Daha önce deliller
genel olarak ele alınmıştı. Burada ise ayrı ayrı ele alınacaktır.
Deliller dört tanedir:
Kitap, Sünnet, İcmâ ve Re'y (yani Kıyâs ve diğer aklî deliller).
Kitap ve Sünnet, diğer
delillerin aslını teşkil ettiği için, biz burada sadece ikisi üzerinde
duracağız. Hem sonra Kitap ve Sünnet konularını işlerken, araştırıcının diğer
konular için ihtiyaç duyacağı pek çok şey zaten verilmiş olmaktadır. Bununla
beraber usûlcü-ler, Kitap ve Sünnet üzerinde durdukları gibi onlar üzerinde de
durarak tekellüfe girmişlerdir. Biz, icmâ ve re'y hakkında sükût geçmeyi ve
sadece Kitap ve Sünnet üzerinde durmayı uygun gördük. Yardım ancak
Allah'tandır.
Bu ikisinden birincisi
yani Kitap, bütün delillerin aslım teşkil eder. Bu konu altına çeşitli
meseleler girer:
Kitap, şeriatın küllî
esaslarını teşkil eder, İslâm ümmetinin belkemiğini oluşturur; o hikmet pınarı,
peygamberlik mucizesi, gözlerin ve kalplerin nurudur; Allah'a ondan başka
giden yol yoktur, onsuz kurtuluş imkânsızdır, ona muhalif birşeye yapışmak
yoktur. Bütün bunlar delil ikamesine ihtiyaç göstermeyecek kadar açık-se-çik
şeylerdir. Çünkü bunlar, İslâm dininde zorunlu olarak bilinir.
Durum böyle olunca,
şeriatın küllî esaslarına vakıf olmak, onun yüce maksatlarını kavramak ve din
âlimlerinden olmak isteyen bir kimsenin zorunlu olarak gece gündüz Kur'ân'ı
kendisine yoldaş edinmesi, sadece biri ile yetinmeyerek hem nazari hem de amelî
olarak onu kendisine rehber edinmesi ve üzerinde düşünüp çalışması
gerekecektir, ki bunun sonucunda arzusuna ulaşabilsin, maksadını elde etsin ve
kendisini ilklerden ve Önde gelen din âlimlerinden bulsun. Buna kendiliğinden
kadir ise ne âlâ! Ancak bu mertebeye sadece, Kitabı açıklayıcı durumda olan
sünnete vakıf olanlar kadir olabilirler. Değilse, o zaman müctehid imamlar ve
selefin önde gelenlerine ait açıklamalar, bu yüce maksadı ve üstün mertebeyi
kavraması konusunda elinden tutacak ve ona yardımcı olacaktır.
Sonra, bilindiği gibi
Kur'ân en büyük mucizedir ve onun i'câzı, Arap fasihlerini susturmuş,
beliğlerini acze düşürmüş ve onun bir benzerini getirememişlerdir. Kur'ân'ın bu
özelliği, onu, Arap dilinin özelliklerini taşıyan Arapça bir kitap olmaktan
çıkarmaz, içerisinde bulunan Allah'ın emir ve yasaklarım kolay bir şekilde
anlamayı engellemez. Ancak bu, Arap diline gerçek anlamda vukuf şartı ile
mümkün olacaktır. Nitekim İctihâd bölümünde bu konu açıklanacaktır. Eğer
Kur'ân'ın i'câzı, onu anlaşılır olmaktan çıkaracak olsaydı, o zaman kullara
yönelik teklif hitabı, anlaşilamayacağı için takat üstü yükümlülük şeklini
alacaktı. Böyle bir yükümlülük şekli ise bu ümmetten kaldırılmıştır. Bu
özellik, onun i'câz yönlerinden birini teşkil eder. Zira üslup, mânâ,
anlaşılırlık ve kavranıl abilir-lik... gibi tüm yönlerden insanların sözlerine
benzer bir kelâm konulsun, fakat hiçbir kimse ona bir nazirede bulunanlasın;
bunun için herkesin bir araya gelmesi ve birbirine yardımcı olması ve böylece
bir benzerini getirmeleri için meydan okunsun, üstelik bunlar bu konuda da en
yetkili kimseler olsunlar, buna rağmen bir sûresini dahi ortaya koymaktan aciz
kalsınlar, işte bu durum onun gerçek bir mucize oluşunu gösterir.
Konu ile ilgili
nasslardan bazıları şunlardır:
"And olsun ki,
Kur'ân'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?"[1]
"Ey Muhammedi Biz
Kur'ân'ı Allah'a karşı gelmekten sakınanları müjdelemen ve inatçı milleti
uyarman için senin dilinde indire Tek kolaylaştırdık'[2]
"Bilen bir millet
için Arapça okunarak âyetleri uzun uzun açık-lanmıştır"[3]
"Apaçık Arap
diliyle, uyaranlardan olman için.[4]
Bu durumda Kur'ân'ın
i'câzı hangi yönden[5] olursa olsun, bu onun
anlaşılır ve mânâlarının kavranılır olmasına engel değildir.
"Ey Muhammedi Sana
indirdiğimiz bu kitap mübarektir; âyetlerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt
alsınlar"[6]Kur'ân'ın bu yönü, onun
mânâlarının anlaşılabilmesinin ve böylece üzerinde dü-şünülebilmesinin mümkün
olmasını gerektirir. Diğer benzeri yönler için de durum aynıdır ve bu husus
açıktır. [7]
Kur'ân'ı tam olarak
anlayabilmek için nüzul sebeplerini bilmek gerekir.
Buna iki husus delâlet
eder:
1.
Kur'ân'ın i'câzı iki
şeyle bilinir:
a) Arap dilinin kullanılışında gözetilen maksatları
bilmek.
b) Meânî ve Beyan ilimlerini bilmek. Bu ilimlerin
esasını ise, halin iktizâ ettiği durumları bilmek teşkil eder: Meselâ, bizzat
hitap yönünden hitabın halini, hitap edenin (muhâtıb) veya muhatabın halini ya
da hepsinin halini bilmek gibi. Zira aynı söz, iki ayrı hale, iki ayrı muhataba
ve daha başka durumlara göre farklı farklı anlaşılabilir. Meselâ, istifhamı
(soru) ele alalım: Bunun lafzı aynıdır; fakat gerçek soru yanında takrir
(onaylama), tevbîh (azarlama) vb. gibi başka mânâları da verir. Keza emir
sîgası, emretme yanında, ibâ-ha, tehdit, ta'cîz... vb. gibi mânâlar da içerir.
Bu durumda maksûd olan mânâya delâleti ancak haricî unsurlar (hal karineleri)
belirler. Bunların esasını da halin gerekleri oluşturur. Her hal nakledilemez,
her karine de nakledilen sözle birlikte bulunamaz. Maksadı belirlemeye delâlet
eden bu karinelerden bir kısmı yok olduğu zaman, o sözün anlaşılması tümden
imkânsız hale gelebilir veya ancak kısmen doğru anlaşılabilir. İşte nüzul
sebeplerini bilmek, bu türden olan müşküleri ortadan kaldırır. Dolayısıyla
nüzul sebeplerini bilmek, Kitab'm anlaşılabilmesi için zarurî olan ilimlerdendir.
Sebebin bilinmesi ise, halin gereğim bilmek demektir.
2.
Nüzul sebeplerini
bilmemek, şüphe ve çıkmazlar içerisine düşülmesine yol açar, aslında zahir
olan nassları mücmel hale sokar ve bunun sonucunda ihtilâflar doğar. Bu ise,
anlaşmazlıklara ve ümmetin bölünmesine sebep olabilir.
Bu hususu Ebû Ubeyd'in
naklettiği şu olay gayet iyi açıklar: İbrahim et-Teymî anlatır: Birgün Hz. Ömer
yalnız başına kaldı ve düşünceye dalarak kendi kendine: "Bu ümmet nasıl
olur da ihtilafa düşebilir; peygamberi bir, kıblesi bir" dedi. (Onun bu
düşüncesini okur gibi) İbn Abbâs şöyle dedi: "Ey Mü'minlerin emiri! Bize
Kur'ân indi ve biz onu okuduk. Okurken, onun kimin hakkında nazil olduğunu
biliyorduk. Bizden sonra kavimler gelecek; bunlar Kur'ân okuyacaklar fakat
kimin hakkında indiğini bilmeyecekler. Bunun sonucunda Kur'ân hakkında şahsî
görüşler (re'y) ortaya çıkacak. Onun hakkında şahsî görüşler ortaya çıkınca da
ihtilafa düşecekler, ihtilafa düşünce de birbirine girecekler" Böyle
deyince Hz. Ömer onu susturdu ve azarladı. İbn Abbâs da oradan ayrıldı. Hz.
Ömer, onun sözleri üzerinde düşündü ve ne kastettiğini anladı. Bunun üzerine
onu çağırttı ve: "Sözlerini bana tekrarla!" dedi. O da tekrarladı.
Hz. Ömer, sözünün mânâsını anladı ve bu yorum hoşuna gitti.
İbn Abbâs'm sözü
dikkate alınması bakımından sahihtir ve o anlaşıldığında maksat en yakın bir
şekilde ortaya çıkacaktır.
İbn Vehb, Bükeyr'den
rivayet eder: O Nâfi'e: "İbn Ömer'in Harûriyye[8]
hakkındaki görüşü ne idi?" diye sorar. Nâfi' şöyle der: "Onları
insanların en şerlileri görürdü. Çünkü onlar, kâfirler hakkında inen
âyetlerden hareket etmişler ve onları mü'minler aleyhinde
kullanmışlardır" İbn Abbâs'm üzerine dikkat çektiği re'yin mânâsı işte
budur ve Kur'ân'ın niçin indiğini bilmemekten kaynaklanmaktadır.
Mervan, kapıcısına:
'Tâ Râfi'! İbn Abbâs'a git ve ona de ki: Eğer kendilerine verilen şeyden dolayı
sevinen ve yapmadığı şeyden dolayı da övülmeyi seven herkes azap görecekse, o
zaman biz hepimiz azap göreceğiz demektir" (Bu soruya) İbn Abbâs şöyle cevap
verdi: "Bu âyetle sizin ne ilginiz var? Hz. Peygamber yahudileri çağırmış
ve onlara birşey sormuştu. Yahudiler onu sakladılar ve yanlış bilgi verdiler.
Üstelik kendilerine sorulan konuda cevap vermiş olmaktan dolayı övgü
beklediklerini ihsas ettiler ve gizleyip yanlış bilgi verdikleri için de
sevindiler" İbn Abbâs sonra şu âyeti okudu: "Allah, kendilerine kitap
verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz, diye ahid
almıştı. Onlar ise, onu arkalarına atıp az bir değere değiştiler. Alış
verişleri ne kötüdür! Ettiklerine sevinen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananların,
sakın sakın onların azaptan kurtulacaklarını sanma;elem verici azap onlaradır[9] Bu sebep,
âyetten maksadın, Mervân'-ın anladığı şekilde olmadığını ortaya koymuştur.
"Kunût"
kelimesi çeşitli mânâlara gelir[10];
dolayısıyla "Kûmu lillâhi kânitîn"[11]âyetini
bu mânâlardan herhangi birine yormak mümkündür. Ancak âyetin iniş sebebi
bilindiği zaman, murad olan mânâ açıklık kazanmış olur.[12]
Hz. Ömer, Kudâme b.
Maz'ûn'u Bahreyn'de görevlendirmişti. el-Cârûd, Hz. Ömer'e geldi ve:
"Kudâme içki içti ve sarhoş oldu" dedi. Hz. Ömer: "Bu dediğine
şahitlik eden var mı?" diye sordu. el-Cârûd: "Ebû Hureyre,
dediklerime şahitlik eder" dedi. ( Hz. Ömer, onu çağırttı ve): "Ey
Kudâme! Çaresiz seni cezalandıracağım" dedi. Kudâme: "Vallahi, eğer
ben onların dediği gibi içmiş olsam bile, sen beni cezalandıramazsın"
dedi. Hz. Ömer: "Niye?" diye sordu. O: "Çünkü Allah Teâlâ:
'İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir günah
yoktur.'[13] buyuruyor" dedi. Hz.
Ömer: "Ey Kudâme! Hiç şüphe yok ki sen, yanlış tevilde bulunuyorsun. Eğer
sen Allah'tan sakınmış olsaydın, O'nun haram kıldığı şeyden uzak dururdun"
dedi.
Başka bir rivayette
şöyledir: Kudâme: "Beni niçin cezalandıra-cakmışsm? Benimle senin aranda
Allah'ın kitabı var" dedi. Hz. Ömer: "Seni cezalandırmamam için hangi
Allah'ın kitabından[14]
bahsediyorsun?" diye sordu. O: "Allah kitabında 'İnananlara ve yararlı
iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur.' buyuruyor; ben
inanan ve yararlı iş işleyen, sonra sakınıp inanan, sonra sakınıp iyilikler
yapan birisiyim; Hz. Peygamber ile birlikte Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te ve
daha pek çok yerde bulundum" dedi. Hz. Ömer: "Buna cevap vereniniz
yok mu?" dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs şöyle dedi: "Bu âyetler,
(içkinin haram kılınması hadisesinden) Öncekiler için bir özür, sonrakiler aleyhine
de bir hüccettir. Öncekiler, içki haram kılınmadan Önce Allah'a kavuşmuş
olmaları sebebiyle mazur görülmüşlerdir. Sonrakiler aleyhine ise bir hüccettir.
Çünkü..." dedi ve şu âyetleri okudu: "Ey inananlar! içki, kumar,
putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir,
bunlardan kaçının ki
saadete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve
kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan
vazgeçersiniz değil mi?"[15]
İsmâîl el-Kâdî
anlatır: Şam ahalisinden bir grup içki içerler. Başlarında da vali oarak Yezid
b. Ebî Süfyan vardır. Bunlar: "İçki bize helâldir" derler ve
"inananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir
günah yoktur" âyetini kendilerince delil olarak kullanırlar. Yezîd, durumu
Hz. Ömer'e yazar. Cevabında Hz. Ömer: "Halkı ifsad etmeden, onları bana
gönder!" der. Onlar gelince Hz. Ömer konu ile ilgili ashâbla istişare
eder. Onlar: "Ey mü'-minlerin emiri! Bizce onlar, Allah'a iftira ediyorlar
ve O'nun izin vermediği şeyi dine sokmak istiyorlar..." derler.
Her iki haberde de,
nüzul sebeplerini bilmemenin, âyetlerden kastedilen mânânın dışına çıkılmasına
sebep olduğu açıkça görülmektedir.
Bir adam İbn Mesûd'a
gelir ve şöyle der: "Mescidde arkamda Kur'ân'ı re'yi ile tefsir eden
birisini bıraktım. 'Göğün, insanları bü-rüyecek ve gözle görülecek bir duman
çıkaracağı günü bekle'[16]
âyetini şöyle tefsir ediyor: Kıyamet gününde insanları bir duman sarar. Onların
nefeslerini keser de sanki nezleye tutulmuş gibi olurlar..." Bunun üzerine
İbn Mesûd cevap verir: "Kim birşey biliyorsa, onu söylesin. Bilmeyen de
'Allahu alem' desin. Çünkü bir kişinin, bilmediği şey hakkında 'Allah'u alem'
demesi, onun âlimliğini gösterir. Böyle diyorum, çünkü (âyetin nüzul sebebi
var): Kureyş, Hz. Peygamber'e karşı koydu. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlar
aleyhinde Yusuf un kıtlık seneleri gibi kıtlığa tutulmaları için dua etti.
Bunun sonucunda kıtlık ve yokluğa maruz kaldılar da kemikleri bile yediler.
Göğe baktıklarında, halsizlikten gökte duman gibi birşey görür hale geldiler.
İşte bunun üzerine: "Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir
duman çıkaracağı günü bekle" âyeti indi.
İşte Kur'ân
âyetlerinin anlaşılması konusunda nüzul sebeplerini bilmenin önemi böyle.
Örneklerde de görüldüğü gibi, şayet sebep zikredilmeyecek olursa, inen âyetin
mânâsını ihtimalsiz ve problem doğurmayacak bir şekilde tam olarak anlamak
mümkün olmamaktadır. Hz. Peygamber: "Kur'ân'ı dört kişiden alın"[17]buyurmuştur.
Bunlardan biri de Abdullah b. Mesûd'dur. O, irâd ettiği bir hutbede şöyle
demiştir: "Allah'a yeminle söylüyorum ki, Rasû-lullah'ın ashabı, benim onların Allah'ın kitabını en
iyi bilenlerinden biri olduğumu bilir" Bir başka seferinde de şöyle demiştir:
"Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, Kur'ân'dan inen
her bir sûrenin nerede indiğini mutlaka bilirim. İnen her âyetin ne hakkında
indiğini mutlaka bilirim. Eğer Allah'ın kitabını benden daha iyi bilen birinin
bulunduğunu bilsem ve o da uzaklarda olsa, mutlaka deveme biner ve ona giderim"
O bu sözleriyle, nüzul sebeplerini bilmenin, bir kimsenin Kur'ân âlimi olabilmesi
için mutlaka bulunması gereken ilimlerden olduğuna işaret etmektedir.
Hasen (el-Basrî) şöyle
demiştir: "Allah, indirdiği her bir âyetin ne hakkında indirildiğinin ve
ondan ne kastedildiğinin öğrenilmesini sever" Bu, konu hakkında bir delil
ve nüzul sebeplerini öğrenmeye yönelik bir teşviktir.
İbn Şîrîn ise şöyle
anlatır: Ubeyde'ye Kur'ân'dan birşey sordum. Bana: "Allah'tan kork, doğru
yolu tut! Kur'ân'ın ne hakkında indiğini bilen kimseler göçtüler"
dedi.Kısaca, nüzul sebeplerini bilme, tefsir ilmiyle uğraşmak için
zorunludur.
Fasıl:
Kur'ân'ı anlamak için
gerekli ilimlerden biri de, Kur'ân'ın indiği sırada mevcut bulunan söz, fiil
ve hareket tarzlarıyla ilgili Arap âdetlerini bilmektir. Özel bir nüzul sebebi
yoksa, Kur'ân ilmine dalmak isteyen kimse için bu bilginin olması zarurîdir.
Aksi takdirde, başka türlü içinden çıkılması imkânsız olan problem ve çıkmazlar
içerisine düşer. Bu konuda daha önce geçen Makâsıd bölümünün İkinci Nev'inde
verilen izahlar[18] yeterlidir. Çünkü orada
bu konu ile ilgili sadra şifa verici ve doyurucu açıklamalar yapılmıştır. Maksat
her ne kadar anlaşılmış ise de konunun daha iyi kavranması için burada örnekler
vermemiz gerekecektir:
1. Örnek: "Allah için hac ve umreyi tamamlayın"[19]âyetidir.
Bu âyet, 'hac yapın' şeklinde değil de, tamamlayın şeklinde gelmiştir. Çünkü
onlar, İslâm öncesi dönemde hac yapıyorlardı; ancak bazı vecibelerini
değiştirmişler, bir kısmını eksiltmişlerdi; Arafat'ta vakfe yapmak vb. gibi.
İşte bu yüzden emir, tamamlanması şeklinde gelmiştir. Haccın vacip oluşunu
ortaya koyan nass ise: "Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kabe'yi
haccetmesi gereklidir"[20]
âyetidir. Durumun öyle olduğu bilinince (2/196) âyetinde haccın ya da umrenin
vacip olup olmadığına dair bir delâlet bulunup bulunmadığı açıklık kazanmış
olacaktır.
2. Örnek: "Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak
bizi sorgulama![21] âyetidir. Ebû Yusuftan bu
âyetin şirk hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Şöyle ki: Onlar küfürden
henüz yeni çıkmış idiler. Tevhidde bulunmak istiyorlar, fakat eski alışkanlıkları
sebebiyle yanılıp küfrü gerektirecek söz söylüyorlardı. Allah, zor kullanma
(ikrah) karşısında kalan kimsenin küfür kelimesini söylemesini mazur gördüğü
gibi onların bu hallerim de mazur gördü ve affetti. Ebû Yusuf şöyle demiştir:
"Bu şirk hakkındadır; talâk, köle âz âdı, alış veriş üzerine yapılan
yeminler hakkında değildir. Çünkü talâk ve köle âzâdı üzerine yapılan yeminler
onların zamanlarında yoktu"
3. Örnek: "Yukarılarında (fevk) olan Rablerinden korkarlar[22]
"Gökte olanın sizi
yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz?[23] gibi
âyetlerdir. Bu tür âyetler, onların mevcut telakkileri doğrultusunda inmiştir.
Onlar her ne kadar bir ve hak olan Allah'ın ulûhiyetini kabul ediyorlarsa da
ayrıca yeryüzünde bulunan tanrılar da edinmekteydiler. İşte âyetler yukarıda
olmanın Allah'a tayin ve tahsisi doğrultusunda inmiş, böylece onların
tanrıların yeryüzünde olduğu şeklindeki telakkilerini reddetmiştir.
Dolayısıyla bu gibi âyetlerde Allah'a bir cihet isbat etme gibi bir delâlet
asla mevcut değildir. Bu yüzdendir ki Allah Teâlâ: "Tavanları yukarılarından
üzerlerine çöktü''[24]
buyurmuştur.[25]Düşün ve diğer âyet ve
hadişler için de aynı durumu göz Önünde bulundur.
4. Örnek: "Şi'râ yıldızının Rabbi O'dur"[26] Bu
gezegenin[27] diğerleri içerisinden
aynca zikredilmesi, Arapların ona tapınmış olmaları sebebiyledir. Bunlar Huzâa
kabilesi idi ve bunu ilk kez Ebû Kebşe başlatmıştı. Araplar, bu yıldızdan
başkasına tapmamışlar-dır.
Fasıl:
Nüzul sebeplerini bilmenin
gerekliliği konusunda, bazen Sünnet de Kur'ân ile müştereklik gösterir. Zira
pek çok hadis, sebepler üzerine vârid olmuştur. Dolayısıyla onların
anlaşılabilmesi için mutlaka bunların yani vürûd sebeplerinin bilinmesi
gerekir. Birkaç örnek: Hz. Peygamber, kurban etlerinin üç günden fazla
tutulmasını yasaklamıştı. Daha sonraları Hz. Peygamber'e insanların
kurbanlarından istifade ettikleri, kavurma yaptıkları, derisinden kırba
edindikleri söylendi. Hz. Peygamber: "Bunun nesi var?" diye sordu.
Onlar: "Kurban etlerinin üç günden fazla tutulmasını yasaklamıştın"
dediklerinde: "Ben onu size sadece (Medine'ye sökün eden) yoksul
insanların doyurulması için yasaklamıştım. Dolayısıyla, yiyin, tasadduk edin ve
(kavurma yapıp) saklayın[28]
buyurdu. Cemâate gelmeyenlerin evlerini başlarına yıkma tehdidini içeren hadis[29]de
böyledir. Çünkü "Öyle gördüm ki, bizden hiçbir kimse cemaatten geri
kalmazdı. Nifakları malum olan münafıklar hariç" şeklindeki İbn Mesûd
hadisi, bunun münafıklar hakkında olduğunu açıklamaktadır. "Ameller
niyetlere göredir..[30]
hadisifnin son tarafı) da böyledir ve bir sebebe müsteniden söylenmiştir.
Şöyle ki: Müslümanların hicret etmeleri emro-lununca, emri yerine getirmek
üzere hicret ettiler. İçlerinde Ümmü Kays adında kendisiyle evlenmek istediği
bir kadın sebebiyle hicrete katılan bir adanı da vardı. Bu sırf hicret emri
sebebiyle yola çıkmamıştı. Maksadı kadınla evlenmekti. Daha sonraları bu adama
"Ümmü Kays Muhaciri" adını vermişlerdir. Bu kabilden örnekler çoktur. [31]
Kur'ân'da yer alan her
naklin (hikâye, kıssa, söz) mutlaka ya önünde ya da sonunda —ki çoğu kez bu
şekilde olur— bir red bulunur ya da bulunmaz. Eğer o nakle karşı bir red
varsa, onun bâtıl ve yalan olduğu konusunda herhangi bir problem
bulunmayacaktır.Eğer reddine dair bir izah yoksa, o zaman bu o nakledilen şeyin
sıhhat ve doğruluğunu gösteren bir delil olacaktır.
Birincisi açıktır ve
hakkında delil ikâmesine gerek yoktur. Ancak Örneklerle konunun açıklık
kazanmasına çalışılacaktır: Allah Teâiâ, Kur'ân'da: "Allah, hiçbir insana
birşey indirmemiştir" sözlerini naklettikten sonra onların bu sözünü,
arkasından: "De ki: Musa'nın insanlara nûr ve yol gösterici olarak
getirdiği Kitâb't kim indirdi?"[32]
buyurarak reddetmiştir. Allah'ın yarattığı hayvanlar ve ekinlerden ayırdıkları
pay için "Bu Allah'ındır, bu da putlarımızın-dır[33]
sözlerini "Kendi kuruntularınca" ve "Ne kötü hüküm veriyorlar!"
ifadeleriyle reddetmiştir. Sonra: "Bu hayvanlar ve ekinleri dilediğimizden
başkasının yemesi yasaktır, bir kısım hayvanlar üzerine yük vurmak da
haramdır..." sözlerini naklettikten sonra bunu, "Allah, yaptıkları
iftiralara karşı onları cezalandıracaktır"[34]buyruğu
ile reddetmiştir. Sonra: "Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız
erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona
ortak olurlar" sözlerini naklettikten sonra bunun fesadına "Allah,
bu tür sözlerin cezasını verecektir"[35]
buyruğu ile işaret etmiştir. "İnkâr edenler: Bu Kur'ân Mu-hammed'in
uydurmasıdır, ona başka bir topluluk yardım etmiştir" diye naklettikten
sonra onların bu iddiasını: "Haksız ve asılsız bir söz uydurdular[36]
buyurarak reddetmiştir. "Kur'ân, öncekilerin masallarıdır..."
sözlerini, arkasından gelen: "De ki: O'nu göklerin ve yerin sırrını bilen
indirmiştir"[37]buyruğu
ile reddetmiştir. "Bu zâlimler inananlara: 'Siz sadece büyülenmiş bir
adama uyuyorsunuz' dediler" sözlerini: "Sana nasıl misal
getirdiklerine bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar"[38]
buyruğu ile reddetmiştir. "Kâfirler: 'Bu pek yalancı bir sihirbazdır,
tanrıları tek bir tanrı mı yaptı... Kur'ân aramızda Muhammed'e mi
indirilmeliydi?" sözlerini: "Hayır; bunlar Kur'ân'ımızdan
şüphededirler"[39] buyurarak
reddetmiştir. ... "Rahman çocuk edindi" sözlerini pek çok çeşitli
yer ve münasebetlerle reddetmiştir. Meselâ: "Hâşâ; hayır; melekler şerefli
[354] kılınmış kullardır[40]"Allah
oğul edindi.dediler. Hâşâ, oysa göklerde ve yerde olanlar O'nundur[41]"Allah
oğul edindi, dediler.Hâşâ, O müstağnidir, göklerde ve yerde olanlara sahiptir[42]
"Rah-man'a çocuk isnad etmelerinden dolayı, neredeyse gökler paralanacak,
yer yarılacak, dağlar göçecekti[43] Ve
buna benzer daha pek çok örnek. Kur'ân'ı okuyan ve bu konuyu hatırında tutan
kimse, bu söylediklerimizi rahatlıkla anlayacaktır.
İkincisine gelince, bu
da açıktır. Ancak o nakledilen şeyin sıhhat ve doğruluğuna delil, bizzat o
olayın anlatılmış olmasından çıkarılmaktadır. Çünkü Kur'ân, hak ile bâtılı
ayıran, her şeyi açıklayan, doğruyu gösteren anlamında furkân, hidâyet,
burhan, beyan ve tibyân gibi adlarla anılmaktadır. O, genel anlamda ve tafsilat
üzere, mutlak ve umûm olarak bütün yaratıklara karşı Allah'ın hüccetidir. Onun
bu özelliği, içerisinde hak olmayan birşeyin nakli karşısında susmuş olması ve
onun bâtıllığma dikkat çekmemesi ile bağdaşamaz.
Sonra[44],
eski ümmetlerin şerîatlerinden ve hükümlerinden naklolunanların tümü, eğer
fesatları ve Allah'a karşı düzülmüş iftira oldukları belirtilmemişse hak
olmakta ve bir grup ulemâya göre bizim şeriatımızda da şer'î bir delil
kılınmaktadır. Diğer bir grup ise onun delilliğini reddetmektedirler. Ancak bu,
onların doğru olmadıkları açısından olmamakta, bir başka sebepten olmaktadır.
Dolayısıyla İslâm ulemâsı, Kur'ân'da anlatılan bu gibi hükümlerin bizim
şeriatımız gibi hak ve doğru olduğunda ittifak etmişlerdir. Buna göre ikisi
arasındaki ayırım sadece nesh yoluyla olmaktadır. Eğer onda bulunan bir başka
hususa dikkat çekilmişse, o zaman onun hükmü birinci türden olacaktır: Meselâ
Allah Teâlâ'mn şu âyetlerinde olduğu gibi: "Oysa onlardan birtakımı
Allah'ın sözünü işitiyor, ona akılları yattıktan sonra bile bile onu tahrif
ediyorlardı[45]"Sözleri asıl
yerlerinden değiştirirler de 'Böyle bir fetva size verilirse alın, verilmezse
kaçının' derler.[46] "Yahudilerden, sözleri
yerlerinden değiştirip: 'işittik ve karşı geldik, kulak vermeyerek dinle' ve
dillerini eğip bükerek ve dini yererek: 'Bizi de dinle' diyenler vardır[47] Bu
tarzda olanlar, bâtıllığı açık olan birinci kısım içerisine girerler.
İkinci kısmın
örnekleri içerisine, Kuran'm önceki ümmetler hakkında anlattıkları şeylerin
tümü girer; peygamberlerden ve velîlerden bahsetmesi gibi ki, Zülkarneyn
kıssası, Hızır ile Mûsâ kıssası, Ashâb-ı Kehf kıssası vb. bunlardandır.
Fasıl:
Bu aslın
bidüziyeliğinden dolayıdır ki, mantıkçılar buna itimat etmiş ve usûlcülerden
bir grup, kâfirlerin furû ile muhatap olduğuna bununla istidlalde
bulunmuşlardır. Çünkü âyette şöyle buyurul-maktadır: "Suçlulara: 'Sizi bu
yakıcı ateşe sokan nedir?' diye sorarlar. Onlar derler ki: "Namaz
kılanlardan değildik, düşkün kimseyi doyurmazdık.[48] Eğer
onların bu sözü bâtıl olsaydı, Allah Teâlâ mutlaka onu naklettikten sonra
reddeder, yanlış olduğunu açıklardı.
Ashâb-ı Kehfin yedi
kişi, sekizincilerinin de köpekleri olduğuna yine bu esastan hareketle
istidlalde bulunulmuştur. Şöyle ki Allah Teâlâ: "Ashâb-ı Kehf üçtür,
dördüncüleri köpekleridir" ve "Beştir, altıncıları
köpekleridir" diye nakilde bulunduktan sonra "Karanlığa taş atar
gibi" tabirini kullanarak onların bu sözlerini reddetmiştir. Yani onların
bu konuda tâbi oldukları bir delilleri yoktur, sadece zanna tâbi
olmaktadırlar. Zan ise hakkı ortaya koymaz. Ancak: "Onlar yedidir,
sekizincileri köpekleridir" diye nakilde bulunduktan sonra bunun da bâtıl
olduğunu belirtmemiştir. Aksine "De ki: Onların sayılarını en iyi bilen
Rabbimdir. Onları pek az kimseden başkası bilmez"[49]
buyurmuştur. Ayetin bu şekilde şevki, ilk iki görüşün değil de bu sonuncusunun
sahih olduğunu gösteren bir delil olmaktadır.
Rivayete göre İbn
Abbâs: "Ben, onların sayısını bilen o pek az kişiden biriyim" derdi.
Sehl b. Abdillah'tan
nakledilmiş gördüm: Ona Hz. İbrahim'in âyette geçen: "Rabbim, ölüleri
nasıl dirilttiğini bana göster"[50] sözünün
bir şüpheden mi kaynaklandığını sorarlar. O şöyle cevap verir: "Hayır, bu
sadece bulunduğu iman mertebesinin üzerinde bir îmâna yükselmesini talep
olmaktadır. Dikkat edilecek olursa: Allah Teâlâ, "İnanmıyor musun?"
sorusuna verdiği: "Evet inanıyorum" şeklindeki cevabını yalanlanmamıştır.
Eğer onda şek ve şüphe bulunsaydı, onun bu sözünde yalancı olduğunu mutlaka
ortaya koyardı. Buradan da anlaşılıyor ki, itmi'nân hali, imanda ziyadelik
üzerine kurulan bir mertebedir. Ama bedevilerle ilgili âyetlerde böyle
olmamıştır: "Bedeviler: 'İnandık.' dediler" şeklinde onların sözünü
naklettikten sonra Allah Teâlâ hemen onların sözlerinde doğru olmadıklarını:
"De ki: İnanmadınız ama islâm olduk deyin; inanç henüz gönüllerinize
yerleşmedi[51] buyurarak red cihetine
gitmiştir.
Kur'ân'da nakledilen
kıssalar ve onların anlatılış tarzları üzerinde duranlar, onlar içerisinden
hangisinin hak, hangisinin bâtıl olduğunu böylece anlayabilir.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: "Ey Muhammedi Münafıklar sana gelince: 'Senin şüphesiz
Allah'ın peygamberi olduğuna şehadet ederiz' derler" Münafıkların bu
sözünde hakkın bâtıl ile karıştırılması vardır; dış görünüşüyle doğru, fakat
içi yalan. Onlar bu sözleriyle inançlarını haber veriyorlar. Bu gerçeğe uygun
değildir. Allah Teâlâ, "Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu
bilir" buyurmak suretiyle onların sözlerinin zahirini doğruluyor, öbür
taraftan: "Bunun yanında Allah, münafıkların yalancı olduklarını da
bilir" buyurmak suretiyle de onların kasıtlarının bâtıl olduğunu göstermek
istiyor.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: "Onlar Allah'ı gereği gibi de-ğerlendiremediler. Bütün
yeryüzü, kıyamet günü onun avucunda-dır; gökler O'nun kudretiyle durulmuş
olacaktr"[52] Bu âyetin nüzul sebebi
Tirmizî'nin rivayet edip sahih olduğunu söylediği şu olaydır: Bir yahudi Hz.
Peygamber'e uğradı. Hz. Peygamber ona: "Ey yahudi bize anlat" dedi.
O: "Ey Ebu'l-Kâsım! Allah gökleri şunun, yeryüzünü şunun, suları şunun,
dağları şunun ve diğer yaratıkları da şunun üzerine koyduğu zaman nasıl söylersin?"
dedi ve râvi önce serçe parmağına ve sonra sırasıyla baş parmağa kadar
parmaklarına işaret etti {yahudi böyle yapmıştı). Bunun üzerine Allah
Teâlâ'mn: "Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendi-remedüer..." âyeti
indi.
Bir başka rivayet de
şöyledir: Bir yahudi, Hz. Peygamber'e geldi ve: "Yâ Muhammedi Allah, gökleri
bir parmak, yeryüzünü bir parmak, dağları bir parmak ve diğer yaratıkları da
bir parmak üzerinde tutar ve sonra: 'Ben Melik'im' der" dedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber azı dişleri gözükecek kadar güldü ve: "Onlar Allah'ı
gereği gibi değerlendiremediler..." âyetini okudu.
Bir başka rivayette
ise: Hz. Peygamber hem taaccübünden hem de onu tasdik makamında güldü. Birinci
hadis sanki bunun tefsiri mahiyetindedir. Onunla "Onlar Allah'ı gereği
gibi değerlendiremediler..." âyetinin mânâsı da açıklık kazanmaktadır.
Çünkü âyet, yahudinin sözünün genel anlamda doğru olduğunu,
"Bütün yeryüzü,
kıyamet günü onun av ucundadır; gökler O'nun kudretiyle durulmuş olacaktır'[53]
ifadesiyle tasdik etmektedir. Ancak onun Allah'a ait bir özelliği anlatırken
saygılı olmadığını ve Rabliğin ne demek olduğundan gafil bulunduğunu
açıklamıştır. Çünkü o parmaklardan kastedilen mânâyı açıklarken kendi parmağına
işaret etmişti. Bu ise, Allah Teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan tenzih etme
ilkesine ters düşer. O yüzden: "Onlar Allah'ı gereği gibi
değerlendiremediler..." buyurulmuştur.
Münafıklar için de: 'O
kulaktır' (yani hakka da bâtıla da kulak kesiliyor) diyerek peygamberi
incitenler vardır" buyurur. Allah Teâlâ, onların bu sözünü bâtıl olan
konuda reddetmiş, hak karşısında ise isbat etmiş ve: "O kulak, sizin için
kayır kulağıdır" buyurmuştur. Bu sözle Hz. Peygamber'i incitmek kastettikleri
için de: "Allah'ın peygamberini incitenlere can yakıcı azap vardır'[54]
buyurmuştur.
Bir âyet de şöyledir:
"Onlara: 'Allah'ın size verdiği rızıktan harcayın' denince inkâr edenler
inananlara: 'Allah dileseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?'
derler"[55]Burada, bir delil ileri
sürüp infâktan kaçınma söz konusudur. Ancak delil ikamesinden amaç, gerçek
anlamda bir delil getirme olmayıp alaya almadır. Allah onların bu sözlerini:
"Doğrusu siz apaçık bir sapıklıktasınız" buyurarak reddetmiştir.
Çünkü onların yaptığı bu şey, emre uymadan yan çizmekti. Kendilerine yönelen
"harcayın" emrine verilecek cevap ya evet ya da hayır olacaktı yani ya
emre uymuş ya da isyan etmiş olacaklardı. Ancak onlar böyle yapmayıp hiçbir
şekilde karşı konulamayacak[56] olan
Allah'ın meşîetini dillerine dolayarak infak-tan kaçınmalarına bir delil
bulmaya çalıştılar; fakat bu çabalan ummadıkları şekilde kendi aleyhlerine
döndü.[57]Çünkü
onların yaptıkları, Allah'ın meşîetine (dilemesine) yine O'nun meşîetini ileri
sürerek itiraz etme anlamına geliyordu. Zira Allah Teâlâ onları infakla yükümlü
tutmayı dilemişti. Bu durumda onlar sanki şöyle demiş oluyorlardı: "Bizden
bu talebi nasıl isteyebilir? Eğer onları doyurmayı dileseydi, doyururdu"
Bu, bizzat ileri sürülen delilin kullanılışı konusunda şaşkınlığın bir
ifadesidir.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: "Dâvud ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir
ekin hakkında hüküm veriyorlarken, Biz onların hükmüne şahit idik, Süleyman'a
bu meselenin hükmünü bildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik[58]Süleyman'a
bu meselenin hükmünü bildirmiştik" buyruğu onun verdiği hükümde isabet
etmiş olduğunu gösterir; bu ifade Davud'un da hükümde isabet etmediğini îmâ
eder. Ancak, müctehid hüküm verme esnasında bütün gayretini ortaya koymuşsa,
isabet etmese bile mazur ve ecir kazanmış olacağı İçin buna beyan makamında:
"Her birine hüküm ve ilim verdik" buyurmuştur. Bu konumuzla ilgili açık
olmayan bir beyan şeklidir.[59]
el-Hasen (el-Basrî) şöyle der: "Eğer Allah, bu iki peygamber hakkındaki bu
hükmünü zikretmemiş olsaydı, bütün kadıların helak olduğunu söyleyebilirdim.
Çünkü Allah Teâlâ, birini ilmi ile Överken, Öbürünü ise içtihadından dolayı
mazur görmüştür" Konu burada uzayıp gider. Bu zikredilenler maksadı ifade
için yeterlidir. Başarı ancak Allah'tandır.
Fasıl:
Sünnet de bu esas altında
mütalaa edilebilir. Çünkü ulaşılan kaide ortaya koymuştur ki, Hz. Peygamber
gördüğü, işittiği bir bâtıl karşısında susmaz, mutlaka onu açıklar ve
değiştirirdi. Ancak o şeyin bâtıllığı artık sahabe tarafından iyice anlaşılmış
ise, o zaman daha önce yapılmış olan beyanlara itimatla sükût edebilirdi. Bu
mesele usûl kitaplarında zikredildiği için bu kadarı ile yetiniyoruz. [60]
Eğer Kur'ân'da müjde
içeren bir âyet gelmişse, mutlaka beraberinde[61]veya
sonunda ya da öncesinde uyarı içeren âyet de gelmiştir. Aksi de aynı şekilde
varittir. Keza umut verici âyetler korkutucu âyetlerle dengelenmiştir. Bu
mânâya çıkan şeyler de aynıdır; meselâ cennet ehli zikredilmişse, buna mukabil
cehennemlikler de zikredilmiştir. Aksi de böyledir. Amelleri sebebiyle cennete
hak kazananların zikredilmesi umutlandırma; amelleri yüzünden cehenneme
gideceklerin zikredilmesi de korkutma anlamına gelir.
Dolayısıyla bu gibi
şeylerin zikri sonuç itibarıyla müjdeleme ve korkutma esasına çıkar.
Bunun doğruluğuna,
âyetlerin değerlendirilmeye arzedilmesi delâlet eder. Dikkat edilirse
görülecektir ki Allah Teâlâ hamdi (Övgü) kitabı için fatiha (açılış cümlesi)
yapmıştır. Bu sûrede "Ihdinâ's-sırâta'l-müstekîm... velâ'd-dâllîn"
buyurulmuş ve cennet-lik-cehennemlik her iki zümreden de söz edilmiştir. Ondan
sonra gelen Bakara sûresine yine her iki grubun zikri ile başlanmış ve
"Müttekîler için bir hidâyettir" buyurduktan sonra, hemen arkasından:
"Şüphe yok ki, inkâr edenleri başlarına gelecekle uyarsan da uyarmasan da
birdir; inanmazlar[62]
buyurarak kâfirlerden söz etmeye başlamış ve arkasından münafıkların durumunu
ele almıştır. Onlar da, kâfirlerden bir sınıf olmaktadır. O bitince hemen takva
ile emretmiş, sonra cehennem ile korkutmuş, sonra umut vermiştir:
'Yapamazsanız ~ki yapamayacaksınız— o takdirde, inkâr edenler için hazırlanan
ve yakıtı insanlarla taş olan ateşten sakının'[63]
Bunun hemen arkasından: "İnananlar ve yararlı işler yapanlara,
kendilerine altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele..." diye
müjde içeren âyetler getirmiş, arkasından, "Allah sivrisineği ve onun
üstününü misal olarak vermekten çekinmez. inananlar bunun Rablerinden bir
gerçek olduğunu bilirler. İnkâr edenler ise..[64]
âyetlerini getirmiştir. Sonra Âdem kıssasında da aynı şekilde zikretmiştir.
İsrailoğulîarma olan Allah'ın nimetleri, sonra haddi tecavüz etmeleri ve küfre
düşmeleri hatırlatılmış ve şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz inananlar,
yahudi olanlar...[65] tâ
"...Onlar orada temellidir[66]
âyetine kadar. Sonra taşkınlıklarını izaha başlamış ve "Kendilerini
karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keski bilselerdi'[67]
âyetine kadar devam etmiştir. Bu korkutma olmaktadır. Sonra: "Onlar
inanıp, Allah'a karşı gelmekten sakınsalardı, Allah katından olan sevap daha
hayırlı olurdu. Keski bilselerdi![68]
buyurmuştur ki bu da umut vermedir. Sonra kıblenin değiştirilmesi konusunda
muhaliflerin[69] durumunu izaha başlamış,
daha sonra: "Hayır, öyle değil, iyilik yaparak kendini Allah'a veren
kimsenin ecri Rabbinin katmdadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyecekler[70]
buyurmuş, sonra onların durumları hakkında söz etmiştir. Arkasından:
"Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte ona ancak
onlar inanırlar. Onu inkâr edenler ise kaybedenlerdir'[71]
buyurmuştur. Sonra İbrahim ve oğullarının kıssasını zikretmiş ve bu esnada hem
korkutucu hem de müjdeleyici unsurlara yer vermiş ve böylece de bitirmiştir. Bu
sözünü ettiğimiz birlikte zikrederek dengeleme esası çok sürmeden her yerde
karşına çıkar. Bazen maksadı ortaya koyma esnasında araya . başka şeyler
girebilir ve sonra tekrar dönülür ve bu böyle devam eder gider.
Allah Teâlâ, En'âm
sûresinde —ki bu sûre, Bakara sûresi Me-. denî sûrelere göre ne ise Mekkî
sûrelere nisbetle odur— şöyle buyurur: "Hamd gökleri ve yeri yaratan,
karanlıkları ve aydınlığı vare-den Allah'a aittir. Öyle iken inkâr edenler
Rablerine başkalarını eşit tutuyorlar[72]Allah
Teâlâ, bundan sonra kesin deliller ikâme eder ve ondan sonra onların
küfürlerinden bahseder ve bu yüzden onları korkutur. Sonra şöyle buyurur:
"O, rahmet etmeyi kendi üzerine yazmıştır; and olsun ki sizi vukuu şüphe
götürmeyen kıyamet gününde toplayacaktır[73] Bu
âyetle Allah Teâlâ, rahmeti üzerine yazmasına yeminle, emrine muhalefet edene
yönelttiği azap vaîdini mutlaka gerçekleştireceğini beyan buyurdu. Bu açık bir
korkutma üslûbu olurken zımnen de umut verme içermektedir. Sonra: "Ben
Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabından korkarım"[74]
âyeti gelmiştir ki bu da korkutmadır. Peşinden gelen: "O gün kimden azap
savulursa, şüphesiz o kimse rahmete erişmiştir" âyeti umut verici
mahiyettedir. Keza: "Allah, sana bir sıkıntı verirse..."[75]
âyeti de bu dengelemeyi açıkça göstermektedir. Sonra korkutucu üslûp,
"Ahiret yurdu sakınanlar için daha iyidir"[76]
âyetine kadar devam etmektedir. Sonra: "Ancak kulak verenler daveti kabul
ederler..."[77]buyruğu gelir. Bunun
nazîri: "Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklarda kalmış sağır ve
dilsizlerdir"[78]âyetidir.
Sonra duruma uygun düşecek şekilde devam eder ve sonunda: "Peygamberleri
ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderiyoruz. Kim inanır nefsini ıslâh ederse
onlara korku yoktur"[79]
buyurur. İşte böyle... Değerlendirme sırasında bu tertibe dikkat etmelisin.
Bunun sonunda dikkat çekilen esasın doğruluğunu göreceksin. Eğer söz uzamayacak
olsaydı, bu konuda pek çok örnek getirebilirdik.[80]
Fasıl:
Yer ve durum
gerektirdiğinde, korkutma ve müjdelemeden biri üzerinde daha ağırlıklı olarak
durulabilir.
Korkutucu âyetler
gelir ve bu tema üzerinde fazlaca durulabilir; ancak böyle bir durumda umut
kapısı hiçbir zaman kapatılmaz. En'âm sûresinde olduğu gibi. Çünkü bu sûre
hakkı ortaya koymak ve Allah'ı inkâr edenlere, delilsiz, mesnetsiz kendiliğinden
birşeyler uydurup onlara tapanlara, Allah yolundan sapanlara, inkâr edilmeyecek
şeyleri inkâr edip husûmet gösterenlere karşı tavır koymak [36i] için
gelmiştir. Tabiî olarak bu makam korkutucu üslûbun dozunun artırılmasını, uzun
uzadıya onların takbih edilmesini, azarlanmasını gerektirecektir. Bu yüzden
baştan sona korkutucu üslûp, sûrede hâkim gözükmektedir. Buna rağmen hiçbir
zaman müjdeleme yönü de ihmal edilmemiş ve umut kapısı hep açık tutulmuştur.
Çünkü onlar bu yolla Hakka çağrılmaktadırlar. Öbür taraftan daha önce davet
yapılmış bulunuyordu. Burada yapılan sadece hem korkutarak hem de müjdeleyerek
yapılan çağrının teyid ve tekidi oluyordu. Kaldı ki aldanma ve yanılma
ihtimallerinin çok olduğu yerlerde tabiî olarak uyarı yönü müjdeleme yönünden daha
ağır basar. Çünkü mefsedetin uzaklaştırılması daha önemlidir ve önce gelir.
Bazen de umut verici
ve müjdeleyici âyetler gelir ve ağırlıklı olarak bunun üzerinde durulur. Bu
umut kesilen ya da umutsuzluğa düşülebilen konularla ilgili olur. Meselâ:
"De ki! Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın
rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar [81]âyeti
böyledir. Müşriklerden bazı kimseler, adam öldürmüşler, zina etmişler, üstelik
bunları tekrar tekrar yapmışlardı. Bunlar, Hz. Pey-gamber'e geldiler ve
"Anlattıkların ve çağrıda bulundukların gerçekten güzel. Söyler misin,
acaba bizim yaptıklarımıza bir keffâret var mıdır?" dediler. Bunun üzerine
bu âyet indi. Sözkonusu olan, korku mahalliydi ve umutların tamamen kaybolduğu
bir durumdu. İşte bu husus göz önüne alınarak âyet, umut verme tarafı ağır
basarak gelmiştir.[82] Aynı
şey şu âyet için de varittir: "Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze
yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir[83]Ayetin
nüzul sebebi hakkında Tirmizî veya Nesâî'ye vb. bakınız.[84]
Kulların emir ve
yasakları ihlâl tarafi ağır bastığı zaman, korkutma yönü de ağır basmaktadır.
Ancak bu her zaman ve her yerde söz konusu olmayıp, bu ihtimalin ağır bastığı
yerlerde geçerlidir. Eğer bu ikisinden biri diğerine açık bir şekilde galebe
çalma durumu yoksa, o zaman müjdeleyici ve korkutucu nasslar hep dengeyi
sağlayacak şekilde gelmiştir. Bu konu île ilgili olmak üzere geniş açıklamamız
Makâsıd bölümünde geçmişti. Bu vesileyle Allah'a hamdederiz.
İtiraz: Bu söyledikleriniz bidüziye (muttarid) değildir. Bazen
olur ki bu ikisinden biri gelir, diğeri ile ilgili hiçbir söz edilmez. Meselâ
korkutucu ifadeler gelir, umut verici ifadelere ise yer verilmez ya da bunun
aksi olur.
Meselâ: Hümeze sûresi
sonuna kadar korkutucu âyetleri içerir. Alak sûresi "Ama insanoğlu
kendisini müstağni sayarak azgınlık eder[85]
âyetinden sonuna kadar öyledir. Fîl sûresi böyledir. Âyetlerden "inanan
erkek ve kadınları, yapmadıkları bişeyden dolayı incitenler, şüphesiz iftira
etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar[86]
gibi.
Diğer taraftan Duhâ ve
İnşirah sûreleri sonuna kadar müjdeleyici türdendir; korkutucu unsur
içermezler. Ayetlerden de şunları örnek verebiliriz: "içinizden lütuf ve
servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret
edenlere vermemek için yemin etmesinler, affetsinler, görmezlikten gelsinler.
Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız?[87]
Ebû Ubeyd nakleder:
İbn Abbâs ile Abdullah b. Amr bir araya gelirler. İbn Abbâs ona: "Allah'ın
Kitabında hangi âyet en fazla umut vericidir" diye sorar. O: "De ki!
Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden
umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar[88]
âyetidir der. İbn Abbâs: "Hayır! "İbrahim: 'Rabbim! Ölüleri nasıl
dirilttiğini bana göster' dediğinde, 'inanmıyor musun?' deyince: '(Belâ) Evet
inanıyorum, fakat kalbim itmi'nân bulsun.' demişti'm âyetidir. Allah, ondan
'belâ' cevabiyla razı olmuştur" der. Abdullah: "Bu âyet, kalbe
şeytanın ilkâ ettiği vesveseler hakkındadır" diye karşılık verir.
İbn Mesûd da şöyle
demiştir:[89]Kur'ân'da öyle iki âyet
vardır ki; bir günah sebebiyle raüslüman kul onları okuyacak olursa mutlaka
Allah Teâlâ onu affeder" Übeyy b. Ka'b, onun bu sözünü: "Onlar fena birşey
yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar, günahlarının
bağışlanmasını dilerler...[90]
"Kim kötülük işler veya kendine yazık eder de sonra Allah'tan bağışlanma
dilerse, Allah'ı mağfiret ve merhamet sahibi olarak bulur'[91]âyetleriyle
açıklamıştır.
Yine İbn Mesûd şöyle
der: "Nisa sûresinde beş âyet vardır ki, dünya ve üzerinde olan herşey
benim olsa, onlar için sevindiğim kadar sevinmezdim. Gördüğüm kadarıyla
âlimler onu anlamamaktadırlar. Bunlar şunlardır: "Size yasak edilen büyük
günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere
yerleştirir'[92] "Allah şüphesiz
zerre kadar haksızlık yapmaz.[93]"Allah,
kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine
bağışlar'[94]"Onlar kendilerine
yazık ettiklerinde, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve peygamber de
onlara mağfiret dile-seydi, Allah'ın teubeleri dâima kabul ve merhamet eden
olduğunu görürlerdi[95]
"Kim kötülük işler veya kendine yazık eder de sonra Allah'tan bağışlanma
dilerse, Allah'ı mağfiret ve merhamet sahibi olarak bulur'[96]Bu
kabilden olan örnekler çoktur. Eğer araştıracak olursanız, onları kolayca
bulabilirsiniz. Bu durumda kaide bidüziyelik göstermemektedir. Bu konuda
denilebilecek söz şu olmalıdır: Her konuya uygun düşecek üslûp, her makama
münasip söz vardır. Beyan ilminde bidüziyelik gösteren şey de budur. Ancak öne
sürdüğünüz anlamda bir tahsis sözkonusu edilecekse, cevap hayır olacaktır.
Cevap: İtiraz olarak ileri sürülenler, daha önce ortaya
konulan esası zedeleyecek mahiyette değildir, onlara genel ve ayrıntılı olmak
üzere İM şekilde cevap verilecektir:
Genel olarak cevabımız
şöyle olacaktır: Genel durum ve yaygın olarak geçerli olan kanun, bizim arz
ettiğimiz dir. Cüz'î ve az sayıda istisnaların bulunması, bu kuralı bozacak mahiyette
değildir. Çünkü (aklî olmayan) vaz'î meselelerde çoğunluk halde bulunan
birşe-yin küllî olması ve hüküm esnasında ona dayanılması ve üzerine hüküm
binasında bulunulması sahih olmaktadır. Aynen varlık âleminde carî olan
âdetlerde olduğu gibi. Hiç şüphe yoktur ki, itiraz sadedinde ileri sürülen
şeyler azınlıktadır ve bunu yapılan istikra göstermektedir. Dolayısıyla böyle
bir azlık, ekseriyete dayanılarak konulan esası zedeleyici olmaz.
Ayrıntılı cevap: Hümeze
sûresi kâfirlerden belli bir kimse[97] hakkında
inmiş, şahsa özel mahiyetli bir sûredir. O, Hz, Peygam-ber'i çekiştirip, alaya
alması sebebiyle inmiştir. Dolayısıyla bu sure, onun yaptığı bu çirkin amelin
cezasını bildirmektedir; yoksa sûre korkutma sadedinde indirilmemiştir. Bu
yüzden de konumuzla ilgisi yoktur. Aynı izah, "Ama insanoğlu kendisini
müstağnî sayarak azgınlık eder"[98]
âyeti hakkında da geçerlidir.[99]"İ-,nanan
erkek ve kadınları, yapmadıkları birşeyden dolayı incitenler, şüphesiz iftira
etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar'[100]âyeti
hakkında da söylenecek söz aynıdır.[101]
Duhâ ve İpşirâh
sûrelerinin muhtevaları da aynı şekilde bizim konumuzla ilgili değildir.
Onlarla, Allah Teâlâ'mn kendisine olan lütfundan dolayı Hz. Peygamber'e
şükredilmesi emredü-mektedir.
"İçinizden lütuf
ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret
edenlere vermemek için yemin etmesinler, affetsinler, görmezlikten gelsinler.
Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız?[102]
âyeti de özel olarak Hz. Ebû Bekir ile ilgilidir. Kızı Âişe'ye atılan
iftiradan dolayı başına gelen sıkıntılardan kurtarılmış ve bu âyet (daha önce
yoksul ve muhacir olan akrabasının yapmakta olduğu ve iftiraya karıştığı için
artık yapmayacağına dair yemin ettiği yardımı yapmasına) üstün ahlâk
anlayışının gereklerini tamamlamaya ve eskiden yaptığı gibi onu sürdürmeye
teşvik mahiyetinde gelmiştir. Aslında bu yardım ona vacip değildi ve iftiraya
karışması sebebiyle yapmak niyeti de yoktu. Ancak Allah Teâlâ, üstün ahlâkın
bir gereği olarak ona bu yardımı sevdirdi.
"De ki! Ey
kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu
kesmeyin"[103]
âyeti ve beraberinde zikredilenlere gelince, aslında onların ileri sürdükleri
zıtlığın bizim konumuzla ilgisi yoktur. Aksine yapılan işte, âyetleri müstakil
olarak ele alıp değerlendirme durumu vardır. Dikkat edilecek olursa
"Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin" âyetinin[104]
hemen arkasından "Rabbinize yönelin (inâbe). Azap size gelmeden önce O'na
teslim olun..."[105]
âyeti gelmekte ve "inâbe" istenmektedir. Bu ise gerçekten korkutucu
bir âyettir ve azaba düşmekten kaçınmak için harekete geçirici özelliktedir.
Daha önce anlatılan nüzul sebebi de âyetten maksadı anlatmaktadır.
"Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin" sözü, daha önce işlemiş
oldukları günahların affedilmeyeceği korkularım kaldırmaktadır.
"Hayır!
"ibrahim: Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster' dediğinde,
'inanmıyor musun?' deyince: '(Belâ) Evet inanıyorum, fakat kalbim itmi'nân
bulsun,' demişti"[106]
âyeti hakkında ileri sürülen, onun mânâsı ve ondan çıkarılacak sonuç üzerinde
kısmen durulmuş olmasındandır. Aksi takdirde 'İnanmıyor musun?' sözü mü'min
olmaması sebebiyle koıkutma mânâsına işaret içeren bir takrir olur.
"Belâ" deyince, maksûd hâsıl olmuştur.
"Onlar fena
birşey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar,
günahlarının bağışlanmasını dilerler.[107]
âyeti hakkında söylenecek söz de aynen "Allah'ın rahmetinden umudunuzu
kesmeyin[108]âyeti gibidir.
"Kim kötülük
işler veya kendine yazık eder de sonra Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı
mağfiret ve merhamet sahibi olarak bulur"[109]
âyeti ise bizim esasımız altına dahildir. Çünkü bu: "Hâinlerden taraf olma[110]"Kendilerine
hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma... Kıyamet günü onları Allah'a karşı
kim savunacak. Veya onların vekaletini kim üzerine alacaktır"[111]
âyetlerinden sonra gelmiştir.
"Size yasak
edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir
yere yerleştirir"[112]âyeti
sûrenin tâ başından beri yetim malı yemek, vasiyette zulüm yapmak... vb. gibi
büyük günahlara karşı yapılan korkutucu ifadelerden sonra gelmiştir.
Dolayısıyla bu âyet, daha öncesinde korkutucu âyetler bulunan umut verici bir
âyet olmaktadır.
"Allah şüphesiz
zerre kadar haksızlık yapmaz..[113]
âyetine gelince, bunun hemen arkasından "O gün, inkâr edip peygambere baş
kaldırmış olanlar, yerle bir olmayı ne kadar isterler..[114]
âyeti gelmiştir. Daha öncesinde ise: "Onlar cimrilik ederler... Kâfirlere
aşağılık bir azap hazırlamışızdır"[115]âyeti
geçmiştir. Dahası, "Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz..[116]
âyeti haddizatında hem umut hem de korku vericidir.
"Onlar
kendilerine yazık ettiklerinde, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve
peygamber de onlara mağfiret dileseydi, Allah'ın tevbeleri dâima kabul ve
merhamet eden olduğunu görürlerdi"[117]
âyetinde de durum aynı şekildedir ve hem öncesinde hem de sonrasında dehşet
verici korkutucu ifadeler gelmiştir. Dolayısıyla o da bizim esasımız çerçevesi
içerisindedir.
"Allah, kendisine
ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine
bağışlar"[118]âyeti
ise hem korku hem de umut vericidir. Çünkü şirkin dışındaki affı
"dilediğine" diye kayıtlamıştır. Sonra İbn Mesûd'un "Nisa
sûresinde beş ayet vardır ki, dünya ve üzerinde olan herşey benim olsa, onlar
için sevindiğim kadar sevinmezdim" şeklindeki sözünden maksadı, bu
âyetlerin sadece umut verici oluşları değildir. Aksine onun muradı —Allah daha
iyi bilir ya— onların şeriatta muhkem külli esaslar oluşturduğu,onların pek çok
ilim içerdiği, dinde pek çok kaideleri kuşatmış olmalarıdır. İşte bunun
içindir ki "Gördüğüm kadarıyla âlimler onu anlamamaktadırlar"
demiştir.
Bu sabit olunca şu
sonuca ulaşılmış olur: Bütün bu geçenler, konulan esas üzere yürümektedir.
Kur'ân, her hal ve duruma uygun olarak, korkutucu ya da müjdeleyici şekil
üzere inzal olunmuştur. Asıl amacımız bu olmaktadır. Yoksa Kur'ân'ın bu iki
yönden birini ihmal ederek sırf diğeri için inmiş olduğunu söylemek değildir.
Varmak istediğimiz sonuç işte budur. Başarı ancak Allah'tandır.
Fasıl:
İşte bu esastan
hareketle kulların korku ile umut arasında olmaları gerekir. Çünkü imanın
hakikati zaten bundan ibarettir. Buna Kur'ân'dan özel olarak delâlet eden
deliller de vardır: "Rable-[366] rinden korkarak titreyenler, Rablerinin
âyetlerine inananlar, Rab-lerine eş koşmayanlar, Rablerine dönecekleri için
kalpleri ürpererek vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işte yarış
ederler..[119] "İnananlar, hicret
edenler ve Allah yolunda cihad edenler Allah'ın rahmetini umarlar[120]"Taptıkları
putlar, Rablerine daha yakın olmak için vesile ararlar, O'nun rahmetini umar,
azabından korkarlar"[121]
Kısaca diyebiliriz ki,
eğer çözülme ve muhalefet tarafı galebe çalıyorsa, onun korku tarafı daha yakın
olacaktır. Eğer teşdîd ve ihtiyat tarafı ağır basıyorsa, umut tarafı ona daha
yakındır. Hz. Peygamber [ altSâmu ] ashabını işte bu yolla irşâd ediyor ve
eğitiyordu. Bazı durumlar hakkında korku ve ümitsizlik tarafı ağır basmışsa
onlar hakkında: "De ki! Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım!
Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin[122]
âyeti gelmiş, eğer bazı durumlarda ihmaller görülmüşse, o zaman da korkutulmuş
ve azarlanmışlardır: "İnanan erkek ve kadınları, yapmadıkları birşeyden
dolayı incitenler, şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar[123]
âyetinde olduğu gibi.[124]
Kur'ân'ın tertibinden ve
âyetlerinin mânâlarından bu esas çıktığına göre, mükellefin onun gereği
doğrultusunda hareket etmesi ve hep korku ile ümit arasında olması gerekir. [125]
Kur'ân'ın şer'î
hükümleri ortaya koyması genel olarak küllî-lik[126]
esasına dayanır; cüz'îlik ilke olarak benimsenmemiştir. Eğer cüzi (tikel) bir
hüküm gelmişse, o sonuç itabarıyla yine bir külliye dayanmaktadır. Bu da ya
itibar[127]yoluyla ya da aslın
mânâsı[128] yoluyla olmaktadır.
Ancak husûsî bir delil ile şahsa özel olduğu belirtilmişse, bu bir istisna
teşkil eder. Hz. Peygamber'e has olan bazı hükümler gibi.
İstikradan sonra buna
şu husus delâlet etmektedir: Kur'ân, çoğu kez beyana muhtaçtır.[129]Sünnet,
hacimce kabarık ve ihtiva ettiği meselelerin çok olmasına rağmen, sonuç
itibarıyla sadece Kur'ân'ın beyanı olmaktadır. Nitekim bu konunun izahı —inşallah—
ileride gelecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sana da insanlara
gönderileni açıklayasm diye Kur'ân'ı indirdik[130]Hadiste
de şöyle buyurulur: "Hiç bir peygamber yoktur ki, kendisine insanoğlunu
imana getirecek türden bir mucize verilmiş olmasın. Bana verilen ise, Allah'ın
bana ilkâ ettiği vahiydir ve ben kıyamet gününde peyga?nberler içerisinde
tâbisi en çok olan olmayı ümit ediyorum"[131]Hiç
şüphesiz ki Hz. Peygamber'e verilen Kur'-an'dı; Sünnete gelince, o Kur'ân'm
beyanıdır.
Durum böyle olunca,
Kur'ân muhtasar olmasına rağmen cami' (kuşatıcı) olmak durumundadır. Cami'
olabilmesi için de, muhtevasının küllî (tümel) esaslar olması lâzım
gelecektir. Çünkü şeriat, "Bugün size dininizi tamamladım..[132]
âyeti gereğince tümünün nazil olmasıyla tamamlanmıştır: Bilindiği gibi, namaz,
zekât, cihâd vb. konular bütün tafsilat ve hükümleriyle Kur'ân'da açıklanmış
değildir. Bunları açıklayan sünnettir.[133]
İbâdet dışında kalan nikâh, akitler, kısas, hadler... gibi konularda da durum
aynıdır.
Sonra[134] biz
şeriatın, manevî küllî esaslarına rücû edişine baktığımızda, Kur'ân'm onların
tümünü içermiş olduğunu görürüz. Bunlar zarûriyyât, hâciyyât, tahsîniyyât ve
bunlardan her birinin tamamlayıcı unsurları (mükemmilât) olmaktadır. Bütün
bunlar da aynı şekilde açıktır.
Keza Kitap dışında
kalan diğer deliller, Sünnet, İcmâ ve Kıyâs olmaktadır. Bütün bunlar
delilliklerini Kitaptan almaktadırlar. Alimler, Allah Teâlâ'nın: "İnsanlar
arasında Allah'ın sâna gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitab'ı sana hak olarak
indirdik"[135] buyruğunun
kıyâsı; "Peygamberin size verdiğini alın"[136]buyruğunun
sünneti; "...inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne
döndürür ve onu cehenneme sokarız"[137]
buyruğunun da icmâı içermiş olduğunu söylemişlerdir. Böylece çok önemli olan bu
konu, onun genel çerçevesinin içerisine girmiş olmaktadır.[138]
Sahîh'te şöyle rivayet
edilir: İbn Mesûd: "Allah, dövme yapana, dövme yaptırana... lanet
etsin"[139] dedi. Bu
Esedoğullarından bir kadına ulaştı. Ümmü Yakûb denilen bu kadın Kur'ân okumasını
bilirdi. İbn Mesûd'a geldi ve "Bana senin falan falan kimselere lanet
ettiğin ulaştı, bu neyin nesi?" diye sordu. Abdullah "Allah Rasûlünün
lanet etttiği kimselere ben niye lanet etmeyecekmişim?! Bu Allah'ın kitabında
var" dedi. Kadın "Ben Mushaf m iki kapağı arasında ne var ne yok
hepsini okudum ve onu orada görmedim" dedi. Abdullah "Eğer sen onu
gerçekten okumuş olsaydın, mutlaka bulurdun. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Peygamberin size verdiğini alın, size yasakladığını da bırakın"[140]
Abdullah, Kur'ân'ı en iyi bilenlerden biridir.
Fasıl:
Buna'göre Kur'ân'dan hüküm
çıkarılırken sadece onunla yeti-nilip, onun beyanı olari sünnete bakmamak doğru
olmaz. Çünkü Kur'ân küllî olduğundan ve namaz, zekât, hacc, oruç ve benzeri
mücmel hükümler içerdiğinden, mutlaka bunların açıklanması için araştırma
yapmak zorundadır. Bunun için de tabiî ilk başvuracağı kaynak sünnet olacaktır.
Eğer sünnette yeterli açıklama bulama-mışsa, o zaman selef-i sâlihin yapmış
olduğu açıklamalara bakacaktır; çünkü onlar Kur'ân'ı anlama konusunda
diğerlerinden daha ileri bir konumda bulunuyorlardı. Yok (konu beyana ihtiyaç
göstermeyen kısımdan ise o zaman), elde edebilen kimse için Arap diline mutlak
vukufiyet maksadı anlamaya yeterli olacaktır. ALlah'u a'lem! [141]
Zikredilen bu şekil
üzere[142]Kur'ân'da her şeyin
açıklaması bulunmaktadır. Gerçek anlamda onlara vâkıf olan, şeriatın tamamını ihata
etmiş olur[143]ve hiçbir konuda
sıkıntıya düşmez. Buna aşağıdaki hususlar delâlet eder:
1.
İlgili Kur'ân
nassları: "Bugün size dininizi tamamladım..[144]
"Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik[145]"Kitapta[146]
hiçbirşeyi eksik bırakmadık[147]Doğrusu
bu Kur'ânKur'ân, en doğru olan yola[148]
götürür"[149] Eğer Kur'ân'm bütün
mânâları tamamlanmış olmasaydı, o zaman ona böyle denmesi doğru olmazdı. Daha
buna benzer, Kur'ân'm hidayet, kalplerde bulunan her şeye şifa olduğunu
belirten âyetler bulunmaktadır. Kalplerde bulunan herşeye şifâ olabilmesi için,
onun herşeyin açıklamasim, çözümünü içermesi gereklidir.
2.
Bunu bildiren hadisler
ve selefe ait sözler: Meselâ Hz. Peygamber Şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz
ki bu Kur'ân, Allah'ın ipidir. O apaçık nurdur, faydalı şifâdır. Kendisine
tutunan kimse için o, bir korunaktır. O, kendisine tâbi olan için bir
kurtuluştur. (Ona uyan) eğrilmez ki, doğrultulsun; sapmaz ki azarlansın. Onun
hayret edilecek yönleri bitmez, çokça tekrarlamaktan dolayı eskimez"[150]
Kur'ân'm mutlak
surette Allah'ın ipi, faydalı şifâ... olması, onun her yönden tam olduğunun
delilidir. Benzeri bir hadis Hz. Ali vasıtasıyla da rivayet edilmiştir. İbn
Mesûd'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Her ziyafet veren, verdiği ziyafete
gelinmesini sever. Allah'ın ziyafeti de Kur'ân'dır"[151] Hz.
Âişe'ye Hz. Peygamber'İn ahlâkmm nasıl olduğunu sorarlar. Cevabında: "Onun
ahlâkı Kur'ân'dı" der.[152]
Onun bu sözünü Kur'ân da: "Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin"[153]
âyeti ile tasdik eder. Katâde: "Kur'ân ile hemhal olan kimse ondan ya bir
ziyadelik ya da bir noksanlık ile ayrılır" demiş ve arkasından:
"Kur'ân'dan inananlara rahmet ve şifa olan şeyler indiriyoruz. O,
zâlimlerin ise sadece kaybını artırır"[154]âyetini
okumuştur. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî: "Rabbi-mizl Doğrusu biz 'Rabbinize
inanın' diye inanmaya çağıran bir da-vetçiyi işittik de iman ettik"[155]
âyeti hakkında "O Kur'ân'dır. Çünkü onların hepsi Hz. Peygamber'i
görmemiştir" demiştir. Hadiste: "Kur'ân'ı en iyi okuyanları (yani en
iyi bilenleri) onlara imamlık yapar"[156]buyurulmuştur.
Onların takdim olunmaları, Allah'ın hükümlerini en iyi bilenler olmaları
sebebiyledir. Çünkü Kur'ân'ı iyi bilen, şeriatın tamamını bilir, demektir. Hz.
Aişe: "Kur'ân okuyandan daha üstün kimse yoktur" demiştir. Abdullah
ise: "Eğer ilim istiyorsanız, (anlayarak) Kur'ân'ı tekrarlayın; çünkü onda
öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri vardır" demiştir. Abdullah b. Ömer:
"Kim Kur'ân'ı toplarsa (yani muhtevasıyla birlikte onu Öğrenirse), çok
büyük birşey yüklenmiş olur. O, nübüvveti iki böğrü içine dürmüş olur; şu kadar
ki kendisine vahiy gelmez" Ondan gelen başka bir rivayette: "Kim
Kur'ân'ı okursa, nübüvvet onun iki böğrü içerisine durulmuş olur. Bu, sadece
onun nübüvvetin getirdiği mânâları kendisinde toplamış olması
sebebiyledir" demiştir. Daha başka bunlara benzer konumuza delâlet eden
sözler vardır.
Târihî uygulama: Tarih
süreci içerisinde hiçbir âlimin herhangi bir konuda Kur'ân'a başvurması
sonucunda onda şöyle ya da böyle bir delil bulamadığı görülmemiştir. Yeni yeni
ortaya çıkan olaylar karşısında en zor durumda kalabilecek fırka, kıyâsı delil
olarak kabul etmeyen Zahirî mezhebi olmalıdır. Buna rağmen hiçbir meselede
delil getirme konusunda onların çaresizlik içerisine düştükleri vâki değildir.
Zahirî imamlarından İbn Hazm şöyle demiştir: "Fıkhın bütün konuları
istisnasız kitap ya da sünnette bir temele dayanır ve Allah'a hamdolsun ki biz
bunu biliriz. Ancak kırâz (mudâ-rabe) bundan hariç; biz ona her ikisinde de bir
temel bulamadık" Bilindiği gibi, (İbn Hazm'ın Kur'ân ya da sünnetten bir
temele da-yandıramadık dediği) kırâz, icâre türlerinden biridir. İcârenin aslı
ise Kur'ân'da sabittir ve onu Hz. Peygamber'İn kendi döneminde sürmekte olan
uygulamayı onaylaması ve sahabenin tatbikatı açıklamaktadır.
İtiraz: Birileri çıkarak şöyle diyebilir: Bu dedikleriniz
doğru değildir. Çünkü Kur'ân'da hiç yer almayan fakat şeriatta sabit bulunan
meseleler ve kaideler bulunmaktadır. Bunlar sünnete dayanmaktadır. Sahîh'te
yer alan şu hadis de bu tezimizi doğrular: Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Sizden
birinizi koltuğuna yas-lanınış bir halde, kendisine benim sünnetimden bir emir
ya da yasak geldiğinde: 'Onu tanımıyorum. Biz Allah'ın kitabında bulduğumuza
uyarız.' der bir halde bulmayayım"[157]Bu
bir yergidir ve hadis aynı şekilde sünnete de itimat edilmesini âmirdir. Allah
Teâlâ'nın şu buyruğu da bunu tasdik etmektedir: "Eğer bir konuda
çekişirseniz, onun halini Allah'a ve Rasûlüne çevirin"[158]Meymûn
b. Mihrân, âyeti "Allah'a çevirmek, Kitab'ına vurmaktır. Rasûlüne
çevirmekten maksat da eğer hayatta ise bizzat kendisine, öldükten sonra da
sünnetine başvurmak demektir" şeklinde açıklar. Benzeri bir âyet de şudur:
"Allah ve peygamberi birşeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına
artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz"[159]
Şöyle deni(lemez):
Sünnet, Kur'ân'ın beyanı olması açısından alınır; çünkü Allah Teâlâ
"İnsanlara indirileni kendilerine açıkla-yasın diye[160]buyurmaktadır.
Bu ise deliller arasını birleştirmek olur. Çünkü biz diyoruz ki: Eğer sünnet
Kitab'ın beyanı mahiyetinde ise, o zaman o, sünnetin iki kısmından bîrine
dahil olur. Sünnetin bir ikinci kısmı daha vardır ki, o Kitab'ın hükmüne
ziyade getirmektedir. Meselâ, kadının, halası ya da teyzesi üzerine
nikahlan-masının[161],
ehlî eşekierin[162] ve
kesici (köpek) dişi olan yırtıcı hayvanların[163]
yenilmesinin haram kılınması gibi ki bunlar, Kitap'ta yer almayan ve sadece
sünnet ile haram kılınan şeylerdir. Hz. Ali'ye şöyle denildi: "Sizin
yanınızda yazılı birşey (kitap) var mı?" Cevabında: "Hayır, ancak
Allah'ın kitabı var veya müslüman bir adama verilen anlayış var, ya da şu
sahifede bulunanlar var" dedi. Râvi diyor ki: "Peki, o sahifede ne
var?" diye sordum. O: "Diyet hükümleri, esirin salıverilmesi,
müslümanın kâfir karşılığında öldü-rülmemesi" diye cevap verdi[164]Bu
hadis, her ne kadar onların yanında Allah'ın kitabından başka bir kitap
olmadığım gösterirse de, aynı zamanda Allah'ın kitabında bulunmayan bazı
şeylerin de bulunduğuna delâlet eder. Bu ise sizin koyduğunuz esasa ters düşer.
Cevap: Bu itirazın cevabı inşallah ikinci delil yani
Sünnet'in açıklanması sırasında verilecektir.[165]
Kur'ân'dan yapılan
nâdir istidlallerden biri Hz. Ali'den gelen hamilelik süresinin (en az
müddetinin) altı ay olduğudur. O bu sonucu: "Taşınması ve sütten
kesilmesi otuz ay sürer"[166]
âyeti ile "Onun sütten kesilmesi iki yıldır"[167]âyetinden
çıkarmıştır.[168] Mâlik b. Enes, sahabeye
söven kimsenin fey'den payı olmayacağına şu âyetle istidlalde bulunmuştur:
"Onlardan sonra gelenler: 'Rab-bimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan
kardeşlerimizi bağışla; kalblerimizde mü'minlere karşı kin bırakma...' derler[169]Bazıları
çocuk mülk edinilemiyeceğini söylemişler ve bunu: "Rahman çocuk edindi
dediler. Hâşâ; hayır; melekler şerefli kılınmış kullardır"[170]
âyetinden çıkarmışlardır.[171]
İbnu'l-Arabî, ceninin kan pıhtısı (alak) haline dönüşmeden önceki haline
"insan" demlemeyeceğine: "İnsanı, kan pıhtısından yarattı"[172]âyetini
delil olarak kullanmıştır. Münzir b. Saîd, Arabm tabiatında, Araplara ait
özelliğin mevcut bulunmadığına: "Allah sizi annelerinizin karnından birşey
bilmez halde çıkarmıştır"[173]
âyetiyle istidlalde bulunmuştur. Bu konuda en ilginç olanı, Kurtubalı
İbnu'l-Fahhâr'ın istidlalidir: O, olumsuz cevap verirken başın yana
sallanmasının, olumlu cevap verilirken ise öne eğilmesinin, doğuluların
yaptığının aksine daha uygun olduğunu çünkü Allah Teâîâ'nın: "Onlara:
'Gelin de Allah'ın peygamberi sizin için mağfiret dilesin' dendiği zaman
başlarını (yana) çevirirler[174]buyurduğunu
söylemesidir. Sûfî Ebû Bekir eş-Şiblî, birşey giydiği zaman onun bir yerini
yırtardı. İbn Mücâhid: "Kendisinden yararlanılan birşeyi ifsad etmenin
ilimde bir yeri var mı ki?" diye sorduğu zaman: "Süleyman: 'Onları
bana getirin' dedi. Bacaklarını ve boyunlarını vurmaya başladı"[175]
âyetini okudu. eş-Şiblî sonra: "Kur'âii'da sevgilinin sevgilisine azap
etmeyeceği nerededir?"diye sordu. İbn Mücâhid sustu ve ona: "Sen
söyle!" dedi. O 'Yahudiler ve Hıristiyanlar, 'Biz Allah'ın oğulları ve
sevgilileriyiz' dediler. 'Öyle ise günahlarınızdan ötürü size niçin
azabediyor?..[176] âyetidir, dedi.
Bazıları, kadınları dinlemenin caiz olmadığı görüşlerine: "Musa, tayin
ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca, Musa: 'Rabbirn, bana kendini
göster bakayım' dedi"[177]âyetini
delil olarak kullanmışlardır. Bu istidlal şekillerinden bazıları tartışmaya
açıktır.
Fasıl:
Buna göre, en kâmil
şekilde hakkında bilgi sahibi olunması istenen her meselenin mutlaka önce
Kur'ân'a vurulması gerekecektir. Eğer Kur'ân'da bizzat ele alınmışsa ya da
nev'ine veya cinsine ait açıklama bulunmuşsa, bunlar esas alınarak o mesele
dindeki yerine oturtulacaktır.-Eğer orada mesele hakkında birşey bulunamazsa,
o zaman çeşitli bakış açıları ve değerlendirme şekilleri ortaya çıkacaktır. Belki
onlar —inşallah— yerinde zikredilecektir.
Deliller bölümünün
birinci kısmında geçtiği üzere; her şer'î delil ya kesindir; ya da sonuç
itibarıyla kesin olan bir asla çıkmaktadır. Kat'î olan kaynaklar içerisinde en
üst mertebeyi Kur'ân nassla-rı teşkil eder. O, ilk başvurulacak kaynaktır.
Ancak amaç, meselenin
hükmünün tesbiti değil de sadece amel ise, o zaman âhâd yolla nakledilen
sünnete başvurmakla da yetini-lebilir. Nitekim böyle bir durumda müctehidin
görüşüne başvurmak da yeterli olmaktadır. En zayıf olanı ise bu sonuncusudur.
Meselenin illâ da Kur'ân'dan bir asla dayandırılması, o meselenin kendisine
başvurulabilecek bir esas halini alabilmesi ya da o şeyin dinden sayılabilmesi
için buna olan ihtiyaç sebebiyledir. Bunun için, o meselenin sadece vahid haber
yoluyla öğrenilmiş olması yeterli değildir. Nitekim bu konu daha önce
geçmişti. [178]
Kur'ân'a nisbet edilen
ilimler çeşitli kısımlara ayrılır:
1. Alet ilimleri: Onu anlamak ve içermiş olduğu mânâları elde
edebilmek için araç durumunda olan ve ondan Allah Teâlâ'nın muradının ne
olduğunu anlamaya yardımcı olan ilimler. Bunlar; mutlaka olması gereken Arap
diline ait ilimler, kıraat ilmi, nâsih ve mensûh ilmi, usûlü fıkıh ilmi gibi
ilimlerdir. Bunlar üzerinde durmayacağız.
Ancak, bazen aslında
Kur'ân'ı anlamak için araç durumunda olmadığı halde, onu araç olarak görme ve
gerçek âlet ilimleri gibi onların da istenilen bir vesile durumunda olduğunu
iddia durumları olmaktadır. Meselâ, Arap dili ve edebiyatı, nâsih ve mensûh
ilmi, nüzul sebepleri ilmi, Mekkî ve Medenî ilmi, kıraat ilmi, usûlü fıkıh ilmi
evet bunlar bütün âlimlerce Kur'ân'ı anlamaya yardımcı olduğu kabul edilen
âlet ilimleridir. Ama bunun dışında kalan ilimlere gelince, bazıları onları da
vesile olarak görmüşlerdir. Halbuki aslında öyle değildir. Meselâ Râzî:
"Onlar üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz bakmazlar mı? Onda
hiçbir çatlak da yoktur"[179]
âyetinin anlaşılabilmesi için astronomi bilmenin gerekli olduğunu söylemiştir.
Feylesof İbn Rüşd, Faslu'l-mekâl fîmâ beyne'ş-şerî-ati ve'I-hikmeti
mine'l-ittisâl adını verdiği kitabında, felsefenin de gerekli olduğu zannına
kapılmıştır. Zira ona göre, felsefe bilmeden şeriattan ne kastedildiğini
gerçek anlamda anlamak mümkün değildir. Halbuki biri çıksa da, tam onun
dediğinin aksini söyleseydi, ona karşı koyma konusunda sözleri hiç de yabana
atılmazdı.
Râzî ve İbn Rüşd gibilerle,
onların bu görüşüne katılmayan kimseler arasında hakem, selef-i sâlihin bu
ilimler karşısındaki durumu olacaktır. Acaba onlar, sözü edilen bu ilimleri
öğrenmişler midir? Ya da onları terk mi etmişlerdir? Veya onlar bu gibi ilimlerden
gafil mi bulunuyorlardı? Halbuki biz, onları Kur'ân'ı gerçek anlamda anlamış
kimseler olarak bilmekteyiz ve buna hem Rasû-lullah, hem de ulemânın kahir
ekseriyeti şahitlik etmektedir. Bu durumda şimdi kişi, ayağını nereye koymalı?
Daha başka nev'iler de vardır ki, uğraşanlar onları bilmektedir. Otorite olan
kimsenin açıklaması gibisi yoktur. İşte Ebû Hâmid (el-Gazzâlî), tecrübe
sonrasında bu iddiaların asılsızlığını ortaya koyan bir kimse olarak,
kitaplarının birçok yerinde konuyla ilgili yeterli açıklamalarda bulunmuştur.
2. Kur'ân'm bütün
olarak ele alınması sonucunda elde edilen ilim: Burada sözü edilen Kur'ân'm; emir, nehiy ya da daha
başka yollarla yönelen hitap olması açısından değildir. Aksine onun olduğu gibi
alınması, bir bütün olarak değerlendirilmesi açısından ulaşılan sonuçlardır.
Bu, Kur'ân'm ihtiva ettiği nübüvvete delâlet eden şey olmasıdır; yani onun Hz.
Peygamber'in mucizesi oluşudur. Bu mânâ,
şer'î hükümlerin elde edilişi gibi Kur'ân'm belli âyetlerinden
çıkarılmamaktadır. Zira Kur'ân'm âyetleri ya da sûreleri, aynen şer'î hükümleri
emir ya da nehiy gibi yollarla ortaya koyduğu gibi, bu hususa temas
etmemiştir. Onda olan sadece, bütün insanların onun hatta bir sûresinin
benzerim getirmekten âciz olduklarına dikkat çekmek olmuştur. Şimdi Kur'ân'm
mucize oluşu, belli bir sûre ya da belli bir âyete veya belirli bir tarz ve
üslûba has değildir; aksine mucize olan onun mahiyetidir, kendidir. Nitekim Hz.
Peygamber buna işarette bulunarak şöyle buyurmuştur: "Hiçbir peygamber
yoktur ki, kendisine insanoğlunu imâna getirecek türden bir mucize verilmiş
olmasın. Bana verilen ise, Allah'ın bana ilkâ ettiği vahiydir ve ben kıyamet
gününde peygamberler içerisinde tâbisi en çok bulunan olmayı ümit ediyorum"[180] O,
Allah Teâlâ'mn indirmiş olduğu şekliyle Rasûlullah'-m doğruluğuna delâlet
etmektedir ve onun karşısında son derece fasih olanlar, ona karşı aşırı husûmet
besleyenler, ona benzer ya da ona yakın bir söz ortaya koymaktan aciz
kalmışlardır. Onun mucize oluşu yönünü burada izah etme gereği duymuyoruz.
Çünkü onun i'câzmm hangi yolla olduğu farzedilirse edilsin, ona delâlet edecek
olan Kur'ân'm bizzat kendisi ve mahiyetidir ve onun hangi tarafını ele alacak
olursanız olun, o yön, sizi Rasûlullah'm doğruluğuna götürecektir. Bu kısım
hakkında da burada söz etmek durumunda değiliz; çünkü asıl yeri Kelâm
kitaplarıdır.
3. Allah Teâlâ'mn,
Kur'ân'ı indirmesi, onunla insanlığa hitapta bulunması sırasında takındığı
âdet-i ilâhîden ve onlara karşı yumuşaklık ve güzellikle muamele etmesinden çıkarılan
ilimler: Allah Teâlâ, kendisi kadîm
ve münezzeh olmakla birlikte Kitabım insanların anlaması için Arapça olarak
göndermiş, içerdiği bilgi ve hayırlar üzerinde düşünmeden Önce onlara mânâları
yaklaştırmak, lütufta bulunmak ve onlara öğretmek için anlayabilecekleri
seviyeye inmiştir (tenezzülât-ı ilâhiyye). Bu, Kur'ân'm içermiş olduğu
ilimlerin dışında kalan bir bakış tarzı olmaktadır. Bu esasın doğruluğu,
İctihâd bölümünde ortaya çıkacaktır. Bu, Allah Teâlâ'mn sıfatlarıyla
ahlâklanma ve O'nun fiillerine uyma demektir.
Bu esas, hem aslî hem
de fer'î çeşitli türden kaideleri, edebî güzellikleri içine alır. Maksadın
anlaşılması için burada bazı örnekler zikredelim:
a) Uyarmadan önce, sorgulamanın olmaması ilkesi: Buna,
bizzat Allah Teâlâ'mn kendisi hakkındaki şu buyruğu delâlet etmektedir:
"Biz, peygamber göndermedikçe hiçbir kavme azap etmeyiz" [181]
O'nun kulları hakkındaki âdet-i ilâhisî, muhalefet sebebiyle sorgulamanın,
ancak peygamber gönderilmesinden sonra olması şeklinde cereyan etmiştir.
Kullar üzerine peygamber gönderilerek hüccet ikâme edildikten sonra:
"Artık dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin"[182]buyruğu
gereğince sorumluluk başlayacak ve herkes yaptığının karşılığını görecektir.
b) Kullara kendisiyle hitap ettiği şey üzere delil
ikâmesi konusunda mübalağa etmek. Allah Teâlâ, Kur'ân'ı bizzat muhtevasının
doğruluğuna bir delil olarak indirmiştir. Bununla yetinmeyerek, peygamberinin
elinde gerçekleşmek üzere, haddizatında yeterli olacak başka mucizeler
vermiştir.
c) İlk kez günah işleyeni cezalandırmaması ve günahta
ısrar eden inatçılara karşı ise —açık delillerin ikâmesinden sonra inkâr ve
isyan üzerinde devamlılıklarına rağmen ve azabı peşinen istedikleri halde bile—
hilim sıfatı ile tecelli ederek azaplarını hemen vermemesi.
d) Adeten insanların haya ederek açıkça söylemekten
kaçınacakları ifadeleri kinaye ve benzeri yollarla getirmek suretiyle kelâmı
güzelleştirmesi. Meselâ: "Kadınlara dokunduğunuzda...[183]
"Mahrem yerini korumuş olan Imran kızı Meryem de bir misaldir. Ona
ruhumuzdan üflemiştik[184]"Her
ikisi de yemek yerlerdi[185]
âyetlerinde olduğu gibi. Ancak, hakkın yol ayırımında olduğu ve halin kinâyesiz
açıkça söylemeyi gerektirdiği yerlerde açık ifadeler kullanılmıştır. Şu
âyetler işte buna işaret olmaktadır: "Allah, sivrisineği ve onun üstününü
misal olarak vermekten haya etmez[186]'Allah,
gerçeği söylemekten çekinmez"[187]
e) İşlerde teennî ile hareket etmek; iyice araştırmak ve
ihtiyatı elden bırakmamak. Bunlar bizim hakkımızda sözkonusu olan şeylerdir.
Buna rağmen Allah Teâlâ bunlara riayet etmiş ve Kur'ân'ı peygamberine yirmi
(küsur) senede parça parça olarak indirmiştir. Hatta kâfirler: "Kur'ân,
ona bir defada toptan indirilseydi ya[188]
demişlerdi de Allah Teâlâ: "Biz onunla senin kalbini tesbit etmek için
böyle azar azar indiriyoruz"[189]
diye cevap vermiştir. Yine bu konuda şöyle buyurmuştur: "Kur'ân'ı
insanlara ağır ağır okuman için, bölüm bölüm indirdik ve onu gerektikçe
indirdik"[190] Bu
süre içerisinde uyarılar birbiri arkasmca gelmiş, çizilen yol, her yönden ve
ihtiyaç duyulan şeyler açısından dosdoğru belirmiş, buna rağmen on sene
geçtiği halde hâlâ İslâm'a girmeyenler hakkında uyarının dozu gittikçe artmaya
başlamış ve sonunda cihâd meşru kılınmıştır. Ancak bu da tedricen olmuştur.
Üstün hikmet, adalet ve ihsanın gerektirdiği tertip (tedrîcilik) muhafaza
edilmiş ve böylece din tamamlanmıştır, insanlar bölük bölük dine girmeye
başlayıp hiçbir kimsenin diyeceği birşey kalmayınca, Allah Teâlâ, rasûlünün
ruhunu almıştır. Artık deliller tam anlamıyla ortadadır, hüccet ikâme edilen
konular vazıhtır ve Allah'ın yardımcıları sayesinde dinin esasları
sağlamlaşmış, dinin pazuları güçlenmiş ve herşey yerli yerine oturmuştur. Bu
vesileyle Allah'a sonsuz hamd ve senalar olsun.
f) Kulların, Rab Teâlâ'nın huzuruna dua ve tazarru ile
yöneldiklerinde takınacakları âdabın nasıl olması gerektiği. Kur'ân'm sevk
tarzı, bize bu konuda uymamız gereken âdabı vermektedir. Bu her ne kadar özel
nasslar ile belirlenmiş değilse de, onun genel üslûbundan istikra sonucunda
elde edilen işaretler, bu konuda açık beyana ihtiyaç bırakmayacak
mahiyettedir. Dikkat edilecek olursa görülecektir ki, Kur'ân'da Allah'ın
kullara olan çağırışı çoğu kez "yâ" hitap edatıyla gelmektedir. Bu
edat çağırılanın uzaklığına delâlet eder. Çünkü nida sahibi Allah, kullarına
(mekan olarak) yakın olmaktan münezzehtir; yüce olmak ve herşeyden müstağni
bulunmak sıfatlarına sahiptir. Kulların Rab Teâlâ'ya hitapları sözkonusu ise,
o zaman da hitap şekli, icabetin yakınlığı mânâsını gerektirecek şekillerde
kullanılmıştır. Bu şekillerden biri, nida harfinin düşürülmesidir. Bu, nida
edilenin yakınlığım gösterir ve onun nida edenle birlikte olduğunu ve ondan
gafil bulunmadığını ifade eder. Böylece O'na yönelenin bu mânâyı hissetmesi
istenmiştir. Zira çoğu kez, "Yâ Rabbena..." şeklinde değil de
"Rabbena...[191]
şeklinde gelmiştir. Meselâ: "Rabbena lâ tuâhiznâ...[192]
"Rabbena tekabbel minnâ...[193]
"Rabbi innî nezertu leke mâ fî batnî..."[194]
Rabbi erini keyfe tuhyî'l-mevtâ...[195]
âyetlerinde olduğu gibi.
Bir diğer şekil,
Allah'a yönelik nidaların çoğu kez Rab ismi ile yapılmış olmasıdır. Bu isim,
kulların işlerini üstlenme ve onları düzene koyma mânâsını içerir. Böylece
kul, yaptığı bu nida şekliyle, özelliği kullarını beslemek ve terbiye etmek,
onlara karşı rıfk ve ihsanla muamele etmek olan Zat'a sarılmış olmakta ve
sanki şöyle demektedir: "Ey mutlak anlamda bizim işlerimizi düzene sokan
Yüce Allah! Bize falan şeyi tamamla" Bu ettiği duanın gereği olur.
"Allahümme!" tabiri ise çok az yerde ve halin gerektirdiği mânâlardan
dolayı kullanılmıştır.
Bir diğeri, istekten
önce bir vesile edinilmesi, isteğe doğrudan girilmeme sidir: "Ancak Sana
kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz[196]"Rabbimiz!
Biz şüphesiz iman ettik, günahımızı bize bağışla..[197]
"Rabbimiz! İndirdiğine inandık, Peygambere uyduk; bizi şahit olanlarla
beraber yaz[198]"Rabbimiz! Sen bunu
boşuna yaratmadın, Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru[199]"Rabbimiz!
Doğrusu sen Firavun'a ve erkânına ziynetler ve dünya hayatında mallar verdin...
Rabbimiz! Mallarını yok et, kalplerini sık[200]"Rabbim!
Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu sadece kendisine zarar
getiren kimseye uydular... Rabbim! Sen bu zâlimlerin sadece şaşkınlığını
artır...[201] "İbrahim ve İsmail,
Kabe'nin temellerini yükseltiyordu: 'Rabbimiz! yaptığımızı kabul buyur...'
dediler"[202]âyetleri gibi.
Daha başka, üslûp ve
sırf ortaya konuluş şeklinden çıkarılan diğer âdâb şekilleri de vardır.
Bu meyanda daha başka
bazı şeyler vardır ki, onlar, İctihâd bölümünde Allah'ın fiillerine uyma va
O'nun sıfatlarıyla ahlâklanma başlığı altında açıklanmıştır. Bu meyanda Makâsıd
bölümünde de önemli bazı açıklamalar yapılmıştı.[203]
Hasılı Kur'ân, bu
türden şer! kaidelerin gerektirmiş olduğu pek çok faydalar ve güzellikler
içermektedir ve bunlara Kur'ân üzerinde yapılacak çalışmalar tanıklık edecek
ve onları âyet ve hadis ıercien oluşan nasslar doğrulayacaktır.
4. (Kur'ân'a nisbet edilen ilimlerden) bir kısım daha
vardır —ki konunun zikrinden asıl amaç odur— o da âlimlerin Kitap nasslarınm,
Arap dilinin elverdiği şekilde mantûk ve mefhûmundan anladıkları ve üzerine
dikkat çektileri mânâlar olmaktadır. Buna göre, Kur'ân, asıl maksat olan üç
cins ilmi içermiş olmaktadır. Bunlar:
1) Kendisine yönelineni, yani Allah Teâlâ'yı bilmek.
2) O'na yönelmenin nasıl olacağını bilmek.
3) Kulun, Allah'tan korku ve ümit arasında olabilmesi
için kendi sonucunu bilmesi. Bu üç sınıf ise, asıl maksûd bulunan bir cins
altına girmektedir ve bu: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım"[204]
âyeti ile ifadesini bulmaktadır. Şu halde ibâdet (ya da daha geniş anlamda
kulluk) ilk istenilen şeydir. Ancak bunun yapılabilmesi için mutlaka kendisine
kulluk edilecek olanın (Ma'bûd) bilinmesi gerekecektir. Zira bilinmeyen birşeye
ibadet ya da daha başka birşeyle yönelinemez. O bilindiği zaman —ki O'nun
hakkındaki bilginin bir parçası da, O'nun emir ve nehiyde bulunan, ibadetleri
layıkı veçhile ikâme etmelerini isteyen bir Sâri' olmasıdır— talep yönelmiş
olacaktır. Şu kadar var ki, nasıl kulluk yapılacağı bilinmeden birinci maksat
gerçekleşemeyecektir. İşte o yüzden ikinci cins getirilmiştir. Nefisler, netice
ve sonuçları istemeye meraklı yaratıldıklarından, amellerin sonuçları da tâat
ya da masi-yet şeklinde o amelleri işleyenlere dönük bulunduğundan ve bunun
için müjdeleme ve uyarma da gerekli olduğundan, bu tarafın da açıklanmış olması
için üçüncü cins de getirilmiş ve böylece dünyanın ebedî hayat yurdu olmadığı,
asıl hayatın âhiret yurdunda olduğu belirtilmiştir.
Birincinin altına,
Allah Teâlâ'nın zâtı, sıfatları ve fiilleri ile ilgili ilimler girer. O'nun
sıfatları ya da fiilleri üzerinde durmak, nübüvvet üzerinde de durmayı
gerektirir; çünkü nübüvvet Ma'bûd ile kullar arasındaki vasıtadır ve ilmî
olsun, amelî olsun din için sabit olan her asıl hakkında peygamberliğe ihtiyaç
vardır. Bunlar, konulan aklî deliller (burhan) ve onları iptal etmek için
uğraşan düşmanların delillerle susturulması yoluyla tamamlanır.
İkincisi, her türlü
ibâdetler, âdetler ve muamelelerle kulluğun icra şekillerini belirlemeyi
amaçlar. Keza bunların herbirine yönelik tamamlayıcı unsurları açıklar. Bunlar
kifâî olan farzlar olmaktadır. Bunlar içinde en kapsamlısı[205]
iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak ve onu üstlenecek kimse üzerinde
durmaktır.
Üçüncüsüne gelince;
bunun içerisine üç konu hakkında düşünme girer: 1. Ölüm ve ötesi. 2. Kıyamet
ve orada olacaklar. 3. Kalınacak yer. Bu cinsin tamamlayıcı unsurları terğîb
ve terhîb yani müjdeleme ve korkutma yöntemi olmaktadır. Kurtuluşa erenlerle helak
olanların durum ve hallerini bildirme, onları bu sonuca ulaştıran şeyin
amelleri olduğunu bildirme de onun altına girer.
Böylece Kur'ân'da
mevcut bulunan bütün ilimlerin oniki olduğu ortaya çıkar.[206]
el-Gazzâlî, bunları sadece altıya indirmiştir: Bunlardan üçü önde gelen ve
önemli olan esaslardır; üç tanesi de tâbi ve tamamlayıcı öğelerdir.
İlk üçe gelince
bunlar:
1. Kendisine davet edilenin (Allah'ın) öğretilmesidir
yani mârifetullâhm açıklanmasıdır. Bu, zâtın, sıfatların ve fiillerin
bilinmesini içerir.
2. Sıratı müstakîm üzere Allah'a giden yolun
belirlenmesidir. Bu ise güzel huylarla bezenmek, her türlü kötü huylardan
arınmak yoluyla olur.
3. O'na vusûi anındaki halin açıklanmasıdır. Bu da
cennet ve cehennem hayatı ile bunlardan önce geçecek olan kıyamet ahvalinin
açıklanmasını içerir.
Diğer üç ilime gelince
bunlar da şunlardır:
1.
Davete icabette
bulunanların hallerini bildirmek[207]Bu
peygamberlerin ve velilerin kıssalarını anlatmak yoluyla olur. Bunun sırrını,
terğîb yani özendirme teşkil eder. Keza davete icabette bulunmayanların
hallerini bildirmek de bu kısımdandır. Bu da Allah düşmanlarının kıssalarını
nakletmekle olur.
2.
Kâfirlere karşı
sürdürülecek mücadelinin öğretilmesi. Onların sapık sözleri nakledildikten
sonra, onlara karşı nasıl hüccet ikâme edildiği öğretilmiştir. Allah ve Rasûlü
hakkında ileri sürülen onlara yakışmayacak şeylerin zikredilmesi ve bu yoldaki
isnadların izalesi, tâat ve isyanın sonucunun zikredilmesi de bu kısmın
kapsamına girer. Bu kısmın sırrı da, bâtıl tarafı için uyarmak ve rezil rüsvay
etmektir. Hak tarafı için ise, yerleştirme ve izah sözkonusudur.
3.
Yolun konak
mahallerini, yol için nasıl hazırlanılacağını ve azık tedarik edileceğini
belirtmek. Bu, fukahânın ibâdetler, âdetler, muameleler, suçlar ve cezalar
hakkında söylemiş oldukları şeylerle olur.
Bu altı kısım ise on dala
ayrılır. Bunlar: Zât, sıfatlar, fiiller, âhiret (meâd), sırât-ı müstakim ki bu
güzel huylarla bezenmek ve kötü huylardan arınmak oluyor, peygamberlerin
halleri, velilerin halleri, Allah düşmanlarının halleri, kâfirlere karşı
mücadele ve hükümlerin belirlenmesi ile ilgili ilimlerdir. [208]
Bazı insanlar Kur'ân'm
bir zahiri bir de bâtını olduğunu sanmışlar ve muhtemelen bu konuyla ilgili
olarak bazı hadis ve selefe ait sözler de nakletmişlerdir. Meselâ el-Hasen'den
mürsel olarak şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: "Allah'ın indirmiş
olduğu her bir âyetin, mutlaka bir zahiri bir de bâtını vardır. Her harfin bir
haddi; her haddin de bir matla'ı vardır"[209]
Rivayetlerde geçen
"zahr" ya da "zahir" kelimeleri "tilâvetin
zahiri"; "bâtın" da, o âyetten Allah'ın muradı olarak tefsir
edilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ: "Bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya
yanaşmıyorlar?[210]
buyurmaktadır. Âyetten murad: "Onlar, sözden Allah'ın muradını anlamıyorlar"
şeklindedir. Yoksa onların bizzat sözü anlamadıkları kastedilmemektedir. Nasıl
olabilir ki?! Kur'ân, bizzat kendi dilleri ile inmekteydi. Ancak onlar,
kelâmdan Allah'ın muradının ne olduğunu anlamak konusunda bir çaba göstermemişlerdir.
Sanki bu, Hz. Ali'den rivayet edilen sözün mânâsı olmaktadır. Ona: "Sizin
yanınızda yazılı birşey (kitap) var mı?" diye sorduklarında cevap olarak:
"Hayır, ancak Allah'ın kitabı var veya müslüman bir adama verilen anlayış
var ya da şu sahifede bulunanlar var" demiştir.[211]el-Hasen'in
hadis için yapmış olduğu "ez-zahr" zahirdir; "el-bâtm" ise
sır yani gizli olandır" şeklindeki yorumu, işte bu mânâya çıkar. Allah
Teâlâ: "Kur'ân'ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasından
gelseydi, onda çok ayrılıklar bulurlardı[212]buyuruyor.
Sözün zahiri birşeydi ve onlar bunu anlıyorlardı; çünkü kendileri Arap idiler;
murad ise başka birşeydi yani Kur'ân'm hiç kuşkusuz Allah katından inmiş
olduğu idi. Eğer gerçek anlamda düşünecek olsalardı, Kur'ân üzerinde asla ihtilaf
olmayacaktı.[213] İşte ittifakın sağlanıp,
ihtilafların def edildiği bu yön, Kur'ân'm sözü edilen bâtın yönü olmaktadır.
Onlar iyilikler hakkında "o Allah'tandır" kötülük hakkında da "o
da Rasûlullah'-tandır" dediklerinde Allah Teâlâ, her ikisinin de Allah'tan
olduğunu beyan etti[214] ve
onların sözden anlamadıklarını açıkladı. Ancak,her ikisinin de Allah'tan
oluşunun nasıl olduğunu da açıkladı ve şöyle buyurdu: "Sana ne iyilik
gelirse Allah'tandır. Sana ne kötülük dokunursa kendindendir[215]"Bunlar
Kur'ân'ı düşünmezler mi? Yoksa kalpleri kilitli midir?'[216]Kur'ân'ı
düşünme (tedebbür), ancak onda gözetilen maksatlara yönelmek yoluyla olur. Bu,
onların Kur'ân'ın gözettiği maksatlardan yüz çevirmiş olmaları hakkında
açıktır; dolayısıyla onların Kur'ân üzerinde düşünmesi olmamıştır. Eğer
düşünselerdi böyle olmazdı. Bazıları şöyle demişlerdir: "Kur'ân hakkında
söylenecek söz iki türlüdür:
1. Rivayetle olur ve sadece nakle dayanılır.
2. Anlayış ile olur. Bu ancak hikmetin, kulun dili
aracılığıyla açığa çıkarılması için Hakk'tan gelen bir ilham ile olur"[217] Bu
söz, Hz. Ali'nin sözünün mânâsına işaret etmektedir.
Sözün kısası, zahirden
maksat, Arap dili açısından ondan anlaşılan şeydir; bâtın ise, kelâm ve
hitaptan Allah'ın gözettiği maksadıdır. "Kur'ân'ın bir zahiri bir de bâtını
vardır" diyen kimsenin maksadı, bu ise doğrudur ve hakkında herhangi bir
tartışma da olmaz. Ama bunun dışında başka birşeyi kastediyorsa, o zaman,
sahabe ve onları takip eden selef tarafından bilinmeyen yeni birşey getiriyor
demektir ve bu iddiasını isbat için de mutlaka kesin bir delile ihtiyaç vardır.
Çünkü iddia, Kitab'm tefsirinde baş vurulacak bir esas olmaktadır; dolayısıyla
onun zan ile sabit olması mümkün olamaz. Delil olarak kullanılan hadis ise,
eğer senedi sahih ise nihayet mürsel hadislerden biri olarak kabul edilir. Hal
böyle olunca, biz zahir ve bâtından maksadın, yapılan izah doğrultusunda
olması gerektiği sonucuna varmak durumundayız.
Bu mânâyı ortaya
koyacak örnekler vardır: İbn Abbâs anlatır: Hz. Ömer, beni Hz. Peygamber'in
ashabının bulunduğu meclislere kabul ederdi. Birinde Abdurrahman b. Avf:
"Onu bizim yanımıza alıyor (ve bizimle bir mi tutuyor)sun? Bizim onun
yaşında çocuklarımız var" dedi. Hz. Ömer ona, beni ilmimden dolayı kabul
ettiğini söyledi ve bana "Nasr" sûresi hakkında sordu. Ben: "O
Rasûhıllah'ın ecelidir; Allah Teâlâ onunla peygamberine öleceğini
bildirmiştir" dedim. Hz. Ömer: "Vallahi biz de yalnız senin bildiğini
biliyoruz" dedi. Bu sûrenin zahirine göre Allah Teâlâ, peygamberinden,
kendisine yardım ve fetih nasip ettiği için teşbih ve hamdetmesini
istemektedir. Bâtınına göre ise Allah Teâlâ, peygamberine ecelinin gelmiş
olduğunu bildirmiştir."Bugün size dininizi tamamladım[218]
âyeti indiğinde sahabe sevinmiş, Hz. Ömer ise ağlamış ve şöyle demişti:
"Kemâlden sonra mutlaka noksanlık gelir" O bu âyet ile Hz.
Peygamber'in vefatının yaklaştığını hissetmişti. Gerçekten de öyle oldu ve bu
âyetten sonra Rasûlullah , sadece seksenbir gün yaşadı.
Allah Teâlâ:
"Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin
durumu gibidir.[219]
buyurduğu zaman kâfirler: "Örümceğin, sineğin Kur'ân'da ne işi var?! Bu
Tanrı kelâmı değildir" dediler. Bunun üzerine: "Allah, sivrisineği
ve onun üstününü misal olarak vermekten haya etmez'[220]âyeti
indi.Onlar inen âyetin sadece zahirine bakmışlar ve ondan ne kastedildiğine
aldırış etmemişlerdi. Allah Teâlâ: "İnananlar ise, bunun Rablerinden bir
gerçek olduğunu bilirler'[221]buyurmuştur.
Konumuza, kâfirlerin
dünyaya bakış açılan da bir örnek teşkil eder. Onlar, dünyanın dış görünüşüne
kapılmışlar ve onu oyun, eğlence ve geçici bir gölge olarak kabul ederek,
ondan istifadelerini azamîleştirmeye çalışmışlardır. Bunun sonucunda dünyadan
gözetilen asıl amacı, onun bir geçit ve durak yeri olduğu, ebedî ikâmet yurdu
olmadığı hakikatini görememişlerdir. Geçen izah üzere bâtının mânâsı işte bu
olmaktadır.
"Orada ondokuz
bekçi vardır'[222] buyurulduğu zaman
kâfirler zikredilen sayının zahirine bakmışlar ve rivayete göre Ebû Cehil:
"Sizden her on kişi, onlardan birini tutmadan âciz kalmaz ya" demiştir.
Bunun üzerine Allah Teâlâ işin hakikatini (bâtınını) açıklamış ve
"Cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden kılmışız dır... Kalplerinde
hastalık bulunanlar ve inkarcılar: Allah, bu misalle neyi murat etti?'
desinler'[223] âyetini indirmiştir.
Münafıklar, "Eğer
bu savaştan Medine'ye dönersek, şerefli kimseler alçakları and olsun ki, oradan
çıkaracaktır''[224]
demişlerdi. Onlar dünya hayatının dış görünüşüne bakmışlardı. Allah Teâlâ,
âyetin devamında onların bu yanlışını düzeltti ve "Oysa şeref Allah'ın,
peygamberinin ve inananlarındır; ama münafıklar bu gerçeği bilmezler"
buyurdu.
"İnsanlar
arasında, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak için gerçeği boş
sözlerle değişenler ve Allah yolunu alaya alanlar vardır[225]İnsanlar
için bir hidayet, iyilik sahipleri için bir rahmet olan Kur'ân inmeye başladığı
zaman, kâfir en-Nadr b. el-Hâris, Fars ve eski câhiliye dönemi mitolojileri ve
şarkı türkü ile ona karşı koymaya çalıştı. Ayet, onun durumunu bildirmektedir.
Onun bu tavrı, Allah Teâlâ'nın indirmiş olduğu Kur'ân'm bâtınına itibar etmemek
oluyordu.
Allah Teâlâ,
münafıklar hakkında: "Ey inananlar! Onların yüreklerine korku salan,
Allah'tan çok sizlersiniz. Bu onların akıl etmez kimseler olmalarındandır[226]
buyurmaktadır. Bu onların, anlayışsızlıklarından kaynaklanmaktadır. Çünkü, aklı
başında olan kimse, ancak herşeyin mülk ve idaresini elinde bulunduranın sadece
Allah olduğuna ve herşeyde tasarrufta bulunanın yalnız O olduğuna inanan
kimsedir. Bu yüzden de onlar hakkında "Bu onların akıl etmez kimseler
olmalarındandır"[227]buyurmuştur.
"Anlamaz bir güruh olmalarına karşılık Allah onların kalplerini imandan
döndürmüştür'[228]âyeti hakkında da durum
aynıdır. Çünkü onlar "Bir sûre inince 'Sizi bir kimse görüyor mu?' diye
birbirlerine bakarlar, sonra dönüp giderlerdi'[229]
Bil ki, eğer Allah
Teâlâ, bir kavmi akılsızlıkla, anlayışsızlık ve bilgisizlikle suçluyorsa,
mutlaka bu, onların zahire takılıp kalmaları ve o sözden muradın ne olduğuna
itibar etmemeleri sebebiyledir. Eğer bir kavim hakkında da, onların anlayışlı,
akıl ve bilgi sahibi olduklarını belirtmişse, bu da mutlaka onların Allah'ın
hitabından maksadın ne olduğunu —ki bu o sözün bâtını oluyor— anlamaları sebebiyledir.
Fasıl:
Arap dili
hususiyetlerinden olup, Kur'ân'ın anlaşılması için gerekli olan herşey,
"zahir" kapsamına dahil olmaktadır.
Beyan ve belagata ait
meseleler, Kur'ân'm zahiri altında mütalaa edilir. Meselâ, âyetindeki "dayyik" kelimesi ile
âyetindeki "dâik" kelimesi arasındaki fark;[230]
şeklinde yapılan hitap
şekilleri arasındaki farkı; her ikisi de mü'minlerin vasıflarını bildiren
âyetlerden sonra geldiği halde âyetinde[231]
atıf harfi olan vâv kullanılmaz iken, âyetinde[232]
kullanılmış olması arasındaki fark[233]keza
aynı "atıf harfinin âyetinde[234]
kullanılmaz iken, âyetinde[235]
kullanılması arasındaki fark ^âyetinde[236]
selâm kelimesi merfû iken âyetinde[237]
mansûb olması arasındaki fark[238]
âyetinde hatırlamak için fiil kalıbı kullanılırken, görmek hakkında ism-i fail
kipinin kullanılması arasındaki fark[239]
âyetindeki237 "izâ" ile
"in" şart edatları arasındaki farkı, keza "izâ" ile fiilin
geçmiş zaman kipinde, "in" ile ise gelecek zaman kipinde
kullanılması arasındaki fark[240]
aynı şekilde âyetinde[241] ise
"izâ" dan sonra ferihû" fiilini geçmiş zaman kipinde,
"in" den sonra gelen "yaknetûn" fiilini de gelecek zaman
kipinde kullanması arasındaki farkı.,, evet bütün bu ve benzeri sonra gelen
Beyân âlimlerince muteber olan farklar, Arap dili hususiyetlerine uygun
biçimde kavranacak olursa, Kuran'ın zahiri işte o zaman anlaşılmış olacaktır.
Kur'ân'm i'câzımn
fesahat yönünden olduğunu söyleyenlere göre, onun mucizeliği işte bu yönden
hasıl olmaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Kulumuza indirdiğimizden
şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin[242]"Senin
için 'Onu uydurdu' diyorlar, öyle mî? De ki: 'Öyleyse onun sûrelerine benzer
uydurma on sûre meydana getirin, iddianızda samimi iseniz, Allah'tan başka
çağırabileceklerinizi de çağırın'[243] Bu
durumda, Kur'ân'm i'câzımn başka yolla değil de, fesahati ile olması uygundur.
Bu takdire göre, onlara genelde güç yetirebilecekleri bir sahada kendilerine
meydan okunmalı ve buna rağmen onlar acze düş-melidir. Çünkü onlar Hakk'a davet
edilmişler; fakat kalpleri Kur'ân'm indirilişinde gözetilen Allah'ın muradından
gafil olmuştu. Şimdi eğer onlar meydan okunma karşısında âciz kalırlarsa,
indirilen şeyin doğruluğunu anlayacaklar ve ona boyun eğeceklerdi. Bu,
hidayete ulaşmanın ve Allah Teâlâ'nın muradını anlamanın bir yolu olacaktı.[244]
Muhatabın kulluk
vasfım gerçekleştirmesini, Rablığın ancak Allah'a ait olduğunu ikrarı gerektiren
her bir mânâ da, Kur'ân'm bâtını ve onun indirilişinden gözetilen amaç
olmaktadır.
Bu, az Önce geçen
delillerle açıklık kazanır. Bu meyanda olmak üzere şunları da zikredebiliriz:
"Allah'a —kat kat karşılığını artıracağı—güzel bir ödünç takdiminde kim
bulunur?[245]âyeti indiği zaman
Ebu'd-Dahdâh: "Şüphesiz Allah, kerem sahibidir; bize verdiği şeyi bizden
Ödünç istiyor" dedi. Yahudiler ise: "Allah fakir; biz zenginiz'[246]
dediler. Ebu'd-Dahdâh'ın anlayışı, hakka uygundu ve murad olan bâtındı. Bir
rivayette ise Ebu'd-Dahdâh şöyle demişti: "Zengin olduğu halde, bizden
ödünç mü istiyor?" Hz. Peygamber onun bu sorusuna: "Evet, sizi
cennete sokmak için" şeklinde cevap verdi. (Hadiste bunun üzerine
Ebu'd-Dahdâh'ın içerisinde altı yüz hurma ağacı bulunan bahçesini Allah'a ödünç
verdiği anlatılır.)[247]Yahudilerin
anlayışı, Arap dilinin zahirini öte aşmamış, bunun sonucunda herşeyden müstağni
olan Rab Teâlâ'nın borç istemesini, fakir bir kulun borç istemesi şeklinde
yormuşlardır. Allah Teâlâ, bizi böylesi nasipsizlilderden muhafaza buyursun!
Bir başka delil şudur:
Emredilmiş bulunan ibadetler hatta emredilmiş ve yasaklanmış şeylerin tamamı,
sadece kulun, kendisine olan nimetlerinden dolayı Rabbine şükretmiş olması için
konulmuştur. Dikkat edilecek olursa Allah Teâlâ: "Belki şükredersiniz
diye size kulak, göz ve kalp vermiştir'[248]bir
başka âyette: "Ne kadar az şükrediyorsunuz?[249]
buyurur. Şükür, küfrün zıddıdır; iman ve onun şubeleri şükür olmaktadır. Bu
durumda mükellef, bu kasıt ile yükümlülük altına girdiği zaman, hitaptan
gözetilen mânâyı anlamış ve onun bâtın mânâsını tam olarak elde etmiş bir
kimse olur. Eğer, teklif yükü altına (İslâm'a) girmekle sadece malım ve canını
korumayı kastetmiş ise, o kimse maksadı kavrayamamış ve hitabın sadece zahiri
üzerine takılıp kalmış olur. Allah Teâlâ: "Puta tapanları bulduğunuz
yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları
bekleyin'[250] buyurup arkasından:
"Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse yollarını serbest
bırakın" deyince, münâfik, işin sadece zahir yönünü anlayarak
müslümanla-rın girdiği şeyin (yani İslâm'ın) malı ve canı kurtaracağını görmüş
ve bunun sonucunda dünyevî çıkarlarını korumak için ona girmiş, fakat İslâm'dan
gözetilen asıl maksadı terketmiştir. Bu maksat Kur'ân'm açıklamış olduğu kulluk
ve Hakk'a hizmet yolunda yürüme görevidir. Şimdi namaz, Allah'a huşu ve
tazarruda bulunma yoluyla O'na karşı şükretmiş olma mânâsını içerirken, bu
maksattan tamamen uzak olarak namaz kılan bir kimsenin, Kur'ân'm bâtınını
anlamış sayılması nasıl mümkün olabilir? Keza malı olup üzerinden bir sene
geçen zengin bir kimsenin, o malın cüzi: bir miktarını zekât olarak vermesi
suretiyle şükretmesi gerekir. Hal böyle iken, sene dolarken elindeki malı,
zekâttan kaçmak için bir yakınma (sonra geri almak niyetiyle) hibe eden ve
böylece zahirde zekât yükümlülüğünü kendisinden düşürmüş olan bir kimsenin,
Allah'ın nimetine karşı şükreden bir kul sayılması mümkün mü? Böyle birisinin
Kur'ân'm bâtınından nasibi olduğu söylenebilir mi? Aynı şekilde karısına sürekli
eziyet ve işkence ederek, hul' yoluyla verdiği mehri gönülsüz geri iade ederek
ayrılmaya zorlayan bir kimsenin, "Eğer ikisi Allah'ın yasalarını
koruyamayacaklar diye korkarsanız, o zaman kadının fidye vermesinde ikisine de
günah yoktur'[251] âyetinin gereği ile amel
etmiş olduğunu söyleyebilir miyiz? Ve böyle birinin: "Eğer ondan gönül
hoşnutluğu ile size birşey bağışlarlarsa onu afiyetle yiyin"[252]
âyetinin altına girebileceğini iddia edebilir [390] miyiz?
Hiyel çeşitleri de, bu
konuya örnek olur. Çünkü kendisine hitap edilen şeyin ruhunu (bâtın) kavrayan
bir kimsenin, Allah'ın hükümlerine karşı hileye girişmesi ve bunun sonucunda
onları tebdil ve tağyir etmesi mümkün değildir. Kim zahirî şekillere takılır
kalır ve hükümlerde gözetilen amaca (bâtın) bakmazsa, bu tür şaşırtıcı ve
yoldan çıkarıcı davranışlar içerisine dalacaktır.
Ehl-i "bidatin
ortaya attığı meseleler de bu kısım içerisine girer. Bunlar, fitne ve
bozgunculuk çıkarmak için Kur'ân'm müteşâ-bih unsurlarına tutunan ve keyfî
tevillere giren kimselerdir. Meselâ, Haricîler Hz. Ali hakkında şöyle
söylemişlerdir: "O Allah'ın dini hakkında yaratıkları hakem kıldı. Halbuki
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: 'Hüküm ancak-Allah'a aittir.[253]
kendisini müslümanlarm başı olmaktan uzaklaştırmıştır; öyleyse kâfirlerin başı
olmuştur" İbn Abbâs'a şöyle demişlerdir: "Onunla tartışmaya girmeyin.
Çünkü o Allah Teâlâ'nm haklarında: 'Onlar şüphesiz kavgacı bir millettir[254]buyurduğu
kimselerdendir". Müşebbihenin durumu da aynıdır. Onlar, âyetlerde Allah
Teâlâ hakkında kullanılan göz[255], el[256],
işiten ve gören[257],
avuç (kabza)[258] gibi kelimelerin
zahirine takılarak O'nu yaratıklara benzetme gibi yanlış bir sonuca varmışlar
ve ifrata düşmüşlerdir. Eğer Haricîler, Allah Teâlâ'nın, "Sizden iki âdil
kişinin hükmedeceği.[259]
"...Erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin[260]
âyetlerinde, dini hakkında yaratıkları hakem kılmış olduğuna baksalardı, Hz.
Ali'nin yapmış olduğu şeyin "Hüküm ancak Allah'a aittir" âyeti ile
bağdaşmaz olmadığım ve onun yaptığının da Allah'ın hükmü cümlesinden olduğunu
görürlerdi. Çünkü insanların hakem tayin edilmesi sonuç itibarıyla Allah'ın
hükmüne çıkmaktadır. (Çünkü tah-kîm usûlünü Allah koymuştur.) Dolayısıyla Hz.
Ali'nin yapmış olduğu benzeri işte de durum aynı olacaktır. Eğer onlar, onun
kendisini müslümanlarm emirliğinden uzaklaştırmasından, zıddınm is-batının
gerekmeyeceğini düşünselerdi, onun kâfirlerin başı olduğunu söylemezlerdi.
Müşebbihe de aynı şekilde eğer sözü edilen âyetleri "Leyse kemislihî
şey'un"[261] âyetine vursalar ve ona
göre anlasalardı, o zaman o âyetlerin bâtınını anlar ve Rab Teâlâ'nın herhangi
bir konuda yaratıklara benzemekten münezzeh olduğunu kavrarlardı.
Sonuç olarak diyebiliriz ki,
sırât-ı müstakimden kayan ve sapan her kimse, anlayış ve ilim açısından Kur'ân'm
bâtınından (ruhundan) kaybı oranında sapmıştır; Hakk'a ulaşan ve doğruyu elde
eden kimse de, keza onun bâtınına olan vukûfiyeti oranında başarılı olmuştur. [262]
Kur'ân'm zahirinden
maksadın, yalnızca Arap dili esaslarına göre anlaşılan şey olduğu konusunda
herhangi bir problem bulunmamaktadır. Çünkü katılan katılmayan herkes,
Kur'ân'm açık bir Arapça ile indiği konusunda görüş birliği içerisindedirler.
Yüce Allah: "And olsun ki: 'Muhammed'e elbette bir beşer öğretiyor'
dediklerini biliyoruz" buyurduktan sonra onların bu iddialarını: "Kastettikleri
kimsenin dili yabancıdır, Kur'ân ise fasih Arapça'dır[263]
buyurarak reddetmiştir. Bu red, cedelde cevapta aranacak şarta uygundur. Çünkü
kendi dilleri ile olan Kur'ân'dan anladıkları şeyle cevap vermiştir. Burada
beşerden maksat bir âlimdir. Kendisi hı-ristiyan iken raüslüman olmuştur. Veya
Selmân'dır; o da İranlı idi ve müslüman olmuştu. Ya da ittifakla dili yabancı
olan bir başka-sıydı. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Biz bu Kur'ân'ı
yabancı bir dil ile ortaya kayşaydık: 'Ayetleri uzun açıklanmalı değil miydi?
Bir Arab'a yabancı dille söylenir mi?' derlerdi'[264]
Bilindiği gibi, onlar Kur'ân'ın Arapça olmadığı konusunda herhangi birşey
söylememişlerdir. Bu da, Kur'ân'ın Arapça olduğunun onlarca da kabul
edildiğini gösterir. Bu sabit olduğuna göre, demek onlar Kur'ân'ın lafızlarını
sadece Arapça olması açısından anlamışlardı. Gerçi ondan maksadın ne olduğu
konusunda ittifak etmiş değillerdi, ama bu sadece Arap dili özellikleri üzere
câri olan zahir için şart da değildi.
Şu halde, Kur'ân'dan
elde edildiği öne sürülen ve fakat Arap dili üzere carî olmayan hiçbir mânânın
Kur'ân ilimleri ile ilgisi yoktur; ne kaynak ne de metot olamaz. Kim böyle bir
iddiada bulunursa, onun bu iddiası bâtıldır. Makâsıd bölümünde[265] bu
konunun açıklaması geçmişti. Bu vesileyle Allah'a tekrar hamdederiz.
Nasipsizin birinin
kendisinin Kur'ân'da zikredildiğini iddia etmesi bu konunun örneklerinden
birini teşkil eder: Beyân b. Sem'ân adında (Râfizîlerden) biri, "Bu insanlar
için bir beyândır'[266]
âyetinden maksadın kendisi olduğu kuruntusuna kapılmıştır. Bu apaçık bir konuda
yapılmış bir hezeyandır. Cehalet üzere sükût etmek, böylesi cüretkâr
iftiralardan daha hayırlıdır. Eğer bu iddiası, Arap diline uygun düşseydi,
tâbisi olan ahmaklar onu delillerinden biri sayarlardı. Ancak o, bu saçma sapan
sözleriyle kendi şaşkınlığını her yönden ortaya koymuş oluyordu. Allah Teâlâ,
aklımızı ve dinimizi bu tür saçmalıklardan korusun! Eğer "Hazâ beyânun
li'n-nâs" âyetindeki "Beyân" kelimesi onun özel adı ise, bu
cümle Arapça'da ne mânâya gelecektir. "Hazâ Zeydün li'n-nâs" deyince
insanlar ne anlayacaklardır? Aynı çirkeflik kendisine "Kisf ismi verip
de sonra: "Ve in yerav kisfen mine's-semâi sâkıtan...[267]
âyetindeki "kisften maksadın kendisi olduğu kuruntusuna kapılan kimse için
de varittir. Onun bu sakat anlayışına âyet nasıl delâlet edebilir? Onun bu sözü
ile aynı olan "Ve in yerav racülen mine's-semâi sâkıtan..." denilse
bundan Arap ne anlar? Zâlimlerin söyledikleri saçmalıklardan Allah Teâlâ
yücedir. Beyân b. Sem'ân, (Râfizîlerden) Beyâniyye denilen fırkanın kendisine
intisap ettiği kimse[268]
olmaktadır. O —İbn Kuteybe'nin sandığına göre— Kur'ân'ın mahluk olduğunu
ortaya atan ilk kimsedir. el-Kisf ise, el-Mansûriyye fırkasının kendisine
intisap ettikleri Ebû Mansûr'dur.
Bazı âlimler şöyle
anlatmışlardır: Kendisini Mehdî diye isimlendiren Şiî Ubeydullah İfrîkiyye'yi [269]
istilâ edip egemenliği altına aldığında Kütâme'den[270] İki
tane müsteşarı vardı; birinin adı Nas-rullah, diğeri de Feth idi. Mehdî onlara:
"Siz Allah'ın kitabında "İzâ câe nasrullahi ve'l-feth..." diye
adlarını zikrettiği kimselersiniz" derdi. Alimler, onun Allah'ın
âyetlerinde değişiklik yaparak tasarrufta bulunduğunu ve meselâ "Küntüm
hayra ümmetin..[271]
âyetini "Kütâme hayru ümmetin..." şeklinde değiştirdiğini söylemişlerdir.
Aklından zoru olmayan bir kimsenin böyle birşey söylemesi mümkün değildir.
Çünkü Nasruîlah ve Feth adındaki bu kimseler, Hz. Peygamberin vefatından
yüzlerce sene sonra ortaya çıkmışlardır. O zaman mânâ şöyle olacaktır: "Ey
Muhammedi Sen ölüp de bu ikisi yaratıldığı zaman ve insanların Allah'ın dinine
bölük bölük girdiğini gördüğünde Rabbini teşbih et..." Kah-rolasıca bu
şiînin ortaya attığı bu iftiradan daha çelişkili bir düzmece tasavvur
edilebilir mi?
Bazıları bir erkeğin
dokuz hür kadınla evlenebileceği düşüncesine kapılmış ve bu iddiasına:
"Fenkihû mâ tâbe lekum mine'n-nisâi mesnâ ve sülâse ve rubâa...[272]
âyetini delil olarak kullanmıştır. Arab'ın mesnâ, sülâse ve rubâa şeklindeki
kullanış tarzından neyi kastettiğini bilen bir kimsenin böyle saçma bir görüşe
ulaşması mümkün değildir.
Bazıları da domuzun iç
yağının ve derisinin helâl olduğu görüşünü: "Size murdar hayvan, kan ve
domuz eti haram kılındı...[273]
âyetinden çıkarmış ve etinden başka birşeyin haram kıhnmadığını söylemişlerdir.
Halbuki et (lahm) kelimesi, hem iç yağını hem de deriyi kapsar; aksi ise varit
değildir.
Bazıları ise,
"Onun kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır.[274] âyetindeki
"kürsfyi ilim ile tefsir etmiş ve şeklindeki tanınmayan bir beyit ile
istidlalde bulunmuştur. Sanki bunlara göre onun ilmi bilinmez. Sonra beyitte
geçen, kelime hemzelidir, âyette geçen Kürsî ise hemzesizdir. Bazıları
âye-tindeki[275] "ğavâ"
kelimesine çok yemekten do'ğan rahatsızlık manasını vermişler ve buna fazla
sütten tıkanan ve rahatsız olan buzağı için kullanılan , fiilinden geldiğini
delil olarak ileri sürmüşlerdir". Bu da sakattır; çünkü âyette geçen
"faale" kalıbından, delil getirdikleri kelime ise "faile"
kalıbından dır. Bazıları âyetindeki[276]
"zerae" fiiline atmak ve savurmak manası vermişlerdir ve buna sözünü delil getirmişlerdir. Halbuki âyette
geçen kelime hemzeli, delil getirdikleri kelime ise hemzesizdir. "Allah,
İbrahim'i dost (halîl) edindi." anlamına gelen âyetindeki[277]
"halîl" kelimesine, yoksulluk anlamına gelen uel-halletun kökünden
olduğunu söyleyerek "fakir" anlamı vermişlerdir. Buna da Züheyr'in
şu şiirini delil getirmişlerdirİbn Kuteybe şöyle demiştir: O zaman bu sözde
İbrahim için ne gibi bir fazilet söz
konusu olacaktır? Onlar bütün insanların Allah'a muhtaç olduğunu bilmiyorlar
mı? İbrahim'in [ "tS^t ] ne ayrıcalığı olur? İbrahim'in Halîlullah
olduğunun ifadesi, Musa'nın "Kelîmullah" , İsa'nın
"Rûhullah" olduğunun ifadesi gibi bir şeydir. Buna hadis de tanıklık
eder: "Eğer rabbimden başka bir dost (halîl) edinecek olsaydım, Ebû
Bekir'i edinirdim. Sizin sahibiniz, Allah'ın dostudur."[278]
İşte Kelâmcılardan bir
kısmı, re'ye tâbi olarak menkûl delilleri bir tarafa atmışlardır. Onların bu
tutumu, Allah Teâlâ'nın kelâmını, lafzından Arabm anlamayacağı şekilde ve
mânâsına da bir delil ikame edilemeyecek biçimde tahriflere sebep olmuştur.
Her ne kadar Arap
dilinden gözetilen maksatlar ve onun delâlet ettiği mânâlardan çıkma kabilden
ise de örnekleri çoğalttım ki, bunların ötesinde kalan benzerlerine ya da
onlara yakın durumda olanlara da ışık tutsun ve onlar üzerine de dikkat
çekilmiş olsun.
Fasıl:
Hitaptan muradın bâtın
(ruh) olduğu da, bundan önce geçen mesele sırasında ortaya çıkmıştı. Ancak
bunun iki şartı bulunmaktadır:
1. Arap dilinden gözetilen maksatlara uygun düşecek
şekilde, zahire uygun düşmesi.
2. Başka bir yerde o mânânın doğruluğunu gösterecek bir
nass ya da zahir bir delâlet şeklinin bulunması ve bir muarızın olmaması.
Birinci şart, Kur'ân'm
Arapça olmasının bir gereğidir. Çünkü eğer Kur'ân'a isnad edilen bir mânâ varsa
ve bu mânâ Arap dilinin gereklerinden değilse, o şeyin Arapça olduğunu söylemek
kesinlikle mümkün değildir. Çünkü o, Kur'ân'a yamanmaya çalışılan, fakat
Kur'ân'm ne lafzında ne de mânâsında ona bir delâlet bulunmayan birşeydir.
Böyle birşeyi kesinlikle Kur'ân'a isnad etmek doğru olamaz. Çünkü, medlulü
budur diye Kur'ân'a böyle bir isnadda bulunmak, onun tam zıddmı isnadda
bulunmaktan daha evlâ değildir ve onlardan birini diğerine tercihi gerektirecek
bir delil de yoktur. Hal böyle iken birini reddedip diğerini isbat etmek,
delilsiz yapılan bir keyfilik (tahakküm) ve Kur'ân'a yapılan açık bir
iftiradır. Böyle bir durumda, o mânâyı Kur'ân'a isnad eden kimse, Allah'ın
kitabı hakkında bilgisizce konuşan kimselerin kazanacağı günahın altına girer.
Kur'ân'm Arapça olduğu hakkında getirilen deliller aynısıyla burada da
geçerlidir.
İkinci şarta gelince;
eğer o mânâyı destekleyen Kur'ân'm başka yerinde bir delil bulunmaz ve aksine
onunla çelişen durumlar (ımı-ârız) bulunacak olursa, yapılan şey, Kur'ân
hakkında ileri sürülen iddialardan biri olur. Delilden yoksun kuru iddialar
ise, âlimlerin ittifakı ile makbul değildir.
İşte bu iki şart ile,
Kur'ân'm bâtınından maksadın[279]
açıkladığımız şekilde olduğunun doğruluğu açıklık kazanır. Çünkü her iki şart
da tam olarak bulunmaktadır. Bâtınîlerin yapmış olduğu teviller ise bunun
aksinedir; çünkü onların bizim açıkladığımız mânâda ne bâtın ne de zahirle
ilgisi yoktur. Meselâ onlar şöyle demişlerdir: "Ve Süleyman Davud'a vâris
oldu[280]
âyetinden maksat; İmam'ın Peygamber'in ilmine vâris olmasıdır. Ciinüplük,
çağırıya icabet edenin, henüz istihkak mertebesine ulaşmadan önce sırrı ifşa
etmesidir. Gusül, böyle yapan bir kimsenin ahdini yenilemesidir. Tahûr, İmâm'a
tâbi olma dışında her türlü inançlardan arınmak ve uzaklaşmaktır. Teyemmüm, dâî
ya da imamı görünceye kadar izin verilen şeylerden almaktır. Oruç, sırrı
tutmaktır. Kabe, Peygamber; kapı, Ali'dir. Safa, Peygamber; Merve Ali'dir.
Telbiye, dâiye icabette bulunmaktır. Yedi defa tavaf etmek, yedi imamın tamamına
değin Muhammed'i tavaf etmektir. Beş vakit namaz, dört esas ve İmam üzerine
getirilen delillerdir. İbrahim'in ateşi, gerçek ateş olmayıp Nemrud'un
öfkesidir. İshâk'ın boğazlanması, onun üzerine ahid almaktır. Musa'nın asası,
sihirbazların şüphelerini izale eden hüccetidir. Denizin yarılması, Musa'nın onlar
hakkındaki ilminin ikiye ayrılmasıdır. Deniz, âlimdir. Bulutların gölgelemesi,
Musa'nın irşad için İmam'ı tayin etmesidir. Kudret helvası (menn), gökten inen
ilimdir. Selva (bıldırcın), dâîlerden biridir. Çekirge, bit ve kurbağa,
Musa'nın onlara yöneltip tahakküm kurduğu sorularıdır. Dağların teşbih etmesi,
dinde sağlam insanların bulunmasıdır. Süleyman'ın hükümran olduğu cinler, o
zamanın bâtınîleridir. Şeytanlar ise, zor hükümlerle yükümlü tutulan
zahirîlerdir. Bunlara benzer daha nice gülünç ve zırva teviller vardır. Böyle
hezeyanlardan Allah'a sığınırız.
el-Kutbî şöyle der:
Ediblerden biri şöyle derdi: Râfızilerin Kur'ân tevilleri, Mekkeli birinin şiir
teviline ne kadar da benziyor! Çünkü o birinde şöyle demiş:
"Temimoğullarmdan daha yalancısını görmedim; şâirin:
beytinin kendilerinden
biri hakkında olduğu kuruntusuna kapılmışlardır" Kendisine: "Peki
beyit hakkında sen ne dersin?" dediklerinde şöyle dedi: Beyt (ev)
Beytullah'tır. Zurâra, Hıcr'dır" "Peki Mücâşi nedir'?" dediler:
"Su ile taşan Zemzem" dedi. "Ebu'l-FevârisT dediklerinde:
"Ebû Kubeys" dedi. "Nehşel'e ne demeli?" dediklerinde:
"Nehşel tefsiri en zor olanı" dedi ve bir müddet sustuktan sonra:
"Evet, Nehşel, Kabe'nin kandilidir; çünkü o uzun ve siyahtır ve bu
nehşeldir" dedi.[281]Nakil
burada bitti.
Fasıl:
Kur'ân hakkında bazı
müşkil açıklamalar yapılmıştır ki, onların da bu türden ya da sahih olan bâtın
kabilinden olması mümkündür. Bunlar, ilim ehlinden bazılarına nisbet edilen
hatta selef-i sâlihe kadar ulaşan şeylerdir.
Sûre başlarında
bulunan gibi harfler hakkında gelen yorumlar bu kabildendir. Bunlar çeşitli
şekillerde yoruma
tâbi tutulmuşlardır.
Bunlardan bir kısmı doğru kabul edilebilecek durumda iken, diğer bir kısmını
kabul etmek mümkün değildir. Meselâ, İbn Abbâs'tan Elif Lâm Mîm hakkında:
"Elif, Allah; Lâm, Cibril; Mîm, Muhammed'dir" şeklinde bir yorum
nakledilmektedir. Bu —eğer nakil sahih ise— bir müşkil olarak karşımızda durmaktadır.
Çünkü böyle bir kullanış şeklinin Arap dilinde bulunduğu asla bilinmemektedir.
Böyle birşeye ancak lafzı ya da hal karinesinin delâlet etmesi halinde
başvurulurdu. Meselâ şu sözlerde olduğu gibi:
Elîf Lâm Mîm hakkında
nakledilen ise böyle değildir.[282]
Sonra lafzîden vazgeçtik, haricî başka bir delil (hal karinesi) de yoktur. Eğer
olsaydı, âdeten onun nakledilmesi gerekirdi. Çünkü konu, delillerin
nakledilmesi için yeterli gerekçelerin bulunduğu bir konudur. Eğer bu
harflerin tefsir edilmesi sahih olsa ve mânâlarının açıklanması murad
edilseydi, o zaman bu konu hakkında mutlaka doyurucu deliller nakledilirdi.
Böyle birşey sabit olmadığına göre bu durum, onların müteşâbihâttan olduklarına
bir delil olur. Eğer onlara delâlet eden bir delil bulunursa, delilin gereği ne
ise o yapılır.
Bazı âlimler, bu
harflerden maksadın hece harflerine işaret olduğunu söylemişlerdir. Bu izaha
göre Kur'ân, işte bu hece harflerinden meydana gelmiştir ve Arapça'dır.
(Dolayısıyla buyurun; eğer Allah katından olduğuna inanmıyorsanız onun bir
benzerini de siz getirin, mânâsına gelir.) Bu görüş birinciye nisbetle daha
tutarlıdır.
Bu harflerin remizler
(sırlar) olduğu ve Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini söyleyenler
de olmuştur ki bu, konuyla ilgili görüşler içerisinde en açık olanıdır. Şu
halde bu harfler, müteşâbihâttandır.
Bazılarına göre
bunlardan maksat, bu ümmetin ecelini belirleyen sayı remizleridir (cifr hesabı
gibi). Siyer kitaplarında bu mânâya delâlet eden sözler vardır. Bu iddianın
dikkate alınabilme-si için, Kur'ân'm indiği sırada Araplar'ın harflere belli
sayılar yükleyerek tarih düşme ya da zaman belirleme gibi bir usûlü bildikleri
sabit olmalıdır. Oysaki onların böyle şeyleri bildikleri asla sabit değildir.
Bunun aslı, Siyer müelliflerinin de zikrettiği gibi Yahudilere day anm akta
dır.
Görüldüğü gibi, ortaya
konulan kıstaslara vurduğumuz zaman bu gibi sözler bir problem arzetmektedir.
Sûre başlarında bulunan harflerle ilgili olarak zikredilen diğer sözler de aynı
derecede müş-kil gözükmektedir. Buna rağmen, ilme intisap ettiklerini, hatta eşyanın
hakikatına keşif yoluyla vakıf olduklarını söyleyen bazı kimseler, bu
görüşleri Kur'ân hakkında ileri sürdükleri iddialarına hüccet kabul etmişler ve
muhtemelen bunlardan bir kısmım da Hz. Ali'ye isnad etmişlerdir. Bunlar, sözü
edilen yorumları ilimlerin aslı, dünya ve âhiret hallerine mükâşefe yoluyla
vakıf olabilmenin kaynağı sanmışlardır. Gariptir ki bu kimseler, bu konuda
hiçbirşey bilmeyen üramî Arap halkına yönelik olan ilâhî hitaptan Allah'ın
muradının bunlar olduğunu iddia etmişlerdir. Haydi diyelim ki onlar, kısmen
sûre başlarında murad olsun; peki onların çeşitli şekillerde terkip edilmesi
ve birbiri ile çarpılması yoluyla her hal ve durum üzere delâlet ettiklerine[283],
onların dört tabiata nisbetine ve varlık âleminde etkin olduğuna; her
mufassalın özü, her mevcudun unsuru olduğuna delil nerede?! Onlar bu konuda
çeşitli tertipler yapmaktadırlar ve onların hepsi de keşf ve gayba ıttıla esası
üzerine dayandırılmaktadır. Keşf iddiası, şer'î konularda kesin olarak bir
delil değildir. Kaldı ki şeriat dışında diğer hususlarda da —inşallah ileride
geleceği gibi— delil sayılmamaktadır.
Fasıl:
Bu kabilden olmak
üzere, Sehl b. Abdillah'tan Kur'ârVm bâtı-nî yorumu hakkında nakledilen bazı
şeyleri örnek gösterebiliriz. (Allah'a zıdlar yani denkler ve ortaklar
koşmayın1 anlamında olan) "Felâ tec'alû lillâhi endâden'[284]
âyeti hakkında şöyle demiştir: "Allah'a koşulan en büyük nidd (yani zıd,
ortak), Allah'tan gelen herhangi bir hidâyete tâbi olmaksızın her türlü
kötülüğü emreden, hazları peşinden koşan nefs-i emmâredir" O, bununla
nefs-i emmârenin, endâd kelimesinin umumu altına girdiğini demek istiyor.
Dolayısıyla âyeti biraz açacak olursak mânâ: 'Allah'a zıdlar koşmayın; ne bir
put, ne bir şeytan, ne nefs-i emmâre ne de bir başka şey..." şeklinde
olacaktır. Bu gerçekten izahı zor bir tefsirdir. Çünkü âyetin sevk şekli ve
mevcut karineler, endâd dan maksadın onların tapmakta oldukları putlar ya da
benzeri şeyler olduğunu göstermektedir. Onlar hiçbir zaman kendi nefislerine tapınmıyorlar
ve onları kendilerine tanrı edinmiyorlardı. Ancak onun bu tefsirini doğruya
çıkarabilecek bir yön de yok değildir. Çünkü o, bu sözünü söylerken,
"Âyetin tefsiri sadece budur" dememiş, onu şer'an nidd kabul
edilebilecek birşeyle izahta bulunmuştur. Onun bu telakkisine Kur'ân iki
açıdan destek vermektedir:
Birincisi:
Değerlendirici, bazen âyetin mânâsından itibar yoluyla bir mânâ çıkarır ve onu
âyetin hakkında inmediği başka birşey hakkında icra eder. Çünkü kasıt açısından
her ikisi arasında müştereklik ya da yakınlık vardır. Nidd demek, karşıtına zıt
olan ve onunla çatışma halini sürdüren demektir. Nefs-i emmârenin durumu da
böyledir. Çünkü o sahibine, kendi hazlarma riayet etmesini emreder ve onu
Yaratıcısının haklarına riayetten meneder, oyalar ve saptırır. Zıddın, zıddı
ile ilgilenmesi ve ona karşı koyması da işte bunun içindir. Onlar putları
bizzat bu mânâ için dikmişlerdir. Öte yandan bu yaklaşımın doğruluğunu
destekleyen âyet de vardır. Allah Teâlâ: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını,
papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler'[285]buyurur.
Bilindiği gibi onlar Allah'tan başkasını Rab edinmemişlerdi. Ancak onlar
âyette sözü edilen kimselerin emirlerine uymuş, yasaklarından kaçınmışlar ve
nasıl olursa olsun onlara itaat göstermişlerdi. Onlar birşeyi haram kılınca,
tabileri de haram kabul etmiş, kendilerine mubah kıldıkları şeyi de helâl
saymışlardı.[286] İşte bu yüzden Allah
Teâlâ onlar hakkında: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve
Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler" buyurdu. Nefsinin arzu
ve hevesleri peşinden koşanın durumu da aynıdır.
İkincisi: Ayet her ne
kadar putperestler hakkında inmiş ise de, müslümanlarm da ondan kendilerine bir
pay çıkarmaları mümkündür. Nitekim Hz. Ömer, halifeliği sırasında (kaliteli
olmayan (haşin) yiyecekleri tercih eder, yamalıklı elbiseler giyerdi.)
Mü'min-lerden ailelerinin nafakaları konusunda genişlik gösteren bazılarını
gördüğünde "Bu 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi
harcadınız...' âyeti sizi nereye götürecek?!" derdi. O, bu âyetten
kendisine de bir pay çıkarırdı. Halbuki sözün akışı (siyak), âyetin dünya
hayatına razı olup âhirete aldırış etmeyen kâfirler hakkında nazil olduğunu
göstermektedir. Nitekim âyet: "İnkâr edenler, ateşe sunuldukları gün,
onlara 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan herşeyi harcadınız... Ama
bugün alçaltıcı bir azap göreceksiniz' denir'[287]
şeklindedir. Bu konuya Umum ve Husus bahsinde değinilmişti[288]Durum
böyle olunca "Felâ tec'alû lillâhi endâden'[289]
âyetindeki endâd altına nefs-i emmârenin de sokulması sahih olacaktır. Allahu
alem!
Fasıl;
Yine Sehl'den
nakledilir[290] "Bu ağaca
yaklaşmayın'[291] âyetindeki yasaktan
maksat gerçek anlamda yemek değildir. Burada kastedilen şey himmetin Allah'tan
başkasına yönelmesidir. Bu durumda âyetin mânâsı: "Benden başka
hiçbirşeye ilgi duyma, dayanma" şeklinde olur. Âdem , himmet ve tedbirden
korunmuş olmadığı içindir ki, başına gelenler gelmiştir. Kendisinde olmayan
şeyi iddia eden ve nefsinin arzularına kapılarak ona meyleden herkesin durumu
da aynıdır ve böyle bir durumda o kimse yaratılış özelliklerinin de bir gereği
olarak Allah'tan uzaklaşma durumuna düşer. Ancak Allah Teâlâ ona acır ve onu
tedbire sarılma gibi durumlardan korur, düşmanına ve nefsine karşı himaye
ederse bu bir istisna olur. İşte Adem, cennette ebedî kalma arzusuyla kalbinin
tedbire meyletmesinden korunamadı. Bu fer'î[292]konuda
başına gelen belâ, nefsinin kendisine vesvese verdiği şeye kalbinin meyletmesi
sonucunda oldu. Böylece, kader sâiki ile hevâ ve şehvet ilim, ve akla galebe
çaldı.
Onun âyet hakkında
söylediği bu sözler, âlimlerin yaptıkları açıklamalara terstir. Çünkü onlar
yasaktan maksatin ağaçtan yemek olduğunu, himmetin Allah'tan başkasına
yönelmesi olmadığını söylemişlerdir. Her ne kadar yemek de yasak ise de,
Sehl'in yaptığı bu tevilin izahı yok değildir. Çünkü âyette yasak, sadece
yaklaşma üzerine gelmiştir ve yemek hakkında da açık olarak gelmemiştir.
Yapılan tevil ile lafız arasında bir bağdaşmazlık da yoktur. Sonra yasağın
mücerred yaklaşma üzerine hasredilmesi sahih olmaz. Zira böyle bir yasak
münasebetsiz olur. Zaten böyle birşey söyleyen de olmamıştır. Şu halde yasak,
yaklaşmada bulunan bir mânâya yönelik olacaktır. Bu da ya almak ya da yemektir
veya yemek sonucunu doğuracak başka birşeydir yani himmeti ona yöneltmektir.
Çünkü himmetin ona yönelmesi, yeme fiilinin gerçekleşmesi için bir asıldır.
Bir fayda elde etmek ya da bir zarar uzaklaştırmak için Allah'tan başkasına
meyletmenin yasak olduğunda da kuşku yoktur. Böylece yapılan tefsirin açık bir
izah şekli olduğu görülür. Buna göre o, sanki şöyle demiş olur: Yasak,
mücerred yemek hakkında gelmemiştir; aksine yemek sonucunu doğuracak olan şeye
yani Allah'tan başkasına meyle yönelik gelmiştir. Çünkü yasağa uysaydı,
kendisini sadece Allah'a vermiş ve bir başka şeye meyletmiş olmayacaktı. O
böyle yapmayıp, ağaçta bulunan birşeye meyledince, şeytan onu aldatmış oldu.
Ağaçta olduğunu sandığı şey, şeytan tarafından iddia edilen ebedîlikti. Bunun
sonucunda Allah Teâlâ onun hakkında ''isyan" sözcüğünü kullandı, sonra o
tevbe etti, Allah da affetti. Şüphhesiz O tevbeleri kabul eden ve merhameti her
şeyi kuşatandır.
"Allah için
yeryüzünde konulan ilk ev..[293]
âyeti hakkında da şöyle demiştir: "Evin bâtını tefsiri, Muhammed'in kalbidir.
Allah'ın, kalbine tevhidi koyduğu kimseler ona inanır ve tabi olurlar" Bu
tefsir izaha muhtaçtır. Çünkü böyle bir mânâyı Arap bilmez. Üstelik ona uygun
mecazî bir vaz' şekli de yoktur ve sözün akışı ile herhangi bir münasebeti de
bulunmamaktadır. Hal böyle iken böyle bir izah nasıl yapılabilir? Şu kadar var
ki, o bunun Kur'ân'm tefsiri olduğunu söylememiştir ve bu onun için bir mazeret
olabilir. Şu halde ilgili problem de ortadan kalkmış olur. Geriye hârici bir
durumun dikkate alınması suretiyle yapılan yorumların izahı üzerinde durmak
kalıyor ki inşallah bu da açıklanacaktır.[294]
"Cibt ve Tâğût'a
inanırlar'[295] âyeti hakkında da şöyle
demiştir: "Bütün Tağûtlarm başı, masiyet karşısında başbaşa kalınması
halinde nefs-i emmâredir" Onun bu sözü de, bir Önceki gibidir. Eğer onun
tefsir olduğu farzedilecek olursa, o zaman durum, "Felâ tec'alû lillâhi
endâden'[296] âyetinde geçtiği gibi
olur.[297]
Nisa 4/36 âyeti
hakkında ise şöyle demiştir: "el-Câru zî'l-kurbâ" kalptir;
"el-câru'l-cünüb" nefs-i tabî'îdir; "es-sâhibu bi'l-cenb"
şeriatın işine uyan akıldır; "ibnu's-sebîl" Allah'a itaatkâr olan
organlardır"
Bu da aynı şekilde izahı güç sözlerdendir. Başkalarının da buna benzer
sözleri vardır. Şöyle ki: Bu âyetten Arap dilinin özellilk-leri üzerinde
yürüyen kimsenin anlayacağı şey, onun zahiridir, yani "el-Câru
zî'l-kurbâ" ve diğerlerinden ne kastedildiği ilk etapta anlaşılan
şeylerdir. Bunun dışında onlara yüklenmek istenen mânâlar Arabm bilmediği
şeylerdir. Ne inananları ne de inkâr edenleri bu âyetten, Sehl'in anladığı
mânâyı hiçbir zaman anlamazlar. Bunun en güzel delili, sahabe ve tabiîn
neslinden oluşan seleften Kur'ân tefsirine dair bunlara benzer ya da yakın
izahların nakledilmemiş olmasıdır. Eğer onlar bu türden tefsirler yapacak olsalardı
mutlaka kendilerinden nakledilirdi. Zira onlar, Kur'ân'm hem zahir hem de
bâtınını anlama konusunda bütün âlimlerin ittifakı ile daha önde bulunan
kimselerdi ve bu ümmetin sonra gelenlerinin Önde gelenlerin üzerinde
bulunduğundan daha doğru şeyler ortaya koymaları mümkün değildir, kaldı ki
sonrakiler Allah'ın şeriatını bilme konusunda öncekilerden daha anlayışlı da
değillerdir. Öte taraftan yapılan bu tefsirlerin doğruluğunu gösterecek bir
delil de yoktur; sözün akışı da desteklememekte, üstelik onunla bağdaşmamaktadır[298],
ayrıca haricî bir delil de bulunmamaktadır. Zira onun böyle olduğunu gösteren
başka bir delil yoktur. Dolayısıyla bu gibi tefsirler, Kur'ân hakkında ileri
sürülen ve reddi sabit olan Bâtınî vb. tevillerine daha yakın gözükmektedir.
"Camdan yapılmış
mücellâ bir salon" mânâsına gelen "Sarhun mümerredun min kavârîr'[299]âyeti
hakkında da şunları söylemiştir: "Sarh" nefistir;
"el-mümerred" ise hevâdır; Allah'ın kulunu koruma altına almayı
terketmesi sebebiyle hevâ galebe çalarsa, hidayet ışıldarmı örter"
"İşte zulüm
etmelerine karşılık çökmüş bulunan evleri" anlamındaki "Fe ülke
büyûtuhum hâuiyeten bimâ zalemû[300]
âyeti hakkında da şöyle demiştir: "Onlar kendilerinin emir ve yasaklarla
muhatap olduklarını bildikleri halde kendilerine yasaklanan şeyleri irtikap
etmeleri yüzünden kalpleri harap oldu. Büyüt (evler), kalplerdir. Onlardan
bazısı, zikir ile mamurdur, bazısı da zikirden gafletinden dolayı
haraptır"
"Allah'ın
rahmetinin belirtilerine bir bak, yeryüzünü ölümden sonra nasıl diriltiyor?[301]
âyeti hakkında ise, kalplerin zikir ile diriltilmesi muraddır,
demiştir."Karada ve denizde fesat çıktı'[302]
âyeti için de: "Allah Teâlâ, kalbi denize, organları ise karaya
benzetmiştir. Keza onu (kalbi) bitkilerle güzelleşen yeryüzüne benzetmiştir.
Ayetin bâtını işte budur" demiştir.
Bazıları:
"Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını yasak edenden... daha
zâlim kim vardır?'[303]
âyetini şöyle yormuşlardır: Mescidler, kalplerdir ve onlar işlenen günahlarla
Allah'ı anmaktan alıkonur"
(Tesniye sîgasıyla
"Pabuçlarını çıkar!" anlamına gelen) "Fah-la' na'leyk"[304]
âyeti hakkında "na'leyk"in bâtını, dünya ve âhirettir demişlerdir.
eş-Şiblî'den "Fahla' na'leyk"in mânâsı hakkında: "Senden olan
herşeyden arın ki bize tam olarak ulaşasın" dediği nakledilmiştir. İbn
Atâ, "Fahla' na'leyk" hakkında: "Kâinattan sıyrıl ve bu hitaptan
sonra artık ona bakma" demiştir. Yine o, "Na'l" nefistir;
"mukaddes vâdî", kişinin dinidir; yani nefsinden kurtulmanın ve dinin
ile bizimle birlikte olmanın vakti geldi, demektir. Daha başka şeyler de
söylemişlerdir ki bunların hepsi, seleften gelen nakiller içerisinde
bulunmayan mânâlardır.
Bütün bunlar —eğer
nakli sahih ise— Arabm anladığı mânâların dışında şeylerdir ve Allah'ın kelâmı
hakkında muraddır diye ileri sürülen ve delilden yoksun bulunan iddialardır.
Hz. Ebû Bekir Sıddîk şöyle derdi: "Eğer Allah'ın kitabı hakkında
bilmediğim birşeyi söyleyecek olursam, hangi gök beni altında gölgelendirir ve
hangi yer beni üstünde barındırır?" Hadiste de: "Kim Kur'ân hakkında
kendi görüşünce birşey söylerse, isabet etse de hata etmiş olur'[305]
Buna benzer daha başka uyarıcı sözler vardır. Buna rağmen, izaha ihtiyaç
duymamanızın sebebi, bu gibi sözlerin kadri yüce insanlardan nakledilmiş
olmasıdır. Hatat el-Gazzâlî bile , Ihyâ'smda ve diğer eserlerinde bunlara yer
vermiştir. Konu, bu insanların sözü edilen yorumlardan ne kastettiklerini
bilmeyen kimseler için yanlış anlamaların olabileceği bir yerdir. Çünkü bu
gibi sözler karşısında insanlar iki gruptur:
Bir grup, onları
tasdik ve zahiri üzere olduğu gibi alıp kabul etmekte ve Allah'ın kitabından
muradın o olduğuna inanmaktadır. Bunun sonucunda, tefsir kitaplarında o
yorumlara ters düşen sözlerle karşılaştığı zaman ya onları yalanlamakta ya da
bocalamaktadır.
Bir diğer grup ise bu gibi
yorumları mutlak surette yalanlamakta ve reddetmekte; onların Allah'ın kitabına
yapılmış iftira ve yalanlar olduğuna inanmakta ve onları Bâtınî tevilleri ile
eş tutmaktadır. Her iki grup da insaf ölçülerinden biraz uzaklaşmaktadırlar.
Bu gibi problemleri izale için konuya girmeden önce, bu kabilden nakledilen
şeylerin durumunun açıklık kazanacağı herkesçe kabul gören bir esasın ortaya
konması gerekmektedir. O da şudur: [306]
Deriz ki: Kalplere
doğan ve basiretlere âyân olan Kur'anî mülâhazalar (i'tibârât-ı Kurâniyye[307])
eğer şartlarını tam olarak bulundurmak suretiyle sahih olurlarsa iki kısımda
mütalaa edilirler:
1.
Asıl doğuşu
Kur'ân'dandır ve şâir mevcut varlıklar ona tâbi olur. Basiret nurunun evrendeki
perdeleri duraksamaksızm kaldırabilmesi için, genel anlamda mülâhazanın sahih
olması gerekir. E-ğer duraksama varsa, o mülahaza —seyrü sülûkünü tamamlamış
ehl-i tahkikin açıkladığı üzere— ya sahih değildir ya da tam değildir.
2.
Asıl doğuşu mevcudat
olur —bunun cüz'î ya da küllî olması farketmez— ve Kur'ânî mülâhaza ona tâbi
olur.
Eğer birinci türden
ise, o mülâhaza sahihtir ve Kur'ân'm bâtınını anlama konusunda o, problemsiz
muteber kabul edilir. Çünkü bu durumda Kur'ân'm anlaşılması, kalplere ancak
Kur'ân'm iniş amacına uygun olarak doğar. Bu amaç onun, mutlak olarak değil de
yükümlülüklerin çeşidi ve haller itibariyle mükelleflerden her birine uygun
düşecek şekilde tam hidayet olmasıdır. Durum böyle olunca, bu hidayetin yolu
üzere yürümek, sırât-ı müstakim üzere yürümek olacaktır. Sonra Kuranı
mülâhazalar ancak ve ancak tak-lid ya da ictihad üzere amel yönünden Kur'ân'a
ehil olan kimselerden doğabilir. Böylesi insanlar ise, aynen onunla amel etme,
onun ahlakıyla ahlâklarıma konusunda onun sınırlarını aşmadıkları gibi,
mülâhazaları sırasında da Kur'ân'ın genel çerçevesini dışarı taşmazlar. Aksine
onlara anlayış kapısı, onun içerdiği hükümlere uygun düşecek şekilde aralanır.
Buna göre, bu türden olan Kur'ânî mülâhazaların normal seyrinde cereyan etmiş
olacağı için kabul görmesi ve muteber sayılması lâzım gelecektir. Buna, Selef-i
sâlih-den Kur'ân'ı anlayışları hakkında bize kadar gelen nakiller şahitlik
eder. Çünkü onların tamamı Arap dilinin ve şer'î delillerin gerekleri
doğrultusunda olan şeylerdir. Nitekim daha Önce açıklanmıştı.
Eğer ikinci türden
ise, o zaman Kur'ân'm bâtınını anlamak için onu dikkate alıp almama konusunda
durup araştırmak lâzımdır. Onların mutlak olarak alınması mümkün değildir.
Çünkü onlar, birincinin aksinedir ve Kur'ân'm anlaşılması konusunda mutlak
surette dikkate alınacaklarını söylemek sahih değildir. Bu durumda deriz ki:
Zikri geçen âyetlerde
sözü edilen bâtını mânaların, geçen şartların gereği üzere câri olmadıkları
ortaya çıkarsa, o zaman onlar Kur'anî olmayan bir mülâhazaya yönelik
olacaklardır. Buna da vücûdî (ya da haricî) mülâhaza denir.[308]
Bunlar vakıada yer aldıklan için, Kur'ân'a onlara uygun mânâlar vermek sahih
olur. O, bu cihetten, hâss değil de müşterek olur. Dolayısıyla böyle bir mülâhazada
bulunan kimseden, ona uygun düşen bir şahit istenmez. Ancak mürşidin ihtiyaç
duyduğu hariç.(?) O hâss bir durumdur ve bu-rasıyla ilgili olmayan kendi başına
bir ilimdir. Bu yüzden de mahalline hasredilir: Buna göre "el-câr zî
kurbâ" nm kalp; "el-câr el-cü-nüb" ün nefs-i tabî'î... olması
bir mülâhaza olarak sahih olabilir. Çünkü varlık âleminde bulunan şeylerin
birbirine karşılık tutulması, erbabı katında hem sahih hem de kolaydır. Şu
kadar var ki, ilimde yüksek payeye ermiş olmayan ya da onun irşadı altında bulunmayan
kimseler için bu, aldatıcı olmaktadır.
Sonra, Kur'ân hakkında
bu tür mülâhazalar ileri süren kimseler, hitaptan maksûd olan mânânın sadece
bu olduğunu iddia etmemişlerdir; bilakis mülâhazasını ileri sürmekte ve onun
murâd-ı ilâhî olduğu konusunda ise sükût etmektedirler. Eğer bu kabilden birşey
gelmiş ve sahibi murâd-ı ilâhînin o olduğunu söylemişse, o, Kur'ânî ile vücûdî
(yani haricî ya da vâki'î) mülâhazalar arasında ayırım yapmayan hal erbabından
olmalıdır. Bu durum, en çok sey-rü sülük esnasında epey yol alan, yolunda
yürüyen fakat henüz matlûbuna ulaşamayan kimselerde görülür. Bâtmîlerden vb.
olup da sözüne bir değer verilmesi gerekmeyen kimselerin ortaya attıkları
şeylere ise itibar edilmez. el-Gazzâlî, Mişkâtu'l-envâr'da, İhyâ'nın Şükür
bölümünde[309] ve Cevâhiru*l-Kur*ân
adlı kitabında[310]Kur'ânî
itibar ile diğerleri hakkında konuya açıklık getirecek örnekler vermiştir.
Oralara bakarak konu üzerinde düşününüz. Başarı ancak Allah'tandır.
Fasıl:
Aynı durum Sünnet için de
sözkonusudur; çünkü gerek Kitap ve gerekse Sünnet geçen ve şahitleri ortaya
konulan sahih mülâhazalara ve aynı şekilde haricî itibarlara açıktır. Benzer
şeyleri, "İçerisinde köpek ve suret bulunan eve melekler girmez"[311]
hadisi vb. hakkında da farzetmişlerdir. Hak ve doğruya ulaşma yolu açıklık
kazandığına göre, burada tekrara girmeye gerek duymuyoruz[312] .
Medine döneminde inen
sûrelerin Mekkî sûreler üzerine bina edilerek değerlendirilmeleri, keza Mekkî
ve Medenî olan sûrelerin de kendi aralarında nüzul sırasına göre birbiri üzerine
tertip edilerek ele alınmaları gerekir. Aksi takdirde doğru olmaz. Bunun delili
şudur: Medine döneminde gelen sûrelerin mânâsı çoğu kez Mekkî olanların mânâsı
üzerine kurulmuştur. Nitekim her iki dönemde, sonra gelen nasslar da, daha
önceden gelmiş olanların üzerine tertip edilmiştir. Bu sonucu istikra ortaya
koymuştur. Bu ya bir mücmelin beyanı, ya umumun tahsisi, ya mutlakın takyidi,
ya detayları getirilmemiş olan şeylere açıklık kazandırılması veyahut da
tamamlanmamış olan şeylerin tamamlanması yoluyla olmuştur.
Bunu teyid eden ilk
şahit, şeriatın bizzat kendisidir; çünkü o, ahlâkî güzellikleri tamamlamak ve
İbrahim'in [şeriatından tahrife uğrayan şeyleri düzeltmek için gelmiştir,[313]
Bu ilk şahidin
arkasından En'âm sûresi gelir. Bu sûre inançların esaslarını ve dinin
temellerini açıklamak üzere inmiştir. Alimler, Kelâm âlimlerinin
Vâcibul-Vücûd'un (yani Allah'ın) isba-tından başlayarak devlet başkanlığına
kadar sıraladıkları tevhid esaslarını bu sûreden çıkarmışlardır. Bu onların
söyledikleri. Bir de bizim kitabımızda ortaya koyduğumuz bakış açısından
yaklaşıldığı zaman, bu sûrede şeriatın bütün küllî kaidelerinin açıklanmış
olduğu yakından görülecektir.[314] Bu
kaideler öyle bir özellik arze-der ki, bunlardan biri ihlâle uğradığı zaman
şeriatın düzeni bozulur; onlardan biri bulunmasa genel esaslar eksik kalır.
Sonra Hz.
Peygamber Medine'ye hicret ettikten sonra
kendisine gelen ilk sûre Bakara sûresi oldu. Bu sûre, En'âm sûresinde konulmuş
olan temeller üzerine kurulan takvanın esaslarını belirtmiştir. Çünkü bu
sûrede mükellefe ait bütün fiillerin hükümleri açıklanmıştır. Eğer başka
sûrelerde de ele alınmışlarsa, bu Bakara sûresinde bulunanların tafsilatı
mahiyetindedir. Bakara sûresi (mükellefe ait fiillerle ilgili olmak üzere)
anahatlarıyla şu konuları içerir: İslâm'ın esasları olan ibâdetler; yemek,
içmek vb. konularla ilgili hükümler; alış-veriş, nikâh, talâk ve bunlarla
ilgili konular gibi muamelât; ceza hukuku ile ilgili hükümler...Aynı şekilde
bu sûre, dinin, nefsin, aklın, neslin ve malın korunması gibi zarurî esasları
da içerir. Eğer bu sûrede, En'âm sûresinde olmayan birşeye temas edilmişse, bu
ikmâl esasına mebnî olmuştur. Daha sonra gelen Medenî sûreler, aynen sonraki
tarihli Mekkî sûrelerin En'âm sûresi üzerine bina edildiği gibi, Bakara sûresi
üzerine kuruludur. Diğer sûreleri de iniş sırasına göre ele aldığımız zaman,
tıpa tıp onların da kendi aralarında aynı durumda olduklarını görürüz. Bu
itibarla Kitap üzerinde değerlendirme yapacak kimselerin bu noktayı gözardı
etmemeleri gerekmektedir. Çünkü bu, Tefsir ilimlerinin inceliklerindendir ve
kişi, bu konudaki bilgisi oranında, Allah Teâlâ'nın kelâmını daha iyi bir
şekilde kavrayabilecektir.
Fasıl:
Aynı durum Sünnet için
de varittir. Çünkü o, Kitab'm açıklayı-cısıdır. Dolayısıyla değerlendirme ve
açıklama konusunda, mutlaka Kitab'a uygun bir şekilde ele alınacaktır Onlardan
hangisinin tarih itibarıyla daha sonra varit olduğunu bildiğimizde, hadislerde
meydana gelen nâsih ve mensûhlan ayırt edebiliriz. Nitekim Kur'ân'da da durum aynı
idi. Henüz İslâm'ın bütün hükümleri konulmadan önce pek çok hadis vârid
olmuştu. Bunlarda pekâlâ mutlak ve umûmî ifadeler bulunmuş olabilir ve
muhtemelen bunlar bazı şüpheler de uyandırabilir. Bunlar, eğer tüm hükümler
yerleştikten sonra vârid olsaydı, olduğu gibi anlaşılacaktı. (Ancak böyle
olmadığı için bazı yanlış anlaşılmalar da olmuştur.) Meselâ şu hadislerde
olduğu gibi: "Kim, Allah'tan başka ilâh olmadığına inanarak ölürse,
cennete girer[315]"Kim canugönülden
Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in de O'nun rasûlü olduğuna
şehadet ederse, Allah ona ateşi haram eder'[316] Bu
mânâda daha birçok hadis vardır ki, hep bu yüzden İslâm ümmeti arasında,
mü'min olup da günah işleyen kimse hakkında ciddî görüş ayrılıkları olmuştur.[317]
Mürcie fırkası, bu tür hadislerin mutlak ifadeli zahirlerine tutunmuştur.
Onlara göre, bu hadislere muarız olan diğer deliller tevil edilirler. Ehl-i
sünnet ve'1-cemâat ise onların görüşlerinin aksini savunmuşlardır. Nitekim
bunlar kitaplarında açıklanmıştır. Onlar da bu hadislerin zahir ifadelerini
tevile tâbi tutmuşlardır.
Bu cümleden olmak üzere
seleften bazıları, bu hadisler müslü-manların ilk halleriyle ilgilidir; o
döneme has olmak üzere söylenmiştir, demişler ve o zaman henüz farzların, emir
ve yasakların konulmadığını belirtmişlerdir. Bilindiği üzere o vakitte ölen
mü'min birisi, meselâ hiç namaz kılmadığı, oruç tutmadığı ve şeriatta daha
sonradan haram kılınan şeyleri de işlediği halde kendisine bir günah
gerekmeyecektir. Çünkü henüz bu şeylerden hiçbiri ile mükellef tutulmuş
değildi. Dolayısıyla o, müslümanlığının gereklerinden hiçbirşeyi zayi etmiş
olmuyordu. Nitekim, şarap haram kılınmadan önce, şarap içmiş ve o halde Ölmüş
kimselerin de hiçbir günahları olmayacağı bizzat Kur'ân tarafından açıklanmış
bulunmaktadır: "inananlara ve yararlı iş işleyenlere daha önceleri tatmış
olduklarından dolayı bir günah yoktur'[318]
Aynı şekilde kıble değiştirilmeden Önce ölen bir kimsenin, Beyt-i Makdis'e
(Kudüs) doğru kılmış olduğu namazlarından dolayı herhangi bir sorumluluğu olmayacaktır.
Nitekim, "Allah, ibadetlerinizi boşa çıkaracak değildir"[319]âyeti
de bunu beyan etmektedir. Bu kabilden daha birçok şey vardır ki, konumuza
açıklık getirecek türdendir. Bütün bunlar, nassların zaman itibarıyla sıraya
konmasının Kitap ve Sünnetin anlaşılmasında faydalı olacağını göstermektedir. [320]
Kur'ân tefsirinde orta
yol ve itidal üzere bir metot izlenmelidir. Selef-i salibin büyük çoğnnluğunun
tavrı bu şekilde olmuştur. Hatta bu, onların özellikleriydi diyebiliriz. Bu meziyetle-riyle
onlar, Kur'ân'm maksatlarını ve içerdiği bâtını mânâları bilme konusunda
insanların en anlayışlıları ve âlimlerin en Önde gelenleriydi.
Ancak itidal çizgisi
bırakılarak iki aşırı uçtan birine kaçıldığı da olmuştur. Bunlar ya ifrat ya da
tefrit taraflarıdır. Her ikisi de kötüdür.Tefrit gösterenler, Kur'ân'ın tefsiri
konusunda sadece indiği dil ile —ki Arapça oluyor— yetinmek istemişler (ve ona
Arapların bilmediği mânâlar yüklemeye çalışmışlardır). İçerdiği mânâ ve maksadı
Öğrenmek için herhangi bir gayret sarfetmemişlerdir. Daha Önce de geçtiği
üzere Bâtınîlerin vb. yaptığı gibi. Bu gibilerin yaptıkları tefsirlerin
reddedileceği ve onlara dayanılamayacağı konusunda herhangi bir anlaşmazlık
yoktur.İfrat yolunu tutanlar ise, Kur'ân'ın anlaşılabilmesi için bir başka
yöne gitmişlerdir. Makâsıd bölümünde de geçtiği gibi şeriat ümmîdir ve o indiği
sırada Araplarca bilinmeyen (astronomi, felsefe gibi) şeyler, şeriatı anlamak
için dikkate alınmaz. Keza orada, kelâm ve lafızlar üzerinde sadece terkip
olunan mânâya ulaştırması açısından durulacağı ve bunun ötesinde çeşitli
araştırmalara girilmeyeceği belirtilmişti. Terkip olunan mânâyı elde etme
çabasının dışında kalan şeyler, eğer istenilen şeyler ise onlar ikinci kasıtla,
ve maksûd olan mânâyı anlamaya yardımcı olması yönünden olmaktadır; mecaz,
istiare ve kinaye gibi. Durum böyle olunca kelâm üzerinde onu anlamak için
kişinin düşünmemesi gerekir. Eğer düşünme ihtiyacı duyuyorsa, o güzel olan
tarzdan çıkıp kötü ve tekellüf olan tarza kayıyor demektir. Bu ise, Arap
dilinin özelliklerinden değildir. Tekellüf ile anlaşılır olmak Arap diline
yakışmayınca öncelikli olarak Kur'ân için de yakışmayacaktır. Sonra bu tür
lüzumsuz tetkikler, insan ile hitap arasına girer ve hitaptan gözetilen mânânın
kavranmasını, sonra da onun gereği olan kulluğun icrasını engeller. Kur'ân,
mazeret gösterir, korkutur; müjde verir, uyarır, sırât-ı müstakime çevirir. O,
işte budur, onu bu şekilde anlamak gerekir. Onun mânâsını anlayan ve o mânânın
ibareden maksat olduğunu gören, sonra korku ve ümit arasında kollarım
sıvayarak çalışma ve gayret içerisine giren, onun gereğine uygun düşmek ve
muhalefet durumuna girmemek için var gücünü ortaya koyan kimse ile; lafızlara
takılıp kalan, sözün şöyle ya da böyle güzelliği ile oyalanıp, asıl maksat olan
mânâyı kavramayı ihmal ederek, yok falan lafız mânâ aynı olduğu halde
müteradifleri içerisinden niçin seçilmiş; yok falanca lafızlar arasında cinas
varmış, yok lafızlar şöyle olursa şöyle güzel olurmuş... gibi asıl maksadı
kavramak için hiç de zarurî olmayan hususlar üzerinde duran, kimse arasında ne
kadar fark vardır!
Aklı başında herkes
bilir ki, hitaptan maksat, sözün ibaresi üzerinde derinleşmek değildir; aksine
maksat, o sözle ne ifade edilmek istendiğinin kavranması ve mânânın
yakalanmasıdır. Bu hususta, aklı başında olan hiçbir kimsenin şüphe etmesi
mümkün değildir.
Şöyle demek doğru
değildir: Lafız ve ibare üzerinde yoğunlaşmak mânâların kavranması için bir
vesiledir ve bunda âlimlerin icmâı vardır. Bu durumda, inkârı mümkün olmayan
birşeyin inkârı nasıl sahih olabilir? Sonra vesile ile uğraşmak ve bunun için
gerekli olan yükümlülükleri üstlenmek, maksûd olan mânâ ile uğraşmaktan önce
geldiği genelde inkâr olunamayacak bir husustur. Aksi halde Arap dilinin tüm
kısımları ile yerilmiş olması gibi bir sonuç lazım gelir ki, bu âlimlerin
ittifakı ile böyle değildir.
İtiraz doğru değildir;
çünkü biz, ileri sürülen şeylerin mutlak olarak lüzumsuzluğunu söylemiyoruz.
Nasıl diyebiliriz ki, biz Allah'ın kelâmından muradını ancak Arapça sayesinde
anlamaktayız. Bizim burada karşı çıktığımız şey, bu konuda mütekellimin (konuşanın)
muradı olduğunda şüphe edilen, ya da onun muradı olmadığı zan ölçüsünde
bilinen veyahut da Öyle olduğuna kesin hükmedilen ifrat durumudur. Hem sonra
Araplar, kendi dillerinde böyle bir kasıt bulundurmamışlar, bu ümmetin selefi
de böyle bir uğraşıda bulunmamıştır. Yarın kıyamet gününde Allah Teâlâ'nın:
âyetleri[321]
hakkında, "Benim bunlardan cinas kastettiğimi nereden çıkardınız?"
demeyeceğine bizi kim temin edebilir?[322]
Çünkü Kur'ân hakkında bu gibi iddalarda bulunmak ve onların söz sahibince
maksûd olduğunu savunmak gerçekten çok tehlikelidir ve bu
gibi cüretkâr işler:
"Onu dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu
önemsiz birşey sanıyordunuz, oysa Allah katında önemi büyüktü"[323]
âyetinin mânâsı[324]
altına girer ve Allah'ın kitabı hakkında re'y ile söz söylemek olur. Bu
anlattıklarımız "Kadınlara dokunduğunuzda..[325]"Her
ikisi de yemek yerlerdi'[326]vb.
şeklinde örnekleri bulunan kinayeden farklıdır. Çünkü kinaye Arap dilinde
yaygın olarak bulunur, sözün gelişinden anlaşılır; dolayısıyla onun dilcilerce
zorunlu olarak dikkate alınacağı malumdur. Cinas vb. ise öyle değildir.
Aralarındaki ayırım, mânâya yardımı olup olmaması sebebiyledir. Cinasta bu
yoktur. Bunun şahidi, —Ebû Ubeyde'nin de dediği gibi— topuğuna işeyen kaba
bedevi Araplarda ve onlar gibi olanlarda cinasın çok nadir, kinayenin de
yaygın olarak görülmesidir. Cinas gibi şeyleri hâlis Araplarda görmek
imkânsızdır, bunlara ancak saflığını yitirmiş Araplar'da (müuelledîn) ve
onların sözlerini dilde delil olarak kullananlarda rastlanır. Kısaca demek
istiyoruz ki, her ilmin bir itidal hali, ifrat ve tefrit olmak üzere iki de
aşırı hali bulunur. Her iki aşırı uç da yerilmiştir; övülmüş olanı orta
halidir. [327]
Bu mesele bir Önceki
üzerine kuruludur.[328]
İtidal halinin orta
yolcu metot olduğu belirmekle birlikte, onu elde etmek meçhul kalabilir. Meçhul
birşey üzerine yollamada bulunmak ise bir fayda sağlamaz. Dolayısıyla onu elde
edebilmek için mutlaka başvurulacak bir kıstasın bulunması gerekir.
Allah'tan yardım
isteyerek diyoruz ki: Sözün sevk şekilleri; hal, zaman ve olaylara göre
farklılık arzeder. Bu, Meânî ve Beyân İlminde bilinen bir husustur. Burada
bizim söze kulak veren ya da onu anlamaya çalışan kimseden devamlı olarak
hatırında tutmasını istediğimiz şey, hem olayı, hem de halin gereğini dikkate
alarak sözün başından sonuna kadar onu bir bütün olarak ele alması ve o şekilde
değerlendirmesidir. (Buna küllî yaklaşım diyebiliriz.) Sözün sadece başına
bakıp sonunu terketmesi, ya da bunun aksine sonuna bakıp başını dikkate
almaması gibi bir durum içerisine düşmemelidir. Çünkü konu, her ne kadar
birden fazla cümle içerse bile, bunlar birbirlerine bağlıdır. Çünkü hepsi tek
olay hakkındadır ve tek birşey için inmiştir. Bu durumda sözü anlamak isteyen
kimsenin, mutlaka onun başını sonuna, sonunu da başına vurması ve bir bütün
halinde değerlendirmeye tâbi tutması gerekecektir. İşte o zaman mükellef,
Şâri'in maksadını yakalamış olacaktır. Eğer değerlendirme esnasında sözü bir
bütün olarak ele almaz ve onun parçaları üzerinde durursa (cüz'î yaklaşım), bu
durumda O'nun muradını elde edemez. Değerlendirme sırasında sözün bir kısmı ile
yetinile-rek diğer bir kısmını ihmal etmek doğru olmaz. Bundan ancak,
mütekellimin maksadı açısından değil de, Arap dilinin gereği üzere sözün zahir
mânâsını anlamak sırasında yapılacak iş istisna olur. Değerlendirmeci bu işi
yaptıktan sonra yani Arap diline göre zahir mânâyı tesbit ettikten sonra,
tekrar bütün olarak söze döner ve çok sürmez kendisine murad olunan mânâ
gözükür; artık onunla kulluk icrasında bulunması gerekir. Bazen sözden
maksadın ne olduğunu anlama konusunda nüzul sebepleri yardımcı olur. Çünkü
nüzul sebepleri, değeriendirmeciye karışık gelen yerlerde âyete bakış açısını
belirler ve böylece onun, maksadı yakalamasını kolaylaştırır.
Üzerinde değerlendirme
yapılacak olan söz, —uzun ya da kısa olması farketmez— tek bir konu hakkında
gelmiş olabilir. Mufassal[329]sûrelerin
çoğu bu türdendir. Bazen de çeşitli açılardan değerlendirmeye açıktır; yani
birden fazla konu hakkında inmiş olabilir; Bakara, Âl-i İmrân, Nisa, Ikrâ'...
sûreleri gibi. Sûrenin aynı anda inmiş olması ile peyderpey inmesi arasında bu
açıdan fark yoktur.
Ancak bu ikinci
kısımdan olanların iki açıdan değerlendirmeye tâbi tutulmaları sözkonusudur:
1.
Birden fazla konu
içermiş olması açısından. Bu durumda her konu kendi başına ayrı ayrı ele alınır
ve işte bu açıdan, sözden gözetilen maksat ve fıkhî hüküm elde edilmeye
çalışılır. Bu nokta açıktır ve hakkında herhangi bir diyecek yoktur. Bu açıdan
ele alınması hasebiyle, birinci kısımdan olanlarla da müştereklik arzeder;
içerdiği ilim ve fıkhî sonuçları elde etme konusunda aralarında bir fark
yoktur.
2.
Sûrenin teşkil ettiği
nazım ve bütünlük açısından. Bilindiği gibi sûrelerin tertibi vahye
dayanmakta, bu konuda insanların görüşlerine yer verilmemektedir. Bu açıdan
bakıldığında bunlar da birinci kısımdan olanlarla müştereklik arzeder. Çünkü
birden fazla konu içerse de vahiyle sıralanmış bir nazımdır. Bu açıdan
bakılmasının amacı her ikisinde de zahir bir şekil üzere fıkhî sonuçlara ulaşmak
değildir. Ondan elde edilmeye çalışılan şey, sadece Kur'ân'm bazı i'câz
yönlerinin ve daha Önceki meselede açıklanan hususların[330]
ortaya çıkmasıdır. Bunlar için de sözün başından sonuna kadar bir bütün halinde
ele alınması ve sözkonusu bütün bakış açılarının dikkate alınarak
değerlendirilmesi gerekecektir. Sûredeki meselâ sadece nazım yönünü dikkate
alarak yapılan bir değerlendirme fayda vermeyecektir. Bir sonuca
ulaşılabilmesi için bütün yönlerin dikkate alınması gerekmektedir; onlardan
sadece bazısı ile yetinerek diğer bir kısmını terketmek, maksadı yakalamak için
yeterli değildir. Nasıl ki hüküm elde edilirken, konu ile ilgili âyetlerden
sadece bir kısmını göz önünde bulundurmak ve bir kısmını ihmal etmek ulaşılan
sonucu sağlıklı kılmayacağı gibi, burada durum aynı şekilde olacaktır.
Meselâ Bakara sûresini
ele alalım: Nazım açısından bu tek bir kelâmdır ve farklı muhtevada çeşitli
türden sözler içermektedir. Bunlardan bazıları, ulaşılmak istenen sonuca
yapılan bir giriş ve Ön hazırlık mahiyetindedir; bazısı bütünleyici ve
tamamlayıcıdır; bir kısmı sûrenin indirilişinden gözetilen maksat —ki bu bütün
konularla ilgili olmak üzere şer'î teklîfî hükümleri koymaktır— olmaktadır.
Yine bu sûrede başta belirtilen konuları tekit ve teyide yönelik sonuç
mahiyetinde ifadeler vardır.
Burada, bu kısımlarla
ilgili olmak üzere Örnek vermemiz gerekmektedir. Böylece ne demek istediğimiz
daha iyi açıklık kazanacaktır. "Ey inananlar! Oruç, sizden öncekilere
farz kılındığı gibi size de farz kılındı. ... Allah, insanlara yasaklardan
sakınsınlar diye âyetlerini böylece apaçık bildirir'[331] Bu
beş âyet her ne kadar ayrı ayrı vakitlerde inmişse de, tek bir kelâmdır ve
hepsinin de maksadı oruç ve hükümlerini, nasıl tutulacağını, kazasını ve ilgili
diğer Önemli ve oruç için temel olacak konuları açıklamaktır. Sonra
"Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin...[332]âyeti
gelmektedir. Bu da başka bir sözdür ve ayrı bir konuyu ve ilgili hükümleri açıklamaktadır.
Sonra "Sana hilâl halindeki ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanların ve
hac vakitlerinin ölçüsüdür'[333]
buyruğu gelir. Bazılarına göre söz burada bitmektedir. Başkalarına göre ise
arkasından devam eden, "Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir; iyi
kimse..." kısmı, her ne kadar başka bir konuya da temas ediyorsa da,
hilâllerle ilgili meselenin tamamlayıcısıdır. Nitekim her iki gruba göre de bu
âyet "De ki: Onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür"
ifadesiyle hac hükümleri için bir hatırlatma ve mukaddime mahiyetindedir.
Kevser sûresi, tek bir
konu (kaziyye) hakkında inmiştir.
Ikra' sûresi, iki konu
içermektedir: Birincisi "insana bilmediğini öğretti" âyetine kadar;
diğeri de oradan sonuna kadardır.Mü'minûn sûresi, her ne kadar birçok mânâyı
içerse de, tek bir konu için inmiştir. Çünkü bu sûre Mekkî sûrelerdendir. Mekkî
sûrelerin büyük çoğunluğunda şu üç tema işlenir; onların esasım da Allah
Teâlâ'ya kulluğa davet teşkil eder:
1.
Bir ve gerçek olan
Allah Teâlâ'nm vahdaniyetini ortaya koymak. Ancak bu çeşitli yollarla
yapılmıştır: Bazen şirkin mutlak olarak reddedilmesiyle yapılmış, bazen
kâfirlerin iddia ettikleri şeylerle ilgili reddiyeler şeklinde olmuştur.
Meselâ, putların Allah'a yak-laştmcı oluşları, Allah'a çocuk isnadı vb.
mesnetsiz sakat iddiaların reddi gibi.
2.
Hz. Muhammed'in
peygamberliğini isbat etmek; onun bütün insanlara gönderilmiş Allah'ın
peygamberi ve Allah katından getirdiği şeylerde doğru olduğunu ortaya koymak.
Bu da yine çeşitli yollarla yapılmıştır: Meselâ onun gerçek bir peygamber
olduğunu isbat, küfür ve inatları sebebiyle ona yönelttikleri yalancı,
sihirbaz, mecnun, Kur'ân'ı bir başkasından aldığı... vb. iftiraları reddetmek
gibi.
3.
Öldükten sonra dirilme
ve âhiret hayatının isbatı. Bu hayatın hiç kuşkusuz bulunduğu açık deliller ile
ortaya konulmuştur. Kâfirlerin inkâra kalkışabilecekleri bütün yönler dikkate
alınarak, onları reddedecek, âhiret hakkındaki şüpheleri izale edecek, inkarcıları
susturup, ilzam edecek deliller getirilmiştir.
Mekke döneminde inen
Kur'ânî sûrelerin genelde işlemiş olduğu üç temel konu işte bunlardır. Mekkî
olup da ilk bakışta bunlarla ilgisi yok gibi gözükenler üzerinde düşünüldüğü
zaman, onların dahi sonuç itibarıyla bu üç şeye yönelik oldukları
görülecektir. Bu maksada tâbi olarak; özendirici, uyarıcı ve korkutucu (terğîb
ve terhîb) mahiyetli olan nasslar, darb-ı meseller, kıssalar, cennet ve
cehennem ve kıyamet gününün tavsifleri vb. gelir.
Bu anlaşıldıktan sonra
meselâ Mü'minûn sûresine dönecek olursak, bu üç temayı orada gayet açık olarak
göreceğiz. Ancak bu sûrede ağırlıklı olarak göze çarpan şey, kâfirlerin
peygamberliği inkârları ve onlara verilen cevaplar olmaktadır. Peygamberlik müessesesi,
diğer iki temanın girişi mahiyetindedir, o yüzden de önemlidir. Onlar, bu
inkarcı tutumlarına peygamberin insan {beşer) oluşunu sebep göstermişlerdir.
Kendileri gibi bir kimsenin peygamber olarak gönderilmesini, ya da bu mertebeye
kendileri varken başka birisinin gelmesini kabul edememişlerdir. Bu itibarla
sûre, beşeriyet vasfını ve onların bununla ilgili olarak üzerinde niza
ettikleri konuları ve insanın Allah'ın seçmesine ve Özel ikramına layık olabilmesi
için en ekmel şekilde nasıl olması gerektiğini beyan etmiştir. Sûre üç cümle
ile başlamıştır:
Birincisi —ki bu
makama en uygun olanıdır—: Kul için olması gereken özellikleri belirtmiş ve
bunlar bir kulda bulunduğu zaman Allah Teâlâ'nın o kimseyi yücelteceğini ve ona
ikramda bulunacağını ifade etmiştir. Bu, "Mü'minler saadete
ermişlerdir" ilk âyetinden "Onlar orada (Firdevs cennetinde) temelli
kalacaklardır"^ kadar devam eder. (23/1-11 arası).
İkincisi: İnsanın
yaratılışını ve geçirdiği evreleri açıklayan cümle. Burada ibret alma gereği
vurgulanmış ve yaratılış hali böyle olan bir insanın kendisi gibi birini
ta'neylemesine aslında imkânın olmadığı işaret edilmek istenmiştir.
Üçüncüsü: İnsanın dış
dünyadan desteklendiğini belirten cümle. Bu meyanda insanın hayatının idâmesi
için gerekli olan şeylerin var edildiği bildirilmiştir. Bu göklerde ve yerde
ne varsa hepsinin İnsanın emrine âmâde kılınması ile yapılmıştır. İnsanın değerini
ve şerefini göstermek için sadece bu bile yeterlidir.
Sonra daha önce geçen
kavimlerin peygamberleriyle olan kıssaları anlatılmış, peygamberlerine karşı
çeşitli gerekçelerle onları alaya aldıkları ifade edilmiştir. Alaylarına sebep
olarak peygamberlerin insan olmalarını gösterdikleri belirtilmiştir: Meselâ
Nuh ile kavminden bahseden kıssada: "Milletinin inkarcı ileri gelenleri:
'Bu, sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizden üstün olmak istiyor.
Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi3 "[334]
Duyurulmuştur. Sûre sonra, başka kavimlere de, meleklerden değil yine
kendilerinden yani beşerden peygamberler gönderildiğini anlatmıştır. Ama onlar
şöyle demişlerdir: "Bu yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen sizin gibi
bir insandan başka birşey değildir[335];
"Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, hüsrana uğrayacağımda şüphe
yoktur'[336]"Bu, sadece Allah'a
karşı yalan uyduran bir adamdır (yani beşerdir). Biz ona inanmayız'[337]"Sonra
birbiri arkasından peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete peygamberi geldikçe
onu yalancı saydılar'[338]Bu
âyette "rasûlühâ" yani peygamberi şeklinde belirgin gelmesi, "o
kavimden olduğunu bildiğin peygamber" anlamını vermek içindir. Sonra Mûsâ
ve Hâ-rûn peygamberlerin kıssasını anlatmış, Firavun ve erkânının onları:
"Milletleri bize kul iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız?'[339]
diye reddettiklerini belirtmiştir. Bütün bunlar, kâfirlerin beşerden bir peygamber
olamayacağı iddiasıyla peygamberlik mertebesine iltifat etmediklerinin
hikayesi olmaktadır ve bunları anlatmanın amacı Hz. Muhammmed'i teselli
etmektir. Sonra peygamberlerin insan olmaları vasfının utanılacak/yeni birşey
olmadığını, bütün peygamberlerin insan olduğunu, dolayısıyla diğer insanlar
gibi yediklerini, içtiklerim; onların ayrıcalıklarının bir başka yönden
olduğunu açıklamıştır. Musa'nın peygamberliğini anlattıktan sonra şöyle
demiştir: "Meryem oğlunu da, annesini de mucize kıldık[340]Ama
buna rağmen onlar yiyip içiyorlardı. Sonra şöyle buyurmuştur: "Ey
peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, yararlı iş işleyin"[341]
Yani, bu Allah'ın size olan nimetlerindendir. Salih amel, o nimetler için
şükürdür ve sahibini şereflendirir. Peygamberleri ayrıcalıklı kılan işte
budur; yoksa ^tötü ameller değildir. "Şüphesiz bu, bir tek ümmet olarak
sizin ümmetinizdir..[342]âyeti,
aralarında eşitlik olduğuna ve onların tümünün beşerden seçilmiş bulunduğuna
işarettir. Sonra bu konu, başlangıç cümlesinin mânâsına benzer bir ifade ile:
"Rablerinden korkarak titreyenler, Rablerinin âyetlerine inanırlar.
Rablerine eş koşmayanlar, Rableri-ne dönecekleri için kalpleri ürpererek
vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda
ileri geçerler'[343] tamamlanmaktadır.
Sûrenin başından
buraya kadar takip edilen seyir üzerinde düşünüldüğü zaman, zikredilen mânânın
amaçlanmış olduğu hemen anlaşılır. Bir mânâ daha var: O da şudur: Kâfirlerin,
beşer oldukları için peygamberleri yalanlamaları ve onları dikkate almamaları,
kendilerini büyük görmeleri ve Allah'a ve Peygamberine karşı baş kaldırmaları
yüzündendi. Sûrenin ilk başlangıç cümlesi, belirtilen şekillerle Allah'a
kullukta bulunmak suretiyle kişinin kendisini büyük görmemesine işaret ediyor.
İkinci cümle de bunu teyid ediyor. Şöyle ki: İnsan yoktan varlık alanına
çıkarılarak belirli evrelerden geçirilmiştir. Üzerinden geçtiği yedi evrenin
her biri zaafın son noktasını gösterir. Üstelik yoktan var edilmiştir. Asli ve
özelliği böyle birisinin, kendisini büyük görmesi yakışık almaz. Üçüncü cümle
ise, insanın zikredilen şeylere ihtiyacı bulunduğunu; eğer Allah Teâlâ onları yaratmasaydı geçerli olan tabiat
kanunlarının gereğince insanoğlunun hayatını idame ettirmesinin mümkün
olmayacağını belirtir. Yaratılışında, gelişme ve hayatını sürdürmesinde
böylesi ihtiyaç içerisinde bulunan bir yaratığın, kendisini büyük görmesi
ayıptır. Dolasıyla bütün bunlar, onları susturma ve ilzam etme kabilinden
getirilmiştir. Allahu a'lem! Sonra Nûh kavminin kıssasını zikreder ve şöyle
der: "Milletinin eşrafı 'Biz senin beyinsiz olduğunu görüyor ve seni
yalancılardan sanıyoruz' dediler"[344] Ondan
sonra gelenler hakkında da aynı şey sözkonusu olmuştur: "Onun inkarcı ve
âhirete kavuşmayı yalanlayan milletinin eşrafı —ki biz onlara bu dünya
hayatında nimet vermiştik— şöyle dediler: 'Bu yediğinizden yiyen, içtiğinizden
içen, sizin gibi bir insandan başka birşey değildir'[345]Mûsâ
kıssasında Firavun ve erkânı: "Milletleri bize kul iken, bizim gibi iki
insana mı inanacağız?'[346]
demişlerdi. Bütün bunlar, onların kavimleri içerisinde sahip oldukları şeref
ve itibardan dolayı bu sözleri söylediklerini göstermektedir. Sonra; "Ey
Muhammedi Onları bir süreye kadar sapıklıklarıy-la başbaşa bırak. Kendilerine
mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi
zannederler?'[347]buyurur. Bu âyetler ise,
Kureyş eşrafına yöneliktir. Onlar, şerefin mal ve oğullarla olduğu inancına
kapılınca, Allah Teâlâ onların bu düşüncesini reddeder ve asıl şerefin şu
vasıflara sahip olanlarda bulunduğunu belirterek şöyle buyurur:
"Rablerinden korkarak titreyenler, Rablerinin âyetlerine inanırlar.
Rablerine eş koşmayanlar, Rablerine dönecekleri için kalpleri ürpererek
vermeleri gerekeni verenler, işte onlar iyi işlerde yarış ederler, o uğurda
ileri geçerler'[348]Sonra
âyetler onların bolluk içerisinde yüzdüklerini ve sonuçlarının ne olacağım
beyana başlar, onlar üzerine olan Allah'ın nimetlerini sayar, peygamberliğin
sıhhatine dair deliller serdeder ve onun Allah'tan getirdiği şeylerin hak
olduğunu, bu meyanda Allah'ın birliğini, O'nun her türlü şirkten uzak olduğunu,
inanan inanmayan herkes için âhiret hayatının bulunduğunu hâlin gerektiği
şekilde ve her iki gruba uygun düşecek bir üslupla ortaya koyar. Bu genel
yaklaşım, bir bütün olarak sûreye tatbik edildiği zaman, daha önce belirtilen
üç temanın tam olarak işlenmiş olduğu gözükür. Tabiî bu Kur'ân'ın kendi usûl
ve tarzına uygun bir şekilde olmaktadır. Bu söylediklerimizi, Kur'ân'ın diğer
sûrelerine tatbik etmek isteyen kimse için deneme kapısı açıktır. Başarı
Allah'ın elindedir. Böylece görülmüştür ki,Mü'minûn sûresi, tek bir konu
hakkında[349] tek bir kelâmdan ibarettir.
Öbür taraftan bu
sûrede çeşitli peygamberlerin kıssaları zikredilmiştir; Nûh, Hûd, Salih, Lût,
Şuayb, Mûsâ ve Hârûn gibi. Bu, Hz. Muhammed'in , kâfirlerin inadı ve kendisini
çeşitli iftiralarla yalanlamaları karşısında çektiği sıkıntılardan dolayı
teselli ve kalbinin takviye edilmesi içindir. Bundan dolayıdır ki, zikredilen
kıssalar kendisinin karşılaştığı şekiller üzere zikredilmiştir. Bu yüzden de
aynı kıssanın anlatılış şekli, halin farklılığı sebebiyle değişik şekillerde
cereyan etmiştir.[350]Hepsi
de haktır ve vâkidir; onların sıhhatinde herhangi bir kuşku yoktur. Kısaca,
Kur'ân'ı anlamak isteyen kimsenin, yukarıda örnekleriyle açıklanan yaklaşım
tarzını sergilemesi gerekmektedir. Kendisinden yardım istenilecek yalnız
Allah'tır.
Fasıl:
Hitabın bizzat kendisi
değil de kullara yönelik olması hasebiyle, bütün sûrelerinin tek bir kelâm
olarak kabul edilmesi mümkün müdür? Bizzat kendisi açısından Kur'ân tek bir
kelâmdır ve bunda herhangi bir şekil ya da itibarla teaddüd (çeşitlilik)
bulunmamaktadır. Nitekim, bu konu Kelâm ilminde açıklanmıştır. Burada ele alınan
konu, Kur'ân'ın, kullarca bilinir olan şeylere indirgenerek onlara yönelik bir
hitap olması iti barıyla dır. Bu konu çeşitli ihtimallere açık ve tafsile
muhtaçtır:
Değerlendirme sırasında geçen
mânâ itibarıyla Kur'ân'ın tek bir kelâm halinde ele alınması sahihtir; yani
Kur'ân'm bir kısmını anlamak, şu ya da bu şekilde diğer kısımlarım anlamaya
bağlıdır. Çünkü Kur'ân, kendi kendisini tefsir eder. Hatta Kur'ân'da öyle konular
vardır ki, eğer bir başka yerinde açıklanmayacak olsa onları gerçek anlamda
anlamak imkânsızdır. Çünkü Kur'ân'da bizzat ele alman, meselâ, zarûriyyâttan
olan bir konu, (bir başka yerde) hâciyyât ile kayıtlıdır. Durum böyle olunca,
Kur'ân'ın bir kısmını anlayabilmek, diğer kısımlarını anlamaya bağlıdır. Böyle
bir durumda olanın, tek bir kelâm olduğunda da şüphe yoktur. Şu halde bu
açıdan bakıldığı zaman Kur'ân tek bir kelâm olacaktır.[351]Tek
bir kelâm olmaması da sahihtir ve bu daha da açıktır. Çünkü o, mânâ ve
başlangıç itibarıyla ayrı ayrı sûreler olarak indirilmiştir. Onlar bir sûrenin
bitip diğerinin başladığını, sözün başında besmele'rün inmiş olmasıyla
biliyorlardı. Belirli olay ve sebepler üzerine indirilmiş olan âyetlerin çoğu
da aynı şekilde, mânâ bakımından müstakil olur. Bunda da herhangi bir problem
yoktur. [352]
Kur'ân tefsiri
konusunda re'ye baş vurmak hakkında hem zemmedici hem de onu gerektirici
nakiller vardır. Bu konuda Hz. Ebû Bekir'den nakledilen sözler yeterlidir. O,
kendisine Kur'ân hakkında sorulan bir soru üzerine: "Eğer Allah'ın kitabı
hakkında bilmediğim birşeyi söyleyecek olursam, hangi gök beni altında gölgelendirir
ve hangi yer beni üstünde barındırır?'' diye cevap vermiştir. Muhtemelen bu
rivayette: "Eğer kendi re'yimle birşey söyleyecek olursam..."
ifadesi de vardır.[353]
Sonra ona Kur'ân'da zikri geçen kelâl[354]hakkında
sorulmuş, o şöyle cevap vermiştir: "Onun hakkında re'yimle cevap
veriyorum; eğer doğru ise Allah'tandır; eğer hatalı ise benden ve şeytandandır.
Kelâle, şöyle şöyledir" Bu iki söz, Kur'ân tefsiri hakkında hem re'ye baş
vurulabileceğini, hem de onun terkedilmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu ise
bir çelişkidir.
Konuya şöyle açıklık
getirebiliriz: Re'y, iki kısımdır:
1.
Arap diline, Kur'ân ve
Sünnete uygun düşen re'y: Kur'ân ve sünneti bilen âlimler için bu kısımdan olan
re'yin ihmal edilmesi, çeşitli sebeplerden dolayı mümkün değildir:
a) Kur'ân hakkında, mânâsının açıklanması, ondan hüküm
çıkarılması, lafzın yorumlanması ve ondan muradın anlaşılması gibi yollarla
mutlaka söz etmek gerekecektir. Bütün bunlarla ilgili ihtiyaç duyulacak herşey,
öncekilerden nakledilmiş değildir. Bu durumda ya Kur'ân karşısında susulacak
ve ahkâmın tümü ya da büyük çoğunluğu heba olacaktır. Bu ise mümkün değildir.
Dolayısıyla mutlaka Kur'ân hakkında ona uygun şekilde söz etmek gerekecektir,
b)
Eğer öyle olsaydı, Hz. Peygamber yaptığı
bütün açıklamaları vahye dayandırmak suretiyle (ictihâdî değil) tevkifi olarak
yapmış olurdu ve bu durumda da onun hakkında hiçbir kimsenin değerlendirme
yapma ve söz söyleme hakkı olmazdı. Hz. Peygamber'in böyle yapmadığı ise malûmdur.
Bu da, onun böyle birşeyle yükümlü olmadığını gösterir. Aksine Hz. Peygamber
kendi açıklaması olmadan ani aş ilam ayacak noktaları açıklamış, ve ic-tihad
erbabının ictihad yoluyla anlayabileceği pek çok konuyu ise açıklamaksızm
terketmiştir. Dolayısıyla Kur'ân'ın tefsirinde her zaman için tevkîfîlik
gerekli değildir,
c)
Böyle bir konuda sahabe diğerlerinden daha ihtiyatlı davranırdı. Buna rağmen,
bilindiği gibi onlar, kendi anlayışlarına göre Kur'ân'ı tefsir etmişlerdir ve
onlar vasıtasıyla bu mânâlar bize kadar ulaşmıştır. Tevkîfîlik ise böyle bir durumla
bağdaşmaz. Bu durumda, mutlak olarak Kur'ân tefsirinin tevkifi olduğunu ve
re'yle tefsirde bulunulanı ay a-cağını söylemek sahih değildir.
d) Böyle bir varsayım mümkün de değildir. Çünkü Kur'ân
üzerinde durma iki açıdan olur:
i. Şer'î hususlar açısından. Bu gibi konularda tefsirin tevkîfîliğini
söylemek, re'y ve cedeli terketmek kabul görebilir.
ii. Arap dili
açısından. Bu konuda tevkîfilikten bahsetmek mümkün değildir. Eğer Öyle
olsaydı selef-i sâlih de Öyle yapardı. Bu ise bâtıldır. Ondan lâzım gelen de
öyledir. Kısaca, mesele sözü uzatmaya gerek kalmayacak kadar açıktır.
2.
Arap diline ya da
şer'î delillere uygun düşmeyen re'y: Şer'an yerilen re'y işte bu kısım
olmaktadır ve bu konuda herhangi bir tartışma da yoktur. Nitekim bu —Kıyâs
bahsinde de zikredildiği üzere[355]—
kıyâsta da yerilmiş olmaktadır. Çünkü böyle bir re'y, delilsiz olarak Allah'a
karşı yalan uydurmaktır ve bu gibi durumlarda yalan Allah'a dönmektedir. Kur'ân
hakkında re'y ile tefsirde bulunmakla ilgili olarak ağır ifadeler içeren
sözler işte bu kısım hakkında gelmiştir. Bunlardan bir kısmı şöyledir:
İbn Mesûd'dan şöyle
rivayet edilir: "Sizi Allah'ın kitabına çağıran kavimler göreceksiniz.
Halbuki onlar, onu arkalarına atmışlardır. Siz ilme sarılın ve bid'at
çıkarmaktan sakının; aşırılığa düşmeyin; eskiye sanlın"
Hz. Ömer şöyle
demiştir: "Ben sizin hakkınızda iki kişiden endişe ediyorum: Biri
Kur'ân'a, uygun olmayan mânâlar veren kimsedir; diğeri de kardeşini sultana
karşı gammazlama yarışma giren
kimsedir"
Yine Hz. Ömer şöyle
demiştir: "Ben bu ümmet hakkında, ne imanı kendisini alıkoyan mü'minden ne
de fışkı açık münafıktan endişe etmiyorum. Benim asıl korkum, Kur'ân'ı gayet
iyi okuyan, sonra da çeşitli tevillerle ona uygun olmayan mânâlar veren kimsedendir"
Hz. Ebû Bekir
Sıddîk'e: "Ve fâkiheten ve ebben'[356]âyeti
hakkında sorulunca: "Eğer Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim birşeyi
söyleyecek olursam, hangi gök beni altında gölgelendirir ve hangi yer beni
üstünde barındırır?" demiştir.
Bir adam İbn Abbâs'a:
"Miktarı ellibin sene olan gün'[357] hakkında
soru sormuştu. İbn Abbâs ona: "Miktarı ellibin sene olan güne ne
olmuş?" diye cevap verdi. Adam: "Bana anlatasm diye sordum"
deyince İbn Abbâs: "Onlar, Allah'ın kitabında zikretmiş olduğu iki
gündür. Onları Allah bilir. Biz, Allah'ın kitabı hakkında bilmediğimiz birşeyi
söylemekten hoşlanmayız" demiştir.
Saîd b. el-Müseyyeb'e
Rur'ân'dan birşey sorulduğu zaman: "Ben Kur'ân hakkında birşey
söylemem" derdi. Adamın biri, bir âyeti sormuştu da o: "Bana
Kur'ân'dan birşey sorma. — İkrime'yi kestederek— Git, Kur'ân'dan hiçbirşey
kendisine gizli kalmadığını sanana sor" demişti. Onun bu sözü, sanki böyle
bir iddiada bulunan kimseye karşı bir tepki oluyordu.
îbn Şîrîn de şöyle
demiştir: "Ubeyde'ye Kur'ân'dan birşey sordum. O bana: 'Allah'tan kork ve
doğruluktan ayrılma! Kur'ân'm ne hakkında indiğini bilen insanlar göçüp
gitmiştir.' dedi"
Mesrûk ise:
"Tefsirden kaçının; çünkü o Allah'tan rivayette bulunmak anlamına
gelir" demiştir.
İbrahim ise:
"Bizim akranımız, tefsirden kaçınırlar ve bunu gözlerinde
büyütürlerdi" derdi.Hişâm b. Urve'den: "Babamın Allah'ın kitabından
bir âyeti tevil ettiğini işitmedim" dediği nakledilmiştir.
Bütün bunlar, Kur'ân
üzerinde duran kimsenin, yerilmiş olan re'ye düşmekten, onun hakkında mesnetsiz
söz etmekten korunma ve sakınmasının gereğini ifade etmektedir.
el-Asmaî'nin —ki Arap
dilindeki üstün yeri herkesçe kabul edilir— Allah'ın kitabından hiçbir âyet
tefsir etmediği nakledilir. Bu konuda kendisine bir soru sorulduğu zaman, cevap
vermezdi. Bu rivayet hakkında el-Müberrid'in el-Kâmil adlı kitabına bakınız.
Fasıl:
Bu konudan çıkarılacak
sonuçlar şunlardır:
1.
Kesin bir delil
olmadan Allah'ın kitabı hakkında söz etmekten kaçınmak gerekir. İnsanlar tefsir
için gerekli olan ilimler hakkında . üç
tabakaya ayrılmaktadırlar:
a) Bu konuda yüksek paye sahipleri (rüsûh mertebesi):
Sahabe, tabiîn ve onların peşinden gelenler gibi. Bunlar mesnetsiz Kur'ân
tefsirinden kaçınmanın ve sakınmanın gereğini söylemişler, bunun bir cüret işi
olduğunu belirterek böylesi bir davranıştan korkmuş ve kaçmışlardır. Eğer biz,
kendimizi ilim ve anlayışta onların ayarında zannediyorsak —ki heyhat nerede!—
bizim de onlar gibi kaçınmamız gerekir.
b) Kendisini onların ayarında görmeyen, hatta yanlarına
bile yaklaşamayacağını düşünen kimseler. Böyle kimselerin Kur'ân üzerinde söz
söylemesinin haramlığı konusunda en ufak bir tereddüt yoktur.
c) Kendisinin ictihad mertebesine ulaştığı konusunda
kuşkusu olan ya da tümünde değil de sadece bazı ilimlerde kendisini yeterli
gören.kimseler. Bu tür insanların da aynı şekilde Kur'ân hakkında söz
söylemeleri caiz değildir. Çünkü bu gibilerde asıl olan ili m sizliktir.
Kendisinin rüsûh mertebesine ulaştığı konusunda şüphe ya da tereddüt ettiği sürece,
aslî men hükmünün kendisi üzerinde hâlâ devam etmiş olması kuşkusuz sözkonusu
olacaktır. Şu halde bu konuda herkes
kendi vicdanı ile başbaşadır ve kendi hükmünü kendi verecektir. Belki bu
tabakada bulunan bazı kimseler, kendi sınırlarını aşacaklar ve kendi nefisleri
hakkında hüsnü kuruntuda bulunarak, ilimde yüksek payeye ermiş insanlar gibi
Kur'ân hakkında söz etmeye girişeceklerdır. İşte fırkalar buradan doğmuş;
mezhepler bu yüzden ortaya çıkmış ve bunun sonucunda da Kur'ân tefsiri konusunda
olumsuz gelişmeler meydana gelmiştir.
2.
Kim Kur'ân üzerinde
bizzat kendisi tefsirde bulunmaz ve bu konuda kendisinden Önce geçmiş âlimlere
(selefe) itimat ederek, onların yapmış olduğu açıklamalara atıfta bulunmakla
iktifa ederse, bu hareketinden dolayı kınanmaz. Bu konuda onun için geniş bir
alan vardır; ancak mutlaka yapması gereken ve zaruret hükmünce olan bundan
istisnadır. Çünkü Kur'ân hakkında değerlendirme, —ilgili yerlerde de
açıklandığı gibi— kıyâs hakkındaki değerlendirmeye benzemektedir. Hakkında
nass bulunmayan konuda kıyâsta bulunmak hakkında selef, öteden beri sıkıntı
duyagelmiştir. Onların bu tavrını re'y ile Kur'ân tefsiri karşısında da aynen
görüyoruz. Çünkü mahzur her ikisinde de aynıdır ve bu, Allah üzerine asılsız
söz isnad etmiş olma korkusudur. Hatta Kur'ân hakkındaki söz kıyastan daha da
şiddetlidir. Çünkü kıyâs sonuç olarak, kıyası yapan kimsenin görüşü olur.
Kur'ân hakkında edilen söz ise, Allah, bu âyetten bunu murad etmiştir, inen bu
kelâmıyla şunu kastetmiştir, demeye gelir. Bunun tehlikesi ise daha büyüktür.
3.
Kur'ân hakkında
değerlendirme ve tefsir yapacak, söz söyleyecek kimsenin devamlı şunu
hatırında tutması gerekir: Bu haliyle o, söylediği sözü Allah'a kastettirmiş
olmaktadır. Kur'ân, Allah'ın kelâmıdır. O lisanı hâl ile şöyle demektedir: Bu
kelâmdan Allah'ın muradı budur. Şimdi böyle bir kimse, yarın Allah Teâlâ'nın
kendisine: "Benim hakkımda bunu nereden çıkardın?" demesine hazır olsun.
Dolayısıyla kişinin, delillere dayalı açıklamalar olmadıkça, Kur'ân hakkında
söz etmesi doğru olmaz. Hatta mücerred bir ihtimalin bulunması bile onun:
"Mânânın şu şu şekilde olması muhtemeldir" demesi için yeterli
olmalıdır. Çünkü o zayıf ihtimallerin dahi, bir esasa dayanması pekâlâ
mümkündür. Belli bir esasa dayalı olmayan ihtimaller ise muteber değildir. Şu
halde her ne şekilde olursa olsun, Kur'ân hakkında edilecek her söz için —ister
kesin söylensin, ister ihtimalli bulunsun— mutlaka onun dayandığı esasa
tanıklık edecek bir mesnedin bulunması gerekir. Aksi takdirde o söz bâtıl olur
ve sahibi yerilmiş olan re'yciler içerisine dahil olur. Allahu alem!
[1] Kamer 54/17.
[2] Meryem 19/97.
[3] Fussılet 41/3.
[4] Şuarâ 26/195.
[5] Müstakil olarak bu konuda yazılan kitaplarda
belirtildiği gibi, Kur'ân'ın i'câzınm birçok yönü olduğunu belirtmişlerdir.
Bunlardan hiçbiri, Kur'ân'ın anlaşıl ırlığına engel değildir.
[6] Sâd 38/29.
[7] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/329-331
[8] Tahkim ve benzeri görüşlere sahip bulunan Haricîler
grubu. (Ç)
[9] Al-i İmrân 3/187-188.
[10] Huşu, sağa sola bakmamak, zikir vb. gibi.
[11] Bakara 2/238.
[12] Bu âyetten önce namaz kılanlar birbirleriyle
konuşabiliyorlardı. Bu âyetle namazda dünya kelâmı etme yasaklanmış oldu.
[13] Mâide 5/93. Âyetin tam meali şöyle: "İnananlara
ve yararlı iş işleyenlere —-sakınırlar, inanırlar, yararlı işler yaparlar,
sonra haramdan sakınıp inanırlar ve sonra isyandan sakınıp iyilik yaparlarsa—
(daha önceleri) tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur. Allah iyi
davrananları sever"
[14] Kitap kelimesi, burada olduğu gibi bazen hüküm
mânâsında da kullanılır.
(Ç)
[15] Mâide5/91.
[16] Duhân 10-11.
[17] Bunlar İbn Mesûd, Übeyy b. Kat>, Muâz b. Cebel ve
Ebû Huzeyfe'nin azadhsı Sâlim'dir. (Buhârî, Fedâilul-Kur'ân, 8).
[18] Yani şeriatın anlaşılabilmesi için, Araplarca mahûd
olan şeylerin esas alınması ve nassların bunlar üzerine bina edilmesi ve bu
yolla anlaşılmaya çalışılması konusu.
[19] Bakara 2/196.
[20] Âl-i İmrân 3/97.
[21] Bakara 2/286.
[22] Nah! 16/50.
[23] Mülk 67/16.
[24] NahI 16/26.
[25] Yani burada zikrolunan "yukarıdan" kaydı bir
cihet tahsisi için değildir; zira tavan zaten yukarıda olur. Bu sadece onlar,
bunu böyle söyledikleri için zikredilmiştir.
Araplarda düşman imajının en belirgin özelliği gök gözlülük olduğu için,
Kur'ân cehennem zebanilerini gök gözlü olarak tavsif etmiştir (20/102; Beydâvî,
Mecmau't-Tefâsîr, 4/218). İmdi bu ve benzeri onların imajlarına, mevcut
telakkilerine dayalı olarak gelen nassların doğru anlaşılabilmesi için
müellifin dediği gibi, Kur'ân'm indiği sıradaki Arapların örf, âdet ve
telakkilerini de bilmek gerekecektir. (Ç)
[26] Necm 53/49.
[27] Bilginler, bu yıldızın çapının güneşin çapından on
kere daha büyük olduğunu söylerler. Bu, Arapların bildiği en büyük yıldızdır
ve ona tapınışlardır.
[28] Daha önce geçmişti [3/67].
[29] Daha önce geçmişti [3/327].
[30] Daha Önce geçmişti [1/297],
[31] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/331-337
[32] En'âm 6/91.
[33] En'âm 6/136.
[34] En'âm 6/138.
[35] En'âm 6/139
[36] Furkân 25/4.
[37] Furkân 25/5.
[38] Furkân 25/8-9.
[39] Sâd 38/4-8.
[40] Enbiyâ 21/26.
[41] Bakara 2/116.
[42] Yûnus 10/68.
[43] Meryem 19/90.
[44] Burada bahsedeceği şey, meselenin başında
zikredilenden farklı başka bir nev'idir. Çünkü birincisinde nakledilen şeyler
şeriatlerden değildir. Burada ise şeriatlerden, ya da o hükümde olanlardan,
onlar içerisine giren tahriflerden bahsedilmektedir. Bu durumda bu söz, meselenin ilk başında
geçen söz üzerine atfedilmiş olur. ikinci kısım için ikâme edilmiş ikinci bir
delil olması da mümkündür.
[45] Bakara 2/75-
[46] Mâide 5/41.
[47] Nisa 4/46.
[48] Müddessir 74/43.
[49] Kehf 18/22.
[50] Bakara 2/260.
[51] Hucurât 49/14.
[52] Zümer 39/67.
[53] Zümer 39/67.
[54] Tevbe9/61.
[55] Yâsîn 36/47.
[56] Allah'ın meşîetine karşı konulmaz; dolayısıyla
onlardan itiraz yerine derhal teslim olma ve emre uyma gerekirdi.
[57] Çünkü Allah'ın
meşîetini öne sürerek itiraz ediyorlar, öbür taraftan kendilerine yönelik olan
ilâhî meşîete imtisal etmiyorlardı. Yani ilâhî meşîeti hem kendileri için delil
olarak kullanıyorlar, hem de ona uymuyorlardı.
[58] Enbiyâ 21/78-79.
[59] Çünkü Davud'un (s.a.) hata ettiğini açıkça
söylememiştir. Bu, hükmün sadece Süleyman'a bildirilmiş olması ifadesinden
çıkmaktadır.
[60] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/337-343
[61] Meselâ, hem müjde hem de uyarı içeren âyetlerin birden
gelmesi gibi. Bunun en güzel örneğini İnşân (Dehr) sûresinde görmek mümkündür.
[62] Bakara 2/6.
[63] Bakara 2/24.
[64] Bakara 2/26-27.
[65] Bakara 2/62.
[66] Bakara 2/81.
[67] Bakara 2/102.
[68] Bakara 2/103.
[69] Buifadeyle"mâ nensah... "kasdetmiştir
[70] Bakara 2/112.
[71] Bakara 2/121.
[72] En'âm 6/1.
[73] En'âm 6/12.
[74] En'âm 6/15.
[75] En'âm 6/17.
[76] En'âm 6/32.
[77] En'âm 6/36.
[78] En'âm 6/39.
[79] En'âm 6/48.
[80] Meselâ Rahman sûresini ele alalım. Bu sûrenin ilk
üçtebiri Allah Teâlâ'-nın varlığına delâlet edici âyetler olup, arkasından
gelen umut ve korku verici âyetler için bir ön hazırlık mahiyetindedir. Böylece
O, ilmi, kudreti, yaratıcılığı ile müjdelediği şeyleri gerçekleştirmeye,
korkuttuğu şeylerle de cezalandırmaya kadir olduğunu beyan etmiş oluyor. İkinci üçtebir kısmı son
derece belirgin korkutucu ve azap tehdidi içeren âyetlerden oluşur. Son
üçtebiri ise müjde ve umut verici âyetlerden meydana gelir.
[81] Zümer 39/53.
[82] Çünkü Allah Teâlâ, günahları mutlak olarak zikretmiş,
büyük ya da küçük uy irimi yapmamış, affı için herhangi bir şart da koşmamış,
"dilediğine" gibi bir kayıt da getirmemiş; üstelik arkasından da
"Çünkü O, çok bağışlayandır, merhametlidir" buyurarak mânâyı
pekiştirmiştir.
[83] Hûd 11/114.
[84] Bir adam Hz. Peygambere (s.a.) gelerek : Tâ
Rasûlallah! Bostanda bir kadın buldum ve ona herşey yaptım; öptüm, kucakladım,
ancak onunla ilişkide bulunmadım. Ne uygun görürsen onunla hükmet!"
dedi. Hz. Peygamber (s.a.) birşey
söylemedi ve adam kalkıp gitti. Hz. Ömer: "Eğer kendisi örtseydi, Allah
onun durumunu örtmüştü" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) arkasından gözüyle
adamı takip etti ve: "Onu bana geri çevirin" buyurdu. Geri
çevirdiler. Dönünce ona "Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın
zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir'" âyetini
okudu. Hz. Ömer "Yâ Rasûlallah! Bu sadece ona mı has,
yoksa herkes için geçerli midir?" diye sordu. Hz. Peygamber {s.a.) de
herkes için geçerli olduğunu söyledi, (bkz. İbn Kesir, 2/462]
[85] Alak 96/6.
[86] Ahzâb 33/58.
[87] NÛr 24/22.
[88] Zümer 39/53.
[89] Bakara 2/260.
[90] Âl-i İmrân 3/135.
[91] Nisa 4/110.
[92] Nisa 4/31.
[93] Nisa 4/40.
[94] Nisa 4/48.
[95] Nisa 4/64.
[96] Nisa 4/110.
[97] Übeyy b. Halef veya Ümeyye b. Halef veya el-Velîd b.
el-Muğîre veya el-Âsî b. Vâil ya da dördü birden. Çünkü bunlar zengin idiler ve
Hz. Pey-gamber'i (s.a.) çokça alaya alıyorlardı. Sûrede geien özellikler onları
tam tutmaktadır.
[98] Alak96/6.
[99] Murad her ne kadar cins ise de âyet Ebû Cehil hakkında
inmiştir. Bu âyetler sûrenin başındaki âyetlerden uzun bir süre sonra inmiştir.
[100] Ahzâb 33/58.
[101] Çünkü bu da, ifk hadisesi ya da Hz. Peygamber'in
(s.a.) Safiyye bt. Hu-yey'le evliliği ile ilgili olarak fesat kazanını kaynatan
münafıkların başı Abdullah b. Übey b. Selûl ve yandaşları hakkında inmiştir.
[102] Nûr 24/22.
[103] Zümer 39/53
[104] Zümer 39/53.
[105] Zümer 39/54.
[106] Bakara 2/260.
[107] Âl-i İmrân 3/135.
[108] Zümer 39/53.
[109] Nisa 4/110.
[110] Nisa 4/105.
[111] Nisa 4/107-109.
[112] Nisa 4/31.
[113] Nisa 4/40.
[114] Nisa 4/42.
[115] Nisa 4/37.
[116] Nisâ4/4Û.
[117] Nisa 4/64.
[118] Nisa 4/48.
[119] Mü'minûn 23/57-61.
[120] Bakara 2/218.
[121] İsrâ 17/57.
[122] Zümer 39/53.
[123] Ahzâb 33/58.
[124] Daha önce bu âyetin, ifk hadisesi ya da Hz.
Peygamber'in (s.a.) Safiyye bt. Huyeyle evliliği ile ilgili olarak dedikodular
çıkaran münafıkların başı Abdullah b. Übey b. Selûl ve yandaşları hakkında
inmiş olduğu belirtilmişti. Öyle ya da böyle âyet kâfirlerden bir grup yani
münafıklar için inmiştir. Şu anda konumuz ise, korku ya da umut tarafından
sadece birinin kendilerine galebe çaldığı mü'minier ve onların İrşad ve
eğitilmeleri idi. Bazı durumlarda ihmal yönü galebe çalan kimselerin irşad ve
eğitimi konusunda meselâ "inananların gönüllerinin Allah'ı anması ve
O'ndan inen gerçeğe içten bağlanma zamanı daha gelmedi mi?" (57/16) gibi
bir âyeti verseydi o zaman daha açık olur ve kullandığı "azar"
ifadesi de yerini bulurdu. Dünya ve âhirette lanete maruz kalanların ebedî
helaklerinin "azar" diye nitelenmesi doğru olmaz.
[125] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/343-353
[126] Burada külliden maksat, belli bir şahsa veya hale ya
da zamana has değil manasınadır. Keza hükmün mufassal olarak ve şartlarını,
rükünlerini, mânilerini beyan ederek gelmiş olması mânâsına değildir.
[127] Yani sonuçların dikkate alınması şekliyle ki buna
istihsân denilmektedir.
[128] Yani kıyâs yoluyla.
[129] Yani detayların, şartların, mânilerin öğrenilmesi,
şer'î hakîkatların keyfiyetlerinin bilinmesi konusunda. İşte bu ihtiyaç,
Kur'ân'ın getirdiği esasların küllîliğınin bir alâmeti olmaktadır.
[130] Nahl 16/44.
[131] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1.
[132] Mâide 5/3.
[133] Sünnet bahsinin Dördüncü meselesinde bu konu genişçe
ele alınacaktır.
[134] Bu, Kur'ân'm, şer'î hükümleri külli olarak verdiğine
dair bir başka istidlal (temellendirme) şekli olmaktadır.
[135] Nisa 4/105.
[136] Haşr 59/7.
[137] Nisa 4/115.
[138] Yani deliller gibi şeriatın en önemli konusunu içermiş
olan bu üç âyet, kapsam bakımından en geniş küllî delillerden olur.
[139] Buhârî, Libâs, 82-87 ; Müslim, Libâs, 119.
[140] Haşr 59/7.
[141] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/353-355
[142] Yani genel çerçevenin belirlenmesi, mânânın küllî
olarak konulması şeklinde. (Ç)
[143] . Yani şeriatı
icmâlen kavramış olur ve onun mücmel ve küllî esaslarından biçbir eksiği
olmaz.
[144] Mâide 5/3. Ancak dinin ikmâlinin sadece Kitapla değil
de hem Kitap hem de Sünnetle olması düşünülebilir. Âyette de ikmâlin sadece
Kitapla yapıldığına dair bir tahsis yoktur.
[145] NahI 16/44.
[146] Kitap'tan maksadın Kur'ân olması tefsirine göre bu
âyet burada delil olur. Ancak Kitap için
yapılmış Levh-i Mahfuz gibi başka tefsirler de vardır.
[147] En'âm 6/38.
[148] Yani Yaratıcı ile yaratıklar arasındaki ilişkileri en
kâmil anlamda düzenleyen eksiksiz nizam.
[149] İsrâ 17/9.
[150] Tİrmizî, Sevâbul-Kur'ân, 14 ; Dârimî, Fedâilul-Kur'ân,
1.
[151] Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1.
[152] Buhârî, Müsâfirûn, 139 ; Ebû Dâvûd, Tatavvu', 26 ;
Ahmed, 6/54, 91.
[153] Kalem 68/4.
[154] İsrâ 17/82.
[155] Âl-i İmrân 3/193.
[156] Buhârî, Ezan, 54 ; Ebû Dâvûd, Salât, 60.
[157] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; Tirmizî, İlm, 10 ; İbn Mâce,
Mukaddime, 2.
[158] Nisa 4/59.
[159] Ahzâb 33/36.
[160] Nahl 16/44.
[161] bkz. Buhârî, Nikâh, 27 ; Müslim, Nikâh, 37.
[162] Buhârî, Zebâih, 28, Meğâzî, 38 ; Müslim, Nikâh, 30,
Sayd, 23-25.
[163] Buhârî, Tıbb, 57 ; Müslim, Sayd, 11; Ebû Dâvûd,
Sünnet, 5 , Et'ime, 32.
[164] bkz. Buhârî, İlm, 39, Cihâd, 171, Diyât, 24, 31;
Tirmizî, Diyât, İŞ.
[165] Dördüncü Mesele'de hem soru hem de cevap hakkında
yeterli tafsilat-ge-lecektir.
[166] Ahkâf 46/15.
[167] Lokman 31/14.
[168] Buna usûlde sarih olmayan mantûkun delâletlerinden
işaret yoluyla olanı demişlerdir. Bu ifadesi maksûd olmayan lazımı bir delâlet
şekli olmaktadır.
[169] Haşr 59/10. İmam Mâlik, "Allah'ın fethedilen memleketler halkının mallarından (fey')
peygamberine verdikleri; Allah, Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar ve
yolda kalmışlar içindir. ...Allah'ın verdiği bu ganimet malları bilhassa
yurtlarından çıkarılmış ve mallarından edilmiş olan, Allah'tan bir lütuf ve
rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden muhacir
fakirlerindir, işte doğru olanlar bunlardır. Onlar Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı
yerleştirmiş olan kimselerdir ve kendilerine hicret edip gelenleri
severler..." şeklinde devam eden âyetten sonra gelen "Onlardan sonra
gelenler: 'Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla;
kalplerimizde mü'minlere karşı kin bırakma,..' derler" âyetim , fey'
mallarında hakkı bulunan kimseler için hal cümlesi yapmış ve böylece
yukarıdaki sonuca ulaşmıştır. Sahabeye sövmekten daha büyük kin düşünülebilir
mi? Öyleyse, onlara şovenler, fey'den hak alma şartını kaybetmiş olurlar.
[170] Enbiyâ 21/26.
[171] Çünkü Allah Teâlâ, onlara meleklerin Allah'ın kuîları
(yani mülkü) olduğunu belirterek cevap vermiştir. Bu şu demek olur: Onların
kul olmaları ile —ki bu müsellemdir—Allah'ın çocukları olmaları nasıl
uzlaştın-labilir?! Dolayısıyla çocuğun,
babası tarafından mülk edinilmesi sahih olmaz; zira çocukla mülkiyet arasında
bağdaşmazlık vardır. Kur'ân, işte bu hükmü işârî delâlet şekliyle beyan etmiştir.
[172] Alak 96/2.
[173] Nahl 16/78.
[174] Münâfikûn 63/5.
[175] Sâd 38/33. Aslında âyete: "Bacaklarını ve
boyunlarını sıvazlamaya başladı" anlamı verilmektedir.
Şeriatımızda malın ziyan edilmesi caiz değildir. Kalbi meşgul edeceği
endişesi, onu itlaf etmek için bir sebep olamaz. Çünkü ondan korunmanın
yolları vardır; hibe, tasadduk vb. gibi. Bizden önceki şerîatler, ancak
neshedilmediği zaman bizim için bir delil olabilir. Kaldı ki âyete yukarıda da
belirttiğimiz gibi, Şiblî'nin anladığından farklı olarak sivazla-mak mânâsı da
verilmiştir. Eğer kılıçla vurmak mânâsına alındığı zaman, Süleyman'ın (s.a.)
şeriatında atların kurban edilmesi yoluyla bir ibadet şeklinin bulunduğu
düşünülebilir. Ya da öldürücü olmaksızın, onların Allah yolunda vakfedilmiş
olduğuna alâmet olacak işaret koyma amacına yönelik olabilir. Alûsî, kendisini
meşgul ettiği için kızdığı ve bu yüzden onları itlaf ettiği şeklindeki izahın
bâtıl olduğunu söylemiştir. Müellif, bu istidlal şekillerinin hepsine
katılmadığına son cümlesiyle işaret etmiş olmaktadır.
[176] Mâide5/18.
[177] A'râf 7/143. Musa (s.a.), Allah'ı görme isteğini,
Allah'ın kendisiyle konuşması üzerine dile getirmişti. Sözü edilen görüş
sahipleri bunu şöyle açıklamışlardır: Musa, bu isteğini, 'sözünü işitmesi caiz
olanın, kendisine bakması da caizdir ve bunun aksi de varittir' düşüncesine
dayandırmıştır. Kadına bakmak ittifakla caiz olmadığına göre, sözünü dinlemek
de caiz olmayacaktır.
Ne kadar uzak bir
istidlal şekli! Özellikle de cevaz şeklinin farklılığının dikkate alınması
durumunda. Çünkü Musa meselesinde cevaz aklîdir; kadına bakılması ve onun
sözünün işitilmesi ise, teklifi hükümler içerisine giren bir konudur. Kadına
bakmak ittifakla caiz olmadığına göre, onun sözünü dinleme de caiz olmamalıdır.
İfrat ya da tefritin hâkim olduğu konulardan biri de budur. Nassla-nn
İstikraya tâbi tutulması sonucunda kadının sesinin mahremiyeti konusunda
mutedil bir sonuca ulaşılacağı kanaatindeyiz. (Ç)
[178] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/355-360
[179] Kâf50/6.
[180] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 1. [3/367] de de geçmişti.
[181] Isrâ 17/15.
[182] Kehf 18/29.
[183] Mâide5/6.
[184] Tahrîm 66/12.
[185] Mâide 5/75. Yemek yediklerine göre, tuvalete de
gidecekler ve ihtiyaçlarını göreceklerdi.
Dolayısıyla halleri böyle olan İsa ve annesinin tanrı olması mümkün
değildir. Ayet, sonucu zikretmeyi kaba bulduğu için, birincinin zikri ile
maksadı ifade etmiştir. Müellifin demek istediği budur. (Ç)
[186] Bakara 2/26.
[187] Ahz^b 33653.
[188] Furkân 25/32.
[189] Furkân 25/32.
[190] İsrâ 17/106.
[191] İkincisi muhtemelen "Rabbi" olmalıdır. (Ç)
[192] Bakara 2/286.
[193] Bakara 2/127.
[194] Âl-i İmrân 3/35.
[195] Bakara 2/260.
[196] Fatiha 1/4.
[197] Âl-i İmrân 3/16
[198] Âl-i îmrân 3/53.
[199] Âl-i îmrân 3/193.
[200] Yûnus 10/88.
[201] Nûh 71/21-28.
[202] Bakara 2/127.
[203] İkinci Nev'in Beşinci Mesele'sinde. Orada, sözün bu
tür âdâbâ delâletinin tâbi delâlet unsurlarından olduğunu söylemiş ve
örneklerle sözü açmıştı. Oraya bkz.
[204] Zâriyât 52/56.
[205] Yani kifâî olan farzlar içerisinde her istenilen her
yasaklanılan şeyle ilgisi olması bakımından en kapsamlısı iyiliği emretmek ve
kötülüğü yasaklamak görevidir. Çünkü bu görev, fıkhın belli bir konusuna
münhasır değildir. Diğer kifâî farzlar ise böyle değildir. Meselâ, devlet
yöneticiliği, cihâd, ilim öğretmek ve önemli sanatları icra etmek gibi. Bütün
bunlar kifâî farzlardan olmakla birlikte, uygulama alanı sadece kendi sahasına
münhasır kalmaktadır. İyiliği emretmek ve kötülüğü emretmek ise, şeriatın bütün
konuları için tamamlayıcı bir unsur mahiyetini gösteren tek kifâî farz
olmaktadır. En kapsamlı olanları ifadesinden maksat budur; yoksa onun küllî
bir esas olduğunu ifade değildir. Zira diğer kifâî oian farzlar onun altında
bir cüz olarak mündemiç değildir.
[206] Çünkü bu üç cinsten her birinin altında üç nev'i
bulunmaktadır ve her cins için de tamamlayıcı unsur vardır. Gazzâlî ise, üç
cinsi sadece üç ilim kabul etmiş ve onların altına giren nev'i ve dallarına
bakmamıştır. Ancak o, ikinciyi, iyi huylarla bezenmek, kötü huylardan da
arınmak yoluyla Allah'a gidecek yolun belirtilmesi kabul etmiştir.
İbâdetlerin, muamelelerin... beyanını ise
tâbi ve tamamlayıcı unsurlardan saymıştır. İkisi arasında karşılaştırma
yapıldığı zaman Gazzâlî'nin yaklaşımı sûfiyyenin makamına daha uygun
düşmektedir.
[207] Bu, ilk üçünün tamamlayıcı unsuru olmaktadır.
İkincisi, birincinin, üçüncüsü ise ikincinin tamamlayıcısı mahiyetindedir.
[208] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/361-368
[209] Rivayet, el-Mesâbîh'te İbn Mesûd'dan gelmiştir ve
şöyledir: "Kur'ân, yedi harf üzerine inmiştir. Onlardan her âyetin bir
sırtı (zahiri) bir de karnı (bâtını) vardır. Her haddin de bir matla'ı
vardır" Rûhu'l-Meânî'de: "Her harfin bir haddi ve her haddin de bir
matla'ı vardır" şeklindedir. Mânâsı en uygun tefsire göre şöyledir: Her
harfin yani indiriliş şekillerinden her birinin bir haddi yani Allah'ın o
âyetten amaçlamış olduğu muradının bir son noktası vardır. Murad olunan her son nokta için de bir matla'
yani başlangıç ve o maksadı Allah'ın muradı üzere anlamaya ulaştıracak bir
çıkış noktası vardır.
[210] Nisa 4/78.
[211] bkz. Buhârî, İlm, 39, Cihâd, 171, Diyât, 24, 31;
Tirmizî, Diyât, 16.
[212] Nisa 4/82.
[213] Çünkü ihtilaf, çoğu kez sözün zahiri yanında durmak ve
maksadı kavramaya çalışmamak yüzünden doğmaktadır. Bu ise Kur'ân'm bir bütün
olarak ele alınması, onun birbirini tefsir, takyid ve tahsis ettiğine bakılması
yoluyla olacak ve böylece ondan Allah Teâlâ'nın gözettiği maksat anlaşılmış
olacak ve ihtilaflar da ortadan kalkacaktır.
[214] bkz. Nisa 4/78.
[215] Nisa 4/79.
[216] Muhammed 47/24.
[217] Yani Allah Teâlâ, bir sırrın ve gizli mânâlardan
birinin, seçkin kullarından birinin dili üzerinde açıklanmasını ister ve
böylece onu açıklar.
[218] Mâide 5/3.
[219] Ankebût 29/41.
[220] Bakara 2/26.
[221] Bakara 2/26.
[222] Müddessir 74/30.
[223] Müddessir 74/31.
[224] Münâfikûn 63/8.
[225] Lokman 3176.
[226] Haşr 59/13.
[227] Haşr 59/13.
[228] Tevbe 9/127.
[229] Tevbe 9/127.
[230] Birincinin anlamı "inkarcıların göğsünü dar ve
sıkıntılı yapar" (6/125) ; ikincisinin ki; "Kalbin daralır"
(11/12) şeklindedir. "Dayyik" kelimesi sı-fat-ı müşebbehe kalıbıdır
ve vasfın devam ve sabitliğini bildirir. "Dâik" kelimesi ise, ism-i
fail kalıbıdır ve bu kalıp, oluş ve yenilenme bildirir, süreklilik
bildirmez; dolayısıyla Hz. Peygamber'e
(s.a.) arız olan bu daralmanın geçici bir durum olduğunu gösterir.
[231] "İnkâr edenleri, başlarına geleceklerle uyarsan
da birdir, uyarmasan da..." (2/6)
[232] "Ve insanlar arasında, bir bilgisi olmadığı halde
Allah yolundan saptırmak için gerçeği boş sözlerle değişenler vardır"
(31/6)
[233] Birinci âyetin öncesinden maksat Kitab'm halini beyan
etmek ve onda en ufak bir kuşku olmadığını ortaya koymaktır. Bunun zımnında da,
kâfirlerin küfür ve sapıklık üzerinde ısrarları
vurgulanmaktadır. Öyle ki oniar, uyarsan da uyarmasan da fark etmeyecek
şekildedirler. Bu itibarla, âyet öncesini tamamlar mahiyettedir. Dolayısıyla
mahal, "fasl" mahalli yani atıfsız başlama yeridir.
"Ve mine'n-nâs..." âyeti ise, öncesi ile beraber, insanların
doğru yolda olanlar ve sapıklar olmak üzere iki sınıf olduklarını ve bunlar
arasında tezat bulunduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla mahal, "vasi"
yani atıf harfi ile getirme mahallidir.
[234] Şuarâ 26/154.
[235] Şuarâ 26/186.
[236] Meryem 19/47.
[237] Furkân 25/63.
[238] Merfû halde olan, sübût ve süreklilik ifade eden isim
cümlesi olduğu için, daha güzel selam olur.
[239] Hatırlama, şeytanın dürtmesinden sonra meydana gelir;
hakkı görmek ise, onlarda sabit ve dâim olan bir özelliktir. Dolayısıyla
birincisi, oluş bildiren fiil kalıbı ile getirilirken, ikincisi sübût ve
kalıcılık bildiren ism-i
fail kalıbı ile getirilmiştir
[240] "el-Hasene' den maksat, insanların güzel
buldukları bolluk, bereket, refah ve afiyet gibi şeylerdir. Bunların yaygın ve genel bir şekilde ve sebepsiz
olarak vuku bulması için ilâhî rahmetin
taalluku bulunduğundan, bunların vukuu konusunda şüphe yoktur. Bu yüzden de
kesin tahakkuk ifade eden geçmiş zaman kipi üe yine şüphe içermeyen
"izâ" şart edatı ile kullanılmış ve ayrıca kelime de marife
getirilmiştir. Çeşitli belâ ve musibetlerin murad edildiği "seyyie"
ise, vukuu nâdirdir, onun vücuda gelmesi için ilâhî irâdenin taalluku da,
insanların bazı kötü fiilleri işlemelerine bağlanmıştır. O yüzden onun
tahakkuku hasene gibi kesin değildir. İşte bunun için de o, şüphe edatı olan
"in" ile, gelecek zaman kipi ve fiekire bir kalıpla getirilmiştir
[241] "İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona
sevinirler, ama yaptıklarından ötürü
başlarına bir kötülük gelirse, hemen ümitlerini kaybedive-rirler"(RÛm
30/36)
[242] Bakara 2/23.
[243] Hûd 11/13.
[244] Yani Kur'ân'm fesahati üzerine kurulu olan i'câzdan,
bu i'cazm sonucu amaç olmaktadır. Bu da, içerisinde bulundukları acziyet
sebebiyle onu tasdik etme ve ondan kastolunan ilâhî muradı anlama
noktasına ulaşmalanydı. İşte, onları
karşı koyma konusunda acze düşüren ve onun Hakk'tan olduğunu itirafa götüren
şey, Kur'ân'm zahiri olmaktadır. İtirafın arkasından gelen şey ise —ki bu
kulun kendisi ile kulluk vasfını kazanmış olduğu mânâlardır— Kur'ân'm bâtınıdır
ve indirilmesinden gözetilen ilâhî maksat olmaktadır.
[245] Bakara 2/245.
[246] bkz. Âl-i İmrân 3/181.
[247] bkz. İbn Kesîr, 1/299.
[248] Nahl 16/78.
[249] Mülk 67/23.
[250] Tevbe 9/5.
[251] Bakara 2/229.
[252] Nisa 4/4.
[253] Yûsuf 12/40.
[254] Zuhruf 43/58.
[255] Kamer 54/14.
[256] Yasin 36/71
[257] Mü'min 40/56.
[258] Zümer 39/37.
[259] Mâide 5/95.
[260] Nisa 4/4
[261] Şûra 42/11.
[262] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/368-377
[263] Nahl 16/103.
[264] Fussılet 41/44.
[265] Şeriatın anlaşılmak üzere konulmuş olduğunu konu
edinen ikinci nevide.
[266] Âl-imrân 3/138.
[267] Tûr 52/44. Âyetin mânâsı şöyle: "Gökten azap
olarak düşen bir parça görseler: 'Bulut kümesidir' derler"
[268] Râfizîlerden olan bu kimseyi, Halid el-Kısrî öldürmüş
ve Allah'ın kullarını onun şerrinden kurtarmıştır.
[269] Bugünkü Tunus'un olduğu bölge. (Ç)
[270] Berberi kabiterinden birinin ismi. (Ç)
[271] Âl-i İmrân 3/110.
[272] Nisa 4/3
Meali: "Hoşunuza giden kadınlardan ikişer, üçer, dörder evlenin
[273] Mâide 5(3.
[274] Bakara 2/255.
[275] Tâhâ 20/121. Meali: "Âdem Rabbine baş kaldırdı ve
yolunu şaşırdı"
[276] A'râf 7/179. "And olsun ki, cehennem için de birçok
cin ve insan yarattık"
[277] Nisa 4/125.
[278] Buhârî, Salât, 80, Fedâilu's-sahâbe, 3, 5; Müslim,
Fedâilu's-sahâbe, 2-7; Tirmizî, Menâkıb, 14-16; İbn Mâce, Mukaddime, 11.
[279] Yani onun indiriliş amacı ve lafzın ötesinde murad
olunan mânâ.
[280] Neml 27/16.
[281] Olay ve beyit hakkında bkz. İbn Kuteybe,
Uyûnu'l-ahbâr, 2/161 ; İbn Abdirabbih,Ikdu'I-ferîd, 2/250.
[282] Yani nakledilen üç sözde de lafzî deliller vardır.
Elîf Lâm Mîm'de ise, yapılan yoruma delâlet edecek bir delil bulunmamaktadır.
[283] . Buna göre bu
hesapla geçmiş ve gelecek bütün milletlerin tarihleri ortaya çıkacaktır. Buna
bir örnek olmak üzere Muhyiddin el-Arabî'nin Fütuhatında "Ve külle şey'in
ahsaynâhu kitaben" âyeti hakkında zikrettiği şu sözleri kaydedebiliriz:
Aîlah Teâlâ kitabına bizim sayamayacağımız kadar ilim koymuştur. Alimin birine
sordum ve "Bunlar içerisinde ana ilimieri belirlemek mümkün müdür?"
dedim. O: "Yüzbin altıyüz nev'idir; Her nev'i ise, sayısını ancak Allah
Teâlâ'nm bilebileceği ilimleri içerir" dedi.
[284] Bakara 2/22.
[285] Tevbe 9/31.
Bu konuda "Heva ve hevesini kendisine tanrı edineni gördün
mü?" (25/43) âyeti daha da açıktır. (Ç)
[286] Halbuki haram ve helâl kılma yetkisi sadece Allah'a
aittir Nefs-i emmare, sahibine isteklerini yapmayı ve bu sırada Allah'ın emir
ve yasaklarına riayeti terki emredince ve kişi de onun bu isteklerine boyun
eğince sanki onu Rab edinmiş gibi olur.
[287] Ahkâf 46/20.
[288] bkz. [3/288].
[289] Bakara 2/22.
[290] Müellif burada Sehl'in sözünü, geçen iki şartı
bulundurduğu için âyetin tefsiri ve ondan murad olarak kabul etmektedir. Geçen
fasılda olanları ise, âyetlerden elde edilen işârî mânâ saymıştır. Bu fasılda,
bundan sonra gelecekleri ise, işârî mânâ şeklinde de olsa kabul etmeyecektir.
[291] Bakara 2/35.
[292] Onun dinin esasları ile ilgili bir konuda musibete
düşmediğini, dolayısıyla yapmış olduğu hatanın büyük değil, küçük olduğunu
vurgulamak istiyor.
[293] Âl-i İmrân 3/96.
[294] Onuncu Mesele'de gelecektir.
[295] Nisa 4/51.
[296] Bakara 2/22.
[297] Ancak müellif orada bunun bir tefsir olmadığını
söylemişti ve bu yapılan izahta en önemli bir husus oluyordu, bkz. [3/398].
[298] Çünkü iyilik yapılması emri bu yapılan izahlarla nasıl
telif edilecektir.
[299] Neml 27/44.
[300] Neml 27/52.
[301] Rûm 30/50.
[302] Rûm 30/41.
[303] Bakara 2/114.
[304] Tâhâ 20/12.
[305] Ebû Dâvûd, İlim, 5.
[306] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/377-390
[307] î'tibânn iki mânâsı vardır. Bunlardan birine göre,
kıyâs ile eş anlamlıdır. Diğeri ise, Türkçedeki ibret alma sözünün
çağrıştırdığı mânâ olup, birşeyden kendisine pay çıkarma şeklinde ifade
edilebilir. Burada kıyas, mülâhaza, istintaç gibi mânâlara gelmektedir. Daha
genel olması açısından biz "mülâhaza" diye çevirmeyi yeğledik. (Ç)
[308] Buna şunu örnek verebiliriz: "Kadir gecesi bin.
aydan hayırlıdır" âyeti hakkında bazıları şöyle demişlerdir: Bin ay, Emevî
devletinin ömrüdür; çünkü onlar iktidarda seksen üç sene dört ay kalmışlardır.
Bu âyet Hz. Peygamber'e (s.a.) teselli olmak üzere inmiştir. Çünkü Allah Teâlâ
onu kendisinden sonra gelen meliklerin hayat tarzına vâkıf kılmış ve Emevîleri
görünce üzülmüş. Bunun üzerine bu âyeti indirerek Peygamberini hoşnut etmiş.
Bu mânâ Kur'ân'dan alınmış değildir. Aksine sayıların mutabakatından
hareketle Kur'ân dışından, vakıadan alınmıştır. Lafız bu mânâyı düşünmeye uzak
da değildir. Ancak sûreden bu mânânın kastedildiğine dair herhangi bir şer'î
delil bulunmamaktadır.
[309] Orada verdiği örneklerden biri şudur: "Suçlular
şüphesiz inanmış olanlara gülerlerdi. Yanlarından geçtikleri zaman da
birbirlerine göz kırpar-lardı. ... Bugün
de, inananlar inkarcılara
gülerler" (83/29) âyeti,
câhillerin ehl-i sülûke gülmeleri ve onları alaya almaları hakkında bir
işarettir. Onlar, kişi nasıl özünden fena (fena fi'n-nefs) olabilir; halbuki o
günde şu kadar ntıl ekmek yiyor, uzunluğu bu kadar, eni şu kadar... derler.
Nuh'un ümmeti de aynı şekilde yapmışlar ve Hz. Nûh gemiyi inşa ederken ona
karşı gülmüşlerdi. Allah Teâlâ onların: "Bizimle alay ediyorsunuz ama,
alay ettiğiniz gibi Biz de sizinle alay edeceğiz" (11/38) diye cevap
verdiklerini bildirmiştir.
[310] Şu örnek onlardan biridir: Fatiha, Kur'ân ilimleri
olan on kısımdan sekizini içine almıştır. Bunlar kâfirlere karşı mücâdele
şekli ile fukâhanın ortaya koyduğu hükümlerin dışında kalanlarıdır. Bundan, bu
iki kısmın mertebe olarak diğer ilimlerden sonra geldiğini gösterir. Dolayısıyla bu iki ümi diğerlerinden öne
almak ancak mal ve makam sevgisinden kaynaklanır. Sonra şöyle der: Fatiha
kitabın anahtarıdır, cennetin anahtarıdır. Cennetin kapıları da sekizdir. Fatihanın mânâsı da sekiz şeye dönüktür.
İşte bu Kur'ânî mülâhazalardan (i'tibârât) sayılmaktadır. Müellif orada her kısmın
marifet bahçelerinden birinin kapısını açtığını ve böylece arifin ruhunun,
cennet bahçelerinde dolaşan kimsenin duyduğu sürür ve ferahtan az olmayacak
şekilde, marifet bahçelerinde dolaşıp sürür ve ferah bulacağını söylemiştir.
[311] Buhârî, BedVÎ-halk, 7 , Libâs, 88, 94 ; Müslim, Libâs,
81.
[312] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/390-392
[313] Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in (s.a.) getirdiği
şeriat, peygamberlerle getirilen tevhid dini sürecinin tamamlayicısıdır. İslâm
şeriatı, daha önceki şeriatlar tarafından konulmuş olduğu halde tahrif edilmiş
şeyleri tekrar düzeltmek ve ıslah etmek, onlarda bulunmayan şeyleri ise ikmâl
etmek için gelmiştir. Buna göre sonradan gelen şeriat bir öncekisi dikkate alınarak
değerlendirilecektir. Aynı durum İslâm şeriatı içerisinde de sözko-nusu olacak
ve sonra gelen nasslar, öncekilerin oluşturduğu zemine oturtularak
değerlendirilecektir.
[314] Müellif, burada Kelâm âlimierince belirlenen Tevhid
ilkeleri ile yetinmeyerek bu sûrede şeriatın temelini oluşturan diğer külli
kaidelerin de belirlenmiş olduğunu ilave olarak belirtmek istiyor. Çünkü bu
kaidelerden biri olmadığı zaman şeriat eksik kalmakta, ihlâle uğradığı zaman da
ihlâl görmektedir.
[315] Müslim, imân, 43.
[316] Müslim, îmân, 53.
[317] Bu ve benzeri hadisleri konuya örnek olarak gösterebilmek
için, onların namaz, oruç, hacc, cihâd, zekât gibi dinin hükümlerinin henüz
tamamlanmadan önce vârid olmuş olduklarını bilmeye ihtiyaç vardır. Bu ise
zordur. Verilen örnek .hadislerin, râvi ve içerdikleri diğer ipuçlarına
bakılacak olursa Medffie döneminde söylenmiş oldukları anlaşılıyor. Meselâ
birinin ravisi olan Ebû Hüreyre'nin müslüman oluşu Hicrî yedinci yıla rastlar.
[318] Mâide5/93.
[319] Bakara 2/143.
[320] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/392-395
[321] Kehf 18/104 ve Şusrâ 26/168.
[322] Kur'ân'da cinas olduğunu söylemekle, ondan maksadın
cinas olduğunu iddia etmek arasında
fark vardır. Hatta, Arapların kendi dillerinde cinas yapma gibi bir maksatları
olmadığını kabul etsek bile, bu tesadüfi olrrak sözde cinasın meydana gelmesine mani
değildir. Nitekim âyetlerden bazı parçalar vardır ki, çeşitli şiir
bahislerine tesadüfi olarak uygun düşmektedir. Meselâ: .
beytinde olduğu gibi. Bu, Kur'ân'da Allah'ın maksadının şiir söylemek olduğu
mânâsına gelmediği gibi, cinas için de durum aynıdır. Dolayısıyla iddia edilen
mahzur niye doğsun?!
[323] Nûr 24/15.
[324] Müellifin, "âyetinin mânâsı altına girer"
demesi, bu âyetin ifk hadisesi hakkında olması sebebiyledir. Bu durumda âyetin
konumuza delâleti itibar ve işaret yoluyla olmaktadır.
[325] Mâide 5/6.
[326] Mâide 5/75. Yemek yediklerine göre, tuvalete de
gidecekler ve ihtiyaçlarını göreceklerdi. Dolayısıyla halleri böyle olan İsa
ve annesinin tanrı olması mümkün değildir. Ayet, sonucu zikretmeyi kaba
bulduğu için, birincinin zikri ile kinaye olarak maksadı ifade etmiştir. (Ç)
[327] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/395-398
[328] Bir önceki meselede, Kur'ân tefsiri konusunda ikisi
aşırı, biri orta olmak üzere üç çeşit tefsir metodu olduğunu; aşın uçlardan
birinin mânâ ve maksadı bir tarafa iterek lafızlara Arapların hiç de bilmediği
mânâlar yüklediğini, diğer aşırı ucun ise tekellüfe girerek, Arapların
bilmediği şeylerle ancak Kur'ân'm anlaşılabileceğini ileri sürdüklerini
açıklamıştır. Burada ise orta yolcu metottan neyi kastettiğini açıklayacak ve
bundan maksadın sözü bir bütün olarak ele almak olduğunu, Kur'ân'm bütünü
içerisinde bağlantı bulunduğunu ileri sürerek açıklayacaktır.
[329] Kur'ân'm son yedide birini oluşturan kısa sûreler. (Ç)
[330] Onbirinci Mesele'de, anlayış ve hüküm bakımından
Medenî sûrelerin Mekkî sûreler üzerine kurulu olduğu... konusu ile ilgili
hususlar.
[331] Bakara 2/183-187.
[332] Bakara 2/188.
[333] Bakara 2/189.
[334] Mü'minûn 23/24.
[335] Mü'minûn 23/33.
[336] Mü'minûn 23/34.
[337] Mü'minûn 23/38.
[338] Mü'minûn 23/44.
[339] Mü'minûn 23/47.
[340] Mü'minûn 23/50.
[341] Mü'minûn 23/51.
[342] Mü'minûn 23/52.
[343] Mü'minûn 23/57-61.
[344] A'râf7/66.
[345] Mü'minûn 23/33.
[346] Mü'minûn 23/47.
[347] Mü'minûn 23/54-56.
[348] Mü'minûn 23/57-61.
[349] Yani peygamberliğin isbatı. fÇ)
[350] Yani Hz. Peygamber'in (s.a.) maruz kaldığı durumlar
dikkate alınarak bazen uzunca, bazen de önemli olan kısma atıf şeklinde
zikredilmiştir.
[351] Sahih olan ve esas kabul edilen yaklaşım budur ve
delilleri iptal edilecek gibi de değildir. Ayrı ayrı sûreler halinde ve besmele
ile ayrılmış olması konusuna gelince, bu onların mânâ bakımından birbirinden
bağımsız olmalarını gerektirmez. Eğer öyle
olursa, Medeni sûre ve âyetler, nasıl Mekkî olanlar üzerine bina
edilecektir. Eğer her sûre başlı başına ele alınacak ve diğerlerine
bakılmayacak olursa, bunlar birbiri üzerine nasıl bina edilecektir? Beyân ve
nesh nasıl olacaktır? Bilindiği gibi ne beyân ne de nesh konusunda, nâsih ve
mensûhun, beyan eden ile edilen nassla-rın aynı sûrede olmaları gibi bir şart
yoktur. Bu itibarla müellifin son olarak "Bunda da herhangi bir problem
yoktur" şeklinde söylediği sözü anlaşılır gibi değildir.
[352] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/398-406
[353] Bu konuda rivayet edilen bir hadis de şöyleydi:
"Kim Kur'ân hakkında kendi görüşünce birşey söylerse, isabet etse de hata etmiş olur" (Ebû
Dâvûd, İlim, 5.)
[354] Ölüp arkasında mirasçı olarak ana, baba, nine, dede,
oğul, kız ve torun bırakmayan kimse. (Ç)
[355] Amidî'nin el-îhkâin'ının kıyâs bahsinin ikinci
meselesine bkz.
[356] Abese 80/31.
[357] Meâric 70/40.