İkinci Taraf 1

Tafsil Üzere Deliller. 1

(Kitap, Sünnet, İcmâ Ve Re'y) 1

Kitap (Kur'ân) 1

Birinci Mesele: 1

İkinci Mesele: 3

Üçüncü Mesele: 7

Dördüncü Mesele: 11

Beşinci Mesele: 18

Altıncı Mesele: 19

Yedinci Mesele: 23

Sekizinci Mesele: 28

Dokuzuncu Mesele: 34

Onuncu Mesele: 42

Onbirinci Mesele: 44

Onikincî Mesele: 46

Onikinci Mesele: 48

Ondördüncü Mesele: 53

 

 

 

İKİNCİ TARAF

TAFSİL ÜZERE DELİLLER

(Kitap, Sünnet, İcmâ ve Re'y)

 

KİTAP (KUR'ÂN)

 

Daha önce deliller genel olarak ele alınmıştı. Burada ise ayrı ayrı ele alınacaktır.

Deliller dört tanedir: Kitap, Sünnet, İcmâ ve Re'y (yani Kıyâs ve diğer aklî deliller).

Kitap ve Sünnet, diğer delillerin aslını teşkil ettiği için, biz bu­rada sadece ikisi üzerinde duracağız. Hem sonra Kitap ve Sünnet konularını işlerken, araştırıcının diğer konular için ihtiyaç duyaca­ğı pek çok şey zaten verilmiş olmaktadır. Bununla beraber usûlcü-ler, Kitap ve Sünnet üzerinde durdukları gibi onlar üzerinde de du­rarak tekellüfe girmişlerdir. Biz, icmâ ve re'y hakkında sükût geç­meyi ve sadece Kitap ve Sünnet üzerinde durmayı uygun gördük. Yardım ancak Allah'tandır.

Bu ikisinden birincisi yani Kitap, bütün delillerin aslım teşkil eder. Bu konu altına çeşitli meseleler girer:                                      

BİRİNCİ MESELE:

 

Kitap, şeriatın küllî esaslarını teşkil eder, İslâm ümmetinin belkemiğini oluşturur; o hikmet pınarı, peygamberlik mucizesi, göz­lerin ve kalplerin nurudur; Allah'a ondan başka giden yol yoktur, onsuz kurtuluş imkânsızdır, ona muhalif birşeye yapışmak yoktur. Bütün bunlar delil ikamesine ihtiyaç göstermeyecek kadar açık-se-çik şeylerdir. Çünkü bunlar, İslâm dininde zorunlu olarak bilinir.

Durum böyle olunca, şeriatın küllî esaslarına vakıf olmak, onun yüce maksatlarını kavramak ve din âlimlerinden olmak iste­yen bir kimsenin zorunlu olarak gece gündüz Kur'ân'ı kendisine yoldaş edinmesi, sadece biri ile yetinmeyerek hem nazari hem de amelî olarak onu kendisine rehber edinmesi ve üzerinde düşünüp çalışması gerekecektir, ki bunun sonucunda arzusuna ulaşabilsin, maksadını elde etsin ve kendisini ilklerden ve Önde gelen din âlimlerinden bulsun. Buna kendiliğinden kadir ise ne âlâ! Ancak bu mertebeye sadece, Kitabı açıklayıcı durumda olan sünnete vakıf olanlar kadir olabilirler. Değilse, o zaman müctehid imamlar ve se­lefin önde gelenlerine ait açıklamalar, bu yüce maksadı ve üstün mertebeyi kavraması konusunda elinden tutacak ve ona yardımcı olacaktır.

Sonra, bilindiği gibi Kur'ân en büyük mucizedir ve onun i'câzı, Arap fasihlerini susturmuş, beliğlerini acze düşürmüş ve onun bir benzerini getirememişlerdir. Kur'ân'ın bu özelliği, onu, Arap dilinin özelliklerini taşıyan Arapça bir kitap olmaktan çıkarmaz, içerisinde bulunan Allah'ın emir ve yasaklarım kolay bir şekilde anlamayı en­gellemez. Ancak bu, Arap diline gerçek anlamda vukuf şartı ile mümkün olacaktır. Nitekim İctihâd bölümünde bu konu açıklana­caktır. Eğer Kur'ân'ın i'câzı, onu anlaşılır olmaktan çıkaracak ol­saydı, o zaman kullara yönelik teklif hitabı, anlaşilamayacağı için takat üstü yükümlülük şeklini alacaktı. Böyle bir yükümlülük şekli ise bu ümmetten kaldırılmıştır. Bu özellik, onun i'câz yönlerinden birini teşkil eder. Zira üslup, mânâ, anlaşılırlık ve kavranıl abilir-lik... gibi tüm yönlerden insanların sözlerine benzer bir kelâm ko­nulsun, fakat hiçbir kimse ona bir nazirede bulunanlasın; bunun için herkesin bir araya gelmesi ve birbirine yardımcı olması ve böy­lece bir benzerini getirmeleri için meydan okunsun, üstelik bunlar bu konuda da en yetkili kimseler olsunlar, buna rağmen bir sûresini dahi ortaya koymaktan aciz kalsınlar, işte bu durum onun gerçek bir mucize oluşunu gösterir.

Konu ile ilgili nasslardan bazıları şunlardır:

"And olsun ki, Kur'ân'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?"[1]

"Ey Muhammedi Biz Kur'ân'ı Allah'a karşı gelmekten sakınan­ları müjdelemen ve inatçı milleti uyarman için senin dilinde indire Tek kolaylaştırdık'[2]

"Bilen bir millet için Arapça okunarak âyetleri uzun uzun açık-lanmıştır"[3]

"Apaçık Arap diliyle, uyaranlardan olman için.[4]

Bu durumda Kur'ân'ın i'câzı hangi yönden[5] olursa olsun, bu onun anlaşılır ve mânâlarının kavranılır olmasına engel değildir.

"Ey Muhammedi Sana indirdiğimiz bu kitap mübarektir; âyet­lerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar"[6]Kur'ân'ın bu yönü, onun mânâlarının anlaşılabilmesinin ve böylece üzerinde dü-şünülebilmesinin mümkün olmasını gerektirir. Diğer benzeri yön­ler için de durum aynıdır ve bu husus açıktır. [7]

İKİNCİ MESELE:

 

Kur'ân'ı tam olarak anlayabilmek için nüzul sebeplerini bilmek gerekir.

Buna iki husus delâlet eder:

1.

Kur'ân'ın i'câzı iki şeyle bilinir:

a) Arap dilinin kullanılışında gözetilen maksatları bilmek.

b) Meânî ve Beyan ilimlerini bilmek. Bu ilimlerin esasını ise, halin iktizâ ettiği durumları bilmek teşkil eder: Meselâ, biz­zat hitap yönünden hitabın halini, hitap edenin (muhâtıb) veya muhatabın halini ya da hepsinin halini bilmek gibi. Zi­ra aynı söz, iki ayrı hale, iki ayrı muhataba ve daha başka durumlara göre farklı farklı anlaşılabilir. Meselâ, istifhamı (soru) ele alalım: Bunun lafzı aynıdır; fakat gerçek soru ya­nında takrir (onaylama), tevbîh (azarlama) vb. gibi başka mânâları da verir. Keza emir sîgası, emretme yanında, ibâ-ha, tehdit, ta'cîz... vb. gibi mânâlar da içerir. Bu durumda maksûd olan mânâya delâleti ancak haricî unsurlar (hal karineleri) belirler. Bunların esasını da halin gerekleri oluş­turur. Her hal nakledilemez, her karine de nakledilen sözle birlikte bulunamaz. Maksadı belirlemeye delâlet eden bu karinelerden bir kısmı yok olduğu zaman, o sözün anlaşıl­ması tümden imkânsız hale gelebilir veya ancak kısmen doğru anlaşılabilir. İşte nüzul sebeplerini bilmek, bu türden olan müşküleri ortadan kaldırır. Dolayısıyla nüzul sebeple­rini bilmek, Kitab'm anlaşılabilmesi için zarurî olan ilimler­dendir. Sebebin bilinmesi ise, halin gereğim bilmek demek­tir.

2.

Nüzul sebeplerini bilmemek, şüphe ve çıkmazlar içerisine dü­şülmesine yol açar, aslında zahir olan nassları mücmel hale sokar ve bunun sonucunda ihtilâflar doğar. Bu ise, anlaşmazlıklara ve ümmetin bölünmesine sebep olabilir.

Bu hususu Ebû Ubeyd'in naklettiği şu olay gayet iyi açıklar: İbrahim et-Teymî anlatır: Birgün Hz. Ömer yalnız başına kaldı ve düşünceye dalarak kendi kendine: "Bu ümmet nasıl olur da ihtilafa düşebilir; peygamberi bir, kıblesi bir" dedi. (Onun bu düşüncesini okur gibi) İbn Abbâs şöyle dedi: "Ey Mü'minlerin emiri! Bize Kur'ân indi ve biz onu okuduk. Okurken, onun kimin hakkında nazil oldu­ğunu biliyorduk. Bizden sonra kavimler gelecek; bunlar Kur'ân okuyacaklar fakat kimin hakkında indiğini bilmeyecekler. Bunun sonucunda Kur'ân hakkında şahsî görüşler (re'y) ortaya çıkacak. Onun hakkında şahsî görüşler ortaya çıkınca da ihtilafa düşecek­ler, ihtilafa düşünce de birbirine girecekler" Böyle deyince Hz. Ömer onu susturdu ve azarladı. İbn Abbâs da oradan ayrıldı. Hz. Ömer, onun sözleri üzerinde düşündü ve ne kastettiğini anladı. Bu­nun üzerine onu çağırttı ve: "Sözlerini bana tekrarla!" dedi. O da tekrarladı. Hz. Ömer, sözünün mânâsını anladı ve bu yorum hoşu­na gitti.

İbn Abbâs'm sözü dikkate alınması bakımından sahihtir ve o anlaşıldığında maksat en yakın bir şekilde ortaya çıkacaktır.

İbn Vehb, Bükeyr'den rivayet eder: O Nâfi'e: "İbn Ömer'in Harûriyye[8] hakkındaki görüşü ne idi?" diye sorar. Nâfi' şöyle der: "Onları insanların en şerlileri görürdü. Çünkü onlar, kâfirler hak­kında inen âyetlerden hareket etmişler ve onları mü'minler aley­hinde kullanmışlardır" İbn Abbâs'm üzerine dikkat çektiği re'yin mânâsı işte budur ve Kur'ân'ın niçin indiğini bilmemekten kaynak­lanmaktadır.

Mervan, kapıcısına: 'Tâ Râfi'! İbn Abbâs'a git ve ona de ki: Eğer kendilerine verilen şeyden dolayı sevinen ve yapmadığı şey­den dolayı da övülmeyi seven herkes azap görecekse, o zaman biz hepimiz azap göreceğiz demektir" (Bu soruya) İbn Abbâs şöyle ce­vap verdi: "Bu âyetle sizin ne ilginiz var? Hz. Peygamber yahudileri çağırmış ve onlara birşey sormuştu. Yahudiler onu sak­ladılar ve yanlış bilgi verdiler. Üstelik kendilerine sorulan konuda cevap vermiş olmaktan dolayı övgü beklediklerini ihsas ettiler ve gizleyip yanlış bilgi verdikleri için de sevindiler" İbn Abbâs sonra şu âyeti okudu: "Allah, kendilerine kitap verilenlerden, onu insan­lara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz, diye ahid almıştı. Onlar ise, onu arkalarına atıp az bir değere değiştiler. Alış verişleri ne kö­tüdür! Ettiklerine sevinen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşla­nanların, sakın sakın onların azaptan kurtulacaklarını sanma;elem verici azap onlaradır[9] Bu sebep, âyetten maksadın, Mervân'-ın anladığı şekilde olmadığını ortaya koymuştur.

"Kunût" kelimesi çeşitli mânâlara gelir[10]; dolayısıyla "Kûmu lillâhi kânitîn"[11]âyetini bu mânâlardan herhangi birine yormak mümkündür. Ancak âyetin iniş sebebi bilindiği zaman, murad olan mânâ açıklık kazanmış olur.[12]                                                             

Hz. Ömer, Kudâme b. Maz'ûn'u Bahreyn'de görevlendirmişti. el-Cârûd, Hz. Ömer'e geldi ve: "Kudâme içki içti ve sarhoş oldu" de­di. Hz. Ömer: "Bu dediğine şahitlik eden var mı?" diye sordu. el-Cârûd: "Ebû Hureyre, dediklerime şahitlik eder" dedi. ( Hz. Ömer, onu çağırttı ve): "Ey Kudâme! Çaresiz seni cezalandıracağım" dedi. Kudâme: "Vallahi, eğer ben onların dediği gibi içmiş olsam bile, sen beni cezalandıramazsın" dedi. Hz. Ömer: "Niye?" diye sordu. O: "Çünkü Allah Teâlâ: 'İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış ol­duklarından dolayı bir günah yoktur.'[13] buyuruyor" dedi. Hz. Ömer: "Ey Kudâme! Hiç şüphe yok ki sen, yanlış tevilde bulunuyor­sun. Eğer sen Allah'tan sakınmış olsaydın, O'nun haram kıldığı şeyden uzak dururdun" dedi.

Başka bir rivayette şöyledir: Kudâme: "Beni niçin cezalandıra-cakmışsm? Benimle senin aranda Allah'ın kitabı var" dedi. Hz. Ömer: "Seni cezalandırmamam için hangi Allah'ın kitabından[14] bahsediyorsun?" diye sordu. O: "Allah kitabında 'İnananlara ve ya­rarlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur.' buyuruyor; ben inanan ve yararlı iş işleyen, sonra sakınıp inanan, sonra sakınıp iyilikler yapan birisiyim; Hz. Peygamber ile birlikte Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te ve daha pek çok yerde bulun­dum" dedi. Hz. Ömer: "Buna cevap vereniniz yok mu?" dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs şöyle dedi: "Bu âyetler, (içkinin haram kılınması hadisesinden) Öncekiler için bir özür, sonrakiler aleyhine de bir hüccettir. Öncekiler, içki haram kılınmadan Önce Allah'a kavuşmuş olmaları sebebiyle mazur görülmüşlerdir. Sonrakiler aleyhine ise bir hüccettir. Çünkü..." dedi ve şu âyetleri okudu: "Ey inananlar! içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir,

bunlardan kaçının ki saadete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve ku­mar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı an­maktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?"[15]

İsmâîl el-Kâdî anlatır: Şam ahalisinden bir grup içki içerler. Başlarında da vali oarak Yezid b. Ebî Süfyan vardır. Bunlar: "İçki bize helâldir" derler ve "inananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur" âyetini kendilerince delil olarak kullanırlar. Yezîd, durumu Hz. Ömer'e yazar. Cevabında Hz. Ömer: "Halkı ifsad etmeden, onları bana gönder!" der. Onlar gelin­ce Hz. Ömer konu ile ilgili ashâbla istişare eder. Onlar: "Ey mü'-minlerin emiri! Bizce onlar, Allah'a iftira ediyorlar ve O'nun izin vermediği şeyi dine sokmak istiyorlar..." derler.

Her iki haberde de, nüzul sebeplerini bilmemenin, âyetlerden kastedilen mânânın dışına çıkılmasına sebep olduğu açıkça görülmektedir.

Bir adam İbn Mesûd'a gelir ve şöyle der: "Mescidde arkamda Kur'ân'ı re'yi ile tefsir eden birisini bıraktım. 'Göğün, insanları bü-rüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle'[16] âyetini şöyle tefsir ediyor: Kıyamet gününde insanları bir duman sarar. Onların nefeslerini keser de sanki nezleye tutulmuş gibi olurlar..." Bunun üzerine İbn Mesûd cevap verir: "Kim birşey bili­yorsa, onu söylesin. Bilmeyen de 'Allahu alem' desin. Çünkü bir ki­şinin, bilmediği şey hakkında 'Allah'u alem' demesi, onun âlimliğini gösterir. Böyle diyorum, çünkü (âyetin nüzul sebebi var): Kureyş, Hz. Peygamber'e karşı koydu. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlar aleyhinde Yusuf un kıtlık seneleri gibi kıtlığa tutulmaları için dua etti. Bunun sonucunda kıtlık ve yoklu­ğa maruz kaldılar da kemikleri bile yediler. Göğe baktıklarında, halsizlikten gökte duman gibi birşey görür hale geldiler. İşte bunun üzerine: "Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle" âyeti indi.

İşte Kur'ân âyetlerinin anlaşılması konusunda nüzul sebepleri­ni bilmenin önemi böyle. Örneklerde de görüldüğü gibi, şayet sebep zikredilmeyecek olursa, inen âyetin mânâsını ihtimalsiz ve problem doğurmayacak bir şekilde tam olarak anlamak mümkün olmamak­tadır. Hz. Peygamber: "Kur'ân'ı dört kişiden alın"[17]bu­yurmuştur. Bunlardan biri de Abdullah b. Mesûd'dur. O, irâd ettiği bir hutbede şöyle demiştir: "Allah'a yeminle söylüyorum ki, Rasû-lullah'ın  ashabı, benim onların Allah'ın kitabını en iyi bi­lenlerinden biri olduğumu bilir" Bir başka seferinde de şöyle demiş­tir: "Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, Kur'ân'dan inen her bir sûrenin nerede indiğini mutlaka bilirim. İnen her âyetin ne hakkında indiğini mutlaka bilirim. Eğer Allah'ın kitabını benden daha iyi bilen birinin bulunduğunu bilsem ve o da uzaklarda olsa, mutlaka deveme biner ve ona giderim" O bu sözle­riyle, nüzul sebeplerini bilmenin, bir kimsenin Kur'ân âlimi olabil­mesi için mutlaka bulunması gereken ilimlerden olduğuna işaret etmektedir.

Hasen (el-Basrî) şöyle demiştir: "Allah, indirdiği her bir âyetin ne hakkında indirildiğinin ve ondan ne kastedildiğinin öğrenilmesi­ni sever" Bu, konu hakkında bir delil ve nüzul sebeplerini öğrenme­ye yönelik bir teşviktir.

İbn Şîrîn ise şöyle anlatır: Ubeyde'ye Kur'ân'dan birşey sor­dum. Bana: "Allah'tan kork, doğru yolu tut! Kur'ân'ın ne hakkında indiğini bilen kimseler göçtüler" dedi.Kısaca, nüzul sebeplerini bilme, tefsir ilmiyle uğraşmak için zorunludur.                                                                                          

Fasıl:

Kur'ân'ı anlamak için gerekli ilimlerden biri de, Kur'ân'ın indi­ği sırada mevcut bulunan söz, fiil ve hareket tarzlarıyla ilgili Arap âdetlerini bilmektir. Özel bir nüzul sebebi yoksa, Kur'ân ilmine dal­mak isteyen kimse için bu bilginin olması zarurîdir. Aksi takdirde, başka türlü içinden çıkılması imkânsız olan problem ve çıkmazlar içerisine düşer. Bu konuda daha önce geçen Makâsıd bölümünün İkinci Nev'inde verilen izahlar[18] yeterlidir. Çünkü orada bu konu ile ilgili sadra şifa verici ve doyurucu açıklamalar yapılmıştır. Mak­sat her ne kadar anlaşılmış ise de konunun daha iyi kavranması için burada örnekler vermemiz gerekecektir:

1. Örnek: "Allah için hac ve umreyi tamamlayın"[19]âyetidir. Bu âyet, 'hac yapın' şeklinde değil de, tamamlayın şeklinde gelmiştir. Çünkü onlar, İslâm öncesi dönemde hac yapıyorlardı; ancak bazı vecibelerini değiştirmişler, bir kısmını eksiltmişlerdi; Arafat'ta vak­fe yapmak vb. gibi. İşte bu yüzden emir, tamamlanması şeklinde gelmiştir. Haccın vacip oluşunu ortaya koyan nass ise: "Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kabe'yi haccetmesi gereklidir"[20] âyetidir. Durumun öyle olduğu bilinince (2/196) âyetinde haccın ya da umrenin vacip olup olmadığına dair bir delâlet bulunup bulun­madığı açıklık kazanmış olacaktır.

2. Örnek: "Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorgulama![21] âyetidir. Ebû Yusuftan bu âyetin şirk hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Şöyle ki: Onlar küfürden henüz yeni çıkmış idiler. Tevhidde bulunmak istiyorlar, fakat eski alışkanlıkla­rı sebebiyle yanılıp küfrü gerektirecek söz söylüyorlardı. Allah, zor kullanma (ikrah) karşısında kalan kimsenin küfür kelimesini söyle­mesini mazur gördüğü gibi onların bu hallerim de mazur gördü ve affetti. Ebû Yusuf şöyle demiştir: "Bu şirk hakkındadır; talâk, köle âz âdı, alış veriş üzerine yapılan yeminler hakkında değildir. Çünkü talâk ve köle âzâdı üzerine yapılan yeminler onların zamanlarında yoktu"

3. Örnek: "Yukarılarında (fevk) olan Rablerinden korkarlar[22]

"Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz?[23] gibi âyetlerdir. Bu tür âyetler, onların mevcut telakkileri doğrultu­sunda inmiştir. Onlar her ne kadar bir ve hak olan Allah'ın ulûhiyetini kabul ediyorlarsa da ayrıca yeryüzünde bulunan tanrı­lar da edinmekteydiler. İşte âyetler yukarıda olmanın Allah'a tayin ve tahsisi doğrultusunda inmiş, böylece onların tanrıların yeryü­zünde olduğu şeklindeki telakkilerini reddetmiştir. Dolayısıyla bu gibi âyetlerde Allah'a bir cihet isbat etme gibi bir delâlet asla mev­cut değildir. Bu yüzdendir ki Allah Teâlâ: "Tavanları yukarıların­dan üzerlerine çöktü''[24] buyurmuştur.[25]Düşün ve diğer âyet ve hadişler için de aynı durumu göz Önünde bulundur.

4.  Örnek: "Şi'râ yıldızının Rabbi O'dur"[26] Bu gezegenin[27] diğerleri içerisinden aynca zikredilmesi, Arapların ona tapınmış ol­maları sebebiyledir. Bunlar Huzâa kabilesi idi ve bunu ilk kez Ebû Kebşe başlatmıştı. Araplar, bu yıldızdan başkasına tapmamışlar-dır.

Fasıl:

Nüzul sebeplerini bilmenin gerekliliği konusunda, bazen Sün­net de Kur'ân ile müştereklik gösterir. Zira pek çok hadis, sebepler üzerine vârid olmuştur. Dolayısıyla onların anlaşılabilmesi için mutlaka bunların yani vürûd sebeplerinin bilinmesi gerekir. Birkaç örnek: Hz. Peygamber, kurban etlerinin üç günden fazla tutulmasını yasaklamıştı. Daha sonraları Hz. Peygamber'e insanların kurbanlarından istifade ettikleri, kavurma yaptıkları, derisinden kırba edindikleri söylendi. Hz. Peygamber: "Bunun nesi var?" diye sordu. Onlar: "Kurban etlerinin üç günden fazla tutulmasını yasaklamıştın" dediklerinde: "Ben onu size sadece (Medine'ye sökün eden) yoksul insanların doyurulması için yasaklamıştım. Dolayısıyla, yiyin, tasadduk edin ve (kavurma yapıp) saklayın[28] buyurdu. Cemâate gelmeyenlerin evlerini başla­rına yıkma tehdidini içeren hadis[29]de böyledir. Çünkü "Öyle gör­düm ki, bizden hiçbir kimse cemaatten geri kalmazdı. Nifakları ma­lum olan münafıklar hariç" şeklindeki İbn Mesûd hadisi, bunun münafıklar hakkında olduğunu açıklamaktadır. "Ameller niyetlere göredir..[30] hadisifnin son tarafı) da böyledir ve bir sebebe müste­niden söylenmiştir. Şöyle ki: Müslümanların hicret etmeleri emro-lununca, emri yerine getirmek üzere hicret ettiler. İçlerinde Ümmü Kays adında kendisiyle evlenmek istediği bir kadın sebebiyle hicre­te katılan bir adanı da vardı. Bu sırf hicret emri sebebiyle yola çık­mamıştı. Maksadı kadınla evlenmekti. Daha sonraları bu adama "Ümmü Kays Muhaciri" adını vermişlerdir. Bu kabilden örnekler çoktur. [31]

ÜÇÜNCÜ MESELE:

 

Kur'ân'da yer alan her naklin (hikâye, kıssa, söz) mutlaka ya önünde ya da sonunda —ki çoğu kez bu şekilde olur— bir red bulu­nur ya da bulunmaz. Eğer o nakle karşı bir red varsa, onun bâtıl ve yalan olduğu konusunda herhangi bir problem bulunmayacaktır.Eğer reddine dair bir izah yoksa, o zaman bu o nakledilen şeyin sıh­hat ve doğruluğunu gösteren bir delil olacaktır.

Birincisi açıktır ve hakkında delil ikâmesine gerek yoktur. An­cak Örneklerle konunun açıklık kazanmasına çalışılacaktır: Allah Teâiâ, Kur'ân'da: "Allah, hiçbir insana birşey indirmemiştir" sözle­rini naklettikten sonra onların bu sözünü, arkasından: "De ki: Musa'nın insanlara nûr ve yol gösterici olarak getirdiği Kitâb't kim indirdi?"[32] buyurarak reddetmiştir. Allah'ın yarattığı hayvanlar ve ekinlerden ayırdıkları pay için "Bu Allah'ındır, bu da putlarımızın-dır[33] sözlerini "Kendi kuruntularınca" ve "Ne kötü hüküm veri­yorlar!" ifadeleriyle reddetmiştir. Sonra: "Bu hayvanlar ve ekinleri dilediğimizden başkasının yemesi yasaktır, bir kısım hayvanlar üzerine yük vurmak da haramdır..." sözlerini naklettikten sonra bunu, "Allah, yaptıkları iftiralara karşı onları cezalandıracaktır"[34]buyruğu ile reddetmiştir. Sonra: "Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasak­tır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olurlar" sözlerini naklettik­ten sonra bunun fesadına "Allah, bu tür sözlerin cezasını verecek­tir"[35] buyruğu ile işaret etmiştir. "İnkâr edenler: Bu Kur'ân Mu-hammed'in uydurmasıdır, ona başka bir topluluk yardım etmiştir" diye naklettikten sonra onların bu iddiasını: "Haksız ve asılsız bir söz uydurdular[36] buyurarak reddetmiştir. "Kur'ân, öncekilerin masallarıdır..." sözlerini, arkasından gelen: "De ki: O'nu göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir"[37]buyruğu ile reddetmiştir. "Bu zâlimler inananlara: 'Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsu­nuz' dediler" sözlerini: "Sana nasıl misal getirdiklerine bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar"[38] buyruğu ile reddetmiştir. "Kâfirler: 'Bu pek yalancı bir sihirbazdır, tanrıları tek bir tanrı mı yaptı... Kur'ân aramızda Muhammed'e mi indirilmeliydi?" sözleri­ni: "Hayır; bunlar Kur'ân'ımızdan şüphededirler"[39] buyurarak red­detmiştir. ... "Rahman çocuk edindi" sözlerini pek çok çeşitli yer ve münasebetlerle reddetmiştir. Meselâ: "Hâşâ; hayır; melekler şerefli [354] kılınmış kullardır[40]"Allah oğul edindi.dediler. Hâşâ, oysa gök­lerde ve yerde olanlar O'nundur[41]"Allah oğul edindi, dediler.Hâşâ, O müstağnidir, göklerde ve yerde olanlara sahiptir[42] "Rah-man'a çocuk isnad etmelerinden dolayı, neredeyse gökler paralana­cak, yer yarılacak, dağlar göçecekti[43] Ve buna benzer daha pek çok örnek. Kur'ân'ı okuyan ve bu konuyu hatırında tutan kimse, bu söylediklerimizi rahatlıkla anlayacaktır.

İkincisine gelince, bu da açıktır. Ancak o nakledilen şeyin sıh­hat ve doğruluğuna delil, bizzat o olayın anlatılmış olmasından çı­karılmaktadır. Çünkü Kur'ân, hak ile bâtılı ayıran, her şeyi açıkla­yan, doğruyu gösteren anlamında furkân, hidâyet, burhan, beyan ve tibyân gibi adlarla anılmaktadır. O, genel anlamda ve tafsilat üzere, mutlak ve umûm olarak bütün yaratıklara karşı Allah'ın hüccetidir. Onun bu özelliği, içerisinde hak olmayan birşeyin nakli karşısında susmuş olması ve onun bâtıllığma dikkat çekmemesi ile bağdaşamaz.

Sonra[44], eski ümmetlerin şerîatlerinden ve hükümlerinden naklolunanların tümü, eğer fesatları ve Allah'a karşı düzülmüş ifti­ra oldukları belirtilmemişse hak olmakta ve bir grup ulemâya göre bizim şeriatımızda da şer'î bir delil kılınmaktadır. Diğer bir grup ise onun delilliğini reddetmektedirler. Ancak bu, onların doğru ol­madıkları açısından olmamakta, bir başka sebepten olmaktadır. Dolayısıyla İslâm ulemâsı, Kur'ân'da anlatılan bu gibi hükümlerin bizim şeriatımız gibi hak ve doğru olduğunda ittifak etmişlerdir. Buna göre ikisi arasındaki ayırım sadece nesh yoluyla olmaktadır. Eğer onda bulunan bir başka hususa dikkat çekilmişse, o zaman onun hükmü birinci türden olacaktır: Meselâ Allah Teâlâ'mn şu âyetlerinde olduğu gibi: "Oysa onlardan birtakımı Allah'ın sözünü işitiyor, ona akılları yattıktan sonra bile bile onu tahrif ediyorlar­dı[45]"Sözleri asıl yerlerinden değiştirirler de 'Böyle bir fetva size verilirse alın, verilmezse kaçının' derler.[46] "Yahudilerden, sözle­ri yerlerinden değiştirip: 'işittik ve karşı geldik, kulak vermeyerek dinle' ve dillerini eğip bükerek ve dini yererek: 'Bizi de dinle' diyen­ler vardır[47] Bu tarzda olanlar, bâtıllığı açık olan birinci kısım içe­risine girerler.

İkinci kısmın örnekleri içerisine, Kuran'm önceki ümmetler hakkında anlattıkları şeylerin tümü girer; peygamberlerden ve velîlerden bahsetmesi gibi ki, Zülkarneyn kıssası, Hızır ile Mûsâ kıssası, Ashâb-ı Kehf kıssası vb. bunlardandır.

Fasıl:

Bu aslın bidüziyeliğinden dolayıdır ki, mantıkçılar buna itimat etmiş ve usûlcülerden bir grup, kâfirlerin furû ile muhatap olduğu­na bununla istidlalde bulunmuşlardır. Çünkü âyette şöyle buyurul-maktadır: "Suçlulara: 'Sizi bu yakıcı ateşe sokan nedir?' diye sorar­lar. Onlar derler ki: "Namaz kılanlardan değildik, düşkün kimseyi doyurmazdık.[48] Eğer onların bu sözü bâtıl olsaydı, Allah Teâlâ mutlaka onu naklettikten sonra reddeder, yanlış olduğunu açıklar­dı.

Ashâb-ı Kehfin yedi kişi, sekizincilerinin de köpekleri olduğu­na yine bu esastan hareketle istidlalde bulunulmuştur. Şöyle ki Al­lah Teâlâ: "Ashâb-ı Kehf üçtür, dördüncüleri köpekleridir" ve "Beş­tir, altıncıları köpekleridir" diye nakilde bulunduktan sonra "Ka­ranlığa taş atar gibi" tabirini kullanarak onların bu sözlerini red­detmiştir. Yani onların bu konuda tâbi oldukları bir delilleri yok­tur, sadece zanna tâbi olmaktadırlar. Zan ise hakkı ortaya koymaz. Ancak: "Onlar yedidir, sekizincileri köpekleridir" diye nakilde bu­lunduktan sonra bunun da bâtıl olduğunu belirtmemiştir. Aksine "De ki: Onların sayılarını en iyi bilen Rabbimdir. Onları pek az kimseden başkası bilmez"[49] buyurmuştur. Ayetin bu şekilde şevki, ilk iki görüşün değil de bu sonuncusunun sahih olduğunu gösteren bir delil olmaktadır.

Rivayete göre İbn Abbâs: "Ben, onların sayısını bilen o pek az kişiden biriyim" derdi.

Sehl b. Abdillah'tan nakledilmiş gördüm: Ona Hz. İbrahim'in âyette geçen: "Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster"[50] sözü­nün bir şüpheden mi kaynaklandığını sorarlar. O şöyle cevap verir: "Hayır, bu sadece bulunduğu iman mertebesinin üzerinde bir îmâna yükselmesini talep olmaktadır. Dikkat edilecek olursa: Allah Teâlâ, "İnanmıyor musun?" sorusuna verdiği: "Evet inanıyorum" şeklindeki cevabını yalanlanmamıştır. Eğer onda şek ve şüphe bu­lunsaydı, onun bu sözünde yalancı olduğunu mutlaka ortaya koyar­dı. Buradan da anlaşılıyor ki, itmi'nân hali, imanda ziyadelik üzeri­ne kurulan bir mertebedir. Ama bedevilerle ilgili âyetlerde böyle olmamıştır: "Bedeviler: 'İnandık.' dediler" şeklinde onların sözünü naklettikten sonra Allah Teâlâ hemen onların sözlerinde doğru ol­madıklarını: "De ki: İnanmadınız ama islâm olduk deyin; inanç he­nüz gönüllerinize yerleşmedi[51] buyurarak red cihetine gitmiştir.

Kur'ân'da nakledilen kıssalar ve onların anlatılış tarzları üze­rinde duranlar, onlar içerisinden hangisinin hak, hangisinin bâtıl olduğunu böylece anlayabilir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammedi Münafıklar sana gelince: 'Senin şüphesiz Allah'ın peygamberi olduğuna şehadet ederiz' derler" Münafıkların bu sözünde hakkın bâtıl ile karıştı­rılması vardır; dış görünüşüyle doğru, fakat içi yalan. Onlar bu söz­leriyle inançlarını haber veriyorlar. Bu gerçeğe uygun değildir. Al­lah Teâlâ, "Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu bilir" bu­yurmak suretiyle onların sözlerinin zahirini doğruluyor, öbür taraf­tan: "Bunun yanında Allah, münafıkların yalancı olduklarını da bilir" buyurmak suretiyle de onların kasıtlarının bâtıl olduğunu göstermek istiyor.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Onlar Allah'ı gereği gibi de-ğerlendiremediler. Bütün yeryüzü, kıyamet günü onun avucunda-dır; gökler O'nun kudretiyle durulmuş olacaktr"[52] Bu âyetin nüzul sebebi Tirmizî'nin rivayet edip sahih olduğunu söylediği şu olaydır: Bir yahudi Hz. Peygamber'e uğradı. Hz. Peygamber ona: "Ey yahudi bize anlat" dedi. O: "Ey Ebu'l-Kâsım! Al­lah gökleri şunun, yeryüzünü şunun, suları şunun, dağları şunun ve diğer yaratıkları da şunun üzerine koyduğu zaman nasıl söyler­sin?" dedi ve râvi önce serçe parmağına ve sonra sırasıyla baş par­mağa kadar parmaklarına işaret etti {yahudi böyle yapmıştı). Bu­nun üzerine Allah Teâlâ'mn: "Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendi-remedüer..." âyeti indi.

Bir başka rivayet de şöyledir: Bir yahudi, Hz. Peygamber'e gel­di ve: "Yâ Muhammedi Allah, gökleri bir parmak, yeryüzünü bir parmak, dağları bir parmak ve diğer yaratıkları da bir parmak üze­rinde tutar ve sonra: 'Ben Melik'im' der" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber azı dişleri gözükecek kadar güldü ve: "Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler..." âyetini okudu.

Bir başka rivayette ise: Hz. Peygamber hem taaccü­bünden hem de onu tasdik makamında güldü. Birinci hadis sanki bunun tefsiri mahiyetindedir. Onunla "Onlar Allah'ı gereği gibi de­ğerlendiremediler..." âyetinin mânâsı da açıklık kazanmaktadır. Çünkü âyet, yahudinin sözünün genel anlamda doğru olduğunu,

"Bütün yeryüzü, kıyamet günü onun av ucundadır; gökler O'nun kudretiyle durulmuş olacaktır'[53] ifadesiyle tasdik etmektedir. An­cak onun Allah'a ait bir özelliği anlatırken saygılı olmadığını ve Rabliğin ne demek olduğundan gafil bulunduğunu açıklamıştır. Çünkü o parmaklardan kastedilen mânâyı açıklarken kendi parma­ğına işaret etmişti. Bu ise, Allah Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan tenzih etme ilkesine ters düşer. O yüzden: "Onlar Allah'ı gereği gi­bi değerlendiremediler..." buyurulmuştur.

Münafıklar için de: 'O kulaktır' (yani hakka da bâtıla da kulak kesiliyor) diyerek peygamberi incitenler vardır" buyurur. Allah Teâlâ, onların bu sözünü bâtıl olan konuda reddetmiş, hak karşı­sında ise isbat etmiş ve: "O kulak, sizin için kayır kulağıdır" bu­yurmuştur. Bu sözle Hz. Peygamber'i incitmek kastettik­leri için de: "Allah'ın peygamberini incitenlere can yakıcı azap var­dır'[54] buyurmuştur.

Bir âyet de şöyledir: "Onlara: 'Allah'ın size verdiği rızıktan harcayın' denince inkâr edenler inananlara: 'Allah dileseydi doyu­rabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?' derler"[55]Burada, bir delil ileri sürüp infâktan kaçınma söz konusudur. Ancak delil ikamesin­den amaç, gerçek anlamda bir delil getirme olmayıp alaya almadır. Allah onların bu sözlerini: "Doğrusu siz apaçık bir sapıklıktasınız" buyurarak reddetmiştir. Çünkü onların yaptığı bu şey, emre uyma­dan yan çizmekti. Kendilerine yönelen "harcayın" emrine verilecek cevap ya evet ya da hayır olacaktı yani ya emre uymuş ya da isyan etmiş olacaklardı. Ancak onlar böyle yapmayıp hiçbir şekilde karşı konulamayacak[56] olan Allah'ın meşîetini dillerine dolayarak infak-tan kaçınmalarına bir delil bulmaya çalıştılar; fakat bu çabalan ummadıkları şekilde kendi aleyhlerine döndü.[57]Çünkü onların yaptıkları, Allah'ın meşîetine (dilemesine) yine O'nun meşîetini ile­ri sürerek itiraz etme anlamına geliyordu. Zira Allah Teâlâ onları infakla yükümlü tutmayı dilemişti. Bu durumda onlar sanki şöyle demiş oluyorlardı: "Bizden bu talebi nasıl isteyebilir? Eğer onları doyurmayı dileseydi, doyururdu" Bu, bizzat ileri sürülen delilin kullanılışı konusunda şaşkınlığın bir ifadesidir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Dâvud ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken, Biz onların hükmüne şahit idik, Süleyman'a bu meselenin hükmü­nü bildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik[58]Süleyman'a bu meselenin hükmünü bildirmiştik" buyruğu onun verdiği hükümde isabet etmiş olduğunu gösterir; bu ifade Davud'un da hükümde isabet etmediğini îmâ eder. Ancak, müctehid hüküm verme esnasında bütün gayretini ortaya koymuş­sa, isabet etmese bile mazur ve ecir kazanmış olacağı İçin buna be­yan makamında: "Her birine hüküm ve ilim verdik" buyurmuştur. Bu konumuzla ilgili açık olmayan bir beyan şeklidir.[59] el-Hasen (el-Basrî) şöyle der: "Eğer Allah, bu iki peygamber hakkındaki bu hük­münü zikretmemiş olsaydı, bütün kadıların helak olduğunu söyle­yebilirdim. Çünkü Allah Teâlâ, birini ilmi ile Överken, Öbürünü ise içtihadından dolayı mazur görmüştür" Konu burada uzayıp gider. Bu zikredilenler maksadı ifade için yeterlidir. Başarı ancak Allah'­tandır.

Fasıl:

Sünnet de bu esas altında mütalaa edilebilir. Çünkü ulaşılan kaide ortaya koymuştur ki, Hz. Peygamber gördüğü, işit­tiği bir bâtıl karşısında susmaz, mutlaka onu açıklar ve değiştirir­di. Ancak o şeyin bâtıllığı artık sahabe tarafından iyice anlaşılmış ise, o zaman daha önce yapılmış olan beyanlara itimatla sükût ede­bilirdi. Bu mesele usûl kitaplarında zikredildiği için bu kadarı ile yetiniyoruz. [60]

DÖRDÜNCÜ MESELE:

 

Eğer Kur'ân'da müjde içeren bir âyet gelmişse, mutlaka beraberinde[61]veya sonunda ya da öncesinde uyarı içeren âyet de gelmiştir. Aksi de aynı şekilde varittir. Keza umut verici âyetler korkutucu âyetlerle dengelenmiştir. Bu mânâya çıkan şeyler de ay­nıdır; meselâ cennet ehli zikredilmişse, buna mukabil cehennemlik­ler de zikredilmiştir. Aksi de böyledir. Amelleri sebebiyle cennete hak kazananların zikredilmesi umutlandırma; amelleri yüzünden cehenneme gideceklerin zikredilmesi de korkutma anlamına gelir.

Dolayısıyla bu gibi şeylerin zikri sonuç itibarıyla müjdeleme ve kor­kutma esasına çıkar.

Bunun doğruluğuna, âyetlerin değerlendirilmeye arzedilmesi delâlet eder. Dikkat edilirse görülecektir ki Allah Teâlâ hamdi (Öv­gü) kitabı için fatiha (açılış cümlesi) yapmıştır. Bu sûrede "Ihdinâ's-sırâta'l-müstekîm... velâ'd-dâllîn" buyurulmuş ve cennet-lik-cehennemlik her iki zümreden de söz edilmiştir. Ondan sonra gelen Bakara sûresine yine her iki grubun zikri ile başlanmış ve "Müttekîler için bir hidâyettir" buyurduktan sonra, hemen arkasın­dan: "Şüphe yok ki, inkâr edenleri başlarına gelecekle uyarsan da uyarmasan da birdir; inanmazlar[62] buyurarak kâfirlerden söz etmeye başlamış ve arkasından münafıkların durumunu ele almış­tır. Onlar da, kâfirlerden bir sınıf olmaktadır. O bitince hemen tak­va ile emretmiş, sonra cehennem ile korkutmuş, sonra umut ver­miştir: 'Yapamazsanız ~ki yapamayacaksınız— o takdirde, inkâr edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taş olan ateşten sakı­nın'[63] Bunun hemen arkasından: "İnananlar ve yararlı işler ya­panlara, kendilerine altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele..." diye müjde içeren âyetler getirmiş, arkasından, "Allah sivrisineği ve onun üstününü misal olarak vermekten çekinmez. inananlar bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. İnkâr edenler ise..[64] âyetlerini getirmiştir. Sonra Âdem kıssasında da aynı şekilde zikretmiştir. İsrailoğulîarma olan Allah'ın nimetleri, sonra haddi tecavüz etmeleri ve küfre düşmeleri hatırlatılmış ve şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz inananlar, yahudi olanlar...[65] tâ "...Onlar orada temellidir[66] âyetine kadar. Sonra taşkınlıklarını izaha başlamış ve "Kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keski bilselerdi'[67] âyetine kadar devam etmiştir. Bu kor­kutma olmaktadır. Sonra: "Onlar inanıp, Allah'a karşı gelmekten sakınsalardı, Allah katından olan sevap daha hayırlı olurdu. Keski bilselerdi![68] buyurmuştur ki bu da umut vermedir. Sonra kıblenin değiştirilmesi konusunda muhaliflerin[69] durumunu izaha başlamış, daha sonra: "Hayır, öyle değil, iyilik yaparak kendini Allah'a veren kimsenin ecri Rabbinin katmdadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyecekler[70] buyurmuş, sonra onların durumları hakkında söz etmiştir. Arkasından: "Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte ona ancak onlar inanırlar. Onu inkâr eden­ler ise kaybedenlerdir'[71] buyurmuştur. Sonra İbrahim ve oğullarının kıssasını zikretmiş ve bu esnada hem korkutucu hem de müjdeleyici unsurlara yer vermiş ve böylece de bitirmiştir. Bu sözü­nü ettiğimiz birlikte zikrederek dengeleme esası çok sürmeden her yerde karşına çıkar. Bazen maksadı ortaya koyma esnasında araya . başka şeyler girebilir ve sonra tekrar dönülür ve bu böyle devam eder gider.

Allah Teâlâ, En'âm sûresinde —ki bu sûre, Bakara sûresi Me-. denî sûrelere göre ne ise Mekkî sûrelere nisbetle odur— şöyle buyu­rur: "Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vare-den Allah'a aittir. Öyle iken inkâr edenler Rablerine başkalarını eşit tutuyorlar[72]Allah Teâlâ, bundan sonra kesin deliller ikâme eder ve ondan sonra onların küfürlerinden bahseder ve bu yüzden onları korkutur. Sonra şöyle buyurur: "O, rahmet etmeyi kendi üze­rine yazmıştır; and olsun ki sizi vukuu şüphe götürmeyen kıyamet gününde toplayacaktır[73] Bu âyetle Allah Teâlâ, rahmeti üzerine yazmasına yeminle, emrine muhalefet edene yönelttiği azap vaîdini mutlaka gerçekleştireceğini beyan buyurdu. Bu açık bir korkutma üslûbu olurken zımnen de umut verme içermektedir. Sonra: "Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabından korkarım"[74] âyeti gelmiştir ki bu da korkutmadır. Peşinden gelen: "O gün kimden azap savulursa, şüphesiz o kimse rahmete erişmiştir" âyeti umut verici mahiyettedir. Keza: "Allah, sana bir sıkıntı verirse..."[75] âyeti de bu dengelemeyi açıkça göstermektedir. Sonra korkutucu üslûp, "Ahiret yurdu sakınanlar için daha iyidir"[76] âyetine kadar devam etmektedir. Sonra: "Ancak kulak verenler daveti kabul ederler..."[77]buyruğu gelir. Bunun nazîri: "Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlık­larda kalmış sağır ve dilsizlerdir"[78]âyetidir. Sonra duruma uygun düşecek şekilde devam eder ve sonunda: "Peygamberleri ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderiyoruz. Kim inanır nefsini ıslâh ederse onlara korku yoktur"[79] buyurur. İşte böyle... Değerlendirme sırasında bu tertibe dikkat etmelisin. Bunun sonunda dikkat çekilen esasın doğruluğunu göreceksin. Eğer söz uzamayacak olsaydı, bu konuda pek çok örnek getirebilirdik.[80]

Fasıl:

Yer ve durum gerektirdiğinde, korkutma ve müjdelemeden biri üzerinde daha ağırlıklı olarak durulabilir.

Korkutucu âyetler gelir ve bu tema üzerinde fazlaca durulabi­lir; ancak böyle bir durumda umut kapısı hiçbir zaman kapatılmaz. En'âm sûresinde olduğu gibi. Çünkü bu sûre hakkı ortaya koymak ve Allah'ı inkâr edenlere, delilsiz, mesnetsiz kendiliğinden birşeyler uydurup onlara tapanlara, Allah yolundan sapanlara, inkâr edilme­yecek şeyleri inkâr edip husûmet gösterenlere karşı tavır koymak [36i] için gelmiştir. Tabiî olarak bu makam korkutucu üslûbun dozunun artırılmasını, uzun uzadıya onların takbih edilmesini, azarlanması­nı gerektirecektir. Bu yüzden baştan sona korkutucu üslûp, sûrede hâkim gözükmektedir. Buna rağmen hiçbir zaman müjdeleme yönü de ihmal edilmemiş ve umut kapısı hep açık tutulmuştur. Çünkü onlar bu yolla Hakka çağrılmaktadırlar. Öbür taraftan daha önce davet yapılmış bulunuyordu. Burada yapılan sadece hem korkuta­rak hem de müjdeleyerek yapılan çağrının teyid ve tekidi oluyordu. Kaldı ki aldanma ve yanılma ihtimallerinin çok olduğu yerlerde tabiî olarak uyarı yönü müjdeleme yönünden daha ağır basar. Çün­kü mefsedetin uzaklaştırılması daha önemlidir ve önce gelir.

Bazen de umut verici ve müjdeleyici âyetler gelir ve ağırlıklı olarak bunun üzerinde durulur. Bu umut kesilen ya da umutsuzlu­ğa düşülebilen konularla ilgili olur. Meselâ: "De ki! Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunu­zu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar [81]âyeti böyledir. Müşriklerden bazı kimseler, adam öldürmüşler, zina et­mişler, üstelik bunları tekrar tekrar yapmışlardı. Bunlar, Hz. Pey-gamber'e geldiler ve "Anlattıkların ve çağrıda bulunduk­ların gerçekten güzel. Söyler misin, acaba bizim yaptıklarımıza bir keffâret var mıdır?" dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. Sözkonusu olan, korku mahalliydi ve umutların tamamen kaybolduğu bir du­rumdu. İşte bu husus göz önüne alınarak âyet, umut verme tarafı ağır basarak gelmiştir.[82] Aynı şey şu âyet için de varittir: "Gündü­zün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir[83]Ayetin nüzul sebebi hakkın­da Tirmizî veya Nesâî'ye vb. bakınız.[84]

Kulların emir ve yasakları ihlâl tarafi ağır bastığı zaman, kor­kutma yönü de ağır basmaktadır. Ancak bu her zaman ve her yerde söz konusu olmayıp, bu ihtimalin ağır bastığı yerlerde geçerlidir. Eğer bu ikisinden biri diğerine açık bir şekilde galebe çalma duru­mu yoksa, o zaman müjdeleyici ve korkutucu nasslar hep dengeyi sağlayacak şekilde gelmiştir. Bu konu île ilgili olmak üzere geniş açıklamamız Makâsıd bölümünde geçmişti. Bu vesileyle Allah'a hamdederiz.

İtiraz: Bu söyledikleriniz bidüziye (muttarid) değildir. Bazen olur ki bu ikisinden biri gelir, diğeri ile ilgili hiçbir söz edilmez. Meselâ korkutucu ifadeler gelir, umut verici ifadelere ise yer veril­mez ya da bunun aksi olur.

Meselâ: Hümeze sûresi sonuna kadar korkutucu âyetleri içerir. Alak sûresi "Ama insanoğlu kendisini müstağni sayarak azgınlık eder[85] âyetinden sonuna kadar öyledir. Fîl sûresi böyledir. Âyet­lerden "inanan erkek ve kadınları, yapmadıkları bişeyden dolayı incitenler, şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur­lar[86] gibi.

Diğer taraftan Duhâ ve İnşirah sûreleri sonuna kadar müjdele­yici türdendir; korkutucu unsur içermezler. Ayetlerden de şunları örnek verebiliriz: "içinizden lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınla­rına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere vermemek için yemin etmesinler, affetsinler, görmezlikten gelsinler. Allah'ın sizi ba­ğışlamasından hoşlanmaz mısınız?[87]

Ebû Ubeyd nakleder: İbn Abbâs ile Abdullah b. Amr bir araya gelirler. İbn Abbâs ona: "Allah'ın Kitabında hangi âyet en fazla umut vericidir" diye sorar. O: "De ki! Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar[88] âyetidir der. İbn Abbâs: "Hayır! "İbrahim: 'Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster' dediğinde, 'inanmıyor musun?' deyince: '(Belâ) Evet inanıyo­rum, fakat kalbim itmi'nân bulsun.' demişti'm âyetidir. Allah, on­dan 'belâ' cevabiyla razı olmuştur" der. Abdullah: "Bu âyet, kalbe şeytanın ilkâ ettiği vesveseler hakkındadır" diye karşılık verir.

İbn Mesûd da şöyle demiştir:[89]Kur'ân'da öyle iki âyet vardır ki; bir günah sebebiyle raüslüman kul onları okuyacak olursa mutlaka Allah Teâlâ onu affeder" Übeyy b. Ka'b, onun bu sözünü: "Onlar fe­na birşey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar, günahlarının bağışlanmasını dilerler...[90] "Kim kötülük işler veya kendine yazık eder de sonra Allah'tan bağışlanma diler­se, Allah'ı mağfiret ve merhamet sahibi olarak bulur'[91]âyetleriyle açıklamıştır.

Yine İbn Mesûd şöyle der: "Nisa sûresinde beş âyet vardır ki, dünya ve üzerinde olan herşey benim olsa, onlar için sevindiğim ka­dar sevinmezdim. Gördüğüm kadarıyla âlimler onu anlamamakta­dırlar. Bunlar şunlardır: "Size yasak edilen büyük günahlardan ka­çınırsanız, kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştirir'[92] "Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz.[93]"Allah, kendi­sine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını dile­diğine bağışlar'[94]"Onlar kendilerine yazık ettiklerinde, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve peygamber de onlara mağfiret dile-seydi, Allah'ın teubeleri dâima kabul ve merhamet eden olduğunu görürlerdi[95] "Kim kötülük işler veya kendine yazık eder de sonra Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı mağfiret ve merhamet sahibi olarak bulur'[96]Bu kabilden olan örnekler çoktur. Eğer araştıracak olursanız, onları kolayca bulabilirsiniz. Bu durumda kaide bidüziyelik göster­memektedir. Bu konuda denilebilecek söz şu olmalıdır: Her konuya uygun düşecek üslûp, her makama münasip söz vardır. Beyan il­minde bidüziyelik gösteren şey de budur. Ancak öne sürdüğünüz anlamda bir tahsis sözkonusu edilecekse, cevap hayır olacaktır.

Cevap: İtiraz olarak ileri sürülenler, daha önce ortaya konulan esası zedeleyecek mahiyette değildir, onlara genel ve ayrıntılı ol­mak üzere İM şekilde cevap verilecektir:

Genel olarak cevabımız şöyle olacaktır: Genel durum ve yaygın olarak geçerli olan kanun, bizim arz ettiğimiz dir. Cüz'î ve az sayıda istisnaların bulunması, bu kuralı bozacak mahiyette değildir. Çün­kü (aklî olmayan) vaz'î meselelerde çoğunluk halde bulunan birşe-yin küllî olması ve hüküm esnasında ona dayanılması ve üzerine hüküm binasında bulunulması sahih olmaktadır. Aynen varlık âleminde carî olan âdetlerde olduğu gibi. Hiç şüphe yoktur ki, itiraz sadedinde ileri sürülen şeyler azınlıktadır ve bunu yapılan istikra göstermektedir. Dolayısıyla böyle bir azlık, ekseriyete dayanılarak konulan esası zedeleyici olmaz.

Ayrıntılı cevap: Hümeze sûresi kâfirlerden belli bir kimse[97] hakkında inmiş, şahsa özel mahiyetli bir sûredir. O, Hz, Peygam-ber'i çekiştirip, alaya alması sebebiyle inmiştir. Dolayısıy­la bu sure, onun yaptığı bu çirkin amelin cezasını bildirmektedir; yoksa sûre korkutma sadedinde indirilmemiştir. Bu yüzden de ko­numuzla ilgisi yoktur. Aynı izah, "Ama insanoğlu kendisini müstağnî sayarak azgınlık eder"[98] âyeti hakkında da geçerlidir.[99]"İ-,nanan erkek ve kadınları, yapmadıkları birşeyden dolayı incitenler, şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar'[100]âyeti hakkında da söylenecek söz aynıdır.[101]

Duhâ ve İpşirâh sûrelerinin muhtevaları da aynı şekilde bizim konumuzla ilgili değildir. Onlarla, Allah Teâlâ'mn kendisine olan lütfundan dolayı Hz. Peygamber'e şükredilmesi emredü-mektedir.

"İçinizden lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkün­lere ve Allah yolunda hicret edenlere vermemek için yemin etmesin­ler, affetsinler, görmezlikten gelsinler. Allah'ın sizi bağışlamasın­dan hoşlanmaz mısınız?[102] âyeti de özel olarak Hz. Ebû Bekir ile il­gilidir. Kızı Âişe'ye atılan iftiradan dolayı başına gelen sıkıntılar­dan kurtarılmış ve bu âyet (daha önce yoksul ve muhacir olan akra­basının yapmakta olduğu ve iftiraya karıştığı için artık yapmayaca­ğına dair yemin ettiği yardımı yapmasına) üstün ahlâk anlayışının gereklerini tamamlamaya ve eskiden yaptığı gibi onu sürdürmeye teşvik mahiyetinde gelmiştir. Aslında bu yardım ona vacip değildi ve iftiraya karışması sebebiyle yapmak niyeti de yoktu. Ancak Al­lah Teâlâ, üstün ahlâkın bir gereği olarak ona bu yardımı sevdirdi.

"De ki! Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Al­lah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin"[103] âyeti ve beraberinde zikredilenlere gelince, aslında onların ileri sürdükleri zıtlığın bizim konumuzla ilgisi yoktur. Aksine yapılan işte, âyetleri müstakil ola­rak ele alıp değerlendirme durumu vardır. Dikkat edilecek olursa "Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin" âyetinin[104] hemen arkasından "Rabbinize yönelin (inâbe). Azap size gelmeden önce O'na teslim olun..."[105] âyeti gelmekte ve "inâbe" istenmektedir. Bu ise gerçekten korkutucu bir âyettir ve azaba düşmekten kaçınmak için harekete geçirici özelliktedir. Daha önce anlatılan nüzul sebebi de âyetten maksadı anlatmaktadır. "Allah'ın rahmetinden umudu­nuzu kesmeyin" sözü, daha önce işlemiş oldukları günahların affe­dilmeyeceği korkularım kaldırmaktadır.

"Hayır! "ibrahim: Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana gös­ter' dediğinde, 'inanmıyor musun?' deyince: '(Belâ) Evet inanıyo­rum, fakat kalbim itmi'nân bulsun,' demişti"[106] âyeti hakkında ile­ri sürülen, onun mânâsı ve ondan çıkarılacak sonuç üzerinde kıs­men durulmuş olmasındandır. Aksi takdirde 'İnanmıyor musun?' sözü mü'min olmaması sebebiyle koıkutma mânâsına işaret içeren bir takrir olur. "Belâ" deyince, maksûd hâsıl olmuştur.

"Onlar fena birşey yaptıklarında veya kendilerine zulmettikle­rinde Allah'ı anarlar, günahlarının bağışlanmasını dilerler.[107] âyeti hakkında söylenecek söz de aynen "Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin[108]âyeti gibidir.

"Kim kötülük işler veya kendine yazık eder de sonra Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı mağfiret ve merhamet sahibi olarak bu­lur"[109] âyeti ise bizim esasımız altına dahildir. Çünkü bu: "Hâinlerden taraf olma[110]"Kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma... Kıyamet günü onları Allah'a karşı kim savu­nacak. Veya onların vekaletini kim üzerine alacaktır"[111] âyetlerin­den sonra gelmiştir.                                                                            

"Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurları­nızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştirir"[112]âyeti sûrenin tâ başın­dan beri yetim malı yemek, vasiyette zulüm yapmak... vb. gibi bü­yük günahlara karşı yapılan korkutucu ifadelerden sonra gelmiştir. Dolayısıyla bu âyet, daha öncesinde korkutucu âyetler bulunan umut verici bir âyet olmaktadır.

"Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz..[113] âyetine ge­lince, bunun hemen arkasından "O gün, inkâr edip peygambere baş kaldırmış olanlar, yerle bir olmayı ne kadar isterler..[114] âyeti gel­miştir. Daha öncesinde ise: "Onlar cimrilik ederler... Kâfirlere aşa­ğılık bir azap hazırlamışızdır"[115]âyeti geçmiştir. Dahası, "Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz..[116] âyeti haddizatında hem umut hem de korku vericidir.

"Onlar kendilerine yazık ettiklerinde, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve peygamber de onlara mağfiret dileseydi, Al­lah'ın tevbeleri dâima kabul ve merhamet eden olduğunu görürler­di"[117] âyetinde de durum aynı şekildedir ve hem öncesinde hem de sonrasında dehşet verici korkutucu ifadeler gelmiştir. Dolayısıyla o da bizim esasımız çerçevesi içerisindedir.

"Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. Bun­dan başkasını dilediğine bağışlar"[118]âyeti ise hem korku hem de umut vericidir. Çünkü şirkin dışındaki affı "dilediğine" diye kayıt­lamıştır. Sonra İbn Mesûd'un "Nisa sûresinde beş ayet vardır ki, dünya ve üzerinde olan herşey benim olsa, onlar için sevindiğim ka­dar sevinmezdim" şeklindeki sözünden maksadı, bu âyetlerin sade­ce umut verici oluşları değildir. Aksine onun muradı —Allah daha iyi bilir ya— onların şeriatta muhkem külli esaslar oluşturduğu,onların pek çok ilim içerdiği, dinde pek çok kaideleri kuşatmış ol­malarıdır. İşte bunun içindir ki "Gördüğüm kadarıyla âlimler onu anlamamaktadırlar" demiştir.

Bu sabit olunca şu sonuca ulaşılmış olur: Bütün bu geçenler, konulan esas üzere yürümektedir. Kur'ân, her hal ve duruma uy­gun olarak, korkutucu ya da müjdeleyici şekil üzere inzal olunmuş­tur. Asıl amacımız bu olmaktadır. Yoksa Kur'ân'ın bu iki yönden bi­rini ihmal ederek sırf diğeri için inmiş olduğunu söylemek değildir. Varmak istediğimiz sonuç işte budur. Başarı ancak Allah'tandır.

Fasıl:

İşte bu esastan hareketle kulların korku ile umut arasında ol­maları gerekir. Çünkü imanın hakikati zaten bundan ibarettir. Bu­na Kur'ân'dan özel olarak delâlet eden deliller de vardır: "Rable-[366] rinden korkarak titreyenler, Rablerinin âyetlerine inananlar, Rab-lerine eş koşmayanlar, Rablerine dönecekleri için kalpleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işte yarış ederler..[119] "İnananlar, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler Allah'ın rahmetini umarlar[120]"Taptıkları putlar, Rablerine daha yakın olmak için vesile ararlar, O'nun rahmetini umar, azabından kor­karlar"[121]

Kısaca diyebiliriz ki, eğer çözülme ve muhalefet tarafı galebe çalıyorsa, onun korku tarafı daha yakın olacaktır. Eğer teşdîd ve ihtiyat tarafı ağır basıyorsa, umut tarafı ona daha yakındır. Hz. Peygamber [ altSâmu ] ashabını işte bu yolla irşâd ediyor ve eğitiyor­du. Bazı durumlar hakkında korku ve ümitsizlik tarafı ağır basmış­sa onlar hakkında: "De ki! Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin[122] âyeti gel­miş, eğer bazı durumlarda ihmaller görülmüşse, o zaman da korku­tulmuş ve azarlanmışlardır: "İnanan erkek ve kadınları, yapmadık­ları birşeyden dolayı incitenler, şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar[123] âyetinde olduğu gibi.[124]

Kur'ân'ın tertibinden ve âyetlerinin mânâlarından bu esas çık­tığına göre, mükellefin onun gereği doğrultusunda hareket etmesi ve hep korku ile ümit arasında olması gerekir. [125]

BEŞİNCİ MESELE:

 

Kur'ân'ın şer'î hükümleri ortaya koyması genel olarak küllî-lik[126] esasına dayanır; cüz'îlik ilke olarak benimsenmemiştir. Eğer cüzi (tikel) bir hüküm gelmişse, o sonuç itabarıyla yine bir külliye dayanmaktadır. Bu da ya itibar[127]yoluyla ya da aslın mânâsı[128] yo­luyla olmaktadır. Ancak husûsî bir delil ile şahsa özel olduğu belirtilmişse, bu bir istisna teşkil eder. Hz. Peygamber'e has olan bazı hükümler gibi.

İstikradan sonra buna şu husus delâlet etmektedir: Kur'ân, ço­ğu kez beyana muhtaçtır.[129]Sünnet, hacimce kabarık ve ihtiva etti­ği meselelerin çok olmasına rağmen, sonuç itibarıyla sadece Kur'ân'ın beyanı olmaktadır. Nitekim bu konunun izahı —inşal­lah— ileride gelecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sana da insanlara gönderileni açıklayasm diye Kur'ân'ı indirdik[130]Hadis­te de şöyle buyurulur: "Hiç bir peygamber yoktur ki, kendisine in­sanoğlunu imana getirecek türden bir mucize verilmiş olmasın. Ba­na verilen ise, Allah'ın bana ilkâ ettiği vahiydir ve ben kıyamet gü­nünde peyga?nberler içerisinde tâbisi en çok olan olmayı ümit edi­yorum"[131]Hiç şüphesiz ki Hz. Peygamber'e verilen Kur'-an'dı; Sünnete gelince, o Kur'ân'm beyanıdır.

Durum böyle olunca, Kur'ân muhtasar olmasına rağmen cami' (kuşatıcı) olmak durumundadır. Cami' olabilmesi için de, muhteva­sının küllî (tümel) esaslar olması lâzım gelecektir. Çünkü şeriat, "Bugün size dininizi tamamladım..[132] âyeti gereğince tümünün nazil olmasıyla tamamlanmıştır: Bilindiği gibi, namaz, zekât, cihâd vb. konular bütün tafsilat ve hükümleriyle Kur'ân'da açıklanmış değildir. Bunları açıklayan sünnettir.[133] İbâdet dışında kalan nikâh, akitler, kısas, hadler... gibi konularda da durum aynıdır.

Sonra[134] biz şeriatın, manevî küllî esaslarına rücû edişine bak­tığımızda, Kur'ân'm onların tümünü içermiş olduğunu görürüz. Bunlar zarûriyyât, hâciyyât, tahsîniyyât ve bunlardan her birinin tamamlayıcı unsurları (mükemmilât) olmaktadır. Bütün bunlar da aynı şekilde açıktır.

Keza Kitap dışında kalan diğer deliller, Sünnet, İcmâ ve Kıyâs olmaktadır. Bütün bunlar delilliklerini Kitaptan almaktadırlar. Alimler, Allah Teâlâ'nın: "İnsanlar arasında Allah'ın sâna göster­diği gibi hükmedesin diye Kitab'ı sana hak olarak indirdik"[135] buy­ruğunun kıyâsı; "Peygamberin size verdiğini alın"[136]buyruğunun sünneti; "...inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndü­ğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız"[137] buyruğunun da icmâı içermiş olduğunu söylemişlerdir. Böylece çok önemli olan bu konu, onun genel çerçevesinin içerisine girmiş olmaktadır.[138]

Sahîh'te şöyle rivayet edilir: İbn Mesûd: "Allah, dövme yapa­na, dövme yaptırana... lanet etsin"[139] dedi. Bu Esedoğullarından bir kadına ulaştı. Ümmü Yakûb denilen bu kadın Kur'ân okuması­nı bilirdi. İbn Mesûd'a geldi ve "Bana senin falan falan kimselere lanet ettiğin ulaştı, bu neyin nesi?" diye sordu. Abdullah "Allah Rasûlünün lanet etttiği kimselere ben niye lanet etmeyecekmişim?! Bu Allah'ın kitabında var" dedi. Kadın "Ben Mushaf m iki kapağı arasında ne var ne yok hepsini okudum ve onu orada görmedim" dedi. Abdullah "Eğer sen onu gerçekten okumuş olsaydın, mutlaka bulurdun. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Peygamberin size verdiğini alın, size yasakladığını da bırakın"[140] Abdullah, Kur'ân'ı en iyi bilenlerden biridir.

Fasıl:

Buna'göre Kur'ân'dan hüküm çıkarılırken sadece onunla yeti-nilip, onun beyanı olari sünnete bakmamak doğru olmaz. Çünkü Kur'ân küllî olduğundan ve namaz, zekât, hacc, oruç ve benzeri mücmel hükümler içerdiğinden, mutlaka bunların açıklanması için araştırma yapmak zorundadır. Bunun için de tabiî ilk başvuracağı kaynak sünnet olacaktır. Eğer sünnette yeterli açıklama bulama-mışsa, o zaman selef-i sâlihin yapmış olduğu açıklamalara baka­caktır; çünkü onlar Kur'ân'ı anlama konusunda diğerlerinden daha ileri bir konumda bulunuyorlardı. Yok (konu beyana ihtiyaç göster­meyen kısımdan ise o zaman), elde edebilen kimse için Arap diline mutlak vukufiyet maksadı anlamaya yeterli olacaktır. ALlah'u a'lem! [141]

ALTINCI MESELE:

 

Zikredilen bu şekil üzere[142]Kur'ân'da her şeyin açıklaması bu­lunmaktadır. Gerçek anlamda onlara vâkıf olan, şeriatın tamamını ihata etmiş olur[143]ve hiçbir konuda sıkıntıya düşmez. Buna aşağı­daki hususlar delâlet eder:

1.

İlgili Kur'ân nassları: "Bugün size dininizi tamamladım..[144] "Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indir­dik[145]"Kitapta[146] hiçbirşeyi eksik bırakmadık[147]Doğrusu bu Kur'ânKur'ân, en doğru olan yola[148] götürür"[149] Eğer Kur'ân'm bü­tün mânâları tamamlanmış olmasaydı, o zaman ona böyle denmesi doğru olmazdı. Daha buna benzer, Kur'ân'm hidayet, kalplerde bu­lunan her şeye şifa olduğunu belirten âyetler bulunmaktadır. Kalplerde bulunan herşeye şifâ olabilmesi için, onun herşeyin açıklamasim, çözümünü içermesi gereklidir.

2.

Bunu bildiren hadisler ve selefe ait sözler: Meselâ Hz. Peygam­ber Şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki bu Kur'ân, Allah'ın ipidir. O apaçık nurdur, faydalı şifâdır. Kendisine tutunan kimse için o, bir korunaktır. O, kendisine tâbi olan için bir kurtuluştur. (Ona uyan) eğrilmez ki, doğrultulsun; sapmaz ki azarlansın. Onun hayret edilecek yönleri bitmez, çokça tekrarlamaktan dolayı eski­mez"[150]

Kur'ân'm mutlak surette Allah'ın ipi, faydalı şifâ... olması, onun her yönden tam olduğunun delilidir. Benzeri bir hadis Hz. Ali vasıtasıyla da rivayet edilmiştir. İbn Mesûd'dan şöyle rivayet edil­miştir: "Her ziyafet veren, verdiği ziyafete gelinmesini sever. Al­lah'ın ziyafeti de Kur'ân'dır"[151] Hz. Âişe'ye Hz. Peygamber'İn ahlâkmm nasıl olduğunu sorarlar. Cevabında: "Onun ah­lâkı Kur'ân'dı" der.[152] Onun bu sözünü Kur'ân da: "Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin"[153] âyeti ile tasdik eder. Katâde: "Kur'ân ile hemhal olan kimse ondan ya bir ziyadelik ya da bir noksanlık ile ayrılır" demiş ve arkasından: "Kur'ân'dan inananlara rahmet ve şi­fa olan şeyler indiriyoruz. O, zâlimlerin ise sadece kaybını artı­rır"[154]âyetini okumuştur. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî: "Rabbi-mizl Doğrusu biz 'Rabbinize inanın' diye inanmaya çağıran bir da-vetçiyi işittik de iman ettik"[155] âyeti hakkında "O Kur'ân'dır. Çün­kü onların hepsi Hz. Peygamber'i görmemiştir" demiştir. Hadiste: "Kur'ân'ı en iyi okuyanları (yani en iyi bilenleri) onlara imamlık yapar"[156]buyurulmuştur. Onların takdim olunmaları, Al­lah'ın hükümlerini en iyi bilenler olmaları sebebiyledir. Çünkü Kur'ân'ı iyi bilen, şeriatın tamamını bilir, demektir. Hz. Aişe: "Kur'ân okuyandan daha üstün kimse yoktur" demiştir. Abdullah ise: "Eğer ilim istiyorsanız, (anlayarak) Kur'ân'ı tekrarlayın; çünkü onda öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri vardır" demiştir. Abdullah b. Ömer: "Kim Kur'ân'ı toplarsa (yani muhtevasıyla birlikte onu Öğ­renirse), çok büyük birşey yüklenmiş olur. O, nübüvveti iki böğrü içine dürmüş olur; şu kadar ki kendisine vahiy gelmez" Ondan gelen başka bir rivayette: "Kim Kur'ân'ı okursa, nübüvvet onun iki böğrü içerisine durulmuş olur. Bu, sadece onun nübüvvetin getirdi­ği mânâları kendisinde toplamış olması sebebiyledir" demiştir. Da­ha başka bunlara benzer konumuza delâlet eden sözler vardır.

Târihî uygulama: Tarih süreci içerisinde hiçbir âlimin herhan­gi bir konuda Kur'ân'a başvurması sonucunda onda şöyle ya da böy­le bir delil bulamadığı görülmemiştir. Yeni yeni ortaya çıkan olay­lar karşısında en zor durumda kalabilecek fırka, kıyâsı delil olarak kabul etmeyen Zahirî mezhebi olmalıdır. Buna rağmen hiçbir mese­lede delil getirme konusunda onların çaresizlik içerisine düştükleri vâki değildir. Zahirî imamlarından İbn Hazm şöyle demiştir: "Fık­hın bütün konuları istisnasız kitap ya da sünnette bir temele daya­nır ve Allah'a hamdolsun ki biz bunu biliriz. Ancak kırâz (mudâ-rabe) bundan hariç; biz ona her ikisinde de bir temel bulamadık" Bilindiği gibi, (İbn Hazm'ın Kur'ân ya da sünnetten bir temele da-yandıramadık dediği) kırâz, icâre türlerinden biridir. İcârenin aslı ise Kur'ân'da sabittir ve onu Hz. Peygamber'İn kendi dö­neminde sürmekte olan uygulamayı onaylaması ve sahabenin tatbi­katı açıklamaktadır.

İtiraz: Birileri çıkarak şöyle diyebilir: Bu dedikleriniz doğru değildir. Çünkü Kur'ân'da hiç yer almayan fakat şeriatta sabit bu­lunan meseleler ve kaideler bulunmaktadır. Bunlar sünnete dayan­maktadır. Sahîh'te yer alan şu hadis de bu tezimizi doğrular: Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Sizden birinizi koltuğuna yas-lanınış bir halde, kendisine benim sünnetimden bir emir ya da ya­sak geldiğinde: 'Onu tanımıyorum. Biz Allah'ın kitabında bulduğu­muza uyarız.' der bir halde bulmayayım"[157]Bu bir yergidir ve ha­dis aynı şekilde sünnete de itimat edilmesini âmirdir. Allah Teâlâ'nın şu buyruğu da bunu tasdik etmektedir: "Eğer bir konuda çekişirseniz, onun halini Allah'a ve Rasûlüne çevirin"[158]Meymûn b. Mihrân, âyeti "Allah'a çevirmek, Kitab'ına vurmaktır. Rasûlüne çevirmekten maksat da eğer hayatta ise bizzat kendisine, öldükten sonra da sünnetine başvurmak demektir" şeklinde açıklar. Benzeri bir âyet de şudur: "Allah ve peygamberi birşeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraş­maz"[159]                                                                                                      

Şöyle deni(lemez): Sünnet, Kur'ân'ın beyanı olması açısından alınır; çünkü Allah Teâlâ "İnsanlara indirileni kendilerine açıkla-yasın diye[160]buyurmaktadır. Bu ise deliller arasını birleştirmek olur. Çünkü biz diyoruz ki: Eğer sünnet Kitab'ın beyanı mahiyetin­de ise, o zaman o, sünnetin iki kısmından bîrine dahil olur. Sünne­tin bir ikinci kısmı daha vardır ki, o Kitab'ın hükmüne ziyade getir­mektedir. Meselâ, kadının, halası ya da teyzesi üzerine nikahlan-masının[161], ehlî eşekierin[162] ve kesici (köpek) dişi olan yırtıcı hay­vanların[163] yenilmesinin haram kılınması gibi ki bunlar, Kitap'ta yer almayan ve sadece sünnet ile haram kılınan şeylerdir. Hz. Ali'­ye şöyle denildi: "Sizin yanınızda yazılı birşey (kitap) var mı?" Ce­vabında: "Hayır, ancak Allah'ın kitabı var veya müslüman bir ada­ma verilen anlayış var, ya da şu sahifede bulunanlar var" dedi. Râvi diyor ki: "Peki, o sahifede ne var?" diye sordum. O: "Diyet hü­kümleri, esirin salıverilmesi, müslümanın kâfir karşılığında öldü-rülmemesi" diye cevap verdi[164]Bu hadis, her ne kadar onların ya­nında Allah'ın kitabından başka bir kitap olmadığım gösterirse de, aynı zamanda Allah'ın kitabında bulunmayan bazı şeylerin de bulunduğuna delâlet eder. Bu ise sizin koyduğunuz esasa ters düşer.

Cevap: Bu itirazın cevabı inşallah ikinci delil yani Sünnet'in açıklanması sırasında verilecektir.[165]

Kur'ân'dan yapılan nâdir istidlallerden biri Hz. Ali'den gelen hamilelik süresinin (en az müddetinin) altı ay olduğudur. O bu so­nucu: "Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer"[166] âyeti ile "Onun sütten kesilmesi iki yıldır"[167]âyetinden çıkarmıştır.[168] Mâlik b. Enes, sahabeye söven kimsenin fey'den payı olmayacağına şu âyetle istidlalde bulunmuştur: "Onlardan sonra gelenler: 'Rab-bimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalblerimizde mü'minlere karşı kin bırakma...' derler[169]Bazıları çocuk mülk edinilemiyeceğini söylemişler ve bunu: "Rahman çocuk edindi dediler. Hâşâ; hayır; melekler şerefli kılınmış kullardır"[170] âyetinden çıkarmışlardır.[171] İbnu'l-Arabî, ceninin kan pıhtısı (alak) haline dönüşmeden önceki haline "insan" demlemeyeceğine: "İnsa­nı, kan pıhtısından yarattı"[172]âyetini delil olarak kullanmıştır. Münzir b. Saîd, Arabm tabiatında, Araplara ait özelliğin mevcut bulunmadığına: "Allah sizi annelerinizin karnından birşey bilmez halde çıkarmıştır"[173] âyetiyle istidlalde bulunmuştur. Bu konuda en ilginç olanı, Kurtubalı İbnu'l-Fahhâr'ın istidlalidir: O, olumsuz cevap verirken başın yana sallanmasının, olumlu cevap verilirken ise öne eğilmesinin, doğuluların yaptığının aksine daha uygun ol­duğunu çünkü Allah Teâîâ'nın: "Onlara: 'Gelin de Allah'ın peygam­beri sizin için mağfiret dilesin' dendiği zaman başlarını (yana) çe­virirler[174]buyurduğunu söylemesidir. Sûfî Ebû Bekir eş-Şiblî, bir­şey giydiği zaman onun bir yerini yırtardı. İbn Mücâhid: "Kendisin­den yararlanılan birşeyi ifsad etmenin ilimde bir yeri var mı ki?" diye sorduğu zaman: "Süleyman: 'Onları bana getirin' dedi. Bacak­larını ve boyunlarını vurmaya başladı"[175] âyetini okudu. eş-Şiblî sonra: "Kur'âii'da sevgilinin sevgilisine azap etmeyeceği nerededir?"diye sordu. İbn Mücâhid sustu ve ona: "Sen söyle!" dedi. O 'Yahu­diler ve Hıristiyanlar, 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler. 'Öyle ise günahlarınızdan ötürü size niçin azabediyor?..[176] âyeti­dir, dedi. Bazıları, kadınları dinlemenin caiz olmadığı görüşlerine: "Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca, Mu­sa: 'Rabbirn, bana kendini göster bakayım' dedi"[177]âyetini delil ola­rak kullanmışlardır. Bu istidlal şekillerinden bazıları tartışmaya açıktır.

Fasıl:

Buna göre, en kâmil şekilde hakkında bilgi sahibi olunması is­tenen her meselenin mutlaka önce Kur'ân'a vurulması gerekecek­tir. Eğer Kur'ân'da bizzat ele alınmışsa ya da nev'ine veya cinsine ait açıklama bulunmuşsa, bunlar esas alınarak o mesele dindeki yerine oturtulacaktır.-Eğer orada mesele hakkında birşey buluna­mazsa, o zaman çeşitli bakış açıları ve değerlendirme şekilleri orta­ya çıkacaktır. Belki onlar —inşallah— yerinde zikredilecektir.

Deliller bölümünün birinci kısmında geçtiği üzere; her şer'î de­lil ya kesindir; ya da sonuç itibarıyla kesin olan bir asla çıkmakta­dır. Kat'î olan kaynaklar içerisinde en üst mertebeyi Kur'ân nassla-rı teşkil eder. O, ilk başvurulacak kaynaktır.

Ancak amaç, meselenin hükmünün tesbiti değil de sadece amel ise, o zaman âhâd yolla nakledilen sünnete başvurmakla da yetini-lebilir. Nitekim böyle bir durumda müctehidin görüşüne başvur­mak da yeterli olmaktadır. En zayıf olanı ise bu sonuncusudur. Me­selenin illâ da Kur'ân'dan bir asla dayandırılması, o meselenin ken­disine başvurulabilecek bir esas halini alabilmesi ya da o şeyin din­den sayılabilmesi için buna olan ihtiyaç sebebiyledir. Bunun için, o meselenin sadece vahid haber yoluyla öğrenilmiş olması yeterli de­ğildir. Nitekim bu konu daha önce geçmişti. [178]

YEDİNCİ MESELE:

 

Kur'ân'a nisbet edilen ilimler çeşitli kısımlara ayrılır:

1. Alet ilimleri: Onu anlamak ve içermiş olduğu mânâları el­de edebilmek için araç durumunda olan ve ondan Allah Teâlâ'nın muradının ne olduğunu anlamaya yardımcı olan ilimler. Bunlar; mutlaka olması gereken Arap diline ait ilimler, kıraat ilmi, nâsih ve mensûh ilmi, usûlü fıkıh ilmi gibi ilimlerdir. Bunlar üzerinde durmayacağız.

Ancak, bazen aslında Kur'ân'ı anlamak için araç durumunda olmadığı halde, onu araç olarak görme ve gerçek âlet ilimleri gibi onların da istenilen bir vesile durumunda olduğunu iddia durumla­rı olmaktadır. Meselâ, Arap dili ve edebiyatı, nâsih ve mensûh ilmi, nüzul sebepleri ilmi, Mekkî ve Medenî ilmi, kıraat ilmi, usûlü fıkıh ilmi evet bunlar bütün âlimlerce Kur'ân'ı anlamaya yardımcı oldu­ğu kabul edilen âlet ilimleridir. Ama bunun dışında kalan ilimlere gelince, bazıları onları da vesile olarak görmüşlerdir. Halbuki aslın­da öyle değildir. Meselâ Râzî: "Onlar üstlerindeki göğü nasıl yap­mışız, süslemişiz bakmazlar mı? Onda hiçbir çatlak da yoktur"[179] âyetinin anlaşılabilmesi için astronomi bilmenin gerekli olduğunu söylemiştir. Feylesof İbn Rüşd, Faslu'l-mekâl fîmâ beyne'ş-şerî-ati ve'I-hikmeti mine'l-ittisâl adını verdiği kitabında, felsefenin de gerekli olduğu zannına kapılmıştır. Zira ona göre, felsefe bilme­den şeriattan ne kastedildiğini gerçek anlamda anlamak mümkün değildir. Halbuki biri çıksa da, tam onun dediğinin aksini söylesey­di, ona karşı koyma konusunda sözleri hiç de yabana atılmazdı.

Râzî ve İbn Rüşd gibilerle, onların bu görüşüne katılmayan kimseler arasında hakem, selef-i sâlihin bu ilimler karşısındaki du­rumu olacaktır. Acaba onlar, sözü edilen bu ilimleri öğrenmişler midir? Ya da onları terk mi etmişlerdir? Veya onlar bu gibi ilimler­den gafil mi bulunuyorlardı? Halbuki biz, onları Kur'ân'ı gerçek an­lamda anlamış kimseler olarak bilmekteyiz ve buna hem Rasû-lullah, hem de ulemânın kahir ekseriyeti şahitlik etmek­tedir. Bu durumda şimdi kişi, ayağını nereye koymalı? Daha başka nev'iler de vardır ki, uğraşanlar onları bilmektedir. Otorite olan kimsenin açıklaması gibisi yoktur. İşte Ebû Hâmid (el-Gazzâlî), tec­rübe sonrasında bu iddiaların asılsızlığını ortaya koyan bir kimse olarak, kitaplarının birçok yerinde konuyla ilgili yeterli açıklama­larda bulunmuştur.

2. Kur'ân'm bütün olarak ele alınması sonucunda elde edilen ilim: Burada sözü edilen Kur'ân'm; emir, nehiy ya da daha başka yollarla yönelen hitap olması açısından değildir. Aksine onun olduğu gibi alınması, bir bütün olarak değerlendirilmesi açısından ulaşılan sonuçlardır. Bu, Kur'ân'm ihtiva ettiği nübüvvete delâlet eden şey olmasıdır; yani onun Hz. Peygamber'in  mucize­si oluşudur. Bu mânâ, şer'î hükümlerin elde edilişi gibi Kur'ân'm belli âyetlerinden çıkarılmamaktadır. Zira Kur'ân'm âyetleri ya da sûreleri, aynen şer'î hükümleri emir ya da nehiy gibi yollarla orta­ya koyduğu gibi, bu hususa temas etmemiştir. Onda olan sadece, bütün insanların onun hatta bir sûresinin benzerim getirmekten âciz olduklarına dikkat çekmek olmuştur. Şimdi Kur'ân'm mucize oluşu, belli bir sûre ya da belli bir âyete veya belirli bir tarz ve üslûba has değildir; aksine mucize olan onun mahiyetidir, kendidir. Nitekim Hz. Peygamber buna işarette bulunarak şöyle buyurmuştur: "Hiçbir peygamber yoktur ki, kendisine insanoğlunu imâna getirecek türden bir mucize verilmiş olmasın. Bana verilen ise, Allah'ın bana ilkâ ettiği vahiydir ve ben kıyamet gününde pey­gamberler içerisinde tâbisi en çok bulunan olmayı ümit ediyo­rum"[180] O, Allah Teâlâ'mn indirmiş olduğu şekliyle Rasûlullah'-m doğruluğuna delâlet etmektedir ve onun karşısında son derece fasih olanlar, ona karşı aşırı husûmet besleyenler, ona ben­zer ya da ona yakın bir söz ortaya koymaktan aciz kalmışlardır. Onun mucize oluşu yönünü burada izah etme gereği duymuyoruz. Çünkü onun i'câzmm hangi yolla olduğu farzedilirse edilsin, ona delâlet edecek olan Kur'ân'm bizzat kendisi ve mahiyetidir ve onun hangi tarafını ele alacak olursanız olun, o yön, sizi Rasûlullah'm doğruluğuna götürecektir. Bu kısım hakkında da burada söz etmek durumunda değiliz; çünkü asıl yeri Kelâm kitaplarıdır.

3. Allah Teâlâ'mn, Kur'ân'ı indirmesi, onunla insanlığa hitapta bulunması sırasında takındığı âdet-i ilâhîden ve on­lara karşı yumuşaklık ve güzellikle muamele etmesinden çı­karılan ilimler: Allah Teâlâ, kendisi kadîm ve münezzeh olmakla birlikte Kitabım insanların anlaması için Arapça olarak göndermiş, içerdiği bilgi ve hayırlar üzerinde düşünmeden Önce onlara mânâları yaklaştırmak, lütufta bulunmak ve onlara öğretmek için anlayabilecekleri seviyeye inmiştir (tenezzülât-ı ilâhiyye). Bu, Kur'ân'm içermiş olduğu ilimlerin dışında kalan bir bakış tarzı ol­maktadır. Bu esasın doğruluğu, İctihâd bölümünde ortaya çıkacak­tır. Bu, Allah Teâlâ'mn sıfatlarıyla ahlâklanma ve O'nun fiillerine uyma demektir.

Bu esas, hem aslî hem de fer'î çeşitli türden kaideleri, edebî güzellikleri içine alır. Maksadın anlaşılması için burada bazı örnek­ler zikredelim:

a) Uyarmadan önce, sorgulamanın olmaması ilkesi: Buna, biz­zat Allah Teâlâ'mn kendisi hakkındaki şu buyruğu delâlet etmektedir: "Biz, peygamber göndermedikçe hiçbir kavme azap etmeyiz" [181] O'nun kulları hakkındaki âdet-i ilâhisî, muhalefet sebebiyle sorgulamanın, ancak peygamber gönde­rilmesinden sonra olması şeklinde cereyan etmiştir. Kullar üzerine peygamber gönderilerek hüccet ikâme edildikten sonra: "Artık dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin"[182]buyruğu gereğince sorumluluk başlayacak ve herkes yaptı­ğının karşılığını görecektir.

b) Kullara kendisiyle hitap ettiği şey üzere delil ikâmesi konu­sunda mübalağa etmek. Allah Teâlâ, Kur'ân'ı bizzat muhte­vasının doğruluğuna bir delil olarak indirmiştir. Bununla yetinmeyerek, peygamberinin elinde gerçekleşmek üzere, haddizatında yeterli olacak başka mucizeler vermiştir.

c) İlk kez günah işleyeni cezalandırmaması ve günahta ısrar eden inatçılara karşı ise —açık delillerin ikâmesinden sonra inkâr ve isyan üzerinde devamlılıklarına rağmen ve azabı peşinen istedikleri halde bile— hilim sıfatı ile tecelli ederek azaplarını hemen vermemesi.

d) Adeten insanların haya ederek açıkça söylemekten kaçına­cakları ifadeleri kinaye ve benzeri yollarla getirmek suretiy­le kelâmı güzelleştirmesi. Meselâ: "Kadınlara dokunduğu­nuzda...[183] "Mahrem yerini korumuş olan Imran kızı Meryem de bir misaldir. Ona ruhumuzdan üflemiştik[184]"Her ikisi de yemek yerlerdi[185] âyetlerinde olduğu gibi. Ancak, hakkın yol ayırımında olduğu ve halin kinâyesiz açıkça söy­lemeyi gerektirdiği yerlerde açık ifadeler kullanılmıştır. Şu âyetler işte buna işaret olmaktadır: "Allah, sivrisineği ve onun üstününü misal olarak vermekten haya etmez[186]'Allah, gerçeği söylemekten çekinmez"[187]

e) İşlerde teennî ile hareket etmek; iyice araştırmak ve ihtiyatı elden bırakmamak. Bunlar bizim hakkımızda sözkonusu olan şeylerdir. Buna rağmen Allah Teâlâ bunlara riayet et­miş ve Kur'ân'ı peygamberine yirmi (küsur) senede parça parça olarak indirmiştir. Hatta kâfirler: "Kur'ân, ona bir defada toptan indirilseydi ya[188] demişlerdi de Allah Teâlâ: "Biz onunla senin kalbini tesbit etmek için böyle azar azar indiriyoruz"[189] diye cevap vermiştir. Yine bu konuda şöyle buyurmuştur: "Kur'ân'ı insanlara ağır ağır okuman için, bölüm bölüm indirdik ve onu gerektikçe indirdik"[190] Bu süre içerisinde uyarılar birbiri arkasmca gelmiş, çizilen yol, her yönden ve ihtiyaç duyulan şeyler açısından dosdoğ­ru belirmiş, buna rağmen on sene geçtiği halde hâlâ İslâm'a girmeyenler hakkında uyarının dozu gittikçe artmaya baş­lamış ve sonunda cihâd meşru kılınmıştır. Ancak bu da tedricen olmuştur. Üstün hikmet, adalet ve ihsanın gerek­tirdiği tertip (tedrîcilik) muhafaza edilmiş ve böylece din ta­mamlanmıştır, insanlar bölük bölük dine girmeye başlayıp hiçbir kimsenin diyeceği birşey kalmayınca, Allah Teâlâ, rasûlünün ruhunu almıştır. Artık deliller tam anlamıyla or­tadadır, hüccet ikâme edilen konular vazıhtır ve Allah'ın yardımcıları sayesinde dinin esasları sağlamlaşmış, dinin pazuları güçlenmiş ve herşey yerli yerine oturmuştur. Bu vesileyle Allah'a sonsuz hamd ve senalar olsun.

f) Kulların, Rab Teâlâ'nın huzuruna dua ve tazarru ile yönel­diklerinde takınacakları âdabın nasıl olması gerektiği. Kur'ân'm sevk tarzı, bize bu konuda uymamız gereken âdabı vermektedir. Bu her ne kadar özel nasslar ile belir­lenmiş değilse de, onun genel üslûbundan istikra sonucun­da elde edilen işaretler, bu konuda açık beyana ihtiyaç bı­rakmayacak mahiyettedir. Dikkat edilecek olursa görüle­cektir ki, Kur'ân'da Allah'ın kullara olan çağırışı çoğu kez "yâ" hitap edatıyla gelmektedir. Bu edat çağırılanın uzaklı­ğına delâlet eder. Çünkü nida sahibi Allah, kullarına (me­kan olarak) yakın olmaktan münezzehtir; yüce olmak ve herşeyden müstağni bulunmak sıfatlarına sahiptir. Kulla­rın Rab Teâlâ'ya hitapları sözkonusu ise, o zaman da hitap şekli, icabetin yakınlığı mânâsını gerektirecek şekillerde kullanılmıştır. Bu şekillerden biri, nida harfinin düşürül­mesidir. Bu, nida edilenin yakınlığım gösterir ve onun nida edenle birlikte olduğunu ve ondan gafil bulunmadığını ifade eder. Böylece O'na yönelenin bu mânâyı hissetmesi isten­miştir. Zira çoğu kez, "Yâ Rabbena..." şeklinde değil de "Rabbena...[191] şeklinde gelmiştir. Meselâ: "Rabbena lâ tuâhiznâ...[192] "Rabbena tekabbel minnâ...[193] "Rabbi innî nezertu leke mâ fî batnî..."[194] Rabbi erini keyfe tuhyî'l-mevtâ...[195] âyetlerinde olduğu gibi.

Bir diğer şekil, Allah'a yönelik nidaların çoğu kez Rab ismi ile yapılmış olmasıdır. Bu isim, kulların işlerini üstlenme ve onları dü­zene koyma mânâsını içerir. Böylece kul, yaptığı bu nida şekliyle, özelliği kullarını beslemek ve terbiye etmek, onlara karşı rıfk ve ih­sanla muamele etmek olan Zat'a sarılmış olmakta ve sanki şöyle demektedir: "Ey mutlak anlamda bizim işlerimizi düzene sokan Yü­ce Allah! Bize falan şeyi tamamla" Bu ettiği duanın gereği olur. "Allahümme!" tabiri ise çok az yerde ve halin gerektirdiği mânâlardan dolayı kullanılmıştır.

Bir diğeri, istekten önce bir vesile edinilmesi, isteğe doğrudan girilmeme sidir: "Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz[196]"Rabbimiz! Biz şüphesiz iman ettik, günahımızı bize bağışla..[197] "Rabbimiz! İndirdiğine inandık, Peygambere uyduk; bizi şahit olanlarla beraber yaz[198]"Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru[199]"Rabbimiz! Doğrusu sen Firavun'a ve erkânına ziynetler ve dünya hayatında mallar verdin... Rabbimiz! Mallarını yok et, kalplerini sık[200]"Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu sadece kendisine zarar getiren kimseye uydular... Rabbim! Sen bu zâlimlerin sadece şaşkınlığını artır...[201] "İbrahim ve İs­mail, Kabe'nin temellerini yükseltiyordu: 'Rabbimiz! yaptığımızı kabul buyur...' dediler"[202]âyetleri gibi.

Daha başka, üslûp ve sırf ortaya konuluş şeklinden çıkarılan diğer âdâb şekilleri de vardır.

Bu meyanda daha başka bazı şeyler vardır ki, onlar, İctihâd bölümünde Allah'ın fiillerine uyma va O'nun sıfatlarıyla ahlâklanma başlığı altında açıklanmıştır. Bu meyanda Makâsıd bölümünde de önemli bazı açıklamalar yapılmıştı.[203]

Hasılı Kur'ân, bu türden şer! kaidelerin gerektirmiş olduğu pek çok faydalar ve güzellikler içermektedir ve bunlara Kur'ân üze­rinde yapılacak çalışmalar tanıklık edecek ve onları âyet ve hadis ıercien oluşan nasslar doğrulayacaktır.

4. (Kur'ân'a nisbet edilen ilimlerden) bir kısım daha var­dır —ki konunun zikrinden asıl amaç odur— o da âlimlerin Kitap nasslarınm, Arap dilinin elverdiği şekilde mantûk ve mefhûmun­dan anladıkları ve üzerine dikkat çektileri mânâlar olmaktadır. Bu­na göre, Kur'ân, asıl maksat olan üç cins ilmi içermiş olmaktadır. Bunlar:

1) Kendisine yönelineni, yani Allah Teâlâ'yı bilmek.

2) O'na yönelmenin nasıl olacağını bilmek.

3) Kulun, Allah'tan korku ve ümit arasında olabilmesi için kendi sonucunu bilmesi. Bu üç sınıf ise, asıl maksûd bulu­nan bir cins altına girmektedir ve bu: "Ben cinleri ve insan­ları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım"[204] âyeti ile ifadesini bulmaktadır. Şu halde ibâdet (ya da daha geniş anlamda kulluk) ilk istenilen şeydir. Ancak bunun yapıla­bilmesi için mutlaka kendisine kulluk edilecek olanın (Ma'bûd) bilinmesi gerekecektir. Zira bilinmeyen birşeye ibadet ya da daha başka birşeyle yönelinemez. O bilindiği zaman —ki O'nun hakkındaki bilginin bir parçası da, O'nun emir ve nehiyde bulunan, ibadetleri layıkı veçhile ikâme et­melerini isteyen bir Sâri' olmasıdır— talep yönelmiş olacak­tır. Şu kadar var ki, nasıl kulluk yapılacağı bilinmeden bi­rinci maksat gerçekleşemeyecektir. İşte o yüzden ikinci cins getirilmiştir. Nefisler, netice ve sonuçları istemeye meraklı yaratıldıklarından, amellerin sonuçları da tâat ya da masi-yet şeklinde o amelleri işleyenlere dönük bulunduğundan ve bunun için müjdeleme ve uyarma da gerekli olduğundan, bu tarafın da açıklanmış olması için üçüncü cins de getiril­miş ve böylece dünyanın ebedî hayat yurdu olmadığı, asıl hayatın âhiret yurdunda olduğu belirtilmiştir.

Birincinin altına, Allah Teâlâ'nın zâtı, sıfatları ve fiilleri ile il­gili ilimler girer. O'nun sıfatları ya da fiilleri üzerinde durmak, nü­büvvet üzerinde de durmayı gerektirir; çünkü nübüvvet Ma'bûd ile kullar arasındaki vasıtadır ve ilmî olsun, amelî olsun din için sabit olan her asıl hakkında peygamberliğe ihtiyaç vardır. Bunlar, konu­lan aklî deliller (burhan) ve onları iptal etmek için uğraşan düş­manların delillerle susturulması yoluyla tamamlanır.

İkincisi, her türlü ibâdetler, âdetler ve muamelelerle kulluğun icra şekillerini belirlemeyi amaçlar. Keza bunların herbirine yöne­lik tamamlayıcı unsurları açıklar. Bunlar kifâî olan farzlar olmak­tadır. Bunlar içinde en kapsamlısı[205] iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak ve onu üstlenecek kimse üzerinde durmaktır.                    

Üçüncüsüne gelince; bunun içerisine üç konu hakkında düşün­me girer: 1. Ölüm ve ötesi. 2. Kıyamet ve orada olacaklar. 3. Kalı­nacak yer. Bu cinsin tamamlayıcı unsurları terğîb ve terhîb yani müjdeleme ve korkutma yöntemi olmaktadır. Kurtuluşa erenlerle helak olanların durum ve hallerini bildirme, onları bu sonuca ulaş­tıran şeyin amelleri olduğunu bildirme de onun altına girer.

Böylece Kur'ân'da mevcut bulunan bütün ilimlerin oniki oldu­ğu ortaya çıkar.[206] el-Gazzâlî, bunları sadece altıya indirmiştir: Bunlardan üçü önde gelen ve önemli olan esaslardır; üç tanesi de tâbi ve tamamlayıcı öğelerdir.

İlk üçe gelince bunlar:

1. Kendisine davet edilenin (Allah'ın) öğretilmesidir yani mârifetullâhm açıklanmasıdır. Bu, zâtın, sıfatların ve fiille­rin bilinmesini içerir.

2. Sıratı müstakîm üzere Allah'a giden yolun belirlenmesidir. Bu ise güzel huylarla bezenmek, her türlü kötü huylardan arınmak yoluyla olur.

3. O'na vusûi anındaki halin açıklanmasıdır. Bu da cennet ve cehennem hayatı ile bunlardan önce geçecek olan kıyamet ahvalinin açıklanmasını içerir.

Diğer üç ilime gelince bunlar da şunlardır:

1.

Davete icabette bulunanların hallerini bildirmek[207]Bu peygamberlerin ve velilerin kıssalarını anlatmak yoluyla olur. Bunun sırrını, terğîb yani özendirme teşkil eder. Keza davete icabette bu­lunmayanların hallerini bildirmek de bu kısımdandır. Bu da Allah düşmanlarının kıssalarını nakletmekle olur.

2.

Kâfirlere karşı sürdürülecek mücadelinin öğretilmesi. Onların sapık sözleri nakledildikten sonra, onlara karşı nasıl hüccet ikâme edildiği öğretilmiştir. Allah ve Rasûlü hakkında ileri sürülen onlara yakışmayacak şeylerin zikredilmesi ve bu yoldaki isnadların izale­si, tâat ve isyanın sonucunun zikredilmesi de bu kısmın kapsamına girer. Bu kısmın sırrı da, bâtıl tarafı için uyarmak ve rezil rüsvay etmektir. Hak tarafı için ise, yerleştirme ve izah sözkonusudur.

3.

Yolun konak mahallerini, yol için nasıl hazırlanılacağını ve azık tedarik edileceğini belirtmek. Bu, fukahânın ibâdetler, âdetler, muameleler, suçlar ve cezalar hakkında söylemiş oldukları şeylerle olur.

Bu altı kısım ise on dala ayrılır. Bunlar: Zât, sıfatlar, fiiller, âhiret (meâd), sırât-ı müstakim ki bu güzel huylarla bezenmek ve kötü huylardan arınmak oluyor, peygamberlerin halleri, velilerin halleri, Allah düşmanlarının halleri, kâfirlere karşı mücadele ve hükümlerin belirlenmesi ile ilgili ilimlerdir. [208]

SEKİZİNCİ MESELE:

 

Bazı insanlar Kur'ân'm bir zahiri bir de bâtını olduğunu sanmışlar ve muhtemelen bu konuyla ilgili olarak bazı hadis ve se­lefe ait sözler de nakletmişlerdir. Meselâ el-Hasen'den mürsel olarak şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: "Allah'ın indirmiş olduğu her bir âyetin, mutlaka bir zahiri bir de bâtını vardır. Her harfin bir haddi; her haddin de bir matla'ı vardır"[209]

Rivayetlerde geçen "zahr" ya da "zahir" kelimeleri "tilâvetin zahiri"; "bâtın" da, o âyetten Allah'ın muradı olarak tefsir edilmiş­tir. Çünkü Allah Teâlâ: "Bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlama­ya yanaşmıyorlar?[210] buyurmaktadır. Âyetten murad: "Onlar, söz­den Allah'ın muradını anlamıyorlar" şeklindedir. Yoksa onların biz­zat sözü anlamadıkları kastedilmemektedir. Nasıl olabilir ki?! Kur'ân, bizzat kendi dilleri ile inmekteydi. Ancak onlar, kelâmdan Allah'ın muradının ne olduğunu anlamak konusunda bir çaba gös­termemişlerdir. Sanki bu, Hz. Ali'den rivayet edilen sözün mânâsı olmaktadır. Ona: "Sizin yanınızda yazılı birşey (kitap) var mı?" diye sorduklarında cevap olarak: "Hayır, ancak Allah'ın kitabı var veya müslüman bir adama verilen anlayış var ya da şu sahifede bulu­nanlar var" demiştir.[211]el-Hasen'in hadis için yapmış olduğu "ez-zahr" zahirdir; "el-bâtm" ise sır yani gizli olandır" şeklindeki yoru­mu, işte bu mânâya çıkar. Allah Teâlâ: "Kur'ân'ı durup düşünmü­yorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok ayrı­lıklar bulurlardı[212]buyuruyor. Sözün zahiri birşeydi ve onlar bu­nu anlıyorlardı; çünkü kendileri Arap idiler; murad ise başka bir­şeydi yani Kur'ân'm hiç kuşkusuz Allah katından inmiş olduğu idi. Eğer gerçek anlamda düşünecek olsalardı, Kur'ân üzerinde asla ih­tilaf olmayacaktı.[213] İşte ittifakın sağlanıp, ihtilafların def edildiği bu yön, Kur'ân'm sözü edilen bâtın yönü olmaktadır. Onlar iyilikler hakkında "o Allah'tandır" kötülük hakkında da "o da Rasûlullah'-tandır" dediklerinde Allah Teâlâ, her ikisinin de Allah'tan olduğu­nu beyan etti[214] ve onların sözden anlamadıklarını açıkladı. Ancak,her ikisinin de Allah'tan oluşunun nasıl olduğunu da açıkladı ve şöyle buyurdu: "Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne kötü­lük dokunursa kendindendir[215]"Bunlar Kur'ân'ı düşünmezler mi? Yoksa kalpleri kilitli midir?'[216]Kur'ân'ı düşünme (tedebbür), ancak onda gözetilen maksatlara yönelmek yoluyla olur. Bu, onla­rın Kur'ân'ın gözettiği maksatlardan yüz çevirmiş olmaları hakkın­da açıktır; dolayısıyla onların Kur'ân üzerinde düşünmesi olmamış­tır. Eğer düşünselerdi böyle olmazdı. Bazıları şöyle demişlerdir: "Kur'ân hakkında söylenecek söz iki türlüdür:

1. Rivayetle olur ve sadece nakle dayanılır.

2. Anlayış ile olur. Bu ancak hikmetin, kulun dili aracılığıyla açığa çıkarılması için Hakk'tan gelen bir ilham ile olur"[217] Bu söz, Hz. Ali'nin sözünün mânâsına işaret etmektedir.

Sözün kısası, zahirden maksat, Arap dili açısından ondan anlaşılan şeydir; bâtın ise, kelâm ve hitaptan Allah'ın gözet­tiği maksadıdır. "Kur'ân'ın bir zahiri bir de bâtını vardır" diyen kimsenin maksadı, bu ise doğrudur ve hakkında herhangi bir tar­tışma da olmaz. Ama bunun dışında başka birşeyi kastediyorsa, o zaman, sahabe ve onları takip eden selef tarafından bilinmeyen ye­ni birşey getiriyor demektir ve bu iddiasını isbat için de mutlaka kesin bir delile ihtiyaç vardır. Çünkü iddia, Kitab'm tefsirinde baş vurulacak bir esas olmaktadır; dolayısıyla onun zan ile sabit olması mümkün olamaz. Delil olarak kullanılan hadis ise, eğer senedi sa­hih ise nihayet mürsel hadislerden biri olarak kabul edilir. Hal böy­le olunca, biz zahir ve bâtından maksadın, yapılan izah doğrultu­sunda olması gerektiği sonucuna varmak durumundayız.

Bu mânâyı ortaya koyacak örnekler vardır: İbn Abbâs anlatır: Hz. Ömer, beni Hz. Peygamber'in ashabının bulunduğu meclislere kabul ederdi. Birinde Abdurrahman b. Avf: "Onu bizim yanımıza alıyor (ve bizimle bir mi tutuyor)sun? Bizim onun yaşında çocuklarımız var" dedi. Hz. Ömer ona, beni ilmimden dolayı kabul ettiğini söyledi ve bana "Nasr" sûresi hakkında sordu. Ben: "O Rasûhıllah'ın ecelidir; Allah Teâlâ onunla peygamberine öleceğini bildirmiştir" dedim. Hz. Ömer: "Vallahi biz de yalnız senin bildiğini biliyoruz" dedi. Bu sûrenin zahirine göre Allah Teâlâ, pey­gamberinden, kendisine yardım ve fetih nasip ettiği için teşbih ve hamdetmesini istemektedir. Bâtınına göre ise Allah Teâlâ, peygam­berine ecelinin gelmiş olduğunu bildirmiştir."Bugün size dininizi tamamladım[218] âyeti indiğinde sahabe sevinmiş, Hz. Ömer ise ağlamış ve şöyle demişti: "Kemâlden sonra mutlaka noksanlık gelir" O bu âyet ile Hz. Peygamber'in vefatının yaklaştığını hissetmişti. Gerçekten de öyle oldu ve bu âyetten sonra Rasûlullah , sadece seksenbir gün yaşadı.

Allah Teâlâ: "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir.[219] buyurduğu zaman kâfirler: "Örümceğin, sineğin Kur'ân'da ne işi var?! Bu Tan­rı kelâmı değildir" dediler. Bunun üzerine: "Allah, sivrisineği ve onun üstününü misal olarak vermekten haya etmez'[220]âyeti indi.Onlar inen âyetin sadece zahirine bakmışlar ve ondan ne kastedil­diğine aldırış etmemişlerdi. Allah Teâlâ: "İnananlar ise, bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler'[221]buyurmuştur.

Konumuza, kâfirlerin dünyaya bakış açılan da bir örnek teşkil eder. Onlar, dünyanın dış görünüşüne kapılmışlar ve onu oyun, eğ­lence ve geçici bir gölge olarak kabul ederek, ondan istifadelerini azamîleştirmeye çalışmışlardır. Bunun sonucunda dünyadan göze­tilen asıl amacı, onun bir geçit ve durak yeri olduğu, ebedî ikâmet yurdu olmadığı hakikatini görememişlerdir. Geçen izah üzere bâtının mânâsı işte bu olmaktadır.

"Orada ondokuz bekçi vardır'[222] buyurulduğu zaman kâfirler zikredilen sayının zahirine bakmışlar ve rivayete göre Ebû Cehil: "Sizden her on kişi, onlardan birini tutmadan âciz kalmaz ya" de­miştir. Bunun üzerine Allah Teâlâ işin hakikatini (bâtınını) açıkla­mış ve "Cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden kılmışız dır... Kalplerinde hastalık bulunanlar ve inkarcılar: Allah, bu misalle neyi murat etti?' desinler'[223] âyetini indirmiştir.

Münafıklar, "Eğer bu savaştan Medine'ye dönersek, şerefli kimseler alçakları and olsun ki, oradan çıkaracaktır''[224] demişlerdi. Onlar dünya hayatının dış görünüşüne bakmışlardı. Allah Teâlâ, âyetin devamında onların bu yanlışını düzeltti ve "Oysa şeref Al­lah'ın, peygamberinin ve inananlarındır; ama münafıklar bu gerçe­ği bilmezler" buyurdu.

"İnsanlar arasında, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak için gerçeği boş sözlerle değişenler ve Allah yolunu alaya alanlar vardır[225]İnsanlar için bir hidayet, iyilik sahipleri için bir rahmet olan Kur'ân inmeye başladığı zaman, kâfir en-Nadr b. el-Hâris, Fars ve eski câhiliye dönemi mitolojileri ve şarkı türkü ile ona karşı koymaya çalıştı. Ayet, onun durumunu bildirmektedir. Onun bu tavrı, Allah Teâlâ'nın indirmiş olduğu Kur'ân'm bâtınına itibar etmemek oluyordu.

Allah Teâlâ, münafıklar hakkında: "Ey inananlar! Onların yüreklerine korku salan, Allah'tan çok sizlersiniz. Bu onların akıl etmez kimseler olmalarındandır[226] buyurmaktadır. Bu onların, anlayışsızlıklarından kaynaklanmaktadır. Çünkü, aklı başında olan kimse, ancak herşeyin mülk ve idaresini elinde bulunduranın sadece Allah olduğuna ve herşeyde tasarrufta bulunanın yalnız O olduğuna inanan kimsedir. Bu yüzden de onlar hakkında "Bu onla­rın akıl etmez kimseler olmalarındandır"[227]buyurmuştur. "Anla­maz bir güruh olmalarına karşılık Allah onların kalplerini iman­dan döndürmüştür'[228]âyeti hakkında da durum aynıdır. Çünkü onlar "Bir sûre inince 'Sizi bir kimse görüyor mu?' diye birbirlerine bakarlar, sonra dönüp giderlerdi'[229]

Bil ki, eğer Allah Teâlâ, bir kavmi akılsızlıkla, anlayışsızlık ve bilgisizlikle suçluyorsa, mutlaka bu, onların zahire takılıp kalmala­rı ve o sözden muradın ne olduğuna itibar etmemeleri sebebiyledir. Eğer bir kavim hakkında da, onların anlayışlı, akıl ve bilgi sahibi olduklarını belirtmişse, bu da mutlaka onların Allah'ın hitabından maksadın ne olduğunu —ki bu o sözün bâtını oluyor— anlamaları  sebebiyledir.

Fasıl:

Arap dili hususiyetlerinden olup, Kur'ân'ın anlaşılması için ge­rekli olan herşey, "zahir" kapsamına dahil olmaktadır.

Beyan ve belagata ait meseleler, Kur'ân'm zahiri altında müta­laa edilir. Meselâ,  âyetindeki "dayyik" kelimesi ile âyetindeki "dâik" kelimesi arasındaki fark;[230]

şeklinde yapılan hitap şekilleri arasındaki farkı; her ikisi de mü'minlerin va­sıflarını bildiren âyetlerden sonra geldiği halde âyetinde[231] atıf harfi olan vâv kullanılmaz iken, âyetinde[232] kullanılmış   olması arasındaki fark[233]keza aynı "atıf harfinin âyetinde[234] kullanılmaz iken, âyetinde[235] kullanılması arasındaki fark ^âyetinde[236] selâm kelimesi merfû iken âyetinde[237] mansûb olması arasındaki fark[238] âyetinde hatırlamak için fiil kalıbı kullanılırken, görmek hakkında ism-i fail kipinin kullanılması arasındaki fark[239]

 âyetindeki237 "izâ" ile "in" şart edatları arasındaki farkı, keza "izâ" ile fiilin geçmiş zaman kipinde, "in" ile ise gelecek zaman ki­pinde kullanılması arasındaki fark[240] aynı şekilde  âyetinde[241] ise "izâ" dan sonra ferihû" fiilini geçmiş zaman kipinde, "in" den sonra gelen "yaknetûn" fiilini de gelecek zaman kipinde kullanması arasındaki farkı.,, evet bütün bu ve benzeri sonra gelen Beyân âlimlerince mu­teber olan farklar, Arap dili hususiyetlerine uygun biçimde kavran­acak olursa, Kuran'ın zahiri işte o zaman anlaşılmış olacaktır.

Kur'ân'm i'câzımn fesahat yönünden olduğunu söyleyenlere göre, onun mucizeliği işte bu yönden hasıl olmaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin[242]"Senin için 'Onu uydurdu' diyorlar, öyle mî? De ki: 'Öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on sûre meydana getirin, iddianızda samimi ise­niz, Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın'[243] Bu durum­da, Kur'ân'm i'câzımn başka yolla değil de, fesahati ile olması uy­gundur. Bu takdire göre, onlara genelde güç yetirebilecekleri bir sa­hada kendilerine meydan okunmalı ve buna rağmen onlar acze düş-melidir. Çünkü onlar Hakk'a davet edilmişler; fakat kalpleri Kur'ân'm indirilişinde gözetilen Allah'ın muradından gafil olmuştu. Şimdi eğer onlar meydan okunma karşısında âciz kalırlarsa, indiri­len şeyin doğruluğunu anlayacaklar ve ona boyun eğeceklerdi. Bu, hidayete ulaşmanın ve Allah Teâlâ'nın muradını anlamanın bir yo­lu olacaktı.[244]

Muhatabın kulluk vasfım gerçekleştirmesini, Rablığın ancak Allah'a ait olduğunu ikrarı gerektiren her bir mânâ da, Kur'ân'm bâtını ve onun indirilişinden gözetilen amaç olmaktadır.

Bu, az Önce geçen delillerle açıklık kazanır. Bu meyanda ol­mak üzere şunları da zikredebiliriz: "Allah'a —kat kat karşılığını artıracağı—güzel bir ödünç takdiminde kim bulunur?[245]âyeti in­diği zaman Ebu'd-Dahdâh: "Şüphesiz Allah, kerem sahibidir; bize verdiği şeyi bizden Ödünç istiyor" dedi. Yahudiler ise: "Allah fakir; biz zenginiz'[246] dediler. Ebu'd-Dahdâh'ın anlayışı, hakka uygundu ve murad olan bâtındı. Bir rivayette ise Ebu'd-Dahdâh şöyle demiş­ti: "Zengin olduğu halde, bizden ödünç mü istiyor?" Hz. Peygamber onun bu sorusuna: "Evet, sizi cennete sokmak için" şeklin­de cevap verdi. (Hadiste bunun üzerine Ebu'd-Dahdâh'ın içerisinde altı yüz hurma ağacı bulunan bahçesini Allah'a ödünç verdiği anla­tılır.)[247]Yahudilerin anlayışı, Arap dilinin zahirini öte aşmamış, bunun sonucunda herşeyden müstağni olan Rab Teâlâ'nın borç iste­mesini, fakir bir kulun borç istemesi şeklinde yormuşlardır. Allah Teâlâ, bizi böylesi nasipsizlilderden muhafaza buyursun!

Bir başka delil şudur: Emredilmiş bulunan ibadetler hatta em­redilmiş ve yasaklanmış şeylerin tamamı, sadece kulun, kendisine olan nimetlerinden dolayı Rabbine şükretmiş olması için konulmuş­tur. Dikkat edilecek olursa Allah Teâlâ: "Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir'[248]bir başka âyette: "Ne kadar az şükrediyorsunuz?[249] buyurur. Şükür, küfrün zıddıdır; iman ve onun şubeleri şükür olmaktadır. Bu durumda mükellef, bu kasıt ile yükümlülük altına girdiği zaman, hitaptan gözetilen mânâyı anla­mış ve onun bâtın mânâsını tam olarak elde etmiş bir kimse olur. Eğer, teklif yükü altına (İslâm'a) girmekle sadece malım ve canını korumayı kastetmiş ise, o kimse maksadı kavrayamamış ve hitabın sadece zahiri üzerine takılıp kalmış olur. Allah Teâlâ: "Puta tapan­ları bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin; her gö­zetleme yerinde onları bekleyin'[250] buyurup arkasından: "Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse yollarını serbest bırakın" deyince, münâfik, işin sadece zahir yönünü anlayarak müslümanla-rın girdiği şeyin (yani İslâm'ın) malı ve canı kurtaracağını görmüş ve bunun sonucunda dünyevî çıkarlarını korumak için ona girmiş, fakat İslâm'dan gözetilen asıl maksadı terketmiştir. Bu maksat Kur'ân'm açıklamış olduğu kulluk ve Hakk'a hizmet yolunda yürü­me görevidir. Şimdi namaz, Allah'a huşu ve tazarruda bulunma yo­luyla O'na karşı şükretmiş olma mânâsını içerirken, bu maksattan tamamen uzak olarak namaz kılan bir kimsenin, Kur'ân'm bâtınını anlamış sayılması nasıl mümkün olabilir? Keza malı olup üzerin­den bir sene geçen zengin bir kimsenin, o malın cüzi: bir miktarını zekât olarak vermesi suretiyle şükretmesi gerekir. Hal böyle iken, sene dolarken elindeki malı, zekâttan kaçmak için bir yakınma (sonra geri almak niyetiyle) hibe eden ve böylece zahirde zekât yü­kümlülüğünü kendisinden düşürmüş olan bir kimsenin, Allah'ın ni­metine karşı şükreden bir kul sayılması mümkün mü? Böyle birisi­nin Kur'ân'm bâtınından nasibi olduğu söylenebilir mi? Aynı şekil­de karısına sürekli eziyet ve işkence ederek, hul' yoluyla verdiği mehri gönülsüz geri iade ederek ayrılmaya zorlayan bir kimsenin, "Eğer ikisi Allah'ın yasalarını koruyamayacaklar diye korkarsanız, o zaman kadının fidye vermesinde ikisine de günah yoktur'[251] âyetinin gereği ile amel etmiş olduğunu söyleyebilir miyiz? Ve böyle birinin: "Eğer ondan gönül hoşnutluğu ile size birşey bağışlarlarsa onu afiyetle yiyin"[252] âyetinin altına girebileceğini iddia edebilir [390]   miyiz?

Hiyel çeşitleri de, bu konuya örnek olur. Çünkü kendisine hi­tap edilen şeyin ruhunu (bâtın) kavrayan bir kimsenin, Allah'ın hü­kümlerine karşı hileye girişmesi ve bunun sonucunda onları tebdil ve tağyir etmesi mümkün değildir. Kim zahirî şekillere takılır kalır ve hükümlerde gözetilen amaca (bâtın) bakmazsa, bu tür şaşırtıcı ve yoldan çıkarıcı davranışlar içerisine dalacaktır.

Ehl-i "bidatin ortaya attığı meseleler de bu kısım içerisine gi­rer. Bunlar, fitne ve bozgunculuk çıkarmak için Kur'ân'm müteşâ-bih unsurlarına tutunan ve keyfî tevillere giren kimselerdir. Mese­lâ, Haricîler Hz. Ali hakkında şöyle söylemişlerdir: "O Allah'ın dini hakkında yaratıkları hakem kıldı. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyu­ruyor: 'Hüküm ancak-Allah'a aittir.[253] kendisini müslümanlarm başı olmaktan uzaklaştırmıştır; öyleyse kâfirlerin başı olmuştur" İbn Abbâs'a şöyle demişlerdir: "Onunla tartışmaya girmeyin. Çün­kü o Allah Teâlâ'nm haklarında: 'Onlar şüphesiz kavgacı bir millettir[254]buyurduğu kimselerdendir". Müşebbihenin durumu da ay­nıdır. Onlar, âyetlerde Allah Teâlâ hakkında kullanılan göz[255], el[256], işiten ve gören[257], avuç (kabza)[258] gibi kelimelerin zahirine ta­kılarak O'nu yaratıklara benzetme gibi yanlış bir sonuca varmışlar ve ifrata düşmüşlerdir. Eğer Haricîler, Allah Teâlâ'nın, "Sizden iki âdil kişinin hükmedeceği.[259] "...Erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin[260] âyetlerinde, dini hakkında yaratıkları hakem kılmış olduğuna baksalardı, Hz. Ali'­nin yapmış olduğu şeyin "Hüküm ancak Allah'a aittir" âyeti ile bağdaşmaz olmadığım ve onun yaptığının da Allah'ın hükmü cüm­lesinden olduğunu görürlerdi. Çünkü insanların hakem tayin edil­mesi sonuç itibarıyla Allah'ın hükmüne çıkmaktadır. (Çünkü tah-kîm usûlünü Allah koymuştur.) Dolayısıyla Hz. Ali'nin yapmış ol­duğu benzeri işte de durum aynı olacaktır. Eğer onlar, onun kendi­sini müslümanlarm emirliğinden uzaklaştırmasından, zıddınm is-batının gerekmeyeceğini düşünselerdi, onun kâfirlerin başı olduğu­nu söylemezlerdi. Müşebbihe de aynı şekilde eğer sözü edilen âyetleri "Leyse kemislihî şey'un"[261] âyetine vursalar ve ona göre an­lasalardı, o zaman o âyetlerin bâtınını anlar ve Rab Teâlâ'nın her­hangi bir konuda yaratıklara benzemekten münezzeh olduğunu kavrarlardı.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, sırât-ı müstakimden kayan ve sa­pan her kimse, anlayış ve ilim açısından Kur'ân'm bâtınından (ru­hundan) kaybı oranında sapmıştır; Hakk'a ulaşan ve doğruyu elde eden kimse de, keza onun bâtınına olan vukûfiyeti oranında başarı­lı olmuştur. [262]

DOKUZUNCU MESELE:

 

Kur'ân'm zahirinden maksadın, yalnızca Arap dili esaslarına göre anlaşılan şey olduğu konusunda herhangi bir problem bulun­mamaktadır. Çünkü katılan katılmayan herkes, Kur'ân'm açık bir Arapça ile indiği konusunda görüş birliği içerisindedirler. Yüce Al­lah: "And olsun ki: 'Muhammed'e elbette bir beşer öğretiyor' dediklerini biliyoruz" buyurduktan sonra onların bu iddialarını: "Kas­tettikleri kimsenin dili yabancıdır, Kur'ân ise fasih Arapça'dır[263] buyurarak reddetmiştir. Bu red, cedelde cevapta aranacak şarta uygundur. Çünkü kendi dilleri ile olan Kur'ân'dan anladıkları şeyle cevap vermiştir. Burada beşerden maksat bir âlimdir. Kendisi hı-ristiyan iken raüslüman olmuştur. Veya Selmân'dır; o da İranlı idi ve müslüman olmuştu. Ya da ittifakla dili yabancı olan bir başka-sıydı. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Biz bu Kur'ân'ı yabancı bir dil ile ortaya kayşaydık: 'Ayetleri uzun açıklanmalı değil miydi? Bir Arab'a yabancı dille söylenir mi?' derlerdi'[264] Bilindiği gibi, on­lar Kur'ân'ın Arapça olmadığı konusunda herhangi birşey söyleme­mişlerdir. Bu da, Kur'ân'ın Arapça olduğunun onlarca da kabul edildiğini gösterir. Bu sabit olduğuna göre, demek onlar Kur'ân'ın lafızlarını sadece Arapça olması açısından anlamışlardı. Gerçi on­dan maksadın ne olduğu konusunda ittifak etmiş değillerdi, ama bu sadece Arap dili özellikleri üzere câri olan zahir için şart da de­ğildi.

Şu halde, Kur'ân'dan elde edildiği öne sürülen ve fakat Arap dili üzere carî olmayan hiçbir mânânın Kur'ân ilimleri ile ilgisi yok­tur; ne kaynak ne de metot olamaz. Kim böyle bir iddiada bulunur­sa, onun bu iddiası bâtıldır. Makâsıd bölümünde[265] bu konunun açıklaması geçmişti. Bu vesileyle Allah'a tekrar hamdederiz.

Nasipsizin birinin kendisinin Kur'ân'da zikredildiğini iddia et­mesi bu konunun örneklerinden birini teşkil eder: Beyân b. Sem'ân adında (Râfizîlerden) biri, "Bu insanlar için bir beyândır'[266] âyetinden maksadın kendisi olduğu kuruntusuna kapılmıştır. Bu apaçık bir konuda yapılmış bir hezeyandır. Cehalet üzere sükût et­mek, böylesi cüretkâr iftiralardan daha hayırlıdır. Eğer bu iddiası, Arap diline uygun düşseydi, tâbisi olan ahmaklar onu delillerinden biri sayarlardı. Ancak o, bu saçma sapan sözleriyle kendi şaşkınlı­ğını her yönden ortaya koymuş oluyordu. Allah Teâlâ, aklımızı ve dinimizi bu tür saçmalıklardan korusun! Eğer "Hazâ beyânun li'n-nâs" âyetindeki "Beyân" kelimesi onun özel adı ise, bu cümle Arapça'da ne mânâya gelecektir. "Hazâ Zeydün li'n-nâs" deyince in­sanlar ne anlayacaklardır? Aynı çirkeflik kendisine "Kisf ismi ve­rip de sonra: "Ve in yerav kisfen mine's-semâi sâkıtan...[267] âyetindeki "kisften maksadın kendisi olduğu kuruntusuna kapılan kimse için de varittir. Onun bu sakat anlayışına âyet nasıl delâlet edebilir? Onun bu sözü ile aynı olan "Ve in yerav racülen mine's-semâi sâkıtan..." denilse bundan Arap ne anlar? Zâlimlerin söyledikleri saçmalıklardan Allah Teâlâ yücedir. Beyân b. Sem'ân, (Râfizîlerden) Beyâniyye denilen fırkanın kendisine intisap ettiği kimse[268] olmaktadır. O —İbn Kuteybe'nin sandığına göre— Kur'­ân'ın mahluk olduğunu ortaya atan ilk kimsedir. el-Kisf ise, el-Mansûriyye fırkasının kendisine intisap ettikleri Ebû Mansûr'dur.

Bazı âlimler şöyle anlatmışlardır: Kendisini Mehdî diye isim­lendiren Şiî Ubeydullah İfrîkiyye'yi [269] istilâ edip egemenliği altına aldığında Kütâme'den[270] İki tane müsteşarı vardı; birinin adı Nas-rullah, diğeri de Feth idi. Mehdî onlara: "Siz Allah'ın kitabında "İzâ câe nasrullahi ve'l-feth..." diye adlarını zikrettiği kimselersi­niz" derdi. Alimler, onun Allah'ın âyetlerinde değişiklik yaparak ta­sarrufta bulunduğunu ve meselâ "Küntüm hayra ümmetin..[271] âyetini "Kütâme hayru ümmetin..." şeklinde değiştirdiğini söyle­mişlerdir. Aklından zoru olmayan bir kimsenin böyle birşey söyle­mesi mümkün değildir. Çünkü Nasruîlah ve Feth adındaki bu kim­seler, Hz. Peygamberin vefatından yüzlerce sene sonra ortaya çıkmışlardır. O zaman mânâ şöyle olacaktır: "Ey Muham­medi Sen ölüp de bu ikisi yaratıldığı zaman ve insanların Allah'ın dinine bölük bölük girdiğini gördüğünde Rabbini teşbih et..." Kah-rolasıca bu şiînin ortaya attığı bu iftiradan daha çelişkili bir düz­mece tasavvur edilebilir mi?

Bazıları bir erkeğin dokuz hür kadınla evlenebileceği düşünce­sine kapılmış ve bu iddiasına: "Fenkihû mâ tâbe lekum mine'n-nisâi mesnâ ve sülâse ve rubâa...[272] âyetini delil olarak kullanmış­tır. Arab'ın mesnâ, sülâse ve rubâa şeklindeki kullanış tarzından neyi kastettiğini bilen bir kimsenin böyle saçma bir görüşe ulaşma­sı mümkün değildir.

Bazıları da domuzun iç yağının ve derisinin helâl olduğu görü­şünü: "Size murdar hayvan, kan ve domuz eti haram kılındı...[273] âyetinden çıkarmış ve etinden başka birşeyin haram kıhnmadığını söylemişlerdir. Halbuki et (lahm) kelimesi, hem iç yağını hem de deriyi kapsar; aksi ise varit değildir.

Bazıları ise, "Onun kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır.[274] âye­tindeki "kürsfyi ilim ile tefsir etmiş ve şeklin­deki tanınmayan bir beyit ile istidlalde bulunmuştur. Sanki bunla­ra göre onun ilmi bilinmez. Sonra beyitte geçen, kelime hemzelidir, âyette geçen Kürsî ise hemzesizdir. Bazıları âye-tindeki[275] "ğavâ" kelimesine çok yemekten do'ğan rahatsızlık ma­nasını vermişler ve buna fazla sütten tıkanan ve rahatsız olan buzağı için kullanılan , fiilinden geldiğini delil ol­arak ileri sürmüşlerdir". Bu da sakattır; çünkü âyette geçen "faale" kalıbından, delil getirdikleri kelime ise "faile" kalıbından dır. Bazı­ları  âyetindeki[276] "zerae" fiiline atmak ve savurmak manası vermişlerdir ve buna  sözünü delil getirmişlerdir. Halbuki âyette geçen kelime hemzeli, delil getirdikleri kelime ise hemzesizdir. "Allah, İbrahim'i dost (halîl) edindi." anlamına gelen âyetindeki[277] "halîl" kelimesine, yoksulluk an­lamına gelen uel-halletun kökünden olduğunu söyleyerek "fakir" an­lamı vermişlerdir. Buna da Züheyr'in şu şiirini delil getirmişlerdirİbn Kuteybe şöyle demiştir: O zaman bu sözde İbrahim  için ne gibi bir fazilet söz konusu olacaktır? Onlar bütün insanların Allah'a muhtaç olduğunu bilmiyorlar mı? İbrahim'in [ "tS^t ] ne ayrıcalığı olur? İbrahim'in Halîlullah olduğunun ifadesi, Musa'nın "Kelîmullah" , İsa'nın "Rûhullah" olduğunun ifadesi gibi bir şeydir. Buna hadis de tanıklık eder: "Eğer rabbimden başka bir dost (halîl) edinecek olsaydım, Ebû Bekir'i edi­nirdim. Sizin sahibiniz, Allah'ın dostudur."[278]

İşte Kelâmcılardan bir kısmı, re'ye tâbi olarak menkûl delilleri bir tarafa atmışlardır. Onların bu tutumu, Allah Teâlâ'nın kelâ­mını, lafzından Arabm anlamayacağı şekilde ve mânâsına da bir delil ikame edilemeyecek biçimde tahriflere sebep olmuştur.

Her ne kadar Arap dilinden gözetilen maksatlar ve onun delâlet ettiği mânâlardan çıkma kabilden ise de örnekleri çoğalttım ki, bunların ötesinde kalan benzerlerine ya da onlara yakın durum­da olanlara da ışık tutsun ve onlar üzerine de dikkat çekilmiş olsun.

Fasıl:

Hitaptan muradın bâtın (ruh) olduğu da, bundan önce geçen mesele sırasında ortaya çıkmıştı. Ancak bunun iki şartı bulunmak­tadır:

1. Arap dilinden gözetilen maksatlara uygun düşecek şekilde, zahire uygun düşmesi.

2. Başka bir yerde o mânânın doğruluğunu gösterecek bir nass ya da zahir bir delâlet şeklinin bulunması ve bir mua­rızın olmaması.

Birinci şart, Kur'ân'm Arapça olmasının bir gereğidir. Çünkü eğer Kur'ân'a isnad edilen bir mânâ varsa ve bu mânâ Arap dilinin gereklerinden değilse, o şeyin Arapça olduğunu söylemek kesinlikle mümkün değildir. Çünkü o, Kur'ân'a yamanmaya çalışılan, fakat Kur'ân'm ne lafzında ne de mânâsında ona bir delâlet bulunmayan birşeydir. Böyle birşeyi kesinlikle Kur'ân'a isnad etmek doğru ola­maz. Çünkü, medlulü budur diye Kur'ân'a böyle bir isnadda bulun­mak, onun tam zıddmı isnadda bulunmaktan daha evlâ değildir ve onlardan birini diğerine tercihi gerektirecek bir delil de yoktur. Hal böyle iken birini reddedip diğerini isbat etmek, delilsiz yapılan bir keyfilik (tahakküm) ve Kur'ân'a yapılan açık bir iftiradır. Böyle bir durumda, o mânâyı Kur'ân'a isnad eden kimse, Allah'ın kitabı hak­kında bilgisizce konuşan kimselerin kazanacağı günahın altına gi­rer. Kur'ân'm Arapça olduğu hakkında getirilen deliller aynısıyla burada da geçerlidir.

İkinci şarta gelince; eğer o mânâyı destekleyen Kur'ân'm baş­ka yerinde bir delil bulunmaz ve aksine onunla çelişen durumlar (ımı-ârız) bulunacak olursa, yapılan şey, Kur'ân hakkında ileri sü­rülen iddialardan biri olur. Delilden yoksun kuru iddialar ise, âlimlerin ittifakı ile makbul değildir.

İşte bu iki şart ile, Kur'ân'm bâtınından maksadın[279] açıkladı­ğımız şekilde olduğunun doğruluğu açıklık kazanır. Çünkü her iki şart da tam olarak bulunmaktadır. Bâtınîlerin yapmış olduğu tevil­ler ise bunun aksinedir; çünkü onların bizim açıkladığımız mânâda ne bâtın ne de zahirle ilgisi yoktur. Meselâ onlar şöyle demişlerdir: "Ve Süleyman Davud'a vâris oldu[280] âyetinden maksat; İmam'ın Peygamber'in ilmine vâris olmasıdır. Ciinüplük, çağırıya icabet edenin, henüz istihkak mertebesine ulaşmadan önce sırrı ifşa etme­sidir. Gusül, böyle yapan bir kimsenin ahdini yenilemesidir. Tahûr, İmâm'a tâbi olma dışında her türlü inançlardan arınmak ve uzaklaşmaktır. Teyemmüm, dâî ya da imamı görünceye kadar izin verilen şeylerden almaktır. Oruç, sırrı tutmaktır. Kabe, Pey­gamber; kapı, Ali'dir. Safa, Peygamber; Merve Ali'dir. Telbiye, dâiye icabette bulunmaktır. Yedi defa tavaf etmek, yedi imamın ta­mamına değin Muhammed'i tavaf etmektir. Beş vakit namaz, dört esas ve İmam üzerine getirilen delillerdir. İbrahim'in ateşi, gerçek ateş olmayıp Nemrud'un öfkesidir. İshâk'ın boğazlan­ması, onun üzerine ahid almaktır. Musa'nın asası, sihirbazların şüphelerini izale eden hüccetidir. Denizin yarılması, Musa'nın on­lar hakkındaki ilminin ikiye ayrılmasıdır. Deniz, âlimdir. Bulutla­rın gölgelemesi, Musa'nın irşad için İmam'ı tayin etmesidir. Kudret helvası (menn), gökten inen ilimdir. Selva (bıldırcın), dâîlerden bi­ridir. Çekirge, bit ve kurbağa, Musa'nın onlara yöneltip tahakküm kurduğu sorularıdır. Dağların teşbih etmesi, dinde sağlam insanla­rın bulunmasıdır. Süleyman'ın hükümran olduğu cinler, o zamanın bâtınîleridir. Şeytanlar ise, zor hükümlerle yükümlü tu­tulan zahirîlerdir. Bunlara benzer daha nice gülünç ve zırva tevil­ler vardır. Böyle hezeyanlardan Allah'a sığınırız.

el-Kutbî şöyle der: Ediblerden biri şöyle derdi: Râfızilerin Kur'ân tevilleri, Mekkeli birinin şiir teviline ne kadar da benziyor! Çünkü o birinde şöyle demiş: "Temimoğullarmdan daha yalancısını görmedim; şâirin:

beytinin kendilerinden biri hakkında olduğu kuruntusuna kapıl­mışlardır" Kendisine: "Peki beyit hakkında sen ne dersin?" dedikle­rinde şöyle dedi: Beyt (ev) Beytullah'tır. Zurâra, Hıcr'dır" "Peki Mücâşi nedir'?" dediler: "Su ile taşan Zemzem" dedi. "Ebu'l-FevârisT dediklerinde: "Ebû Kubeys" dedi. "Nehşel'e ne demeli?" dediklerinde: "Nehşel tefsiri en zor olanı" dedi ve bir müddet sus­tuktan sonra: "Evet, Nehşel, Kabe'nin kandilidir; çünkü o uzun ve siyahtır ve bu nehşeldir" dedi.[281]Nakil burada bitti.

Fasıl:

Kur'ân hakkında bazı müşkil açıklamalar yapılmıştır ki, onla­rın da bu türden ya da sahih olan bâtın kabilinden olması müm­kündür. Bunlar, ilim ehlinden bazılarına nisbet edilen hatta selef-i sâlihe kadar ulaşan şeylerdir.

Sûre başlarında bulunan gibi harfler hakkın­da gelen yorumlar bu kabildendir. Bunlar çeşitli şekillerde yoruma

tâbi tutulmuşlardır. Bunlardan bir kısmı doğru kabul edilebilecek durumda iken, diğer bir kısmını kabul etmek mümkün değildir. Meselâ, İbn Abbâs'tan Elif Lâm Mîm hakkında: "Elif, Allah; Lâm, Cibril; Mîm, Muhammed'dir" şeklinde bir yorum nakledilmektedir. Bu —eğer nakil sahih ise— bir müşkil olarak karşımızda durmak­tadır. Çünkü böyle bir kullanış şeklinin Arap dilinde bulunduğu asla bilinmemektedir. Böyle birşeye ancak lafzı ya da hal karinesi­nin delâlet etmesi halinde başvurulurdu. Meselâ şu sözlerde olduğu gibi:

Elîf Lâm Mîm hakkında nakledilen ise böyle değildir.[282] Sonra lafzîden vazgeçtik, haricî başka bir delil (hal karinesi) de yoktur. Eğer olsaydı, âdeten onun nakledilmesi gerekirdi. Çünkü konu, de­lillerin nakledilmesi için yeterli gerekçelerin bulunduğu bir konu­dur. Eğer bu harflerin tefsir edilmesi sahih olsa ve mânâlarının açıklanması murad edilseydi, o zaman bu konu hakkında mutlaka doyurucu deliller nakledilirdi. Böyle birşey sabit olmadığına göre bu durum, onların müteşâbihâttan olduklarına bir delil olur. Eğer onlara delâlet eden bir delil bulunursa, delilin gereği ne ise o yapı­lır.

Bazı âlimler, bu harflerden maksadın hece harflerine işaret ol­duğunu söylemişlerdir. Bu izaha göre Kur'ân, işte bu hece harfle­rinden meydana gelmiştir ve Arapça'dır. (Dolayısıyla buyurun; eğer Allah katından olduğuna inanmıyorsanız onun bir benzerini de siz getirin, mânâsına gelir.) Bu görüş birinciye nisbetle daha tutarlıdır.

Bu harflerin remizler (sırlar) olduğu ve Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini söyleyenler de olmuştur ki bu, konuyla il­gili görüşler içerisinde en açık olanıdır. Şu halde bu harfler, müteşâbihâttandır.

Bazılarına göre bunlardan maksat, bu ümmetin ecelini belirle­yen sayı remizleridir (cifr hesabı gibi). Siyer kitaplarında bu mânâya delâlet eden sözler vardır. Bu iddianın dikkate alınabilme-si için, Kur'ân'm indiği sırada Araplar'ın harflere belli sayılar yük­leyerek tarih düşme ya da zaman belirleme gibi bir usûlü bildikleri sabit olmalıdır. Oysaki onların böyle şeyleri bildikleri asla sabit de­ğildir. Bunun aslı, Siyer müelliflerinin de zikrettiği gibi Yahudilere day anm akta dır.

Görüldüğü gibi, ortaya konulan kıstaslara vurduğumuz zaman bu gibi sözler bir problem arzetmektedir. Sûre başlarında bulunan harflerle ilgili olarak zikredilen diğer sözler de aynı derecede müş-kil gözükmektedir. Buna rağmen, ilme intisap ettiklerini, hatta eş­yanın hakikatına keşif yoluyla vakıf olduklarını söyleyen bazı kim­seler, bu görüşleri Kur'ân hakkında ileri sürdükleri iddialarına hüccet kabul etmişler ve muhtemelen bunlardan bir kısmım da Hz. Ali'ye isnad etmişlerdir. Bunlar, sözü edilen yorumları ilimlerin as­lı, dünya ve âhiret hallerine mükâşefe yoluyla vakıf olabilmenin kaynağı sanmışlardır. Gariptir ki bu kimseler, bu konuda hiçbirşey bilmeyen üramî Arap halkına yönelik olan ilâhî hitaptan Allah'ın muradının bunlar olduğunu iddia etmişlerdir. Haydi diyelim ki on­lar, kısmen sûre başlarında murad olsun; peki onların çeşitli şekil­lerde terkip edilmesi ve birbiri ile çarpılması yoluyla her hal ve du­rum üzere delâlet ettiklerine[283], onların dört tabiata nisbetine ve varlık âleminde etkin olduğuna; her mufassalın özü, her mevcudun unsuru olduğuna delil nerede?! Onlar bu konuda çeşitli tertipler yapmaktadırlar ve onların hepsi de keşf ve gayba ıttıla esası üzeri­ne dayandırılmaktadır. Keşf iddiası, şer'î konularda kesin olarak bir delil değildir. Kaldı ki şeriat dışında diğer hususlarda da —in­şallah ileride geleceği gibi— delil sayılmamaktadır.

Fasıl:

Bu kabilden olmak üzere, Sehl b. Abdillah'tan Kur'ârVm bâtı-nî yorumu hakkında nakledilen bazı şeyleri örnek gösterebiliriz. (Allah'a zıdlar yani denkler ve ortaklar koşmayın1 anlamında olan) "Felâ tec'alû lillâhi endâden'[284] âyeti hakkında şöyle demiştir: "Al­lah'a koşulan en büyük nidd (yani zıd, ortak), Allah'tan gelen her­hangi bir hidâyete tâbi olmaksızın her türlü kötülüğü emreden, hazları peşinden koşan nefs-i emmâredir" O, bununla nefs-i emmârenin, endâd kelimesinin umumu altına girdiğini demek istiyor. Dolayısıyla âyeti biraz açacak olursak mânâ: 'Allah'a zıdlar koşma­yın; ne bir put, ne bir şeytan, ne nefs-i emmâre ne de bir başka şey..." şeklinde olacaktır. Bu gerçekten izahı zor bir tefsirdir. Çün­kü âyetin sevk şekli ve mevcut karineler, endâd dan maksadın on­ların tapmakta oldukları putlar ya da benzeri şeyler olduğunu göstermektedir. Onlar hiçbir zaman kendi nefislerine tapınmıyorlar ve onları kendilerine tanrı edinmiyorlardı. Ancak onun bu tefsirini doğruya çıkarabilecek bir yön de yok değildir. Çünkü o, bu sözünü söylerken, "Âyetin tefsiri sadece budur" dememiş, onu şer'an nidd kabul edilebilecek birşeyle izahta bulunmuştur. Onun bu telakkisi­ne Kur'ân iki açıdan destek vermektedir:

Birincisi: Değerlendirici, bazen âyetin mânâsından itibar yoluyla bir mânâ çıkarır ve onu âyetin hakkında inmediği başka birşey hakkında icra eder. Çünkü kasıt açısından her ikisi arasında müştereklik ya da yakınlık vardır. Nidd demek, karşıtına zıt olan ve onunla çatışma halini sürdüren demektir. Nefs-i emmârenin du­rumu da böyledir. Çünkü o sahibine, kendi hazlarma riayet etmesi­ni emreder ve onu Yaratıcısının haklarına riayetten meneder, oya­lar ve saptırır. Zıddın, zıddı ile ilgilenmesi ve ona karşı koyması da işte bunun içindir. Onlar putları bizzat bu mânâ için dikmişlerdir. Öte yandan bu yaklaşımın doğruluğunu destekleyen âyet de vardır. Allah Teâlâ: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler'[285]buyurur. Bilin­diği gibi onlar Allah'tan başkasını Rab edinmemişlerdi. Ancak on­lar âyette sözü edilen kimselerin emirlerine uymuş, yasaklarından kaçınmışlar ve nasıl olursa olsun onlara itaat göstermişlerdi. Onlar birşeyi haram kılınca, tabileri de haram kabul etmiş, kendilerine mubah kıldıkları şeyi de helâl saymışlardı.[286] İşte bu yüzden Allah Teâlâ onlar hakkında: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papaz­larını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler" buyurdu. Nefsinin arzu ve hevesleri peşinden koşanın durumu da aynıdır.

İkincisi: Ayet her ne kadar putperestler hakkında inmiş ise de, müslümanlarm da ondan kendilerine bir pay çıkarmaları müm­kündür. Nitekim Hz. Ömer, halifeliği sırasında (kaliteli olmayan (haşin) yiyecekleri tercih eder, yamalıklı elbiseler giyerdi.) Mü'min-lerden ailelerinin nafakaları konusunda genişlik gösteren bazılarını gördüğünde "Bu 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız...' âyeti sizi nereye götürecek?!" derdi. O, bu âyetten kendisine de bir pay çıkarırdı. Halbuki sözün akışı (siyak), âyetin dünya hayatına razı olup âhirete aldırış etmeyen kâfirler hakkında nazil olduğunu göstermektedir. Nitekim âyet: "İnkâr edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara 'Dünyadaki hayatınızda si­zin için güzel olan herşeyi harcadınız... Ama bugün alçaltıcı bir azap göreceksiniz' denir'[287] şeklindedir. Bu konuya Umum ve Hu­sus bahsinde değinilmişti[288]Durum böyle olunca "Felâ tec'alû lillâhi endâden'[289] âyetindeki endâd altına nefs-i emmârenin de sokulması sahih olacaktır. Allahu alem!

Fasıl;

Yine Sehl'den nakledilir[290] "Bu ağaca yaklaşmayın'[291] âye­tindeki yasaktan maksat gerçek anlamda yemek değildir. Burada kastedilen şey himmetin Allah'tan başkasına yönelmesidir. Bu du­rumda âyetin mânâsı: "Benden başka hiçbirşeye ilgi duyma, dayan­ma" şeklinde olur. Âdem , himmet ve tedbirden korunmuş olmadığı içindir ki, başına gelenler gelmiştir. Kendisinde olmayan şeyi iddia eden ve nefsinin arzularına kapılarak ona meyleden her­kesin durumu da aynıdır ve böyle bir durumda o kimse yaratılış özelliklerinin de bir gereği olarak Allah'tan uzaklaşma durumuna düşer. Ancak Allah Teâlâ ona acır ve onu tedbire sarılma gibi du­rumlardan korur, düşmanına ve nefsine karşı himaye ederse bu bir istisna olur. İşte Adem, cennette ebedî kalma arzusuyla kalbinin tedbire meyletmesinden korunamadı. Bu fer'î[292]konuda başına ge­len belâ, nefsinin kendisine vesvese verdiği şeye kalbinin meylet­mesi sonucunda oldu. Böylece, kader sâiki ile hevâ ve şehvet ilim, ve akla galebe çaldı.

Onun âyet hakkında söylediği bu sözler, âlimlerin yaptıkları açıklamalara terstir. Çünkü onlar yasaktan maksatin ağaçtan ye­mek olduğunu, himmetin Allah'tan başkasına yönelmesi olmadığını söylemişlerdir. Her ne kadar yemek de yasak ise de, Sehl'in yaptığı bu tevilin izahı yok değildir. Çünkü âyette yasak, sadece yaklaşma üzerine gelmiştir ve yemek hakkında da açık olarak gelmemiştir. Yapılan tevil ile lafız arasında bir bağdaşmazlık da yoktur. Sonra yasağın mücerred yaklaşma üzerine hasredilmesi sahih olmaz. Zira böyle bir yasak münasebetsiz olur. Zaten böyle birşey söyleyen de olmamıştır. Şu halde yasak, yaklaşmada bulunan bir mânâya yöne­lik olacaktır. Bu da ya almak ya da yemektir veya yemek sonucunu doğuracak başka birşeydir yani himmeti ona yöneltmektir. Çünkü himmetin ona yönelmesi, yeme fiilinin gerçekleşmesi için bir asıl­dır. Bir fayda elde etmek ya da bir zarar uzaklaştırmak için Al­lah'tan başkasına meyletmenin yasak olduğunda da kuşku yoktur. Böylece yapılan tefsirin açık bir izah şekli olduğu görülür. Buna gö­re o, sanki şöyle demiş olur: Yasak, mücerred yemek hakkında gel­memiştir; aksine yemek sonucunu doğuracak olan şeye yani Al­lah'tan başkasına meyle yönelik gelmiştir. Çünkü yasağa uysaydı, kendisini sadece Allah'a vermiş ve bir başka şeye meyletmiş olma­yacaktı. O böyle yapmayıp, ağaçta bulunan birşeye meyledince, şey­tan onu aldatmış oldu. Ağaçta olduğunu sandığı şey, şeytan tarafın­dan iddia edilen ebedîlikti. Bunun sonucunda Allah Teâlâ onun hakkında ''isyan" sözcüğünü kullandı, sonra o tevbe etti, Allah da affetti. Şüphhesiz O tevbeleri kabul eden ve merhameti her şeyi ku­şatandır.

"Allah için yeryüzünde konulan ilk ev..[293] âyeti hakkında da şöyle demiştir: "Evin bâtını tefsiri, Muhammed'in kalbi­dir. Allah'ın, kalbine tevhidi koyduğu kimseler ona inanır ve tabi olurlar" Bu tefsir izaha muhtaçtır. Çünkü böyle bir mânâyı Arap bilmez. Üstelik ona uygun mecazî bir vaz' şekli de yoktur ve sözün akışı ile herhangi bir münasebeti de bulunmamaktadır. Hal böyle iken böyle bir izah nasıl yapılabilir? Şu kadar var ki, o bunun Kur'ân'm tefsiri olduğunu söylememiştir ve bu onun için bir maze­ret olabilir. Şu halde ilgili problem de ortadan kalkmış olur. Geriye hârici bir durumun dikkate alınması suretiyle yapılan yorumların izahı üzerinde durmak kalıyor ki inşallah bu da açıklanacaktır.[294]

"Cibt ve Tâğût'a inanırlar'[295] âyeti hakkında da şöyle demiş­tir: "Bütün Tağûtlarm başı, masiyet karşısında başbaşa kalınması halinde nefs-i emmâredir" Onun bu sözü de, bir Önceki gibidir. Eğer onun tefsir olduğu farzedilecek olursa, o zaman durum, "Felâ tec'alû lillâhi endâden'[296] âyetinde geçtiği gibi olur.[297]

Nisa 4/36 âyeti hakkında ise şöyle demiştir: "el-Câru zî'l-kurbâ" kalptir; "el-câru'l-cünüb" nefs-i tabî'îdir; "es-sâhibu bi'l-cenb" şeriatın işine uyan akıldır; "ibnu's-sebîl" Allah'a itaatkâr olan organlardır"                                                                                     Bu da aynı şekilde izahı güç sözlerdendir. Başkalarının da bu­na benzer sözleri vardır. Şöyle ki: Bu âyetten Arap dilinin özellilk-leri üzerinde yürüyen kimsenin anlayacağı şey, onun zahiridir, yani "el-Câru zî'l-kurbâ" ve diğerlerinden ne kastedildiği ilk etapta an­laşılan şeylerdir. Bunun dışında onlara yüklenmek istenen mânâlar Arabm bilmediği şeylerdir. Ne inananları ne de inkâr edenleri bu âyetten, Sehl'in anladığı mânâyı hiçbir zaman anlamaz­lar. Bunun en güzel delili, sahabe ve tabiîn neslinden oluşan selef­ten Kur'ân tefsirine dair bunlara benzer ya da yakın izahların nak­ledilmemiş olmasıdır. Eğer onlar bu türden tefsirler yapacak olsa­lardı mutlaka kendilerinden nakledilirdi. Zira onlar, Kur'ân'm hem zahir hem de bâtınını anlama konusunda bütün âlimlerin ittifakı ile daha önde bulunan kimselerdi ve bu ümmetin sonra gelenlerinin Önde gelenlerin üzerinde bulunduğundan daha doğru şeyler ortaya koymaları mümkün değildir, kaldı ki sonrakiler Allah'ın şeriatını bilme konusunda öncekilerden daha anlayışlı da değillerdir. Öte ta­raftan yapılan bu tefsirlerin doğruluğunu gösterecek bir delil de yoktur; sözün akışı da desteklememekte, üstelik onunla bağdaşma­maktadır[298], ayrıca haricî bir delil de bulunmamaktadır. Zira onun böyle olduğunu gösteren başka bir delil yoktur. Dolayısıyla bu gibi tefsirler, Kur'ân hakkında ileri sürülen ve reddi sabit olan Bâtınî vb. tevillerine daha yakın gözükmektedir.

"Camdan yapılmış mücellâ bir salon" mânâsına gelen "Sarhun mümerredun min kavârîr'[299]âyeti hakkında da şunları söylemiş­tir: "Sarh" nefistir; "el-mümerred" ise hevâdır; Allah'ın kulunu ko­ruma altına almayı terketmesi sebebiyle hevâ galebe çalarsa, hida­yet ışıldarmı örter"

"İşte zulüm etmelerine karşılık çökmüş bulunan evleri" anla­mındaki "Fe ülke büyûtuhum hâuiyeten bimâ zalemû[300] âyeti hak­kında da şöyle demiştir: "Onlar kendilerinin emir ve yasaklarla muhatap olduklarını bildikleri halde kendilerine yasaklanan şeyle­ri irtikap etmeleri yüzünden kalpleri harap oldu. Büyüt (evler), kalplerdir. Onlardan bazısı, zikir ile mamurdur, bazısı da zikirden gafletinden dolayı haraptır"

"Allah'ın rahmetinin belirtilerine bir bak, yeryüzünü ölümden sonra nasıl diriltiyor?[301] âyeti hakkında ise, kalplerin zikir ile di­riltilmesi muraddır, demiştir."Karada ve denizde fesat çıktı'[302] âyeti için de: "Allah Teâlâ, kalbi denize, organları ise karaya benzetmiştir. Keza onu (kalbi) bitkiler­le güzelleşen yeryüzüne benzetmiştir. Ayetin bâtını işte budur" de­miştir.

Bazıları: "Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını ya­sak edenden... daha zâlim kim vardır?'[303] âyetini şöyle yormuşlar­dır: Mescidler, kalplerdir ve onlar işlenen günahlarla Allah'ı an­maktan alıkonur"

(Tesniye sîgasıyla "Pabuçlarını çıkar!" anlamına gelen) "Fah-la' na'leyk"[304] âyeti hakkında "na'leyk"in bâtını, dünya ve âhirettir demişlerdir. eş-Şiblî'den "Fahla' na'leyk"in mânâsı hakkında: "Sen­den olan herşeyden arın ki bize tam olarak ulaşasın" dediği nakle­dilmiştir. İbn Atâ, "Fahla' na'leyk" hakkında: "Kâinattan sıyrıl ve bu hitaptan sonra artık ona bakma" demiştir. Yine o, "Na'l" nefistir; "mukaddes vâdî", kişinin dinidir; yani nefsinden kurtulmanın ve dinin ile bizimle birlikte olmanın vakti geldi, demektir. Daha başka şeyler de söylemişlerdir ki bunların hepsi, seleften gelen na­killer içerisinde bulunmayan mânâlardır.

Bütün bunlar —eğer nakli sahih ise— Arabm anladığı mânâların dışında şeylerdir ve Allah'ın kelâmı hakkında muraddır diye ileri sürülen ve delilden yoksun bulunan iddialardır. Hz. Ebû Bekir Sıddîk şöyle derdi: "Eğer Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim birşeyi söyleyecek olursam, hangi gök beni altında gölgelendirir ve hangi yer beni üstünde barındırır?" Hadiste de: "Kim Kur'ân hak­kında kendi görüşünce birşey söylerse, isabet etse de hata etmiş olur'[305] Buna benzer daha başka uyarıcı sözler vardır. Buna rağ­men, izaha ihtiyaç duymamanızın sebebi, bu gibi sözlerin kadri yü­ce insanlardan nakledilmiş olmasıdır. Hatat el-Gazzâlî bile , Ihyâ'smda ve diğer eserlerinde bunlara yer vermiştir. Konu, bu in­sanların sözü edilen yorumlardan ne kastettiklerini bilmeyen kim­seler için yanlış anlamaların olabileceği bir yerdir. Çünkü bu gibi sözler karşısında insanlar iki gruptur:

Bir grup, onları tasdik ve zahiri üzere olduğu gibi alıp kabul etmekte ve Allah'ın kitabından muradın o olduğuna inanmaktadır. Bunun sonucunda, tefsir kitaplarında o yorumlara ters düşen söz­lerle karşılaştığı zaman ya onları yalanlamakta ya da bocalamakta­dır.

Bir diğer grup ise bu gibi yorumları mutlak surette yalanlamakta ve reddetmekte; onların Allah'ın kitabına yapılmış iftira ve yalanlar olduğuna inanmakta ve onları Bâtınî tevilleri ile eş tut­maktadır. Her iki grup da insaf ölçülerinden biraz uzaklaşmakta­dırlar. Bu gibi problemleri izale için konuya girmeden önce, bu ka­bilden nakledilen şeylerin durumunun açıklık kazanacağı herkesçe kabul gören bir esasın ortaya konması gerekmektedir. O da şudur: [306]

ONUNCU MESELE:

 

Deriz ki: Kalplere doğan ve basiretlere âyân olan Kur'anî mü­lâhazalar (i'tibârât-ı Kurâniyye[307]) eğer şartlarını tam olarak bu­lundurmak suretiyle sahih olurlarsa iki kısımda mütalaa edilirler:

1.

Asıl doğuşu Kur'ân'dandır ve şâir mevcut varlıklar ona tâbi olur. Basiret nurunun evrendeki perdeleri duraksamaksızm kaldırabilmesi için, genel anlamda mülâhazanın sahih olması gerekir. E-ğer duraksama varsa, o mülahaza —seyrü sülûkünü tamamlamış ehl-i tahkikin açıkladığı üzere— ya sahih değildir ya da tam değil­dir.

2.

Asıl doğuşu mevcudat olur —bunun cüz'î ya da küllî olması farketmez— ve Kur'ânî mülâhaza ona tâbi olur.

Eğer birinci türden ise, o mülâhaza sahihtir ve Kur'ân'm bâtı­nını anlama konusunda o, problemsiz muteber kabul edilir. Çünkü bu durumda Kur'ân'm anlaşılması, kalplere ancak Kur'ân'm iniş amacına uygun olarak doğar. Bu amaç onun, mutlak olarak değil de yükümlülüklerin çeşidi ve haller itibariyle mükelleflerden her birine uygun düşecek şekilde tam hidayet olmasıdır. Durum böyle olunca, bu hidayetin yolu üzere yürümek, sırât-ı müstakim üzere yürümek olacaktır. Sonra Kuranı mülâhazalar ancak ve ancak tak-lid ya da ictihad üzere amel yönünden Kur'ân'a ehil olan kimseler­den doğabilir. Böylesi insanlar ise, aynen onunla amel etme, onun ahlakıyla ahlâklarıma konusunda onun sınırlarını aşmadıkları gibi, mülâhazaları sırasında da Kur'ân'ın genel çerçevesini dışarı taşmazlar. Aksine onlara anlayış kapısı, onun içerdiği hükümlere uy­gun düşecek şekilde aralanır. Buna göre, bu türden olan Kur'ânî mülâhazaların normal seyrinde cereyan etmiş olacağı için kabul görmesi ve muteber sayılması lâzım gelecektir. Buna, Selef-i sâlih-den Kur'ân'ı anlayışları hakkında bize kadar gelen nakiller şahitlik eder. Çünkü onların tamamı Arap dilinin ve şer'î delillerin gerekle­ri doğrultusunda olan şeylerdir. Nitekim daha Önce açıklanmıştı.

Eğer ikinci türden ise, o zaman Kur'ân'm bâtınını anlamak için onu dikkate alıp almama konusunda durup araştırmak lâzım­dır. Onların mutlak olarak alınması mümkün değildir. Çünkü on­lar, birincinin aksinedir ve Kur'ân'm anlaşılması konusunda mut­lak surette dikkate alınacaklarını söylemek sahih değildir. Bu du­rumda deriz ki:

Zikri geçen âyetlerde sözü edilen bâtını mânaların, geçen şart­ların gereği üzere câri olmadıkları ortaya çıkarsa, o zaman onlar Kur'anî olmayan bir mülâhazaya yönelik olacaklardır. Buna da vücûdî (ya da haricî) mülâhaza denir.[308] Bunlar vakıada yer aldıklan için, Kur'ân'a onlara uygun mânâlar vermek sahih olur. O, bu cihetten, hâss değil de müşterek olur. Dolayısıyla böyle bir mülâha­zada bulunan kimseden, ona uygun düşen bir şahit istenmez. An­cak mürşidin ihtiyaç duyduğu hariç.(?) O hâss bir durumdur ve bu-rasıyla ilgili olmayan kendi başına bir ilimdir. Bu yüzden de mahal­line hasredilir: Buna göre "el-câr zî kurbâ" nm kalp; "el-câr el-cü-nüb" ün nefs-i tabî'î... olması bir mülâhaza olarak sahih olabilir. Çünkü varlık âleminde bulunan şeylerin birbirine karşılık tutulma­sı, erbabı katında hem sahih hem de kolaydır. Şu kadar var ki, ilimde yüksek payeye ermiş olmayan ya da onun irşadı altında bu­lunmayan kimseler için bu, aldatıcı olmaktadır.

Sonra, Kur'ân hakkında bu tür mülâhazalar ileri süren kimse­ler, hitaptan maksûd olan mânânın sadece bu olduğunu iddia etme­mişlerdir; bilakis mülâhazasını ileri sürmekte ve onun murâd-ı ilâhî olduğu konusunda ise sükût etmektedirler. Eğer bu kabilden birşey gelmiş ve sahibi murâd-ı ilâhînin o olduğunu söylemişse, o, Kur'ânî ile vücûdî (yani haricî ya da vâki'î) mülâhazalar arasında ayırım yapmayan hal erbabından olmalıdır. Bu durum, en çok sey-rü sülük esnasında epey yol alan, yolunda yürüyen fakat henüz matlûbuna ulaşamayan kimselerde görülür. Bâtmîlerden vb. olup da sözüne bir değer verilmesi gerekmeyen kimselerin ortaya attık­ları şeylere ise itibar edilmez. el-Gazzâlî, Mişkâtu'l-envâr'da, İhyâ'nın Şükür bölümünde[309] ve Cevâhiru*l-Kur*ân adlı kitabın­da[310]Kur'ânî itibar ile diğerleri hakkında konuya açıklık getirecek örnekler vermiştir. Oralara bakarak konu üzerinde düşününüz. Ba­şarı ancak Allah'tandır.

Fasıl:

Aynı durum Sünnet için de sözkonusudur; çünkü gerek Kitap ve gerekse Sünnet geçen ve şahitleri ortaya konulan sahih mülâha­zalara ve aynı şekilde haricî itibarlara açıktır. Benzer şeyleri, "İçe­risinde köpek ve suret bulunan eve melekler girmez"[311] hadisi vb. hakkında da farzetmişlerdir. Hak ve doğruya ulaşma yolu açıklık kazandığına göre, burada tekrara girmeye gerek duymuyoruz[312] .

ONBİRİNCİ MESELE:

 

Medine döneminde inen sûrelerin Mekkî sûreler üzeri­ne bina edilerek değerlendirilmeleri, keza Mekkî ve Medenî olan sûrelerin de kendi aralarında nüzul sırasına göre birbi­ri üzerine tertip edilerek ele alınmaları gerekir. Aksi takdirde doğru olmaz. Bunun delili şudur: Medine döneminde gelen sûre­lerin mânâsı çoğu kez Mekkî olanların mânâsı üzerine kurulmuş­tur. Nitekim her iki dönemde, sonra gelen nasslar da, daha önceden gelmiş olanların üzerine tertip edilmiştir. Bu sonucu istikra ortaya koymuştur. Bu ya bir mücmelin beyanı, ya umumun tahsisi, ya mutlakın takyidi, ya detayları getirilmemiş olan şeylere açıklık ka­zandırılması veyahut da tamamlanmamış olan şeylerin tamamlan­ması yoluyla olmuştur.

Bunu teyid eden ilk şahit, şeriatın bizzat kendisidir; çünkü o, ahlâkî güzellikleri tamamlamak ve İbrahim'in [şeriatından tahrife uğrayan şeyleri düzeltmek için gelmiştir,[313]

Bu ilk şahidin arkasından En'âm sûresi gelir. Bu sûre inanç­ların esaslarını ve dinin temellerini açıklamak üzere inmiştir. Alimler, Kelâm âlimlerinin Vâcibul-Vücûd'un (yani Allah'ın) isba-tından başlayarak devlet başkanlığına kadar sıraladıkları tevhid esaslarını bu sûreden çıkarmışlardır. Bu onların söyledikleri. Bir de bizim kitabımızda ortaya koyduğumuz bakış açısından yaklaşıl­dığı zaman, bu sûrede şeriatın bütün küllî kaidelerinin açıklanmış olduğu yakından görülecektir.[314] Bu kaideler öyle bir özellik arze-der ki, bunlardan biri ihlâle uğradığı zaman şeriatın düzeni bozu­lur; onlardan biri bulunmasa genel esaslar eksik kalır.

Sonra Hz. Peygamber  Medine'ye hicret ettikten son­ra kendisine gelen ilk sûre Bakara sûresi oldu. Bu sûre, En'âm sûresinde konulmuş olan temeller üzerine kurulan takvanın esasla­rını belirtmiştir. Çünkü bu sûrede mükellefe ait bütün fiillerin hü­kümleri açıklanmıştır. Eğer başka sûrelerde de ele alınmışlarsa, bu Bakara sûresinde bulunanların tafsilatı mahiyetindedir. Bakara sûresi (mükellefe ait fiillerle ilgili olmak üzere) anahatlarıyla şu ko­nuları içerir: İslâm'ın esasları olan ibâdetler; yemek, içmek vb. ko­nularla ilgili hükümler; alış-veriş, nikâh, talâk ve bunlarla ilgili ko­nular gibi muamelât; ceza hukuku ile ilgili hükümler...Aynı şekilde bu sûre, dinin, nefsin, aklın, neslin ve malın ko­runması gibi zarurî esasları da içerir. Eğer bu sûrede, En'âm sûre­sinde olmayan birşeye temas edilmişse, bu ikmâl esasına mebnî ol­muştur. Daha sonra gelen Medenî sûreler, aynen sonraki tarihli Mekkî sûrelerin En'âm sûresi üzerine bina edildiği gibi, Bakara sûresi üzerine kuruludur. Diğer sûreleri de iniş sırasına göre ele al­dığımız zaman, tıpa tıp onların da kendi aralarında aynı durumda olduklarını görürüz. Bu itibarla Kitap üzerinde değerlendirme ya­pacak kimselerin bu noktayı gözardı etmemeleri gerekmektedir. Çünkü bu, Tefsir ilimlerinin inceliklerindendir ve kişi, bu konudaki bilgisi oranında, Allah Teâlâ'nın kelâmını daha iyi bir şekilde kav­rayabilecektir.

Fasıl:

Aynı durum Sünnet için de varittir. Çünkü o, Kitab'm açıklayı-cısıdır. Dolayısıyla değerlendirme ve açıklama konusunda, mutlaka Kitab'a uygun bir şekilde ele alınacaktır Onlardan hangisinin tarih itibarıyla daha sonra varit olduğunu bildiğimizde, hadislerde mey­dana gelen nâsih ve mensûhlan ayırt edebiliriz. Nitekim Kur'ân'da da durum aynı idi. Henüz İslâm'ın bütün hükümleri konulmadan önce pek çok hadis vârid olmuştu. Bunlarda pekâlâ mutlak ve umûmî ifadeler bulunmuş olabilir ve muhtemelen bunlar bazı şüp­heler de uyandırabilir. Bunlar, eğer tüm hükümler yerleştikten sonra vârid olsaydı, olduğu gibi anlaşılacaktı. (Ancak böyle olmadı­ğı için bazı yanlış anlaşılmalar da olmuştur.) Meselâ şu hadislerde olduğu gibi: "Kim, Allah'tan başka ilâh olmadığına inanarak ölür­se, cennete girer[315]"Kim canugönülden Allah'tan başka ilâh ol­madığına ve Muhammed'in de O'nun rasûlü olduğuna şehadet ederse, Allah ona ateşi haram eder'[316] Bu mânâda daha birçok ha­dis vardır ki, hep bu yüzden İslâm ümmeti arasında, mü'min olup da günah işleyen kimse hakkında ciddî görüş ayrılıkları olmuş­tur.[317] Mürcie fırkası, bu tür hadislerin mutlak ifadeli zahirlerine tutunmuştur. Onlara göre, bu hadislere muarız olan diğer deliller tevil edilirler. Ehl-i sünnet ve'1-cemâat ise onların görüşlerinin ak­sini savunmuşlardır. Nitekim bunlar kitaplarında açıklanmıştır. Onlar da bu hadislerin zahir ifadelerini tevile tâbi tutmuşlardır.

Bu cümleden olmak üzere seleften bazıları, bu hadisler müslü-manların ilk halleriyle ilgilidir; o döneme has olmak üzere söylen­miştir, demişler ve o zaman henüz farzların, emir ve yasakların ko­nulmadığını belirtmişlerdir. Bilindiği üzere o vakitte ölen mü'min birisi, meselâ hiç namaz kılmadığı, oruç tutmadığı ve şeriatta daha sonradan haram kılınan şeyleri de işlediği halde kendisine bir gü­nah gerekmeyecektir. Çünkü henüz bu şeylerden hiçbiri ile mükel­lef tutulmuş değildi. Dolayısıyla o, müslümanlığının gereklerinden hiçbirşeyi zayi etmiş olmuyordu. Nitekim, şarap haram kılınmadan önce, şarap içmiş ve o halde Ölmüş kimselerin de hiçbir günahları olmayacağı bizzat Kur'ân tarafından açıklanmış bulunmaktadır: "inananlara ve yararlı iş işleyenlere daha önceleri tatmış oldukla­rından dolayı bir günah yoktur'[318] Aynı şekilde kıble değiştirilme­den Önce ölen bir kimsenin, Beyt-i Makdis'e (Kudüs) doğru kılmış olduğu namazlarından dolayı herhangi bir sorumluluğu olmayacak­tır. Nitekim, "Allah, ibadetlerinizi boşa çıkaracak değildir"[319]âyeti de bunu beyan etmektedir. Bu kabilden daha birçok şey vardır ki, konumuza açıklık getirecek türdendir. Bütün bunlar, nassların za­man itibarıyla sıraya konmasının Kitap ve Sünnetin anlaşılmasın­da faydalı olacağını göstermektedir. [320]

ONİKİNCÎ MESELE:

 

Kur'ân tefsirinde orta yol ve itidal üzere bir metot izlen­melidir. Selef-i salibin büyük çoğnnluğunun tavrı bu şekilde ol­muştur. Hatta bu, onların özellikleriydi diyebiliriz. Bu meziyetle-riyle onlar, Kur'ân'm maksatlarını ve içerdiği bâtını mânâları bilme konusunda insanların en anlayışlıları ve âlimlerin en Önde gelenle­riydi.

Ancak itidal çizgisi bırakılarak iki aşırı uçtan birine kaçıldığı da olmuştur. Bunlar ya ifrat ya da tefrit taraflarıdır. Her ikisi de kötüdür.Tefrit gösterenler, Kur'ân'ın tefsiri konusunda sadece indiği dil ile —ki Arapça oluyor— yetinmek istemişler (ve ona Arapların bil­mediği mânâlar yüklemeye çalışmışlardır). İçerdiği mânâ ve mak­sadı Öğrenmek için herhangi bir gayret sarfetmemişlerdir. Daha Ön­ce de geçtiği üzere Bâtınîlerin vb. yaptığı gibi. Bu gibilerin yaptık­ları tefsirlerin reddedileceği ve onlara dayanılamayacağı konusun­da herhangi bir anlaşmazlık yoktur.İfrat yolunu tutanlar ise, Kur'ân'ın anlaşılabilmesi için bir baş­ka yöne gitmişlerdir. Makâsıd bölümünde de geçtiği gibi şeriat ümmîdir ve o indiği sırada Araplarca bilinmeyen (astronomi, felsefe gibi) şeyler, şeriatı anlamak için dikkate alınmaz. Keza orada, kelâm ve lafızlar üzerinde sadece terkip olunan mânâya ulaştırma­sı açısından durulacağı ve bunun ötesinde çeşitli araştırmalara gi­rilmeyeceği belirtilmişti. Terkip olunan mânâyı elde etme çabasının dışında kalan şeyler, eğer istenilen şeyler ise onlar ikinci kasıtla, ve maksûd olan mânâyı anlamaya yardımcı olması yönünden olmakta­dır; mecaz, istiare ve kinaye gibi. Durum böyle olunca kelâm üze­rinde onu anlamak için kişinin düşünmemesi gerekir. Eğer düşün­me ihtiyacı duyuyorsa, o güzel olan tarzdan çıkıp kötü ve tekellüf olan tarza kayıyor demektir. Bu ise, Arap dilinin özelliklerinden de­ğildir. Tekellüf ile anlaşılır olmak Arap diline yakışmayınca önce­likli olarak Kur'ân için de yakışmayacaktır. Sonra bu tür lüzumsuz tetkikler, insan ile hitap arasına girer ve hitaptan gözetilen mânânın kavranmasını, sonra da onun gereği olan kulluğun icrası­nı engeller. Kur'ân, mazeret gösterir, korkutur; müjde verir, uyarır, sırât-ı müstakime çevirir. O, işte budur, onu bu şekilde anlamak gerekir. Onun mânâsını anlayan ve o mânânın ibareden maksat ol­duğunu gören, sonra korku ve ümit arasında kollarım sıvayarak ça­lışma ve gayret içerisine giren, onun gereğine uygun düşmek ve muhalefet durumuna girmemek için var gücünü ortaya koyan kim­se ile; lafızlara takılıp kalan, sözün şöyle ya da böyle güzelliği ile oyalanıp, asıl maksat olan mânâyı kavramayı ihmal ederek, yok fa­lan lafız mânâ aynı olduğu halde müteradifleri içerisinden niçin se­çilmiş; yok falanca lafızlar arasında cinas varmış, yok lafızlar şöyle olursa şöyle güzel olurmuş... gibi asıl maksadı kavramak için hiç de zarurî olmayan hususlar üzerinde duran, kimse arasında ne kadar fark vardır!

Aklı başında herkes bilir ki, hitaptan maksat, sözün ibaresi üzerinde derinleşmek değildir; aksine maksat, o sözle ne ifade edil­mek istendiğinin kavranması ve mânânın yakalanmasıdır. Bu hu­susta, aklı başında olan hiçbir kimsenin şüphe etmesi mümkün de­ğildir.

Şöyle demek doğru değildir: Lafız ve ibare üzerinde yoğunlaş­mak mânâların kavranması için bir vesiledir ve bunda âlimlerin icmâı vardır. Bu durumda, inkârı mümkün olmayan birşeyin inkârı nasıl sahih olabilir? Sonra vesile ile uğraşmak ve bunun için gerekli olan yükümlülükleri üstlenmek, maksûd olan mânâ ile uğraşmak­tan önce geldiği genelde inkâr olunamayacak bir husustur. Aksi halde Arap dilinin tüm kısımları ile yerilmiş olması gibi bir sonuç lazım gelir ki, bu âlimlerin ittifakı ile böyle değildir.

İtiraz doğru değildir; çünkü biz, ileri sürülen şeylerin mutlak olarak lüzumsuzluğunu söylemiyoruz. Nasıl diyebiliriz ki, biz Al­lah'ın kelâmından muradını ancak Arapça sayesinde anlamaktayız. Bizim burada karşı çıktığımız şey, bu konuda mütekellimin (konu­şanın) muradı olduğunda şüphe edilen, ya da onun muradı olmadı­ğı zan ölçüsünde bilinen veyahut da Öyle olduğuna kesin hükmedi­len ifrat durumudur. Hem sonra Araplar, kendi dillerinde böyle bir kasıt bulundurmamışlar, bu ümmetin selefi de böyle bir uğraşıda bulunmamıştır. Yarın kıyamet gününde Allah Teâlâ'nın:

âyetleri[321] hakkında, "Benim bunlardan cinas kastettiğimi nereden çıkardınız?" demeyeceğine bizi kim temin edebilir?[322] Çünkü Kur'ân hakkında bu gibi iddalarda bulunmak ve onların söz sahi­bince maksûd olduğunu savunmak gerçekten çok tehlikelidir ve bu

gibi cüretkâr işler: "Onu dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu önemsiz birşey sanıyordunuz, oysa Al­lah katında önemi büyüktü"[323] âyetinin mânâsı[324] altına girer ve Allah'ın kitabı hakkında re'y ile söz söylemek olur. Bu anlattıkları­mız "Kadınlara dokunduğunuzda..[325]"Her ikisi de yemek yerler­di'[326]vb. şeklinde örnekleri bulunan kinayeden farklıdır. Çünkü kinaye Arap dilinde yaygın olarak bulunur, sözün gelişinden anla­şılır; dolayısıyla onun dilcilerce zorunlu olarak dikkate alınacağı malumdur. Cinas vb. ise öyle değildir. Aralarındaki ayırım, mânâya yardımı olup olmaması sebebiyledir. Cinasta bu yoktur. Bunun şahidi, —Ebû Ubeyde'nin de dediği gibi— topuğuna işeyen kaba bedevi Araplarda ve onlar gibi olanlarda cinasın çok nadir, kinaye­nin de yaygın olarak görülmesidir. Cinas gibi şeyleri hâlis Araplar­da görmek imkânsızdır, bunlara ancak saflığını yitirmiş Araplar'da (müuelledîn) ve onların sözlerini dilde delil olarak kullananlarda rastlanır. Kısaca demek istiyoruz ki, her ilmin bir itidal hali, ifrat ve tefrit olmak üzere iki de aşırı hali bulunur. Her iki aşırı uç da yerilmiştir; övülmüş olanı orta halidir. [327]

ONİKİNCİ MESELE:

 

Bu mesele bir Önceki üzerine kuruludur.[328]

İtidal halinin orta yolcu metot olduğu belirmekle birlikte, onu elde etmek meçhul kalabilir. Meçhul birşey üzerine yollamada bu­lunmak ise bir fayda sağlamaz. Dolayısıyla onu elde edebilmek için mutlaka başvurulacak bir kıstasın bulunması gerekir.

Allah'tan yardım isteyerek diyoruz ki: Sözün sevk şekilleri; hal, zaman ve olaylara göre farklılık arzeder. Bu, Meânî ve Beyân İlminde bilinen bir husustur. Burada bizim söze kulak veren ya da onu anlamaya çalışan kimseden devamlı olarak hatırında tutması­nı istediğimiz şey, hem olayı, hem de halin gereğini dikkate alarak sözün başından sonuna kadar onu bir bütün olarak ele alması ve o şekilde değerlendirmesidir. (Buna küllî yaklaşım diyebiliriz.) Sözün sadece başına bakıp sonunu terketmesi, ya da bunun aksine sonu­na bakıp başını dikkate almaması gibi bir durum içerisine düşme­melidir. Çünkü konu, her ne kadar birden fazla cümle içerse bile, bunlar birbirlerine bağlıdır. Çünkü hepsi tek olay hakkındadır ve tek birşey için inmiştir. Bu durumda sözü anlamak isteyen kimse­nin, mutlaka onun başını sonuna, sonunu da başına vurması ve bir bütün halinde değerlendirmeye tâbi tutması gerekecektir. İşte o za­man mükellef, Şâri'in maksadını yakalamış olacaktır. Eğer değer­lendirme esnasında sözü bir bütün olarak ele almaz ve onun parça­ları üzerinde durursa (cüz'î yaklaşım), bu durumda O'nun muradını elde edemez. Değerlendirme sırasında sözün bir kısmı ile yetinile-rek diğer bir kısmını ihmal etmek doğru olmaz. Bundan ancak, mütekellimin maksadı açısından değil de, Arap dilinin gereği üzere sö­zün zahir mânâsını anlamak sırasında yapılacak iş istisna olur. Değerlendirmeci bu işi yaptıktan sonra yani Arap diline göre zahir mânâyı tesbit ettikten sonra, tekrar bütün olarak söze döner ve çok sürmez kendisine murad olunan mânâ gözükür; artık onunla kul­luk icrasında bulunması gerekir. Bazen sözden maksadın ne oldu­ğunu anlama konusunda nüzul sebepleri yardımcı olur. Çünkü nüzul sebepleri, değeriendirmeciye karışık gelen yerlerde âyete ba­kış açısını belirler ve böylece onun, maksadı yakalamasını kolaylaş­tırır.

Üzerinde değerlendirme yapılacak olan söz, —uzun ya da kısa olması farketmez— tek bir konu hakkında gelmiş olabilir. Mufas­sal[329]sûrelerin çoğu bu türdendir. Bazen de çeşitli açılardan de­ğerlendirmeye açıktır; yani birden fazla konu hakkında inmiş olabi­lir; Bakara, Âl-i İmrân, Nisa, Ikrâ'... sûreleri gibi. Sûrenin aynı anda inmiş olması ile peyderpey inmesi arasında bu açıdan fark yoktur.

Ancak bu ikinci kısımdan olanların iki açıdan değerlendirmeye tâbi tutulmaları sözkonusudur:

1.

Birden fazla konu içermiş olması açısından. Bu durumda her konu kendi başına ayrı ayrı ele alınır ve işte bu açıdan, sözden gö­zetilen maksat ve fıkhî hüküm elde edilmeye çalışılır. Bu nokta açıktır ve hakkında herhangi bir diyecek yoktur. Bu açıdan ele alın­ması hasebiyle, birinci kısımdan olanlarla da müştereklik arzeder; içerdiği ilim ve fıkhî sonuçları elde etme konusunda aralarında bir fark yoktur.

2.

Sûrenin teşkil ettiği nazım ve bütünlük açısından. Bilindiği gi­bi sûrelerin tertibi vahye dayanmakta, bu konuda insanların görüş­lerine yer verilmemektedir. Bu açıdan bakıldığında bunlar da birin­ci kısımdan olanlarla müştereklik arzeder. Çünkü birden fazla ko­nu içerse de vahiyle sıralanmış bir nazımdır. Bu açıdan bakılması­nın amacı her ikisinde de zahir bir şekil üzere fıkhî sonuçlara ulaş­mak değildir. Ondan elde edilmeye çalışılan şey, sadece Kur'ân'm bazı i'câz yönlerinin ve daha Önceki meselede açıklanan hususla­rın[330] ortaya çıkmasıdır. Bunlar için de sözün başından sonuna kadar bir bütün halinde ele alınması ve sözkonusu bütün bakış açıla­rının dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekecektir. Sûredeki meselâ sadece nazım yönünü dikkate alarak yapılan bir değerlen­dirme fayda vermeyecektir. Bir sonuca ulaşılabilmesi için bütün yönlerin dikkate alınması gerekmektedir; onlardan sadece bazısı ile yetinerek diğer bir kısmını terketmek, maksadı yakalamak için ye­terli değildir. Nasıl ki hüküm elde edilirken, konu ile ilgili âyetler­den sadece bir kısmını göz önünde bulundurmak ve bir kısmını ih­mal etmek ulaşılan sonucu sağlıklı kılmayacağı gibi, burada durum aynı şekilde olacaktır.

Meselâ Bakara sûresini ele alalım: Nazım açısından bu tek bir kelâmdır ve farklı muhtevada çeşitli türden sözler içermektedir. Bunlardan bazıları, ulaşılmak istenen sonuca yapılan bir giriş ve Ön hazırlık mahiyetindedir; bazısı bütünleyici ve tamamlayıcıdır; bir kısmı sûrenin indirilişinden gözetilen maksat —ki bu bütün ko­nularla ilgili olmak üzere şer'î teklîfî hükümleri koymaktır— ol­maktadır. Yine bu sûrede başta belirtilen konuları tekit ve teyide yönelik sonuç mahiyetinde ifadeler vardır.

Burada, bu kısımlarla ilgili olmak üzere Örnek vermemiz ge­rekmektedir. Böylece ne demek istediğimiz daha iyi açıklık kazana­caktır. "Ey inananlar! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi si­ze de farz kılındı. ... Allah, insanlara yasaklardan sakınsınlar diye âyetlerini böylece apaçık bildirir'[331] Bu beş âyet her ne kadar ayrı ayrı vakitlerde inmişse de, tek bir kelâmdır ve hepsinin de maksadı oruç ve hükümlerini, nasıl tutulacağını, kazasını ve ilgili diğer Önemli ve oruç için temel olacak konuları açıklamaktır. Sonra "Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin...[332]âyeti gelmektedir. Bu da başka bir sözdür ve ayrı bir konuyu ve ilgili hükümleri açık­lamaktadır. Sonra "Sana hilâl halindeki ayları sorarlar. De ki: On­lar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür'[333] buyruğu gelir. Ba­zılarına göre söz burada bitmektedir. Başkalarına göre ise arkasın­dan devam eden, "Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir; iyi kimse..." kısmı, her ne kadar başka bir konuya da temas ediyorsa da, hilâllerle ilgili meselenin tamamlayıcısıdır. Nitekim her iki gru­ba göre de bu âyet "De ki: Onlar, insanların ve hac vakitlerinin öl­çüsüdür" ifadesiyle hac hükümleri için bir hatırlatma ve mukaddi­me mahiyetindedir.

Kevser sûresi, tek bir konu (kaziyye) hakkında inmiştir.

Ikra' sûresi, iki konu içermektedir: Birincisi "insana bilmedi­ğini öğretti" âyetine kadar; diğeri de oradan sonuna kadardır.Mü'minûn sûresi, her ne kadar birçok mânâyı içerse de, tek bir konu için inmiştir. Çünkü bu sûre Mekkî sûrelerdendir. Mekkî sûrelerin büyük çoğunluğunda şu üç tema işlenir; onların esasım da Allah Teâlâ'ya kulluğa davet teşkil eder:

1.

Bir ve gerçek olan Allah Teâlâ'nm vahdaniyetini ortaya koy­mak. Ancak bu çeşitli yollarla yapılmıştır: Bazen şirkin mutlak ola­rak reddedilmesiyle yapılmış, bazen kâfirlerin iddia ettikleri şeyler­le ilgili reddiyeler şeklinde olmuştur. Meselâ, putların Allah'a yak-laştmcı oluşları, Allah'a çocuk isnadı vb. mesnetsiz sakat iddiaların reddi gibi.

2.

Hz. Muhammed'in peygamberliğini isbat etmek; onun bütün insanlara gönderilmiş Allah'ın peygamberi ve Allah katından getir­diği şeylerde doğru olduğunu ortaya koymak. Bu da yine çeşitli yol­larla yapılmıştır: Meselâ onun gerçek bir peygamber olduğunu is­bat, küfür ve inatları sebebiyle ona yönelttikleri yalancı, sihirbaz, mecnun, Kur'ân'ı bir başkasından aldığı... vb. iftiraları reddetmek gibi.

3.

Öldükten sonra dirilme ve âhiret hayatının isbatı. Bu hayatın hiç kuşkusuz bulunduğu açık deliller ile ortaya konulmuştur. Kâfirlerin inkâra kalkışabilecekleri bütün yönler dikkate alınarak, onları reddedecek, âhiret hakkındaki şüpheleri izale edecek, inkar­cıları susturup, ilzam edecek deliller getirilmiştir.

Mekke döneminde inen Kur'ânî sûrelerin genelde işlemiş oldu­ğu üç temel konu işte bunlardır. Mekkî olup da ilk bakışta bunlarla ilgisi yok gibi gözükenler üzerinde düşünüldüğü zaman, onların da­hi sonuç itibarıyla bu üç şeye yönelik oldukları görülecektir. Bu maksada tâbi olarak; özendirici, uyarıcı ve korkutucu (terğîb ve terhîb) mahiyetli olan nasslar, darb-ı meseller, kıssalar, cennet ve cehennem ve kıyamet gününün tavsifleri vb. gelir.                            

Bu anlaşıldıktan sonra meselâ Mü'minûn sûresine dönecek olursak, bu üç temayı orada gayet açık olarak göreceğiz. Ancak bu sûrede ağırlıklı olarak göze çarpan şey, kâfirlerin peygamberliği inkârları ve onlara verilen cevaplar olmaktadır. Peygamberlik mü­essesesi, diğer iki temanın girişi mahiyetindedir, o yüzden de önem­lidir. Onlar, bu inkarcı tutumlarına peygamberin insan {beşer) oluşunu sebep göstermişlerdir. Kendileri gibi bir kimsenin peygamber olarak gönderilmesini, ya da bu mertebeye kendileri varken başka birisinin gelmesini kabul edememişlerdir. Bu itibarla sûre, beşeri­yet vasfını ve onların bununla ilgili olarak üzerinde niza ettikleri konuları ve insanın Allah'ın seçmesine ve Özel ikramına layık ola­bilmesi için en ekmel şekilde nasıl olması gerektiğini beyan etmiş­tir. Sûre üç cümle ile başlamıştır:

Birincisi —ki bu makama en uygun olanıdır—: Kul için ol­ması gereken özellikleri belirtmiş ve bunlar bir kulda bulunduğu zaman Allah Teâlâ'nın o kimseyi yücelteceğini ve ona ikramda bu­lunacağını ifade etmiştir. Bu, "Mü'minler saadete ermişlerdir" ilk âyetinden "Onlar orada (Firdevs cennetinde) temelli kalacaklar­dır"^ kadar devam eder. (23/1-11 arası).

İkincisi: İnsanın yaratılışını ve geçirdiği evreleri açıklayan cümle. Burada ibret alma gereği vurgulanmış ve yaratılış hali böyle olan bir insanın kendisi gibi birini ta'neylemesine aslında imkânın olmadığı işaret edilmek istenmiştir.

Üçüncüsü: İnsanın dış dünyadan desteklendiğini belirten cümle. Bu meyanda insanın hayatının idâmesi için gerekli olan şey­lerin var edildiği bildirilmiştir. Bu göklerde ve yerde ne varsa hep­sinin İnsanın emrine âmâde kılınması ile yapılmıştır. İnsanın değe­rini ve şerefini göstermek için sadece bu bile yeterlidir.

Sonra daha önce geçen kavimlerin peygamberleriyle olan kıs­saları anlatılmış, peygamberlerine karşı çeşitli gerekçelerle onla­rı alaya aldıkları ifade edilmiştir. Alaylarına sebep olarak peygam­berlerin insan olmalarını gösterdikleri belirtilmiştir: Meselâ Nuh ile kavminden bahseden kıssada: "Milletinin inkarcı ileri gelenleri: 'Bu, sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi3 "[334] Duyurulmuştur. Sûre sonra, başka kavimlere de, meleklerden değil yine kendilerinden yani beşerden peygamberler gönderildiğini an­latmıştır. Ama onlar şöyle demişlerdir: "Bu yediğinizden yiyen, içti­ğinizden içen sizin gibi bir insandan başka birşey değildir[335]; "Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, hüsrana uğrayacağımda şüphe yoktur'[336]"Bu, sadece Allah'a karşı yalan uyduran bir adamdır (yani beşerdir). Biz ona inanmayız'[337]"Sonra birbiri ar­kasından peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete peygamberi geldikçe onu yalancı saydılar'[338]Bu âyette "rasûlühâ" yani peygamberi şeklinde belirgin gelmesi, "o kavimden olduğunu bildiğin peygamber" anlamını vermek içindir. Sonra Mûsâ ve Hâ-rûn peygamberlerin kıssasını anlatmış, Firavun ve erkânı­nın onları: "Milletleri bize kul iken, bizim gibi iki insana mı inana­cağız?'[339] diye reddettiklerini belirtmiştir. Bütün bunlar, kâfirlerin beşerden bir peygamber olamayacağı iddiasıyla peygamberlik mer­tebesine iltifat etmediklerinin hikayesi olmaktadır ve bunları an­latmanın amacı Hz. Muhammmed'i teselli etmektir. Sonra peygam­berlerin insan olmaları vasfının utanılacak/yeni birşey olmadığını, bütün peygamberlerin insan olduğunu, dolayısıyla diğer insanlar gibi yediklerini, içtiklerim; onların ayrıcalıklarının bir başka yön­den olduğunu açıklamıştır. Musa'nın peygamberliğini an­lattıktan sonra şöyle demiştir: "Meryem oğlunu da, annesini de mucize kıldık[340]Ama buna rağmen onlar yiyip içiyorlardı. Sonra şöyle buyurmuştur: "Ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, ya­rarlı iş işleyin"[341] Yani, bu Allah'ın size olan nimetlerindendir. Sa­lih amel, o nimetler için şükürdür ve sahibini şereflendirir. Pey­gamberleri ayrıcalıklı kılan işte budur; yoksa ^tötü ameller değildir. "Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir..[342]âyeti, aralarında eşitlik olduğuna ve onların tümünün beşerden seçilmiş bulunduğuna işarettir. Sonra bu konu, başlangıç cümlesinin mânâsına benzer bir ifade ile: "Rablerinden korkarak titreyenler, Rablerinin âyetlerine inanırlar. Rablerine eş koşmayanlar, Rableri-ne dönecekleri için kalpleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda ileri geçerler'[343] ta­mamlanmaktadır.

Sûrenin başından buraya kadar takip edilen seyir üzerinde dü­şünüldüğü zaman, zikredilen mânânın amaçlanmış olduğu hemen anlaşılır. Bir mânâ daha var: O da şudur: Kâfirlerin, beşer oldukla­rı için peygamberleri yalanlamaları ve onları dikkate almamaları, kendilerini büyük görmeleri ve Allah'a ve Peygamberine karşı baş kaldırmaları yüzündendi. Sûrenin ilk başlangıç cümlesi, belirtilen şekillerle Allah'a kullukta bulunmak suretiyle kişinin kendisini bü­yük görmemesine işaret ediyor. İkinci cümle de bunu teyid ediyor. Şöyle ki: İnsan yoktan varlık alanına çıkarılarak belirli evrelerden geçirilmiştir. Üzerinden geçtiği yedi evrenin her biri zaafın son nok­tasını gösterir. Üstelik yoktan var edilmiştir. Asli ve özelliği böyle birisinin, kendisini büyük görmesi yakışık almaz. Üçüncü cümle ise, insanın zikredilen şeylere ihtiyacı bulunduğunu; eğer Allah  Teâlâ onları yaratmasaydı geçerli olan tabiat kanunlarının gereğin­ce insanoğlunun hayatını idame ettirmesinin mümkün olmayacağı­nı belirtir. Yaratılışında, gelişme ve hayatını sürdürmesinde böylesi ihtiyaç içerisinde bulunan bir yaratığın, kendisini büyük görmesi ayıptır. Dolasıyla bütün bunlar, onları susturma ve ilzam etme ka­bilinden getirilmiştir. Allahu a'lem! Sonra Nûh kavminin kıssasını zikreder ve şöyle der: "Milletinin eşrafı 'Biz senin beyinsiz olduğunu görüyor ve seni yalancılardan sanıyoruz' dediler"[344] On­dan sonra gelenler hakkında da aynı şey sözkonusu olmuştur: "Onun inkarcı ve âhirete kavuşmayı yalanlayan milletinin eşrafı —ki biz onlara bu dünya hayatında nimet vermiştik— şöyle dedi­ler: 'Bu yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen, sizin gibi bir insan­dan başka birşey değildir'[345]Mûsâ kıssasında Firavun ve erkânı: "Milletleri bize kul iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız?'[346] demişlerdi. Bütün bunlar, onların kavimleri içerisinde sahip olduk­ları şeref ve itibardan dolayı bu sözleri söylediklerini göstermektedir. Sonra; "Ey Muhammedi Onları bir süreye kadar sapıklıklarıy-la başbaşa bırak. Kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler?'[347]buyurur. Bu âyetler ise, Kureyş eşrafına yöneliktir. Onlar, şerefin mal ve oğullarla oldu­ğu inancına kapılınca, Allah Teâlâ onların bu düşüncesini reddeder ve asıl şerefin şu vasıflara sahip olanlarda bulunduğunu belirterek şöyle buyurur: "Rablerinden korkarak titreyenler, Rablerinin âyetlerine inanırlar. Rablerine eş koşmayanlar, Rablerine dönecek­leri için kalpleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda ileri geçerler'[348]Sonra âyetler onla­rın bolluk içerisinde yüzdüklerini ve sonuçlarının ne olacağım beya­na başlar, onlar üzerine olan Allah'ın nimetlerini sayar, peygam­berliğin sıhhatine dair deliller serdeder ve onun Allah'tan getirdiği şeylerin hak olduğunu, bu meyanda Allah'ın birliğini, O'nun her türlü şirkten uzak olduğunu, inanan inanmayan herkes için âhiret hayatının bulunduğunu hâlin gerektiği şekilde ve her iki gruba uy­gun düşecek bir üslupla ortaya koyar. Bu genel yaklaşım, bir bütün olarak sûreye tatbik edildiği zaman, daha önce belirtilen üç tema­nın tam olarak işlenmiş olduğu gözükür. Tabiî bu Kur'ân'ın kendi usûl ve tarzına uygun bir şekilde olmaktadır. Bu söylediklerimizi, Kur'ân'ın diğer sûrelerine tatbik etmek isteyen kimse için deneme kapısı açıktır. Başarı Allah'ın elindedir. Böylece görülmüştür ki,Mü'minûn sûresi, tek bir konu hakkında[349] tek bir kelâmdan iba­rettir.

Öbür taraftan bu sûrede çeşitli peygamberlerin kıssaları zikre­dilmiştir; Nûh, Hûd, Salih, Lût, Şuayb, Mûsâ ve Hârûn gi­bi. Bu, Hz. Muhammed'in , kâfirlerin inadı ve kendisini çe­şitli iftiralarla yalanlamaları karşısında çektiği sıkıntılardan dolayı teselli ve kalbinin takviye edilmesi içindir. Bundan dolayıdır ki, zikredilen kıssalar kendisinin karşılaştığı şekiller üzere zikredil­miştir. Bu yüzden de aynı kıssanın anlatılış şekli, halin farklılığı sebebiyle değişik şekillerde cereyan etmiştir.[350]Hepsi de haktır ve vâkidir; onların sıhhatinde herhangi bir kuşku yoktur. Kısaca, Kur'ân'ı anlamak isteyen kimsenin, yukarıda örnekleriyle açıkla­nan yaklaşım tarzını sergilemesi gerekmektedir. Kendisinden yar­dım istenilecek yalnız Allah'tır.                                                           

Fasıl:

Hitabın bizzat kendisi değil de kullara yönelik olması hasebiy­le, bütün sûrelerinin tek bir kelâm olarak kabul edilmesi mümkün müdür? Bizzat kendisi açısından Kur'ân tek bir kelâmdır ve bunda herhangi bir şekil ya da itibarla teaddüd (çeşitlilik) bulunmamakta­dır. Nitekim, bu konu Kelâm ilminde açıklanmıştır. Burada ele alı­nan konu, Kur'ân'ın, kullarca bilinir olan şeylere indirgenerek onla­ra yönelik bir hitap olması iti barıyla dır. Bu konu çeşitli ihtimallere açık ve tafsile muhtaçtır:

Değerlendirme sırasında geçen mânâ itibarıyla Kur'ân'ın tek bir kelâm halinde ele alınması sahihtir; yani Kur'ân'm bir kısmını anlamak, şu ya da bu şekilde diğer kısımlarım anlamaya bağlıdır. Çünkü Kur'ân, kendi kendisini tefsir eder. Hatta Kur'ân'da öyle ko­nular vardır ki, eğer bir başka yerinde açıklanmayacak olsa onları gerçek anlamda anlamak imkânsızdır. Çünkü Kur'ân'da bizzat ele alman, meselâ, zarûriyyâttan olan bir konu, (bir başka yerde) hâciyyât ile kayıtlıdır. Durum böyle olunca, Kur'ân'ın bir kısmını anlayabilmek, diğer kısımlarını anlamaya bağlıdır. Böyle bir du­rumda olanın, tek bir kelâm olduğunda da şüphe yoktur. Şu halde bu açıdan bakıldığı zaman Kur'ân tek bir kelâm olacaktır.[351]Tek bir kelâm olmaması da sahihtir ve bu daha da açıktır. Çünkü o, mânâ ve başlangıç itibarıyla ayrı ayrı sûreler olarak indi­rilmiştir. Onlar bir sûrenin bitip diğerinin başladığını, sözün başın­da besmele'rün inmiş olmasıyla biliyorlardı. Belirli olay ve sebepler üzerine indirilmiş olan âyetlerin çoğu da aynı şekilde, mânâ bakımından müstakil olur. Bunda da herhangi bir problem yoktur. [352]

ONDÖRDÜNCÜ MESELE:

 

Kur'ân tefsiri konusunda re'ye baş vurmak hakkında hem zemmedici hem de onu gerektirici nakiller vardır. Bu konuda Hz. Ebû Bekir'den nakledilen sözler yeterlidir. O, kendisine Kur'ân hakkında sorulan bir soru üzerine: "Eğer Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim birşeyi söyleyecek olursam, hangi gök beni altında göl­gelendirir ve hangi yer beni üstünde barındırır?'' diye cevap vermiş­tir. Muhtemelen bu rivayette: "Eğer kendi re'yimle birşey söyleye­cek olursam..." ifadesi de vardır.[353] Sonra ona Kur'ân'da zikri geçen kelâl[354]hakkında sorulmuş, o şöyle cevap vermiştir: "Onun hak­kında re'yimle cevap veriyorum; eğer doğru ise Allah'tandır; eğer hatalı ise benden ve şeytandandır. Kelâle, şöyle şöyledir" Bu iki söz, Kur'ân tefsiri hakkında hem re'ye baş vurulabileceğini, hem de onun terkedilmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu ise bir çelişkidir.

Konuya şöyle açıklık getirebiliriz: Re'y, iki kısımdır:

1.

Arap diline, Kur'ân ve Sünnete uygun düşen re'y: Kur'ân ve sünneti bilen âlimler için bu kısımdan olan re'yin ihmal edilmesi, çeşitli sebeplerden dolayı mümkün değildir:

a) Kur'ân hakkında, mânâsının açıklanması, ondan hüküm çı­karılması, lafzın yorumlanması ve ondan muradın anlaşıl­ması gibi yollarla mutlaka söz etmek gerekecektir. Bütün bunlarla ilgili ihtiyaç duyulacak herşey, öncekilerden nakle­dilmiş değildir. Bu durumda ya Kur'ân karşısında susula­cak ve ahkâmın tümü ya da büyük çoğunluğu heba olacak­tır. Bu ise mümkün değildir. Dolayısıyla mutlaka Kur'ân hakkında ona uygun şekilde söz etmek gerekecektir,

 b) Eğer öyle olsaydı, Hz. Peygamber  yaptığı bütün açıklamaları vahye dayandırmak suretiyle (ictihâdî değil) tevkifi olarak yapmış olurdu ve bu durumda da onun hak­kında hiçbir kimsenin değerlendirme yapma ve söz söyleme hakkı olmazdı. Hz. Peygamber'in böyle yapmadı­ğı ise malûmdur. Bu da, onun böyle birşeyle yükümlü olma­dığını gösterir. Aksine Hz. Peygamber kendi açık­laması olmadan ani aş ilam ayacak noktaları açıklamış, ve ic-tihad erbabının ictihad yoluyla anlayabileceği pek çok konu­yu ise açıklamaksızm terketmiştir. Dolayısıyla Kur'ân'ın tefsirinde her zaman için tevkîfîlik gerekli değildir,

 c) Böyle bir konuda sahabe diğerlerinden daha ihtiyatlı davra­nırdı. Buna rağmen, bilindiği gibi onlar, kendi anlayışlarına göre Kur'ân'ı tefsir etmişlerdir ve onlar vasıtasıyla bu mânâlar bize kadar ulaşmıştır. Tevkîfîlik ise böyle bir du­rumla bağdaşmaz. Bu durumda, mutlak olarak Kur'ân tefsirinin tevkifi olduğunu ve re'yle tefsirde bulunulanı ay a-cağını söylemek sahih değildir.

d) Böyle bir varsayım mümkün de değildir. Çünkü Kur'ân üze­rinde durma iki açıdan olur:                                                   i. Şer'î hususlar açısından. Bu gibi konularda tefsirin tevkîfîliğini söylemek, re'y ve cedeli terketmek ka­bul görebilir.

ii. Arap dili açısından. Bu konuda tevkîfilikten bahset­mek mümkün değildir. Eğer Öyle olsaydı selef-i sâlih de Öyle yapardı. Bu ise bâtıldır. Ondan lâzım gelen de öyledir. Kısaca, mesele sözü uzatmaya gerek kal­mayacak kadar açıktır.

2.

Arap diline ya da şer'î delillere uygun düşmeyen re'y: Şer'an yerilen re'y işte bu kısım olmaktadır ve bu konuda herhangi bir tar­tışma da yoktur. Nitekim bu —Kıyâs bahsinde de zikredildiği üzere[355]— kıyâsta da yerilmiş olmaktadır. Çünkü böyle bir re'y, de­lilsiz olarak Allah'a karşı yalan uydurmaktır ve bu gibi durumlarda yalan Allah'a dönmektedir. Kur'ân hakkında re'y ile tefsirde bulun­makla ilgili olarak ağır ifadeler içeren sözler işte bu kısım hakkın­da gelmiştir. Bunlardan bir kısmı şöyledir:

İbn Mesûd'dan şöyle rivayet edilir: "Sizi Allah'ın kitabına çağı­ran kavimler göreceksiniz. Halbuki onlar, onu arkalarına atmışlar­dır. Siz ilme sarılın ve bid'at çıkarmaktan sakının; aşırılığa düşme­yin; eskiye sanlın"

Hz. Ömer şöyle demiştir: "Ben sizin hakkınızda iki kişiden en­dişe ediyorum: Biri Kur'ân'a, uygun olmayan mânâlar veren kimse­dir; diğeri de kardeşini sultana karşı gammazlama yarışma giren

kimsedir"

Yine Hz. Ömer şöyle demiştir: "Ben bu ümmet hakkında, ne imanı kendisini alıkoyan mü'minden ne de fışkı açık münafıktan endişe etmiyorum. Benim asıl korkum, Kur'ân'ı gayet iyi okuyan, sonra da çeşitli tevillerle ona uygun olmayan mânâlar veren kimse­dendir"

Hz. Ebû Bekir Sıddîk'e: "Ve fâkiheten ve ebben'[356]âyeti hak­kında sorulunca: "Eğer Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim birşeyi söyleyecek olursam, hangi gök beni altında gölgelendirir ve hangi yer beni üstünde barındırır?" demiştir.

Bir adam İbn Abbâs'a: "Miktarı ellibin sene olan gün'[357] hak­kında soru sormuştu. İbn Abbâs ona: "Miktarı ellibin sene olan gü­ne ne olmuş?" diye cevap verdi. Adam: "Bana anlatasm diye sor­dum" deyince İbn Abbâs: "Onlar, Allah'ın kitabında zikretmiş oldu­ğu iki gündür. Onları Allah bilir. Biz, Allah'ın kitabı hakkında bil­mediğimiz birşeyi söylemekten hoşlanmayız" demiştir.

Saîd b. el-Müseyyeb'e Rur'ân'dan birşey sorulduğu zaman: "Ben Kur'ân hakkında birşey söylemem" derdi. Adamın biri, bir âyeti sormuştu da o: "Bana Kur'ân'dan birşey sorma. — İkrime'yi kestederek— Git, Kur'ân'dan hiçbirşey kendisine gizli kalmadığını sanana sor" demişti. Onun bu sözü, sanki böyle bir iddiada bulunan kimseye karşı bir tepki oluyordu.

îbn Şîrîn de şöyle demiştir: "Ubeyde'ye Kur'ân'dan birşey sordum. O bana: 'Allah'tan kork ve doğruluktan ayrılma! Kur'ân'm ne hakkında indiğini bilen insanlar göçüp gitmiştir.' dedi"

Mesrûk ise: "Tefsirden kaçının; çünkü o Allah'tan rivayette bu­lunmak anlamına gelir" demiştir.

İbrahim ise: "Bizim akranımız, tefsirden kaçınırlar ve bunu gözlerinde büyütürlerdi" derdi.Hişâm b. Urve'den: "Babamın Allah'ın kitabından bir âyeti te­vil ettiğini işitmedim" dediği nakledilmiştir.

Bütün bunlar, Kur'ân üzerinde duran kimsenin, yerilmiş olan re'ye düşmekten, onun hakkında mesnetsiz söz etmekten korunma ve sakınmasının gereğini ifade etmektedir.

el-Asmaî'nin —ki Arap dilindeki üstün yeri herkesçe kabul edilir— Allah'ın kitabından hiçbir âyet tefsir etmediği nakledilir. Bu konuda kendisine bir soru sorulduğu zaman, cevap vermezdi. Bu rivayet hakkında el-Müberrid'in el-Kâmil adlı kitabına bakınız.

Fasıl:

Bu konudan çıkarılacak sonuçlar şunlardır:

1.

Kesin bir delil olmadan Allah'ın kitabı hakkında söz etmekten kaçınmak gerekir. İnsanlar tefsir için gerekli olan ilimler hakkında   . üç tabakaya ayrılmaktadırlar:

a) Bu konuda yüksek paye sahipleri (rüsûh mertebesi): Saha­be, tabiîn ve onların peşinden gelenler gibi. Bunlar mesnet­siz Kur'ân tefsirinden kaçınmanın ve sakınmanın gereğini söylemişler, bunun bir cüret işi olduğunu belirterek böylesi bir davranıştan korkmuş ve kaçmışlardır. Eğer biz, kendi­mizi ilim ve anlayışta onların ayarında zannediyorsak —ki heyhat nerede!— bizim de onlar gibi kaçınmamız gerekir.

b) Kendisini onların ayarında görmeyen, hatta yanlarına bile yaklaşamayacağını düşünen kimseler. Böyle kimselerin Kur'ân üzerinde söz söylemesinin haramlığı konusunda en ufak bir tereddüt yoktur.

c) Kendisinin ictihad mertebesine ulaştığı konusunda kuşku­su olan ya da tümünde değil de sadece bazı ilimlerde ken­disini yeterli gören.kimseler. Bu tür insanların da aynı şe­kilde Kur'ân hakkında söz söylemeleri caiz değildir. Çünkü bu gibilerde asıl olan ili m sizliktir. Kendisinin rüsûh merte­besine ulaştığı konusunda şüphe ya da tereddüt ettiği sü­rece, aslî men hükmünün kendisi üzerinde hâlâ devam et­miş olması kuşkusuz sözkonusu olacaktır.  Şu halde bu konuda herkes kendi vicdanı ile başbaşadır ve kendi hükmü­nü kendi verecektir. Belki bu tabakada bulunan bazı kim­seler, kendi sınırlarını aşacaklar ve kendi nefisleri hakkın­da hüsnü kuruntuda bulunarak, ilimde yüksek payeye er­miş insanlar gibi Kur'ân hakkında söz etmeye girişeceklerdır. İşte fırkalar buradan doğmuş; mezhepler bu yüzden or­taya çıkmış ve bunun sonucunda da Kur'ân tefsiri konu­sunda olumsuz gelişmeler meydana gelmiştir.

2.

Kim Kur'ân üzerinde bizzat kendisi tefsirde bulunmaz ve bu konuda kendisinden Önce geçmiş âlimlere (selefe) itimat ederek, on­ların yapmış olduğu açıklamalara atıfta bulunmakla iktifa ederse, bu hareketinden dolayı kınanmaz. Bu konuda onun için geniş bir alan vardır; ancak mutlaka yapması gereken ve zaruret hükmünce olan bundan istisnadır. Çünkü Kur'ân hakkında değerlendirme, —ilgili yerlerde de açıklandığı gibi— kıyâs hakkındaki değerlendir­meye benzemektedir. Hakkında nass bulunmayan konuda kıyâsta bulunmak hakkında selef, öteden beri sıkıntı duyagelmiştir. Onla­rın bu tavrını re'y ile Kur'ân tefsiri karşısında da aynen görüyoruz. Çünkü mahzur her ikisinde de aynıdır ve bu, Allah üzerine asılsız söz isnad etmiş olma korkusudur. Hatta Kur'ân hakkındaki söz kı­yastan daha da şiddetlidir. Çünkü kıyâs sonuç olarak, kıyası yapan kimsenin görüşü olur. Kur'ân hakkında edilen söz ise, Allah, bu âyetten bunu murad etmiştir, inen bu kelâmıyla şunu kastetmiştir, demeye gelir. Bunun tehlikesi ise daha büyüktür.

3.

Kur'ân hakkında değerlendirme ve tefsir yapacak, söz söyleye­cek kimsenin devamlı şunu hatırında tutması gerekir: Bu haliyle o, söylediği sözü Allah'a kastettirmiş olmaktadır. Kur'ân, Allah'ın kelâmıdır. O lisanı hâl ile şöyle demektedir: Bu kelâmdan Allah'ın muradı budur. Şimdi böyle bir kimse, yarın Allah Teâlâ'nın kendi­sine: "Benim hakkımda bunu nereden çıkardın?" demesine hazır ol­sun. Dolayısıyla kişinin, delillere dayalı açıklamalar olmadıkça, Kur'ân hakkında söz etmesi doğru olmaz. Hatta mücerred bir ihti­malin bulunması bile onun: "Mânânın şu şu şekilde olması muhte­meldir" demesi için yeterli olmalıdır. Çünkü o zayıf ihtimallerin da­hi, bir esasa dayanması pekâlâ mümkündür. Belli bir esasa dayalı olmayan ihtimaller ise muteber değildir. Şu halde her ne şekilde olursa olsun, Kur'ân hakkında edilecek her söz için —ister kesin söylensin, ister ihtimalli bulunsun— mutlaka onun dayandığı esasa tanıklık edecek bir mesnedin bulunması gerekir. Aksi takdirde o söz bâtıl olur ve sahibi yerilmiş olan re'yciler içerisine dahil olur. Allahu alem!

 

 



[1] Kamer 54/17.

[2] Meryem 19/97.

[3] Fussılet 41/3.

[4] Şuarâ 26/195.

[5] Müstakil olarak bu konuda yazılan kitaplarda belirtildiği gibi, Kur'ân'ın i'câzınm birçok yönü olduğunu belirtmişlerdir. Bunlardan hiçbiri, Kur'ân'ın anlaşıl ırlığına engel değildir.

[6] Sâd 38/29.

[7] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/329-331

[8] Tahkim ve benzeri görüşlere sahip bulunan Haricîler grubu. (Ç)

[9] Al-i İmrân 3/187-188.

[10] Huşu, sağa sola bakmamak, zikir vb. gibi.

[11] Bakara 2/238.

[12] Bu âyetten önce namaz kılanlar birbirleriyle konuşabiliyorlardı. Bu âyetle namazda dünya kelâmı etme yasaklanmış oldu.

[13] Mâide 5/93. Âyetin tam meali şöyle: "İnananlara ve yararlı iş işleyenlere —-sakınırlar, inanırlar, yararlı işler yaparlar, sonra haramdan sakınıp inanırlar ve sonra isyandan sakınıp iyilik yaparlarsa— (daha önceleri) tat­mış olduklarından dolayı bir günah yoktur. Allah iyi davrananları sever"

[14] Kitap kelimesi, burada olduğu gibi bazen hüküm mânâsında da kullanılır.

(Ç)

[15] Mâide5/91.

[16] Duhân 10-11.

[17] Bunlar İbn Mesûd, Übeyy b. Kat>, Muâz b. Cebel ve Ebû Huzeyfe'nin azadhsı Sâlim'dir. (Buhârî, Fedâilul-Kur'ân, 8).

[18] Yani şeriatın anlaşılabilmesi için, Araplarca mahûd olan şeylerin esas alınması ve nassların bunlar üzerine bina edilmesi ve bu yolla anlaşıl­maya çalışılması konusu.

[19] Bakara 2/196.

[20] Âl-i İmrân 3/97.

[21] Bakara 2/286.

[22] Nah! 16/50.

[23] Mülk 67/16.

[24] NahI 16/26.

[25] Yani burada zikrolunan "yukarıdan" kaydı bir cihet tahsisi için değildir; zira tavan zaten yukarıda olur. Bu sadece onlar, bunu böyle söyledikleri için zikredilmiştir.

Araplarda düşman imajının en belirgin özelliği gök gözlülük olduğu için, Kur'ân cehennem zebanilerini gök gözlü olarak tavsif etmiştir (20/102; Beydâvî, Mecmau't-Tefâsîr, 4/218). İmdi bu ve benzeri onların imajlarına, mevcut telakkilerine dayalı olarak gelen nassların doğru an­laşılabilmesi için müellifin dediği gibi, Kur'ân'm indiği sıradaki Arapla­rın örf, âdet ve telakkilerini de bilmek gerekecektir. (Ç)

[26] Necm 53/49.

[27] Bilginler, bu yıldızın çapının güneşin çapından on kere daha büyük oldu­ğunu söylerler. Bu, Arapların bildiği en büyük yıldızdır ve ona tapınış­lardır.

[28] Daha önce geçmişti [3/67].

[29] Daha önce geçmişti [3/327].

[30] Daha Önce geçmişti [1/297],

[31] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/331-337

[32] En'âm 6/91.

[33] En'âm 6/136.

[34] En'âm 6/138.

[35] En'âm 6/139

[36] Furkân 25/4.

[37] Furkân 25/5.

[38] Furkân 25/8-9.

[39] Sâd 38/4-8.

[40] Enbiyâ 21/26.

[41] Bakara 2/116.

[42] Yûnus 10/68.

[43] Meryem 19/90.

[44] Burada bahsedeceği şey, meselenin başında zikredilenden farklı başka bir nev'idir. Çünkü birincisinde nakledilen şeyler şeriatlerden değildir. Burada ise şeriatlerden, ya da o hükümde olanlardan, onlar içerisine gi­ren tahriflerden bahsedilmektedir.   Bu durumda bu söz, meselenin ilk başında geçen söz üzerine atfedilmiş olur. ikinci kısım için ikâme edilmiş ikinci bir delil olması da mümkündür.

[45] Bakara 2/75-

[46] Mâide 5/41.

[47] Nisa 4/46.

[48] Müddessir 74/43.

[49] Kehf 18/22.

[50]  Bakara 2/260.

[51] Hucurât 49/14.

[52] Zümer 39/67.

[53] Zümer 39/67.

[54] Tevbe9/61.

[55] Yâsîn 36/47.

[56] Allah'ın meşîetine karşı konulmaz; dolayısıyla onlardan itiraz yerine derhal teslim olma ve emre uyma gerekirdi.

[57] Çünkü   Allah'ın meşîetini öne sürerek itiraz ediyorlar, öbür taraftan kendilerine yönelik olan ilâhî meşîete imtisal etmiyorlardı. Yani ilâhî meşîeti hem kendileri için delil olarak kullanıyorlar, hem de ona uymu­yorlardı.

[58] Enbiyâ 21/78-79.

[59] Çünkü Davud'un (s.a.) hata ettiğini açıkça söylememiştir. Bu, hükmün sadece Süleyman'a bildirilmiş olması ifadesinden çıkmaktadır.

[60] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/337-343

[61] Meselâ, hem müjde hem de uyarı içeren âyetlerin birden gelmesi gibi. Bunun en güzel örneğini İnşân (Dehr) sûresinde görmek mümkündür.

[62] Bakara 2/6.

[63] Bakara 2/24.

[64] Bakara 2/26-27.

[65] Bakara 2/62.

[66] Bakara 2/81.

[67] Bakara 2/102.

[68] Bakara 2/103.

[69] Buifadeyle"mâ nensah... "kasdetmiştir

[70] Bakara 2/112.

[71] Bakara 2/121.

[72] En'âm 6/1.

[73] En'âm 6/12.

[74] En'âm 6/15.

[75] En'âm 6/17.

[76] En'âm 6/32.

[77] En'âm 6/36.

[78] En'âm 6/39.

[79] En'âm 6/48.

[80] Meselâ Rahman sûresini ele alalım. Bu sûrenin ilk üçtebiri Allah Teâlâ'-nın varlığına delâlet edici âyetler olup, arkasından gelen umut ve korku verici âyetler için bir ön hazırlık mahiyetindedir. Böylece O, ilmi, kudreti, yaratıcılığı ile müjdelediği şeyleri gerçekleştirmeye, korkuttuğu şeylerle de cezalandırmaya kadir olduğunu   beyan etmiş oluyor. İkinci üçtebir kısmı son derece belirgin korkutucu ve azap tehdidi içeren âyetlerden oluşur. Son üçtebiri ise müjde ve umut verici âyetlerden meydana gelir.

[81] Zümer 39/53.

[82] Çünkü Allah Teâlâ, günahları mutlak olarak zikretmiş, büyük ya da kü­çük uy irimi yapmamış, affı için herhangi bir şart da koşmamış, "dilediği­ne" gibi bir kayıt da getirmemiş; üstelik arkasından da "Çünkü O, çok bağışlayandır, merhametlidir" buyurarak mânâyı pekiştirmiştir.

[83] Hûd 11/114.

[84] Bir adam Hz. Peygambere (s.a.) gelerek : Tâ Rasûlallah! Bostanda bir kadın buldum ve ona herşey yaptım; öptüm, kucakladım, ancak onunla ilişkide bulunmadım. Ne uygun görürsen onunla hükmet!" dedi.   Hz. Peygamber (s.a.) birşey söylemedi ve adam kalkıp gitti. Hz. Ömer: "Eğer kendisi örtseydi, Allah onun durumunu örtmüştü" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) arkasından gözüyle adamı takip etti ve: "Onu bana geri çevirin" buyurdu. Geri çevirdiler. Dönünce ona "Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir'" âyetini okudu.   Hz. Ömer   "Yâ Rasûlallah! Bu sadece ona mı has, yoksa herkes için geçerli midir?" diye sordu. Hz. Peygamber {s.a.) de herkes için geçerli olduğunu söyledi, (bkz. İbn Kesir, 2/462]

[85] Alak 96/6.

[86] Ahzâb 33/58.

[87] NÛr 24/22.

[88] Zümer 39/53.

[89] Bakara 2/260.

[90] Âl-i İmrân 3/135.

[91] Nisa 4/110.

[92] Nisa 4/31.

[93] Nisa 4/40.

[94] Nisa 4/48.

[95] Nisa 4/64.

[96] Nisa 4/110.

[97] Übeyy b. Halef veya Ümeyye b. Halef veya el-Velîd b. el-Muğîre veya el-Âsî b. Vâil ya da dördü birden. Çünkü bunlar zengin idiler ve Hz. Pey-gamber'i (s.a.) çokça alaya alıyorlardı. Sûrede geien özellikler onları tam tutmaktadır.

[98] Alak96/6.

[99] Murad her ne kadar cins ise de âyet Ebû Cehil hakkında inmiştir. Bu âyetler sûrenin başındaki âyetlerden uzun bir süre sonra inmiştir.

[100] Ahzâb 33/58.

[101] Çünkü bu da, ifk hadisesi ya da Hz. Peygamber'in (s.a.) Safiyye bt. Hu-yey'le evliliği ile ilgili olarak fesat kazanını kaynatan münafıkların başı Abdullah b. Übey b. Selûl ve yandaşları hakkında inmiştir.

[102] Nûr 24/22.

[103] Zümer 39/53

[104] Zümer 39/53.

[105] Zümer 39/54.

[106] Bakara 2/260.

[107] Âl-i İmrân 3/135.

[108] Zümer 39/53.

[109] Nisa 4/110.

[110] Nisa 4/105.

[111] Nisa 4/107-109.

[112] Nisa 4/31.

[113] Nisa 4/40.

[114] Nisa 4/42.

[115] Nisa 4/37.

[116] Nisâ4/4Û.

[117] Nisa 4/64.

[118] Nisa 4/48.

[119] Mü'minûn 23/57-61.

[120] Bakara 2/218.

[121] İsrâ 17/57.

[122] Zümer 39/53.

[123] Ahzâb 33/58.

[124] Daha önce bu âyetin, ifk hadisesi ya da Hz. Peygamber'in (s.a.) Safiyye bt. Huyeyle evliliği ile ilgili olarak dedikodular çıkaran münafıkların ba­şı Abdullah b. Übey b. Selûl ve yandaşları hakkında inmiş olduğu belir­tilmişti. Öyle ya da böyle âyet kâfirlerden bir grup yani münafıklar için inmiştir. Şu anda konumuz ise, korku ya da umut tarafından sadece bi­rinin kendilerine galebe çaldığı mü'minier ve onların İrşad ve eğitilmele­ri idi. Bazı durumlarda ihmal yönü galebe çalan kimselerin irşad ve eği­timi konusunda meselâ "inananların gönüllerinin Allah'ı anması ve O'ndan inen gerçeğe içten bağlanma zamanı daha gelmedi mi?" (57/16) gibi bir âyeti verseydi o zaman daha açık olur ve kullandığı "azar" ifadesi de yerini bulurdu. Dünya ve âhirette lanete maruz kalan­ların ebedî helaklerinin "azar" diye nitelenmesi doğru olmaz.

[125] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/343-353

[126] Burada külliden maksat, belli bir şahsa veya hale ya da zamana has de­ğil manasınadır. Keza hükmün mufassal olarak ve şartlarını, rükünleri­ni, mânilerini beyan ederek gelmiş olması mânâsına değildir.

[127] Yani sonuçların dikkate alınması şekliyle ki buna istihsân denilmekte­dir.

[128] Yani kıyâs yoluyla.

[129] Yani detayların, şartların, mânilerin öğrenilmesi, şer'î hakîkatların key­fiyetlerinin bilinmesi konusunda. İşte bu ihtiyaç, Kur'ân'ın getirdiği esasların küllîliğınin bir alâmeti olmaktadır.

[130] Nahl 16/44.

[131] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1.

[132] Mâide 5/3.

[133] Sünnet bahsinin Dördüncü meselesinde bu konu genişçe ele alınacaktır.

[134] Bu, Kur'ân'm, şer'î hükümleri külli olarak verdiğine dair bir başka istidlal (temellendirme) şekli olmaktadır.

[135] Nisa 4/105.

[136] Haşr 59/7.

[137] Nisa 4/115.

[138] Yani deliller gibi şeriatın en önemli konusunu içermiş olan bu üç âyet, kapsam bakımından en geniş küllî delillerden olur.

[139] Buhârî, Libâs, 82-87 ; Müslim, Libâs, 119.

[140] Haşr 59/7.

[141] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/353-355

[142] Yani genel çerçevenin belirlenmesi, mânânın küllî olarak konulması şek­linde. (Ç)

[143] .  Yani şeriatı icmâlen kavramış olur ve onun mücmel ve küllî esasların­dan biçbir eksiği olmaz.

[144] Mâide 5/3. Ancak dinin ikmâlinin sadece Kitapla değil de hem Kitap hem de Sünnetle olması düşünülebilir. Âyette de ikmâlin sadece Kitapla yapıldığına dair bir tahsis yoktur.

[145] NahI 16/44.

[146] Kitap'tan maksadın Kur'ân olması tefsirine göre bu âyet burada delil olur. Ancak Kitap için   yapılmış Levh-i Mahfuz gibi başka tefsirler de vardır.

[147] En'âm 6/38.

[148] Yani Yaratıcı ile yaratıklar arasındaki ilişkileri en kâmil anlamda dü­zenleyen eksiksiz nizam.

[149] İsrâ 17/9.

[150] Tİrmizî, Sevâbul-Kur'ân, 14 ; Dârimî, Fedâilul-Kur'ân, 1.

[151] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1.

[152] Buhârî, Müsâfirûn, 139 ; Ebû Dâvûd, Tatavvu', 26 ; Ahmed, 6/54, 91.

[153] Kalem 68/4.

[154] İsrâ 17/82.

[155] Âl-i İmrân 3/193.

[156] Buhârî, Ezan, 54 ; Ebû Dâvûd, Salât, 60.

[157] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; Tirmizî, İlm, 10 ; İbn Mâce, Mukaddime, 2.

[158] Nisa 4/59.

[159] Ahzâb 33/36.

[160] Nahl 16/44.

[161] bkz. Buhârî, Nikâh, 27 ; Müslim, Nikâh, 37.

[162] Buhârî, Zebâih, 28, Meğâzî, 38 ; Müslim, Nikâh, 30, Sayd, 23-25.

[163] Buhârî, Tıbb, 57 ; Müslim, Sayd, 11; Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 , Et'ime, 32.

[164] bkz. Buhârî, İlm, 39, Cihâd, 171, Diyât, 24, 31; Tirmizî, Diyât, İŞ.

[165] Dördüncü Mesele'de hem soru hem de cevap hakkında yeterli tafsilat-ge-lecektir.

[166] Ahkâf 46/15.

[167] Lokman 31/14.

[168] Buna usûlde sarih olmayan mantûkun delâletlerinden işaret yoluyla olanı demişlerdir. Bu ifadesi maksûd olmayan lazımı bir delâlet şekli olmakta­dır.

[169] Haşr 59/10. İmam Mâlik, "Allah'ın fethedilen  memleketler halkının mal­larından (fey') peygamberine verdikleri; Allah, Peygamber, yakınlar, ye­timler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. ...Allah'ın verdiği bu ganimet malları bilhassa yurtlarından çıkarılmış ve mallarından edilmiş olan, Al­lah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir, işte doğru olanlar bunlardır. Onlar   Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler­dir ve kendilerine hicret edip gelenleri severler..." şeklinde devam eden âyetten sonra gelen "Onlardan sonra gelenler: 'Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde mü'minlere kar­şı kin bırakma,..' derler" âyetim , fey' mallarında hakkı bulunan kimse­ler için hal cümlesi yapmış ve böylece yukarıdaki sonuca ulaşmıştır. Sahabeye sövmekten daha büyük kin düşünülebilir mi? Öyleyse, onlara şovenler, fey'den hak alma şartını kaybetmiş olurlar.

[170] Enbiyâ 21/26.

[171] Çünkü Allah Teâlâ, onlara meleklerin Allah'ın kuîları (yani mülkü) ol­duğunu belirterek cevap vermiştir. Bu şu demek olur: Onların kul olma­ları ile —ki bu müsellemdir—Allah'ın çocukları olmaları nasıl uzlaştın-labilir?! Dolayısıyla   çocuğun, babası tarafından mülk edinilmesi sahih olmaz; zira çocukla mülkiyet arasında bağdaşmazlık vardır. Kur'ân, işte bu hükmü işârî delâlet şekliyle beyan etmiştir.

[172] Alak 96/2.

[173] Nahl 16/78.

[174] Münâfikûn 63/5.

[175] Sâd 38/33. Aslında âyete: "Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya baş­ladı" anlamı verilmektedir.

Şeriatımızda malın ziyan edilmesi caiz değildir. Kalbi meşgul ede­ceği endişesi, onu itlaf etmek için bir sebep olamaz. Çünkü ondan korun­manın yolları vardır; hibe, tasadduk vb. gibi. Bizden önceki şerîatler, an­cak neshedilmediği zaman bizim için bir delil olabilir. Kaldı ki âyete yu­karıda da belirttiğimiz gibi, Şiblî'nin anladığından farklı olarak sivazla-mak mânâsı da verilmiştir. Eğer kılıçla vurmak mânâsına alındığı za­man, Süleyman'ın (s.a.) şeriatında atların kurban edilmesi yoluyla bir ibadet şeklinin bulunduğu düşünülebilir. Ya da öldürücü olmaksızın, on­ların Allah yolunda vakfedilmiş olduğuna alâmet olacak işaret koyma amacına yönelik olabilir. Alûsî, kendisini meşgul ettiği için kızdığı ve bu yüzden onları itlaf ettiği şeklindeki izahın bâtıl olduğunu söylemiştir. Müellif, bu istidlal şekillerinin hepsine katılmadığına son cümlesiyle işa­ret etmiş olmaktadır.

[176] Mâide5/18.

[177] A'râf 7/143. Musa (s.a.), Allah'ı görme isteğini, Allah'ın kendisiyle konuş­ması üzerine dile getirmişti. Sözü edilen görüş sahipleri bunu şöyle açık­lamışlardır: Musa, bu isteğini, 'sözünü işitmesi caiz olanın, kendisine bakması da caizdir ve bunun aksi de varittir' düşüncesine dayandırmış­tır. Kadına bakmak ittifakla caiz olmadığına göre, sözünü dinlemek de caiz olmayacaktır.

Ne kadar uzak bir istidlal şekli! Özellikle de cevaz şeklinin farklılı­ğının dikkate alınması durumunda. Çünkü Musa meselesinde cevaz aklîdir; kadına bakılması ve onun sözünün işitilmesi ise, teklifi hüküm­ler içerisine giren bir konudur. Kadına bakmak ittifakla caiz olmadığına göre, onun sözünü dinleme de caiz olmamalıdır.

İfrat ya da tefritin hâkim olduğu konulardan biri de budur. Nassla-nn İstikraya tâbi tutulması sonucunda kadının sesinin mahremiyeti ko­nusunda mutedil bir sonuca ulaşılacağı kanaatindeyiz. (Ç)

[178] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/355-360

[179] Kâf50/6.

[180] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1. [3/367] de de geçmişti.

[181] Isrâ 17/15.

 

[182] Kehf 18/29.

[183] Mâide5/6.

[184] Tahrîm 66/12.

[185] Mâide 5/75. Yemek yediklerine göre, tuvalete de gidecekler ve ihtiyaçları­nı göreceklerdi.   Dolayısıyla halleri böyle olan İsa ve annesinin tanrı ol­ması mümkün değildir. Ayet, sonucu zikretmeyi kaba bulduğu için, birin­cinin zikri ile maksadı ifade etmiştir. Müellifin demek istediği budur. (Ç)

[186] Bakara 2/26.

[187] Ahz^b 33653.

[188] Furkân 25/32.

[189] Furkân 25/32.

[190] İsrâ 17/106.    

[191] İkincisi muhtemelen "Rabbi" olmalıdır. (Ç)

[192] Bakara 2/286.

[193] Bakara 2/127.

[194] Âl-i İmrân 3/35.

[195] Bakara 2/260.

[196] Fatiha 1/4.

[197] Âl-i İmrân 3/16

[198] Âl-i îmrân 3/53.

[199] Âl-i îmrân 3/193.

[200] Yûnus 10/88.

[201] Nûh 71/21-28.

[202] Bakara 2/127.

[203] İkinci Nev'in Beşinci Mesele'sinde. Orada, sözün bu tür âdâbâ delâleti­nin tâbi delâlet unsurlarından olduğunu söylemiş ve örneklerle sözü aç­mıştı. Oraya bkz.

[204] Zâriyât 52/56.

[205] Yani kifâî olan farzlar içerisinde her istenilen her yasaklanılan şeyle ilgi­si olması bakımından en kapsamlısı iyiliği emretmek ve kötülüğü yasak­lamak görevidir. Çünkü bu görev, fıkhın belli bir konusuna münhasır de­ğildir. Diğer kifâî farzlar ise böyle değildir. Meselâ, devlet yöneticiliği, cihâd, ilim öğretmek ve önemli sanatları icra etmek gibi. Bütün bunlar kifâî farzlardan olmakla birlikte, uygulama alanı sadece kendi sahasına münhasır kalmaktadır. İyiliği emretmek ve kötülüğü emretmek ise, şeriatın bütün konuları için tamamlayıcı bir unsur mahiyetini gösteren tek kifâî farz olmaktadır. En kapsamlı olanları ifadesinden maksat bu­dur; yoksa onun küllî bir esas olduğunu ifade değildir. Zira diğer kifâî oian farzlar onun altında bir cüz olarak mündemiç değildir.

[206] Çünkü bu üç cinsten her birinin altında üç nev'i bulunmaktadır ve her cins için de tamamlayıcı unsur vardır. Gazzâlî ise, üç cinsi sadece üç ilim kabul etmiş ve onların altına giren nev'i ve dallarına bakmamıştır. An­cak o, ikinciyi, iyi huylarla bezenmek, kötü huylardan da arınmak yoluy­la Allah'a gidecek yolun belirtilmesi kabul etmiştir. İbâdetlerin, muame­lelerin... beyanını ise   tâbi ve tamamlayıcı unsurlardan saymıştır. İkisi arasında karşılaştırma yapıldığı zaman Gazzâlî'nin yaklaşımı sûfiyyenin makamına daha uygun düşmektedir.

[207] Bu, ilk üçünün tamamlayıcı unsuru olmaktadır. İkincisi, birincinin, üçüncüsü ise ikincinin tamamlayıcısı mahiyetindedir.

[208] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/361-368

[209] Rivayet, el-Mesâbîh'te İbn Mesûd'dan gelmiştir ve şöyledir: "Kur'ân, ye­di harf üzerine inmiştir. Onlardan her âyetin bir sırtı (zahiri) bir de kar­nı (bâtını) vardır. Her haddin de bir matla'ı vardır" Rûhu'l-Meânî'de: "Her harfin bir haddi ve her haddin de bir matla'ı vardır" şeklindedir. Mânâsı en uygun tefsire göre şöyledir: Her harfin yani indiriliş şekille­rinden her birinin bir haddi yani Allah'ın o âyetten amaçlamış olduğu muradının bir son noktası vardır.  Murad olunan her son nokta için de bir matla' yani başlangıç ve o maksadı Allah'ın muradı üzere anlamaya ulaştıracak bir çıkış noktası vardır.

[210] Nisa 4/78.

[211] bkz. Buhârî, İlm, 39, Cihâd, 171, Diyât, 24, 31; Tirmizî, Diyât, 16.

[212] Nisa 4/82.

[213] Çünkü ihtilaf, çoğu kez sözün zahiri yanında durmak ve maksadı kavra­maya çalışmamak yüzünden doğmaktadır. Bu ise Kur'ân'm bir bütün olarak ele alınması, onun birbirini tefsir, takyid ve tahsis ettiğine bakıl­ması yoluyla olacak ve böylece ondan Allah Teâlâ'nın gözettiği maksat anlaşılmış olacak ve ihtilaflar da ortadan kalkacaktır.

[214] bkz. Nisa 4/78.

[215] Nisa 4/79.

[216] Muhammed 47/24.

[217] Yani Allah Teâlâ, bir sırrın ve gizli mânâlardan birinin, seçkin kulların­dan birinin dili üzerinde açıklanmasını ister ve böylece onu açıklar.

[218] Mâide 5/3.

[219] Ankebût 29/41.

[220] Bakara 2/26.

[221] Bakara 2/26.

[222] Müddessir 74/30.

[223] Müddessir 74/31.

[224] Münâfikûn 63/8.

[225] Lokman 3176.

[226] Haşr 59/13.

[227] Haşr 59/13.

[228] Tevbe 9/127.

[229] Tevbe 9/127.

[230] Birincinin anlamı "inkarcıların göğsünü dar ve sıkıntılı yapar" (6/125) ; ikincisinin ki; "Kalbin daralır" (11/12) şeklindedir. "Dayyik" kelimesi sı-fat-ı müşebbehe kalıbıdır ve vasfın devam ve sabitliğini bildirir. "Dâik" kelimesi ise, ism-i fail kalıbıdır ve bu kalıp, oluş ve yenilenme bildirir, süreklilik bildirmez;  dolayısıyla Hz. Peygamber'e (s.a.) arız olan bu da­ralmanın geçici bir durum olduğunu gösterir.

[231] "İnkâr edenleri, başlarına geleceklerle uyarsan da birdir, uyarmasan da..." (2/6)

[232] "Ve insanlar arasında, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptır­mak için gerçeği boş sözlerle değişenler vardır" (31/6)

[233] Birinci âyetin öncesinden maksat Kitab'm halini beyan etmek ve onda en ufak bir kuşku olmadığını ortaya koymaktır. Bunun zımnında da, kâfirlerin   küfür ve sapıklık üzerinde ısrarları vurgulanmaktadır. Öyle ki oniar, uyarsan da uyarmasan da fark etmeyecek şekildedirler. Bu iti­barla, âyet öncesini tamamlar mahiyettedir. Dolayısıyla mahal, "fasl" mahalli yani atıfsız başlama yeridir.

"Ve mine'n-nâs..." âyeti ise, öncesi ile beraber, insanların doğru yol­da olanlar ve sapıklar olmak üzere iki sınıf olduklarını ve bunlar arasın­da tezat bulunduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla mahal, "vasi" yani atıf harfi ile getirme mahallidir.

[234] Şuarâ 26/154.

[235] Şuarâ 26/186.

[236] Meryem 19/47.

[237] Furkân 25/63.

[238] Merfû halde olan, sübût ve süreklilik ifade eden isim cümlesi olduğu için, daha güzel selam olur.

[239] Hatırlama, şeytanın dürtmesinden sonra meydana gelir; hakkı görmek ise, onlarda sabit ve dâim olan bir özelliktir. Dolayısıyla birincisi, oluş bildiren fiil kalıbı ile getirilirken, ikincisi sübût ve kalıcılık bildiren ism-i

fail kalıbı ile getirilmiştir

[240] "el-Hasene' den maksat, insanların güzel buldukları bolluk, bereket, re­fah ve afiyet gibi şeylerdir.  Bunların yaygın ve genel bir şekilde ve se­bepsiz olarak vuku bulması için   ilâhî rahmetin taalluku bulunduğun­dan, bunların vukuu konusunda şüphe yoktur. Bu yüzden de kesin ta­hakkuk ifade eden geçmiş zaman kipi üe yine şüphe içermeyen "izâ" şart edatı ile kullanılmış ve ayrıca kelime de marife getirilmiştir. Çeşitli belâ ve musibetlerin murad edildiği "seyyie" ise, vukuu nâdirdir, onun vücuda gelmesi için ilâhî irâdenin taalluku da, insanların bazı kötü fiil­leri işlemelerine bağlanmıştır. O yüzden onun tahakkuku hasene gibi ke­sin değildir. İşte bunun için de o, şüphe edatı olan "in" ile, gelecek za­man kipi ve fiekire bir kalıpla getirilmiştir

[241] "İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinirler, ama yaptıkla­rından ötürü  başlarına bir kötülük gelirse, hemen ümitlerini kaybedive-rirler"(RÛm 30/36)

[242] Bakara 2/23.

[243] Hûd 11/13.

[244] Yani Kur'ân'm fesahati üzerine kurulu olan i'câzdan, bu i'cazm sonucu amaç olmaktadır. Bu da, içerisinde bulundukları acziyet sebebiyle onu tasdik etme ve ondan kastolunan ilâhî muradı anlama noktasına  ulaşmalanydı. İşte, onları karşı koyma konusunda acze düşüren ve onun Hakk'tan olduğunu itirafa götüren şey, Kur'ân'm zahiri olmaktadır. İti­rafın arkasından gelen şey ise —ki bu kulun kendisi ile kulluk vasfını kazanmış olduğu mânâlardır— Kur'ân'm bâtınıdır ve indirilmesinden gözetilen ilâhî maksat olmaktadır.

[245] Bakara 2/245.

[246] bkz. Âl-i İmrân 3/181.

[247] bkz. İbn Kesîr, 1/299.

[248] Nahl 16/78.

[249] Mülk 67/23.

[250] Tevbe 9/5.

[251] Bakara 2/229.

[252] Nisa 4/4.

[253] Yûsuf 12/40.

[254] Zuhruf 43/58.

[255] Kamer 54/14.

[256] Yasin 36/71

[257] Mü'min 40/56.

[258] Zümer 39/37.

[259] Mâide 5/95.

[260] Nisa 4/4

[261] Şûra 42/11.

[262] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/368-377

[263] Nahl 16/103.

[264] Fussılet 41/44.

[265] Şeriatın anlaşılmak üzere konulmuş olduğunu konu edinen ikinci nevide.

[266] Âl-imrân 3/138.

[267] Tûr 52/44. Âyetin mânâsı şöyle: "Gökten azap olarak düşen bir parça gör­seler: 'Bulut kümesidir' derler"

[268] Râfizîlerden olan bu kimseyi, Halid el-Kısrî öldürmüş ve Allah'ın kulları­nı onun şerrinden kurtarmıştır.

[269] Bugünkü Tunus'un olduğu bölge. (Ç)

[270] Berberi kabiterinden birinin ismi. (Ç)

[271] Âl-i İmrân 3/110.

[272] Nisa 4/3   Meali: "Hoşunuza giden kadınlardan ikişer, üçer, dörder evlenin

[273] Mâide 5(3.

[274] Bakara 2/255.

[275] Tâhâ 20/121. Meali: "Âdem Rabbine baş kaldırdı ve yolunu şaşırdı"

[276] A'râf 7/179. "And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık"

[277] Nisa 4/125.

[278] Buhârî, Salât, 80, Fedâilu's-sahâbe, 3, 5; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 2-7; Tirmizî, Menâkıb, 14-16; İbn Mâce, Mukaddime, 11.

[279] Yani onun indiriliş amacı ve lafzın ötesinde murad olunan mânâ.

[280] Neml 27/16.

[281] Olay ve beyit hakkında bkz. İbn Kuteybe, Uyûnu'l-ahbâr, 2/161 ; İbn Abdirabbih,Ikdu'I-ferîd, 2/250.

[282] Yani nakledilen üç sözde de lafzî deliller vardır. Elîf Lâm Mîm'de ise, ya­pılan yoruma delâlet edecek bir delil bulunmamaktadır.

[283] .  Buna göre bu hesapla geçmiş ve gelecek bütün milletlerin tarihleri orta­ya çıkacaktır. Buna bir örnek olmak üzere Muhyiddin el-Arabî'nin Fütuhatında "Ve külle şey'in ahsaynâhu kitaben" âyeti hakkında zik­rettiği şu sözleri kaydedebiliriz: Aîlah Teâlâ kitabına bizim sayamayaca­ğımız kadar ilim koymuştur. Alimin birine sordum ve "Bunlar içerisinde ana ilimieri belirlemek mümkün müdür?" dedim. O: "Yüzbin altıyüz nev'idir; Her nev'i ise, sayısını ancak Allah Teâlâ'nm bilebileceği ilimleri içerir" dedi.

[284] Bakara 2/22.

[285] Tevbe 9/31.

Bu konuda "Heva ve hevesini kendisine tanrı edineni gördün mü?" (25/43) âyeti daha da açıktır. (Ç)

[286] Halbuki haram ve helâl kılma yetkisi sadece Allah'a aittir Nefs-i emmare, sahibine isteklerini yapmayı ve bu sırada Allah'ın emir ve ya­saklarına riayeti terki emredince ve kişi de onun bu isteklerine boyun eğince sanki onu Rab edinmiş gibi olur.

[287]  Ahkâf 46/20.

[288] bkz. [3/288].

[289] Bakara 2/22.

[290] Müellif burada Sehl'in sözünü, geçen iki şartı bulundurduğu için âyetin tefsiri ve ondan murad olarak kabul etmektedir. Geçen fasılda olanları ise, âyetlerden elde edilen işârî mânâ saymıştır. Bu fasılda, bundan sonra gele­cekleri ise, işârî mânâ şeklinde de olsa kabul etmeyecektir.

[291] Bakara 2/35.

[292] Onun dinin esasları ile ilgili bir konuda musibete düşmediğini, dolayısıyla yapmış olduğu hatanın büyük değil, küçük olduğunu vurgulamak istiyor.

[293] Âl-i İmrân 3/96.

[294] Onuncu Mesele'de gelecektir.

[295] Nisa 4/51.

[296] Bakara 2/22.

[297] Ancak müellif orada bunun bir tefsir olmadığını söylemişti ve bu yapılan izahta en önemli bir husus oluyordu, bkz. [3/398].

[298] Çünkü iyilik yapılması emri bu yapılan izahlarla nasıl telif edilecektir.

[299] Neml 27/44.

[300] Neml 27/52.

[301] Rûm 30/50.

[302] Rûm 30/41.

[303] Bakara 2/114.

[304] Tâhâ 20/12.

[305] Ebû Dâvûd, İlim, 5.

[306] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/377-390

[307] î'tibânn iki mânâsı vardır. Bunlardan birine göre, kıyâs ile eş anlamlı­dır. Diğeri ise, Türkçedeki ibret alma sözünün çağrıştırdığı mânâ olup, birşeyden kendisine pay çıkarma şeklinde ifade edilebilir. Burada kıyas, mülâhaza, istintaç gibi mânâlara gelmektedir. Daha genel olması açı­sından biz "mülâhaza" diye çevirmeyi yeğledik. (Ç)

[308] Buna şunu örnek verebiliriz: "Kadir gecesi bin. aydan hayırlıdır" âyeti hakkında bazıları şöyle demişlerdir: Bin ay, Emevî devletinin ömrüdür; çünkü onlar iktidarda seksen üç sene dört ay kalmışlardır. Bu âyet Hz. Peygamber'e (s.a.) teselli olmak üzere inmiştir. Çünkü Allah Teâlâ onu kendisinden sonra gelen meliklerin hayat tarzına vâkıf kılmış ve Emevîleri görünce üzülmüş. Bunun üzerine bu âyeti indirerek Peygam­berini hoşnut etmiş.

Bu mânâ Kur'ân'dan alınmış değildir. Aksine sayıların mutabaka­tından hareketle Kur'ân dışından, vakıadan alınmıştır. Lafız bu mânâyı düşünmeye uzak da değildir. Ancak sûreden bu mânânın kastedildiğine dair herhangi bir şer'î delil bulunmamaktadır.

[309] Orada verdiği örneklerden biri şudur: "Suçlular şüphesiz inanmış olan­lara gülerlerdi. Yanlarından geçtikleri zaman da birbirlerine göz kırpar-lardı.   ...  Bugün  de,   inananlar inkarcılara gülerler" (83/29)    âyeti, câhillerin ehl-i sülûke gülmeleri ve onları alaya almaları hakkında bir işarettir. Onlar, kişi nasıl özünden fena (fena fi'n-nefs) olabilir; halbuki o günde şu kadar ntıl ekmek yiyor, uzunluğu bu kadar, eni şu kadar... derler. Nuh'un ümmeti de aynı şekilde yapmışlar ve Hz. Nûh gemiyi inşa ederken ona karşı gülmüşlerdi. Allah Teâlâ onların: "Bizimle alay edi­yorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi Biz de sizinle alay edeceğiz" (11/38) di­ye cevap verdiklerini bildirmiştir.

[310] Şu örnek onlardan biridir: Fatiha, Kur'ân ilimleri olan on kısımdan seki­zini içine almıştır. Bunlar kâfirlere karşı mücâdele şekli ile fukâhanın ortaya koyduğu hükümlerin dışında kalanlarıdır. Bundan, bu iki kısmın mertebe olarak diğer ilimlerden sonra geldiğini gösterir.  Dolayısıyla bu iki ümi diğerlerinden öne almak ancak mal ve makam sevgisinden kay­naklanır. Sonra şöyle der: Fatiha kitabın anahtarıdır, cennetin anahtarı­dır. Cennetin kapıları da sekizdir.   Fatihanın mânâsı da sekiz şeye dö­nüktür. İşte bu Kur'ânî mülâhazalardan (i'tibârât) sayılmaktadır. Müel­lif orada her kısmın marifet bahçelerinden birinin kapısını açtığını ve böylece arifin ruhunun, cennet bahçelerinde dolaşan kimsenin duyduğu sürür ve ferahtan az olmayacak şekilde, marifet bahçelerinde dolaşıp sü­rür ve ferah bulacağını söylemiştir.

[311] Buhârî, BedVÎ-halk, 7 , Libâs, 88, 94 ; Müslim, Libâs, 81.

[312] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/390-392

[313] Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in (s.a.) getirdiği şeriat, peygamberlerle ge­tirilen tevhid dini sürecinin tamamlayicısıdır. İslâm şeriatı, daha önceki şeriatlar tarafından konulmuş olduğu halde tahrif edilmiş şeyleri tekrar düzeltmek ve ıslah etmek, onlarda bulunmayan şeyleri ise ikmâl etmek için gelmiştir. Buna göre sonradan gelen şeriat bir öncekisi dikkate alı­narak değerlendirilecektir. Aynı durum İslâm şeriatı içerisinde de sözko-nusu olacak ve sonra gelen nasslar, öncekilerin oluşturduğu zemine otur­tularak değerlendirilecektir.

[314] Müellif, burada Kelâm âlimierince belirlenen Tevhid ilkeleri ile yetinme­yerek bu sûrede şeriatın temelini oluşturan diğer külli kaidelerin de be­lirlenmiş olduğunu ilave olarak belirtmek istiyor. Çünkü bu kaidelerden biri olmadığı zaman şeriat eksik kalmakta, ihlâle uğradığı zaman da ihlâl görmektedir.

[315] Müslim, imân, 43.

[316] Müslim, îmân, 53.

[317] Bu ve benzeri hadisleri konuya örnek olarak gösterebilmek için, onların namaz, oruç, hacc, cihâd, zekât gibi dinin hükümlerinin henüz tamamlan­madan önce vârid olmuş olduklarını bilmeye ihtiyaç vardır. Bu ise zordur. Verilen örnek .hadislerin, râvi ve içerdikleri diğer ipuçlarına bakılacak olursa Medffie döneminde söylenmiş oldukları anlaşılıyor. Meselâ birinin ravisi olan Ebû Hüreyre'nin müslüman oluşu Hicrî yedinci yıla rastlar.

[318] Mâide5/93.

[319] Bakara 2/143.

[320] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/392-395

[321] Kehf 18/104 ve Şusrâ 26/168.

[322] Kur'ân'da cinas olduğunu söylemekle, ondan maksadın cinas olduğunu iddia etmek   arasında fark vardır. Hatta, Arapların kendi dillerinde ci­nas yapma gibi bir maksatları olmadığını kabul etsek bile, bu tesadüfi olrrak sözde cinasın  meydana gelmesine  mani  değildir. Nitekim âyetlerden bazı parçalar vardır ki, çeşitli şiir bahislerine tesadüfi olarak uygun düşmektedir. Meselâ:                          .

beytinde olduğu gibi. Bu, Kur'ân'da Allah'ın maksadının şiir söylemek ol­duğu mânâsına gelmediği gibi, cinas için de durum aynıdır. Dolayısıyla iddia edilen mahzur niye doğsun?!

[323] Nûr 24/15.

[324] Müellifin, "âyetinin mânâsı altına girer" demesi, bu âyetin ifk hadisesi hakkında olması sebebiyledir. Bu durumda âyetin konumuza delâleti iti­bar ve işaret yoluyla olmaktadır.

[325] Mâide 5/6.

[326] Mâide 5/75. Yemek yediklerine göre, tuvalete de gidecekler ve ihtiyaçla­rını göreceklerdi. Dolayısıyla halleri böyle olan İsa ve annesinin tanrı ol­ması mümkün değildir. Ayet, sonucu zikretmeyi kaba bulduğu için, bi­rincinin zikri ile kinaye olarak maksadı ifade etmiştir. (Ç)

[327] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/395-398

[328] Bir önceki meselede, Kur'ân tefsiri konusunda ikisi aşırı, biri orta olmak üzere üç çeşit tefsir metodu olduğunu; aşın uçlardan birinin mânâ ve maksadı bir tarafa iterek lafızlara Arapların hiç de bilmediği mânâlar yüklediğini, diğer aşırı ucun ise tekellüfe girerek, Arapların bilmediği şeylerle ancak Kur'ân'm anlaşılabileceğini ileri sürdüklerini açıklamış­tır. Burada ise orta yolcu metottan neyi kastettiğini açıklayacak ve bun­dan maksadın sözü bir bütün olarak ele almak olduğunu, Kur'ân'm bütü­nü içerisinde bağlantı bulunduğunu ileri sürerek açıklayacaktır.

[329] Kur'ân'm son yedide birini oluşturan kısa sûreler. (Ç)

[330] Onbirinci Mesele'de, anlayış ve hüküm bakımından Medenî sûrelerin Mekkî sûreler üzerine kurulu olduğu... konusu ile ilgili hususlar.

[331] Bakara 2/183-187.

[332] Bakara 2/188.

[333] Bakara 2/189.

[334] Mü'minûn 23/24.

[335] Mü'minûn 23/33.

[336] Mü'minûn 23/34.

[337] Mü'minûn 23/38.

[338] Mü'minûn 23/44.

[339] Mü'minûn 23/47.

[340] Mü'minûn 23/50.

[341] Mü'minûn 23/51.

[342] Mü'minûn 23/52.

[343] Mü'minûn 23/57-61.

[344] A'râf7/66.

[345] Mü'minûn 23/33.

[346] Mü'minûn 23/47.

[347] Mü'minûn 23/54-56.

[348] Mü'minûn 23/57-61.

[349] Yani peygamberliğin isbatı. fÇ)

[350] Yani Hz. Peygamber'in (s.a.) maruz kaldığı durumlar dikkate alınarak bazen uzunca, bazen de önemli olan kısma atıf şeklinde zikredilmiştir.

[351] Sahih olan ve esas kabul edilen yaklaşım budur ve delilleri iptal edilecek gibi de değildir. Ayrı ayrı sûreler halinde ve besmele ile ayrılmış olması konusuna gelince, bu onların mânâ bakımından birbirinden bağımsız ol­malarını gerektirmez. Eğer öyle   olursa, Medeni sûre ve âyetler, nasıl Mekkî olanlar üzerine bina edilecektir. Eğer her sûre başlı başına ele alınacak ve diğerlerine bakılmayacak olursa, bunlar birbiri üzerine nasıl bina edilecektir? Beyân ve nesh nasıl olacaktır? Bilindiği gibi ne beyân ne de nesh konusunda, nâsih ve mensûhun, beyan eden ile edilen nassla-rın aynı sûrede olmaları gibi bir şart yoktur. Bu itibarla müellifin son olarak "Bunda da herhangi bir problem yoktur" şeklinde söylediği sözü anlaşılır gibi değildir.

[352] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/398-406

[353] Bu konuda rivayet edilen bir hadis de şöyleydi: "Kim Kur'ân hakkında kendi görüşünce birşey söylerse,   isabet etse de hata etmiş olur" (Ebû Dâvûd, İlim, 5.)

[354] Ölüp arkasında mirasçı olarak ana, baba, nine, dede, oğul, kız ve torun bırakmayan kimse. (Ç)

[355] Amidî'nin el-îhkâin'ının kıyâs bahsinin ikinci meselesine bkz.

[356] Abese 80/31.

[357] Meâric 70/40.