olmasını da buna delil olarak kullanıyorlardı. Ne zaman ki, Hz. Peygamber o şeyi işler, onlar da hemen işli­yorlardı. (Hudeybiye sulhünde) umre için girilen ihramdan çıkma, sefer esnasında orucu bozma meselelerinde olduğu gibi. Evet, bü­tün bunlar sahihtir. Bu durumda, masum olmayan âlimler hakkın­da ne demeli? Dolayısıyla onların, sözlerini fiilleri ile teyid etmek, nefislerine hakim olmak ve böylece hem kendilerini hem de kendi­lerine uyan kimseleri korumak konusunda daha fazla çaba göster­meleri gerekir.

İtiraz: Hz. Peygamber masumdur; hatadan korun­muştur. Dolayısıyla onun sözlü beyanlarını açıklayıcı mahiyette olan fiil ve terklerine hata girmez. Masum olmayan kimseler yani âlimler ise böyle değildir.

Cevap: Bu itiraz geçerli değildir. Çünkü fiile uymanın terki ko­nusunda bu ihtimale değer verecek olursak, aynı şeyi sözlü beyan­lar için de yapmamız gerekir. O takdirde ise, hiçbir zaman önü alı­namayacak bir fesad ve kapatılması mümkün olmayan bir gedik açılmış olacaktır. Dolayısıyla fiilin mutlaka söz mesabesinde tutul­ması gerekecektir. İşte bu yüzdendir ki, şeriat âlimin zellesini çok büyük görmüş ve onun küçük günahları büyük sayılmıştır. Çünkü onun söz ve davranışları, genelde kendisine uyulan söz ve davranış­lar olmaktadır. Dolayısıyla onun sürçmesi durumunda —bu ister sözde olsun ister fiilde— mutlaka o diğer insanlara da sirayet ede­cektir. Çünkü âlimler kendilerine uyulmak üzere konulmuş kandil­ler mesabesindedir. Bu durumda eğer onun işlediği zellenin zelle ol­duğu bilinecek olursa, o şey insanların gözünde küçülecek ve ona uyarak o şeyin işlenmesine karşı cüretkâr olacaklardır; o şeyin ken­disine duydukları iyi zan sonucunda âlim tarafından bilinen, fakat kendilerince bilinmeyen dinî bir ruhsat olduğunu düşüneceklerdir. Eğer o şeyin bir zelle olduğu bilinmeyecek olursa, bu defa da o şey sanki şeriatın bir hükmü imiş gibi kabul edilebilecektir. Bütün bunlar, o âlimin fiilinin sonucu olmaktadır.

Hadis-i şerifte şöyle gelmiştir: "Benden sonra ümmetim hak­kında üç şeyden korkuyorum" "Onlar nedir? Yâ Rasûlallah!" dedi­ler. Rasûlullah şöyle cevap verdi: "Onlar hakkında âli­min zellesinden, haksız hükümden ve peşine düşülen heuâdan kor­kuyorum"[39] Hz. Ömer de şöyle demiştir: "Üç şey dini yıkar: Âlimin zellesi, münâfıkm Kur'ân'la mücadelesi, saptırıcı devlet başkanları" Benzeri bir ifade Ebu'd-Derdâ'dan da nakledilmiştir ancak o, "sap­tırıcı devlet başkanları" şıkkını zikretmemiştir. Muâz b. Cebel de şöyle demiştir: "Ey Arap kavmi! Üç şey karşısında ne yapacaksınız? Boğazlarınızı koparacak dünya, âlimin zellesi ve münâfıkın Kur'­ân'la mücadelesi" Aynı söz, Selmân'dan da nakledilmiştir. Âlimler, âlimin zellesini gemide açılmış deliğe benzetmişlerdir. Bu delik se­bebiyle gemi battığı zaman, içinde bulunan pek çok kişi de batmış olacaktır. İbn Abbâs şöyle der: "Âlimlerin sürçmesi yüzünden tebânın vay haline!" "Bu nasıl olur?" dediklerinde şöyle açıklamış­tır: "Âlim, kendi reyi ile birşey söyler. Sonra kendisinden Rasûlul-lah'ı  (yani onun sünnetini) daha iyi bilen birini bulur ve kendi görüşünü terkederek onunkini alır; fakat tabileri (eski görü­şüne tâbi olmaya) devam eder"[40]

Bu sayılan şeyler dini yıkabilecek özelliktedir. Âlimin zellesi belirtildiği gibidir ve geminin delinmesine benzetilmesi gerçekçi bir benzetiştir. Haksız hükmün durumu da açıktır. Peşine düşülen hevâya gelince, o diğerlerinin hepsinin esasım teşkil eder. Kur'ân ile mücâdele ise, —eğer güçlü ve aşırı husumet sahibi biri tarafın­dan yapılıyorsa— en büyük fitnelerden biridir. Çünkü Kur'ân, ger­çekten büyük bir güçtür ve onunla münafık dahi mücadele etse, id­diasını hak şekline dönüştürebilir ve o münâfıkm tevili doğrultu­sunda ona uyanlar çıkabilir. İşte bu yüzden Haricîler, ümmet hak­kında büyük fitne olmuşlar ve birçokları onların fitnesine düşmüş­tür. Çünkü onlar yanlış iddialarım Kur'ân'a dayandırmışlar ve yap­tıkları tevilleri akılla desteklemişlerdir. Bu yüzden de büyük bir fit­ne olmuşlardır. Haktan saptırıcı devlet başkanları da öyledir. Çünkü onlar, halk üzerinde sahip oldukları devlet gücü sayesinde hak­kı bâtıla; bâtılı da hakka çevirmeye muktedir olurlar ve Allah'ın yo­lunu öldürürken, şeytanın yollarına ilgi uyandırırlar. İnsanlar için dünya fitnesinin tehlikeleri ise malumdur.

Konuyu özetleyecek olursak: Fiiller, eğer sözlü beyan ile bir arada bulunacak olursa, yalnız başına sözlü beyandan daha güçlü olur ve toplum içerisinde örnek konumda olan insanların bizzat kendileri hakkında fiillerine dikkat etmeleri gerekir; hatta bu hu­sus göz önünde bulundurulduğu zaman, Örnek alınma durumunda olan ve beyan makamında bulunan herkesin bütün söz ve davranış­larını kontrol etmesi kendisine farz olur. Bu meyanda işlenecek şeylerin vaciple mendup ya da mubah olması; terke aileceklerin de mekruh ya da haram olması arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü onun fiil ve sözlerinin iki değerlendirme yönü vardır:

1. Kendisinin de mükelleflerden biri olması yönü. Bu açıdan baktığı zaman kendisi hakkında hükümler (vacip, mendup, mubah, mekruh, haram olmak üzere) beş kategoriye ayrılır.

2. Sözlerinin ve fiillerinin Sâri' Teâlâ'nın koymuş olduğu hü­kümlerin açıklanması ve izahı şeklini alması yönü. Örnek alınacak bir konumda olması hasebiyle böyle bir kimsenin bütün fiil ve sözleri kendisi hakkında ya vaciptir[41] ya da ha­ramdır; üçüncü bir hüküm yoktur. Çünkü o bu yönden be­yan edici konumundadır. Beyan ise vaciptir. Bu durumda o,işlenilecek ya da söylenilecek birşey ise, genel olarak işlen­mesi vacip fiil olacaktır. Eğer işlenmeyecek ya da söylenme­yecek birşey ise, onun da terki vacip ve işlenmesi haram ola­caktır. Nitekim birazdan bu hususu —Allah'ın izniyle— açıklayacağız.

Ancak bu durum, kendisine uyulacak kimseye nisbetle beyana ihtiyaç duyulması halinde taayyün eder: Beyana ihtiyaç da; ya işle­me ya da terketmenin hükmünü bilmeme halinde, ya hükmün aksi­ni itikat etme durumunda ya da hükmün aksine itikat edildiğinin sanılması halinde olur.

İşlenmesi matlup olanlar: Bu kısmın beyanı, eğer vacip ise işlemek (fiil) ile ya da işlemeğe uygun düşen sözle olur. Mendup olup hükmü meçhul olanın durumu da aynıdır. Eğer mendup ise fa­kat vacip olduğu samlabilecek bir durumdaysa, onun beyanı terk iledir veya terk ile birleşen söz iledir. Kurban kesmenin terki, Şevvâl'den altı gün oruç tutmanın terki[42]vb. gibi. Eğer hakkında talep olmadığı sanılan ya da (ihmal ve önemsememe sonucu) tüm­den terkedilebileceği düşünülen birşey ise, onun da beyanı işle­mekle[43] ve kesinlik zannı vermeyecek şekilde devamlılıkla olur. Bu zamanlarda unutulmaya yüz tutmuş sünnet ve menduplarm işlen­mesinde olduğu gibi.

Terki matlup olanlar: Bunların beyanı, eğer haram ise terk ile ya da terk ile desteklenen söz iledir. Eğer mekruh ise ve hükmü bilinmiyorsa yine aynı şekildedir. Eğer (öyle olmadığı halde) haram olduğuna itikat edilebilecek ve beyanın da fiil ile olması tercih edi­lecek birşey ise, o zaman maksada kâfi en az miktarda ve en yakın şekil üzere fiil taayyün edecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah Rasûlünde sizin için güzel bir örnek vardır[44]"Zeyd, eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik ki, evlatlık­ları eşleriyle ilgilerini kestiğinde onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin[45] Cünüp olarak sa­bahlayan kimse hakkındaki hadiste de şöyle denilir: "Ben oruç tut­maya niyetli olduğum halde cünüp olarak sabahlarım [46] Ebû Be­kir b. Abdirrahman hadisinde ise Hz. Âişe şöyle der: Ta Abdarrah-man! Sen Rasûlullah'm yapmakta olduğu şeyden yüz mü çeviriyorsun?" O: "Hayır, vallahi!" der. Hz. Âişe: "Ben Rasûlullah hakkında şehadet ederim ki, o ihtilamdan değil, cinsî iliş­kiden dolayı cünüp olarak sabahlardı ve sonra o gün oruç tutardı" demiştir.[47] Ümmü Seleme hadisinde de: "Benim de öyle yapmakta olduğumu ona haber verseydin ya"[48]buyurmuştur. İsmail el-Kâdî, Ziyâd b. Husayn'dan, o da babasından rivayet eder: İbn Abbâs'ı gör­düm. Devesini sürüyor ve ihramlı olduğu halde şöyle bir recez tek­rarlıyordu:

O, cimâı (nenik kelimesi) kinâyesiz ismi ile zikretmişti. Kendi­sine: "Ey İbn Abbâs! Sen ihramlı olduğun halde cima sözünü ağzına mı alıyorsun? (Bu âyette geçen "rafes" sözcüğünün kapsamına gir­mez mi?)" dedim. O: "Şüphesiz rafes, kendisiyle kadınlara yaklaşı­lan şeydir" dedi. Öyle gözüküyor ki, İbn Abbâs, böyle bir yanlış te­lakkinin var olduğunu gördü ve bunu izale etmek için de bu recezi söyledi ve soru üzerine de açıklamasını yaptı. Böylece haccla ilgili "felâ rafese velâ füsûka.[49] âyetininin mânâsını ve rafesten mak­sadın erkek ile kadın arasındaki ilişki olduğunu beyan etmiş oldu.

Eğer talep bulunduğu itikadı ya da işlenmesine devam edilme­si inancı doğabilecekse, o zaman onun beyanı, —eğer bir esası yok­sa, veya aslı olsa bile mubah kısmından ya da işlenmesi durumun­da günah yok anlamındaki kısımdan bulunsa— tümden terketmek yoluyla olacaktır. Nitekim İmam Mâlik'e göre şükür secdesinin[50] durumu böyledir. Keza yemekten önce ellerin yıkanması konusu da —Abdulmelik b. Salih meselesinde İmam Mâlik'in beyan etmiş ol­duğu üzere— böyledir. Bu inşallah ileride[51] gelecektir.

Kısaca geçen açıklama ve örneklerde[52] dikkate alınan husus, aşırı uçlardan ve sapmalardan kurtarıcı ve hak yola döndürücü maksada yeterli bir beyan şeklinin talep edilmesidir. Kim, selef-i sâlihın davranışları üzerinde düşünecek olursa, burada anlatılan­lar —Allah'ın izniyle— iyice açıklık kazanacaktır. Bu genel beyanın bir de beş teklifi hükme ya da bir kısmına nisbetle açıklamasını yapmak zarureti vardır. Böylece amaçlanan hedefe tam olarak ula­şılmış olacaktır. Yardım istenilecek olan ancak Allah'tır. [53]

ALTINCI MESELE:

 

Mendup: Birşeyin gerçek anlamda mendup olarak yerleşmesi için, onun vaciple; ne sözde, ne fiilde, ne de itikatta eş tutulmaması gerekir. Eğer mendup söz, ya da fiilde vaciple eşit tutulacaksa bunun itikat açısından herhangi bir ihlâli getirmemesi gerekir. Bu hususu aşağıdaki noktalar açıklar:

1.

Vacip ile mendup arasını itikat açısından eşit tutmak yani va­cip olmayan birşeyin vacip olduğuna inanmak ittifakla bâtıldır. Söz ya da fiil, vacip ile mendup arasında mutlak bir eşitleme[54] yapılma­sı sonucuna götürecekse (zerîa), o zaman aralarının ayrılması vacip olur. Bu ise ancak sözlü beyan ve aralarında fark olduğunu göste­ren fiil yoluyla yapılır. Bu fiil de, menduplarm devamlı olarak iş­lenmesini terketmek yoluyla olur. Zaten mendupîarın Özelliği de, onların devamlı olarak işlenilmeyişleridir.

2.

Hz. Peygamber insanları doğru yola iletmek ve ken­dilerine indirileni onlara açıklamak için gönderilmiştir. Onun bu görevinden olmak üzere (mendup ve vacibin arasım) sözlü ve fiilî beyanları ile açıklaması da vardır. Meselâ sadece cuma günü oruç tutmayı, yalnızca cuma gecesini ihya etmeyi yasaklamıştır.[55]Bir hadislerinde "Sizden biriniz namazından şeytana bir pay ayırma­sın!" buyurmuştur.[56] Bunu İbn Ömer hadisi açıklamıştır: Vâsi' b. Hibbân der ki: Namaz (kıldığım yer)den sol tarafımdan ayrıldım. Abdullah b. Ömer bana: "Seni sağ tarafından ayrılmadan alıkoyan şey nedir?" diye sordu. Ben de: "Seni öyle gördüm ve senin yaptığın gibi yaptım" dedim. O: "İsabet ettin. Birileri 'Sağından ayrıl!' diyor. Ben ise: 'Nasıl istersen öyle ayni; ister sağından, ister solundan.' diyorum" Bazı hadislerde Hz. Peygamber'in vacip olma­yan hükmü belirledikten sonra şöyle buyurduğu belirtilir: "Kim iş­lerse iyi yapmış olur; kim de işlemezse ona bir günah yoktur" Bedevi'nin: "Bana (bu bildirdiklerinden) başka bir yükümlülük varmı?" diye sorması üzerine Hz. Peygamber cevap olarak: "Hayır! Ancak nafile olarak yapman müstesna" buyurmuştur.[57] Tertibe riayeti gerekli olmayan bazı hac fiillerinin birbirinden önce yapılması durumu sorulduğu zaman da: "Bir sakınca yok" buyur­muştur. Râvi diyor ki: O gün öne alman ya da tehir edilen şeylerle ilgili soruların hepsine: "Yap, bir sakınca yok!" diye cevap verdi.[58] Halbuki bazı fiillerin diğerinden önce yapılması, istenilen birşeydir; ancak bu vücup yoluyla değildir. Rasûlullah Ramazan'dan bir ya da iki gün önce oruca başlanmasını yasaklamış,[59] bayram gü­nü oruç tutulmasını haram kılmış[60], uzletten (tebettül[61]) nehyet-miştir.[62] Halbuki âyette "Herşeyi bırakıp yalnız O'na yönel"[63] buyu-rulmaktadır. Visal orucunu yasaklamış ve: "Amellerden gücünüzün yeteceği kadarını alın'[64] buyurmuştur. Oysa ki, hayırlı ameller ne kadar çok yapılırsa o kadar iyidir. Buna benzer daha pek çok aksi matlup bulunduğu halde Hz. Peygamber'ce söz, fiil ve tak­rirleri ile beyan edilmiş şeyler bu konuya örnek teşkil eder. Bunlar aslında matlup bulunduğu halde, farz olduğuna itikat edilir korku­suyla onları terketmiş ve verilen örneklerdeki gibi açıklamalarda bulunmuştur.

Bir başka tutum daha vardır: Şöyle ki: Hz. Peygamber işlemek istediği bazı amelleri, insanlar onunla amel ederler de üzerlerine farz olur korkusuyla terkederdi. Hz. Âişe şöyle demiştir: "Hz. Peygamber, kuşluk namazım asla kılmamışlar. Ben ise onu müstehap görüyorum"[65] Hz. Peygamber Ramazan gecesini ihya etmek (teravih namazı kılmak) üzere mescide çıkmış, insanlar etrafına toplanarak onunla birlikte namaz kılmışlar. Daha sonraki günler insanlar iyice çoğalınca, Hz. Peygamber onu terketmiş ve gerekçe olarak da insanların üzerine farz kılına­cağından korktuğunu söylemiştir.[66] Bu gerekçe iki şekilde anlaşıla­bilir:

a) Vahiy yolu ile ve bütün insanlar üzerine farz kılınabilir kor­kusu.

b) Eğer devamlı olarak kılarsa, aslında farz olmadığı halde ümmeti içerisinden bazı kimselerin onun farz olduğu zannı-na kapılması korkusu. Bu gayet yerinde bir izah tarzıdır.[67]

3.

Sahabe, bu hususun şeriatta gözetilmiş olan esaslar­dan biri olduğunu kavrayarak, dinde ihtiyat üzere amelde buluna-gelmişlerdir. Onlar, kendilerine tâbi olunan örnek insanlardı ve ba­zı şeyleri terkederek, bu noktayı açıklamışlardı. Böylece o şeylerin terkinin -—her ne kadar işlenmesi matlup olan şeyler ise de— kişi­nin diyanetini zedelemeyeceğini beyan etmiş oluyorlardı.

Bu noktadan hareketle Hz. Osman, hilâfeti esnasında yolculuk sırasında namazları kısaltmadan kıldırmış ve ruhsat hükmünü ter-ketmiştir. Gerekçe olarak da şöyle demiştir: "Ben insanların önderi­yim. Bedeviler, bâdiye halkı bana bakacak; iki rekat namaz kılıyo­rum, sonra namazın böyle farz kılınmış olduğunu söyleyecekler" Oysa ki müslümanların ekserisi yolculuk esnasında namazın kısalturnasının matlup olduğu[68] görüşündedirler.

Huzeyfe b. Esîd şöyle der: "Ebû Bekir ve Ömer'i gördüm; onlar insanlar vacip sanırlar korkusuyla kurban kesmezlerdi" Bilâl de şöyle demiştir: "Bir koç ya da horoz kurban etmişim; benim için fark etmez" Rivayete göre İbn Abbâs da kurban bayramı gününde iki dirhemlik et satın alırdı ve (âzâdlısı) İkrime'ye şöyle derdi: "Sa­na soran olursa, 'Bu İbn Abbâs'm kurbanıdır' dersin". Halbuki İbn Abbâs zengindi. (İbn Mesûd da) şöyle demiştir: "Şüphesiz ki ben —en varlıklılarınızdan olduğum halde— komşular vacip sanmasın diye kurban kesmeyi terke diyorum" Ebû Eyyûb el-Ensârî de şöyle demiştir: "Biz kadınlarımız ve aile efradımız için kurban keserdik. İnsanlar bu yolla Öğünmeye başlayınca, biz de terkettik" Ashabın tavrı işte böyle. Kurbanın, kesilmesi matlup birşey olduğunda her­hangi bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır.

İbn Ömer, kuşluk namazının bid'ât olduğunu söylemiştir. Bu iki şekilde izah edilebilir:

a) Ya onlar onu cemaat halinde kılıyorlardı.

b) Ya da, farz namazların akabinde kılınan sünnet namazlar şeklinde kılıyorlardı.

Kadınlar mescide gitmekten engellenmişlerdir. Halbuki: "Al­lah'ın (kadın) kullarını, Allah'ın mescitlerine gitmekten alıkoyma­yın'[69] şeklinde hadis vardır. Çünkü onlar kendilerini bir miktar gösterişe kaptırmışlar ve çıkışlarından endişe edilir hale gelmişler-di.[70]

4.

Müctehid imamlar da —her ne kadar detaylarda farklı düşün­seler de— genel anlamda aynı esas üzerinde yürümeye devam et­mişlerdir.

Meselâ İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe, aîti günlük Şevval orucunu mekruh görmüşlerdir. Bu, belirtilen endişeden dolayıdır. Halbuki bu konuda teşvik edici hadislerin bulunduğu sahih ve sabittir./Bu­na rağmen onlar, Ramazan orucundan sanılabilir endişesiyle bu orucu mekruh görmüşlerdir. el-Karâfî, bu korkunun Acem İçin vaki olduğunu söylemiştir.[71]

İmam Şafiî benzeri şeyi kurban kesme hakkında söylemiş ve onun vacip olmadığına zikri geçen sahâbîlere ait davranışları delil olarak kullanmıştır. İmam Mâlik'te bu kabilden zikredilen şeyler çoktur. Sedd-i zerîa ilkesi, onca makbul ve hem âdetlerde, hem de ibâdetlerde bidüziyelik gösteren bir esastır.                                         

Bütün bu delillerin tümü, vacip ile mendubu birbirinden ayır­manın —sözlerin ve fiillerin eşit durumda olmaları halinde— şer'an maksûd olduğunu ve örnek alınma durumunda olan insanlardan onların matlup bulunduğunu[72] kesin olarak ortaya koyar. Keza iti­kat bakımından bu iki kışımın birbirinden ayrılması gereğini de ke­sin bir şekilde isbat eder.

Fasıl:

Mendup ile vacibi birbirinden ayırma çeşitli şekillerde olur:

1. Yeterli olması halinde sözlü beyanla yapılır.

2. Sözlü beyanın yeterli olmaması halinde fiil ile beyan edilir ve bu tür yerlerde asıl amaçlanan da budur. Beyan edici fiil, bazen mendup olan şeyin öncesinde, bazen beraberinde ve bazen de sonrasında olur.[73]Bunlarla ilgili örnekler konu es­nasında geçmiştir. Farkın en çok ortaya çıktığı şey, hakkın­da nass bulunmayan keyfiyetler hakkında olmuştur. Hak­kında nass bulunanlara gelince, onlar hakkında bir söz yok­tur. Şu halde fiil, mendupla vacibi birbirinden ayırma konu­sunda sözden daha güçlüdür. Zira fiil, sözü ya tasdik ya da tekzip eder.

Fasıl:

Mendubun gerçek anlamda yerleşebilmesi için, onu işleme ko­nusunda vaciple eşit tutulmaması gerektiği gibi, mutlak terk konu­sunda bazı mubahlarla beyansız eş tutulmaması da gereklidir. Çünkü eğer menduplar terk konusunda mubahlarla eş tutulacak olursa, bundan o mendubun terkinin meşru olduğu sonucu çıkar; mendubun mendup olduğu anlaşılmaz. Bu bir.

Bir husus daha var. O da şudur: Mendubun terki, küllî bir esa­sın ihlâli sonucunu doğurur. Bilindiği gibi menduplardan bir kısmı kül olarak ele alındığı zaman vacip olmaktaydı. Bu durumda onun mutlak terki, vacibin ihlâline sebep olur. Dahası mutlaka o mendu­bun işlenmesi, böylece onun mendup olduğunun insanlara gösteril­mesi ve onların da işlemelerinin sağlanması gerekir. Bu, örnek konumunda olan kimselerden istenilen birşeydir. Nitekim selef-i sâli-hin durumu böyle idi.                                                                     

Enes'ten gelen hasen bir hadiste şöyle denilir: Rasûlullah bana dedi ki: 'Yavrucuğum! Eğer kalbinde hiçbir kimse hakkında en ufak bir kötü düşünce olmadan sabahlamaya gücün yeterse bunu yap" Sonra şöyle buyurdu: 'Yavrucuğum! Bu benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi ihya ederse beni sevmiş olur. Kim de beni severse cennette benimle beraber olur[74]

Bu hadiste, sünnetle amel etmek, onu ihya sayılmıştır. Dolayı­sıyla sünnetin açıklanması sadece sözlü beyana has değildir. İmam Mâlik, hacıların Mekke'de Muhassab'a —yani Ebtah'a— inmeleri hakkında şöyle demiştir: "Ben imamlar ve örnek konumda olan in­sanlar için, orada konaklamadan geçmemelerini müstahap görüyo­rum. Çünkü bu onların bir görevidir. Zira bu, Rasûlullah ve halifeleri tarafından yapılmış birşeydir. Dolayısıyla imamlar ve örnek konumunda olan ilim adamları için onun bu sünnetini ihya etmeleri, bu fiilin tümden terke dilmeme si ve bunun sonucunda ora­da konaklama ile herhangi bir yerde konaklama arasında hüküm bakımından bir farkın olmadığı ve orada konaklamanın bir fazileti ^ bulunmadığı, dahası orada konaklamanın sevap getireceğine inan­manın caiz olmayacağı inancının doğmaması için, onu işlemeleri kendilerine bir görev olarak taayyün eder. Bâcî'nin nakli böyledir. İmam Mâlik'in mezhebinden anlaşılan, mendubun mutlaka men­dup olmayandan ayrılması gerektiğidir. Bu da, onun işlenmesi ve böylece ortaya konulması yoluyla olacaktır.

Bazıları [Hz. Ömer, (Amr b. el-Âs'a) şöyle demiştir: "Hayret! Ey Âsî oğlu! Haydi sen elbiseler buldun; peki herkes bulabiliyor mu? Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu sünnet olur. Bilakis gördüğü­mü yıkarım, görmediğim üzerine de su serperim (olur biter)"[75] şek­lindeki] Hz. Ömer hadisi hakkında şöyle demişlerdir: Hz. Ömer, kendi fiil ve sözlerinin sünnet edinildiğini ve kendisine uyulan ön­der konumunda olduğunu bildiği için böyle yaptı. Yani bu fiilini, yaptığı şeyin görülmesini ve kendisinden alınmasını istediği için yaptı. Böylece bu, namaz için ayrı bir elbise külfetine girilmemesi ve elbiseyi yıkamak için namazın geciktirilmesi konusunda insanla­ra genişlik getiren bir esas oldu. Bu yüzdendir ki şöyle demiştir:

"Hayret! Ey Âsî oğlu! Haydi sen elbiseler buldun; peki herkes bula­biliyor mu? Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu sünnet olur..." İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayıdır ki torunu[76] Ömer b. Abdulaziz, onun yoluna uymuş ve onun gidişatım benimsemiştir. el-Utbiy-ye'de şöyle nakledilir: Ömer b. Abdulaziz'e namazı biraz geciktirdi­ği söylendi. O: "Elbisem yıkandı da" diye cevap verdi. İbn Rüşd şöy­le der: "Onun dünyaya karşı zühdü sebebiyle giydiğinden başka el­bisesi olmaması muhtemeldir. Belki de vakit geniş olmakla birlikte başkasını almayı Allah'a karşı tevazu olsun diye terketmiş, böylece bu gibi konularda kendisine uyulmasını istemiş olabilir. Bunu ya­parken de kendisi Hz. Ömer'in yaşantısını örnek almış olmaktadır. Zaten o, her konuda Hz. Ömer'in hâl ve gidişatını kendisine Örnek alma konusunda insanların en önde geleni idi.

Konumuzla ilgili olarak Mâverdî[77] de şöyle diyor: Namazı cema­atle kılmayı terketmeyi âdet haline getiren bir kimse, eğer onun bu alışkanlığının başkalarına da sirayet etmesinden endişe edilirse hâkim tarafından men ve te'dip edilir. O, Hz. Peygamber'inf  bu konuda varid olan: "Ashabıma odun toplamalarını emrede­yim.[78] hadisini de bu hükme delil olarak kullanmıştır. Keza bir ülke ahalisi namazı son vaktine kadar geciktirmeyi itiyat haline ge­tirseler, hâkim onları meneder. Çünkü bütün insanların bunu iti­yat haline getirmesi, yeni yetişen çocukların, namazın vaktinin öyle olduğu, daha öncesinde kılınamayacağı inancına kapılmasına sebep olur. Mâverdî daha başka benzer meselelere de işaret eder ve şu ko­nu ile ilgili iki görüş nakleder: Köylüler, {sayı gibi) bazı yönlerden kendileri ile inikâd edip etmeyeceği konusunda ihtilâf edilen cuma namazının kılınması meselesinde muhtesibin köylülere müdahalesi söz konusu olur mu? Bu muhtesibin kılınması görüşünde, köylüle­rin de kıhnmaması görüşünde oldukları zaman sözkonusudur. Muhtesibin reyi üzere kılınması görüşünün izahı, maslahatın dik­kate alınmasıdır. Buna göre yeni yetişen çocuklar cumasız olarak büyürlerse, sayı dolduğu zaman dahi cumanın gerekmeyeceği dü­şüncesine sahip olurlar. Bu konu çok geniştir. Zikrolunan ve benze­ri zikrolunmayan bu tür meselelerde beyanın takviyesi meyanında kabul edilecek şeylerden biri de, Ömer b. Abdulaziz'in Urve b. Iyâz ile aralarında geçen olaydır. O, iki gözü arasına hayzerâne (ok ya da kamış) ile dürttükten sonra, iki gözü arasındaki secde izini kas­tederek: "Senin hakkında beni aldatan şey bu. Eğer benden sonra bunun sünnet edinileceğinden korkmasaydım, emrederdim de secde mahalli oyulurdu" demiştir.

Alimler, bu anlayış üzerinde yürümüşler ve onu bidüziyelik gösteren bir esas kabul etmişlerdir. Bu anlayış, sonuç itibarıyla sedd-i zerâi' ilkesine çıkar. Âlimler bilindiği gibi bu ilke konusunda bütün olarak —her ne kadar detaylarında görüş ayrılığı olsa da— ittifak halindedirler. Meselâ: "Ey iman edenler! Peygamber'e: (Bizi gözet anlamına 'çobanımız' anlamında da kullanılabilecek) 'Râınâ' demeyin[79]"Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler'[80]âyetleri gibi. İmam Mâlik, yalnız başına Şevval hilâlini gören kimsenin oru­cunu bozmaması görüşündedir. Çünkü eğer bozarsa bu, zaten oruç tutmamak için bahane arayan fâsıklar için bir sebep olur ve onu delil göstererek oruçlarını tutmazlar. İki yalancı şahidin karısını boşadığına dair şahitlik eden ve mahkemece birbirinden ayrıldığına karar verilen kimse hakkında da, boşanmış gözüken karısıyla iliş­kide bulunmamasını —insanlardan habersiz olması hali ha­riç— söylemiştir. Ziyâd da, Basra ve Küfe camilerinde insanların namaz kılmaları konusunda bu mânâyı göz önünde bulundurmuş­tur. Onlar camide namaz kılarken secdeden başlarını kaldırdıkla­rında, yapışan toprak sebebiyle alınlarını siliyorlar di. Caminin ze­minine çakıl döşenmesini emretti ve şöyle dedi: "Ara uzayınca, yeni yetişen çocukların secde izinden dolayı alnı silmeyi namazın sün­netlerinden sayabileceklerinden emin değilim" Ebû Cafer el-Mansûr ile İmam Mâlik arasında geçen Muvatta'ın kanunlaştırıl­ması olayı da böyledir. Mansûr, insanları onunla amel etmeye zor­layacağını söylediği zaman, İmam Mâlik buna engel olmuştur. [81]İbn Ömer, kuşatıldığı sırada Hz. Osman'ın yanma girmişti. Arala­rında şöyle bir konuşma geçti: İbn Ömer:

"—Bak şunlar ne söylüyorlar!" Hz. Osman:

"—Ya kendini azlet ya da seni öldüreceğiz" diyorlar.

"—Sen dünyada ebedî misin?"

"—Hayır!"

"—Peki onlar seni cennete, ya da cehenneme sokmaya kadirler mi?"

"—Hayır!"

"—Şu halde üzerindeki Allah'ın gömleğini çıkarma; yoksa bu bir âdet (sünnet) olur. Her ne vakit bir grup halifelerinden hoşlan-masa ya onu azlederler ya da öldürürler"

Ebû Cafer el-Mansûr, Îbnu'z-Zübeyr'in bina ettiği şekilde Hz. İbrahim tarafından atılmış asıl temeller üzerinde Kabe'yi yeniden inşâ etmek istemişti. Bu konuda İmam Mâlik'e danıştı. İmam Mâlik ona; "Allah aşkına ey mii'minlerin emiri, bu kutlu evi senden sonra gelecek hükümdarların elinde bir oyuncak haline getirme! Eğer öyle yaparsan her aklına esen, onda değişiklikler yapmaya kalkar ve insanların kalplerinden onun heybeti kaybolur gider" de­di ve onu bu düşüncesinden vazgeçirdi. Çünkü bu bir çığır olur ve içtihada dayansın dayanmasın uyulur ve hiçbir şekil üzere istikrar kalmaz. [82]

YEDİNCİ MESELE:

 

Mubahların, gerçek anlamda mubah olarak yerleşebilmesi için, menduplarla ve mekruhlarla bir tutulmaması[83] gerekir.[84] Çünkü eğer mubahlar, devamlı ve belli bir şekil üzere işlenmek suretiyle menduplarla müsavi tutulacak olursa, onların mubah değil men-dup oldukları kanaati uyanacaktır. Toprak zeminli camiden secde­den kalkınca alnın silinmesi, Hz. Ömer'in, ihtilâm sonucunda baş­ka bir elbise giymek yerine elbisesini yıkama yolunu tercih etmesi örneklerinde geçtiği gibi. Iyâz, İmam Mâlİk'ten nakleder: O (yani İmam Mâlik) Medine emiri bulunan Abdulmelik b. Salih'in yanma girer. Bir süre oturur. Sonra (el yıkamak için) su ve yemek getirme­lerini söyler. İmam Mâlik'i kastederek: "Önce Ebû Abdillah'tan baş­layın!" der. İmam Mâlik kendisini kastederek : "Ebû Abdillah elini yıkamayacak" der. "Niçin?" diye sorar. İmam Mâlik: "Bu memleke­timizde yaşayan ilim adamlarının yap agel dikleri birşey değil. Bu bir Acem âdeti. Hz. Ömer, yediği zaman elini ayağının altına siler­di" der. Abdulmelik: "Ey Ebâ Abdillah! Terke diyorum" diye karşılık verir. İmam Mâlik: "Evet vallahi!" der. Abdulmelik b. Salih, bir da­ha öyle yapmaz. İmam Mâlik şöyle der: "Biz insana, elini yıkama­masını emretmeyiz. Ancak bu sanki bir vacip gibi telakki edilirse işte o zaman iş değişir. Acem geleneklerini (yabıncı hayranlığını) öldürün; Arap âdetlerini ihya edin. Hz. Ömer'in: *Zor hayat tarzını seçin, haşin giyecekler giyin, yalın ayak yürüyün; acem giyim-kuşa-mından sakının[85] dediğini işitmediniz mi?"

Aynı şekilde terk konusunda da mubahlarla mekruhlar eşit tu­tulursa, o şeyin mekruh olduğu inancı doğabilir. Meselâ Hz. Pey­gamber keler yemeyi sevmiyordu. Sebebini soranlara: "O benim memleketimde bulunmaz. Bu yüzden onu yemeyi içim çekmi-yor'[86] buyurmuş, sofrasında da yendiği için hükmü belli olmuştu. Hz. Peygamber'e içerisinde sarımsak bulunan bir yemek takdim edilmişti, ondan yemedi. Ebû Eyyûb -yemeği gönderen zat^-"Yâ Rasûlallah! Haram mı ki?" diye sordu. Rasûlullah"Hayır! Ancak ben kokusundan dolayı ondan hoşlanmıyorum"[87]bu­yurdu. Bir rivayette de ashabına "Siz yiyin. Çünkü ben sizin gibi değilim. Ben dostuma (yani Cibril'e) eza vermekten çekiniyorum[88] buyurmuştur. Hadiste rivayet edildiğine göre, Şevde bt. Zem'a, Rasûlullah'm kendisini boşayacağından korktu ve ona "Beni boşama, nikahında tut ve benim günümü Âişe'ye tahsis et" dedi. Hz. Peygamberf de öyle yaptı.[89] Bunun üzerine "Ara­larında anlaşmaya çalışmalarında kendilerine bir vebal yoktur" âyeti indi.[90]Bu bir te'dib idi ve genelde hoş görülmeyen ve bunun sonunda sanki mekruh gibi görünecek olan mubah bir durumun[91] hem sözle hem de fiil ile yapılmış bir beyanıydı. Menduplarm ger­çek anlamda yerleşmesi ile getirilen deliller bu konu hakkında da geçerlidir. [92]

SEKİZİNCİ MESELE:

 

Mekruhların gerçek anlamda yerleşebilmesi için ne haramlarla ne de mubahlarla eşit tutulmamaları gerekir.

Haramlarla eş tutulmamalıdır; çünkü eğer mekruh haram me­sabesinde tutulursa o zaman onun haram olduğu inancı doğar ve belki zamanla bilmeyen kimseler için o şeyi terketmek vacip halini alır.

İtiraz: Bu hususun beyanı için mekruhun işlenmiş olması ge­rekir. Halbuki o, yasaklanmış şeyler kapsamındadır.

Cevap: Beyan durumu daha güçlüdür. Bazen kesin yasak bile, üstün bir maslahat varsa işienebiîmektedir. Meselâ, zina eden kim­senin suçu gerçekten işleyip işlemediğinin tesbiti için ona çeşitli so­rular yöneltilmesi bu kabildendir. Hadiste geldiği üzere, Hz. Pey­gamber zina ikrarında bulunan kimseye çeşitli sorular yö­nelttikten sonra 'Sen onu şey[93] ettin mi?" diye kinâyesiz açıkça o fiilin ismini zikretmiştir.[94] Halbuki aynı sözün beyan sadedinde ol­maksızın zikredilmesi mekruh ve âdaba aykırıdır. Ancak burada, hükmün ortaya çıkması için açıkça söylenmesi gerekmektedir ve beyan yönü daha güçlü olmaktadır. Dolayısıyla üzerine terettüp edecek şey hoşgörülür ve bağışlanır. Burada da durum aynıdır. Hz. Âişe'nin, Rasûlullah jile birlikte yaptığı şeyi yani guslün ge­rekmesi için sünnet mahallinin girmesinin yeterli olduğunu haber vermesine baksanız a! Keza Hz. Peygamber'in Ümmü Se-leme'ye "Benim de öyle yaptığımı haber verseydin ya[95] buyurması da böyledir. Burada Hz. Âişe'nin bildirdiği, Hz. Peygamber'in bildirmesini istediği şeyler, ayıp şeyler olup, beyan sade­dinde olmadığı zaman söylenmesi yasaktır. Daha önce, ihramlı ol­duğu halde İbn Abbâs'ın cimâdan bahseden recez söylediği geçmiş­ti.[96] Beyan sadedinde olduğu zaman, bu gibi şeylerde bir beis görül­memektedir.

İkincisine yani mekruhların, mubahlarla eş tutulmaması kıs­mına gelince; mekruhlar devamlı surette işlenir ve onlardan kaçı­nılmaz ise, o mekruhların mubah oldukları inancı doğar ve bilme­yenlere göre onun hükmü mekruhluktan mübahlığa dönüşür. Bu­nun beyanı, değiştirme ve uygun bir şekilde te'dib (zecr) yoluyla olur.[97] Özellikle de sünnet edinilebilecek mekruhlar karşısında bu tavır daha belirgindir. Bunlar, mescitlerde ve dinî amaçlı toplantı ve derneklerin olduğu, çoğunluk halkın bir arada bulunduğu yerler­de işlenen mekruhlardır.[98] İşte bu noktadan hareketledir ki İmam Mâlik, Rasûlullah'ın mescidinde herhangi bir mekruh işleyen kimseye karşı çok şiddetli tepki gösterirdi. Hatta o, sevap kasdı ile mubah işleyen kimselere dahi sert çıkardı. Nitekim birin­de, sıcaktan ridasını Önüne koyan bir kimsenin te'dib edilmesini emretmişti.

Fasıl:

Buraya kadar geçen meselelerden hem fikıh (furû') hem de usûl ile ilgili kaideler doğar: .

Bunlardan biri şudur: Mendup olan bedenî ibadetlerden her­hangi birini kendisi için iltizam edinen bir kimsenin, —eğer gözle­rin kendi üzerinde olduğu bir kimse ya da benzeri biri ise— câhil­lerin, o ibadetin vacip birşey olduğunu zannedecekleri şekilde de­vamlılık göstermesi uygun değildir. Aksine böyle birinin bazı vakitlerde o ameli terketmesi ve böylece onun vacip olmadığının bilinme­si uygun olur. Çünkü tekrarlanmakta olan vaciplerin özelliği, o şe­yin iltizam edilmesi ve ihmal edilmeksizin sürekli olarak vaktinde yapılmış olmasıdır. Nitekim mendubun Özelliği de, sürekli yapılma­masıdır. Eğer devamlı yapılacak olursa, o zaman vacip için sözko-nusu olan Özelliği kazanmış olacağından yanlış değerlendirmelere meydan verecek, belki zamanla kendisi de o mendubu vacip kabul edecek ve bu şekilde devam edecek, sonunda da sapıtacaktır.

Aynı durum şu hususlarda da geçerlidir:

1. İbadetin, illâ da belli bir keyfiyet üzere ifasının iltizam edil­mesi.

2. Bir başka ibadetin ya da ibadet olmayan başka bir unsurun eklenmesi sebebiyle, bu hallerde bulunmayan mânâların or­taya çıkması.

3. Mubahın çeşitli şekillerde ifâsı mümkün iken illâ da içlerin­den bir şeklin seçilip, hep o şekil üzere devamlılık gösteril­mesi ve diğer şekillerin terkedilnıesi.

4. Bazı mubahların, belli bir gerekçe olmaksızın —meşru hük­mün terk olduğu intibaını verecek şekilde— terkedilmesi.

Bu noktadan hareketle Hz. Ömer, minberde secde âyetini oku­muş, sonra insanlarla birlikte secde etmişti. Bir başka defasında yi­ne okumuştu. Yerine yaklaştığında, insanlar secde etmek üzere ha­zırlandılar, fakat Hz. Ömer secde etmedi: "Allah Teâlâ, bunu bize yazmamıştır; ancak dilersek yapmamız hali müstesna" dedi.

İmam Mâlik'e, abdest alınırken besmele çekilmesi soruldu. O: "Hayvan boğazlamak mı istiyor?" diye takılarak, soruya verilecek cevabın sanki bu konuda güçlü bir talep olduğu şeklindeki beklenti­sine tepki göstermiş oldu.Yine Hz. Ömer'den abdest hakkında: "Ha sağımızdan başlamı­şız, ha solumuzdan başlamışız, bizce önemli değil" dediği nakledil­miştir. Halbuki her şeyde sağdan başlamak müstehaptır.

Birinci kısma yani ibadetin, illâ da belli bir keyfiyet üzere ifâsının iltizam edilmesine örnek olarak, İmam Mâlik'in namazda kıyamda iken ayakların hiç oynatılmamasma gösterdiği tepkiyi ve­rebiliriz.

İbadet olmayan başka bir unsurun ibâdete eklenmesine örnek, Mâverdî'nin naklettiği secdeden kalktıktan sonra alnın silinmesi ile Hz. Ömer'in ihtilam olduğunda elbisesini değiştirmeyip yıkamayı tercih etmesi ve "Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu sünnet olur. Bilakis gördüğümü yıkarım, görmediğim üzerine de su serperim (olur biter)" demesidir.[99]

Mubahın çeşitli şekillerde ifâsı mümkün iken illâ da içlerinden bir şekli seçip, hep o şekil üzere devamlılık gösterilmesi ve diğer şe­killerin terkedilmesine örnek olarak da, İmam Mâlik'ten nakledilen E334] şu olayı gösterebiliriz: Ona abdest alınırken bir kere yıkanmasının hükmü sorulmuştu: "Hayır, abdest ikişer ikişer veya üçer üçer (yı­kamakla) olur" diye cevap verdi. Halbuki hem abdestte hem de gu-sülde belli bir sayı değil de, istenilen organların iyice yıkanmış ol­ması (isbâğ) esas kabul edilmişti. el-Lahmî bunu şöyle izah eder: "Bu bir ihtiyat ve koruma şeklidir. Çünkü sıradan biri, örnek olan kimseyi birer kere yıkayarak abdest alır halde görünce, kendisi de aynı şeyi yapacaktır. Belki bir kerede organlarını tam olarak yıka-yamayacak, bu yüzden abdestsiz namaz kılma durumuna düşecek­tir"

Bu gibi örnekler çoktur.

Bütün bunlar, insanların yanında yaptığı zaman ve o fiili işle­yene başkalarının uyabileceği ihtimalinin bulunması halinde söz konusudur. Böyle olmaz da kişi kendi başına, kimsenin görmeyece­ği şekilde ve yaptığı şeyin de dindeki hükmü ne ise ona itikat ede­rek işlemesi durumunda bir sakınca yoktur. Nitekim müteahhir âlimler Şevvâl'den altı gün oruç tutma hakkında, kim bunu kendi kendine onun sahih olacağına itikat ederek tutarsa, bu sahih olur, demişlerdir. Keza İmam Mâlik bir kere yıkanarak alınan abdest hakkında: "Bunu, ancak abdest ahkâmını bilen bir kimse için caiz görürüm" demiştir. el-Lahmî'nin izahı, kişinin kendisine tâbi olun­mayacağı bir yerde yapması halinde bir sakınca olmayacağını ve onun mezhep üzere hareket etmiş olacağını göstermektedir. Çünkü İmam Mâlik'in abdest hakkındaki aslı, bir sayı tahdidinin bulun­madığı, asıl maksadın organların tam olarak yıkanmış olması şeklindedir. Ama bir kere yıkamayı iltizam eder ve o şekli hiç terket-mez ise, o zaman bunun insanların gözü önünde olması uygun ol­maz. Çünkü devamlı olarak insanların gözü önünde öyle yapacak olursa, muhtemelen bilgisiz insanlar onun vacip veya matlup, ya da terki caiz olmayan birşey olduğunu zannedeceklerdir. Halbuki şer'an o öyle değildir. Dolayısıyla izhar etmesi durumunda mutlaka o kişinin, o şekli devamlı olarak iltizam etmediğini göstermesi, ilti­zamı halinde de onu izhar etmemesi gerekecektir. Bu, Deliller bölü­münün evvelinde zikredilen şart[100] üzere olacaktır.

İtiraz: Bu, daha önce ortaya konan amellerin devamlılığına yö­nelik Şâri'in kasdına ters düşer. Hz. Peygamber bir amel işlediği zaman onu iyice ortaya kordu.                                                  

Cevap: İtiraz varid değildir. Çünkü devamlılık vasfı, hiç terke-dilmeyen birşey hakkında kullanıldığı gibi, çoğunlukla yapılan şey hakkında da kullanılır. Dolayısıyla birşeyin bazı vakitlerde terke­dilmiş olması, onu devamlılık vasfından çıkarmış olmaz. Nitekim biz, sahabenin kurban kesmeyi bazı vakitlerde terketmeleri hak­kında, onların kurban kesme konusunda müdavim olmadıklarım söylemiyoruz. Şu halde devamlılık vasfının sahih olabilmesi için, asla terk durumunun olmaması şart değildir; şart olan lügat bakı­mından ism-i fail kalıbının kendisine hakikat anlamda kullanılma­sı sahih olabilecek ölçüde çoğu zaman o şeyi yapar olması veya ek­seriyettir.

Sûfiyye, seyrü sülükte, vacip olmayan bazı şeyleri iltizam et­miş, hatta işleme konusunda vacip ile mendup; terk konusunda da mekruhla haramı eşit tutmuşlardır. Dahası terk konusunda bir çok mubah ile mekruhları dahi eşit kabul etmişlerdir. Bu tarz, onların gidişatlarının esası olmuştur. Özellikle de ruhsatların alınmasını terketmişlerdir. Zira onların tuttukları yolun gereklerinden biri de, sâlik için - -seyrü sülük halinde olması hasebiyle— ruhsatlara ken­disini kaptırmaması ve diğer insanlar için gerekli olmayan şeyleri iltizam edinmesidir. Onlar tarikatlarını, kendileri ve müritleri ara­sında sırlarını saklamak ve hiçbir şekilde onları izhar etmemek, seyrü sülük için üstlenmiş oldukları vazifeler ve mücâhede halleriyle halvete çekilmek üzere kurmuşlardır. Çünkü bunlar kendileri­ni görüp de maksatlarını anlayamayacakların; vacip olmayanı va­cip, caiz olanı caiz değil veya matlup sanmalarından ya da kendi hallerine muttali olanların haklarında kötü zanna düşebileceklerin­den korkmuşlardır. Dolayısıyla bu konuda onları suçlamamak gere­kir. Nitekim onlar vecd hallerine ait sırlarını sakladıkları için de kınanmazlar. Zira onlar, bu esasa[101] dayanmaktadırlar. Onlardan bazılarının ya kendilerine galebe çalan bir vecd halinden dolayı, ya da bazılarının görüşlerini sahih başka bir esas üzerine bina etmele­ri sebebiyle bu aslı ihlâl etmeleri yüzünden, bir yanda ulemâdan pek çoğunun onlara karşı suizan beslemesi kapısı açılırken, Öbür taraftan da cahillerin onların maksatlarını anlayamamaları, kas-tetmemiş oldukları şeyi anlamaları kapısı aralanmıştır. Bunların hepsi de mahzurludur. [102]

DOKUZUNCU MESELE:

 

Vaciplerin, gerçek anlamda vacip olarak yerleşebilmeîeri için, mutlaka onlarla diğer hükümlerin eşit tutulmaması ve aralarının ayrılması gereklidir. Onlar hiçbir zaman terkedilemez ve terkine asla izin verilmez. Aynı şekilde haramların da gerçek anlamda ha­ram olarak yer edebilmeleri için, diğer hükümlerden ayrılması ve onlarla eş tutulmaması gereklidir. Onlar da hiçbir şekilde işlene-mez ve işlenmelerine asla izin verilemez. Bu husus açıktır. Ancak biz bu noktadan başka bir mânâya intikal etmek istiyoruz. Şöyle ki:

Vaciplerden bir kısmı vardır ki, terkleri durumunda üzerlerine dünyevî herhangi bir ceza terettüp etmez. Aynı şekilde haramlar­dan bir kısmı vardır ki, irtikap edilmeleri durumunda üzerlerine herhangi bir dünyevî ceza gerekmez. Bunlar üzerine âhirette teret­tüp edecek şeylerin bulunacağı hakkında söz yoktur. Çünkü bu hu­sus, kulların tahakküm alanlarının dışındadır.

Bazı vacipler de vardır ki, yapılmadıkları zaman; bazı haram­lar da vardır ki işlendikleri zaman üzerlerine ceza ya da benzeri dünyevî bir hüküm terettüp eder.

Üzerine hüküm terettüp eden, etmeyenden farklıdır. Bu iki kı­sımdan her birinin gerçek anlamda yerleşebilmesi için, birbiri ile eş değerde tutulmaması gerekmektedir. Çünkü bunların hükümleri­nin değiştirilmesi, bizzat kendi mahiyetlerinin değiştirilmesi de­mektir. Geçen bahislerde beyana zarar veren herşey, burada da zarar verir; aralarında bu açıdan bir fark yoktur. Orada geçen deliller aynen burada da geçerlidir.

Bu mevzu şöyle bir izahla da açıklık kazanır: Meselâ Sâri' Teâlâ, yasak bir fiile bir had cezası koysa ve bu had, o fiili işleyen kimseye uygulansa, şer'î hüküm aynen benimsenmiş ve konulduğu şekil üzere beyan edilmiş olur. Had uygulanmadığı takdirde ise, o hüküm Şâri'in koyduğu şeklin dışında başka bir şekil üzere benim­senmiş ve o hüküm, işlenmesi halinde üzerine herhangi birşey te­rettüp etmeyen kısımdan bir hükme dönüştürülmüş olur ve yapılan beyan, asıl hükme muhalif düşer. Bunun sonucunda hükümlerin yerleştirilmesi için tayin edilmiş kimseler; fiili, sözünü yalanlayan kimseler halini alır ve hakkında daha önce anlatılanlar câri olur. Cahil birisi, olanları gördüğü zaman, şer'î hükmün aslında olduğu şeklin hilâfına gördüğü şekil üzere olduğunu düşünür. Beyan ile gö­revli kimse, hükmü belli bir şekil üzere açıklar, sonra da onu bir başka şekil üzere uygularsa, bundan şüphe doğar ve fiil, sözü ya­lanlar. Nitekim bu hususun izahı geçmişti. Bütün bunlar ise fesad-dır. Bu Örnekle Hz. Peygamber'in vârisi olan âlimlerin, hü­kümleri konulmuş oldukları şekil üzere uygulamakla yükümlü ol­dukları ortaya çıkar. Onlar, hükmün hem kendisinde, hem mukad­dimelerinde, hem ona bitişik durumlarda, hem de sonuçlarında ve diğer ilgili bulunduğu konularda bunu dikkate almak zorundadır­lar. Böylece Allah'ın dini hem aydınlar hem de halk arasında tam anlamıyla açıklık kazanmış olsun. Aksi takdirde âlimler Allah Teâlâ'nın şu buyruğunun kapsamına girerler: "Gerçekten, Allah'ın indirdiği Kitap'tan birşeyi gizlemede bulunup onu az bir değere de­ğişenler var ya, onların karınlarına tıkındıkları ancak ateştir[103][104]

ONUNCU MESELE:

 

Bu yapılan izahat, sadece teklîfî hükümlere mahsus değildir; aksine aynı durum vaz'î hükümler için de geçerlidir. Çünkü sebep, şart, mâni', azimet, ruhsat ve diğer bilinen hükümler, hepsi şkr'î hükümlerdir ve onların hem sözle hem de fiil ile beyan edilmeleri gereklidir. Meselâ, sebep söz ile beyan edilse ve zamanı geldiğinde de gereği doğrultusunda amel edilse, o sebebin beyanı insanlar için tam anlamıyla gerçekleşmiş olur. Ama böyle yapılmaz da söz ile açıklanır, sonra ortaya çıkması halinde gereği ile amel edilmezse, o zaman fiil, sözü yalanlamış olur. Aynı şey şartlar için de geçerlidir; şartın bulunması halinde meşrutun işlenip, bulunmaması halinde işlenmemesi durumunda fiil, sözlü beyana uygun düşmüş olacak ve beyan tam anlamda gerçekleşmiş olacaktır. Aksi takdirde ise söz ve fiil birbirini yalanlamış olacak ve söz, beyan için yeterli olmayacak­tır. Mâni ve diğer vaz*î hükümler için de durum aynıdır.

Hz. Peygamber, umrede[105] ihramdan çıkma konusun­da, sefer esnasında orucun bozulması konusunda olduğu gibi ruh­sat hükmün gereğiyle amel etmiş, sebepleri dikkate almış ve onlar üzerine terettüp eden hükümleri bizzat kendi üzerinde dahi olmak üzere uygulamıştır. Meselâ, kendisine kısas yapılmasına izin ver­miştir. Bu konuya ışık tutacak Örnekler sayılamayacak kadar çok­tur. Şeriatın tümü bu cümlenin altında mündemiçtir ve konuyla il­gili sadece dikkat çekmek yeterlidir. [106]

ONBİRİNCİ MESELE:

 

Rasûlullah'm beyanının, geçerli ve sahih olduğu ko­nusunda herhangi bir şüphe yoktur. Çünkü o zaten bunun için gön­derilmiştir:  "Sana  da  insanlara gönderileni  açıklayasın  diye Kur'ân'ı indirdik[107] âyeti onun bu görevini açıkça ortaya koyar. Bu konuda herhangi bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır.

Sahabe beyanlarına gelince; eğer beyan ettikleri konuda

icmâ etmişlerse, onun da geçerli ve sahih olduğunda şüphe yoktur. Meselâ, sünnet mahallinin girmesi sebebiyle guslün gerekeceği ko­nusu üzerinde icmâ etmeleri gibi ki, bu icmâ, "Eğer cünüp iseniz te­mizlenin"[108]âyetini açıklamış olmaktadır.

Eğer aralarında icmâ yoksa[109], o zaman beyanları bir delil ka­bul edilebilir mi? Yoksa edilemez mi? İşte bu, üzerinde düşünülme­ye ve tafsilata ihtiyaç gösteren bir konudur. Ancak ağır basan taraf, beyan konusunda onların açıklamalarına iki sebepten ötürü daya­nılması gereğidir:

Birincisi: Sahabe Arap dilini selika olarak çok iyi biliyordu. Çünkü onlar fasih konuşan Araplardı ve dilleri henüz değişmemişti, fasahat bakımından en üst mertebede bulunuyorlardı. Bu özel­liklerinden dolayı onlar, Allah'ın Kitâb'ını ve Sünneti anlama konu­sunda diğerlerinden daha ayrıcalıklı bulunuyorlardı. Bu durumda, beyan makamında onlardan bir söz ya da fiil geldiği zaman, bu açı­dan ona dayanmak sahih olacaktır.

İkincisi, İslâm'ın ruhuna vakıf idiler: Olayların ve nüzul hadi­selerinin bizzat içerisinde idiler, Kitap ve Sünnet yoluyla gelen vah­ye tanıktılar. Bu itibarla onlar, hal karinelerini ve nüzul sebepleri­ni en iyi bilen kimseler oluyordu. Bu ayrıcalıktan dolayı başkaları­nın kavrayamadıkları şeyleri kavrayabiliyorlardı. Bir olayda hazır bulunanın, orada bulunmayanın (haber vasıtasıyla) öğrenemedikle­rini görmüş olması tabiîdir.

Bu durumda ne zaman onlardan mutlakın takyidi ya da umu­mun tahsisi gelecek olsa, onun ile amel etmek doğru olacaktır. Bu, meseleyle ilgili onlardan herhangi bir görüş ayrılığı nakledilmediği zaman böyledir. Eğer aralarında görüş ayrılığı var ise, o zaman me­sele içtihada açık demektir.

Buna örnek Hz. Peygamber'in: "insanlar iftar etme­de acele ettikleri sürece hayır üzere olmaya devam ederler"[110] hadi­sidir. Bu acele etmeden hem orucun namazdan önce açılması anla­şılabilir, hem de namazdan hemen sonra açılması kastedilebilir. Hz. Ömer ile Hz. Osman, önce namazı kılarlar sonra iftar ederlerdi.Onlar böylece, hadiste sözü edilen acele etmenin illâ da namazdan önce olması şeklinde anlaşılmamasını, bilakis namazdan sonra he­men iftar edilmesi şeklinde de anlaşılabileceğini, doğuluların[111] yaptığı tehirin ise, başka birşey olup dinde yasak olan aşırılık (ta-ammuk) içerisine gireceğini beyan etmiş oluyorlardı. Aynı şekilde yahudilerin, iftarı tehir etmekte oldukları ve bu yüzden de müslü-manların acele etmelerinin mendup kılınmasını da (açıklamış olu­yorlardı).[112]

Hz. Peygamber'in : "Hilâli görmedikçe oruç tutmayın, onu görmedikçe iftar etmeyin"[113]hadisinde sözü edilen görme, ek­ser (çoğunluk hal) ile kayıtlı olabilir.[114] Bu durumda güneşin batışmdan sonra görülmesi kastedilmiş olur. Hz. Osman bunun gerekli olmadığını açıklamıştır. Hilâfeti sırasında hilâli güneşin batmasın­dan önce görmüş, buna rağmen akşam olup güneş batmcaya kadar iftar etmemiştir. Düşünülmeli!

Mâlik b. Enes'in —Muvatta'da ve diğer yerlerde— takip ettiği metot, çoğunlukla sünneti açıklayıcı mahiyette sahabe görüş ve tat­bikatına (âsâr) yer vermesiydi. Böylece o, bunlarla, sünnetleri be­yan etmek, onlar içerisinde hangisiyle amel edilip hangisiyle amel edilmediğini, hangisinin mutlakının takyid edildiğini tesbit etmek istiyordu. Zikri geçen konuda onun tavrı ve yaklaşımı (mezhebi) bu merkezde idi. Onların sözlerinin açıklık getirdiği hususlardan biri de dil idi. Nitekim İmam Mâlik, "dülûki'ş-şems", "gaseki'l-leyl" hak­kında İbn Ömer ve İbn Abbâs'm sözlerini nakletmiş, cumaya koşma[115] âyetinde bahis konusu edilen "sa'y" (koşma) hakkında da Hz. Ömer'den nakilde bulunmuştur. "İhve" yani kardeşler mânâsı hakkında da, sünnetin iki ve daha fazlasına hükmettiği naklinde bulunmuştur... Onların sözleri ile, Kitap ve Sünnetin mânâlarının açıklık kazanacağı açıktır.

İtiraz: Bu görüş, sahâbînin taklid edilmesi sonucuna çıkar. Halbuki o konuda tartışmalar ve görüş ayrılıkları bulunmakta­dır.[116]

Cevap: Evet bu bir taklittir; fakat bu, gereği üzere (sahip ol­dukları ayrıcalıklar sebebiyle) ancak onların ictihad edebilecekleri şeylere yönelik olmaktadır. Daha önce geçtiği gibi onlar Araptırlar. Aslen ve meşrep olarak Arap olan ile, araplaşan arasında fark vardır. "Sunî şeylere, fitrî özellikler galebe çalar" Sonra onlar nassların nüzul ve vürûduna sebep olan olayların bizzat içerisinde yer almış­lar, kendilerinden sonra gelenlerin görmedikleri hal karîneleri-ne vakıf olmuşlardır. Hal karinelerinin olduğu şekil üzere nakledilme­si imkânsız gibi birşeydir. Şu halde onların şeriatları anlayışlarının daha sağlam ve tam olduğunu ve bu konuda onların takdim edilme­sinin lüzumunu söylemek gerekecektir. Bu durumda gerek Kur'ân ve gerekse Sünnet hakkında, beyan makamında onlardan bir nakil gelse ve bu, eğer o olmasa nassın tam olarak anlaşılması imkânsız olacak kabilden olsa, kesin olarak o beyan ile amel edilmesine hük-molunacaktır. Zikredilen gerekçeler bunu gerektirecektir bir. İkin­cisi sünnette de onların yolundan gidilmesi ve onlara tâbi olunması emredilmiştir. Nitekim bir hadis şöyledir: "Sünnetime ve benden sonra gelecek hakka kılavuzluk eden râşid halifelerin sünnetine ya­pışın. Onlara iyice tutunun ve azı dişlerinizle sarılın"[117] Buna ben­zer daha başka hadisler de vardır. Bütün bunlar, konumuzu genel anlamda desteklemektedir.                                                                   

Ancak konunun ictihad mahalli olduğu bilinirse ve o konuda ic­tihad için sahabeye has olan sözünü ettiğimiz iki özelliğe ihtiyaç duyulmayacaksa, o zaman onlarla kendilerinden sonra gelenler o konuda eşittirler. Avl[118], uykudan dolayı abdest alma, pek çok ribâ ile ilgili meseleler gibi. Hz. Ömer ribâ hakkında: "Hz. Peygamber bize ribâ âyetini açıklamadan önce öldü. Binâenaleyh, ribâyı da ribâ şüphesini de terkedin" demiştir ya da buna benzer birşey söylemiştir. Bu gibi meseleler, bütün ümmet için ictihad ma­halli olup, bunlarda sahabenin diğer müctehidlere nisbetle bir ayrı­calığı yoktur. İşte bu gibi konularda da âlimler arasında görüş ayrı­lığı vardır. Bazıları, sahâbî söz ve görüşünü bir hüccet kabul et­mekte ve başka bir delil araştırmaya gerek duymaksızın onunla amel etmektedir. Buna göre onlar, sahâbî kavlini hadisler ve nebevî ictihadlar gibi[119] kabul etmektedirler. Bunlar, usûl kitaplarında an­latılmaktadır; dolayısıyla onları burada zikretmeye gerek yoktur. [120]

ONIKINCİ MESELE:

 

İcmal (mücmellik), ya herhangi bir yükümlülük getirmeyen ko­nuda olur, ya da şeriatta hiç bulunmaz.[121]

Bunun izahı üç yönden olacaktır:

1.

Buna delâlet eden nasslar bulunmaktadır: "Bugün size dinini­zi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım[122] "Bu Kur'ân, insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür[123]"Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik. Belki düşünürler[124]"Müttekîler için bir hida­yettir[125]"İhsan sahipleri için bir hidayet ve rahmettir[126]Kur'ân'-m hidayet olması, mübeyyen (açık-seçik) olduğu içindir; mücmel ile beyan hasıl olmaz. Bu mânâda olan bütün âyetler konuya delâlet eder. İlgili hadislere gelince bazıları şunlardır: "Sizi apaydınlık birşey üzerine bıraktım; onun gecesi gündüzü gibidir[127]"Size iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız sürece sapıtmazsınız: Allah'ın ki­tabı ve sünnetim[128] Bu mânânın doğruluğunu: "Eğer birşeyde çe­kişirseniz, onun çözümünü Allah'a ve peygamberine bırakın...[129] âyeti de güçlendirir. Bu âyet, Kur'ân ve Sünnetin, her müşkilin be-. yanı ve her çıkmaz için çözüm bulunacak kaynak olduğunu göste­rir. Hadiste şöyle buyurulur: "Allah'ın size emretmiş olduğu hiçbir-şeyi bırakmadım; onu size mutlaka emrettim; Allah'ın size yasakla­dığı hiçbirşeyi bırakmadım; onu mutlaka size yasakladım"[130] Bu mânâyı ortaya koyan deliller çoktur.

Eğer Kur'ân'da mücmel birşey varsa mutlaka onu Sünnet be­yan etmiştir. Meselâ, namazın vakitlerini, rükûlannı, secdelerini ve diğer hükümlerini beyan etmesi gibi. Keza zekâtın miktarı, vak­ti ve zekâta tâbi malların belirlenmesi, haccm beyanı gibi. Hacc hakkında: "Haccın vecibelerini benden alın"[131]buyurmuştur.

Bunun ötesinde Rasûlullah , Kur'ân'da yer almayan şeyleri de beyan etmiştir.[132] Bütün bunlar, nebevi beyân olmakta­dır.

Bu husus anlaşıldıktan sonra diyoruz ki: Eğer şeriatta (müşte­rek gibi) mücmel veya (ebb kelimesi gibi) mânâsı müphem ya da anlaşılamayan[133] birşey varsa, onların gereği ile yükümlü tutulması sahih olmaz. Çünkü bu muhal ile yükümlü tutmak ve ulaşılama­yacak şeyi istemek olur. Mücmellik, ancak Allah Teâlâ'nın hakkın­da "Diğer bir kısmı da müteşâbihtir"[134]buyurduğu müteşâbih hak­kında ortaya çıkabilir. Allah Teâlâ, Kur'ân'da müteşâbih olduğunu bildirince, öylesi âyetlerle yükümlülük getirilmediğini ve mükellef­ten, kendi anladığı şekilde değil de murad olunan mânâ üzere onla­ra inanmasının istendiğini de açıklamıştır. Allah Teâlâ, bu konuda şöyle buyurmuştur: "Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkar­mak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşâbih olanla­rına uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir, ilimde de­rinleşmiş olanlar: 'Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır' derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler[135]

Âlimler, bu âyette murad olunan müteşâbih[136] hakkında iki gö­rüşe ayrılmışlardır:

a) İlimde yüksek payeye erişenler (râsihûn) onları bilir. Bun­lara göre, müteşâbihlik görelidir ve onlar hakkında müteşâ-bihlikten bahsedilemezken, diğer insanlar hakkında müte­şâbih olur. Aynen Arap olmayan ya da âlim olmayan insan­lara nisbetle mânâsı anlaşılamayan fakat aslında açık-seçik (mübeyyen) olan nasslar gibi.

b) Vakıf (durak yeri) Allah lafzı üzerinedir, dolayısıyla onları ilimde yüksek paye sahibi olanlar da dahil olmak üzere Allah'tan başka hiçbir kimse bilemez. Bu görüşe göre, müteşâ-bihlerle murad olunan şey, ittifakla kaldırılmış olmaktadır, mânâsı anlaşılmayan bir mücmel olsun da, sonra onunla yü­kümlü tutulsun, böyle birşeyi düşünmek mümkün değildir.

Onun ilmine ancak ilimde yüksek paye sahibi olanlar sahiptir dediğimizde de, onlar dışında kalan diğerleri aynı şekilde onun ge­reği ile mükellef olmazlar. Bu durum, ondan maksadın ne olduğu ictihad ya da taklit yoluyla kendileri için tebellür etmeyip kendile­rine müphem kaldığı sürece devam eder. Kendileri için onlardan maksadın ne olduğu bu iki yoldan biri ile beyan edilmesi halinde ise, diğer açık nasslarda (mübeyyen) olduğu gibi, onlarda da müte-şâbihlik kalkar.

İtiraz: Allah Teâlâ, Kur'ân'da müteşâbih olduğunu beyan et­miştir. Keza Sünnet de, şeriatta müteşâbih unsurların bulunduğu­nu bildirmiştir: "Helâl bellidir, haram bellidir; aralarında İse 'müştebihâf (yani hangisinden olduğu ayırt edilemeyenler) vardır. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa, dinini ve ırzını korumuş olur"[137]Hadiste geçen şüpheli şeyler, kulların fiillerine yönelik olup sakı-[344] nılması gereken şeylerdir. Şu halde dinde, üzerine yükümlülük ge­tirilen mücmeller vardır. Nitekim "Diğer bir kısmı da müteşâbih-tir"[138]kavl-i şerifi üzerine de yükümlülük bindirilmiştir. Bu, "ilimde derinleşmiş olanlar: 'Ona inandık, hepsi Rabbimizin katın-dandır' derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler"[139] ifadesi ile açıklanan yükümlülüktür. Bu durumda nasıl olur da, mücmel ve müteşâbih, üzerine hüküm bina edilen herhangi bir konuda gel­mez, denilebilir?!

Cevap: Hadiste bahsedilen müteşâbihât ile konumuzun ilgisi yoktur. Bizim buradaki konumuz, Şâri'in hitabında yer alan müteşâbihlikle ilgilidir. Hadiste söz konusu edilen müteşâbihlik, hükmün menâtındadır ve o müctehidin değerlendirmesine matuf olmaktadır. Nitekim bu, Müteşâbih kısmında açıklanmıştı.[140] Öyle olduğu kabul edilse bile, murat, Allah Teâlâ katındaki manâsıyla bir yükümlülük taalluk etmez, şeklindedir. Bazen mücmel olma yö­nünden, onunla yükümlülük taalluk edebilir. Bu, sadece onun Al­lah katından olduğuna inanılması ve eğer kullara ait fîillerdense onu işlemekten kaçınması yoluyla olur. Bunun içindir ki Rasûlullah: "Kim şüpheli şeylerden sakınırsa, dinini ve ırzını korumuş olur"[141]buyurmuştur. Keza, eğer kullara ait fiillerden değilse, onun üzerinde durmaktan kaçınması yoluyla olur. Meselâ: "Rah­man, arşın üzerine kuruldu (istiva)"[142] âyetindeki istiva, "Rabbi-miz her gece dünya semasına iner...[143] hadisindeki inme ve ben­zeri şeyler üzerinde durmamak gibi. Müteşâbihle bir yükümlülük taalluk etmemesinin mânâsı budur. Yoksa, mevcut olan herşeye yö­nelik bir yükümlülük vardır ve bu, onlardan kastedilen şeye, ne ise öyle inanmasıdır veya kulların tasarrufuna açık bir konu ise, tasar­rufta bulunmasıdır vs.

2.

Şeriatın mükelleflere yönelik hitaptan amacı, dünya ve âhiret-leri ile ilgili, onların leh ve aleyhlerine olan şeyleri, kendilerine an­latmaktır. Bu ise, hitabın açık ve anlaşılır olmasını, mücmel ve müteşâbih olmamasını gerektirir. Eğer bu kasda rağmen, onlarda mücmellik ve müteşâbihlik bulunacak olsaydı, o zaman bu, hitap­tan gözetilen aslî maksada ters düşer ve ortaya bir fayda doğmazdı. Bu ise, maslahatların Allah'tan bir lütuf olarak ya da (Mutezile'ye göre) vücûben dikkate alınmış olması açısından ele alındığında imkânsız (mümtenî) olur. Hatta maslahatlara riayet edilmediği varsayımına göre bile bu, mümkün değildir. Zira amacı olmayan bir hitap düşünmek makul değildir.

3.

Âlimler, beyânın ihtiyaç anından sonraya bırakılmış olmasının mümtenî olduğunda ittifak etmişlerdir. Sadece muhal ile teklifi ca­iz görenler bundan istisnadır. Muhal ile yükümlü kılmanın da (ak-len değilse bile) naklen mümtenî bulunduğu daha önce açıklanmış­tı. Şu halde, beyanın ihtiyaç anından geri bırakılmasının mümtenî olduğunu itiraf etmek gerekiyor. Eğer bu konu sabit ise —ki öyle­dir—, buradaki meselemiz de bu kabildendir.[144]Çünkü yükümlü­lük getiren hitabın vürudu sırasında mücmel ve beyan edilmeksizin yönelişi durumunda iki ihtimal bulunur: Ya beyan edilmemesine rağmen onunla yükümlü kılmak istenilmiştir, ya da istenilmemiş-tir. Eğer yükümlü kılmak kastedilmemişse, bu zaten bizim demek istediğimizdir. Eğer kastedilmişse, o zaman mesele takat üstü yü­kümlülük şeklini alır ve usûlcülerin o konu hakkında getirmiş ol­duğu deliller aynısıyla burada da geçerli olur. Bu iki şekle göre de —ikinci ve üçüncü izah şekillerini[145]kastediyorum— Kur'ân'da bir mücmel bulunması halinde, mutlaka onunla bir yükümlülüğün ge­tirilmiş olamayacağı sonucu çıkacaktır. Hadislerde gelen mücmel hakkında da söylenecek söz aynıdır. Ulaşılmak istenilen sonuç işte budur. [146]

 



[1] el-Âmidî, mücmel; iki şeyden birine delâlet eden, fakat bu iki mânânın birinin diğerine nisbetle bir üstünlüğü bulunmayan lafızdır, dedikten sonra mücmellik sebepleri olarak yedi   şey zikretmiştir. Bunlardan biri altın ve güneş için kullanılan "ayn" sözcüğü ile, hayız ve temizlik süresi için kullanılan "kar' " sözcüğünde olduğu gibi  lafzın müşterek olmasın­dan kaynakîanmasıdır. Bazen vakıf ve ibtidâ yüzünden yani âyetin han­gi kelimesi üzerinde durulacağının açık olmaması sebebiyle de icmallik doğabilir.âyetinde olduğu gibi.

[2] Yani huzurunda yapılan ya da sonradan haberini aldığı birşeye karşı tepki göstermeyip, ses çıkarmaması ve böylece onu onaylamış olması. Hz. Peygamber (s.a.) hakikati açıklamakla memur olduğu için, bu gibi durumlarda susması delil kabul edilmektedir. Zira o şey yanlış olsaydı, susmayıp mutlaka müdahale etmesi ve onu tashih etmesi gerekirdi. (Ç)

[3] Nahl 16/44.

[4] Buhârî, Tefsir, 65/1.

[5] İnşikâk 84/8.

[6] Müslim, Cennet, 79 ; Buhârî, İlm, 35 ; Tirmizî, Tefsir, 84/2.

[7] Daha önce geçmişti [3/143].

[8] Meselâ Arafa gününde, Arafat'ta devesinin üzerinde iken bir bardak süt almış ve içmişti. Böylece o günde Arafat'ta oruç tutmanın meşru olmadı­ğını açıklamış bulunuyordu.

[9] Muvatta, Sıyâm, 5.

[10] Ahzâb 33/37.

[11] Her ikisi de daha Önce geçmişti [3/52],

[12] Hz. Peygamber'in (s.a.) âzâdhsı Zeyd ile Hz. Peygamber'in (s.a.) çok sev­diği oğlu Üsâme'nin renkleri birbirini tutmuyordu. Münafıklar ileri geri" laf ediyorlardı. Birgün kâif olan Müdlicli Mücezziz gelmiş, bir örtü altın­da yatmakta olan Zeyd ile Üsâme'nin ayaklarını görünce "Bu ayaklar birbirindendir" demişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) çok sevinmişti. Bu hadisi İmam Şafiî delil olarak almış ve nesebin ispat yollarından biri-•*       nin de kâifîn teşhisi olduğunu söylemiştir. Hanefîler, Rasûlullah'm (s.a.) sevincinin, münafıkların aleyhine kendi itikatlarınca doğru olan bir deli­lin ortaya çıkmış olması ve bundan böyle onun nesebine ileri geri laf uza-tamayacakl arına inanması sebebiyledir, derler. Yoksa bu hadis, nesebin tesbiti konusunda mücerred kâifliğin de bir delil olduğunu göstermez  

[13] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/289-290

[14] Yani peygamberlik vazifesinin yerine getirilmesi konusunda.

[15] Bakara 2/174.

[16] Bakara 2/42.

[17] Bakara 2/140.

[18] Buhârî, İlm, 25 , Hacc, 133 ; Müslim, Hacc, 446.

[19] Buhârî, İlim, 15.

[20] Yani eğer âlimlerin mevcut olması sebebiyle ilim mevcut oisaydı, kendi­lerine düşen görev gereği olmak üzere o ilmi izhar ederler ve böylece ce­halet ortaya çıkmazdı. Bu da, âlimlerin görevinin ilmi yaymak olduğunu gösterir.

[21] Buhârî, İlim, 31.

[22] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/291

[23] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/292-295

[24] Meselâ Hz. Peygamber'in (s.a.) Kur'ân dışında kendisine gelen vahye müsteniden işlemiş olduğu fiili ile, bizzat Kur'ân'da yer alan asıl nass~ dan anlaşılamayacak bazı tafsilatlar ve ilavelerde bulunduğunu düşünelim; bu fiilî beyanın fazladan olarak getirdiği ilaveler ve tafsilat, Kur'ân nassı ile karşılaştırılıp ona uygulandığında, Kur'ân nassı bunları ne red­dedecek ne de onlarla ters düşecektir; aksine hem onlara hem de başka­larına ihtimal dahilinde olacaktır. Dolayısıyla fiilî beyan, sözlü beyandan bu bakımdan daha güçlü olacaktır.

[25] Söz ne kadar uzun olursa olsun, fiilden ortaya çıkan detayların ve ona ait keyfiyetin belirlenmesinde yeterli olamaz. Bu yüzdendir ki, herhangi bir sanatın elde edilebilmesi için fiilî olarak ona belli bir süre devam et­mek gerekmekte, hiçbir zaman onun Öğrenilmesi sözlü açıklamalarla mümkün olmamaktadır.

[26] Rükün, şart ve müstahaplardan oluşan, sonra iptal ve ifsad edicileri, arızî halleri bulunan mürekkep amellerde, hiçbir zaman sözlü beyan fii­lin yerini tutamaz. İnsanlar arasında da âdeten bunları belirleyecek bir sınırlama yoktur. Meselâ hacc ve namaz gibi. Sadece sözlü olarak açıkla­ma yapma durumunda, bu beyan hiçbir zaman için tam olamaz ve mü­kellefin yaptığı şeyin istenilen şeyden az ya da çok olmaksızın tıpa tıp aynı olması mümkün değildir.  Zira bunların asılları her ne kadar basit ve mutat olan fiiller ise de, keyfiyetlerinde tadil, terkip, nesh vb. söz ko­nusu olmuştur. Dolayısıyla mutat olan ve herkes tarafından anlaşılabi­len basit bir fiilin işlenmesini isteyen sözlü bir beyan gibi, namaz kıl ya da hacc yap demekle, bu tekliflerin mahiyetinin anlaşılması ve keyfiyet­lerinin zaptedilmesi mümkün olmaz. Kaldı ki namazlar arasında da adet, keyfiyet, hüküm vb. farklılıkları vardır. Bütün bunların tafsilatın­da sözlü beyan yeterli değildir.

[27] Meselâ bir terziye, şöyle şöyle bir elbise dik denildiği zaman, dikilen elbi­se maksada tam uygun düşer. Çünkü onun şöyle şöyle bir elbise demesi aslında, daha önceden var olan şekliyle bir fiili atıf olmaktadır. Atfedilen o fiil sayesinde de, kişinin maksadı tam olarak anlaşüabilmektedir.

[28] Ahzâb 33/21.

[29] Her ikisi de daha önce geçmişti [3/52].

[30] Yani Hz. Peygamber'in (s.a.) mücerred Fiili, o konuda kendisine uyulması gerektiğini bildirme bakımından yeterli görülmemiş ve ayrıca sözlü be­yanlarla ona uyma gereği bildirilmiştir. Çünkü fiilin bizzat kendisi, o fii­lin sadece Hz. Peygamber'e (s.a.) has olmayıp, ümmet için de aynen yap­maları gereken bir yükümlülük olduğunu göstermez. O yüzden âyet ve hadisler gelerek o fiil konusunda Hz. Peygamber'e (s.a.) uyulması gerek­tiği, o hükmün kendileri için de âmm olduğunu ve keyfiyetin de gördük­leri şekil üzere bulunduğunu beyan etmiştir.

[31] Usûlcülerin zikrettikleri gibi. Fiilin daha açık olduğunu tercih edenler şöyle demektedirler: Fiil maksada delâlet bakımından daha güçlüdür; haber gözle görmek, ve gözlem yapmak gibi değildir. Bir kısmı da sözlü beyanı öne almakta ve şöyle demektedirler: Söz bizatihi maksûda delâlet eder. Fiil ise, onun mücmelin beyanı olduğunu gösteren üç şeyden biri vasıtasıyla ancak delâlet edebilir. Bunlar: Akıl, o fiilin mücmelin beyanı olduğuna delâlet eden nass, ya da fiilin beyan olduğunun failin kastın­dan zorunlu olarak bilinmesidir. Bu durum, söz ve fiilin bir araya gelip ihtilaf ettikleVi zaman böyledir.   Bir araya gelirler ve birbirine muvafık olurlarsa, o zaman onlardan daha önce olanı beyan, diğeri de onu tekit etmiş olur. Usûlcülerin sözlerinin özeti işte budur ve onlar müellifin yap­tığı gibi her birinin diğerine nisbetle üstün yönleri olduğu noktasını ele almamışlardır.

[32] Hz. Âişe'nin rivayet ettiği hadis şöyledir: "Sünnet mahalli içeri girdi mi, gusül vacip olmuştur. Birinde ben ve Rasûlullah (s.a.) böyle yaptık ve guslettik" (Buhâri, Gusl, 28 ; Müslim, Hayz, 88)

[33] Hz. Âişe hadisinin tamamen sözlü beyan olduğunu ileri sürenler olabilir. O yüzden böyle bir ifade kullanmıştır.

[34] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/295-302

[35] Bakara 2/44. "Düşünmez misiniz?'' fiilinin ya mefûlü mahzuftur. Yani "bu iki zıt şeyi birleştirmenin kötülüğünü düşünmez misiniz?" şeklinde olabilir. Kişinin başkalarından iyilik ve ihsanda bulunmalarını istemesi ve sonra kendisini unutması, itikadmca emrettiği şeyin iyilik olmadığını gösterir. Ya da fiil lâzım mesabesinde kabul edilir ve o zaman da şöyle mânâ verilir: Siz aklınızı mı kaybettiniz ki, sizden böyle bir davranış şekli ortaya çıkıyor. Her iki halde de âyet, yaptıkları bu işin son derece çirkin olduğunu ortaya koymaktadır.

[36] Saff61/2.

[37] Ahzâb 33/23.

[38] Tevbe 9/75.

[39] Bezzâr ve Taberânî, Kesir b. Abdillah senediyle rivayet etmişlerdir. Bu zat, zayıftır. Tirmizî ise, bazı yerlerde hasen kabul ederken, bazı yerler­de de sahih olduğunu söylemiştir.

[40] İşte bu mahzurundan dolayı İmam Mâlik, kendisinin furûa ait görüşle­rinin yazılmasını hoş görmezdi. Çünkü yazıldıktan sonra o görüş çeşitli ülkelerde yayılabilir; fakat kendisi o görüşünden rücû etmiş olabilirdi.

[41] Vacip farz anlamındadır. (Ç)

[42] Ramazan orucunun devamı ya da namazların son sünnetleri gibi Rama­zan orucunun sünneti zannedilebilir korkusu ile terketmek. Nitekim bu İmam Mâlik'ten rivayet edilmiştir.

[43] Yani bu düşünceyi izale edecek ve insanları o şeyi işlemeye itecek kadar yapmak yoluyla.

[44] Ahzâb 33/21.

[45] Ahzâb 33/37.

[46] Muvatta, Sıyâm, 9.

[47] Muvatta, Sıyâm, 10-12.

[48] Hadis oruçlunun hanımını öpmesi hakkındadır, bkz. Muvatta, Sıyâm, 5. Daha önce de geçmişti [3/309] .

[49] Bakara 2/197.

[50] Daha önce İmam Mâiik'in böyle bir secdenin aslı olmadığını belirttiği ve Hz. Ebû Bekir'den bu yolda yapılan rivayeti kabul etmediği geçmişti. [2/4101

[51] Yedinci meselede.

[52] Yani meselâ fiili tümden terketmek veya devamlı olarak işlemek... gibi

[53] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/295-302

[54] Yani tam bir eşitleme. Bunun içerisine itikadı yönden eşitleme de girer. Sadece sözde ve fiilde eşitlemeye gelince, bu itikat konusunda mendubun da aynen vacip gibi olduğu şeklinde yanlış bir inanca götürmeyecek şe­kilde ise sahih olmaktadır.

[55] Müslim, Sıyâm, 148.

[56] Buhârî, Ezan, 159 ; Ebû Dâvûd, Salât, 198 ; Dârimî, Müslim,Salât, 89.

[57] Buharı Aman, 34, Savm, 1 ; Müslim, îmân, 8 ; Ebû Dâvûd, Salât, 1.

[58] Ebû Dâvûd, Menâsik, 87 ; Nesâî, Hacc, 224 ; İbn Mâce, Menâsik, 74 ; Dârimî, Menâsik, 50,

[59] Müellif el-İ'tisâm adlı kitabının ikinci cildinde şöyle der: Âlimler bu ya­sağın, o oruçların Ramazan'dan sanılması endişesiyle geldiğini söylemiş­lerdir. Yani aslında nafile olduğu halde, vacip samlabilir; o yüzden de ya­sak edilmiştir. Aynı izah, sadece cuma günü oruç tutmak ve sadece cumu gecelerini ihya etmek için de söylenebilir.

[60] Bayram gününde oruç tutulmasının haram kılınması buraya uygun bir örnek değildir; çünkü o müstakil olarak gelen bir yasaktır.

[61] Hiristiyan ruhbanlarının yaptığı gibi, dünyadan tamamen el-etek çek­mek, evlenmemek mânâsına olan uzlet yasaklanmıştır. Ancak âyetteki tebettülden  maksat,  ibadetlerde ve   diğer hallerde ihlaslı  olmak manasınadır. Hz. Peygamber (s.a.), Osman b. Maz'ûn'un ruhbanlar gibi bir hayat tarzını seçmek arzusuna karşı: "Sünnetimden yüz çeviren ben­den değildir" buyurarak onun bu arzusunu tasvip etmemiştir. Bu hadis, böyle bir hayat tarzının vacip ile karıştırılma tehlikesi bulunan bir men­dup olması bir tarafa, onun aslen meşru olmadığım gösterir.

[62] Ahmed, 3/158, 245, 5/17.

[63] Müzemmil 73/8.

[64] Buhâri, Savm, 49; Müslim, Müsâfirin, 215.

[65]  Bir rivayette de "Ben ise onu kılıyorum" şeklindedir. Hadis daha önce geçmişti: [3/60]. "Hz. Peygamber (s.a.), kuşluk namazını asla  kılmamıştır" sözünden maksat "Ben onu kuşluk namazı kılarken görme­dim..." manasınadır. Yoksa Hz. Peygamber'in (s.a.) kuşluk namazını kı­lar olduğunu gösteren rivayetler vardır.

[66] bkz. Tecrîd. 4/71-72.

[67] Müellif bu ikinci tevilin daha güçlü olduğunu ve böylece birinci tevile yö­neltilen eleştiriden ve el-Kâdî Ebu't-Tayyib tarafından, mümkündür ki Allah Teâlâ peygamberine "Eğer devam edersen onlar üzerine farz ola­caktır" âiy e vahyetmiş olsun, şeklinde verilen doyurucu olmayan cevap­tan da kurtulunmuş olacağını belirtmek istemektedir. O, verilen bu izah tarzını doyurucu görmeyerek ikinci tevil şeklini yerinde bir izah olarak görmüş ve istidlalini de onun üzerine bina etmiştir. Diğerleri gibi onun sadece mümkün olmadığını aksine yerinde olduğunu söylemiştir. Çünkü mücerred zayıf bir imkân, onu istidlal yollarından biri kılmasını elverişli hale getiremez.

[68] Yani Hanefîlerde olduğu gibi vacip değil, sünnet.

[69] Buhâri, Cum'a, 13 ; Müslim, Salât, 136 ; Ebû Dâvûd, Saiât, 52.

[70]  Bu son örnekte, vacip olmayanın vacip sanılması şeklinde bir endişe yok­tur. Keza terkinin, kişinin diyanetini zedelemeyeceğini bildirmek kabilin­den de değildir. Dolayısıyla onun buraya alınmasının bir mânâsı yoktur.

[71] Bu mahzurdan dolayı, bu orucun mekruh olduğunu söyleyen İmâmiy-ye'ye ta'neden eş-Şevkânî'ye ne demeli!

[72] Bu ifade, meselenin başında söylediği: "Eğer mendup söz, ya da fiilde va­ciple eşit tutulacaksa bunun itikat açısından herhangi bir ihlâli getirme­mesi gerekir" sözünün gereğine yönelik olmalıdır. Bu da meselâ, matlup olan o şeyi örnek durumunda olan kimselerin halktan gizleyerek yap­maları şeklinde olabilir.

[73] Teravihi birkaç gece kıldıktan sonra terketmesi, beyanın mendubun sonrasında oluşuna örnektir. Kuşluk namazım Hz. Aişe görmeyecek şe­kilde gizlemiş olması da onun beraberinde olan bir beyan şeklidir.

[74] Tirmizî, İlim, 16.

[75] İmam Mâlik'in rivayetine göre   Hz. Ömer, içlerinde Amr b. el-As'ın da bulunduğu bir kafile ile umreye çıkmıştı. Hz. Ömer ihtilam oldu. Sabah çok yakındı. Kafilede de su yoktu. Hz. Ömer bineğine bindi, suyun yanı­na gitti ve ihtilam eseri olarak gördüğü şeyleri yıkadı. Bu arada ortalık aydınlandı. Amr b. el-As'ın kendisine: "Beraberimizde elbiseler var. Bı­rak elbisen yıkansın" demesi üzerine yukarıdaki sözünü söyledi. (Muvat-ta, Taharet, 83.) Daha önce de geçmişti: [3/215]

[76] Hz. Ömer, Ömer b. Abdulaziz'in ana tarafından dedesi olmaktadır.

[77] el-Ahkâmu's-Sultâniyye, 275

[78] Hz. Peygamber (s.a.), camiye cemaate gelmeyenlerin evlerini başlarına yakmayı düşünmüştür. Bunun münafıklara has olduğu ileride gelecek­tir. Hadis için bkz. Buhâri, Ezan, 29, 34 ; Müslim, Mesâcid, 251-254.

[79] Bakara 2/104.

[80] En'âm 6/108.

[81] Çünkü zamanla onun dışında yer alan diğer sünnet ve hadislerle amel edilmesinin caiz olmayacağı telakkisi hâkim olmaya başlayacaktı.

[82] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/302-310

[83] Yani ne sözlü beyanda ne de fiilî tatbikatta. Aksine bunların aynı şey ol­madıkları ya hem söz ve fiil ile, ya da ikisinden biri ile belirtilmelidir.

[84] Menduplarla ve mekruhlarla karıştırılmaması diyerek vacip ve haramı zikre gerek duymamıştır. Çünkü onlarla karıştırılma tehlikesi uzaktır. Mendup ve mekruhlarla karıştırılma tehlikesi ise —geleceği gibi— uzak değildir.

[85]  Hz. Ömer, bu sözü İslâm ile Arab'ın özdeşleştiği bir dönemde söylemiştir. Dolayısıyla böyle bir dönemde Acem kültür ve medeniyetine kucak açma ya da yabancı hayranlığı, İslâm'dan o kadar uzaklaşmayı, İslâm­lıkla özdeşleşen Arap geleneklerine bağlılık da İslâm'a o kadar yaklaş­mayı gerektiriyordu. Nitekim Balkan ülkelerinde de bir zamanlar İslâmlıkla Türklük özdeş olmuş ve insanlar "ben müslümanım" yerine "elhamdülillah ben Türküm" der olmuşlardı. Dolayısıyla Hz. Ömer'in sö­zünü bu şekilde anlamak ve onun bir Arap milliyetçisi olduğu şeklinde yorumlamamak gerekmektedir. (Ç)

[86] Buhârî, Et'ime, 10, 14.

[87] Müslim, Eşribe, 171; Tirmizî, Et'ime, 13, Ahmed, 4/249, 252.

[88] Tirmizî, Et'ime, 14.

[89] bkz. Buhârî, Nikâh, 98.

[90] İbn Kesîr, 1/562.

[91] Bu, hanımlardan birinin kocasının yanında gecelemesi (kasm) hakkın­dan kuması lehine feragatta bulunması. Bunun caiz olduğu beyan edil­miştir; eğer beyan edilmemiş olsaydı, bu mubahın âdeten câri olan du­rum doğrultusunda terki, onun şer'an da mekruh bulunduğu kanaatini doğururdu.

[92] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/310-311

[93] Türkçede sin kefile ifade edilen "eniktehâ" kelimesini kullanmıştır.

[94] Ebû Dâvûd, Hudûd, Hadis no: 4428 (4/148).

[95] Daha önce geçmişti [3/309].

[96] [3/321],

[97] Mekruhtan alıkoymak için baş vurulacak yollar yani te'dib şekli, haram­dan alıkoymak için uygulanacak olanlardan daha hafif olur.

[98] Bu konuda müellifin el-İ'tisâm adlı kitabının ikinci cildinde geniş bilgi vardır.

[99] Daha önce geçmişti [3/215, 327]

[100] Şâri'in kasamın korunması ve her meselede hem küllinin hem da cüz'înin aynı anda dikkate alınması, ne külli kaidelerin ne de husûsî nassların ihmal edilmemesi şartı. Buna göre meselemiz hakkında bazı cüz'î deliller vardır ve bunlar, bazı vacip olmaksızın matlup bulunan fiil­leri, Hz. Peygamber'in (s.a.) izhar ettiğine ve onlar üzerinde devamlılık gösterdiğine delâlet etmektedir. Bunlar farz namazlar için kamet getir­mek, ihram tekbiri sırasında eli kaldırmak, selâma sağdan başlamak... gibi şeylerdir. Bu ve benzeri şeylerin bu kaideden istisna edilmesi gerek­mektedir ki bunun sonucunda üzerinde ittifak bulunan bu cüz'î nasslar ihmal edilmiş olmasın. Bu, Deliller bölümünün başında geçtiği gibi me­selenin genelleştirilmesine engel değildir.

[101] Yani mendup olan amellerin iltizam edilmesine. Bunlardan ancak, in­sanların huzurunda yapılması halinde başkalarının örnek alması endişe­sinin bulunması durumunda menedilmekteydi

[102] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/311-316

[103] Bakara 2/174.

[104] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/316-317

[105] Hudeybiye umresinde bizzat kendisi ve sahabe ihramdan çıkmıştır. Hac-cı ile beraber yaptığı umrede ise, sahih olan görüşe göre Hz. Peygamber (s.a.), kıran haccı yapmış ve kurban sevketmiştî. Bu yüzden bizzat kendi­si ihramdan çıkmamış, kurban sevketmeyenlere ise umre  ihramından —başta bu ihramla hacca da niyet etmiş olsun olmasınlar— çıkmalarını emretmişti.

[106] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/317-318

[107] Nahl 16/44.

[108] Mâide 5/6.

[109] Yani kendi aralarında ihtilaf etmişlerse ya da bazıları beyanda bulun­muş, başkalarından ona muhalif bir beyan nakledilmemiş ise. Müellif bunu iki kısımda ele almış ve birinciyi içtihada açık kabul ederken, ikin­ciyi itimat ve tercihe şayan kısımdan saymıştır.

[110] Buhârî, Savm, 45 ; Müslim, Sıyâm, 48.

[111] Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın kendilerine muhalefet ve onların dinde aşın hareket eden kimseler olduğunu beyan etmeyi kastettikleri bu doğulular da kim?!

[112] Yani, tehir konusunda aşırı giden yahudilere benzememek için iftarda acele edilmesinin mendup olması, iftarın illâ da namazdan önce yapılma­sını gerekli kılmaz. Bu durumda bu ifade, öncesi ile uyum içinde olur.

[113] Buhârî, Savm, 11 ; Müslim, Sıyâm, 3.

[114] Yani eğer görme güneşin batmasından sonra olmuş ise ertesi günü iftar edilir. Ama ekser olmayan bir şekilde   görülürse ki bu güneş batmadan önce görülmesi demektir, o zaman iftar bizzat o günde yapılır, ertesi güne ait olmaz. İşte Hz. Osman uygulamasıyla, bu kaydın gerekli olma­dığını açıklamış oldu ve hilâli görme sebebiyle oruç tutmama hükmünün —guruptan Önce de olsa sonra da olsa— ertesi gün için olduğunu göster­di. Uygulamasında hilâli gördüğü halde orucunu bozmadı ve güneşin batmasını bekledi. Mesele ihtilaflı bir konudur. Ebû Yusuf, eğer zevalden Önce görülmüşse hilâl geçen güne aittir, zevalden sonra görül­müşse gelecek güne aittir demiştir. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve imam Şafiî ise —Hz. Osman gibi— görülen hilâlin —ister zevalden önce olsun ister sonra— geçmiş gün için sayılamayacağı görüşündedirler.

[115] Cum'a 62/10.

[116] Yani taklidi konusunda olduğu gibi, sahâbî kavlinin delil olup olmadığı konusunda da görüş ayrılıkları vardır. Sahâbî kavlinin, müctehid olan diğer sahâbîler hakkında hüccet olmadığı konusunda icmâ bulunmakta­dır. Tabiîn ve onlardan sonra gelen müctehidler hakkında ise, kıyastan önce gelen bir delil oluşu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Tercih edilen gö­rüşe göre, o hüccet değildir. Müellif orta bir yol tutmuş ve mesele, eğer üzerinde ictihad için sahabenin sahip olduğu meziyetlerin bulunması (yani dile selika olarak vukûfiyetleri ve şeriatın ruhunu kavramış olma­ları, bizzat olayların içerisinde yaşamış, hal karinelerini görmüş olmala­rı sebebiyle sahip oldukları ayrıcalık) şart olan kısımdan ise, o konuda sahâbî kavlini-nin hüccet sayılmasını; eğer öyle değilse, içtihada açık olacağını savunmuştur.

[117] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 ; Tirmizî, İlm, 16 ; îbn Mâce, Mukaddime, 6. Ha­diste uyulması istenen, bizzat onların kendi görüş ve ictihadlan olabile­ceği gibi, onların Hz. Peygamberden (s.a.) nakletmiş oldukları sünnet de olabilir. Bu durumda, bu iki ihtimalden birini diğerine tercih etmek zor­dur

[118] Avl, ferâizde payların toplamının naydadan büyük olması. Bu durumda payların toplamı payda yapılır ve herkesin payı aynı oranda küçülür. (Ç)

[119] Dolayısıyla sahâbî kavlini kıyas üzerine takdim ederler. İmam Mâlik, İmam Şafiî, bir kavlinde İmam Ahmed b. Hanbel ve Ebû Hanîfe'nin bazı talebeleri bu görüştedir.

[120] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/318-321

[121] İlimde yüksek payeye erişenlerin (râsihûn) müteşâbihi bilebilecekleri gö­rüşünü kabullendiğimizde bu böyle. Ama onların müteşâbihleri bileme­yeceği görüşünden gidersek, o zaman yükümlülüğün sadece iman yönün­den olduğunu; onların Allah katından olduğuna inanmadan öte birşey lâzım gelmeyeceğini ifade etmememiz gerekir.

[122] Mâide 5/3.

[123] Âl-i İmrân 3/138.

[124] Nahi 16/44.

[125] Bakara 2/2.

[126] Lokman 31/3.

[127] İbn Mâce, Mukaddime, 1, 6.

[128] Muvatta, Kader, 3.

[129] Nisa 4/59.

[130] Hadisi İmam Şâfıî, Müsned'inde rivayet etmiştir. Rasûlullah'm (s.a.), emredilen ve yasaklanılan herşeyi emretmiş ve yasaklamış olması, on­larda mücmellik bulunmadığı anlamına gelmez. Aynı itiraz birinci âyet için de geçerlidir. Ancak nimetin tamamlanmış olduğunun bildirilmesi, istidlal yolunu biraz güçlendirir. Çünkü şeriatta mücmellik kaldığı süre­ce, henüz nimet tamamlanmış olmaz. Aynı şey dinin kemâli noktasından yaklaşıldığında da söylenebilir ve bu da mücmelfiğjn olmamasını lâzım kılar. Hadis için ise, itirazı defedecek bir izah şekli yoktur.

[131] Daha önce geçti [3/309].

[132] Fıtır sadakasının vacip kılınması, pazarlık kızıştırmanın, garar satışının yasaklanması, ehli eşeklerin yenmesinin haram kılınması... gibi.

[133] Yani vaz' itibarıyla konulmuş olan mânâsının anlaşılmasına imkân bu­lunmayan, Allah'a nisbetle el, yüz, inmek gibi kelimelerin kullanılması sonucunda ortaya çıkan mânâ.

[134] Âl-i İmrân 3/7.

[135] Âl-i İmrân 3/7.

[136] Yani izafî olmayıp hiçbir şekilde bilinme imkânı olmayan, hakkında açıklayıcı delil konulmayan hakîkî müteşâbih hakkında.

[137] Daha önce geçmişti [3/86].

[138] Âl-i İmrân 3/7.

[139] Âl-i İmrân 3/7.

[140] Üçüncü nev"i, üçüncü meselede.

[141] Daha önce geçmişti [3/86].

[142] Tâhâ 20/5.

[143] Buhârî, Teheccüd, 14; Müslim, Müsâfırîn, 168-170.

[144] Hatta daha da ileride olduğunu söyleyebiliriz.   Çünkü orada beyanın mücerred tehiri sözkonusudur; yani beyan vardır da sonraya bırakılmış­tır. Burada ise beyan esastan yoktur; ne Hz. Peygamber (s.a.) devrinde ne de daha sonra.

[145] İkisi diye kayıtlaması, birinci hakkında sonucu zikrettiği içindir.

[146] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/322-326