İkinci Delil: Sünnet 1

Birinci Mesele: 1

İkinci Mesele: 3

Üçüncü Mesele: 6

Dördüncü Mesele: 14

Beşinci Mesele: 33

Altıncı Mesele: 35

Yedinci Mesele: 41

Sekizinci Mesele: 43

Dokuzuncu Mesele: 44

Onuncu Mesele: 49

 

 

İKİNCİ DELİL: SÜNNET

 

Konu on mesele altında incelenecektir:

BİRİNCİ MESELE:

 

Sünnetin mânâsı: Sünnet kelimesi bir ıstılah olarak çeşitli an­lamlarda kullanılır:

Sünnetin birinci mânâsı: Sadece Hz. Peygaraber'den nakle-dilegelen, bizzat Kur'ân tarafından ele alınmayan, aksine Hz. Pey­gamber tarafından beyan edilen şeylerdir. Bunların Kur'-ân'm genel olarak getirdiği esasların beyanı mahiyetinde olup ol­maması arasında fark yoktur.[1]                                                

Sünnetin ikinci mânâsı: "Bid'at" m karşıtı anlamındadır. Meselâ bir kimse Hz. Peygamber'in davranışına uygun ha­rekette bulunduğu zaman "Falan kişi sünnet üzeredir" denilir. Bu­rada söz konusu davranış şeklinin Kur'ân'da açıklanmış olup olmaması[2] arasında fark yoktur. Aksi şekilde harekette bulunduğu za­man ise "Falan kişi bid'at üzeredir." denilir. Öyle gözüküyor ki, sünnetin bu kullanılış şeklinde dikkate alınan husus sadece şeriat sahibinin yani Hz. Peygamber'in ameli[3] olmakta ve "sün­net" tabiri işte bu açıdan kullanılmakta; yapılan fiilin Kitab'm bir gereği olup olmadığı noktasına bakılmamaktadır.

Üçüncü anlamı: Sünnet sözcüğü, sahabenin işleyegeldikleri şeyler anlamında da kullanılmaktadır. Sünnet diye isimlendirilen bu şeylerin Kitap'ta veya sünnette olup olmamasına[4]da bakılma­maktadır. Çünkü bu halleriyle onlar:

a) Ya kendilerince sabit olan fakat bize kadar ulaşmayan bir sünnete tâbi olmuşlardır.

b) Ya da üzerinde tümünün veya halifelerinin icmâ ettiği bir içtihada[5]dayanmışlardır.

Onların bir konuda görüş birliği etmeleri, (serî delillerden biri olan) icmâ olmaktadır. Halifelerinin icmâı ise, aslında tüm sahabe­nin icmâı anlamına gelir.[6] Çünkü maslahat gereği tüm insanları oşey ile amel etmeye sevketmeleri ve bu arada sahabenin böyle bir davranışa karşı herhangi bir tepki göstermemesi, onların da o hük­me katıldıklarını gösterir.[7]

Bu durumda mürsel maslahatlar[8] ve istihsân(a dayah uygula­malar) sünnetin bu sonuncu kullanılış şekli altına girer. Nitekim sahabe devrinde gerçekleştirilen içki cezasının seksen sopaya çıkarılması[9], zenâatkârların tazminle sorumlu tutulması[10], Kur'ân'-ın bir mushaf halinde toplanılması[11], bütün insanların Kur'ân'ı ye-di çeşit okuma şekli içerisinden (ahruf-ı seb'a) tek bir şekil üzere okumalarının sağlanması,[12] divanların kurulması[13] ve benzeri[14] uy­gulamalar bu kabildendir. Sünnetin sahabe uygulaması anlamında kullanılışının doğruluğuna şu hadis de delâlet eder: "Sünnetime ve hidayete erdirilmiş râşid halifelerin sünnetine yapışın"[15]

Buraya kadar anlatılanları topladığımızda, sünnet sözcüğünün kullanılışının şu dört yönü içerdiği ortaya çıkmaktadır:

1) Hz. Peygamberin sözleri,

2) Fiilleri,

3) Tasvipleri (ikrar, onay).[16] Hz. Peygamber'den  sâdır olan bütün bu söz, fiil ve tasvipler ya vahye dayalıdır, ya da—Hz. Peygamber hakkında içtihadın sahihliği görüşüne göre— içtihada dayalıdır.

4) Sahabe ve halifelerden nakledilen uygulamalar. Bu türden olanlar da, her ne kadar söz, fiil ve tasvip (ikrar) gibi üçe aynlabilirse de, tek bir tür olarak kabul edilmektedir. Zi­ra sahabeden nakledilen şeyler, aynen Hz. Peygamber'den nakledilenler gibi detaylı bir şekilde ele alınma­maktadır.[17]

İKİNCİ MESELE:

 

Sünnetin Yeri: Sünnet, dikkate alınma bakımından Kitap'tan sonra gelir.[18] Buna şu hususlar delalet eder:

(1)

Kitap kat'î, sünnet ise zannîdir. Sünnette kat'îlik ancak, kıs­men söz konusu olabilir; tafsilâtta kat'îlikten söz edilemez. Kitap ise hem genel hem de tafsil üzere kafidir. Kat'î olan, zannî üzerine takdim olunacağından, Kitab'ın sünnet üzerine takdimi lâzım gelir.

(2)

Sünnet, ya Kitab'ı beyan etmektedir ya da ona ilave bir hüküm getirmektedir. Eğer Kitab'ın içeriğini beyan mahiyetinde ise, o za­man sünnet, dikkate alınma bakımından beyan edilene nisbetle ikinci derecede bir yere sahip olacaktır. Şöyle ki, beyan edilecek olan şeyin düşmesi durumunda, beyanın da düşmesi lâzım gelir; bunun aksine beyanın düşmesi halinde ise beyan edilecek olan şey düşmez. Durumu böyle olan birşeyin (yani Kitab'ın) tâbi durumda olana takdimi gerekir. Eğer sünnet, beyan edici mahiyette değil de Kitab'a ilave birşey getiriyorsa, o zaman ona itibar Kitab'a bakıl­dıktan ve aranılanın onda bulunamamasından sonra olacaktır. Bu da Kitab'ın mertebece sünnetten önde geldiğinin delilidir.

(3)

Bu.konuda gelen naklî deliller vardır. Muâz hadisi bunlardan­dır: Bu hadise göre, Hz. Peygamber ile, Yemen'e vali gön­derdiği Muâz (r.a.) arasında şöyle bir konuşma cereyan eder:

— Ne ile hükmedeceksin?

— Allah'ın kitabıyla.

— Ya onda bulamazsan?

— Rasûhıllah'm sünnetiyle.

—Onda da bulamazsan?

—Reyimle ictihad ederim..[19]

Hz. Ömer, kadı Şureyh'e yazdığı mektubunda ise şöyle demiştir: "Sana bir durum geldiği zaman, Allah'ın kitabına göre hükmet. Eğer Allah'ın kitabında hükmü olmayan bir durum karşına çıkarsa, Rasûlullah'm verdiği hükümle hükmet..." Başka bir riva­yette ise şöyle demiştir: "Eğer Allah'ın kitabında bir şey bulursan onunla hükmet ve başka hiçbir şeye iltifat etme." Hz. Ömer, bu sö­zün mânâsını bir başka rivayette şöyle açıklamıştır: "Allah'ın kita­bında gördüğün şeyi bak al ve o konuda başka hiçbir kimseye bir-şey sorma. Allah'ın kitabında bulamadığın şey hakkında ise, Rasû­lullah'm sünnetine tâbi ol!" Buna benzer bir söz İbn Me-sûd'dan da nakledilmiştir. O şöyle demiştir: "Sizden birinize bir da­va arzedildiği zaman, Allah'ın kitabı üzere hükmetsin. Eğer Allah'­ın kitabında hükmü bulunmayan bir mesele ile karşı karşıya ge­lirse, o zaman da Rasûlullah'm sünneti üzere hükmetsin."İbn Abbâs ise, kendisine birşey sorulduğu zaman, eğer o meselenin hükmü Allah'ın kitabında varsa, onunla hükmederdi. Eğer Allah'ın kitabında hükmü yoksa ve o konuda Rasûlullah'tan  bir hüküm varsa onunla hükmederdi. Selef ve ulemâ sözlerinde, sün­netin Kur'ân'dan sonra geldiğini gösteren benzeri sözler pek çoktur.

Hanefî usûlcülerin taksiminde yer alan farz ve vacip ayırımı da, Kitâb'm sünnet üzerine takdimi, Kitab'a itibarın sünnetten da­ha güçlü olduğu esasından kaynaklanır. Bu ayırımın mânâsı konu­sunda diğerlerinin de farklı düşünmediğini söyleyebiliriz. Bu du­rumda herkes tarafından kesin olarak kabul edilen sonuç şudur: Sünnet, değerlendirme bakımından Kitap mertebesinde değildir.

İtiraz: Bu sonuç, tahkikçi âlimlerin görüşlerine aykırıdır. Şöy­le ki:

(1)

Alimlere göre sünnet, Kitap üzerinde hâkim konumda iken, Ki­tap sünnet üzerinde hâkim değildir.[20] Çünkü Kitab'ın iki ya da da­ha fazla durumlara ihtimali olabilir, sonra sünnet gelerek bu ihti­mallerden maksûd olanı belirler. Bu durumda sünnete dönülmüş ve Kitab'ın gereği terkedilmiş olur. Keza bazen Kitab'ın zahiri emir olur, sonra sünnet gelir ve onu zahir mânâsından çıkarır. Bu ise sünnetin takdim edildiğinin bir delilidir. Bu konuda şunu belirtmek dahi yeterlidir: Sünnet Kitab'ın mutlakmı takyit, umûmunu tahsîs eder ve onu zahiri dışında başka mânâlara yorar. Nitekim bu konular usûl kitaplarında zikredilmiştir. Meselâ Kur'ân, her hırsı­zın elinin kesilmesi hükmünü getirmiştir. Sünnet ise, koruma (hırz) altında bulunan ve nisap miktarına ulaşan malı çalan kimse­nin elinin kesileceğini belirtmek suretiyle Kur'ân'ın getirdiği hük­mü tahsis etmiştir. Yine Kur'ân, zahir olan her maldan zekât alın­ması hükmünü getirirken, sünnet bunu belirli mallara tahsis et­miştir. Allah Teâlâ, kendileriyle evlenmeleri haram olan kadınları saydıktan sonra: "Bunların dışında kalanlar size helâl kılındı"[21]buyurur. Sünnet ise, bu genellemeden bir kadının halası ve teyzesi ile bir arada nikâh edilmesi hükmünü dışarı çıkarır. Bütün bunlar Kur'ân'ın zahirinin bırakıldığını ve sünnete itibar edildiğini göste­ren örneklerdir. Bu tür örnekler sayılamayacak kadar çoktur.

(2)

Bir diğer nokta şudur: Kitap ve sünnetin tearuz etmesi (çeliş­mesi) durumunda usûlcüler, Kitab'ın mı yoksa sünnetin mi takdim edileceği, ya da gerçekten tearuzun söz konusu olup olmayacağı ko­nusunda ihtilaf etmişlerdir.[22]

Bazıları Muâz hadisi üzerinde eleştiride bulunmuşlar ve aslın­da onun delil olamayacağını söylemişlerdir. Çünkü gerçekte Ki-tap'ta olanın tümü, sünnetin tümü üzerine takdim olunmaz.[23] Zira (sübût bakımından kat'î olan) mütevâtir sünnet, delâlet bakımın­dan Kur'ân nasslarından geri değildir.[24] Kitab'ın zahiri karşısında vâhid haberlerin durumu ise ictihad mahalli olup tartışmaya açık­tır. Bu yüzden de söz konusu olan görüş ayrılıkları[25] meydana gel­miştir. Bunlara göre Muâz hadisinde sözü edilen takdim, daha ko-lay ve kendisine ulaşılması daha yakın olan (Kitap) ile işe başlama­ya yorulur. Durum böyle olunca da, mutlak surette Kitab'ın sünne­te takdim edileceğini söylemenin bir anlamı kalmaz; aksine hangisinin takdim edilip esas alınacağını delil belirler.[26]

Cevap: Sünnetin, Kitap üzerinde hâkim konumda olmasından maksat, onun öne alınması ve Kitab'ın atılması mânâsına değildir. Aksine bu söz, sünnette ifade edilenin, bizzat Kitap'ta murad olu­nan mânâ olduğu anlamına gelir. Bu durumda sanki sünnet, Ki­tab'ın getirmiş olduğu hükümlerin şerh ve tefsiri mertebesinde oiuf. Nitekim: "İnsanlara indirileni açıklayasın diye[27] âyeti de bunun böyle olduğunu gösterir. Meselâ: "Erkek ve kadın hırsızın el­lerini kesin"[28]âyetini sünnet açıklayarak, elin bilekten kesileceği­ni, çalman malın koruma altında ve en az nisap[29] miktarı kadar olacağını belirtmişse, bu haddizatında âyetten murad olan mânâ ol­maktadır; bu durumda bu hükümlerin Kitapla değil de sünnetle sabit olduğunu söylememiz doğru olmaz. Aynı şekilde meselâ imam Mâlik ya da bir başka müfessir bize bir âyet ya da hadisin mânâsı­nı açıklasa ve biz de onun gereği ile amel etsek, şimdi bizim "Biz Allah'ın (c.c.) ya da Rasûlullah'm buyruğu ile amel ediyo­ruz" demek yerine "Biz falanca müfessirin sözü ile amel ediyoruz" dememiz doğru olmaz. Sünnetin, Kitab'ın getirdiği diğer hükümleri beyanı da aynı şekildedir. Şu halde "sünnetin Kitap üzerinde hâkim konumda olması" ifadesinden maksat, "onun açıklayıcısı ol­ması" demektir. Sünnet tarafından maksat açıklanmışken hâlâ mücmel ve çeşitli mânâlara muhtemel Kur'ân nasslan yanında du­rulmaz; sünnetin gereği alınır. Ancak bu, hiçbir zaman sünnetin Kur'ân üzerine takdimi anlamına gelmez.

Tearuz konusundaki usûlcülerin ihtilafına[30] gelince, Deliller bölümünün başında[31] da geçtiği gibi vâhid haber kesin olan bir kâideye dayandığı zaman, amel konusunda makbuldür; aksi takdirde durup beklemek (tevakkuf) gerekir. Vâhid haberin kesin bir kaideye dayanmış olması demek, Kur'ânî küllî bir mânânın altına girmesi demektir. Nitekim bu sözün mânâsı orada açıklanmıştı. Bu durumda biz, buradaki ile orada açıklanan hususları birlikte ele al­dığımız zaman, âyet İle vâhid haber arasındaki tearuzun, aslında iki Kur'ânî asıl arasında meydana gelen tearuz olduğunu görürüz. Bu durumda konu Kitabın sünnetle muârazası olmaktan çıkar ve Kitabın Kitap'la tearuzu halini alır. Dolayısıyla da zannînin kafiye tearuzundan değil; iki kafinin birbiri ile tearuzundan söz edilir.[32] Ancak vâhid haber herhangi bir kat'î esasa dayanmıyorsa, o zaman mutlak surette Kur'ân'ın takdimi gerekecektir.[33]

Üçüncü noktaya[34]şu şekilde cevap verilir: Mütevâtir olarak zikredilen haberlerin hemen büyük çoğunluğu, caiz olan bir işin varsayımı şeklindedir ve sünnet-i nebevîyye içerisinde, olayın vuku bulduğu zamânâ kadar mütevâtir olduğuna hükmedilebilecek ha­disler bulmak hemen hemen imkânsızdır. Dolayısıyla konu ile ilgili ileri sürülen itiraz noktası ya vakıada olmayan ya da vukuu çok nâdir bulunan bir hususla ilgilidir; fazla bir önemi yoktur.[35] Allah'u alem! [36]

ÜÇÜNCÜ MESELE:

 

Sünnet, mânâ bakımından sonuçta Kitâb'a çıkar ve ona daya­nır. Dolayısıyla sünnet: Kitab'ın, ya mücmelinin tafsîl edilmesi[37], ya müşkil olanının açıklanması[38] ya da muhtasar olanının izah edilmesidir.[39] Çünkü sünnet, Kur'ân'ın beyanıdır. "İnsanlara indi­rileni açıklayasın diye sana Kur'ân'ı indirdik"[40] âyetinin delalet et­tiği mânâ da bu olmaktadır. Sünnette yer alıp da, Kur'ân'da genel ya da detaylı olarak temas edilmeyen hiçbir şey yoktur.

Keza Kur'ân nasslarının, şerîatm küllî esasları ve kaynağı ol­duğunu gösteren bütün deliller[41]bu konu hakkında da delil olur. Yüce Allan, Hz. Peygamber hakkında: "Şüphesiz ki sen, yüce bir ahlâk üzeresin"[42] buyurmuş, Hz. Aişe ise bunu, onun ah­lâkının Kur'ân olduğunu[43] belirterek açıklamış ve onun ahlâkını[44] beyan konusunda bu ifadeyle yetinmiştir. Bu da gösterir ki, Hz. Peygamber'in bütün sözleri, fiilleri ve tasvipleri Kur'ân'a dayanır ve sonuçta ona çıkar. Çünkü ahlâk nihayet bu şeylerden ibarettir. Sonra Yüce Allah, Kur'ân'ı "herşeyin açıklayıcısı"[45] kıl­mıştır. Bundan da, sünnetin Kur'ân içerisinde genel olarak münde­miç olması lâzım gelir. Çünkü emir ve nehiy, Kitap'ta yer alan şey­lerin başında gelir.[46] "Kitap'ta biz hiçbir şeyi    eksik    bırakmadik ,[47] "Bugün size dininizi tamamladım"[48]âyetleri de aynı mânâyı verir. Dinin tamamlanmasının, Kur'ân'ın indirilmesi ile olduğu[49] murad olunmaktadır. Şu halde sünnet, sonuç itibarıyla Kur'ân'da olanın açıklanması olmaktadır. Sünnetin, Kur'ân'a daya­lı ve sonuç itibarıyla ona çıkmasının mânâsı da işte budur.

Diğer taraftan eksiksiz yapılan istikra da, bunun böyle olduğu­nu göstermektedir. Nitekim birazdan[50] —Allah'ın izniyle— ele alı­nacaktır. Deliller bölümünün başında da geçtiği üzere, sünnet so­nuç itibarıyla Kitâb'a çıkmakta ve ona dayanmakta; aksi takdirde[51] kabulü konusunda duraksamak gerekmekteydi. Bu, konu ile ilgili yeterli bir esastır.

İtiraz: Bu husus birkaç noktadan dolayı doğru değildir:

(1)

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır; Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra se­nin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar.[52] Bu âyet, Hz. Peygamber'in r»feyhM*Bistui Zübeyir lehine Ensârî'den önce bahçesini sulaması hakkında verdi­ği hüküm sebebiyle inmiştir. Hadis Muvatta (ve diğer muteber ha­dis kitaplarında) yer almaktadır.[53] Oysa ki bu hüküm, Allah'ın kitabında yoktur. Sonra bu âyet, onun hükmün ağır bir Yin« Allah şöylo buyurmaktadır: "Ey inananlar! Allah'a ita­at idin, peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Kğvr birşeyde çekişirseniz —Allah'a ve âhiret gününe inanmışsa İmlini Allah'a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve ne-ticr itibarıyla en güzeldir. [54]Meselenin çözümünü Allah'a bırak­mak, Kıl.iih'n başvurmaktır; Rasûlullah'a bırakmak ise, ö-lümünden sonra onun sünnetine müracaat etmektir.[55]

Allah Teala yine şöyle buyurmaktadır: "Allah'a itaat edin, peygambere  itaat edin, karşı gelmekten çekinin.[56] Daha başka buna benzer, Allah'a itaat ile Rasûlullah'a itaati ayrı ayrı zikreden nasslar  vardır. Bunlar, Allah'a itaatin konusunun, Kitabında .emredip yasakladığı şeyler olduğunu, Rasûlullah'aitaatinde Kuranda yer almayan ve bizzat kendisinden gelen emir ve nehiylere tabi olmak suretiyle olacağını gösterir. Çünkü, sünnet eger kuranda mündemiç bulunsaydı, o zaman o da Allah'a itaatten sayılırdı."Onun (peygamberin) buyruğu­nu n\hın hareket tu/enler, haslarına bir belânın gelmesinden veya hu ntaba uğramaktan sakınsınlar"[57] buyurur. Bu  Ilı, Paygumlmr'i) ait ayrıca itaata mahal bir konu nu gttatorir ki, bu da Kur'ân'da yer almayan sünnet olur.  buyurur: "Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur.[58]Peygamber size neyi getirmişse onu alın ,size neyi yasakladıysa ondan kaçının.[59]Kuranda yer alan deliller göstermektedir ki ,peygamberin getirdiği emir veyasak ettiği herşey ,hüküm itibarıyla Kurannın getirdiklerine ek olarak katılmaktadır;bu durum onun ayrı bir şey olması,ona ilave birşeyler getirmesi gerekir.

(2)

Sünnetin terkedilerek sadece Kur'ân'a uyulmasını yeren hadis­ler vardır. Eğer sünnetin içeriği, Kitap'ta bulunsaydı, o takdirde Ki­tap ile amel halinde sünVet hiçbir şekilde terkedilmiş olmazdı. Bu konuda gelen hadislerden bazıları şöyledir: "Yakında sizden biri çı­kar ve şöyle der: 'işte Allah'ın kitabı. Onun içerisinde bulunan he­lalleri helâl kabul ederiz, onda yer alan haramları da haram saya­rız.' Haberiniz olsun! Kime benden bir hadis ulaşır da onu yalan­larsa, bu haliyle o Allah'ı, Rasûlünü ve o hadisi kendisine ulaştıra­nı yalanlamış olur."[60] Uz. Peygamber bir başka hadisin­de de şöyle buyurmuştur: "Çok geçmez sizden biri koltuğuna kuru­lur; kendisine benden bir hadis rivayet edildiği zaman şöyle der: 'Aramızda ve aranızda Allah'ın kitabı var. Onda helâl olarak bul­duğumuzu helâl kabul eder, onda haram olarak bulduğumuz şeyi de haram sayarız.' Dikkat edin! Allah'ın Rasûlünün [alevSâmtu] ha­ram kıldığı da aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir. [61]Başka bir rivayet de şöyledir: "Sakın ola sizden birinizi koltuğuna kurulmuş [18] (şöyle bir tavır sergilerken) görmeyeyim: Ona emrettiğim ya da ya­sakladığım şeylerden birşey gelir de şöyle der: Bilmiyorum (böyle birşey yok). Biz Allah'ın kitabında bulduğumuz şeye uyarız.[62]

Bu hadisler, sünette, Kur'ân'da olmayan bazı şeylerin bulundu­ğunu gösteren bir delil olmaktadır.en

tıtikrâ (kııpHiımlı araştırma) da göstermektedir ki, lünnatte İn/zili  Kur'ân tarafından temas edilmeyen sayılamayacak kadar çok şuy vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Kadının halası ya da teyzesi ile bir arada nikahlanmasının, ehlî eşeklerin yenilmesinin, I-1 >lı<k dişli yırtıcı hayvanların yenilmesinin haram kılınması[63], di­yet, esirlerin fidye karşılığı kurtarılması, müslümanın kâfir karşılı­ğında kısas yoluyla öldürülmemesi... gibi. Hz. Ali'nin rivayet ettiği hadiste işaret etmek istediği şeyler de bunlar[64] olmaktadır: O şöyle demişti: "Yanımızda şunlardan başka birşey yoktur: Allah'ın kita­bı, müslüman bir kişiye lütfedilen anlayış, bir de şu sahifede bulu­nanlar[65] Başka bir hadiste de şöyle gelmiştir: Hz. Ali (r.a.) bir hutbe îrad etti. Yanında, üzerinde bir sahife asılı bulunan bir kılıç Vardı. Şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki, bizim yanımızda Al­lah'ın kitabından, bir de şu sahifede bulunandan başka okumakta uldııftumuz başka bir yazılı metin yoktur." Sonra sahifeyi açtı. On­da (zekât ya da diyetle ilgili olarak) develerin yaşlan vardı. Yine onda şöyle deniyordu: "Medine, Ayr'dan filan yere (Sevr'e) kadar haramdır. Kim orada bir bid'at çıkarırsa Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun! Allah ondan, ne bir tevbe ne bir fidye kabul etmesin[66] Ayrıca şu ifadeler vardı: "Bü-tün müslümanların zimmetleri birdir; bu itibarla en alt mertebede olanları, (eman vermek gibi) onların tümünü bağlayacak sorumlu­luklar altına girebilir. Kim bir müslümânâ hıyanet ederse Allah'ın* meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun! Allah on­dan ne bir tevbe ne bir fidye kabul etmesin!" Sahifede şunlar d^ vardı: "Kim müntesip olduğu kimselerin izni olmadan başka bit-kavme intisap ederse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanları^ laneti onun üzerine olsun! Allah ondan ne bir tevbe ne bir fidye ka­bul etmesin![67]

Hz. Peygamber e Yemen'e vali gönderdiği Muâz sında geçen konuşma da şöyle olmuştu:

— Ne ile hükmedeceksin?

— Allah'ın kitabıyla.

—Ya onda bulamazsan?

 —Rasülullahın sünnetiyle.[68]

Daha başka bu mftnfida hadiulur de vardır. Bütün bunlar nçıkç« gö«tt»rm«ktidir ki, sünnette Kur'ân'da olma­yan şeyler de vurdır. Bazı âlimlerin: "Kitap, -sünnet için; sünnet de Kitap için bir alan bırakmıştır" şeklindeki sözleri de bu mânâyı ifa­de etmektedir.

(4)

Sadece Kitap ile yetinme düşüncesi, ehl-i sünnetten olmayan nasipsiz kimselere aittir. Çünkü bunlar, bu aşırı düşüncelerini "Kitâb'ın herşeyi beyân e*tmiş olduğu" esası üzerine kurmakta ve sünnetin getirdiği hükümleri bir tarafa atmaktadırlar. Bu da onla­rın, ehl-i sünnet yolundan ayrılmaları ve Kur'ân'ı, iniş amacına uy­mayacak şekilde tevil etmeleri gibi bir tutuma girme sonucunu do­ğurmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber'den [ale^Stu] şöyle bir riva­yet gelmektedir: "Ümmetim hakkında en çok korktuğum iki şey vardır: Kur'ân ve süt. Kur'ân'dan korkum, mü'minlerle tartışmak için onu münafıkların öğrenmiş olmasıdır. Sütten korkuma gelince, (onu üretmek için) kırsal kesimlere giderler (cami ve cemaati bıra­kırlar) şehvetlerine uyarlar ve sonunda namazı terkederler[69]

Bazı haberlerde ise şöyle gelmiştir: Hz. Ömer şöyle demiştir: "Bir kavim gelecek ve Kur'ân'm müteşâbihâtı ile sizinle tartışmaya gireceklerdir. Siz, onlara hadislerle mukabele edin. Çünkü hadisle­re vâkıf olanlar, Allah'ın kitabını daha iyi bilenlerdir."                        

Ebû'd-Derdâ ise: "Sizin hakkınızda endişe ettiklerimden biri de âlimin sürçmesi ve münâfıkm Kur'ân ile tartışmaya girmesidir" de­miştir.

Yine Hz. Ömer'den şöyle söylediği nakledilmiştir: "Üç şey var­dır ki dini yıkar: âlimin sürçmesi, münâfıkm Kur'ân ile tartışmaya girmesi ve saptırıcı imamlar."

İbn Mesûd ise: "Öyle kavimler göreceksiniz ki, kendileri arka­larına atmış oldukları halde sizi Allah'ın kitabına çağıracaklardır. O zamanda siz ilme sarılın ve bid'at çıkarmaktan sakının, ifrata düşmekten kaçının, köklü ve güzel olana yapışın" demiştir.

Hz. Ömer: "Sizin hakkınızda iki tip insandan korkuyorum: Bi­ri, uygun olmayacak şekilde Kur'ân'ı tevile kalkışan kimsedir. Di­ğeri de kardeşiyle mülk yarışma girendir"  demiştir. Bu mânâda daha başka sözler de vardır ki âlimler onları hUıuımü bir tarih ite­rek Kur'ân'ı tovil etme ve reye başvurma konumum yormuşlardır. Alimlerden birçoğu, Hz. Peygamber'in şu buyruğunu ve hadisleri bu mânâya anlamışlardır:

"Yüce Allah ilmi, insanların arasından bir çırpıda çekip çıka­rarak almaz; aksine ilmi, âlimleri alarak alır. Sonunda hiçbir âlim bırakmayınca insanlar kendilerine câhil başlar edinirler, onlara sorular yöneltilir, onlar da bilgisizce fetva verirler; böylece hem kendileri sapar, hem de başkalarını saptırırlar."[70]Hakikaten bid'at nah ipi erinin pek çoğu bu şekilde davranmışlar, hadisleri bir tarafa atmışlar ve Kur'ân'ı yersiz bir şekilde tevile yeltenmişler ve sonun-dtı da hem kendileri sapmış, hem de başkalarını saptırmışlardır.

Hurada, hadise ancak Allah'ın kitabına uygun düşmesi halinde  edileceğini ifade eden bir hadis de zikretmiş olabilirler. Buna (för« (güya) Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Benden hizv ulaşan hadisleri Allah'ın kitabına vurunuz; eğer Allah'ın kita­bına uygun düşerse; onu ben söylemişimdir, eğer Allah'ın kitabına ııy^un düşmezse, onu asla ben söylememişimdir. Allah beni 'la hidayete ulaştırmış iken, ben nasıl olur da ona (Kitab'a) mu­halefet edebilirim." Abdurrahman b. el-Mehdî, bu hadisi zındıkla­rın ve Haricîlerin uydurmuş olduğunu söylemiştir. Bazıları şöyle demişlerdir: Nakledilegelen haberlerin sağlamlarını sakatlarından ayırmada mahir olan ilim erbabınca bu sözlerin Hz. Peygamber'den \sâdır olması mümkün olamaz.[71] Bazıları bu hadisi, yine kendi yöntemiyle reddederek şöyle demişlerdir: Biz herşeyden önce bu hadisi Allah'ın kitabına arzederiz ve ona itimat ederiz. Biz bu hadisi vakıa Kitab'a arzettiğimizde, onun Allah'ın kitabına muhalif olduğunu görmekteyiz. Çünkü biz Kitap'ta, Rasûlullah'ın hadisleri içerisinde sadece Kitab'a uygun olanların alınmasını ge­rekli kılan bir esas görmemekteyiz; aksine Allah'ın kitabı bize mut­lak surette oifa uymamızı istemekte ve ona itaat etmemizi emret­mekte, her hal ve durumda ona muhalefet etmekten kesin olarak sakındırmaktadır. Bu, sünnetin, sonuç itibarıyla Kur'ân'a çıktığı ve ona dayandığı görüşünde olanları ilzam edecek delillerdendir. Bu noktada hem önceki nesillerden hem de sonraki gelenlerden bazı gruplar doğru yoldan ayrılmışlardır. Dolayısıyla böylesi bir görüşe sahip olmak ve ona meyletmek, dosdoğru yoldan ayrılmak anlamı­na gelmektedir. Allah Teâlâ, lütfü ile bizi böyle bir sonuçtan koru­sun!

(1)

Biz sünnetin KitAb'ın beyan» olduğu esası üzerinden yürüdüğü­müz zaman, bundan mutlaka onun, Kitab'ın içinde bulunan ve bu­na ya da şuna ihtimali bulunan şeylerin beyanı olması lâzım gelir. Bu durumda sünnet, bu ihtimallerden birini belirler. Şimdi mükel­lef bu beyan doğrultusunda amel ettiği zaman hem kelâmıyla em­retmiş olduğu konuda •AJlah'a, hem de beyanın gereği olarak Rasûlullah'a itaat etmiş olur. Eğer yapılan beyanın aksi­ne hareket edecek olursa, o takdirde, beyana muhalif olan bu ame­linde Allah'a isyan etmiş olur. Zira onun bu ameli, Allah Teâlâ'nın kelamından muradının aksine işlenmiş olur. Bu haliyle o, aynı za­manda yapılan beyanın aksine hareket etmiş olacağından Rasûlul­lah'a da isyan etmiş olur. Bu iki itaatin ayrı ayrı zikredil­miş olmasından, itaat konusu olan şeyin ayrı ayrı olmaları gibi bir sonuç lâzım gelmez. Bu lâzım gelmeyince de, itiraz sadedinde zikre­dilen âyetler, sünnette zikredilen şeylerin Kitap'ta bulunmadığını gösterecek bir delil olmaz. Aksine her ikisi de bir mânâda birleşebi-lirler ve bu durumda (biri Allah'a diğeri de Rasûlullah'a [yönelik olmak üzere) iki ayrı cihetten iki isyan, ya da iki ayrı itaat vuku bulur. Bunda olmayacak birşey de yoktur. Geriye Hz. Pey­gamber'in verdiği hükmün Kur'ân'da bulunup bulunma­ması kalmaktadır.[72]Bu da Allah'ın izniyle birazdan ele alınacaktır. İtiraz sırasında "Kur'ân'da yer alan deliller göstermektedir ki, pey­gamberin getirdiği, emir ve yasak ettiği herşey, hüküm itibarıyla Kur'ân'm getirdiklerine katılmaktadır; bu durumda onun ayrı bir­şey olması, ona ilave birşeyler getirmesi gerekir" sözü doğrudur.Ancak bu ziyadelik, acaba bir şerhin getirdiği ilave mahiyetinde midir? Zira elbette şerhte, şerhedilende olmayan bazı unsurlar bu­lunacaktır; aksi takdirde ona şerh denmez. Yoksa gerçekten Kitap'­ta bulunmayan ilave bir mânânın getirilmesi kabilinden midir? İşte asıl tartışma noktası burasıdır.

İkinci itiraz[73] sadedinde ileri sürülen hususlar da işte bu nokta göz önüne alınarak değerlendirilir (ve şöyle denilir: "Eğer sünnetin içeriği, Kitap'ta bulunsaydı, o takdirde Kitap ile amel halinde sün­net hiçbir şekilde terkedilmiş olmazdı" sözünüz kabul edilemez; ak­sine böyle bir durumda sünnet terkedilmiş olur. Çünkü bu durum­da, Kitab'ın içerdiği mânâya sünnet tarafından getirilen beyana il­tifat edilmemiş olmaktadır.)

Sonra hüküm Kur'ân'da icmâlî olur, sünnette ona detaylar ge­tirilirse, bunlar hüküm itibarıyla birbirinin aynı olmaz.[74] Meselâ "Namazı kılınız" emri namaz yükümlülüğünü mücmel olarak ge­tirmiştir. Sünnet ise ona açıklık getirmiştir. Böylece, beyanda, be­yan edilen şeyde bulunmayan mânâlar ortaya çıkmıştır. Nihâî ola­rak beyanın mânâsı ile beyan edilenin mânâsı aynı olsa bile bunlar hükümde farklıdırlar. Dikkat edilirse görülecektir ki, beyandan ön­ce mücmelin hükmü durup beklemek (tevakkuf) iken; beyanın hük­mü, gereği ile amel etmektir. Bu ikisi madem ki hüküm itibarıyla birbirinden farklıdırlar, öyle ise mânâ itibarı ile de farklı gibi kabul edilirler. Dolayısıyla bu açıdan sünnet, Kitap'tan ayrı (müstakil) gi­bi mütalaa edilir. (Hadislerde, sünnet hakkında "Kitabın benzeri" şeklinde geçen ifadeler, işte bu noktadan hareketle kullanılmıştır.)

Üçüncü itiraz noktası ise, bundan sonra gelecek olan Dördüncü Mesele'de —inşallah— ele alınacaktır.

Dördüncü itiraz noktasına gelince, sözü edilen kimselerin sün­net yolundan uzaklaşmış olmalarının sebebi, tamamen reye tâbi olup sünneti bir tarafa atmaları yüzündendir; başka bir sebepten dolayı değildir.[75]Şöyle ki: Bilindiği gibi sünnet Kur'ân'm mücmeli­ni açıklamakta, mutlakını kayıtlamakta, umûmunu tahsis etmekte ve pek çok Kur'ânî ifadeyi ilk bakışta anlaşılan zahirî sözlük mânâsından çıkarmaktadır. Böylece sünnetin açıklık getirmiş oldu­ğu şeyin, bizzat o ifadeden murâd-ı ilâhî olduğu da anlaşılmaktadır. Hal böyle iken sünnet bir tarafa atılır, arzu ve heveslerin peşine uyularak Kur'ânî ifadelerin mücerred zahirlerine tâbi olunursa, bu yaklaşımın sahibi değerlendirmesinde sapıtmış, Kitap hakkında ce­haletini ortaya koymuş olur ve körü körüne hareket etmekte oldu­ğu için hiçbir zaman doğruya ulaşamaz. Zira aklın dünyevî işlerle ilgili olarak çıkar ve zararları isabetli bir şekilde kavrayabilmesi çoğu kez nâdirattan olmaktadır. Âhiret konularıyla ilgili konularda ise hem genel esaslarda hem de detaylarda asla söz söyleyebilecek bir salâhiyeti yoktur.

Hadisten delil[76] olarak kullandıkları şeylere gelince, eğer nakil açısından sahih değilse, onu her iki grubun da delil olarak kullan­ması mümkün olmaz. Eğer sahihliği sabitse veya kabul edilebilecek bir yol ile gelmişse, o takdirde onun üzerinde durmak gerekecektir. Çünkü hadis; ya katkısız Allah'tan gelen bir vahiydir, ya da Hz. Peygamber tarafından yapılmış bir ictihaddır; ancak bu durumda o Kitap ya da sünnetten sahih bir vahye dayandırılmış ve onun kontrolünden geçmiştir. Her iki takdire göre de hadisin Al­lah'ın kitabı ile çelişki halinde olması mümkün değildir.[77] Çünkü Hz. Peygamber kendi heva ve heveslerinden esinlenerek konuşmaz; onun konuşması ancak kendisine ilkâ edilen bir vahiy­dir. Hz. Peygamber'in hata etmesini caiz gören görüş üze­rinden yürünse bile, o asla hatası üzerinde devamlı bırakılmaz, der­hal tashih edilir ve sonunda o mutlaka doğruya döner. (Dolayısıyla ondan sâdır olan hadisler içerisinden hiçbirinde hata ihtimali bu­lunmamaktadır.) Hiç hata etmeyeceği görüşünden hareket edildiği zaman ise, onun ictihad ederek Allah'ın kitabıyla çelişen ve ona ters düşen bir hükümde bulunması öncelikli olarak düşünülemez. Evet, sünnetin Kur'ân'a ters de düşmeyen, uygun da düşmeyen, ak­sine Kur'ân'da sükût geçilen hükümler getirmesi caizdir. Ancak bu câizliğin aksine delil bulunacak olursa —ki bu meselede tartışılan nokta burasıdır— o zaman her hadis hakkında mutlaka Allah'ın ki­tabına uygun düşme[78] şartı aranır. Nitekim zikredilen hadis de bu hususu ortaya koymuştur. îtiraz sadedinde tenkit edilen hadisin mânâsı —senedi sahih olsun olmasın— doğrudur. Tahâvî, kitabında hadisin müşkil yönünün beyanı hakkında bu mânâda bir hadis tahric etmiştir: Abdülmelik b. Saîd b. Süveyd el-Ensârî — Ebû Hu-meyd ve Ebû Esîd senediyle Rasûlullah şöyle buyurmuş­tur: "Benden bir hadis duyduğunuz zaman, onu kalpleriniz tanır, tüyleriniz ve tenleriniz ona yatışır ve onu kendinize yakın görürsü­nüz. İşte ben o hadise hepinizden yakınım. Yine benden bir hadis duyduğunuz zaman, kalpleriniz onu yadırgar, tüyleriniz ve tenleri­niz ondan ürperir, onun bir münker olduğunu görürsünüz, işte o hadise ben hepinizden daha uzağım.'[79]Yine sözü edilen Abdülme-lik'ten, o da Abbâs b. Sehl'den olmak üzere şu rivayeti yapmıştır: Übeyy b. Ka'b bir mecliste bulunuyordu. Oradakiler, kimisi zorlaş­tırıcı, kimisi kolaylaştırıcı olmak üzere Rasûlullah'tançe­şitli rivayetlerde bulunuyorlardı. Übeyy b. Ka'b ise susmaktaydı. Onlar rivayetlerini bitirince şöyle dedi: "Bre adamlar! Rasûlullah'-tan size ulaşan hadis karşısında, kalp onu tanır, ten ona yatışır ve onu duyduğunuzda ümitvar olursanız, (bilin ki o Rasûlul-lah'tandır Rasûlullah'm sözü olmak üzere onu tasdik edin. Çünkü Rasûlullah hayırdan başka birşey söy­lemez." Tahâvî, bunun böyle olduğuna şu âyetleri delil getirmiştir: "İnananlar ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer[80]"Rablerinden korkanların bu kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve ya­tışır[81]"Peygambere indirilen Kur'ân'ı işittiklerinde gerçeği Öğren­melerinden gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün[82]Bu âyetler, Al­lah'ın kelâmını dinleyen ehl-i imanın tepkisini göstermektedir. Rasûlullah'tan rivayet edilen sözler de (vahye dayanması sebebiyle) onun cinsindendir. Çünkü hepsi de Allah katından ol­maktadır. Hadis dinlerken, aynen Kur'ân dinlerkenki ruh haletine girmeleri, o hadisin doğruluğuna bir delil olur. Eğer hadisi dinler­ken böyle bir ruh haletine girmiyorlarsa, o zaman o hadis karşısın­da durmak ve araştırmak gerekir; çünkü diğer hadislere benzeme­mektedir. Onun söylediğinden, hadisin mânâ bakımından muhalif değil, muvafık olması lâzım gelir. Çünkü eğer hadis Kur'ân'a muha­lif olsaydı, o zaman dinlenirken deriler ürpermez, kalpler yatışmaz-dı. Çünkü zıddm zıdda[83] yatkınlığı ve ona uygun düşmesi mümkün değildir. Yine et-Tahâvî, Ebû Hureyre'den şu rivayeti yapmıştır: Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Size benden tanıdığınız

ve yadırgamadığınız bir hadis rivayet edildiği zaman, ben onu de­sem de demesem de siz onu tasdik edin. Çünkü ben iyi olup kötü ol­mayanı emrederim. Eğer size benden yadırgadığınız ve tanımadığı­nız bir rivayette bulunulursa, onu yalanlayınız; çünkü yadırganan ve tanınmayan birşeyi ben söylemem.[84] Bunun izahı şöyle: Riva­yet, eğer Allah'ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine[85]—içerdiği mânânın onlarda bulunması suretiyle— uygun düşerse, kabul edi­lir. Çünkü Rasûlullah onu o lafızla söylememişse bile, mâ­nâsını başka bir lafızla söylemiş olmaktadır. Kaldı ki Arap olmayan kimseler için Rasûlullah'm sözlerini, onların kendi dille­riyle açıklamak caizdir. (Bu da mânânın başka lafızlarla ifade edil­mesinin caizliğini gösterir.) Eğer rivayet muhalif düşüyor, Kur'ân ve sünnet tarafından tekzip ediliyorsa, o zaman onun atılması gere­kir ve o rivayetin Rasûlullah tarafından söylenmemiş ol­duğu anlaşılır. Bu da aynen öncekisi gibidir. Bütün bunlardan, ha­dis değerlendirilirken Kur'ân'a uygun düşüp, ona ters düşmemesi noktasının göz önünde bulundurulmasının doğru olacağı sonucu or­taya çıkar. Yapılan rivayetlerin şahinliği esas alındığı zaman onlar­dan maksat işte bu olur. Eğer sahih değillerse aleyhimize yine bir şey gerekmez; çünkü kastedilen mânâ doğrudur. Deliller Kitâbi'nın Birinci Tarafının İkinci Mesele'sinde verilen izahat da bunun böyle olduğunu ortaya koymaktadır. O bahiste uygunluk ve ters düşme konularında yeteri kadar örnek verilmiştir. Tevfîk ancak Allah'tan­dır.

Bu nokta anlaşıldıktan sonra şimdi şu noktanın ele alınmasına geçebiliriz: Kitabın sünnete delâlet yönü nasıldır? Sünnet, detaylar getirmek suretiyle Kitab'm bir açıklayıcısıdır. Hal böyle iken Kitap, sünneti kül halinde nasıl kapsar? İşte bu sorunun cevabı dördüncü meselenin konusunu teşkil edecektir: [86]

DÖRDÜNCÜ MESELE:

 

Allah'a dayanarak diyoruz ki: Bu konuda insanların farklı yak­laşımları vardır:

a) Bunlardan biri gerçekten çok geneldir ve sanki o, Kitap'tan, sünnet ile amel etmenin sıhhati ve ona tâbi olmanın gerekliliği üzerine delil getirme mecrasına kaymıştır. Bu, "Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yo­lundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu ce­henneme sokarız"[87] âyetinden icmâın alınması gibi birşeydir. Bu yaklaşımda olanlardan biri Abdullah b. Mesûd'dur. Rivayete göre Esed oğullarından bir kadın kendisine gelir ve ona: "Bana ulaştığı­na göre sen falana, falana, dövme yapana ve dövme yaptırana lanet ediyormuşsun. Ben Kur'ân'm iki kapağı arasında ne varsa hepsini okudum, fakat senin dediğin şeyi görmedim?!" dedi. Abdullah ona: "Peki, 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse on­dan geri durun, Allah'tan sakının'[88] âyetini okumadın mı?" diye sordu. Kadın: "Evet okudum" dedi. İbn Mesûd: "İşte o, odur" dedi.

Bir başka rivayette Abdullah b. Mesûd: "Allah, dövme yapana, dövme yaptırana, kaşlarını aldırtana, Allah'ın yarattığını değiştire­rek güzellik için dişlerini seyreltenlere lanet etsin!" dedi. Onun bu sözü, Esedoğullarından bir kadına ulaştı ve (o gelerek) İbn Me-sûd'a şöyle dedi: "Ey Ebû Abdurrahmân! Bana senin falan falan kimselere lanet ettiğin haberi ulaştı." İbn Mesûd ona: "Allah Rasûlüniin lanet ettiğine ben niye lanet etmeyecekmişim. O Allah'ın kitabında var" dedi. Kadın: "Ben Kur'ân'ın iki kapağı arasında ne varsa hepsini okudum, fakat onu görmedim?!" dedi. İbn Mesûd: "Eğer onu gerçekten okumuş olsaydın elbette görürdün. Al­lah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun, Allah'tan sakının.'[89] dedi."[90]İbn Mesûd'un kadına "O Allah'ın kitabında var" deyip arkasın-

dan bu sözünü, "Elbet ben (şeytan) onlara emredeceğim de onlar muhakkak Allah'ın yarattığım değiştirecekler"[91]âyeti yerine 'Pey­gamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun, Allah'tan sakının[92] âyeti ile açıklaması, bu âyetin sünnette yer alan herşeyi içermekte olduğunun İfadesidir.

Aynı yaklaşım şu olayda da gözükmektedir: Abdurrahmân b. Yezîd, üzerinde elbisesi bulunan ihramlı bir kimse görür ve onu bu halden menetmek ister. Ancak o: "Bana, elbisemi çıkarttıracak Kur'ân'dan bir âyet getir" diye tutturur. Abdurrahmân da ona:"Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun. Allah'tan sakının"[93] âyetini okur.

Yine rivayet edildiğine göre Tâvûs ikindi namazından sonra iki rekat nafile kılardı. îbn Abbâs ona: "Onu bırak!" dedi. Ancak o: "Ra-sûlullah onu sadece sünnet edinilmesin diye yasaklamış­tır" diye karşılık verdi. İbn Abbâs: "Şüphesiz ki Rasûlullah ikindi namazından sonra namaz kılınmasını yasaklamıştır.[94] Bu durumda senin kılmakta olduğun bu namazdan dolayı azaba mı maruz kalacaksın, yoksa sevap mı alacaksın, bilemem. Çünkü Yüce Allah: "Allah ve Peygamberi birşeye hükmettiği zaman, inanan er­kek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz'[95] buyur­maktadır" dedi.

Rivayete göre el-Hakem b. Ebân, İkrime'ye ümmüveledlerin[96]durumu hakkında sorar. İkrime, onların hür olduklarını söyler. el-Hakem: "Ne ile?" diye sorar. O da: "Kur'ân ile" diye cevap verir. Bu kez: "Kur'ân'da ne ile?" diye sorar. İkrime: "Allah Teâlâ: 'Ey ina­nanlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin...[97] buyurmaktadır. Hz. Ömer, buyruk sahibi olanlardandı ve o, bu tür kadınların, düşükle de olsa âzâd olacakla­rını söylemişti" şeklinde cevap verir.

Bu yaklaşım, sünnet ile amel etme konusunun deliliendirilme-sine benzemekte hatta bizzat kendisi olmaktadır. Şu kadar var ki, bu uğraşıda deliller, Kitab'ın, sünnette yer alan tafsîlî mânâlara delâleti mecrasına kaydırılmıştır.

b) Bir diğer yaklaşım ulemâca meşhur olanıdır. Mücmel olarak zikredilen hükümlerin beyanı sadedinde gelen aşağıdaki türden olan hadisler gibi. Bu beyan, ya amelin nasıl yapılacağının belirlen­mesi, ya da sebeplerinin veya şartlarının veya mânilerinin veyahut da sonuçlarının vb. açıklanması şeklinde olur.Meselâ Kur'ân'da nassla belirtilmemiş bulunan namazların vakitlerinin, rükû ve sec­delerinin, diğer hükümlerinin açıklanması, zekâta nisbetle oranla­rın, zekât vaktinin, zekâta tâbi malların nisaplarının, zekâta tâbi olup olmayan malların belirlenmesi, oruçla ilgili hükümlerin beyan edilmesi gibi. Hadesten ve necasetten taharet, hacc, usûlüne uygun boğazlama (tezkiye), av, yenmesi helâl olanların, haram olanlardan ayrılması, nikâh hükümleri ve buna bağlı olarak talâk, ric'at, zıhâr, liân gibi diğer konular, ahş-veriş ve ilgili hükümler, ceza hukuku ile ilgili kısas vb. hükümler... evet bütün bunlar Kur'ân'da mücmel olarak gelen esasların beyanı olmaktadır. "İnsanlara indirileni açıklayasın diye sana Kitab'ı indirdik[98] âyet-i kerîmesinde ifade edilen husus da bu olmaktadır.

Rivayete göre Imrân b. Husayn bir adama şöyle demiştir: "Sen ahmak birisin! Sen Allah'ın kitabında öğle namazının dört olduğu­nu ve kıraat esnasında açıktan okunmayacağını bulabilir misin?" Sonra o, namaz, zekât ve benzeri yükümlülükleri saydı ve şöyle de­di: "Bütün bunları Allah'ın kitabında açıklanmış buluyor musun? Allah'ın kitabı bunları müphem bırakmıştır, sünnet ise onları açık­lamaktadır."

Mutarrif b. Abdillah b. eş-Şıhhîr'e: "Bize sadece Kur'ân'dan bahsedin" dendiği zaman şöyle demiştir: "Vallahi biz (hadis rivayeti ile) Kur'ân'a bir alternatif getirme arzusunda değiliz. Ancak bu ha­limizle biz, Kur'ân'ı bizden daha iyi bilen birinin[99] olduğunu göster­mek istiyoruz."

el-Evzâî, Hassan b. Atıyye'den şöyle dediğini nakleder: "Vahiy Rasûlullah'a [fll^Su] inerdi. Onu tefsir eden sünneti de ona Cibril

getirirdi."

el-Evzâî ise: "Kitab'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kitab'a olan ihtiyacından daha çoktur" derdi. İbn Abdilberr de: "O bu sö­züyle, sünnet Kitap üzerine hükmeder ve ondan muradın ne oldu­ğunu açıklar, demeyi kastetmiştir" demiştir.

Ahmed b. Hanbel'e: "Sünnet, Kitap üzerine hâkim konumda­dır" şeklindeki söz hakkında sorulduğu zaman: "Ben bu konuda bu sözü söyleme cesaretini gösteremem. Ancak ben şunu derim: Sün­net Kitab'ı tefsir eder ve onu açıklar."

Bu yaklaşım, tafsil konusunda maksadı ifadeye en yakın ve bu mânâda ulemânın kullanışında en yaygın olanıdır.

c) Bir diğer yaklaşım Kitab'ın muhtevasını genel olarak tesbit edip, ilave beyan ve şerhleriyle birlikte aynısının sünnette de mev­cut olduğunu görmek şeklindedir. Şöyle ki: Kur'ân-ı Kerîm, hem dünya hem de âhiretle ilgili tüm maslahatların temini, mefsedetle-rin de defi amacıyla belirlenmesini esas almıştır. Daha önce de geç­tiği gibi maslahatlar üç kısımdan oluşur: 1) Zarûriyyât ve tamamla-

yıcı unsurları. 2) Hâciyyât ve tamamlayıcı unsurları. 3) Tahsîniyyât ve tamamlayıcı unsurları. Daha önce Makâsıd bölümünde de ortaya konduğu gibi bunların bir dördüncüsü yoktur. Sünnete baktığımız zaman onun muhtevasının da aynı şekilde bu üç kısmın ötesine taş-madığmı görürüz. Kitap, maslahatın bu üç türünü başvurulacak genel esaslar olarak getirmiş, sünnet ise, Kitapta yer alan bu genel esaslara detaylar getirmiş ve açıklamalarda bulunmuştur. Sünne­tin muhtevası içerisinde sonuç itibarıyla bu üç türe çıkmayan hiçbir şey bulunmamaktadır.

Nasıl ki beş zarurî esas Kitap'ta genel ilkeler halinde yer al­mışsa, sünnette de detaylarıyla açıklanmıştır:

Meselâ dinin korunması esasını ele aldığımızda bunun özünü üç şeyin oluşturduğunu görürürüz: İslâm, iman ve ihsan (ihlâs). Şu halde bunların esası Kur'ân'da, beyanı ise sünnettedir.[100]Tamamla­yıcı unsurları da üç şeydir:

1) Terğîb ve terhîb yoluyla yani kâh öğütle ve müjdeleyerek, kâh sert sözle ve korkutarak dine davette bulunmak,

2) Karşı tavır alanlara ya da onu ifsad etmek isteyenlere karşı cihâd etmek,

3) Onun esasına arız olabilecek noksanlıkları telafi etmek.[101] Bu üç şeyin aslı Kitap'ta, detaylı olarak açıklanması ise sünnette yer almaktadır.

Nefsin (can) korunması ilkesini üç esas oluşturur:

1) Türemenin (tenasül) meşru kılınması suretiyle aslının ikâmesi yani nefse vücut verilmesi.

2) Yokluktan varlık âlemine çıktıktan sonra onun yaşantısının

sürdürülmesi. Bu da ona gıda veren ve böylece onu içeriden koruyacak olan yiyecek ve içeceklerle, onu dışarıdan koru­yacak olan giyecek ve barınma yoluyla olur.[102] Bütün bunlar  ilke olarak Kur'ân'da mevcuttur, sünnet ise onlara açıklık getirmiştir.

Bunların tamamlayıcı unsurları da üçtür:

1) Onu, zina gibi haram yollarla vücuda getirmeden koruma. Bu türemenin sahih nikâh yoluyla olması suretiyle temin edilmiştir. Nikâhla ilgili olan talâk, hulu', liân vb. gibi hü­kümler de bu kısma katılır.

2) Gıda olarak kullanacağı şeylerin zararsız olmasını, öldürücü ve ifsad edici olmamasını temin ve bunun için gerekli olan tezkiye (boğazlama) ve av hükümlerinin konması.

3) Had ve kısas cezalarının konması, cana arız olabilecek du­rumların dikkate alınması ve benzeri durumlar[103]

Neslin korunması esası da bu kısma[104] girmektedir. Esasları Kur'ân'dadır ve sünnet onları açıklamıştır.

Malın korunması, esasen onun mülkiyete konu olması[105] ve tükenmemesi[106] için (ya da yeterli olmaz korkusuyla[107]) üretilip ne-malandırılması ilkelerinin dikkate alınması demektir. Bu esasın ta­mamlayıcı unsurları ise ona arız olabilecek durumların[108] bertaraf edilmesi ve aslın[109] maruz kalabileceği tecavüzlerin tazir (zecr), had ve tazminat hükümleriyle telafi edilmesidir.[110] Bunlar hem Kitap'ta hem de sünnette yer almıştır.

Aklın korunması, onu bozmayacak şeylerin alınması yoluyla olur. Bu esas da Kur'ân'da[111] bulunmaktadır. Tamamlayıcı unsuru ise, (içkide) had, (diğer uyuşturucu vb. şeylerde ise) tazir cezaları­nın konulmasıdır. Bunun için Kur'ân'da belirlenmiş özel bir esas yoktur. Durum sünnette de aynı şekildedir ve konuyla ilgili özel bir hüküm yoktur. Dolayısıyla hüküm ümmetin içtihadına bırakılmış­tır.[112]

Eğer ırzın korunması, muhafazası zarurî olanlara katılacak olursa (ki öyledir) onun da Kur'ân'da yer alan ilkeleri bulunmakta­dır ve sünnet tarafından açıklanmıştır: Liân ve kazf (iftira) hakkın­daki hükümlerde olduğu gibi.

Buraya kadar anlattıklarımız, zarûriyyâtm dikkate alınması konusunda bir yaklaşım olmaktadır. Makâsıd bölümünün baş tara-finda geçen yaklaşımı da esas almak mümkündür ve o zaman da maksat yine hasıl olacaktır.

Hâciyyât konusuna baktığımız zaman, orada da durumun aynı ya da yakın bir tertip üzere bidüziyelik arzettiğini göreceğiz. Çünkü hâciyyât, zarûriyyât etrafında dönmektedir.

Tahsîniyyât hakkında söylenecek söz de aynıdır.

Kur'ân ve sünnette yer alan şeriatın temel ilke ve kaideleri ta­mamlanmış ve bu konuda eksik hiçbir şey bırakılmamıştır. İstikra (kapsamlı araştırma) da bunu ortaya koymaktadır ve bu durum Ki­tap ve sünneti bilen kimseler için hiç de zor değildir. Selefi sâlih öy­le oldukları için bu durumu açıkça belirtmişlerdir. Nitekim konu ile ilgili bazılarından nakiller yapılmıştı.

Daha fazla bilgi edinmek isteyen kimse şunu göz önünde bu­lundurmalıdır: Hâciyyâttan olan hükümler hep bir tür genişlik ge­tirmek, kolaylaştırmak, güçlüğü kaldırmak ve rıfkla muamelede bulunmak esası etrafında döner.

Meselâ dine nisbetle hâciyyât, ruhsatların konulması konusun­da kendisini gösterir. Meselâ taharette teyemmümün getirilmesi ve giderilmesi güç olan pisliğin hükmünün kaldırılması[113] gibi. Na­mazda, yolculuk esnasında kısaltılarak kılınması, baygın halde ge­çirilen zamanlara ait namazın kaza edilmemesi, cem yani iki vak­tin birleştirilerek kılınması, oturarak ve yan üzere kılınması ruhsat hükümleri gibi. Oruçta, yolculuk ve hastalık anında tutmama ruh­satı gibi. Diğer ibadetlerde de durum aynıdır. Bu gibi konularda eğer Kur'ân meselâ teyemmüm, namazın kısaltılması ve orucun tu­tulmaması gibi konularda olduğu gibi bazı detaylara temas ediyor­sa ne âlâ, yok böyle bir temas yoksa, sıkıntı, meşakkat ve güçlüğün (harec) kaldırıldığına dair nasslar bu konuda yeterlidir.[114]Dolayı­sıyla müctehid bu kaideyi işletebilecek ve ona göre kolaylıklar geti­rebilecektir. Sünnet ise, bu işi ilk yapandır.

Hâciyyât, nefsi korumaya nisbetle de çeşitli yer ve şekillerde tezahür eder. Bunlardan biri ruhsat mahalleridir: Çaresiz kalan kimsenin lâşe yemesi, zekât vb. yollarla yardımlaşılması, avın -ha-ramlığı gerektiren kanın akıtılması, normal boğazlama ameliyesin-deki gibi gerçekleştirilmiş olmasa bile- mubah kılınması[115] gibi.

Neslin yani türemenin korunmasına nisbetle nikâh akdinde, diğer akitlerde müsamaha edilmeyen bazı durumlara müsaade e-dilmiştir: mehir belirlemeden akitte bulunma gibi. Çünkü nikâh ko­nusunda insanlar ahş-verişte olduğu gibi davranmazlar ve burada, diğer akitlerde dikkate alınan bilinmezliklerin dikkate alınması çe­şitli sıkıntılar doğurur. Talâkın sayısının en fazla üçle sınırlandırıl­ması[116], esasen talâkın (bir çözüm-olarak) benimsenmiş olması[117] hul'[118] ve benzeri hükümler de aile hukuku ile ilgili getirilen ruh­satlardandır.

Malın korunmasına nisbetle ise, az kabul edilebilecek aldan­malar (garar) ile genelde kaçınılması mümkün olmayan bilinmez­liklerin dikkate alınmaması şeklinde bir ruhsat getirilmiştir. Keza selem, arâyâ, karz, şuf a, kırâz, müsâkât vb. ruhsatlar getirilmiştir. Malların biriktirilmesi konusunda genişlik gösterilmesi ve ihtiyaç miktarından daha fazla malın tutulmasının meşru görülmesi, helâl olmak kaydı ile güzel olan şeylerden israfa kaçmadan, pintiliğe düşmeden itidalli bir şekilde istifadenin caiz görülmesi[119] de bu ka­bildendir.

Akla nisbetle mükreh yani tehdit altında olan kimse hakkında içinde bulunduğu sıkıntı sebebiyle ruhsatlar getirilmiş ve tehdidin hükmü kaldırılmıştır. Yine bazılarına göre çaresiz durumda kalan (muztar) için de durum aynıdır; açlık, susuzluk ve hastalık duru­munda nefsinin telef olacağından korkarsa akim korunması esası­na illâ da riayet etmesi gerekmez; çünkü nefsin korunması akıldan daha önce gelir.[120]

Bütün bunlar, "Harec yani sıkıntı ve güçlük kaldırılmıştır" il­kesinin birer tezahürüdür.[121] Çünkü bunların çoğu ictihâdîdir[122]ve sünnet onlardan Kur'ân'da yer alan küllî esasla aynı durumda olanları belirlemiştir[123] ve bunlar Kur'ân'da mücmel olarak belir­lenmiş olan genel esasın açıklaması durumundadır. Bu kabilden olup da Kur'ân'da açıklanan şeylere gelince, sünnet onların çizmiş olduğu sınırın ötesine geçmez ve çerçevesi dışına çıkmaz.

Tahsîniyyâttan olanlar hakkında da, hâciyyât hakkında geçerli olan durumlar aynen geçerlidir. Çünkü bunlarla ilgili hükümler üs­tün ahlâk telakkisine ve geçerli olan güzel âdetlere dayanırlar. Na--maza nisbetle temizlik şartı gibi. Tabiî bu, taharetin tahsîniyyâttan olduğunu savunanlara göre böyledir. Keza namaz için en güzel elbiselerin giyilmesi, üste başa çeki düzen verilmesi, güzel koku alın­ması vb. durumlar da bu kabildendir. Zekât verirken ve infakta bulunurken en kaliteli ve güzel olanların verilmesi, oruçta yumuşak­lıkla muamele edilmesi böyledir. Nefsin korunmasına nisbetle rıfk ve ihsan, yeme ve içme âdabı vb. gibi şeyler gibi. Nesle nisbetle eşi ya güzellikle tutma ya da iyilikle salıverme, ona karşı baskıcı ve sı­kıcı olmama, iyi davranma vb. gibi. Mala nisbetle onu nefsânî arzu­lardan uzak olarak elde etme ve hem kazanırken hem de kullanır­ken takva prensibine riayetkar olma, ihtiyaç sahiplerine ondan harcamada bulunma gibi. Akla nisbetle içkiden uzak durma ve iç­me kasdı olmasa bile ondan kaçınma gibi. Çünkü Allah Teâlâ, "On­dan kaçının!" buyurmakta, ondan mutlak surette kaçınılmasını ve uzak durulmasını istemektedir. Bütün bunlar esas olarak Kur'ân'-da mevcuttur. Bunlar, Kitap'ta mücmel veya mufassal olarak ya da her iki biçimde de beyan edilmiş, arkasından sünnet gelerek bütün bu esaslar üzerinde hakimane bir şekilde durmuş ve anlaşılmasını daha kolay kılacak, başka şerhe ihtiyaç bırakmayacak şekilde be­yan etmiştir. Burada gözetilen maksat sadece buna dikkat çekmek­ten ibarettir. Aklı başında olan kimse, işaret edilen şeylerden hare­ketle sözü edilmeyenleri de kavrayabilir ve onların künhüne vakıf olabilir. Tevfîk ancak Allah'tandır.

d) Bir diğer yaklaşım, hükmü gayet açık olan her iki uç tarafın arasında kalan ictihâd alanıyla —ki bu "İctihâd" bölümünde ortaya konan husus olmaktadır— usûl ile furû arasında dönen kıyas saha­sına —ki bu da "Kıyas Delili " bahsinde açıklanmıştır— bakmadır.

Söze birincisi ile başlayalım:

Şöyle ki: Kitap'ta ya da sünnette iki uç hakkında hükmü belir­leyici nass bulunur. Bu iki uç arası ise, her iki tarafın da ona asıl­ması ve kendi hükmüne katma eğiliminde olması hasebiyle ortada ve içtihada mahal olarak kalır. Bazen bu gibi meselelerde değerlen­dirme yapma ve bir sonuca ulaşma açık ve kolay olur ve o zaman konu müctehidlerin değerlendirmelerine havale edilir. Nitekim "İctihâd" bölümünde ortaya konulmuştur. Bazen de değerlendirici­nin idrakinden uzak ya da illetin belirlenmesi imkânı bulun­mayan taabbudî bir konu olur. İşte böyle bir durumda Rasûlullah'-tan onun hakkında bir beyan gelir ve onun iki uçtan fa­lancaya katılacağını ya da ihtiyat tedbiri olmak üzere ya da başka birşey sebebiyle her iki ucun da hükmünü alacağım belirler. Burada kastedilen mânâ işte budur.

Bu noktayı örneklerle açıklamak istiyoruz:

(1)

Allah Teâlâ temiz olan şeyleri (tayyibât) helâl, pis ve iğrenç olan şeyleri de (habâis) haram kılmıştır. Bu iki ucun arasında bunlardan her birine katılması mümkün olan pek çok şey bulunmakta­dır. İşte Rasûlullah [ aSîiâtu] bu konuda gerekli açıklamalarda bu­lunmuş ve köpek dişli olan yırtıcı hayvanlar ile pençeli kuşları ye­meyi yasaklamıştır.[124] Yine ehlî eşeklerin etlerinin yenilmesini ya­saklamış ve onlar hakkında, "O necistir" buyurmuştur. İbn Ömer'e kirpinin yenilip yenilmeyeceği hakkında sorarlar. O da: Te!" diye cevap verir ve: "De ki: Bana vahyolunanda onu yiyecek kimse için,

lâşe veya akıtılmış kan, yahut domuz eti—ki pisliğin kendisidir__

ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka ha­ram edilmiş birşey bulamıyorum[125] âyetini okur. Bunun üzerine birisi: "Şüphesiz Ebû Hureyre bu konuda Rasûlullah'tan onun iğrenç yaratıklardan biri olduğuna dair rivayette bulunmak­tadır" deyince İbn Ömer şöyle der: "Eğer onu Rasûlullah söylemişse, elbette ki durum onun söylediği gibidir." Ebû Davud'un kitabında rivayet ettiği bir hadiste de, "Rasûlullah cellâ-lenin[126] yenilmesini ve sütünü yasakladı[127] denilmektedir. Bu, öy­lesi bir hayvanın etinde pisliğin etkisinin olması sebebiyledir. Bü­tün bunlar pis ve iğrenç olan şeylerin haram olması esasına katıl­ması anlamına gelir. Öbür taraftan Rasûlullah keleri, toy kuşunu, tavşanı ve benzeri şeyleri[128]de temiz ve güzel olan şeyle­rin helâl olması esasına katmıştır.

(2)

Allah Teâlâ, içeceklerden su, süt, bal vb. gibi sarhoşluk verici olmayanları helâl kılmış, içkiyi ise haram kılmıştır. Çünkü o, in­sanlar arasında kin ve düşmanlığa sebep olan aklın izalesi sonucu­nu doğurmakta, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymaktadır. Bu hükmü belli iki esas arasında ise, aslında sarhoşluk verici olmayan fakat sarhoş etmeye ramak kalan içecekler bulunmaktadır. Bunlar "Dubbâ"[129]"Müzeffet"[130] ve "Nakîr"[131]vb. denilen kaplarda tutulan şıralardır.[132] Rasûlullah [ sl£Sfu] bunları önce, sedd-i zerîa ilkesinden hareketle sarhoş edici içkilere katmış ve içilmesini ya­saklamıştır. Sonra mesele üzerinde tekrar durarak "eşyada asıl olan ibâhadır" prensibinden hareketle bunlarda da aslî hükmün su ve balda olduğu gibi mübahlık olduğu noktasından hareketle şöyle buyurmuştur: "Ben size daha önce şıra (nebîz) edinmenizi yasakla­mıştım. Şimdi ise şıra edinebilirsiniz. Her sarhoşluk verici nesne haramdı?."[133] Bu durumda azıcık sarhoşluk veren şeyin durumu aslî haramlık (ile mübahlık) arasında kalmıştı. Bunu açıklamak üzere de: "Azı sarhoşluk verenin çoğu da haramdır"[134] buyurmuş­tur. (Üzüm ile hurma, ya da kuru üzüm ile yaş üzüm veya kuru hurma ile yaş hurma gibi) iki ayrı maddeden elde edilen şıranın ya­saklanışı da, "Dubbâ" ve "Müzeffet" gibi kaplarda şıra tutulması yasağının gerekçesine bağlıdır.[135] Bu ve benzeri meseleler, hükmü belli olan iki esas arasında dönüp dolaşmaktadır. Bu durumda Rasûlullah'tan gelen beyan, onların iki esastan hangisine dahil olduklarını göstermekten ibaret olmaktadır.

(3)

Allah Teâlâ, eğitilmiş av hayvanının sahibi için tuttuğu avı helâl kılmıştır. Bundan eğitilmiş olmayan hayvanın tuttuğu avın helâl olmayacağı hükmü de bilinir. Çünkü eğitilmemiş bir hayvan avı sırf kendisi için tutar. Şimdi hükmü belli olan bu iki esas ara­sında eğitilmiş olan bir av hayvanının tuttuğu ve birazını da yediği avın hükmü kalmaktadır. Hayvanın eğitilmiş olması, avı sahibi için tutmuş olmasını gerektirir. Yemesi ise, onu sahibi için değil kendisi için tutmuş olduğu anlamına gelir. Bu durumda iki esas tearuz eder. İşte bu anda sünnet gelerek hükmü beyan eder: Rasûhıllah bu konuda şöyle buyurur: "Eğer yerse, sen yeme; çünkü ben onu sadece kendisi için tutmuş olmasından korkarım."[136] Baş­ka bir hadiste: "Eğer avı öldürür ve ondan birşey yemezse, onu mutlaka senin için tutmuş demektir"[137] buyurur. Bir başka hadiste ise: "Köpeğini gönderdin ve besmele de çektiysen, ondan yese bile tuttuğu avı ye.'[138] buyurmuştur. Bütün bunlar hükmü belli olan iki uç asla dönmekten başka birşey değildir.

(4)

İhramlı bir kimseye mutlak surette av hayvanı öldürmesi ya­saklanmıştır. Kasıtlı öldüren ihramlı bir kimseye ceza gerekeceği hükmü de getirilmiştir. İhramlı olmayan bir kimse için de mutlak surette helâllik hükmü konulmuştur; dolayısıyla ihramlı olmayan bir kimsenin av hayvanı öldürmesi halinde birşey (ceza) gerekme­mektedir. Bu iki belli hüküm arasında ihramlı bir kimsenin hata yoluyla av hayvanı öldürmesi durumunun hükmü meçhul kalmak­tadır. İşte bu konuda sünnet gelerek, hata ile kasıtlı Öldürmenin arasında bir fark olmadığını belirtmiştir. Zührî şöyle demiştir: "Kur'ân, kasten öldüren kimseye ceza hükmünü getirmiştir. Ceza, hata yolu ile Öldürmede de sünnetin hükmü olmaktadır." Zührî, âlimler içerisinde sünneti en iyi bilenlerden biridir.

(5)

Her türden olan helâl ve haramı Kur'ân beyan etmiştir. Bu iki­si arasında ise durumları belli olmayan şeyler vardır ve bunlar hem helâl hem de haram tarafının hükmünü alabilir. İşte bu konuda Rasûhıllah [ ")^fâ^tul devreye girerek durumu hem icmâlî olarak hem de detaylı bir biçimde açıklamıştır. İcmâlî olarak şöyle açıkla­mıştır: "Haram bellidir, helâl bellidir; bu ikisi arasında ise durum­ları belli olmayan şüpheli şeyler vardır... "[139] İkinci kısımdan açık­lamasına ise şunları örnek gösterebiliriz: Abdullah b. Zem'a hadi­sinde, (yargı yoluyla Zem'a'ya ait olduğuna hükmettiği çocuk hak­kında) (Zem'a'nın kızı olan) Şevde validemize (ki hükme göre kar­deş oluyorlar): "Ey Şevde! Onun yanında Örtün!" buyurmuştur. Çünkü her ne kadar çocuğun Zem'a'ya ait olduğuna hükmetmişse de, (onun kendisinden olduğunu iddia eden) Utbe'ye benzer olduğu­nu görmüştü.[140]Av konusunda Adiy b. Hatim hadisinde ise Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Köpeklerine başka bir köpek karışırsa, tutulan avı yeme! Bilemezsin belki de senin olmayan köpek tutmuştur."[141] İçerisine çeşitli hayız bezi, pislik vb. şeyler atı­lan Bidâ'a kuyusu hakkında da: "Allah Teâlâ, suyu temiz olarak yaratmıştır; onu hiçbir şey pis kılamaz"[142] buyurmuş ve onun hük­münü iki taraftan birine yani temizlik hükmüne katmıştır.[143] Av hakkında: "Gözünün önünde öleni ye[144], yaralanıp kaçan ve daha sonra Öleni bırak![145]buyurmuştur. Süt haramlığı konusundaki Ukbe b.. Haris hadisinde şöyle anlatılır. Bu zat evlenmek istediği zaman siyah bir kadın gelerek hem kendisini hem de evlenmek is­tediği kadını emzirdiğini söyler. Bunun üzerine bu sahâbî doğru Medine'ye hareket eder ve olanları Rasûlullah'a anlatır. Bunun üzerine Rasûlullaht': "Nasıl olabilir?! Kadın her i-kinizi de emzirdiğini iddia etmektedir. Onu bırak!" buyurur.[146] Bu­na benzer daha pek çok örnek vardır.

(6)

Allah Teâlâ zinayı haram kılmış, evlenmeyi ve cariyelerle iliş­kide bulunmayı helâl kılmıştır. Meşru şekle muhalif aktedilen nikâh hakkında ise sükût geçmiştir. Çünkü böylesi bir akit, ne ger­çek bir nikahtır, ne de tam bir zina ilişkisidir. İşte bu gibi konular­da, bazı uygulamaların hükmünü bildirmek üzere sünnet gelmiş, sünnetin açıklık getirmediği diğer şekiller ise[147] ya mutlak surette, ya da bazı hallerde iki asıldan birine katılması, veya başka bir du­rumda diğer asla katılması konusunda içtihada mahal olmak üzere kalmıştır. Hadiste şöyle gelmiştir: "Hangi kadın velisinin izni ol­madan nikâhlanırsa, onun nikâhı bâtıldır, onun nikâhı bâtıldır, onun nikâhı bâtıldır. Eğer zifaf gerçekleşmişse, kocanın kadından istifadesi karşılığında ona mehir vermesi gerekir.[148] Fâsid diğer nikâhlarla ilgili olarak sünnette yer alan diğer hadisler için de edi­lecek söz aynıdır.

(7)

Allah Teâlâ, deniz hayvanlarını temiz olan şeyler arasında ol­mak üzere helâl kılmış, İaşeyi de haram olan iğrenç şeyler arasında saymıştır. Bu iki ucun arasında deniz ölüsünün hükmü belirsiz kal­mıştır. Acaba denizde kendiliğinden ölen bir hayvanın hükmü ne­dir? İşte bu konuya sünnet ışık tutmuş ve Rasûlullah ko­nuyla ilgili olarak: "Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir"[149] buyur­muştur. Bazı hadislerde de şöyle buyrulmuştur: "İki ölü helâl kilınmıştır: balık ve çekirge."[150] Öbür taraftan Rasûlullah , deniz tarafından karaya vuran ve Ebû Ubeyde tarafından getirilen (balık)tan da yemiştir.

(8)

Allah Teâlâ taammüden işlenen cinayetlerde cana can, dişe diş olmak üzere hem canlar hem de organlar için kısas hükmünü koy­muş ve bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Orada onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe dişle ve yaralara karşı­lıklı ödeşme (kısas) yazdık."[151] Hata yoluyla işlenen cinayetler hak­kında ise: "Mü'min bir köle azadı ve ailesine ödenecek diyet gere­kir"[152] buyruğu ile diyet hükmünü getirmiştir. Rasûlullah da inşallah ileride gelecek[153] olan şekil üzere organ diyetlerini belirlemiştir. Bu durumda her iki ucun hükmü belirlenmiş, bu ikisi ortasında anne karnından bir darbe vb. sonucunda düşürülen ceni­nin hükmü müşkil bir hal almıştır. Çünkü bir taraftan diğer organ­lar gibi annesinin bir parçası durumundadır; öbür taraftan bakıldı­ğı zaman hilkat itibarıyla tam bir insan sayılabilmektedir. İşte bu müşkil durumun hükmünü sünnet açıklamış ve hükmün "gurre"[154] olduğunu ve tam olarak her iki tarafa da benzemediği için nevi şah­sına münhasır bir hükmü bulunduğunu belirtmiştir.

(9)

Allah Teâlâ meyteyi yani usûlüne göre boğazlanmadan ölmüş hayvanı haram, usûlüne göre boğazlanmış hayvanı da helâl kılmış­tır. Boğazlanmış bir hayvan karnından ölü olarak çıkan yavrunun hükmü, bu iki esas arasında kalmakta ve her iki tarafın da hükmü­nü alabilecek durumdadır. Vaziyet böyle iken Rasûlullah ["^»ıf^1"] : "Yavrunun boğazlanması, annesinin boğazlanmasıdır"[155] buyur­muş ve yavrunun annesinin bir parçası sayılması tarafını, onun müstakil bir varlık olduğu tarafına tercih etmiştir.

(10)

Allah Teâlâ miras âyetinde: "Eğer kadınlar ikinin üzerinde ise, bırakılanın üçte ikisi onlarındır. Şayet bir ise yarısı onundur"[156] buyurmaktadır. Bu âyete göre iki kızın durumu beyan edilmiş ol­mamaktadır (raeskûtun anh). Onlarla ilgili hükmün belirlenmesi sünnete kalmış ve onlar da, ikiden fazla kızın hükmüne katılmış­lardır. [157]Nitekim el-Kâdî İsmail böyle zikretmiştir.

Buraya kadar verilenler konu ile ilgili örneklerdir ve bunlar değerlendirilmek suretiyle diğerleri hakkında da bir hükme ulaş­mak mümkündür. Çünkü konu düşünen kimse için gayet açıktır ve sonuçta bunlar, hükmü nasslarla belirlenmiş olan iki uçtan birine ya da aynı anda her ikisine de birden katmak demektir ve hiçbir zaman bu iki uç esasın dışına çıkılması söz konusu değildir.[158]Şimdi de kıyas alanına giren hadisler üzerinde duralım: Kur'-ân-ı Kerîm'de bazı esaslar vardır ki bunlar, benzeri durumların hükmünün de kendi hükümleri gibi olduğuna işarette bulunur ve bunların mutlak olarak zikredilmeleri bazı kayıtlı olanların da on­lar gibi olduğunun anlaşılmasını sağlarlar. Bu durumda sünnetin konu ile ilgili beyanına dayanılarak fer'î meselelerin tefrîine gidil­meksizin bu esaslarla yetinilir. Bu yaklaşım, makîsun aleyhin —her ne kadar hâss olsa da— mânâ bakımından âmm olması esa­sından hareketle olmaktadır. Bu konunun izahı Deliller bahsinde geçmişti.[159] Durum böyle olunca konuyu şöylece özetlememiz müm­kün olacaktır: Kur'ân'da bir asıl bulunduğu zaman, sünnet ya onun mânâsında olanı, ya ona katılacak olanı veya ona benzer olanı ya da ona yakın olam getirmiş olacaktır. İfade edilmek istenen mânâ işte budur. Burada Rasûlullah'ın  söz konusu hadisi kıyas yoluyla[160] ya da vahye müsteniden söylemiş olması arasında bir fark yoktur. Her halükârda o söz, bizim zihinlerimizde makîs (kıyas yapılan) mecrasında algılanacak, Kitap aslı —Deliller bölümünün başında[161]zikredilen mânâ itibarıyla— onu da kapsamış olacaktır. Konu ile ilgili, çeşitli örnekler verilecektir:

1.

Allah Teâlâ, ribâyı[162] ve hakkında, "Elbette alış veriş de ribâ gibidir"[163] dedikleri cahiliye ribasını haram kılmıştır. Cahiliye ri-basmdan maksat, alacaklının borçluya: "Ya borcunu ödersin ya da arttırırsın" demesi ve onun da kabul etmesi suretiyle borcun yeni bir borç karşılığında feshedilmesidir. "Eğer tevbe ederseniz anapa­ranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığı uğratıl­mış olursunuz"[164] âyeti de buna delâlet etmektedir. Rasûlullah Söyle buyurmuştur: "Cahiliye ribâsı kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk ribâ da Abdulmuttalip oğlu Abbâs'ın ribâsıdır; onun hep­si kaldırılmıştır."[165]Durum böyledir ve bu nasslarda söz konusu olan yasak, karşılıksız olan bir fazlalık yüzündendir. Sünnet işte bu noktayı göz önünde tutarak, karşılıksız fazlalığın her türlüsünü ya­sağın kapsamına sokmuştur. Bu meyanda olmak üzere Rasûlullah Şöyle buyurmuştur: "Altın altın ile, gümüş gümüş ile, buğ­day buğday ile, arpa arpa ile, hurma hurma İle, tuz tuz ile (mübadele edildiğinde) misli misline, dengi dengine ve elden ele olacaktır. Kim artırır veya fazla alırsa şüphesiz o ribâ almış I ver­miş olur. Bu sınıflar muhtelif olduğu zaman, elden ele olmak kaydı ile istediğiniz gibi alıp satın!" Hadisin son cümlesinde sınıfların muhtelif olması halinde söz konusu olan nesî'e ribası[166] da yasak kapsamına eklenmiştir. Çünkü bedellerden birinin ertelenmesi, (genelde) karşılıksız bir fazlalık anlamı taşır. Menfaat celbeden her  türlü selef yani borç ilişkileri de yine bu mânâ içine girmektedir. Şöyle ki: Nesîede yani bedellerden birinin veresiye olması halinde cinsin kendi cinsi karşılığında satılması, birşeyin kendisini yine kendine bedel tutma kabilindendir. Çünkü her ikisinden elde edile­cek fayda birbirine yakındır. Bu durumda bedellerden birinin fazla olması, karşılıksız bir ziyadelik anlamına gelir.[167] Bu ise yasaktır.iki bedelden birinin veresiye olması, âdeten ancak kıymette bir zi-yadeliğin olması halinde olur. Zira elde peşin olan birşeyin, kendi cinsinden veresiye bir şey ile mübadelesi, ancak elde peşin olandan veresiye olanın daha kıymetli ve üstün olması halinde söz konusu olur. Dolayısıyla bu, akdin yasaklanmasını gerektiren bir fazlalık­tır. Geriye şu soru kalıyor: Peki, nakdeyn yani altın ve gümüş ile gıda maddeleri dışında kalan diğer malların bu tür satışı niçin caiz­dir de bunlarmki caiz değildir?! İşte bu nokta, müctehidlerce ayırı­mı zor ve kapalı olan bir konudur ve bu şimdiye kadar mânâsı[168] henüz açıklık kazanamamış en kapalı meselelerden biri olma özelli­ğini hâlâ korumaktadır. Bu yüzden sünnet konuya müdahale ede­rek müctehidlerce bulunup ortaya çıkarılması ve diğerlerinden ay­rılması imkânsız olan bu meseleye açıklık getirmiştir.[169] Eğer bu konu da, diğer konular gibi açık olsaydı, diğerleri gibi bu da mücte-hidlerin görüş ve değerlendirmelerine havale edilirdi.İşte böyle bir konu, kıyastaki asıl ile fer' mecrasında câri[170] olmaktadır. Düşün!      

2.

Allah Teâlâ, nikâhta ana ile kızın[171] ve iki kızkardeşin bir ara­da tutulmasını haram kılmış ve: "Bunların dışında kalanlar size helâl kılındı"[172] buyurmuştur. Rasûlullah da, kıyas kabi­linden olmak üzere bir kadın ile teyzesinin ya da halasının aynı nikâh altında bir arada (cem) tutulmasının haram olacağı hükmünü getirmiştir. Zira Allah Teâlâ'nın, sözü edilen kadınların aynı nikâh altında cem edilmesini haram kılmasını gerektiren illet bura-da da mevcuttur. Bu hükmü getiren hadiste Rasulullah"Çünkü eğer siz bunu yaparsanız, akrabalık ilişkilerini koparmış olursunuz"[173] buyurmuştur. Bilindiği gibi hükmün ta'lîli, kıyasın yönüne işaret eder.

Allah Teâlâ, temiz suyu belirlerken, onun gökten indirip yeryü­züne yerleştirdiği su olduğunu ifade buyurur. Böyle bir niteleme, deniz suyu hakkında gelmemiştir. İşte bu konuda sünnet gelerek, onun da diğer sular gibi olduğunu belirtmiş ve: "Denizin suyu te­miz, ölüsü helâldir"[174] buyurarak onun hükmünü diğer suların hükmüne katmıştır.v

4.

Can diyetini Allah Teâlâ Kur'ân'da zikretmiştir. Organların di­yetinden ise söz etmemiştir. Bu konuda aklen kıyas yürütülmesi zordur. İşte bu yüzden hadis devreye girerek konuyu aydınlatacak şekilde organ diyetlerini açıklamıştır. Bu durumda hadis, bir nevi durumu müşkil olan kıyas mahiyetindedir. Dolayısıyla mutlaka ona başvurmak ve onun parelelinde yürümek gerekecektir.

5.

Allah Teâlâ, miktarları belli olan miras paylarını açıklamıştır. Bunlar: Yarım, dörtte bir, sekizde bir, üçte bir, altıda bir olarak be­lirlenen paylardır. Asabenin mirasını ise sadece işaret yoluyla zik­retmiştir. Bu meyanda ana babadan bahsederken: "Çocuğu yoksa, anası babası ona varis olur; anasına üçte bir düşer"[175] çocuklardan bahsederken: "Erkeğe iki dişinin hissesi vardır"[176] buyurur. Kelâle âyetinde de: "(Ölen) kızkardeşin çocuğu yoksa, (erkek kar­deş) ona tamamen vâris olur... Eğer mirasçılar erkek ve kadın kar-deşlerse, erkeğe iki dişinin hissesi kadar vardır"[177] buyurur. Bu âyetler, belirlenmiş miras payları alındıktan sonra geri kalan kıs­mın asabeye ait olacağını gerektirir. Geriye mesele olarak burada ismi geçmeyen dede, amca, amca oğlu vb. gibi erkek akrabaların durumu kalmaktadır. İşte bu konuda Rasûlullah devreye girerek: "Belirlenmiş payları sahiplerine verin! Geriye kalan kısım ise, en yakın erkeğe aittir"; bir başka rivayette: "En yakın erkek asabeye aittir"[178] buyurarak onların durumunu da Kur'ân'da zikri geçen erkeklerin hükmüne katmıştır. Böylece Rasûlullah , bizzat Kur'ân'da belirtilmiş olan asla, ihtiyaç duyulan (ve muhte­melen ictihâd ile de ulaşılamayacak olan) diğer erkek akrabaların durumunu da katmıştır.

6.

Allah Teâlâ, süt haramlığı ile ilgili olarak: "Sizi emziren anne­leriniz ve süt kızkardeşleriniz size haram kılındı"[179] buyurmuştur. Rasûlullah ise, nesep dikkate alındığı zaman kimler ha­ram oluyorsa, süt yoluyla onların da haram olacağını belirtmiş ve böylece hala, teyze, erkek kardeş kızı, kız kardeş kızı vb. kimselerin hükmünü, Kur'ân'da geçen iki grubun hükmüne katmıştır. Bu kat­ma yolu, kıyas ile katma yolu olmaktadır. Zira burada söz konusu olan, (asıl ile fer') arasında fark olmadığı belirtilerek yapılan kıyas kabilinden olmaktadır ve buna bizzat sünnet de değinmiştir.[180]Zira bu konu Rasûlullah'ın dışında kalan müctehidler için te­reddüde mahal olacak ve "Acaba bu konu taabbudî midir? Yoksa içtihadı midir?" tartışması hep açık kalacak ve bir çözüme ulaşıla­mayacaktı. İşte Rasûlullah bunu öngörmüş ve konu ile il­gili olarak: "Şüphesiz ki Allah Teâlâ, nesepten dolayı haram kıldı­ğını sütten dolayı da haram kılmıştır"[181] buyurmuştur. Bu mânâda daha başka hadisleri de vardır. Sonra haramlık hükmünde kadınlara erkekleri de katmıştır. Çünkü haramlığı doğuran süt, ka­dında kocasının ilişkisi sonucunda oluşmaktadır. Süt sebebiyle ka­dın anne olduğuna göre, sütün sahibi olan erkeğin de hiç şüphesiz baba olması gerekecektir.

7.

Allah Teâlâ, Mekke'yi Hz. İbrahim'in"Rabbim!Bu­rayı güvenli bir belde kıl!"[182] şeklindeki duası sebebiyle kutsal (ha­ram) kılmış ve: "Bizim Mekke'yi güvenli ve kutsal bir belde kıldığı­mızı görmediler mi?"[183] buyurmuştur. Böylece Allah Teâlâ, Mek­ke'yi kutsal belde kılmıştır. Rasûlullah da, aynen Hz. İb­rahim'in   Mekke için yaptığı duasını bir misli fazlasıyla beraber[184] Medine için yapmıştır. Allah Teâlâ da onun bu duasını kabul ederek Medine'nin iki taşlığı arasındaki alanı kutsal belde (harem) kılmıştır. (Rasûhıllah şöyle buyurmuştur: "Ben Medine'nin iki taşlığı arasını ağacı kesilmemek, avı öldürülmemek ' üzere kutsal belde ilân ediyorum.[185] Bir başka rivayette de: "Eğer Medinelilere biri bir kötülük etmek isterse Allah onu cehennemde kurşun eritir gibi yahut suda tuz eritir gibi eritir[186] buyurmuştur, Başka bir rivayette de şöyle buyurur: "Medine kutsaldır; dolayısıy­la orada kim bir bidat çıkarır veya bir bidatçiyi barındırırsa, Al­lah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerinedir. Kıya­met gününde onun ne farzı ne de nafilesi (veya onun ne tevbesi ne de fidyesi) kabul edilmez."[187]Aynı ibare Hz. Ali'nin sahifesinde de yer almaktadır.[188] Burada görülen şey, Medine'nin kutsallık bakı­mından Mekke'ye katılmasıdır. Âyette Mekke hakkında şöyle buyu-rulur: "Doğrusu inkâr edenleri, Allah'ın yolundan, yerli ve yolcu bütün insanlar için eşit kılınan Mescid-i Haram'dan alıkoyanları ve orada zulüm ile yanlış yola saptırmak (ilhâd) isteyeni, can yakıcı bir azaba uğratırız."[189] Bu âyette geçen "ilhâd" kelimesi, haktan zulme doğru meylin her türlüsünü ve bütün türleriyle yasak olan şeylerin işlenmesini içine alır. Nitekim sünnet âyeti bu şekilde tef­sir etmiştir. Bu mânâda Medine de onun hükmüne katılmış olmak­tadır.

8.

Allah Teâlâ, "Erkeklerinizden iki şahit tutun; eğer iki erkek bu­lunmazsa, şahitlerden razı olacağınız bir erkek, —biri unuttuğun­da diğeri ona hatırlatacak— iki kadın olabilir"[190] buyurmakta ve mâlî konularda bir erkeğin yanında iki kadının şahitliğini kabul et­mektedir. Bundan kadınların şahitliklerinin zayıflığı ortaya çık­maktadır. "Akıl ve dini noksan olanlardan hiç birinin akıllı bir kimseye sizin kadar galebe çaldığını görmedim"[191]sözünde de bu noktaya işarette bulunmuştur. Akıl noksanlığını, iki kadının şahitliginin bir erkeğin şahitliğine denk sayılması şeklinde izah etmiş­tir. Bu husus Kur'ân'la sabit olmuş ve "biri unuttuğunda diğeri o-na hatırlatacak" buyurulmdda da orların şahitlik konusunda erke­ğin derecesinden daha aşağı bir mertebede olduğu ortaya çıkmıştır. İşte bu noktadan hareketle Rasûlullah bir şahitle birlikte yemini de âyette zikre dil enla*in hükmüne katmış ve bu yolla hükim-de bulunmuştur.[192] Çünkü insanların haklarının yenmesinde ve ye­rine getirilmesinde yeminin de bir yeri vardır ve Allah Teâ-lâ bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın ahdini ve yeminlerinizi az bir değere değişenlerin, işte onların, âhirette bir payları yoktur.."[193]Böylece bir şahit ile yemin, kıyasta iki erkek şahit ya da bir erkek ile iki kadın şahit yerine geçmiştir. Ancak bu herkesin kavrayama-yacağı bir kapalılıkta olduğu için sünnet onu açıklamıştır.

9.

Allah Teâlâ, rakabe mülkiyetinin satışını Kur'ân'da zikretmiş ve onu helâl kılmıştır. Bazı şeyler hakkında olmak üzere icâreden de bahsetmiştir. Meselâ: "Onu getirene bir deve yükü (ödül) var­dır"[194] âyetinde "cuTdan[195]"Kim fakir ise uygun bir şekilde yesin"[196] âyetinde yetim malının idaresi hakkında icâreden, "Zekât işlerinde çalışanlara..."[197]âyetinde zekât memurluğundan ve daha başka menfaatler[198] üzerine yapılan icâreden söz etmiş, diğer men­faatler hakkında bir hüküm getirmemiştir. Sünnet ise, bu konuda mutlak cevaz hükmünü getirmiş ve insan, hayvan, ev ve arazi gibi her türlü rakabe menfaatlerinin icareye konu olabileceğini belirt­miştir. Rasûlullah, bu konuda birçoğunun durumunu be­yan buyurmuş, diğerlerini de ictihâd müessesesine havale etmiştir. Bu ise, şeriatta muteber olan kıyas alanı olmaktadır. Bu konuda Rasûlullah'ın özel olarak kıyasta bulunmayı kastetmiş o-lup olmaması bizim açımızdan önemli değildir. Çünkü bunların hepsi sonuç itibarıyla hangi şekilde olursa olsun Allah'ın kendisine indirmiş olduğu şeylerin açıklanması amacına çıkmaktadır.

10.

Allah Teâlâ, Hz. İbrahim ile ilgili olarak onun rüyasından bah­setmiş ve buna istinaden oğlunu boğazlamaya giriştiğinden söz et­miştir. Keza Hz. Yûsufun ve iki gencin rüyalarından bahsetmiştir. Bunlar doğru (sâdık) rüyalardı; ancak bütün rüyaların doğru oldu­ğuna dair bunda bir delalet yoktu. Rasûlullah i?te bu ko­nunun hükmünü beyanla her sâlih kimsenin göreceği sâdık rüya­nın, nübüvvetin (kırk altı) cüzündün bir cüz olduğunu ifade etti.[199] Yine o, rüyaların birer müjde (mübeşşir) olduklarını ve kısımları olduğunu[200] ve buna benzer diğer hükümlerini beyan buyurdu. Böylece rüyaların onun tarafından bu şekilde değerlendirilmesi, di­ğer rüyaların da Kur'ân'da zikredilenlerin rüyalarına katıldığı an­lamını içermiş olmaktadır. Kıyasta yapılan şey de işte budur. Bu konuda örnek pek çoktur. Bu kadarla yetiniyoruz.

e) Bir diğer yaklaşım da, Kur'ân'm çeşitli delillerinden ortaya çıkan toplu mânâların dikkate alınmasıdır. Deliller çeşitli mânâlar hakkında gelmiş olabilir; ancak onların hepsini —mesâlih-i mürse-le ya da istihsândakine benzer— bir mânâ kapsar halde bulunur.Sünnet de işte bu kapsamlı mânânın bir gereği olarak gelir. Böyle­ce bilinir ya da zannedilir ki, söz konusu kapsamlı mânâ o cüzlerin toplamından çıkarılmıştır. Tabiî bu, sünnetin sadece Kitab'ın açık­lanması için geldiğini gösteren delilin sıhhati üzerine bina edilmiş olmaktadır. Bu yaklaşımın örneği, "Serî Deliller" bölümünün başın­da "Zarar vermek ve zarara zararla mukabele etmek yoktur[201] ha­disinin mânâsının Kitap'tan çıkarılması sırasında geçmişti.[202] Bu mânâda bulunan diğer hadisler de bu kısma girer. Burada tekrara gerek görmüyoruz.

f) Bir diğer yaklaşım da, hadislerin detaylarının —her ne ka­dar ilave beyanlar içerse de— Kur'ân'ın tafsilatı içerisinde bulun­duğu yaklaşımıdır.[203] Ancak bu yaklaşım sahiplerinin her halükâr- [49] da sünnette yer alan her mânânın —bir başka açıdan[204]değil de sa­dece lügavî vaz' açısından— bizzat Kur'ân'da işaret edilmiş ya da açıkça değinilmiş olduğunu isbat etmesi gerekir. Bu yaklaşımla il­gili önce örnekler verelim, sonra da doğru olup olmadığına bakalım:

Konu ile ilgili çeşitli örnekler vardır:

1) Bid'î talâkla ilgili İbn Ömer hadisi: İbn Ömer, hayız ha­linde iken karısını boşamıştı. Rasûlullah Hz. Ömer'e: "Ona emret, karısına dönsün, sonra temizleninceye kadar bıraksın, sonra hayız görsün, sonra temizlensin, sonra isterse tutsun, isterse ona yanaşmadan Önce boşasın. Allah Teâlâ'nın kadınların boşanma-

sında dikkate alınmasını emrettiği iddet işte budur" buyurdu.[205]Rasûlullah bu sözüyle Allah Teâ­lâ'nın: "Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onlan iddetlerini gözeterek boşayın![206] emrini kastet-

mektedir.

2) Fâtıma bt. Kays hadisi: Rasûlullah bu kadın (kocası Ebû Amr b. Hafs tarafından) bâin talâk ile bo­şandığı zaman kendisine ne mesken ne de nafaka bağ­ladı.[207] Halbuki bâin talâk ile boşanmış kadınların, na­faka hakları yoksa da mesken hakları bulunmaktaydı. Çünkü bu kadın kötü huylu biriydi ve dili ile ailesine ezâ veriyordu. Rasûlullah'm Du uygulaması,"Apaçık bir hayasızlık yapmaları hali hariç evlerin­den çıkarmayın"[208] âyetinin tefsiri olmaktadır.

3) Sübey'a el-Eslemî hadisi: Bu kadın, kocasının vefatın­dan on beş gün sonra doğurdu ve Rasûlullah kendisine artık evlenebileceğini bildirdi. Böylece bu ha-

dis, "İçinizden ölenlerin geride bırakmış olduğu eşler, 'kendi kendilerine dört ay on gün beklerler"[209] âyetinin, hamile olmayan kadınlara mahsus olduğunu açıklamış oldu. "Hamile olanların iddeti, doğurmaları ile tamam-lanır"[210] âyeti ise, hem boşanmış hem de kocası ölmüş kadınlar için genel (âmm) olmaktadır.

4) Ebû Hureyre hadisi: "Ama zulmedenler, kendilerine söylenmiş olan sözü başka sözle değiştirdiler"[211]âyeti hakkında Ebû Hureyre: "İsrailoğulları 'Hıtta' sözcüğü yerine 'Habbe fi şa're' demişlerdir" der.[212]

5) Câbir hadisi: Rasûlullah Mekke'ye geldiği za­man Kabe'yi yedi defa tavaf etmiş, "İbrahim'in maka­mını namaz kılma yeri edinin"[213] âyetini okuyarak, Makam'ın arkasında namaz kılmış, sonra Hacerü'1-Es-ved'e gelerek onu selâmlamış; daha sonra da (sa'ye baş­lamak üzere) "Allah'ın başladığı (Safa) ile başlarız" bu­yurarak: "Şüphesiz ki Safa ve Merue, Allah'ın nişanele-rindendir"[214] âyetini okumuştur.[215]

6) Nu'mân b. Beşîr hadisi: Rasûlullah "Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin,  size icabette buluna­yım..."[216] âyeti hakkında: "Dua, ibadettir" buyurmuş ve âyeti sonuna kadar okumuştur.[217]

7) Adiyy b. Hatem hadisi: Bu zat şöyle demiştir: "Tan ye­rinde[218], beyaz iplik, siyah iplikten sizce ayırd edilince­ye kadar yiyin, için[219]âyeti inince Rasûlullah bana: "Şüphesiz (âyetteki ipliklerden) maksat gündü­zün aydınlığı ile, gecenin karanlığıdır" dedi.[220]             

8) Semüre b. Cündüb hadisi: Rasûlullah: "Salû-tu'l-vustâ" ikindi namazıdır" buyurmuştur. Keza Hen­dek savaşı sırasında: "Allah'ım! Onların kabirlerini ve evlerini ateş doldur; çünkü onlar bizi güneş batıncaya kadar 'salâtu'l-vustâ'dan (yani ikindi namazından) alı­koydular" buyurmuştur.[221]

9) Ebû Hureyre hadisi: Rasûlullah şöyle buyur­muştur: "Cennette bir kamçı kadarcık yer, elbette dün­yadan ve dünyada olan her şeyden daha hayırlıdır. İs­terseniz: 'Ateşten uzaklaştırılıp, cennete sokulan kimse artık kurtulmuştur[222]âyetini okuyun."[223]

10) Kebâir yani büyük günahlar hakkındaki Enes hadisi: Rasûlullahbu konuda   şöyle   buyurmuştur: "Allah'a şirk koşmak, ana babaya isyan etmek, cana kıymak ve yalan söylemek.'[224] Bu konuda daha başka hadisler vardır ve onlarda da büyük günahların zikri geçmektedir. Hepsi de sonuç itibarıyla: "Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız.[225] âyetinin tefsiri mahiyetindedir.Bu türden olan sünnet çoktur.

Ancak Kur'ân, bu yaklaşımı destekleyecek gibi değildir. Hadis­lerde geçen her konuya Kur'ân'ın doğrudan değinmesi veya Arab'ın kullandığı lügavî vaz' açısından onlara işarette bulunması mümkün değildir. Bu konuda ilk şahit namaz, hacc, zekât, hayız, nifas, luka-ta, kırâz, müsâkât, diyet, kasâme ve benzeri sayılamayacak kadar çok olan durumlardır (ve bütün bunlar, bu yaklaşım sahiplerinin iddia ettiği gibi sünnetin, Kur'ân nasslarını husûsî beyan tarzında geldiği konular olmaktan uzaktır). Bu itibarla bu yaklaşımın taraf­tarları iddialarını isbat edecek durumda değillerdir. Bunların yapa­cakları şey, olsa olsa Arap dilinin kabul etmeyeceği zorlamalara gi­rerek iddialarına mesnet aramaya çalışmak olacaktır. Böyle bir ça­baya ne selef-i sâlihin ve ne de ilimde yüksek payeye ulaşmış âlim­lerin katılması mümkün değildir. Birileri, üzerine dikkat çektiği bu kapının aralanmasına merak sarmış, fakat başaramamıştır. Zira iddiasını ancak sözü edilen zorlamalara girerek ve sünnetin getirdi­ği şey hakkında Kur'ân'da husûsî surette nass ya da işaret bulun­mayan pek çok yerde de ilk yaklaşıma başvurmak yoluyla ispata çalışmıştır. Bu ise onun iddiasının boşa çıkması anlamına gelir. Üs­telik böylesi bir tekellüfe girişen kişi, sadece Müslim b. Haccâc'ın kitabında yer alan müsned hadislerin mânâlarının Kur'ân'dan çıka­rılmasına çalışmıştır. Diğer imamların telif ettikleri hadis kitapla­rına bakmamıştır. Bu yeltenme, Kur'ân ve Hadis ilimleri içerisinde vücuda getirilen en garip çalışmalardan biri olmaktadır.

Burada zikrettiğimiz yaklaşımların[226]konu ile ilgili tezi ortaya koymaya yeterli olacağını umuyoruz. Doğruya muvaffak kılan an­cak Allah'tır.

Fasıl:

Buraya kadar verilen izahattan, Kur'ân'ın temas ve işarette bulunmadığı ileri sürülen hadisler hakkında cevap da anlaşılmış olmaktadır. "Çok geçmez sizden biri koltuğuna kurulur; kendisine benden bir hadis rivayet edildiği zaman şöyle der: 'Aramızda ve aranızda Allah'ın kitabı var. Onda helâl olarak bulduğumuzu helâl kabul eder, onda haram olarak bulduğumuz şeyi de haram sayarız.' Dikkat edin! Allah'ın Rasûlünün [haram kıldığıda aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir'[227] hadisi konumuzla ilgili değildir. Çünkü o hadis, Kur'ân'ı anlama konusundaki kendi anla­yışına dayanarak sünneti bir tarafa atmak isteyen kimseler hak­kında gelmiştir. Biz ise burada böyle birşey iddia etmiyoruz. Ha­diste sözü edilen görüş örnek yoldan çıkan sapıkların görüşü ol­maktadır. Rasûîullah'm, "Dikkat edin! Allah'ın Rasûlü­nün haram kıldığı da aynen Allah'ın haram kıldığı gibi­dir" ifadesi geçen şekil üzere doğrudur ve bu ya hükmü açık olan iki uç arasında dönüp durmakta olan illetin belirlenmesi (tahkîk-i menât) yoluyla, ya kıyas yoluyla ya da geçen yaklaşımlardan bir başkası yoluyla gerçekleşir.

[Hatırlanacağı üzere daha önce şöyle bir itiraz gelmişti: İstikra (kapsamlı araştırma) da göstermektedir ki, sünnette bizzat Kur'ân tarafından temas edilmeyen sayılamayacak kadar çok şey vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Kadının halası ya da teyzesi ile bir arada nikahlanmasının, ehlî eşeklerin yenilmesinin, köpek dişli yır­tıcı hayvanların yenilmesinin haram kılınması, diyet, esirlerin fid­ye karşılığı kurtarılması, müslümanın kâfir karşılığında kısas yo­luyla öldürülmemesi... gibi. ]

Bir kadının halası ya da teyzesi ile birlikte nikâh edilmesinin haram kılınması, keza köpek dişli yırtıcı hayvanların yenilmesinin haram kılınması ve diyet ile ilgili cevap geçmiş bulunmaktadır.

Esirlerin fidye karşılığı kurtarılması meselesine gelince, bu: "Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir'[228] âyetinden alınmaktadır. Âyet gücü yetmediği için hicret edemeyen kimseler hakkında gelmiş ve böyle birinin hicret için yardım iste­mesi durumunda bu yardımın yapılmasını vacip kılmıştır. Esir ise yardıma hak kazanma konusunda daha öncelikli durumdadır. Bu, sünnetin kıyâs yoluyla kitaba katılması yaklaşımına ait bir örnek olmaktadır.

Müslümanın kâfir karşılığında öldürülmemesi hükmüne gelin­ce, âlimler bunu şu gibi Kur'ân âyetlerinden çıkarmışlardır: "Allah inkarcılara, inananlar aleyhinde asla fırsat vermeyecektir.[229]"Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir.[230] Bu âyet delillikten çok uzaktır.[231] Şu nokta daha açıktır ki, eğer bunun hükmü Kur'-ân'da nass ile, ya da işaret vb. bir yolla belirlenmiş olsaydı, Hz. Ali onu Kur'ân'dan hariç tutmaz ve: "Bizim yanımızda sadece Allah'ın kitabı ve bir de şu sahifede olanlar var"[232] demezdi. Zira eğer kâfire karşılık müslümanın öldürülmesi Kur'ân'da olsaydı, bunu saymak-sızın diğer iki şeyi[233] zikrederdi. Meselenin hükmünün sözü edilen kıyas yaklaşımından alınması mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ: "Hür hür karşılığında, köle köle karşılığında... kısas edilir"[234] bu­yurmuş ve hürü köle karşılığında kısas yoluyla öldürtmemiştir. Kö­lelik, kâfirliğin sonuçlarından olmaktadır; öyleyse müslümanın kâfir karşılığında kısas edilmemesi hükmü öncelikli olarak sabit olacak demektir.

Hz. Ali'nin sahifesinde Kur'ân dışında yer aldığını söylediği "Kim bir müslümânâ hiyanet ederse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun! Allah ondan ne bir tevbe ne bir fidye kabul etmesin!" hadisine gelince, bu mânâ Kur'ân'da var­dır ve bunu en güzel şekilde: "Sağlam söz verdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, işte lanet onlara ve kötü yurt, cehennem onlaradır"[235] âyeti ortaya koyar. Başka bir âyette de on­ların hüsrana uğrayan kimseler olduğu bildirilir.

Medine'nin kutsal (harem) belde oluşu ve bu mânânın Kur'ân'­dan çıkarılması geçmişti.

Hz. Ali'nin sahifesinde yer alan ve müntesip olduğu kimselerin izni olmadan başka bir kavme intisap eden kimsenin durumuna ge­lince, bu da "Allah'ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yer­yüzünde bozgunculuk yapanlar..." âyetinin mânâsı altına girmek­tedir. Çünkü velâ bir nevi nesep bağı gibi sayılmaktadır. Buna göre âzâdlı kimsenin mevlasını ve müntesip olduğu kabilesini tanıma­ması ve kendisini bir başkasına nisbet etmesi velâ nimetine karşı nankörlüktür. Aynen gerçek nesep konusunda öz babadan başka bi­risine intisap etmek gibi. Allah Teâlâ ise şöyle buyurmaktadır: "Al­lah size kendinizden eşler var eder. Eşlerinizden de oğullar ve to­runlar var eder. Size temiz şeylerden rızık verir. Öyle iken bâtıla inanıyorlar ve Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?'[236] Müslim'in Sahîh'inde yer alan şu hadis de bu mânâyı doğrulamaktadır: "Her­hangi bir köle, sahiplerinden kaçarsa, onlara dönünceye kadar nankörlük (küfr) etmiş olur[237]"Bir köle kaçtı mı, hiç bir namazı kabul edilmez.[238]

Muâz hadisi ise, Kur'ân'da açıkça beyan edilmeyen şeylerin, sünnette beyan edilmiş olduğunu, eğer onda da beyan edilmemişse ictihâd yoluyla hükmünün açıklanacağı hakkında zahirdir. Dolayısıyla bu hadiste daha önce geçenlere ters düşen bir durum yok­tur/"[239] [240]

BEŞİNCİ MESELE:

 

Biz "Kitap sünnete delâlet etmekte ve anahatlanyla onu içer­mektedir, sünnet de sadece Kitab'ın açıklanması için gelmiştir" der­ken, bunun[241] emir, nehiy, izin ya da bunları gerektiren durumlara nisbetle olduğunu kasdetmekteyiz. Kısaca bu husus, yükümlülük açısından mükelleflerin fiilleriyle ilgili durumlara nisbetle böyledir. Yükümlülük dışında kalan; meselâ, geçmişten ve gelecekten haber verme gibi emir, nehiy ya da izin ile ilgisi bulunmayan hadislere gelince, bunlar iki kısımdır:

a) Bu türden olup da yine Kur'ân'm açıklaması mahiyetinde gelen hadisler. Bunların Kur'ân'ın tefsiri olduğunda herhangi bir kuş­ku yoktur.

Meselâ, İsrail oğullarına: "Şu şehre girin, orada dilediğiniz gi­bi bol bol yiyin, secde ederek kapısından girin 'httta' yani 'bağışla' deyin[242]denmiştir. Rasûlullah ise, onların tahıl anla­mına gelen "habbe fi şa're" (bir rivayette de buğday anlamına "hın-ta'7) diyerek kendilerine emredilen sözü değiştirdiklerini ve şehre secde yerine kıçları üzerine sürünerek girdiklerini bildirmiştir.[243]

"Böylece sizi insanlara şahit ve Örnek olmanız için tam ortada bir ümmet kıldık.[244] âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: "Nuh ça­ğırılır ve kendisine: 'Tebliğ ettin mi?' diye sorulur. O: 'Evet!' diye ce­vap verir. Bunun üzerine kavmi çağırılır ve onlara: 'O size tebliğde bulundu mu?' diye sorulur. Onlar: 'Bize bir uyarıcı gelmedi, bize hiçbir kimse gelmedi' derler. Nuh'a: 'Şahitlerin kimler?' diye soru­lur. O da: 'Muhammed ve ümmeti' der. O zaman sizler getirilirsi­niz ve onun tebliğde bulunduğuna dair şahitlik edersiniz. 'Böylece sizi insanlara şahit ve örnek olmanız için tam ortada bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahit ve örnektir'[245]âyetinin anlamı işte budur." "Siz insanlar için ortaya çıkarılan hayırlı bir ümmetsiniz"[246] âyeti hakkında da şöyle buyurmuştur: "Siz yetmiş ümmetin peşinden gelmektesiniz. Onlar içerisinde Allah katında en hayırlı ve değerli olanları ise sizlersiniz. [247]"Aksine onlar (şehitler) diri­dirler ve Rableri katında rızıklandırılırlar[248] âyeti hakkında ise şöyle buyurmuştur: "Onların ruhları yeşil kuşların kursaklarında cennette istedikleri yerlerde dolaşırlar ve arşa asılı kandillere tü­nerler[249]"Rabbinin bir takım mucizeleri geldiği gün, bir kimse daha önce inanmamışsa, imanı ona fayda vermez[250]âyeti hakkın­da: "Üç şey çıkarsa, eğer daha önce inanmamışsa hiçbir kimseye iman etmesi fayda vermez: Deccâl, Dâbbetu'l-arz[251] ve güneşin batttığı yerden doğması1[252]buyurmuştur. "Rabbin insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş..[253] âyeti hakkında da şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ, Âdem'i yaratınca onun sırtını sıvaz­ladı ve kıyamet gününe kadar zürriyetinden yaratacağı her bir ev­lat sırtından düştü. Her insanın iki gözü arasına nurdan bir parıltı koydu ve sonra onları Âdem'e arzetti. Âdem: 'Rabbim! Onlar kim?' diye sordu. Allah Teâlâ: 'Onlar senin zürriyetindir' buyurdu..[254] "(Lût:) 'Keski size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sı-ğınsam' dedi" âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah, Lût'a rahmet etsin! O sağlam bir yere (yani Allah'a) sığınırdı. Allah'ın ondan sonra gönderdiği her peygamber mutlaka kavmi içerisinde bir zirvededir.[255] Fatiha hakkında ise: "el-Hamdu lillâhi, Kur'­ân'ın anası, Kitabın anası ve sebu'l-mesânîdir"[256]buyurmuştur.Bir başka rivayette de: "Allah Teâlâ, ne Tevrat'ta ne de İncil'de Kur'ân'ın anası (Ümmü'l-Kur'ân) gibisini indirmemiştir; o sebu'l-mesânîdir'[257] buyurmuştur. Yahudiler: "And olsun ki biz Musa'ya dokuz tane apaçık mucize verdik'[258] âyeti hakkında sorunca, onları açıklamıştır.[259] Musa'nın Hızır ile olan kıssası ise malûmdur.[260] Hz. İbrahim hakkında gelen: "Dedi ki: Şüphesiz ben hastayım'[261] âyeti hakkında da şöyle buyurmuştur: "İbrahim hiç­bir şey hakkında asla yalan söylememiştir; bundan sadece üç du­rum müstesnadır: Biri 'Şüphesiz ben hastayım' demesidir.[262] Keza Rasûlullah: "Elbetteki siz Allah'ın huzuruna (çıplak ve) sünnetsiz olarak haşrolunacaksınız'[263]buyurduktan sonra: "Yaratmaya ilk başladığımız gibi onu tekrar var edeceğiz'[264]âyetini okumuştur. "Doğrusu kıyamet gününün sarsıntısı büyük şeydir'[265] âyeti hakkında: "O öylesi bir gündür ki, Allah Teâlâ Adem'e: 'Cehennemlikleri oraya gönder!' buyurur'[266] demiştir.(Hacc 22/29) âyeti hakkında da: "Ka'be'ye 'beyt-i atık' denmesi, hiç­bir zorbanın onun üzerine tahakkümde bulunamaması yüzünden­dir" buyurmuştur.[267]

Bu kısımla ilgili örnekler çoktur.

b) İkinci kısım ise tefsir makamında bulunmayan, itikadı ya da amelî bir, yükümlülük mânâsı da taşımayan hadislerdir. Bu türden olan hadislerin illâ da Kur'ân'da bir aslı olması gerekmez. Çünkü bu konu yükümlülük getirmeyen fazladan bir şeydir. Kur'ân'm asıl indiriliş amacı ise yükümlülük getirmektir.[268]Dolayısıyla sünnetin yükümlülük alanı dışına çıkması halinde, bu konuda bir mani yok­tur. Sahih hadis kitaplarında[269] bu türden olmak üzere örnekler gelmiştir. Meselâ, alaca hastalığına yakalanmış kimse (abraş), kel ve kor hakkında gelen ve onların imtihan edildiklerini belirten ha­dis, âbid Cüreyc'le ilgili hadis, Hz. Musa'nın vefatı ile ilgili hadis, Peygamberlerin ve bizden önce geçmiş ümmetlerin kıssaları ile ilgi­li birçok hadis bu kabilden örneklerdir. Bunlar üzerine herhangi bir amelî yükümlülük doğmamaktadır. Ancak bu tür hadislerde dahi Kur'ân'de yer alan kıssalara bir benzerlik vardır. Bu muhtemelen terğîb ve terhîb (yani müjdeleme ve korkutma) ilkesine dayanan bir yaklaşım tarzı olmaktadır. Bu ise emir ve nehye destek verir mahi­yette olup, teşrî zaruretinin tamamlayıcı unsurları arasında sayıl­maktadır. Dolayısıyla bu kısım hadisler, birinci yani Kitab'ın beya­nı olan kısmın dışına tamamen çıkmış olmamaktadır. Allah'u alem! [270]

ALTINCI MESELE:

 

Daha   önce de geçtiği gibi sünnet üç çeşittir: a) Rasûlullah'tan  sâdır olan söz, b) Fiil[271], c) Tasvip (takrir, onay). Bu üçüncüsünde onaylanan şeyin Rasûlullah'ın bilgisi dahilinde olması ve eğer tepki gösterilmesi gereken bir şey ise buna da imkân bulunması şartı vardır.

Sözlü sünnet hakkında bir problem olmaması hasebiyle tafsila­ta girmeyeceğiz.

Fiilî sünnete gelince, bu kısmın altına terkler de girmektedir. Çünkü terk de, bazılarına göre fiildir. Usûlcülerin çoğunluğuna gö­re ise terk, fiil değildir. Her halükârda her ikisinden[272] de söz etme­miz gerekecektir.

Rasûlullah'ın fiili, o konuda —aksi durumu gerekti­ren[273] söz, hal karinesi ya da benzeri bir başka delil olmadıkça__

mutlak izin bulunduğunun delilidir. Konu ile ilgili bilgiler usûl kitaplarında mevcuttur.[274] Ancak bizi burada ilgilendiren husus, fii­lin uyma ve örnek edinme konusunda mücerred sözden daha açık ve güçlü olduğuna dikkat çekmektir. Gerçi bu husus izah edilmeye muhtaçsa da, bu kitabın hem "Mübeyyen ve Mücmel" hem de "İctihâd" bahislerinde ele alınmıştır. Bu yüzden burada tekrara gir­miyoruz ve bu vesile ile Allah'a hamdederiz. Sonra mutlak izine delâletten çıkaracak delil ya da karinenin bulunması halinde de fi­il, iznin kapsamı dışına çıkmış olmaz. Çünkü mutlak izin, hem va­cibi, hem mendûbu, hem de mubahı kapsar. Sonuç itibarıyla Rasûlullah'ın fiili izin hükmü dışına çıkmaz ve o ya vacip, ya mendup ya da mubah olur. Fiilin belli bir hale has ya da mutlak olması arasında bir fark yoktur. Mutlak olanı, Rasûlullah'ın (cibillî davranışları[275] dışında kalan) normalde yapmış olduğu işleridir. Belli bir hale has olanı ise, zina ikrarında bulunan bir kimsenin yaptığı işten iyice emin olmak için aşın bir itina göstermesi ve hat­ta ona, cinsî ilişkiyi (kinaye yoluyla değil) aşikâre ifade eden keli­meyi kullanarak sorması gibi fiilleridir. Aslında böyle bir kelimenin kullanılması normal hallerde caiz değildir; çünkü kötü ve çirkin (müstehcen) sözler hakkında mutlak yasak hükmü vardır. Burada bir zarurete binaen caiz olmuş ve zaruret miktarı ile de yetinilmiş-tir. Zira zaruretler ancak miktarınca takdir olunur. Buradaki sözü, fiildir.[276] Çünkü burada o, tarifi değil teklifi bir mânâ olmaktadır. Sözlerden sayılanlar, tarifi olanlardır ve bunlar bir emir veya nehiy getiren ya da şer'î bir hüküm bildiren sözler olmaktadır. Teklîfî ise, bir söz olarak bizzat kendisi bir hü­küm belirlemeyen sözdür. Nitekim bu mânâda fiil de aynı şekilde­dir.

Terke-gelince[277], aslında bunun yeri, hakkında izin bulunma­yan şeyler yani mekruh ve haram olmalıdır. Dolayısıyla Rasûlullah'm [terki, o şeyin işlenmesinin mercûhiyetini (yani ter­cihe şayan olmadığını) gösterir. Terk ya mutlak olur, ya da bir hale özel olur. Mutlak olarak terkedilen şeyin durumu açıktır. Bir hale özel olan terke ise Rasûlullah'ın şu olaydaki şahitliğe ya­naşmamasını örnek verebiliriz: Bir zat çocuklarından sadece birine bulunduğu bağışa Rasûlullah'ı şahit tutmak ister. Rasûlullah ona: "Çocuklarından her biri için buna benzer şeyler verdin mi?" diye so­rar ve: "Hayır!" cevabını alınca da: "Benden başkasını şahit tut; çünkü ben bir haksızlığa şahitlik etmem"[278]buyurur ve şahit ol­maz.[279]Bu açıktır.[280]

Bazen terk, zikredilen başka sebeplerden dolayı da olur:

1) Caiz olan şeyin yaratılış icabı hoşlanılmaması ve bu yüzden terkedümesi: Meselâ Rasûlullah, keler (dabb) ye­meye yanaşmamış ve haram mıdır diye sorulunca da: "Ha­yır! Ancak memleketimde bulunmaz. Bu yüzden de onu yemeyi içim çekmiyor'[281]diyerek terkin gerekçesini açıkla­mıştır. Bu mubah olan bir şeyin cibillî bir özellikten dolayı terki olmaktadır ve o şeyin işlenmesinde herhangi bir sa­kınca yoktur.

2) Başkasının hakkı sebebiyle terk: Nitekim Rasûlullah me­leklerin hakkını gözeterek, sarımsak ve soğan yemeyi ter-ketmiştir.[282] Bu da başkasının hakkı ile çatıştığı için muba­hın terki olmaktadır.

3) Farz kılınır endişesiyle terk: Rasûlullah bazı a-melleri işlemek istediği halde, insanlar onunla amel ederler de bu yüzden üzerlerine farz kılınır endişesiyle terkederdi. Nitekim teravih namazını cemaatle kılmayı bu yüzden ter-ketmişti.[283] Keza: "Eğer ümmetime meşakkat verecek olma­saydım onlara (her namaz esnasında) misvak kullanmala­rını emrederdim[284] kadınlar ve çocuklar uyuyacak kadar yatsıyı geciktirdiği zaman da: "Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, onlara namazı bu saatte kılmalarını emrederdim'[285]buyurmuştur.

4) Hakkında bir sakınca olmayan şeylerin küll, olarak ele alınması halinde yasak olacağı ilkesinden hareketle terki. Meselâ, Rasûlullah'ın evinde şarkı söyleyen iki ca-riye-yi dinlememesi gibi.[286] Bir hadiste de: "Eğlence ile benim bir işim yok; eğlencenin de benimle işi yok"[287]buyur­muştur. Hadiste geçen "ded" kelimesi oyun ve eğlence an­lamına gelmektedir. Her ne kadar oyun ve eğlence, hak­kında bir sakınca olmayan şeylerden ise de, Rasûlullah ondan yüz çevirmiştir. Her sakıncasız olan şeyin izin verilmiş bir şey olması da gerekmez. Bu konu hakkın­da açıklama, Hükümler bahsinde geçmişti.

5) Sırf mubah olan bir şeyi, daha üstün olan bir şey için terketmesi: Rasûlullah kasm, yani eşleri arasın-

da sıraya riayet etmek gerekli değildi. "Ey Muhammedi Bunlardan istediğini bırakır, istediğini yanına alabilirsin. Sırasını geri bırakmış olduklarından da arzu ettiğini yanı­na almanda sana bir sorumluluk yoktur"[288]âyeti de bir ta­kım müfessirlere göre bu mânâyı ortaya koymaktadır.[289] Buna rağmen Rasûlullah [ai«sStmtu] kendisi için mubah kılı­nan bu davranış şeklini bırakarak, kendi üstün ahlâkına daha uygun olan sıraya riayet esasını benimsemiştir. O, kendisine: "Âdil ol! Şüphesiz bu taksim, Allah'ın rızasının gözetildiği bir taksim değildir" diyen kimseden[290] öc almaya gitmemiş, onun öldürülmesini isteyen kimseye de mani ol­muştur.[291] Yine o, kendisini öldürmek için ikram ettiği ko­yunu zehirleyen kadını öldürmekten vazgeçmiştir.[292] Ken­disini gafil avlayıp öldürmek isteyen Urve b. el-Hâris'in elinden kılıç düşüp bu kez kendi eline alıp: "Ya şimdi seni benden kim kurtaracak?" dediği olayda onu öldürmekten vazgeçmiştir.[293] İşte bu örnekler bu türdendir.

6) Daha büyük bir zarar doğurabileceği endişesiyle yapmak istediği bir şeyi terketmesi: Nitekim hadiste geldiği üzere Rasûlullah , Hz. Âişe validemize şöyle buyurmuş­tur: "Eğer kavminin henüz cahiliye devri ile olan anıları ta­ze olmasaydı[294] ve kalblerinin yadırgamasından korkma-saydım, (bugün dışta kalan eski) duvarları Kâ'be'ye katar, kapısını da yer ile aynı seviyede yapardım" Bir başka riva­yette de: "Kâ'be'yi Hz. ibrahim'in temelleri üzerine yeniden inşa ederdim" buyurmuştur.[295]Münafıkların öldürülmesi­ni de "Muhammed, adamlarını öldürüyor" derler ve bunu İslâm'ın aleyhine kullanırlar gerekçesiyle engellemiştir.

Doğrusu bütün bu örnekler, geçen esasa dayandırılabilir.[296]       

Birincisinden, yani Rasûlullah'ın keler yemeyi terkin­den başlayalım. Aslında bu, terk kabilinden değildir; çünkü bu dav­ranışta mutlak anlamda bir terk söz konusu değildir. Nasıl olabilir ki, diğerleri tarafından bizzat Rasûlullah'ın sofrasında yenmiştir[297]

İkincisinde, soğan ve sarımsak benzeri şeylerin alınması, söz konusu başkasının hakkı itibarıyla bizzat kendisi hakkında yasak ya da mekruh olmaktadır.[298]Bu, mescide gelme dışındaki durum­larla ilgilidir. Mescidlere gelme ve oralara girme durumunda ise hüküm, hem Rasûîullah hakkında, hem de ümmeti hak­kında geneldir. İşte bu yüzden de Rasûlullah , bunları yi­yen kimselerin mescide yaklaşmalarını yasaklamıştır.[299] Dolayısıy­la bu, mescide gitmek isteyen kimse için yenmesinin yasak olması hükmüne çıkmaktadır.

Üçüncüsü, aslında mendup olan merhametli davranma esasına Çıkar. Dolayısıyla burada terk zaten matluptur. Eğer o, daha şid­detli olan bir durumun meydana gelmesinden korkarak, aslında matlup olan bir şeyin terki kabilinden ise, o zaman da sedd-i zerîa ilkesine çıkar. Eğer terk, aslında izin verilen bir şeyin, sonuç itibarıyla kötü bir durumun ortaya çıkacağı endişesiyle nehyedilmesi esasına çıkıyorsa, o zaman terk zaten matlup bir hal almaktadır.

Dördüncü türden olana gelince, onun da, aslında yasak olan bir esasa çıktığı bilinmektedir.[300]

Beşinci kısım ise, burada sonunda terkin meydana gelmesi so­nucunu dpğuran fiile yönelik bir nehiy vardır ve gerekçesi de şudur: Rütbe ve mevkii yüksek olan kimseler, makamlarının gereğini yeri­ne getirmek ile memurdurlar. Öyle ki, bunun aksini yapmak —as­lında öyle olmasa bile— hem yasak, hem de makama yakışmaz ka­bul edilir. Nitekim onlar bu hususu şu sözleri ile ifade eder­ler: "Hasenâtu'l-ebrâr seyyiâtu'l-mukarrabîn'û[301]Onlar bu telak­kilerinin kendi itibarlarına —şer'î hitabın hakikatine göre değil— nisbetle böyle olduğunu söylerler. Nitekim rivayete göre Rasûlulla eşleri arasında sıra gözetmeye tam olarak dikkat etmesine ve kendi şanına yakışacak şekilde aralarında adaletle muamele et­mesine rağmen, Rabbine karşı mazeret beyan eder ve şöyle yakarır-dı: "Allahım! Bu benim gücümün yettiği konudaki yapabildiğimdir. Senin etinde olup da benim elimde olmayan şeyden dolayı beni sor­gulama!"[302]Rasûlullah , bununla kalbinin bütün eşlerine aynı oranda olmaksızın bazılarına daha fazla meylettiğini ifade etmek isterdi. Zira bu konu, —insanın herhangi bir katkısının bulun­madığı diğer kalbî durumlarda da olduğu gibi— bizzat kendi elinde olmayan bir şeydi.

Bu konuya yani yüksek makamların, o makama lâyık hareket edilmemesi halinde kınama ve azarlanmayı gerektireceğine açıklık getirecek en güzel örnek şefaat hadisindeki Nûh ve İbrahim peygamberlerin durumudur. Bu hadiste ifade edildiği üze­re, insanlar akın akın Nuh'a gelip kendisinden (hesabın başlatılması için) şefaatçi olması istendiğinde, o özür beyan ederek böyle bir şeyi yapabilecek yüzü olmadığını, çünkü bir hatası bulun­duğunu bildirir. Bu hatası, kavmine beddua etmesidir. Halbuki Nuh kavmine bedduayı onların imâna gelmelerinden tama­men ümit kestikten ve kendisine: "Senin: milletinden, inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır"[303] âyeti geldikten sonra yap­mıştı. Bu onun yaptığı bedduanın mubah olmasını gerektirir. Buna rağmen o, şanının yüceliğine rağmen kendisinden böyle bir bedduanın sadır olmasını kendisine yakıştıramamış ve şefaat etmeye yüzü ol­madığını söylemiştir. Çünkü onun gibi birine yaraşan böyle bir bed­duadan kendisini tutmaktı. Aynı şekilde Hz. İbrahim de kendisinin kusurlu bir kimse olduğunu beyan ederek mazeret be­lirtmiştir. Onun yaptığını ifade ettiği hatalar da: "İbrahim hiçbir şey hakkında asla yalan söylememiştir; bundan sadece üç durum müstesnadır: Biri 'Şüphesiz ben hastayım' demesidir[304]hadisin­de anlatılan şeylerdir. O, bunları —her ne kadar ta'riz iseler de— yalan saymıştır.

Bu izahın doğruluğuna delil, Kitap bahsinde (Şer'u men kable-nâ hakkında) geçen şu esastır: Kitap'ta nakledilip reddedilmeyen, iptal edilip hakkında uyarılmayan her hüküm, sahih ve doğrudur. Şimdi konumuzu bu esasa vurduğumuz zaman şunu görürüz: Allah Teâlâ, Nuh'tan yaptığı bedduayı: "Nuh dedi ki: Rabbim! Yeryüzünde hiçbir kâfir bırakma'[305] şeklinde nakletmektedir. Bu naklin ne başında, ne de sonunda bu yüzden onun bir azar ya da kı­nama hakettiğine, emir ya da nehyin gereği dışına çıktığına dair herhangi bir ifade ya da işaret zikretmemiştir. Aksine onun: "Doğ­rusu Sen onları bırakırsan kutlarını saptırırlar; sadece inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler" dediğini nakletmiştir. Açıktır ki o, bu sözü ancak bir vahiy sonucu söylemiştir; çünkü gaybî bir ha­berdir ve: "Senin milletinden, inanmış olanlardan başkası inan­mayacaktır"[306]âyetinin mânâsı olmaktadır. Aynı şekilde İbra­him'in de: "Yıldızlara şöyle bir baktı ve dedi ki: Şüphesiz ben hastayım'[307] dediğini nakletmiş, ne önünde ne de sonunda bu yüzden kınama ya da azar hakettiğine, ya da bir emir ya da yasağa muhalefet ettiğine dair en ufak bir işaret zikretmemiştir. Aynı du­rum (kırdığı putlar hakkında söylediği): "Belki de şu büyükleri yap­mıştır'[308] sözünün naklinde de sözkonusudur ve bu âyetin de önünde ya da sonunda ondan sâdır olan bir muhalefet bulunduğu­na dair bir ifade, ya da azar hak ettiğine dair bir işaret yer alma­mıştır. Aksine birinci âyet hakkında: "Nitekim Rabbine temiz bir kalb ile geldi"[309]buyurmak suretiyle son derece uygun hareket et­tiğine dair övgüde bulunmuştur. Olayla ilgili sözlerin akışı hep böy­le övgü dolu olarak sona erer. Diğer âyet hakkında da: "And olsun ki, daha önce İbrahim'e de akla uygun olanı göstermiştik.[310]    Diye devam etmekte olan kıssasında hep onun övülmesini ve hakkı sa­vunmuş olmasını gerektiren bir ifade ve üslup görmekteyiz. Bu da, onun hakkı savunmak için kullanmış olduğu vasıtaların (yani söy­lediği yalan sözlerin) hepsinin doğru ve yerinde olduğunu gösterir. Buna rağmen Hz. Muhammed[at™'ton'] : "İbrahim hiçbir şey hak­kında asla yalan söylememiştir; bundan sadece üç durum müstes­nadır: Biri 'Şüphesiz ben hastayım.' demesidir..."[311] demiş, bizzat İbrahim de, belirttiği mazeret sebebiyle kendisinin şefaate ehil bulunmadığını belirtmiştir. Nuh'un durumu da aynı şekilde­dir. Böylece şu nokta ortaya çıkmıştır ki, burada sözü edilen kusur (hata), Allah'ın emrine muhalefetten kaynaklanmış bir kusur değil­dir; aksine kulun sahip olduğu yüce mertebenin bir gereği olarak tamamen itibari bir durumun sonucu olmaktadır. Kasnı yani eşler arasında sıraya riayet konusunda Hz. Muhammed'in du­rumu da aynı şekildedir. Konu önemli olduğu için burada sözü bi­raz uzatmış olduk. Eğer söz iyice uzatılmış olmasaydı, diğer pey­gamberler hakkında da varid olan bu kabilden şeyleri Kur'ân, sün­net ve şer'î kaidelerin ışığı altında sadra şifa olacak, kalbleri tat­min edecek şekilde açıklama yoluna giderdik. Kendinden yardım is­tenilecek olan, ancak Allah Teâlâ'dır.

Emir ve Nehiy bahsinin sonlarına doğru da bu esas[312] için bir giriş olabilecek şeyler geçmişti.[313]

Bütün bunların toplamından şu ortaya çıkıyor ki, burada yani beşinci kısımda sözü edilen terk, nehyin gerektirdiği bir esasa çık­maktadır; ancak burada sözü edilen nehiy hakikî olmayıp itibarî mahiyette olmaktadır.

Altıncı kısma gelince, onun nehyin gerektirdiği bir esasa çıktığı açıktır. Çünkü bu gibi yerlerde sözkonusu olan şey iki mefsedetin karşı karşıya gelmesi halidir. Bu durumda tercihe şayan (râcih) olanın alınması talep edilir, mercûh olanın ise terki istenir. Terk ci­heti burada tercihe şayan (râcih) olmaktadır; dolayısıyla zaten onunla amel edilecektir.

Fasıl:

İkrara yani Rasûlullah'ın tasvip ve onaylarına gelin­ce, bunlar, görüp de onayladığı ya da işitip de ses çıkarmadığı fiil­lerde "bir sakınca olmadığı" (lâ harace fîh) anlamına gelir. Bu mana usûl kitaplarında detaylı biçimde ele alınmıştır.[314] Ancak bura­da bizi ilgilendiren nokta, "hakkında sakınca olmayan"dan maksa­dın; altında vacip, mendup ve 'hakkında izin bulunan' ve 'hakkında bir sakınca yok' anlamlarında mubah olmak üzere türleri kapsayan bir cins olduğunu vurgulamaktır. Mekruh ise onun kapsamına gir­mez. Çünkü Rasûlullah'ın mekruh karşısında sükutu, en azından o şeyin işlenmesi ile terkinin eşit olduğu anlamına gelir. Mekruh hakkında böyle bir şey ise sahih olmaz. Çünkü mekruhun işlenmesi yasaklanmıştır. Hal böyle iken onun işlenmesi karşısında susması mümkün değildir. Sonra ikrar, ulemâya göre teşrî'e mahal olmaktadır. Beraberinde fazladan bir karine (yani sükûtu ikrar mânâsından çıkaracak bir delil) olmaksızın, mücerred sükûttan mekrûhluk hükmünün anlaşılması mümkün değildir. Ortada bir karine ya da tarif (yani iznin dışında başka bir şeye delalet eden bir söz) bulunmadığı zaman, akla ilk gelen şey anlaşılır ki o da izindir veya mutlak olarak bir sakınca olmayan şeydir. Mekruh ise böyle değildir.

İtiraz: Ayni durum vacip ve mendup hakkında da gerekir; zira ikrar vasıtasıyla mutlak izin ya da hakkında sakınca yok anlamın­dan başka bir şey anlaşılmaz. Halbuki vacip ve mendup böyle değillerdir. Çünkü vacip, terki yasaklanan, işlenmesi emredilmiş olan şeydir; mendup da işlenmesi emredilmiş şeydir. Bütün bunlar, mut­lak anlamda bir sakınca olmadığı anlamının üzerine ziyade şeyler­dir.[315] Dolayısıyla bunlar da ikrarın gereği altına girmezler. Halbu­ki siz bunların da gireceğini sanmaktasınız. Bu ise bir çelişki olur.

Cevap: Hayır, bilâkis biz onların ikrarın gereği altına girecek­lerini söylemekteyiz. Çünkü vacip bir fiilin işlenmesi durumunda bir sakınca olmaması hali zorunlu olarak bulunur. Zira aralarında terslik yok, uygunluk vardır. Çünkü vacip ve mendup, fiilin İşlen­mesi açısından iktizâî hükümlerden sayılmaktadırlar ve bu açıdan bakıldıklarında onlar işlenmesinde bir sakınca olmayan şeyler ol­maktadırlar. Mekruh ise böyle değildir. Çünkü o, fiilin işlenmesi değil, terki açısından iktizâî hükümlerden sayılmaktadır. "Hakkın­da bir sakınca yoktur" hükmü ise, fiilin işlenmesine yönelik bir hü­kümdür. Dolayısıyla mekruh ile aralarında bir uygunluk bulunma­maktadır. Nasıl uygunluk olabilir ki? Nehiy, fiilin işlenmesi hak­kındaki "bir salanca yoktur" hükmü ile çatışma durumundadır.

İtiraz: Hükümler bölümünde geçen meselelerden birinde "mekruhun fiilin işlenmesi açısından affa mahal (ma'fuvvun anh) olduğu" geçmişti. Affa mahal olması ise, o konuda bir salanca bu­lunmadığı anlamına gelir. Halbuki siz burada bu sözünüzle mek­ruh için bir sakınca bulunduğunu ifade etmiş olmaktasınız.

Cevap: Buradaki maksat ile oradaki farklıdır. Çünkü orada murad olunan fiilin işlenmesinden önceki hali değil, sonraki duru­mudur. Mekruhu işleyen kimsenin, aynen haram fiili işleyen kimse gibi açıktan yasağa muhalefet ettiği konusunda kuşku yoktur. An­cak mekruhun önemsizliği ve sebebiyet vereceği mefsedetin azlığı, vukuundan sonra onu "hakkında bir sakınca yok" hükmüne çevir­miştir. Bu, Sâri' Teâlâ'nın mükellefe yönelik merhametinin sonucu ve yaptığı hayır işler sebebiyle bir telafi mekanizması olarak böyle olmaktadır. Bu halde mekruhun durumu, taharet, namaz, cuma, Ramazan orucu, büyük günahlardan kaçınma vb. gibi çeşitli tâatlerin keffâret olduğu "sağîre" yani küçük günahlara benzetilmiş olmaktadır. Küçük günah, mekruhtan daha ağır olduğu halde affe-diliyorsa, mekruhun —Allah'tan bir lütuf ve ihsan olmak üzere— aynı hükme tabi olması daha öncelikli olarak sabit olacaktır. Bura­da söz konusu edilen, nehyin, bir sakınca yoktur hükmü ile çatışması haline gelince, bu fiilin vukuundan önceki haline nisbetledir. Bunun böyle olduğunda da herhangi bir kuşku yoktur. Dolayısıyla vaziyet bu merkezde iken, mekruhun "bir salanca yoktur" kavramı altına girmesine imkân bulunmamaktadır.

Bu kısımla ilgili örnekler çoktur: Müdlicli kâifin Üsâme ve ba­bası Zeyd hakkındaki birbirlerinden olduklarına dair tanıklığı, Rasûlullah sofrasında keler yenmesi gibi. Bir başka ör­nek: Abdullah b. Muğaffel şöyle anlatır: Hayber gününde elime bir dağarcık dolusu iç yağ geçirdim. Ona sarıldım ve: "Bugün bundan hiçbir kimseye bir şey vermeyeceğim" dedim. Bir de baktım Rasû-lullah yanımda tebessüm ederek duruyordu.[316] Bazı âlimler de, Rasûlullah'm kanının temiz olduğuna, aldırdığı kanı içen bir kimseye ses çıkarmamasını[317] delil olarak kullanmış­lardır. [318]

YEDİNCİ MESELE:

 

Sözlü sünnet, eğer fiil ile de desteklenmiş ise, mükelleflere nis-betle bu tâbi olma konusunda en açık seçik bir yol olur. Çünkü Ra­sûlullah'm fiili yükümlülüklerin konulması konusunda en üst düzeyde bir beyan tarzı olmaktadır.[319] Bunun söz ile de birleş­mesi halinde ise o konudaki Rasûlullah'm fiiline uymak, sıhhat mertebelerinin en üstününü teşkil edecektir.

Sözün fiile uygun düşmemesi hali ise böyle değildir. Çünkü böyle bir durumda her ne kadar söz, sıhhati gerektirse de bir üs­tünlüğe (efdaliyet) ya da onun tersine (mefdûliyet) delâlet etmez.[320]

Örnek: Rivayete göre Rasûlullah'a birisi: "Kanma ya­lan söyleyebilir miyim?" demiş, Rasûlullah: "Yalanda bir hayır yoktur" buyurmuştur. Adam: "Ona vaadde bulunabilir ve ona (bu konuda yalan) söyleyebilir miyim?" dediğinde de: "Bunda senin için bir sakınca yoktur" buyurmuştur.[321] Buna rağmen caiz kıldığı bu şeyi, daha sonra kendisi yapmamış; aksine vaad ettiği za­man vaad konusu o şeyi hakikaten yapmamaya azmetmişti. Bu şöyle olmuştu: Rasûlullah, eşi (Hafsa'nın) yanında bal şer­beti içmiş (ve bu yüzden onun yanında biraz fazla kalmıştı. Bu yüz­den diğer eşlerinin kıskançlıkları kabarmış ve ona bir oyun kura­rak) ağzında hoş olmayan "meğâfîr" kokusu olduğunu söylemişler­di. Bunun, üzerine Rasûlullah bir daha ondan içmeyeceği­ne dair yemin etmiş veya onu kendisine haram kılmıştı. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram kılıyorsun?"[322] buyurmuştur. Rasûlullah söz vermeye ve böylece onları at­latmaya kadirdi. Ancak o, kendi üzerine ettiği bir yemin ile, ya da onu kendisine haram kılmak suretiyle o şeyi bir daha içmemeye az­metmişti.[323] Sonunda Allah Teâlâ, onu yemininin çözülmesi sonucuna yöneltmişti. Yine Rasûlullah'm sadece bir oğluna ba­ğışta bulunan kimseye: "Benden başkasını şahit tut!'[324]buyurma­sı, bu tasarrufa icazet vermesi anlamına gelmektedir. Ancak bizzat kendisinin şahitlikten kaçınması[325] sözün gereğinin tercihe şayan olmadığını (mercûhiyet) göstermektedir. Rasûlullah şâir Hassan ve diğerlerine şiir inşadında bulunmalarım emretmiş[326] ve bu konuda onlara izin vermiştir.[327] Bununla birlikte Rasûlullah, şiirden uzak tutulmuş ve kendisine şiirden bir şey öğretilmemiştir. Bu da şiirin tercihe şayan bir şey olmadığını gösterir. Nitekim âyette de: "Biz ona şiir öğretmedik, zaten ona yakışmazdı"[328]buyu-rulmuştur. Hassân'a: "Onları hicvet! Cibril seninle beraberdir"[329]buyurmuştur. Bu hadis, hicve izin verildiğini gösterir. Bununla bir­likte Rasûlullah, hiçbir kimseyi —dinî yönden olması ak­sine— kendisinde bulunan bir ayıp sebebiyle yermemiştir. O, hiçbir kimseyi nesir sözle de hicvetmemiştir. Nitekim hiçbir manzum söz de ondan sâdır olmamıştır. Rasûlullah'm özelliklerinden biri de onun ayıplayıcı, kötü ve müstehcen sözlü olmayışı idi. Bazı kimselere kendi menfaatleri[330] ya da İslâm'ın müdafaası[331] söz ko­nusu olduğu zaman bu gibi şeylere müsaade etmiş, fakat kendisi bunlardan hiçbirini yapmamıştır. Ondan sadece tevriye kabilinden sözler sâdır olmuştur. Meselâ, "Biz sudanız"[332] şeklindeki sözlerin­de olduğu gibi. Gazvelere çıkarken de hiçbir zaman önceden çıkaca­ğı istikâmeti söylemez, tersi bir yönde yola çıkardı.[333]

Durum böyle olunca[334], mefhumu izin olan sözlü hadise  uyma —eğer Rasûlullah onu kasıtlı[335] olarak terketmiş ise— hakkında bir sakınca olmayan şeylerden olacaktır. Kudreti bulunan kimselerin Rasûlullah'a [flte^Bı^tu] uymuş olmak için o şeyi terket-meleri ise daha güzel olacaktır. Bu gibi şeylerden kim bir şeyler iş­lemişse, onun hakkında sözlü hadise uygun olarak genişlik vardır ve kolaylık kapısı da her zaman için açıktır. Bu vesile ile Allah'a hamdederiz. [336]

SEKİZİNCİ MESELE:

 

Rasûluıiah'm ikrarı, eğer fiiline uygun düşmüşse, hiç­bir şaibe içermeksizin ona uyulması sahih olacak ve bu uyma mertebelerinin en üst derecesinden aşağıda olmayacaktır. Çünkü Rasû-lullah'ın bir şeyi işlemiş olması, o şeyin doğruluğu anlamı­na gelmektedir. Böylesi bir fiile, bir başkasının fiili için söz konusu olan ikrarının eklenmesi halinde, sanki sırf fiiline uyulmuş gibi ola­cak, ikrar ise isbat edici fazladan bir delil olacaktır.[337]

İkrarına fiilinin uygun düşmemesi halinde ise durum böyle de­ğildir. Çünkü ikrar, her ne kadar sıhhat hükmünü gerektirse de terk ona muarız gibi olmaktadır. Burada gerçek anlamda bir tearuz durumu gerçekleşmiş olmasa bile, duraksama (tevakkuf) şaibesi atılmış olacaktır. Çünkü o konuda Rasûhıllah tevakkuf et­miş, ikrar ettiği şeyi bizzat işlememiştir.

Bunun örneği, her ne kadar aslında mubah ise de Rasûlullah'm eğlence ve şarkı dinlemekten kaçınması[338]işlenmesinde bir sakınca olmamasına rağmen, eğlenceden uzak durmasıdır. Ba­zen huzurunda cahiliye dönemine ait bazı şeyler hakkında konu surlardı[339] ve Rasûlullah muhtemelen bunlara tebessüm ederdi. Bu kabilden olan şeyleri kendisi ise asla bir ihtiyaç ya da zaruret olmadıkça zikretmezdi. Bir kadın gelip hayız kanından na­sıl temizleneceğini sorduğu zaman: "Emici bir bez parçası al ve onunla taharetlen" buyurmuştu. Kadın: ^Onunla nasıl taharetlene­ceğim?" diye sorduğunda da az önceki aynı cevabını tekrarlamış ve utanarak yüzünü kapamıştı.[340] Hz. Âişe, Rasûlullah'm muradını anlamış ve kadına daha açık ve sarih bir biçimde anlat­mıştı.[341]Rasûlullah Hz. Âişe'nin bu aşikâre izahını ikrarla karşılamış; fakat bizzat kendisi utandığından böyle bir şeye gitme­mişti. Böyle bir şey, o şeyin beyanı taayyün etmediği zaman dikka­te alınır; çünkü o caiz türünden olmaktadır.[342]Ancak taayyün ede­cek olursa, o zaman her nasıl olursa olsun illâ da anlatılması gerekir. Çünkü bu durum, hakların kesiştiği yerdir. Konu ile ilgili ör­nekler çoktur.[343]

Kısaca söylemek gerekirse, bizzat ikrarın kendisi, değerlendir­meye tâbi tutmaksızm mutlak cevaz hükmüne delâlet etmemekte­dir. Aksine ikrarlar içerisinde böylesine mutlak cevaz ifade edenleri de vardır: İşlenmesi matlup olan fiiller ile sırf mubah olan şeyler karşısında gösterilen ikrarlar gibi. öbür taraftan mutlak cevaz ifa­de etmeyenleri de vardır; verilen Örneklerde olduğu gibi.

Eğer ikrar ile birlikte söz de bulunursa, o zaman durum az Ön­ce geçen fiilin ikrar üzerine eklenmesi durumunda olduğu gibi olur ve fiile bakılır; mutabakat halinde mutlak sıhhat hükmü ile hük­medilir; muhalefet halinde ise mutlak surette böyle bir hükme gi­dilmez.[344] [345]

DOKUZUNCU MESELE:

 

Sahabenin (r.a.) sünneti (yani uygulaması) da sünnet sayılır ve onunla amel edilmesi ve ona müracaat edilmesi gerekir.[346] Buna aşağıdaki hususlar delil teşkil eder:

(1)

İstisnasız Allah Teâlâ'nın onlara övgüde bulunması, onları adaletle ve bu mânâya çıkacak meziyetlerle medhetmesi. Örnek:

"Siz insanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz[347]"Böylece sizi insanlara şahit ve örnek olmanız için tam ortada bir ümmet kıldık.[348]Birinci âyette, ashabın diğer ümmetlere karşı üs­tünlükleri olduğu isbat edilmektedir. Bu da ancak onların her ko­nuda istikâmet sahibi olmaları ve durumlarının muhalefet değil, muvafakat içerisinde olması yoluyla olur. İkincisinde ise onların mutlak adalet sahibi oldukları belirtilmektedir. Bu da, birinci âye­tin medlulüne delâlet eder.

İtiraz: Bu özellik bütün ümmet için geneldir. Dolayısıyla di­ğerleri hariç tutularak sadece sahabeye hasr e dilemez.

Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü:

a) Her şeyden önce durum iddia edildiği gibi değildir. Çünkü sahabe, hususî olarak hitaba muhatap olan kimselerdir.Dolayısıyla hitabın altına daha sonraki nesillerin girebil­mesi ancak kıyas ya da başka bir delil[349] vasıtasıyla ola­caktır.[350]

b) Hitabın daha sonraki nesilleri de kapsadığını kabul etsek bile, ashab onun şümulüne giren ilk kimseler olacaklardır. Çünkü onlar, hitabı Rasûlullah'tan ilk elden alan kimselerdir. Onlar vahyin doğrudan muhatapları idiler.

c) Üçüncü olarak, onlar hitabın şümulüne girmeye diğerle­rinden daha önceliklidirler. Çünkü bu âyetlerle belirlenen özellikler tam anlamıyla sadece onlarda gerçekleşmiş, da­ha sonraki nesillerde ise bulunmamıştır. Onların sahip ol­dukları Özelliğin, nitelemeye tam olarak uygun olması, on­ların medhe diğerlerinden daha lâyık olduğunun bir şahi­didir. Öbür taraftan sahabe neslinden sonra gelen ehl-i sünnet âlimleri sahabenin mutlak ve genel olarak adalet sahibi olduklarını söylemişler; onlardan hem rivayet, hem de dirayet yönünden bir istisna ya da ayırıma gitmeksizin ilim almışlardır. Diğer nesiller hakkında ise aynı tavrı gös­termemişler; onlar içerisinden ancak imamlıkları sahih; adaletleri de sabit olan kimselerden ilim almışlardır.[351]Bu da sahabe neslinin diğer nesillerden daha çok övgüye lâyık olduklarım gösteren bir delil olur. Dolayısıyla sahabe hak-

kında onların mutlak adalet vasfına sahip olduklarını söy­lemek, onların mutlak anlamda vasat yani âdil kimseler olduklarını kabul etmek gerekecektir. Durum böyle olunca da, onların sözleri muteber, amelleri de rehber olacak­tır. [352]Onlara övgü sadedinde gelen diğer âyetlerin duru­mu da aynıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; on­lara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik his­setmezler; kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir.[353] Benzeri onları öven pek çok âyet vardır.

(2)

Sünnetten deliller: Sahabeye uyulmasını emreden, onların sün­netlerinin, uyma konusunda aynen Rasûlullah'm sünneti gibi olduğunu ifade eden hadisler bulunmaktadır: Örnek: "Sün­netime ve hidayet üzere olan râşid halifelerin sünnetine yapışın; onlara iyice tutunun, onlara azı dişlerinizle sarılın[354]; Rasûlullah : "Ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Hepsi de ateşte­dir; biri müstesna" buyurdu. "Onlar kimlerdir? Yâ Rasûlallah!" de­diklerinde: "Benim ve ashabımın üzerinde olduğu fırkadır" buyur­du.[355] Bir başka hadislerinde de: "Ashabım tuz gibidir; onsuz yeme­ğin tadı olmaz'[356]buyurmuştur. Yine o şöyle buyurmuştur: "Şüp­hesiz ki Allah Teâlâ, ashabımı nebiler ve rasuller hariç bütün âlemlere üstün kılmıştır. Onların içinden de benim için dört kimse seçmiştir: Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali. Onları, ashabımın en hayırlıları kılmıştır. Ashabımın her birinde hayır vardır."[357]Bazı haberlerde de şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Ashabım yıldızlar gibidirler; hangisine uysanız, hidayet bulursunuz.'[358]Bu anlamda daha başka hadisler de bulunmaktadır.                                            

(3)

Alimler, görüşlerin karşı karşıya gelmesi halinde hep ashabın görüşlerini tercih etmişler ve onlara öncelikli bir yer vermişlerdir. Bazıları Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in sözlerini hüccet saymışlardır. Bazıları da dört halifenin görüşlerini hüccet kabul etmişlerdir. Diğer bir grup da herhangi bir kayıt getirmeksizin bütün sahâbîle-rin görüşlerinin hüccet ve delil olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş­lerden her birinin sünnetten mesnedleri vardır.[359]Bu görüşler, —her ne kadar ulemâya göre bunların aksi tercihe şayan görülü­yorsa da— konu hakkında asıl dayanak olan küllî bir durumu des­tekleyici bir mahiyet arzederler. Sözü edilen küllî durum şudur: Se­lef ve halef yani tabiîn ve onlardan sonra gelen nesiller, ashaba mu­halefetten hep çekinegelmişler ve onlara uygun düşünüyor ve hare­ket ediyor olmaktan da büyük bir şeref duymuşlardır. Bu mânânın en açık ve seçik olarak görüldüğü yer, muteber mezhep imamları arasında geçen görüş ayrılıklarını konu edinen Hilaf ilmidir. Bu il­me baktığımızda onların, kendi mezheplerini belirledikten sonra hemen kendileri gibi düşünmekte olan sahâbîlerin isimlerini sırala­maya ve böylece mezheplerini kuvvetlendirmeye çalıştıklarını görü­rüz.[360] Bunu yapmalarının sebebi hem kendilerine, hem de muha­liflerine göre onların şeriatta üstün bir yerlerinin bulunduğunun, onların yaklaşımlarının önemli olduğunun, —onlarla birlikte onla­rın ele aldıkları konu üzerinde durma bir tarafa— hatta o konuda kendilerine uyulmasının ve görüşlerinin taklit edilmesinin gerekli­liğinin[361] her iki tarafça da kabullenilmiş olmasıdır. Nakledildiğine göre İmam Şafiî, müctehid bir kimsenin, ictihâd etmeden önce sahâbîyi taklit edebileceğini, başkalarını ise taklit edemeyeceğini söylemiştir.[362]İmam Şafiî, sahâbî hakkında: "Eğer aynı dönemde yaşasaydım kendisiyle tartışabileceğim bir kimsenin sözü için hadi­si nasıl terkedebilirim?" diyen kimsedir. Bununla birlikte o, onların yüce değerlerini takdir etmekten geri durmamıştır.[363]

Sonra selefi sâlihin onları övgü ile anan ve onlara tâbi olmanın gereğini işleyen sözleri vardır ki, onlardan bir kısmını burada zik­redeceğiz:

Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir: "Ehl-i Bedir'in[364] bilmediği bir şey, din değildir."

el-Hasan (el-Basrî), Hz. Muhammed'in ashabını an­mış ve şöyle demiştir: "Onlar, bu ümmetin kalbler bakımından en iyileri, ilim bakımından en derinleri, tekellüf bakımından en azları idiler. Onlar, Allah Teâlâ'nın, Rasûlünün sohbeti için seçmiş oldu­ğu seçkin kimselerdir. Dolayısıyla onların ahlakıyla ahlâklanmaya ve gidişatına uymaya çalışın. Çünkü onlar —Kâ'be'nin Rabbine ye­min ederim ki— dosdoğru yol üzere idiler."

İbrahim ise: "Sahabeden gizli kalan hiçbir şey, sizde bulunan bir meziyet sebebiyle sizin elde etmeniz için saklanmış değildir" de­miştir.

Huzeyfe'den şöyle dediği rivayet olunur: "Ey kurrâ[365] toplulu­ğu, Allah'tan sakının ve sizden öncekilerin yolluna girin. Ömrüme yemin ederim ki, eğer siz onların yoluna uyarsanız, çok iyi yol alır­sınız. Eğer sağa ya da sola yalpa yaparak onların yolunu terkeder-seniz, apaçık bir sapıklığa düşersiniz."

İbn Mesûd'dan ise şöyle dediği nakledilmiştir: "Sizden biri eğer uyacaksa, Hz. Muhammed'in ashabına uysun. Çünkü on­lar, bu ümmetin kalbler bakımından en iyileri, ilim bakımından en derinleri, tekellüf bakımından en azları, hidayet bakımından en doğruları, hal bakımından en güzelleri idiler. Onlar, Allah Teâlâ'-nm, Rasûlünün sohbeti ve dinini İkamesi için seçmiş olduğu seçkin kimseler idiler. Dolayısıyla onların faziletlerini takdir ediniz ve iz­lerinden gidiniz. Çünkü onlar dosdoğru bir hidayet üzere idiler."

Hz. Ali ise: "Sakın insanlara uymayın!" demiş sonra da: "Eğer mutlaka birilerine uyacaksanız, dirilere değil, ölülere uyun" diye sözünü tamamlamıştır. Bu, halka değil de âlimlere yönelik olan bir yasaktır.

Ömer b. Abdulaziz'in sözü de bu kabildendir:

"Rasûlullah ve arkasından emir sahipleri (halifeler) sünnetler ortaya koymuşlardır. Onları almak Allah'ın kitabını tas­dik etmek, Allah'a olan taati tamamlamak, Allah'ın dinine destek vermek demektir. Kim onlarla amel ederse, o hidayet üzeredir. Kim onunla yardım isterse, yardım görür. Kim de onlara muhalefet ederse mü'minlerin yolu dışına çıkmış, başka bir yola uymuş olur. Allah da o kimseyi döndüğü yöne çevirir ve cehenneme yaslar. Ora­sı ne kötü bir dönüş yeridir." Bir başka rivayette ise "... Allah'ın di­nine destek vermek demektir" ifadesinden sonra: "Hiçbir kimsenin onları değiştirmek ya da yerine başkasını koymak veya onlara mu­halif bir görüş üzerinde durmak yetkisi yoktur...." ifadesi vardır. Onun bu sözü, İmam Mâlik'in çok hoşuna giderdi (ve sık sık onu ve diğer imamların sözlerini tekrar ederdi).

Huzeyfe'den de şöyle dediği nakledilmiştir: "Bizim izimize uyun; eğer (yolumuza) isabet ederseniz gerçekten çok iyi yol almış olursunuz. Eğer hata eder (ve bizim yolumuzdan saparsanız) şüp­hesiz apaçık bir sapıklığa düşmüş olursunuz."

İbn Mesûd da benzeri bir ifade ile şöyle demiştir: "Bizim izimi­ze uyun ve bid'at çıkarmayın. Eğer böyle yaparsanız doğru yolu bul­ma külfetinden kurtulmuş olursunuz."

Rivayete göre yine o, mescidde kıssa anlatan birine uğradı. Adam: "On kere teşbih getirin, on kere tehlilde[366]bulunun..." diyor­du. Abdullah ona: "Şüphesiz siz Muhammed'in ashabın­dan ya daha çok hidayet üzeresiniz ya da daha sapıksınız. Bilâkis sonuncusu, evet sonuncusu!" dedi ve onların bid'at üzere oldukları­nı söyledi.

Bu konu ile ilgili haberler pek çoktur ve burada nakledilmesi konuyu uzatır. Bu konuda müstakil bir delil olmak üzere aşağıya alacağımız şeyler yeterlidir:

(4)

Ashabı sevmenin, onlara buğzedenleri yermenin vacip olduğu­nu, onları sevenlerin Allah'ın peygamberini sevmiş olacak­larını; onlara buğzedenlerin de Allah'ın peygamberine buğ-zetmiş olacaklarını gösteren hadisler vardır.[367] Tabiî ki sahabe için söz konusu olan bu meziyet, sadece onların Rasûlullah'ıgörmüş, onunla beraber olmuş, onunla konuşmuş olmaları yüzün­den değildir. Çünkü bunlarda[368] mücerred bir meziyet yoktur. Onların sahip oldukları bu meziyet, sadece aşırı derecede Rasûlullah'a olan bağlılıkları ve kendilerini onun sünneti üzere yaşamaya adamış olmaları, bunun yanında ona tam destek verme- ' leri ve onu İslâm düşmanlarına karşı himaye etmeleri[369] sebebiyle­dir. Rasûlullah'a karşı bu tavrı gösteren her kimsenin ör­nek alınması ve gidişatının yol edinilmesi yerindedir ve bu haliyle o bunu hak edecektir. İmam Mâlik ashaba ve onların gidişatı üzere olan kimselere tâbi olma konusunda aşırı bir özen gösterdiği ve on­ların yollarım kendisine yol edindiği içindir ki, Allah Teâlâ onu bu konuda diğerleri için uyulacak bir rehber yapmıştır. Bunun sonu­cunda İmam Mâlik'in çağdaşları, onun izini takip etmişler ve onun davranışlarına uymuşlardır. Tabiî ki onun ulaştığı bu mevki, Allah (c.c.) ve Rasûlünün haklarında övgüde bulunmuş olduğu ve kendilerini uyulacak birer örnek ilân ettiği aziz sahabe nesline ve onlara en güzel biçimde uyan tabiîne olan saygı ve bağlılığının bir bereketi sonucu olmuştur. Allah Teâlâ onların hepsinden razı olsun! Onlar da zaten O'ndan hoşnut idiler. Hiç kuşkusuz onlar Al­lah'ın seçkin kullarıdır (hizbullah) ve biliniz ki, Allah'ın seçkin kul­ları elbette kurtuluşa ermiş kimselerdir. [370]

ONUNCU MESELE:

 

Rasûlullah'm haber vermiş olduğu her haber, aynen haber verdiği gibidir; o hakdır, doğrudur, haber verdiği şey ve kendişinden haberde bulunduğu (melek) hakkında ona tam itimat var­dır.[371] O haberin üzerine yükümlülükle ilgili bir hüküm bina edilip edilmemesi arasında bir fark yoktur.[372] Nitekim bir hüküm teşrî kılması ya da emir veya nehiyde bulunması arasında da fark yoktur. O şey aynen Rasûlullah'm haber verdiği gibidir. Bu konuda vahiy meleğinin kendisine Allah'tan haber vermiş olduğu şeyler ile,, kalbine üflediği[373]veya içine attığı (nefsine ilkâ[374] eyle­diği) şeyler arasında fark yoktur. Keza keşif veya mucizevî şe­kilde gayba muttali olma yoluyla görmesi veyahut da her nasıl olur­sa olsun diğer yollarla vâkıf olması arasında hiçbir fark yoktur. Bütün bunlar muteberdir ve hakkımızda delil olur, üzerine hem itikat hem de amel konusunda hüküm bina edilir. Çünkü Rasûlul-lah masumdur; ismet sıfatı vardır ve o hiçbir zaman hevâ ve heveslerine uyarak bir şey söylemez. (Ne söylerse vahiy söyler.)

Bu konu, Kelâm ilminde açıklanmaktadır. Bu yüzden biz bura­da konunun delillendirilmesine girerek sözü uzatacak değiliz. Sadece konuyu örneklendirip, arkasından —Allah'ın izniyle— asıl söyle­mek istediğimizi söyleyeceğiz.

Bunun örneği Rasûlullah'ınşu sözüdür: "Şüphesiz Rûhu'l-kuds kalbime üfledi ki, hiçbir canlı rızkını tamamlamadık­ça ölmeyecektir. Şu halde Allah'tan sakının ve rızkınızı güzel yol­lardan arayın.'[375]

Yine Rasûlullah Şöyle buyurmuştur: "Bana Kadir ge­cesi gösterilmişti. O sırada beni ailemden biri uyandırdı; ben de unuttum. Siz onu son on (gece) içerisinde arayın.[376] Başka bir ha­diste (ashabtan bazı kimselerin rüyalarında Kadir gecesinin Rama­zanın son yedi gecesinde olduğunu gördüklerini haber vermeleri üzerine): "Görüyorum ki rüyalarınız Ramazanın son yedi gecesi hakkında biribirini tutuyor. Artık kim Kadir gecesini arayacaksa onu Ramazanın son yedisinde arasın'[377] buyurmuştur. Bu da,Rasûlullah'ın uykuda görülen rüya üzerine haber verme­sine Örnektir.

Benzeri bir olay da, ezanın başlangıcı hakkında söz konusu olmuştur ve bu, konu hakkında daha açıktır. Olayın kahramanı Abdullah b. Zeyd şöyle anlatır: Sabahladığımız zaman Rasûlullah'a geldik ve ben ona rüyamı anlattım. Bunun üzerine o: "Şüphesiz bu, gerçek bir rüyadır" buyurdu... Hadis devam etmekte­dir. Sonunda Ömer b. el-Hattâb; "Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, ben de onun gördüğünün benzerini gördüm" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: "Allah'a hamd olsun! O da işin doğ­ruluğunu daha da pekiştiriyor" buyurdu.[378] Görüldüğü üzere bu hadiste Rasûlullah rüyanın hak olduğuna hükmetmiş ve onun üzerine ezanın lâfızları hakkında hüküm binasında bulun­muştur.

Sahîh'te şu rivayet bulunmaktadır: Rasûlullah bir gün namaz kıl(dır)dı. Sonra döndü ve: "Ey falan! Namazını güzel kıla­maz mısın? Namaz kılan kimse, namaz kılarken nasıl kıldığına ba-kamaz mı? Çünkü kişi, namazı ancak kendisi için kılar. Vallahi ben önümden nasıl görürsem arkamdan da öyle görmekteyim'[379]buyurdu. Bu, keşf üzerine bina edilen emrî[380] bir hükümdür. Hadis­leri araştıranlar bu kabilden daha çok şey bulabilirler.

İtiraz: Bu nokta açıklık kazanınca birilerinin şöyle bir itiraz ile sürmesi beklenebilir: Bu kitapta daha önce "Makâsıd" bölümün­de bir kaide geçmişti. Buna göre Rasûhıllah hakkında özel olan bizim için de özel, onun hakkında genel olan bizim için de ge­nel oluyordu. Eğer biz o kaide üzerinden yürüyecek olursak, o za­man her keşif ve gayba muttali olan kimselerin, kendi vukuf ve ke­şifleri üzere hükmetme haklan bulunacaktır. Dikkat edilirse Hz. Ebû Bekir ile kızı Hz. Âişe arasında geçen hibe olayı buna bir örnek olmaktadır. O hastalanmadan Önce kızı Âişe'ye (20 vesklik hurma hasadı) bağışında bulunmuştu. Fakat o henüz onları devşirmeden önce, Hz. Ebû Bekir ölüm hastalığına yakalandı. Bunun üzerine o, Hz. Âişe'ye, arkasından onu muhtaç bir halde bırakmanın kendisini fevkalâde üzeceğini, ihtiyaçsız bir halde bırakmasının ise kendisini o derecede sevindireceğini bildirmekle birlikte şöyle demiştir: "Ben sana yirmi vesklik bir hasat bağışında bulunmuştum. Eğer onları sen devşirmiş olsaydın, onlar senin olurdu. O bugün artık verese malı olmuştur. Onlar da ancak senin iki erkek iki de kızkardeşlerin olmaktadır. Onu, Allah'ın kitabı üzere aranızda taksim edin" Bu­nun üzerine Hz. Âişe: "Babacığım! Vallahi eğer o şöyle şöyle (çok bir şey) olsaydı, onu bile elbet terkederdim. (Kız kardeşim olarak) sadece Esma var. Öteki kim ki?" dedi. O: "Harice'nin kızının kar­nındaki. Onun kız olacağını sanıyorum" diye cevap verdi,[381]

Hz. Ömer ise cuma günü minber üzerinde hutbe okurken Irak bölgesinde bulunan müslüman askerlerinin komutanı Sâriye'ye: "Yâ Sâriye! Dağa! Dağa!" diye nidada bulunmuştu.[382] Her ikisi de, görüldüğü gibi keşf ve gaybî vukuf üzere binada bulunmuşlardır. Bu davranış, evliyâullah arasında mutat bir şeydir. Ulemâya ait ki­taplar bu türden menkıbelerle doludur. O zaman bu, hükmün Rasûlullah'tan veraset yoluyla onlara intikal etmekte ol­duğu sonucunu gerektirir.

Cevap: Bu soru, bu meseleden amaçlanan fayda olmaktadır. Sırf bu soru için bu girişi hazırlamış bulujıuyoruz. Her ne kadar Makâsıd bahsinde geçen söz bu konuda yeterli ise de, meselenin nüktesi buradadır. Şöyle ki:

Şu iyice bilinmelidir ki, Rasûluîlah bir peygamber olarak sahip olduğu ismet sıfatı ile her türlü hata ve yanılgıya düş­mekten korunmuştur.[383]Gösterdiği mucizeler de, onun her söyledi­ğinin doğruluğuna ve açıkladığı şeylerin sahihliğine delâlet etmek suretiyle onu teyid eder. Görüleceği üzere ondan sâdır olacak ictihâdlar, ihtilafsız hatadan masumdur. Bu da ya onun asla hata etmeyeceği esasına, ya da hata etmesi muhtemel olsa bile, hatası üzerinde bırakılmayacağı esası üzerine göre böyledir. İctihâdları hakkındaki durum böyle olunca, diğer davranışları hakkındaki hü­küm nasıl olur? Onun uykuda görülen rüya ya da keşif yoluyla hü­küm ve haber verdiği her şey, aynen kendisine Allah Teâlâ tarafın­dan melek aracılığı ile ilkâ edilen (vahiy) hükmündedir. Ümmeti hakkındaki hükme gelince, onlardan hiç biri masum yani hataya düşmekten korunur kimseler değillerdir.[384]Aksine onlardan her bi­rinin yanılması, hata etmesi ve unutması caizdir. Onların göreceği rüyaların (şeytandan olan) düş olması pekâlâ mümkündür. Keşifleri de gerçeği yansıtmayabilir. Her ne kadar vakıada doğruluğu or­taya çıksa ve bu, birçok kez tekrarlanmak suretiyle biteviyelik (ıttırâd) kazansa bile, vahyin kontrolünde olmadığı için hata imkâ­nı her zaman için var olmakta devam edecektir.[385] Böyle bir Özellik arzeden şey (yani keşif ve gayba vukufîyet) üzerine ise hüküm bina etme sahih olamaz.

Sonra bu gibi keşifler her ne kadar gayba vukûfiyet kabilinden sayılmakta ise de, gaybı ancak ve ancak Allah'ın bileceğine delâlet eden âyet ve hadisler bulunmaktadır. Nitekim şu hadis bunlardan­dır; "Beş şey vardır ki, onları Allah'tan başka kimse bilmez" RasûlulIahsonra şu âyeti okudu: ''Kıyamet saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde buluna­nı O bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Allah, şüphesiz bilendir; her şeyden haberdârdır."[386] Başka bir âyette: "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Onları, O'ndan başka kimse bilmez"[387] buyurulur. Diğer bir âyette ise peygamberler bu genellemeden istisna edilerek şöyle buyurul-muştur: "Gaybı bilen Allah, gaybına kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır."[388] Pey­gamberler dışında kalanlar ise aslî men yani gaybı kimsenin bile­meyeceği hükmü üzere kalmışlardır. Yine Allah Teâlâ: "Allah, sizi gayba muttali kılacak değildir[389]"De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur"[390] buyurur. Hz. Âişe hadisinde ise Rasûhıllah şöyle buyurmaktadır: "Kim 'Muhammed, ya­rın ne olacağını bilir' sanıyorsa, şüphesiz o, Allah'a büyük bir ifti­rada bulunmuş olur."[391] Gaybı ancak Allah'ın bileceği, O'ndan baş­ka kimsenin bilemeyeceği konusunda âyetler ve haberler çokça ve tekrarlanarak bulunmakta ve bunlar birbirlerini teyid etmekte ve böylece —bu kitabın "Umûm" bahsinde geçtiği şekilde[392]— bunların zahirlerinden genel bir esasın çıkarılması sahih olacak bir özellik arzetmektedir. Durum böyle olunca, peygamberlerin dışında kalan kimseler, gayba muttali olma konusunda peygamberlerle aynı olamayacaklardır.

Az önce sahabeden zikredilen ve sahih senedle onlardan nak­ledilen haberlere gelince, onlar, üzerine bir hüküm bina edilme­yecek şeyler kabilindendir. Zira onlar hakkında bizzat Rasûlul-lah'ın yapmış olduğu bir tanıklık[393] (tasvip) bulunmamak­tadır. O şeyin, onların haber verdikleri gibi vuku bulması ise, onlar hakkında zannedilen şeylerdendir. Ancak onlar, kendileri hakkında ancak bütün ümmet için müşterek olan —ki bu kendileri için hata etme imkânının bulunmasıdır— özellikle muamele etmişlerdir. Bu yüzdendir ki Hz. Ebû Bekir: "Onun kız olacağını sanıyorum" demiş, bir hüküm ifade etmeyen zan ifadesi kullanmıştır. "Yâ Sariye! Da­ğa! Dağa!" ifadesi ise, —ki sahih olsa bile bir hüküm ifade etmeyecek[394] kabilden bir sözdür— diğer keşiflerin de aynı şekilde olacağını göstermez. Kabul edilse bile, bu Hz. Ömer'in sahip olduğu kendisine ait bir Özellik sebebiyledir. Bu özellik, şeytanın onu gö­rünce kaçması ve Allah'ın kendisine özel bir lütfü olarak onun etra­fına dahi yaklaşamaması, onun haleti rûhiyesine herhangi bir etki­de bulunamaması dır. Başkalarının durumu ise böyle değildir. Bu durumda evliyâullahtan biri için, başka birinin bir haline keşf yolu ile vakıf olsa, o şey hakkında hiçbir kuşku olmaksızın kesin bilgi üzerinde olamaz. Aksine "görüyorum", "zannediyorum" diyebileceği bir hal üzere bulunabilir. Eğer keşif yoluyla vâkıf olunan şey, varlık âlemine de o şekilde yansırsa ve tahakkuku önce keşfe mutabakat yönünden, ikinci olarak da biteviyelik yönünden farzedilecek olur­sa, ondan sonra onunla ilgili verilen haberin bir anlamı ve hükmü kalmayacaktır. Çünkü o zaman mesele vâki üzere hükmetme kabi­linden olmuş ve harikulade ile harikulade olmayan arasında bir fark kalmamış olacaktır. Evet[395] kerametler ve harikuladelikler, sahipleri için Allah hakkında yakın ve kesin bilgilerinin artmasını sağlamakta, üzerinde bulundukları hal hakkında kendilerine kuv­vet vermektedir.. Ancak bu nokta, konumuzun dışında kalmakta­dır.

İtiraz: Şer'î hükümlerde zan da aynı şekilde muteberdir. Me­selâ, vâhid haberlerden ve kıyastan çıkarılan sonuçlar bu kabilden­dir ve bunlar kesin bilgi ifade -etmezler. Burada sözünü ettiğimiz keşf ve gayba vukûfîyet hali de, bidüziyelik ve mutabakat halinde her ne kadar kesin bilgi ifade etmedikleri kabullenilse bile, bir zan ifade ederler. Öyleyse bunun da şer'an dikkate alınması gerekir.     

Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü bazı zanlann şer'an mu­teber olmaları, şer'î bir asla dayanmaları sebebiyledir. Nitekim bu konu, bu kitabın ilgili yerinde geçmişti.[396] Burada söz konusu edi­len mesele ise, ne kat'î ne de zannî hiçbir esasa dayanmamaktadır. Bu[397] her ne kadar Rasûlullah'a   nisbetle sabit olsa bile, bizim hakkımızda sabit değildir. Çünkü şart yani hataya düşmek­ten korunmuş olma (ismet) özelliği bizim hakkımızda bulunma­maktadır. Şart bulunmayınca da, —bütün sağduyu sahiplerinin it­tifakı ile— varlığı onun varlığına bağlı olan meşrut bulunmayacak­tır. [398]

 



[1] Mînhâc'da şöyle tarif edililir: Sünnet, Hz. Peygamber'den (s.a.) sâdır olan ve i'câz niteliği taşımayan, yani Kur'ân'dan bulunmayan söz ve fiillerdir. Sünnet, bazen Kur'ân'ın getirmiş olduğu mânâ içerisinde mündemiç bulu­nur. Müellifin "bizzat Kur'ân tarafından ele alınmayan, aksine Hz. Peygam­ber (s.a.) tarafından beyan edilen" sözü, Sünnet tabirinin kullanılması için, onun Kitap'ta mevcut bulunan mânâ içerisinde mündemiç bulunmaması gi­bi bir şartı gerektirmez. Aksine bu sözden maksat, Hz. Peygamber'den (s.a.) sâdır olan sözün aynen Kur'ân'da bulunmaması demektir. Arkadan gelen "Bunların Kur'ân'ın genel olarak getirdiği esasların beyanı mahiyetinde olup olmaması arasında fark yoktur" şeklindeki ifade de tarifin bu şekilde anlaşılması gerektiğini gösterir. Çünkü sünnetin Kitab'ın beyanı olabilme-siu için, beyan edilecek mânânın esas itibarıyla kitap tarafından içerilmesi gerekir ki, sünnet de işte o mânâyı beyan ve şerh etmiş olsun.

Bazı âlimler sünnetin tarifini yaparken, "tabiî amellerden olmayan" kaydını eklemişlerdir. Diğer âlimler ise, durumun açık olması sebebiyle böy­le bir kayda gerek duymamışlardır.

[2] Yani sadece Kur'ân'da veya Kur'ân ile birlikte sünnette ya da sadece sünnette açıklanmış olması arasında fark yoktur.

[3] Buna göre bu kullanış şeklinde sünnet kapsamına sadece Hz. Peygamber'in (s.a.) fiilleri girmekte, ondan başkalarına yönelik olarak sadır olan emir ya da nehiy yollu sözlü tasarrufları —kendince fiile dönüştüriümedikçe— tarif kapsamına girmemektedir. Minhâc'da yapılan tarif, sünnet sözcüğünün ge­nel kullanılış şekliyle ilgili olmaktadır. Müellifin her iki tarifi de, sünnet sözcüğünün özel anlamına yöneliktir. Onun maksadının bu olduğunu çıkar­mamıza daha sonra söyleyeceği "Buraya kadar anlatılanları topladığımızda, sünnet sözcüğünün kullanılışının şu dört yönü içerdiği ortaya çıkmakta­dır:..." şeklindeki sözü de yardımcı olacaktır. Zira müellif—bu kullanış şe­killerinin ayrıntıları sırasında açıklamamasına rağmen— tasvipleri (ikrar) de bu dört yönden biri olmak üzere saymıştır. Ancak müellifin daha önce tasvipleri fiillerden saydığı da bilinmektedir.

[4] Yani bizce bilinir olup olmamasına bakılmaz. Yoksa gerçek anlamda sünnette öyle bir şeyin bulunmaması anlamına değildir. Aksi takdirde bu ifade, sö­zün gerisi ile çelişir.

[5] Burada içtihada, Kitap ve sünnetten olan deliller üzerinde değerlendirme yapmak anlamı verdiğimiz zaman, sözün baş tarafa karşı tutulması anlaşıl­maz. Çünkü biz diyoruz ki, sünnete tabi olunması şekli ancak, delilin doğru­dan sünnet olması durumunda tasavvur edilebilir. Ondan sonrası ise kıyas vb. yollarla olur.

[6] Müellif, bu ifade yerine belki de "aslında bize ulaşmayan bir sünnete tâbi ol-

ma anlamına gelir" gibi bir ifade kullanmalıydı. Nitekim bir önceki şikda öy­le söylemişti. Ancak burada sadece icmâ ve içtihada atıfla yetindi. Burada şöyle denilebilir: Aslında birincisi, yaygın olan kullanılış şeklinde sünnet kapsamı içerisine zaten girmektedir. Dolayısıyla onu tasrih etmeye aslında ihtiyaç yoktu, buna rağmen sırf girmemiş olabileceği gibi yanlış bir anlayışa dikkat çekmiş olmak için zikredilmiştir. Müellife göre önemli olan icmâ, istihsân ve mürsel maslahatlar gibi diğer delillere dayalı olan uygulamala­rın sünnnet kapsamına sokulmuş olmasıdır. Ancak müellif bu delilleri sa­yarken kıyası da zikretmeliydi.

 

[7] Bu sükuti icmâdan kabule daha şayandır; çünkü tepki gösterilmemesi ya­nında tüm sahabe tarafından işlenir olması, ona ayrı bir güç katar.

[8] Yani sahabe döneminde mürsel maslahatlar dikkate alınarak gerçekleşti­rilmiş olan uygulamalar, bu anlamda sünnet kapsamına girer.

[9] Tazîr şeklinde verilen içki cezası Hz. Peygamber (s.a.) zamanında miktarı belirli olmaksızın duruma göre uygulanmış ve içki içene bazen kırk sopa vurulmuş, bazen şöyle ya da böyle hırpalanmış, bazen de bu ceza seksen sopaya çıkarılmıştı. Hz. Ebû Bekir zamanında da durum aynı idi. Hz. Ömer'in halifeliğinin son yıllarında içki içme eğilimi bir hayli artmıştı. Çünkü insanlar bolluk içerisine girmişlerdi ve içki üretilen meyve ve üzüm çoğalmıştı. Hz. Ömer, içkinin önünü alabilecek bir ceza verilmesi konusun­da sahabe ile istişarede bulundu. Hz. Ali şöyle dedi: "İçki içenlere seksen sopa vurmanı uygun görüyoruz. Çünkü kişi içtiği zaman sarhoş olur, sar­hoş olunca hezeyanda bulunur, hezeyanda bulununca iftira eder; iftira eden kimseye ise ceza olarak seksen sopa vurmak gerekir." Abdurrahman b. Avf ise: "En hafif had cezasını (yani seksen sopa) uygulamanı münasip görürüm" dedi. Böylece içki cezası bundan böyle seksen sopa olarak uygu­landı. Sahabenin bu şekilde içki cezasını seksen sopa olarak belirlemesi iç­tihada ve arkasından oluşan icmâa dayalı bir sünnet (uygulama) olmakta­dır. Mirkâtta, bu uygulamanın gerekçesinin siyâset olduğu söylenir.

[10] Terzi, demirci, marangoz gibi zenâatkârlar, kendilerine sipariş olarak bir şey yaptırmak üzere yanlarına bırakılan mallar hakkında aslında yed-i emin (emanetçi) hükmünde olmaları, dolayısıyla ihmal ve kusurları olma­dan bu malların kendi yanlarında iken telef olması durumunda tazminle sorumlu tutulmamaları gerekir. Genel kural bunu gerektirir. Ancak ahlâkın bozulması ve bu hükmün kötüye kullanılması endişesi sonucunda sahabe onları tazminle sorumlu tutmuşlardır. Dolayısıyla meselâ elbise dikmek üzere bir terziye teslim edilen bir kumaşın kaybolması vb. gibi du­rumlarda, terzinin o kumaşı tazmin etmesi ilke olarak benimsenmiştir. Râşid halifeler bu şekilde hükmetmişler ve konuyla ilgili olmak üzere Hz. Ali: "İnsanları ancak bu hüküm yola getirir" demiştir. Bu hükmün mesne­di maslahattır. Çünkü insanların bu gibi zenâatkârlara sipariş şeklinde iş yaptırmaları kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Eğer onlar, kendi yanlarına bırakı­lan mallan zayii durumunda tazminle sorumlu tutulmayacak olsalardı, ih­mal ve kusur gösterecekler, pek çok hak zayi olacaktı. Üstelik birçok zenâatkâr bu hükmü kötüye kullanacaklar, insanların mallarını kendi zimmetlerine geçirecekler ve sonra da onların kaybolduğunu vb. söyleye­ceklerdi

[11] Hz. Ebû Bekir zamanına kadar Kur'ân, çeşitli sayfalar, deri, yassı taş vb. gibi diğer yazılı malzemelerde dağınık bir halde duruyordu. Gerçi insanla­rın hafızalarında ezber olarak muhafaza ediliyordu ama, yapılan savaşlar­da birçok Kur'ân hafızı ölüyordu. Hz. Ömer'in de teklif ve ısrarıyla Hz. Ebû Bekir zamanında Kur'ân mushaf halinde bir araya toplandı.

[12] Hz. Ebû Bekir zamanında Kur'ân'ın mushaf halinde bir araya getirilmesi, onun zayi olması endişesini ortadan kaldırmıştı. Ancak Hz. Osman zama­nında İslâm ülkesinin iyice genişlemesi ve yeni unsurların müslüman ol­ması sonucunda yeni bir problem ortaya çıkmıştı: Kur'ân'ın okunmasında farklılıklar. Bilindiği gibi Kur'ân kolaylık olsun için yedi harf yani yedi ay­rı okunuş şekli üzere inmişti. Hepsi de doğru olan bu okunuş şekli, uygula­mada ihtilaflara yol açıyor ve bazıları kendi okuyuş şeklinin doğru olan tek şekil olduğunu iddia ediyordu. Bunun önüne geçmek için Hz. Osman, Kur'ân'ın ilk inmiş olduğu Kureyş lehçesini esas alarak Kur'ân nüshalarını beş adet çoğaltarak her merkeze birer tane gönderdi ve bundan böyle bü­tün mushaflarm, bu imam mushafların esas alınarak yazılmasını ve okun­masını emretti ve böylece muhtemel bir ihtilafın önünü aldı.

Bu iki uygulama yani Kur'ân'ın mushaf haline getirilmesi ve çoğaltıl­ması Hz. Peygamber (s.a.) zamanında olmamıştı; aksine iki halifenin ve bazı sahabîlerin içtihadı sonucunda oluşmuş ve diğer sahabîler de onları tasvip etmişlerdi. Çünkü bunda ümmetin maslahatı vardı.

[13] Hz. Ömer zamanında ülkenin büyümesi, idarî ve mâlî işlerin iyice artması,devlete yeni bir düzen verilmesini ve bazı kurumların (divanlar) kurulma­sını gerektirmişti.

[14] Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Ömer'i kendisinden sonra halife tayin etmesi {istihlâf usûlü), Hz. Ömer'in, halife seçimini kendisinden sonra altı kişilik bir şûra meclisine havale etmesi, İslâm parasının basılması, (Hz. Ömer zamanında) sanıklar için hapishane yapılması, Hz. Peygamber'in (s.a.) mescidinin kar­şısındaki vakfın yıkılması ve mescidin genişletilmesi ve bunun için istimlâkte bulunulması, Hz. Osman zamanında cuma günü için ikinci bir ezanın konulması...gibi. Bu gibi uygulamalar, Hz. Peygamber (s.a.) zama­nında mevcut değildi. Bunların mesnedini hep ümmetin genel maslahatı oluşturuyordu ve yapılan bu uygulamalar sahabe tarafından onaylanıyor­du.

[15] Tirmizî, İlim, 16 ; Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 ; İbn Mâce, Mukaddime, 6.

Hz. Peygamber (s.a.), sünnet kelimesini kendi yolu için kullandığı gibi halifelerinin uygulamaları için de kullanmıştır. Onların sünneti, bizzat Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetine istinaden ortaya koymuş oldukları ya da icti-hadlan sonucunda ümmetin maslahatını esas alarak yapmış oldukları uy­gulamalar olmaktadır.

[16] Usûlcülere göre sünnet denilince işte bu üç şey akla gelir.

[17] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/1-5

[18] Yani Kitap ve sünnet arasında ilk bakışta muarız gibi görünen bir durum olduğunda, Kitap esas olarak alınır ve sünnete takdim olunur. Müellifin kastettiği budur.

[19] Ebû Dâvûd, Akdıye, 11 ; Tirmizî, Ahkâm, 3 ; Nesâî, Kudât, 11 ; İbn Mâce, Menâsik, 38 ; Ahmed, 1/37, 5/230, 236.

[20] Yani sünnet, mutlakı takyit, âmirn tahsis... gibi yollarla Kur'ân üzerinde tasarrufta bulunurken, bunun tersi olmaz. <Ç)

[21] Nisa 4/24.

[22] Yani bunlardan hangisi daha sonraki bir tarihte gelmiş ise, o öncekini nes-hedecektir. Aksi takdirde ikisinden biri, bir delile mebnî diğeri üzerine ter­cih edilecek veya —varsa imkân— aralarının bulunmasına (cem ve telif) çalışılacaktır. Bu da olmazsa her ikisi de değerden düşecek ve başka delil­ler aranacaktır. "Zannî ile kat'î arasında tearuz olmaz" sözleri gerçek muâraza yani aklî konularda olan çelişki içindir; şer'î konularda ise buna bir engel yoktur. Zira şer'i konularda gerçek anlamda tearuz olmaz, sadece sûretâ olur.

[23] Zira senedi ve delâleti kat'î olan sünnet, Kitab'ın zahiri üzerine takdim olunmaktadır.

[24] Dolayısıyla hem sübût hem de delâlet bakımından eşit olmaları durumun­da aralarında tearuz meydana gelebilir. Bu yüzdendir ki âlimler şöyle de­mişlerdir. Sübût açısından Kur'ân nassları ile hadis arasında tearuzdan söz edilemez. Tearuz ancak delâieti zannî olan Kur'ân nassları ile, delâleti kat'î olan sünnet arasında olabilir.

[25] Yani Kitab'ın vâhid haber üzerine takdimi mi, yoksa vâhid haberin Kitâb üzerine takdimi mi gerekir, ya da aralarında tearuz mu söz konusu olur? şeklindeki ihtilaf.

[26] Yani delil olarak kullanılacak olanın Kitap mı, yoksa sünnet mi olacağını,

ikisi arasında tercihi gerektirecek delil belirler.

[27] Nahl 16/44.

[28] Mâide 5/38.

[29] Hırsızlıkta elin kesilebilmesi için gerekli olan nisap miktarı Hanefîlere göre on dirhemdir. (Ç)

[30] Az önce de ifade edildiği gibi usûlcülere göre Kur'ân nassınm delâletinin zannî olması durumunda sünnetle tearuz halinde bulunur ve hangisinin daha sonraki tarihli olduğu da bilinmezse, o zaman bunlardan biri diğeri üzerine sırf Kur'ân âyeti olması, ya da öbürünün sünnet olması gibi gerek­çelerle tercihi mümkün olmuyor, aksine cem ve telif imkânı yoksa tercihi gerektirecek delil aranıyor ve delil bulunamaz ise, her ikisi de terkediliyor-du. Bu durum Kitabın sünnetten önce gelmediği tezine delil olarak kulla­nılmıştı. Müellif şimdi de bu itiraza cevap verecektir.

[31] İkinci Mesele'de. Kur'ân'dan kat'î bir asla dayanan vâhid haber, onun be­yan edicisi olur. Bu durumda vâhid haberlerin büyük bir kısmı Kur'ân'ın beyan ve tefsiri mahiyetindedir.

[32] Bu konuyla ilgili ileride söz edilecektir.

[33] Nitekim Hz. Aişe, "Velâ teziru vâziratun vizra ukrâ" âyetine dayanarak, "Şüphesiz ki ölü, ailesinin üzerine ağlaması sebebiyle azap görür" hadisini reddetmiştir.

[34]  Sünnette de senedi kat'î olanların bulunduğu, dolayısıyla delâlet açısından Kitap'tan geri kalmayacağı itiraz noktası.

[35] Müellif, bu mütevâtir sünnet konusunda ileri sürülen itiraz noktasını san­ki kabulleniyor gibi görünüyor; ancak pratik bir değeri olmaması sebebiyle fazla bir önemi olmadığını belirtiyor. Çünkü —ta Hz. Peygamber'e (s.a.) kadar bütün tabakalarda yalan üzerinde birleşme imkânı olmayan kalaba­lıktaki insanların, yine kendileri gibi olan kalabalık râvilerden rivayet et­miş olmaları şeklindeki— tevatür şartına uygun olarak geîen ya mütevâtir sünnet yoktur, ya da vukuu çok nadirdir. Nâdir olana ise müstakil olarak değer ve hüküm verilmez.

[36] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/5-9

[37] "Namazı kılınız" şeklindeki mücmel âyetlere detaylar getiren hadisler gi­bi.

[38] Ayetlerden maksadın ne olduğunu açıklayan hadisler gibi. Meselâ "Altın ve gümüşü biriktirenler var ya..." (9/34) âyeti indiği zaman, bu sahabeye çok ağır gelmişti. Gelip maksadın ne olduğunu Rasûlullah'a    sordular. O: "Yüce Allak zekâtı, sadece ellerinizde geride kalan malların onun sayesinde paklanması için farz kılmıştır1' buyurdu. Bunu duyunca Hz. Ömer tekbir getirdi.

Yine "iman edip de imanlarına hiçbir şekilde zulüm bulaştırmayan-lar var ya..." (6/82) âyeti indiği zaman sahabe buradaki zulümden maksa­dın ne olduğunu anlayamamış ve korkmuşlardı. Hz. Peygamber (s.a.), Lok­man süresindeki âyette (31/13) de ifade edildiği gibi, sözü edilen zulümden maksadın şirk olduğunu açıklamıştı.

[39] "Savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de kabul etti" (9/118) âyetinde atıfta bulunulan olayın bütün uzunluğu ile hadiste anlatılması gibi. Bu uzun hadiste onların cezalandırıldıkları; önce kendileriyle konuşmanın ya­saklandığı, sonra kadınlarına yaklaşmaktan men olundukları... detayla­rıyla anlatılmaktadır.

[40] Nahl 16/44.

[41] Müellif orada bu delillerden bahsetmemiş ve konunun delillendirmeye ihti­yaç göstermeyecek kadar açık olduğunu, zira bunun dinde zorunlu olarak bilinen bir husus olduğunu söylemişti.

[42] Kalem 68/4.

[43] Hz. Âişe, kullandığı ifadede Hz. Peygamber'in (s.a.) ahlâkı ile Kur'ân'ı Öz­deşleştirmiştir. Bundan da, onun bütün davranışlarının kaynağının Kur'ân olduğu anlamı çıkmaktadır.

[44] Bir kimsenin ahlâkı, fiillerinin kendisinden kolaylıkla kaynaklandığı bir halet-i rûhiyyedir. Hz. Âişe'nin de ifadesi üzere Hz. Peygamber'in (s.a.) söz­leri, fiilleri ve diğer tasarrufları, Kur'ân'dan sâdır olmaktadır. Sünnet dedi­ğimiz şey ise, Hz. Peygamber'den (s.a.) sâdır olan söz, fiil ve şâir tasarruf­lardan ibarettir. Şu halde sünnet, Kur'ân'dan sâdır olmakta ve ona dayan­maktadır.

[45] Nahl 16/89.

[46] Üçüncü ciltte, İkinci Tarafın Yedinci Mesele'sinde de işaret edildiği üze-re,Kur'ân, her ne kadar çeşitli ilimleri kapsıyorsa da, ilgilendiği şeylerin başında emir ve nehiy konusu yani itikâdî ve amelî şer'î yükümlülükler gelmektedir. Sünetin içeriğinin en Önemli kısmını ise, bu tür    yükümlülüklerin açıklanması ve onlara detaylar getirilmesi teşkil eder. Bu durumda sünnet, genel çerçeve olarak Kur'ân içerisinde mündemiç bulun­muş olur. Müellif, "Çünkü emir ve nehiy, Kitap'ta yer alan şeylerin başın­da gelir" sözü yerine "Çünkü sünnet, Kur'ân'ın açıklamak için geldiği Tıer-şey' tabirinin altına giren konuların beyanı olmaktan başka bir şey değil­dir" deseydi mânâ daha anlaşılır olacaktı.

[47] En'âm 6/38.

[48] Mâide5/3.

[49] Delil bu ifade ile tamamlanmaktadır. Eğer bu sözden maksat dinin Kur'ân ve Sünnet'in tamamlanması ile kemâle ermesi olsaydı, o zaman delil ol­mazdı. Çünkü bu âyet indikten sonra Hz. Peygamber (s.a.) seksen gün ka­dar daha yaşamış ve bu sırada kendisinden sözlü ya da fiilî birçok sünnet sâdır olmuştu.

[50] Dördüncü Mesele'de.

[51] Yani sünnet, Kitap'ta mevcut bulunan bir esasa ters düşmese, fakat kendi­sine tanıklık edecek bir esasa da dayanmasa bu durumda hakkında tevak­kuf edilir. Kesin bir esasa ters düşmesi halinde ise reddedilir.

[52] Nisa 4/65.

[53] Bkz. Buhârî, Şirb, 6, 8, Sulh, 13 ; Müslim, Fedâil, 129 ; Ebû Dâvûd, Akdı-ye, 31 ; Tirmizî, Ahkâm, 26 ; Tefsîru Sûre 4/13 ; Nesâî, Kudât, 19 ; İbn Mâce, Mukaddime, 2, Ruhun, 20 ; Ahmed, 1/160, 4/5.

Olay Müslim'in rivayetinde şöyle olmuştur: Ensardan bir adam (Hu-meyd) , Rasûlullah'm (s.a.) huzurunda hurma suladıkları Harre su yollan hakkında Zübeyir'den davacı olmuştu. Ensâr'dan olan zat:  "Suyu sal da geçsin!" demiş, Zübeyir ise onun bu teklifine razı olma­mıştı. Derken Rasûlullah (s.a.) huzurunda davaya çıktılar. Rasûlullah (ı.a.), Zübeyr'e:

"Ya Zübeyr! Sen sula, sonra suyu komşuna sal!" buyurdu. Ensarh kız­dı ve:

"Yâ Rasûlallah! Bu adam halanın oğlu diye mi böyle söylüyorsun?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in (s.a.) yüzünün rengi değişti ve:

"Yâ Zübeyir! Sula, sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün!" bu­yurdu. Zübeyir, yeminle (4/75) âyetinin bu hususta indiğini söylemiştir.

Hz. Peygamber (s.a.), ilk önce Zübeyir'den komşusuna karşı müsama­halı davranmasını ve sulamanın en az derecesi ile yetinmesini, ondan son­ra da suyu hemen ona salıvermesini istemişti. Ensârî, bunu anlamayıp üs­telik kötü bir şekilde yorunca, bu kez Hz. Peygamber (s.a.), Zübeyr'e şer'î hakkını tam olarak kullanmasını ve toprak suya iyice kanıncaya ka­dar suyu kendisinde tutmasını emretti.

[54] Nisa 4/59.

[55] İbn Kayyim, İ'lâmu'l-muvakkıîn'de şöyle demektedir: Bütün müslüman-lar, meseleyi Allah'a bırakmaktan maksadın, Kur'ân'a başvurmak; Rasû­lullah'a (s.a.) bırakmaktan maksadın da, hayatında iken bizzat kendisine, ölümünden sonra da sünnetine başvurmak olduğu konusunda icmâ etmiş­lerdir.

[56] Mâide 5/92.

[57] Nûr 24/63.

[58] Nisa 4/80.

[59] Haşr59/7.

[60] Mecmau'z-zevâid'de Câbir'den (r.a.) yapılan rivayete göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kime benden bir hadis ulaşır da onu yalanlar­sa, bu haliyle o üç kişiyi yalanlamış olur: Allah'ı, Rasûlünü ve o hadisi kendisine ulaştıranı." Taberânî,  el-Evsatta zikretmiştir.  Senedinde Mahfuz b. Misver vardır. İbn Ebî Hatim onu zikretmiş; fakat hakkında ne cerh ne de ta'dîle delalet eden bir ifade kullanmamıştır.

[61] Hadisin başında: "Haberiniz olsun! Bana Kitap ve onunla birlikte onun gi­bisi de verilmiştir" ifadesi vardır. Sonunda ise: "Haberiniz olsun! Size ehil eşekler, yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanlar, aranızda muahede olan­lara ait buluntu mallar da helâl değildir" ilavesi vardır, bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 (4/200), İmâre, 33; Tirmizî, İlim, 10; Ahmed, 2/367, 4/132.

[62] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 (4/200).

[63] İlgili hadisler daha önce geçmişti [3/372].

[64] Yani son üç örnek.

[65] Sahifede ne olduğu sorulunca: "Diyet, esirin salıverilmesi ve kâfire karşılı müslümanm öldürülmemesi" diye karşılık vermiştir, bkz. Buhârî, İlim, 39

[66] Metinde geçen sarf, nafile; adi de fariza anlamlarına da gelmektedir, Nihâye, 3/24. (Ç)

[67] bkz. Buhârî, Fedâilu'l-Medîne, 1 (2/220) ; Cizye, 10 ; Ahmed, 1/100, 2/126.

[68] Ebu Davud akdiye,11;Tirmizi,ahkam,3;Nesai, Kudat 11, ibn Mace Menasik,38;Ahmed,1/37,5/230,236

[69] Ahmed, 4/146, 156. Hadisin senedinde, güvenilirliği tartışmalı olan Derrâc Ebû's-Semh vardır.

[70] Buhârî, İlim, 34 ; Müslim, İlim, 13. Daha önce geçmişti [1/74].

[71] Çünkü bu söz, terkip bakımından kötü ve Hz. Peygamber'in (s.a.) eşsiz üslubunden çok uzaktır.

[72] Yani Rasûlullah'ın (s.a.) Zübeyir lehine vermiş olduğu hüküm, icmâlî ya da uzaktan da olsa Kur'ân'da var mıdır? Müellif bu sorunun cevabını Dördün­cü Mesele'ye havale etmiştir. Nitekim üçüncü itiraz noktasının cevabını da oraya havale edecektir

[73] İtiraz şöyleydi: Sünnetin terkedilerek sadece Kur'ân'a uyulmasını yeren hadisler vardır. Eğer sünnetin içeriği, Kitap'ta bulunsaydı, o takdirde Kitap ile amel halinde sünnet hiçbir şekilde terkedilmiş olmazdı. (Ç)

[74] Burada müellif şöyle bir itiraza cevap vermektedir: Birinci cevapta ileri sü­rülen husus ikinci itiraz noktası için geçerli değildir, özellikle de sünnet ile Kitab'ın ayrı ayn şeyler olduğunu söyleyen açık hadisler var ve sünnetin ihtiva ettiği ve Kur'ân'da aslı esası bulunmayan konularda bu gayet açık­tır. Nitekim hadislerde yer alan Allah'ın Rasûlünün (s.a.) haram kıldığı da aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir." "Bana Kitap ve onunla birlikte onun gibisi de verilmiştir" ifadeleri bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Müellif bu muhtemel itiraza, büküm itibarıyla sünnetin Kitep'tan farklı olması, onun Kitap'tan müstakil olarak düşünülmesini sahih kılmış­tır; dolayısıyla sünnet, "Kur'ân gibisi" gibi nitelemelere de elverişli hale gelmiştir... diyerek cevap vermektedir.

[75] Onlar görüşlerini "herşeyin Kur'ân'da açıklaması olduğu" noktası üzerine bina etmişlerdi. Bu haddizatında doğru olan birşeydir; ancak bunların al-danmış olduğu husus kendilerini sünnetten müstağni addetmeleri ve Kur'ân'ı kendi arzu ve heveslerine uygun bir şekilde tevillere kalkışmaları­dır.

[76] Yani Kitap'la yetinme ve sünneti terketme konusunda.

[77] Dolayısıyla onu atmadan bahsetmenin bir anlamı yoktur. İster Hz. Pey­gamber'in (s.a.) hata edebileceği, ancak hatası üzerinde bırakılmayacağı ve mutlaka Allah Teâlâ tarafından tashih edileceği görüşünden, isterse onun ictihadlarında hiç hata etmeyeceği görüşünden —ki bu ikincisi onun Ki-tab'a ters düşecek bir hüküm getirmeyeceği konusunda daha da kesin bir görüş olmaktadır—- hangisinden hareket edecek olursak olalım, her iki takdire göre de sünnetin atılmasının bir mânâsı olmaz; zira Kitap ile sün­net arasında çelişki olması mümkün değildir.

[78] Ve bu durumda Kitap sünneti içine almış olur. Bu durumda meselenin aleyhine delil olarak kullanılan bu badis tersine işleyerek lehine bir delil haline dönüşür. Nitekim dördüncü itiraz noktasında da durum aynı olmuş­tu. Müellifin muradı budur.

[79] Mecmau'z-zevâid'de Ahmed ve el-Bezzâr'dan nakledilmiştir. Râvileri, Sahih'in raviteri olmaktadır. Ancak onun rivayeti müellifin buradaki riva­yetinden biraz farklıdır.

[80] Enfâl 8/2.

[81] Zümer 39/23.

[82] Mâide 5/83.

[83] Bu yerinde bir izah değildir. Çünkü hadisin Kur'ân'da olmayan bir mânâyı içermesi, ona zıt olmasını gerektirmez.

[84] Râmuzu'l-Hadîs'te, el-Hâkim'den rivayet edilmiştir.

[85] Burada sünneti de zikretmesi, müeliifın amacına uygun düşmemektedir. Çünkü o, "sünnetin Kitap'ta bulunanlar üzerine yeni birşey getirmediği, bilakis onun sadece bir açıklama olduğu, Kitab'a uygun olanının kabul edi­lip, ona ters düşeninin kabul edilmeyeceği" hususunu delillendirmek iste­mektedir. Dolayısıyla bunun isbati için sadece Kitab'a uygunluktan söz et­mesi gerekirdi.

[86] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/9-21

[87] Nisa 4/115.

[88] Haşr59/7.

[89] Haşr59/7.

[90] Hadis daha önce geçmişti, bkz. [ 3/368].

[91] Nisa 4/119.

[92] Haşr59/7.

[93] Haşr59/7.

[94] ibn Abbâs'tan şöyle dediği rivayet edilir: "İçlerinde bence en üst düzeyde rızaya ulaşmış Hz. Ömer gibi insanların da bulunduğu kendilerinden razı olunan adamlar, benim yanımda, 'Rasûlullah'm (s.a.) güneş doğuncaya kadar sabah namazından sonra, güneş batmcaya kadar da ikindiden sonra namaz kılmayı yasakladiğı'na dair tanıklık etmişlerdir."

[95] Ahzâb 33/36.

[96] Efendisinden çocuk doğuran cariyeler. (Ç)

[97] Nisa 4/59.

[98] Nahl 16/44.

[99] Rasûlullah'ı (s.a.) kastetmektedir. Sünnet Kur'ân'ı tefsir etmektedir. Sünneti işte bunun için rivayet etmektedir.

[100] Meşhur Cibril hadisinde. (Ç)

[101] Bu devlet başkanının, mürtedleri öldürmek gibi şerl hadleri uygulama suretiyle dinin esaslarını koruması yoluyla olur.

[102] Müellif üçüncüsünü zikretmemiştir. Onu da şöyle belirlese sözü tamamlanmış olurdu: 3) Nefsin yok olma açısından korunması yani onu ortadan kal­dırmaya yönelik eylemlere karşı korunması. Bunun için de cezaî hükümler konulmuştur. Ancak müellif kısas ve had cezalarım tamamlayıcı unsurlar­dan mütalaa etmekte, esastan kabul etmemektedir. Nitekim Makâsıd bö­lümünde geçmişti. O zaman üçüncü esas nerede kalmaktadır? Buna şöyle cevap verilebilir. Müellif nefsin bekasının sürdürülmesi esasını iki kısma bölmüştür: 1) Nefsi içeriden koruma, 2) Dışarıdan koruma. Bu ikisi birinci­ye eklendiği zaman hepsi üç eder ve sözde de eksiklik kalmaz.

[103] Had ve kısas cezalarının konması, nefse ârcz olabilecek durumların dikka­te alınması vb. gibi durumlar nefsin korunması ilkesini tamamlayıcı un­surlardan olmaktadır ve hepsi de onun yok olması açısından ele alınmak­ta ve bekâsını sürdürmeyi amaçlamaktadır. Sözü edilen üçüncü tamamla­yıcı unsur işte budur. Gerçi bu tamamlayıcı unsuru buradaki değerlendi­rişi ile Makâsıd bölümündeki değerlendirişi farklı ise de, her biri kendi zaviyesinden sahih olduğu sürece böyle farklı değerlendirmeye mani bir durum yoktur.

[104] Yani nefsin korunması kısmına. Tamamlayıcı unsurları kısmına girer de­meyi de kastetmiş olabilir. Hepsi de —müellifin de dediği gibi— esas ola­rak Kur'ân'da vardır.

[105] Şer'an meşru olan alış-veriş gibi bedelli ve hibe, miras gibi bedelsiz mülki­yeti isbat ve nakleden yollar vasıtasıyla.

[106] Bu durumda ihtiyaç için yeterli olan malı sırf çoğaltmak için yapılan üre­tim zarûriyyâttan olmaz. Bu mânâ metindeki "yefi" kelimesinin aslında "yefnâ" olması gerektiği şeklinde böyledir.

[107] Bu durumda ise zarurî ihtiyaca cevap veremeyecek noksanlıktaki malın nemalandırılması zarurî olacak, fazlası ise korunması zarurî olan kısma girmeyecektir. Bu mânâ metnin "yefî" şeklinde alınmasına göredir. Her iki şekilde de mânâ doğru olmaktadır.

[108] Bu, malın israf, hırsızlık, yangın ve diğer telef edici durumlardan korun­ması şekliyle olmaktadır.

[109] Bu konudaki asıl, malın mülkiyete konu olmasının sahihliği İdi.

[110] İtlaf içermeyen gasp halinde tazir, hırsızlıkta had, itlaf durumunda taz­min söz konusu olur. Bu üç müeyyide, malın mülkiyete konu olması esası­nı korur. Taziri gerektiren durumlardan biri de kumardır; onun hakkında özel bir had gelmemiştir.

[111] Yani iyi ve temiz olan şeylerin yenilmesini, israf ve aşırılığa kaçılmaması-nı vb. bildiren âyetler yoluyla açıklanmıştır.

[112] Alimler, tazir cezasının işlenen suçun cinsine ve vasfına yani büyüklük ve küçüklük durumuna göre belirleneceğini söylemişlerdir. Bu tazir (zecr) hakkında böyledir. îçki cezasında da durum aynıdır. Onun hakkında da Kur'ân'da özel bir nass bulunmamaktadır. Sünnette de onun hakkında belli bir had cezası belirlenmemiştir. Ashap Hz. Peygamber (s.a.) devrinde içki içenleri bazen pabuçlarla, bazen hurma dallarıyla belli bir sayıda ol­maksızın pataklıyorlardı. Seksen sopa şeklinde belirlenmesi ise iftira had­dine kıyas sonucunda olmuştur. Nitekim Hz. Ömer döneminde konu ile il­gili yapılan istişare sırasında Hz. Ali şöyle demiştir: "Kişi içtiği zaman sarhoş olur, sarhoş olduğu zaman hezeyanda bulunur, hezeyanda bulu­nunca da iftira eder."

[113] Namaza nisbetle necasetin "hafife" ve "galîza" diye ikiye ayrılması ve bun­lardan belli bir miktarın namaz kılınan yerde ya da namaz kılanın üzerin­de olması halinde namaza zarar vermemesi böyle bir ruhsatın sonucudur. (Ç)

[114] Yani Kur'ân'da yer alan bu gibi ruhsat hükümleri, güçlüğün kaldırılması genel esasının birer örnekleri mahiyetindedir. (Ç)

[115] Hayvanda bulunan kan -ki necistir- iki büyük boyun damarının kesilerek akıtılması gibi bir işlem olmaksızın tam olarak bedenden ayrılmaz ve böy­lece beden temizlenmiş olmaz. Av, bu ameliye gerçekleşmemekle birlikte helâl kılınmıştır. Bu helâllik güçlüğün kaldırılması ilkesinin gerektirdiği bir ruhsattan başka birşey değildir. Müellif az önce boğazlama ve av hü­kümlerini nefsin korunması ilkesinin tamamlayıcılarından saymıştı.

[116] Talâkın en fazla üç sayısıyla sınırlandırılmasında, kadın için bir kolaylık ve ona dokunacak sıkıntı ve zararın kaldırılması vardır. Çünkü üç defa boşandıktan sonra artık kocası ile ilgisi kalmayacak ve bir başkası ile ev­lenebilme imkânı bulacaktır. Bu ise neslin korunması ilkesine yardımcı olacaktır.

[117] Talâkın bulunmamasında temelde büyük bir sıkıntı ve güçlük vardır ve bunu talâkı meşru görmeyen kavimler çok iyi bilirler. Çünkü talâk da bir tür çözümdür ve yeni evliliklere imkân verir. Zamanımızda göze çarpan aşırı boşama hadiseleri ise dinin özünden kaynaklanmayan, bilakis onun hakem usûlü vb. hükümlerinin ihmalinden doğan ve ahlâkî çöküntünün göstergelerinden biri kabul edilen bir 'olgudur.

[118] Kadının, eşinden mehri ya da belli bir bedel karşılığında ayrılması. (Ç)

[119] Aslında uygun olanı, bunun avın mubah kılınması ve yardımlaşmada ol­duğu gibi nefsin korunması konusunda hâciyyâttan olan şeylerden sayıl-masıdır. Çünkü bununla nefse, onun korunmasını güçlendirecek şekilde bir genişlik getirilmektedir.

[120] Dolayısıyla ruhsat şeklinde akla —ister yenilecek ister içilecek şey ol­sun— zarar verecek şeylerin alınması yoluyla da olsa, nefsin korunması­na öncelik verilir.

[121] Bu ilke Kur'ân'da açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Dolayısıyla Kur'ân zikredilenlerin hepsini kapsamakta ve onlar için küllî bir esas olmakta­dır. Buna rağmen bazıları Kur'ân'da mufassal olarak da gelmiştir

[122] Yani nassla değil de ictihâdla tefemi eden küllî esaslara bağlı şeylerdir.

[123] Bu meyanda Kur'ân ile paralellik arzedecek mahiyette sünnetin belirle­dikleri çok azdır. Geri kalan kısım içtihada bırakılmıştır.

[124] Müslim, Sayd, 15, Afime, 32 ; Tirmizî, Sayd, 9.

[125] En'âm 6/145.

[126] Pislik yiyen başıboş sığır, tavuk gibi hayvan. (Ç)

[127] Ebû Dâvûd, Afime, 24, 33.

[128] Çekirge gibi.

[129] Kabaktan oyulmuş kap. (Ç)

[130] Ziftlenmiş toprak kap, küp. (Ç)

[131] Ağaçtan oyularak yapılmış kap, fıçı. (Ç)

[132] Bu kaplarda şıra (nebîz) tutulmasının yasaklanması sedd-i zerîa ilkesin­den hareketle olmaktadır. Çünkü bu gibi kaplar, içine konulan şırayı ça­bucak şaraplaştırıyordu ve genelde içkiler bu tür kaplarda tutuluyordu, içki yasağı gelince, yasağın iyice yerleşebilmesi için Rasûlullah (s.a.) bu kaplarda şıra tutulmasını dahi yasakladı. Haramlık hükmü iyice  yerleşip, nefisler bu yasak hükmüne artık alışınca bu kapların kullanıl­ması yasağından dolayı sıkıntıya düşülmesi de söz konusu olunca, Rasû-lullah (s.a.) onlara bütün kapların kullanılmasını mubah kaldı; bir kayıtla ki asla sarhoşluk verici bir içki içmeyeceklerdi. Gerekçe varken haram kıl­ma esası galebe çaldırılmış ve bu gibi kaplarda şıra tutulması dahi yasak­lanmıştı. Gerekçe ortadan kalkınca da aslî hüküm olan ibâhalığa dönül­müştü. Bunun ister bir içtihadı tasarruf, ister vahye müstenid olduğunu söyleyelim, söz konusu olan her halükârda Rasûlullah'ın beyanıdır.

[133] Muvatta, Dahâyâ, 8.

[134] Ebû Dâvûd, Eşribe, 5 ; Tirmizî, Eşribe, 3.

[135] Yani bu şekilde elde edilen şıranın yasaklanması, hızla köpük atarak sar­hoşluk verici bir hal alması özelliği sebebiyledir. (Ç)

[136] Buhâri, Zebâih, 2, 7-10 ; Müslim, Sayd, 2, 3, 6 ; Ebû Dâvûd, Edâhî, 23.

[137] Ebû Dâvûd, Edâhî, 22.

[138] Buhârî, Zebâih, 2, 3 ; Müslim, Sayd, 1-3 ; Ebû Dâvûd, Edâhî, 22.

[139] Daha önce geçti. bkz. [3/86].

[140] Hadis için bkz. Buhârî, Hudûd, 23 ; Ahkâm, 29 ; Ebû Dâvûd, Talâk, 34 ; Nesâî, Talâk, 43. "Çocuğun yatak sahibine ait olacağını ve zina edenin ise mahrum kalacağını" ifade ettikten sonra Şevde bt. Zem'a validemize, Zem'a'nın olduğuna hükmedilen kişinin yanında örtünmesini emretmiş­tir. Çünkü yargıya göre her ne kadar bunlar kardeş oluyorlarsa da, çocuk Utbe'ye açık bir şekilde benziyordu. Bu durumda Rasûlullah (s.a.), bir ta­raftan çocuğu yatak sahibine hükmederken, mahremiyet konusunda da zina edene hükmetmiş oluyor ve böylece ihtiyatlı hareket etmiş oluyordu.

[141] Ebû Dâvûd, Edâhî, 22.

[142] Ebû Dâvûd, Taharet, 34 ; Tirmizî, Taharet, 49.

[143] Kullanılan bu kuyudan su çekerken içinden bazı pis maddeler de çıkmakta idi. Durumu Rasûlullah'a ilettiklerinde, suyun yaratılıştan temiz olduğu­nu ve onu hiçbir şeyin pis kılamayacağını beyan buyurdu. Diğer rivayet­lerde "Rengi veya tadı veya kokusu değişmedikçe" ilavesi bulunmaktadır. Bu durumda pis olduğuna dair bir belirti —ki bu renk, tad ya da koku­dur— bulunmadıkça hüküm temizlik tarafına ait olacaktır.

[144] Yani silahla veya av hayvanı vasıtasıyla vurulan ve hemencecik orada öle­ni ye. (Ç)

[145] bkz. Nihâye, 3/45.

İçinden pis maddelerin çıkmasına rağmen suyun temizlik hükmüne katıl­ması ile avın haramlık hükmüne katılması arasında şu benzerlik vardır: Rasûlullah (s.a.) her iki konuda da asıl olan ile amel etmiştir. Suda asıl olan temizliktir. Avda ise asıl olan haramlıktır; çünkü onda şer"î usûlüne uygun bir boğazlama işlemi yoktur. Dolayısıyla avın helalliği, aslın hilafı­na bir takım şartlara bağlı olarak tanınan bir ruhsattır. Dolayısıyla bu şartların tahakkuk etmemesi halinde asıl ile hareket edilerek onun ha­ramlık hükmüne katılması yoluna gidilmiştir.

[146] Tirmizî, Radâ', 4 ; Ahmed, 4/7, 8. Ukbe b. Haris, Ebû İhâb'ın kızı ile evle­nir (veya evlenmek ister) ve bir kadın gelerek hem Ukbe'yi hem de evlen­diği kadım emzirdiğini söyler. Ukbe doğru Medine'ye gider ve durumu Rasûlullah'a (s.a.) arzettikten sonra aldığı cevap üzerine kadından ayrılır. Bu olay hakkında şöyle bir yorum yapmışlardır: Rasûlullah (s.a.) burada takva ve vera ile hareket etmeye, zayıf da olsa şüpheli şeylerden kaçınma gereğine irşadda bulunmuştur. Çünkü Sâri' Teâlâ, kadının süt haramlığı konusundaki iddiasının dinlenmesi için bazı şartlar koymuştur ve bu şart­lar bu olayda mevcut bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu olayda şartların gereği olarak kadının sözünün dikkate alınmaması ve bu evliliğin haram-lığına hükmedilmemesi gerekirdi. Buna rağmen Rasûlullah'ın {s.a.} ayrıl­malarını istemesi, şüpheli şeylerden kaçınılması gereği ilkesinin bir sonu­cu olmuştur.

[147] Meselâ velisiz aktedilen ve henüz zifaf gerçekleşmeyen nikâh gibi. Böyle bir nikâhta, zifaftan önce talâkın vuku bulması halinde herhangi bir şey gerekmemektedir. Zifaftan sonra talâkın vukubulması halinde ise durum­da ve hükümde her iki aslın hükmüne katılmaktadır.

[148] Tirmizî, Nikâh, 14 ; Ebû Dâvûd, Nikâh, 9 ; Ahmed, 6/166.

[149] Ebû Dâvûd, Tahâre, 41; Tirmizî, Tahâre, 52 ; İbn Mâce, Tahâre, 38.

[150] İbn Mâce, Sayd, 9 ; Ebû Dâvûd, Afime, 31.

[151] Mâide 5/45.

[152] Nisa 4/92

[153] Kıyas mecrasına sokulabileceklerle ilgili dördüncü misalde.

[154] Teysîr sahibi hadisin şerhi konusunda şunları söylemiştir: "Gurre", A-rapça'da köle ya da cariye demektir. Fukahâya göre ise, değeri diyetin on­da birine ulaşan köledir.

[155] Ebû Dâvûd, Edâhî, 18 ; Tirmizî, Sayd, 10.

[156] Nisa 4/11.

[157] Câbir hadisinde belirtildiğine göre, Sa'd b. er-Rabî'in karısı iki kızıyla bir­likte Rasûlullah'a (s.a.) gelmiş ve çocukların amcasının kardeşinin malı­nın tamamını aldığını, kendilerine bir şey vermediğini söylemişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) iki kız için üçte ikinin, anneleri için sekizde bi­rin, kalanın da amcanın olacağına hükmetti.

[158] Bu genelleme ceninin düşürülmesi durumunda gurre ödenmesi hükmü konusunda açık değildir. Çünkü bu hükümde ne can diyeti, ne de organ diyeti ödenmemekte, nevi şahsına münhasır bir hüküm olmaktadır.

[159] Dokuzuncu Mesele'de. Orada şeriatın sadece belirli şahıslar ya da kesim­ler için olmadığı ve bütün insanlar için genel olduğu geçmişti. Burada ise hakkında hüküm bulunan mânâya (illet) dayandırılan bir umumîlik söz konusu olmaktadır. Meselâ "hamr" kelimesinin —her ne kadar sıfat itiba­rıyla kapsamasa bile— mânâ itibarıyla "nebîz"e de şamil olduğunu söyle­yerek, onun da haram kabul edilmesi gibi.

[160] Bu tabiî ki Rasûlullah'ın (s.a.) ictihâd edebileceği ve bu meyanda kıyas ya­pabileceği görüşüne dayanmaktadır. Bazıları ise Rasûlullah'ın (s.a.) ictihâd edemeyeceğini ve onun her sözünü vahye dayandırmak zorunda olduğunu söylerler.

[161] ikinci Mesele'de. Orada sonuç itibarıyla kesin bir asla çıkan zannînin, kat'înin hükmünü alacağı belirtilmişti.

[162] Öyle anlaşılıyor ki bundan maksadı İslâm döneminde aktedilen ribâ mua­meleleridir. Çünkü teşrîe konu olan budur. Cahiliye döneminde aktedilen ribâ da buna katılmıştır.

[163] Bakara 2/275.

[164] Bakara 2/279.

[165] Bu hadis Veda hutbesinde söylenmiştir.

Bu tasarruf Rasûlullah'tan (s.a.) ya kıyas yoluyla ya da zihinlerimizde kı­yas mecrasında cari olan vahiy yoluyla sadır olmuştur. Buraya kadar ola­nın, hükmü belli olan iki uç tarafın hükmü arasında gidip gelen şeyler hakkında örnek olması mümkündür. Şöyle ki Allah Teâlâ ribâyı haram kılmıştır. Yine O: "İnkâr edenlere, eğer vazgeçerlerse, geçmişlerinin bağış­lanacağını... söyle" (Enfâl 8/38) buyurmuştur. Bu durumda cahiliye ribâsı, affedilen ve akdi yürürlükte olanla, bâtıl olup akdi geçersiz olan, yani her ne kadar akdin mücerred husulü affedilmiş, olsa bile geçerli olma­yacak ve üzerine herhangi bir hüküm terettüp etmeyecek bir tasarruf ara­sında mütereddit kalmıştır. İşte Rasûlullah (s.a.) onu da diğer ribâ çeşitle­ri arasına katmış ve iptal etmiştir. Buna göre, zihinlerimizde kıyas mecra­sında câri olan kısma ilk örnek "Durum böyledir ve bu nasslarda söz ko­nusu olan yasak, karşılıksız olan bir fazlalık yüzündendir. ..." diye başla­yan sözü olacaktır. Bu izah daha önceki sözüne de uygun olmaktadır. Ke­za ribâ için illet olmaya elverişli şeyi zikrederken, cahiliye ribâsmda illet olacak şeye işarette bulunmamıştır. Gerçi müellif, hükmü belli iki uçtan birine katma ile ilgili sözü tamamlamış ve burada kıyas mecrasında carî olan kısma geçmişse de, yaptığımız izah daha makul gözükmektedir.

[166] Yani mübadele edilen her iki malın da elden ele karşı tarafa verilmeyip, bir tarafın tecil edilerek ertelenmesi hali. (Ç)

[167] Burada şöyle bir itiraz yöneltilebilir: Bazen bu denilen sakınca olmayabi­lir. Meselâ iyi kalitede olan az buğdayın, düşük kalitede olan fazla miktar­daki buğdayla satışında olduğu gibi. Bir taraf miktar olarak fazlalık alır­ken, Öbür taraf da kalite üstünlüğüne sahip olmaktadır. Dolayısıyla karşı­lıksız bir fazlalık yoktur, denilebilir. Ancak burada da, hangi tarafın kârlı çıkıp, hangi tarafın kaybettiği bilinmeyecek kadar bir aldanma (gabin) du­rumu vardır ve böylesi bir gabinde akdin yasak olmasını gerektirir. Başka âlimler bu yasağı, müelliften farklı olarak sedd-i zerîa ilkesi ile talil et­mişlerdir.

[168] Yani illeti ve altın, gümüş ve gıda maddeleri ile diğer maddeler arasında­ki   ayırımın hikmeti tam olarak kavranamamıştır. Neden bu iki grup maddelerin kendi cinsi ile mübadelelerinde fazlalık ve nesîe ribâları doğu­yor da,_ diğerlerinin mübadelelerinde doğmuyor? Bu konuda İbnu'1-Kay-yim'in İ'lâmu'l-muvakkiîn adlı eserinin ikinci cildine bkz. Orada sadra şifa verici yeterli bilgi bulunmaktadır.

[169] Bu meyandaki açıklamalardan sayılabilecek bir uygulama da şöyledir: Rasûlullah (s.a.) iki köle karşılığında bir köle satın almıştır. Bir başka uy­gulamada _ord un un donatımı için yeterli deve kalmayınca, Abdullah b. Amr b. el-As'a gelecek senenin zekât develerinden Ödenmek üzere iki deve karşılığında bir deve olacak şekilde deve alınmasını emretmiştir.

[170] Müellif kesin olarak kıyastandır gibi bir ifade yerine böyle bir ifadeyi kul­lanmayı tercih etmiştir. Çünkü ifade ettiği gibi bu konu, mânâsı açıklık kazanmamış en kapalı konulardan biridir. Belki de konu bir illete mebnî olmayıp tamamen taabbudîdir ve o zaman kıyasa mahal olması düşünüle­mez. Sonra bu açıklama, Rasûlullah'm (s.a.)   ictihâd edemeyeceği görü­şünde olanlara göre sadece vahye dayalı da olabilir. Veya Rasûlullah'm ictihâd edebileceği görüşüne göre bir kısmı vahye müstenid, bir kısmı ise kıyasla olabilir.

[171] Yani anne üzerine nikâh aktedip, zifaf gerçekleşmeden önce boşaması ve kızı ile evlenmesi hali kastedilmektedir. Eğer böyle bir durum yoksa yani kız üzerine akit yapılmış veya anne ile zifaf gerçekleşmişse, bu durumda anne ya da kızla evlenmek ebedî olarak haram olacağından haramlığın cem durumuna tahsisinin bir anlamı olmaz.

[172] Nisa 4/24.

[173] Daha önce geçmişti bkz. [3/192].

[174] Ebû Dâvûd, Tahâre, 41; Tirmizî, Tahâre, 52 ; İbn Mâce, Tahâre, 38.

[175] Nisa 4/11.

[176] Nisa 4/11.

[177] Nisa 4/176.

[178] Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9, 15 ; Müslim, Ferâiz, 2, 3.

[179] Nisa 4/23.

[180] Çünkü konu içtihada bırakıldığı zaman, tereddüde mahal olacak ve boş­luk doğacaktır.

[181] Tirmizî, Radâ', 1 ; Ahmed, 2/182.

[182] Bakara 2/126.

[183] Ankebût 29/67.

[184] Rasûlullah (s.a.) bu duasının yanında Medine'nin sâ'ma, müddüne (ölçü âletleri) de bereketli olması için de duada bulunmuştur. Medine'nin sıkın­tılarına katlanan kimseler için kıyamet gününde kendisinin onlara şefaat­çi ve tanık olacağını ifade buyurmuştur.

[185] Müslim, Hacc, 459 ; Ahmed, 1/181.

[186] Müslim, Hacc, 460.

[187] Buhârî, Medine, 1; Müslim, Hacc, 469.

[188] Buhârî, Medine, 1.

[189] Hacc 22/ 25.

[190] Bakara 2/282.

[191] Buhârî, Hayz, 6 ; Müslim, îmân, 132. Dinî noksanlıktan maksat da kadı­nın hayız sebebiyle bazı dinî yükümlülükleri eda edememesidir.

[192] İbn Abbâs, Rasûlullah'ın yemin ve bir şahitle hükümde bulunduğunu söy­lemiştir.

[193] Âl-i İmrân 3/77.

[194] Yûsuf 12/72.

[195]  "Cu'l" ya da "ceâle", bir işin yapılması karşılığında konulan ödüldür. Meselâ, kaybolan bir deve hakkında: "Kim devemi bulur getirirse ona şu kadar para vereceğim" denilmesi gibi. (Ç)

[196] Nisa 4/6.

[197] Tevbe 9/60.

[198] İcâre-i ademî konusunda Kur'ân'da en açık olanı radâ yani süt annelik üzerine yapılan icaredir. Hatta bazıları: "Kur'ân'da caiz olan icare sadece sütannelik hakkında gelmiştir" demişler ve: "Çocuğu sizin için emzirirler-se, onlara ücretlerini ödeyin" (Talâk 65/6) âyetini delil olarak kullanmış­lardır

[199] Bunu izah sadedinde şöyle demişlerdir: Peygamberlik süresi yirmi üç se­nedir. Bunun ilk altı ayı sâdık rüya şeklinde olmuştur. Bu dönemin, nü­büvvetin tümüne nisbeti de kırk altıda birini teşkil etmektedir. Bu izah, her ne kadar bazılarını tatmin etmese de açıktır. Sonra Rasûlullah'm (s.a.) çoğu zaman ashabına: "Rüya göreniniz var mı?" diye sorması ve an­latılan rüyaları yorması da, diğer rüyaların onun tarafından Kur'ân'da ge­çen rüyalara katıldığı anlamına gelir.

[200] Meselâ rüya ve hulm yani düş ayırımı yapmış ve rüyanın Allah'tan, düşün de şeytandan olduğunu söylemiştir.

[201] Daha önce geçti bkz. [2/46).

[202] İkinci Mesele'de [3/16] . Orada bu hadisi, kat'î bir asla çıkan şer'î zannî de­lil kabilinden saymıştı. Çünkü bu mânâ şeriatın cüz'i külli pek çok yerin­de bulunmaktadır. Sünnet, çeşitli yerlerde dağınık olarak işlenen bu mânâyı genel bir prensip halinde vaz'etmişti. Bu yaklaşım sanki dağınık olanların birleştirilmesi ve cüzilerden külliye ulaşılması ve detayların ic­mali anlamındadır. Bu durumda bu yaklaşım, diğer yaklaşımların tersine bir görünüm arzetmektedir. Biraz düşünülünce, bunun nadir olduğu ve bu yaklaşımın asıl meselede savunulan teze yalnız başına temel teşkil edebi­lecek durumda olmadığı, bunun ancak diğer yaklaşımlarla birlikte ele almdığı zaman mümkün olabileceği görülecektir. Eğer müellifin maksadı tezi isbat için bu yaklaşımlardan her birinin yalnız başına yeterli olduğu­nu ifade ise, bu ancak üçüncü (c) yaklaşımda tam olarak, ikinci (b) yakla­şımda ise biraz zorlama ile ortaya çıkmaktadır. Birincide ise ancak kas­tettiği yol üzere ortaya çıkacaktır. Diğerlerinde ise, meselenin isbatı için bunlar yalnız başlarına yeterli ve ortaya çıkacak müşkilleri giderebilecek durumda değildir. Bizzat müellif de altıncı yaklaşıma nakıs olduğu gerek­çesi ile itiraz etmiştir. Oysa ki onunla ilgili on tane örnek vardır ve bu ko­nuda daha başka hadisler olduğunu belirtmiştir. Hal böyle iken tek bir ör­neği bulunan bu beşinci yaklaşım yalnız basma tezin isbatı için nasıl ye­terli olabilir? Ancak ilk beş yaklaşımın birlikte ele alınması kastediliyor-sa, o zaman böyle bir itiraz varid değildir

[203] Bu altıncı yaklaşım, geçen ikinci yaklaşımdan daha husûsi bir anlam ta­şımaktadır. Orada söz konusu olan âlimlerce yaygın olarak bilinen ve is­tenilen ya da yasaklanılan şer'î bir hakikatin veya şartlarının veya keyfi­yetinin vb.   beyanı mahiyetindedir. Burada sözü edilen ise, sadece müc­mel olan lâfzın lügavî vaz1 açısından beyanı hakkındadır.

[204] Yani geçen beş yaklaşımdan hareketle değil.

[205] Buhâri, Tefsîru sureti 65/1 ; Müslim, Radâ', 66-72 ; Ebû Dâvûd, Talâk, 4.

[206] Talâk 65/1.

[207] Buhârî, Talâk, 41 ; Müslim, Radâ', 103 ; Ebû Dâvûd, Talâk, 39.

[208] Talâk 65/1.

[209] Bakara 2/234.

[210] Talâk 65/4.

[211] Bakara 2/59.

[212] İsrailoğullarına: "Şu şehre girin, orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, secde ederek kapısından girin 'hıtta'yani "bağışla' deyin..." (2/58) denmiş, onlar ise tahıl anlamına gelen "Habbe fî şa're" diyerek kendilerine emredilen sö­zü değiştirmişler ve şehre secde yerine kıçları üzerine sürünerek girmiş­lerdir, bkz. Buhârî, Tefsîru sureti 2/5 ; Müslim, Tefsir, 1.

[213] Bakara 2/125.

[214] Bakara 2/158.

[215] Ebû Dâvûd, Menâsik, 56 ; Tirmizî, Hacc, 38 ; Nesâî, Hacc, 161,166.

[216] Mü'min 40/60.

[217] Tirmizî, Tefsîru sureti 2/16, 40. Âyetin devamı: "Bana ibâdet etmeyi bü­yüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir" şek­lindedir. (Ç)

[218] Âyetteki "Tan yerinde" kaydı, mânânın birçok sahabeye kapalı kalması ve zahirin murad olduğunun anlaşılması üzerine sonradan inmiştir. Bu ka­yıt olmaksızın ilk indiğinde, bazı sahâbîler ayaklarına beyaz ve siyah ol­mak üzere iki iplik bağlıyor ve ona bakarak imsak vaktinin girip girmedi­ğini Öğrenmeye çalışıyorlardı. Birisi de —ki Adiyy b. Hâtem'dir— yastığı­nın altına beyaz ve siyah iki iplik koyar ve vaktin girip girmediğini anla­mak için ona bakarmış.  Sonra Rasûlullah'a onların sahici iplikler mi ol­duğunu sorunca ona (anlayışının kıt olduğunu ima ile) "Şüphesiz senin yastığın (veya ensen) çok enlidir. Aksine maksat gündüzün aydınlığı ile, gecenin karanlığıdır" şeklinde cevap vermiştir. Bundan sonra "Mine'1-fecr = Tan yerinde" kaydı inmiştir ve böylece beyaz ve siyah iplikten maksa­dın gündüz ile gece olduğunu anlamışlardır. Eğer âyet daha başta bu şe­kilde inmiş olsaydı, o zaman ne Adiyy yastığının altına beyaz ve siyah ol­mak üzere iki iplik koyar, ne de konu ile ilgili soru soran olurdu. Bu iti­barla eğer müellif örnek verirken âyeti ilk haliyle "Tan yerinde" kaydı ol­maksızın alsaydı, daha açık ve konuya daha uygun olurdu.

[219] Bakara 2/187.

[220] Buhârî, Tefsîru sureti 2/28 ; Müslim, Sıyâm, 33.

[221] Buhârî, Tefsîru sureti 2/42, Cihâd, 98; Müslim, Mesâcid, 202 ; Ebû Dâvûd, Salât, 5.

[222] Âl-i İmrân 3/185.

[223] Buhârî, Cihâd, 73 ; Tirmizî, Tefsîru sureti 3/22. Bu örnek açık değildir. Çünkü bunda Kitap'ta yer alan bir kelimenin lügat açısından bir tefsiri bulunmamaktadır.

[224] Buhârî, Edeb, 6 ; Müslim, îmân, 143.

[225] Nisa 4/31.

[226] Yani altıncıdan önce geçen beş yaklaşımın.

[227] Hadisin başında: "Haberiniz olsun! Bana Kitap ve onunla birlikte onun gi­bisi de verilmiştir " ifadesi vardır. Sonunda ise: "Haberiniz olsun! Size ehlî eşekler, yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanlar, aranızda muâkade olan­lara ait buluntu mallar da helâl değildir " ilavesi vardır, bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 (4/200), İmâre, 33 ; Tirmizî, İlim, 10 ; Ahmed, 2/367, 4/132

[228] Enfâl8/72.

[229] Nisa 4/141.

[230] Haşr 59/20.

[231] Çünkü eşit olmama alanı âyetin devamındaki: "Kurtuluşa ermiş kimseler cennetliklerdir" buyruğu ile belirtilmektedir.

[232] Sahifede ne olduğu sorulunca: "Diyet, esirin kurtarılması ve kâfire karşı­lık müslümanın öldürülmemesi" diye karşılık vermiştir, bkz. Buhârî, İlim, 39. Sahifenin muhtevası geniş olarak daha önce geçmişti [4/16-17]. (Ç)

[233] Yani diyet ile esirin kurtarılmasını. (Ç)

[234] Bakara 2/178.

[235] Ra'd 13/25.

[236] Nahl 16/72.

[237] Müslim, îmân, 122.

[238] Müslim, îmân, 124.

Müellif, Hz. Ali'nin sahifesinde yer alan develerin yaşlarına değinme-miştir. Keza, Zübeyr lehine verilen hükme itiraza karşı cevaba da temas etmemiştir. Oysa ki daha önce buna değineceğini söylemişti. Ancak şöyle denilebilir: Bu, hükmü belli iki uçtan birine kıyas ya da ictihâd yoluyla katma demek olan dördüncü yaklaşım içerisinde mündemiç bulunmakta­dır. O yüzden de aynca temas etme gereği duymamıştır.

[239]  Çünkü Muâz, sünnete baş vurduğu zaman, o konunun aslının Kur'ân'da olmadığım söylememiştir. Bilâkis onun sözü şunu ortaya koymaktadır: Hükmü açık olarak Kitap'ta bulamadığı zaman, onu açıklamak üzere sün­nete, onda da olmazsa içtihada başvuracaktır. Onun sözünden anlaşılan mânâ işte budur ve bu istikra yoluyla ortaya konulan üçüncü itiraz sade­dinde zikredilen en son sorunun da cevabı olmaktadır.

[240] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/21-51

[241] Yani, sünnetin aslının Kur'ân'da bulunduğu ve sünnetin de Kur'ân'm be­yanı olduğu kaidesinin bidüziyeliği ve küllîliği, sadece yükümlülüklerle il­gili konulara nisbetledir. Bunların dışında kalan kısma gelince, öyle de olabilir, olmayabilir de. Yani yükümlülükle ilgili olmayan ve sünnette yer alan herhangi bir şey için Kur'ân'da bir asıl bulunmayabilir ve bu durum­da sünnet, onun beyanı durumunda ancak birinci yaklaşım üzere olabilir. Meselenin sonunda bu noktaya işaret edilecektir.

[242] Bakara 2/58.

[243] bkz. Buhârî, Tefsîru sureti 2/5 ; Müslim, Tefsir, 1.

[244] Bakara 2/143.

[245] Bakara 2/143.

[246] Âl-İİmrân 3/110.

[247] Ahmed, 5/3.

[248] Âl-i İmrân 3/169.

[249] Ebû Dâvûd, Cihâd, 18.

[250] En'âm 6/158.

[251] Kıyamet alâmeti olmak üzere yerden çıkacak bir yaratik. (Ç)

[252] Müslim, îmân, 249.

[253] A'râf 7/172.

[254] Tirmizî, Tefsîru sûre 7/3.

[255] Buhârî, Enbiyâ, 19 ; Tefsîru sûre 12/5; Tirmizî, Tefsîru sûre 12/1; İbn Ke­sir, 2/454.

[256] Tirmizî, Tefsîru sûre 15/3. "Sebu'l-mesânî" burada namazın her rekatinde tekrarlanan yedi âyet anlamındadır.

[257] Tirmizî, Tefsîru sûre 15/4 ; Ahmed, 5/114.

[258] İsrâ 17/101.

[259] Bunlar: Asâ, el, kuraklık yılları, deniz, tufan, çekirge, bit, kurbağa, kandır.bkz. İbn Kesîr, 3/66. (Ç)

[260] Kehf sûresi ile ilgili tefsirlere bkz.

[261] Sâffât 37/79.

[262] Buhârî, Enbiyâ, 8.

[263] Buhârî, Enbiyâ, 8, 48; Müslim, Cennet, 56.

[264] Enbiyâ 21/104.

[265] Hacc 22/1.

[266] İbn Kesîr, 3/204. el-Âlûsî tefsirinde İmrân b. Husayn'dan şöyle nakleder: "Doğrusu kıyamet gününün sarsıntısı   büyük şeydir; fakat bu sadece Al­lah'ın azabının çetin olmasındandır" âyeti indiğinde Rasûlullah seferde idi ve bu Benî Mustalık savaşı oluyordu. "O günün hangi gün olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar da: Allah Teâlâ ve Rasûlü daha iyi bi­lir" dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "O öylesi bir gündür ki, Allah Teâlâ, Adem'e: 'Cehennemlikleri oraya gönder!' buyurur" dedi.

[267] İbn Kesîr, 3/218. "Atık" âzâd edilmiş anlamında olup, Nuh tufanında bat­maktan âzâd edildiği için, ya da zorbaların tasallutunda kalmaktan âzâd edildiği için bu isimle isimlendirilmiştir. (Ç)

[268] Nitekim İkinci Tarafın Yedinci Mesele'sinde, Kitap'tan asıl maksadın bu olduğu açıklanmıştı.

[269] Meselâ, Buhârî'de bu konuya örnek olabilecek özellikte hadisler bulunmak­tadır. Bunlar husûsiyle Tefsir, Bed'ü'1-halk ve Enbiyâ adlı kitaplarda yer almaktadır.

[270] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/51-54

[271] Söz ile fiil arasındaki farklardan biri şudur:   Fiil, bir başka fiille tearuz ederek onu nesh ya da tahsis etmez. Çünkü fiillerin umûmları yoktur, do­layısıyla fiiller arasında tearuz düşünülemez. Tearuz, ancak sözler arasın­da ya da fiil ile söz arasında düşünülebilir.

[272] Yani fiil ve terkten.

[273] Yani fiilinin, vücûb, nedb ya da ibâhaya husûsî olarak delâlet etmesi gibi.

[274] Bu konuda usûlcüler dört görüşe ayrılmışlardır. el-Âmidî, "Eğer fiilde kurbet yani Allah'a yaklaşma kasdı açık değilse, o zaman işlenen fiil, üçü arasında müşterek olan nokta hakkında delil olur. Eğer kurbet kasdı açıksa, o zaman vücup ile nedb (mendûpluk) arasında müşterek noktaya delâlet eder " şeklindeki görüşü tercih etmiştir. Îbnul-Hâcib ise şöyle de­miştir: "Eğer kurbet kasdı açıksa, tercihe şayan olan görüşe göre o fiil nedb içindir. Aksi takdirde ise fiil, ibâha (mübahlık) içindir."

[275] Çünkü cibillî davranışlarının sadece mübahlık bildireceği konusunda tar­tışma yoktur.

[276] Burada "fiil" sözcüğü, sözün karşıtı olan fiil anlamından daha kapsamlı kullanılmaktadır. Bu yüzden Rasûlullah'ın (s.a.) zina ikrarında bulunan kimsenin ikrarını onaylaması, fiil sayılmıştır.

[277] Daha önce bundan "kefT yani "el çekme" diye söz edilmişti.

[278] Buhârî, Hibe, 12; Müslim, Hibât, 9.

[279] Bilindiği gibi şahitliğin biri tahammül, diğeri de edâ olmak üzere iki tara­fı vardır. Burada söz konusu olan tahammül tarafıdır. Zira mubah olma­yan bir şeye şahitlikte bulunmak (tahammül) mekruhtur. Burada murad şahitliğin yerine getirilmesi {edâ) değildir. Çünkü edada şahitliğin gizlen­mesi mutlak surette caiz değildir. Bir rivayete göre ise, bu hibe işlemini iptal etmiştir. O takdirde şahitliği terki şehadete mahal bulunmadığı için olacaktır. "Benden başkasını şahit tut" şeklindeki rivayete göre şehadet mahalli mevcut bulunmakta; ancak şahitlik mercûh ve mekruh olmakta­dır. Bu yüzden de, her ne kadar tasarruf geçerli ise de bizzat kendileri şa­hitlikte bulunmamışlardır ve o zaman hadis konumuza örnek olmaktadır.

[280] Yani hakkında izin bulunmayan şeye terk kaidesinin tatbiki açıktır. Ter­kin örnek getirmeye ihtiyaç duyulmayan mutlak kısımdan olması ile hibe örneğinde olduğu gibi belli bir hale Özel olması arasında bir fark yoktur. Çünkü Rasûlullah'ın (s.a.) terketmiş olduğu şeyde asıl olan, o şeyin işlen­mesine izin verilmeyen bir şey olmasıdır. Ancak, caiz olmasına rağmen terkin gerçekleşmiş olduğu bazı durumlar da olmaktadır. İşte bundan sonra müellif onları ve gerekçelerini zikredecektir

[281] Buhârî, At'ime, 10, 14.

[282] Rasûlullah'a (s.a.) bir tencere getirildi. İçinde sebze yemeği vardı. Onda bir koku duydu ve ne olduğunu sordu. İçinde kerih koku veren (soğan ve sarımsak) olduğunu söylediklerinde kendisi yemedi ve onu ashabından bi­rine vermelerini işaret etti ve ona: "Sen ye! Çünkü ben senin münâcâtta bulunmadığın kimselerle münâcâtta bulunuyorum" buyurdu.

[283] Daha önce geçmişti bkz. [2/137].

[284] Buhârî, Mevâkît, 24 ; Müslim, Taharet, 43.

Rasûlullah'ın (s.a.) bu iki şeyi sırf farz olur endişesiyle terketmiş olduğu açık değildir. Zira o, sadece meşakkat endişesini açıklamış, farz olma kay­gısından söz etmemiştir.

[285] Buhârî, Mevâkît, 20-24 ; Müslim, Mesâcid, 218. Birinde Rasûlullah (s.a.) yatsıyı geç bir vakte bıraktı.   Ömer çıktı ve: Tâ Rasûlallah! Namaz, na­maz! Kadınlar ve çocuklar uyudu" dedi. Rasûlullah (s.a.) , başından su damlayarak çıktı ve şöyle diyordu: "Eğer ümmetime meşakkat verecek ol­masaydım..."

[286] Hadisin tamamı şöyle: Hz. Aişe anlatıyor: Bir defa yanımda Buâs ezgileri okuyan iki cariye varken, içeriye Rasûlullah (s.a.) girdi ve yatağa uzana­rak yüzünü çevirdi. Derken Ebû Bekir girdi. Hemen beni azarladı ve: "Rasûlullah'ın (s.a.) yanında şeytan düdüğü mü?" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.), ona dönerek: "Bırak onları!" dedi. Onun zihni dalınca, ben cariyelere işaret ettim; onlar da çıktılar. O gün bayram idi- bkz. Buhârî, Iydeyn, 2 ; Müslim, Iydeyn, 19.

[287] İbn Asâkir, Enes'ten rivayet etmiştir, bkz. Nihâye, 2/109.

[288] Ahzâb 33/51.

[289] Diğer bir kısım müfessirler âyeti boşamak ya da tutmak anlamında almış­lardır. "Yani istediğini boşar, istediğini yanında tutabilirsin..." şeklinde. Bir kısım müfessirler ise âyetin her iki mânâyı da içerdiğini söylemişler­dir.

[290] Bu kimse Zül-Huveysıra'dır. Kendisi münafıklardandı. Nehrevân günün­de Hz. Ali'nin elinde Haricîler arasında iken öldürülmüştür.

[291] Buhârî, Menâkıb, 25 , Mürteddîn, 7 ; Müslim, Zekât, 142, 148 ; İbn Mâce, Mukaddime, 12.

[292] bkz. Buhârî, Meğâzî, 41; Ebû Dâvûd, Diyât. 6. Kendisine: "Onu öldürelim mi?" diye sorduklarında Rasûluilah (s.a.); "Hayır!" cevabını vermiştir. Ba­zı rivayetlerde: "Onu cezalandırmadı" ifadesi vardır. Beyhakî'nin bir riva­yetinde ise onu öldürmelerini emrettiği ifade edilmektedir. O zaman bu iki farklı rivayet arası şöyle bulunabilir: Rasûlullah (s.a.) kendi hakkı se­bebiyle kadını Önce affetmişti. Zehirlediği etten yemesi yüzünden Bişr b. el-Berâ ölünce, Rasûlullah (s.a.) daha sonra kısas olmak üzere kadının öl­dürülmesini emretmiştir.

[293] Müslim rivayet etmiştir.

[294] Yani müslümanlıklan köklü olmuş olsaydı. (Ç)

[295] Buhârî, Hacc, 42 ; Müslim, Hacc, 405.

[296] Yani, terkin mahallinin hakkında izin bulunmayan alan olduğu esası.

[297] Yani, bu esasen bir terk sayılamaz. Çünkü Rasûlullah'ın (s.a.) bir şeyi onaylaması, o şeyi bizzat işlemesi gibidir. Bizzat kendi sofrasında yenme­sini onayladığına göre bu, terke örnek olabilecek Özellikte değildir. Sonra burada söz konusu olan cibillî bir davranıştır. Böyle bir davranışın ise esasen burada yeri yoktur. Nitekim daha önce de işaret edilmişti.

[298] Ve bu hüküm belli bir hale özel de olmayıp sürekli ve mutlaktır.

[299] Nitekim hadiste: "Kim sarımsak ya da soğan yerse, bizden uzak dursun veya mescidimizden uzak dursun" buyurulmuştur. bkz. Buhârî, Ezan, 160, Afime, 49 ; Ebû Dâvûd, Afime, 40.

[300] Yani, Mubah bahsinde ortaya konmuştu. Cüz itibarıyla hakkında bir sa­kınca olmayan şeyler, küll itibarıyla ele alındıklarında yasak konusu ol­makta idiler. O yüzden müellif, "O yasaktır" deme yerine, "aslında yasak olan bir esasa çıktığı" ifadesini kullanmayı yeğlemiştir.

[301] Yani, "Ebrâr zümresinden olan kimselerin iyilikleri, mukarrabîn zümre­sinden olanların kusurları sayılır."

[302] İbn Mâce, Nikâh, 47.

[303] Hûd 11/36.

[304] Buhârî, Enbiyâ, 8.

[305] Nûh 71/26.

[306] Hûd 11/36.

[307] Sâffât 37/79.

[308] Enbiyâ 21/63.

[309] Sâffât 37/84.

[310] Enbiyâ 21/51.

[311] Buhâri, Enbiyâ, 8.

[312] Yani aslında terk mahallinin işlenmesine izin verilmeyen şeyler olduğu esası.

[313] Onsekizinci Mesele'de. Orada şöyle denmişti: Emir asıla dönük, nehiy de sonuca yönelik olursa, konu sedd-i zerâi' kabilinden olur.

[314] Kısaca Özetlemek gerekirse şöyle: Rasûhıllah (s.a.) bir fiilden —görmese bile— haberdar olduğunda, ona karşı tepkisini göstermeye de kadir iken susmuşsa bakılır: Eğer o fiili işleyen kimse inançsız ise ve Rasûlullah (s.a.) da onun inançsızlığını biliyor ve bu yüzden sükut etmişse, bu du­rumda sükûtunun bir hükmü olmaz. Çünkü, o anda o kimsenin Rasûlullah'ın (s.a.) müdahalesinden bir fayda elde etmeyeceği bellidir. Eğer fiili işleyen kimse kâfir değilse ve o fiil daha önce âmm bir delil ile haram kılınmış ise, o takdirde Rasûlullah'ın (s.a.) onaylamış olduğu fiil, önceki haramlık hükmünün neshi ya da tahsisi anlamına gelir. Bu konu­da Hanefîler ile Şâfiîler arasında görüş ayrılığı vardır. Eğer daha önceden haram kılınmamış bir fiil ise, o takdirde onun caiz olduğunun bir delili olur, ki böylece beyanın ihtiyaç anından geriye atılması gibi bir durum meydana gelmesin. Çünkü böyle bir durum şeriatta vaki değildir. Eğer fiil karşısında sükut yanında sevinç belirtisi de göstermişse, o zaman bu dav­ranışın cevaz hükmüne delaleti daha da açık olur. Ancak bu sevincin biz­zat fiilin kendisi için değil de fiile bitişik bir başka durum için olduğunu gösteren bir belirti olursa o zaman durum başka olur. Bu durumda sükûtunun ve sevincinin meselenin aslının ve ehakkiyetinin onaylanması sayılıp sayılmayacağı konusunda görüş farklılığı ortaya çıkmaktadır. Müdlicli kâif hadisinde olduğu gibi. Bu zat Rasûlullah'ın (s.a.) yanma gir­mişti. Bir de baktı ki Üsâme b. Zeyd ile Zeyd b. Sabit bir örtü altındalar ve örtü başlarını örtmekte, ayakları da aşağıdan gözükmekte. Onların ayaklarını gören Müdlicli kâif: "Bu ayaklar birbiri ildendir" demişti. Üsâme gece gibi kara, Zeyd de pamuk gibi beyazdı. Bu hadisten hareketle İmam Şafiî, kâiflik yoluyla nesep isbatmın sahih olacağına hükmetmiş; Hanefîler ise bunun sahih olmayacağı ilkesini benimsemişlerdir. Her iki tarafın da kendilerini savunmak, karşı tarafın görüşünü de reddetmek için serdettikleri delilleri vardır. Müellifin maksadının anlaşılabilmesine yardımcı olsun diye bu kadarcık bir bilgiyi vermeyi gerekli gördük.

[315] Yani mutlak anlamda bir sakınca yoktur, kavramı ile ters düşer. Cevap sırasında müellifin kullanacağı "aralarında uygunluk olduğu için" ifadesi, asıl itiraz noktasının hakkında bir sakınca yok kavramı ile vacip ve men­dup kavramları arasında bir uyuşmazlık olduğuna işaret eder.

[316] Müslim, Cihâd, 72 ; Ebû Dâvûd, Cihâd, 167.

[317] Hâkim, Bezzâr, Beyhakî, Bağavî, Taberânî, Darekutnî ve diğerlerinin yaptıkları rivayete göre Abdullah b. Zübeyr, Rasûlullah'm (s.a.) aldırmış olduğu kam içmiş, Rasûlullah (s.a.) ise ona engel olmamıştır.

[318] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/54-65

[319] Yani şer'î hükümlerin vaz'ı konusunda en mükemmel yol, Rasûlullah'm fiilidir. Onun fiili, teşri tabakalarının en üstünde yer aldığına göre, bir de bunun söz ile birleşmesi halini düşündüğümüzde bu, ona uyma konusun­da sıhhat mertebelerinin en üstünü olacaktır.

[320] Bu sözün ikinci kısmı tartışılabilir. Kaldı ki müellifin kendisi de fiili uy­gun düşmeyen sözlü sünnetin mercûhiyete yani o şeyin tercihe şayan bu­lunmadığına delâlet edeceğini söyleyecektir.

[321] Muvatta, Kelâm, 15.

[322] Tahrîm 66/1.

[323] Rasûlullah'm (s.a.) bu davranışı birinci kısımdan olur. Çünkü fiiline sözü uygun düşmüştür. Fiili, bal şerbeti içmeyi terketmesidir. Sözü de, bir da­ha onu içmeyeceğini ifade etmesidir. Ancak bu misalin buraya uygun ola­bilmesi için, Rasûlullah'm (s.a.) onu içmekten geri durmasının, mecbur ol­madığı halde sırf hanımlarına söz vermiş ve onları hoşnut etmek amacıyla yapmış olması gerekir. Ancak Rasûlullah (s.a.), va'dini yemin ve haram kılma yoluyla iyice pekiştirmiş bulunmakta idi. Bu itibârla yemininin çö­zülmesini isteyen âyet inmeden önce bu söze muhalefet etme imkânı za­ten bulunmamaktaydı. Dolayısıyla örneğin konumuzla ilgisi açık değildir. Daha önce içerisinde koku veren sebze yemeği bulunan bir tencerenin kendisine getirildiği, kendisinin onu yemekten kaçındığı, bununla birlikte onu yanında bulunan ashabından birine vermelerini söylediği geçmişti. O, bu Örnekten daha açıktır.

[324] Daha önce geçmişti bkz. [4/60].

[325] Ve bu arada: "Ben haksızlığa şahitlik yapmam" buyurması. Hatta Rasû­lullah'm (s.a.) bu sözünü, onun bu davranışını mübalağa ifade etmesi için "haksızlık" diye nitelemiştir şeklinde yorumlamak da gerekecektir ki, ta­sarrufun aslı caiz kalabilsin.

[326] Hassan için mescidde bir minber koyar; o bu minbere çıkar ve Rasûlullah'ı (s.a.} müdafaa ederdi. O şöyle derdi: "Şüphesiz ki Allah, Hassân'ı Rasûlul­lah'ı (s.a.) savunduğu sürece Rûhu'1-kuds ile teyid eder" bkz. Tirmizî, Edeb, 70.

[327] Kaza umresinde Mekke'ye girerken İbn Ravâha, Rasûlullah'm huzurunda "Onun yolundan küffâr oğullarını temizleyin; bugün onu indirme uğrunda vururuz size" şeklinde bir şiir inşad etmekteydi. Hz. Ömer buna karşı tep­ki gösterip: "Allah'ın huzurunda ve Harem-i Şerifte mi şiir söylüyorsun?" dediğinde Rasûlullah (s.a.): "Onu serbest bırak ya Ömer! Şüphesiz ki o, onlar üzerinde okun işlemesinden daha etkilidir" buyurur­du. Tirmizî, Edeb, 70 ; Nesâî, Hacc, 109, 121.

[328] Yâsîn 36/69.

[329] Buhârî, Edeb, 91 ; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 153.

[330] Meselâ, hadiste istisna edilen yalanların söylenmesine müsaade edilmiş­tir. "İki kişinin arasını düzeltmek için çalışan ve bunun için yalan da söy­leyen kimse asla yalancı değildir" hadisi gibi. Keza kişinin karısının gön­lünü almak için yalan söylemesi, harpte yalan söylemesi haram olmayan yalanlardan olmaktadır.

[331] Nuaym b. Mesûd kıssasında olduğu gibi. Bu zat, Hendek savaşı sırasında müslüman olmuş ve Rasûlullah'a (s.a.) gelerek: "Yâ Rasûlallah! Ben müs-lüman oldum ve kavmim henüz benim müslüman olduğumu bilmemekte­dir. Benden yapmamı istediğin bir şey var mı?" diye sorunca, Rasûlullah (s.a.) da: "Elbette sen de bizden birisin. Şu halde yapabilirsen, git onların aralarına gir ve aralarını bozarak birbirlerini terketmelerini sağla. Çün­kü harp bir /liZeffiVbuyurmuştur. b*kz. İbn Hişâm, Siyre, 3/240.

[332] Rivayete göre Rasûlullah (s.a.) ashabından bazı kimselerle birlikte iken müşriklerden bir grupla karşılaştı. Müşrikler: "Siz kimlerdensiniz?" diye sordular. Onlara: "Biz sudanız" diye cevap verdi. Onlar birbirlerine baktı­lar ve: "Yemen kabileleri çoktur. Belki de bunlar onlardandır" dediler. Rasûlullah'm (s.a.) kastettiği diğer mânâ ise kendilerinin sudan yaratıl­mış olduğunu ifade idi.

[333] Bundan sadece Tebük gazvesi müstesnadır. Bu gazvede nereye gidileceği önceden bildirilmiş ve böylece katılacak askerlerin ona göre hazırlık yap­maları istenmiştir.

[334] Müellif burada "Fiilin söze uygun düşmemesi hali bunun aksinedir" dedi­ği ikinci kısmın hükmünü toparlamak istemektedir.

[335] Müellifin "eğer Rasûlullah (s.a.) onu kasıtlı olarak terketmiş ise..." sözü­nün mefhûmu muhalifi, terkin tesadüfen ya da kelerin yenmesi hakkmda olduğu gibi cibillî bir sebepten veyahut da şiirde olduğu gibi kendisinde bulunan bir seciyeden dolayı önlenmiş olması sebebiyle ger­çekleşmemesi hali olmaktadır. O durumda bu gibi yerler konumuza dahil olmaz.  

[336] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/65-68

[337] Rasûlullah'm (s.a.) hem fiili hem de ikrarına birlikte uymanın, sırf fiiline uyma gibi olması doğru olamaz. Çünkü bunlardan her biri zaten müstakil birer delildir. İkisinin bir araya gelmesi ise, daha güçlü ve ihtimalleri da­ha kesin bir şekilde ortadan kaldırmış olacaktır. Meselâ sadece fiilin, biz­zat Rasûlullah'm (s.a.) kendisine has olması gibi bir ihtimale açıktır. İk­rarla bir araya gelmesi halinde ise bu gibi ihtimaller ortadan kalkacağın­dan, tek başına olduğundan daha güçlü olacaktır. Sonra bu ifade, "Bu du­rumda uyma mertebelerinin en üst derecesinden aşağı olmayacaktır" sözü ile de uygun düşmez. Çünkü fiil yalnız başına böyle bir özellik arzetmez. Bu itibarla ibarede bir zayıflık vardır. Muhtemelen müellif şunu demek is­temektedir: Mükellefin, Rasûlullah'm (s.a.) fiiline uyarak gerçekleştirmiş olduğu fiili sahihtir; ikrar ise bu fiilin sıhhati üzerine bir ziyadelik getirir. Çünkü o da isbat edici bir delildir.

[338] Nitekim bayram günü Hz. Âişe'nin odasında Buâs ezgileri söyleyen iki ca­riyeyi dinlemeyip, sırtını çevirerek yatağa uzanması gibi. Hadis daha önce geçmişti, bkz. Buhârî, Iydeyn, 2 ; Müslim, Iydeyn, 19.

[339] Câbir b. Semüre (r.a.) şöyle anlatır: "Rasûlullah {s.a.) ile birlikte yüz de­fadan fazla bir arada bulundum. Ashabı onun yanında şiirler inşâd eder­ler ve cahiliye dönemine ait şeylerden bahisle aralarında müzakere eder­lerdi. O ise susardı, bazen onlarla birlikte tebessüm ettiği olurdu" bkz. Tirmizî, Edeb, 70.

[340] Hadislerde yüzünü kapama yerine "başını çevirdi" ifadesi vardır.

[341] bkz. Buhâri, Hayz, 13 ; Müslim, Hayz, 60 ; Ebû Dâvûd, Taharet, 120.

[342] Yani, bez parçası ile amel aslında caiz olması hasebiyle illâ da nasıl yapı­lacağının anlatılması zaten taayyün etmez. Ya da anlatma işini yapabile­cek bir kimse bulunduğu için Rasûlullah (s.a.) üzerine taayyün etmiş de­ğildir.

[343] Daha Önce zina ikrarında bulunan kimsenin gerçekten o işi yapıp yapma­dığını belirlemek için aşikâre cinsî ilişki için kullanılan sorular sorması gibi. Çünkü böyle bir konu ihtiyatlı davranmayı gerektirmektedir; zira ucunda had (yüz değnek ya da recim) gibi bir cezanın uygulanması Söz ko­nusudur.

[344] Yani Rasûlullah'm {s.a.} ikrar etmiş olduğu fiile bakılır; acaba sözlü be­yan ona uygun olarak mı gelmiş, yoksa muhalif olarak mı? Sözün ikrara mutabık olması haiinde durum açıktır, keza hüküm de açıktır ve bu du­rumda hüküm mutlak anlamda ikrara mahal olan şeyin şahinliği ve izin olacaktır. Ancak ikrarın söze muhalefeti nasıl tasavvur olunabilir? Ve bu tearuz ile birlikte her ikisinin de birlikte delil olarak kalmaları nasıl düşünülebilir? Biraz önce geçen fiilin ikrara muhalif gelmesine benzetile­rek ikisinden her birinin alınmasının caiz olacağını düşünmek nasıl doğru olabilir? Olsa olsa bu şöyle bir durumda tasavvur edilebilir: İkrara muha­lif olan söz Rasûlullah'm (s.a.) kendisine hastır ve onda mükellefe yönelik bir emir ya da nehiy veyahut da ibaha hükmü getirilmemektedir. İşte böy­le bir durum farzedildiğinde mümkün olabilir. Nitekim keler meselesinde yiyenleri ikrarla karşılamakla birlikte "İçim çekmiyor" şeklindeki illetini bel iri em eksizin sadece "Ben yemiyorum" buyurmuş olduğu farzedildiği za­man konuya bir örnek teşkil edebilir.

[345] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/68-70

[346] Birinci ve ikinci delilin şevkinden de anlaşılacağı üzere burada sahabenin sünnetinden maksat onların amelî sünnet yani uygulamalarıdır. Konuyu şöyle de vaz'edebiliriz: Bir konuda sahabenin bir uygulaması olsa ve o ko­nuda bize Rasûlullah'tan (s.a.) o uygulamaya uygun ya da ters herhangi bir sünnet nakledilmese, bu durumda biz, sahabenin bu uygulamasını sanki Rasûlullah'm (s.a.) sünneti imiş gibi kabul ederiz ve o konuda onla­ra uyarız.

Müellifin ileride gelecek olan "onların sözleri muteber, amelleri de rehber olacaktır" ifadesindeki sözden maksat ta'rîfî değil teklifi sözdür. [Daha önce de s. [4/59] geçtiği üzere ta'rifî olanlar bir emir veya nehiy ge­tiren ya da şer'i bir hüküm bildiren sözlerdir. Teklifi olanlar ise, bir söz ol­maktan öte bir hüküm belirlemeyen sözlerdir.] Meselâ biz, sahâbînin hac esnasında belli bir yerde tekbir ya da telbiye getirdiğini görsek, işte bu söz teklîfî bir söz olmaktadır. Burada sözden maksat re'y ve ictihâd demek de­ğildir. Yoksa birinci delildeki onların adalet vasfı ile öğülmesi, ikinci delil­de onlara uyulmasının emredilmesi ictihâd ve re'y konusunda bir mânâ ifade etmezler. Üçüncü delile gelince —ki müellif onu kendisine dayanak yapmıştır— onun gereği, sahabenin re'y ve görüşlerinin alınması gerektiği ve onların da sünnet gibi olduğudur, öyle anlaşılıyor ki müellifin muradı, onların görüşlerinin de alınması ve amelleri konusunda onlara uyulması mânâsında daha geneldir ve bu haliyle o, "Sahâbî görüşü hüccettir" görü­şünde olanları teyid etmektedir. Bu konuda tarafların delilleri için Amidi'nin el-Ihkâm adlı eserine bakabilirsiniz. İbnul-Cevziyye bu konu­yu ele almış ve sadra şifa verici açıklamalarda bulunmuş, müellifin bura­da kastetmiş olduğu şey hakkında tam kırk altı delil getirmiştir. Sözün mihverini, sahabeden birinin/veya bir kısmının bir görüş ileri sürmesi ve diğerlerinin ise onlara muhalefet etmemesi teşkil etmiştir. O görüşün ara­larında yayılıp yayılmaması dikkate alınmamıştır. Şayet yayılmış ve buna rağmen hiçbir kimse muhalefet etmemiş ise acaba bu sadece bir hüccet mi olur? Yoksa icmâ mı? Bu konuda görüş ayrılığı vardır. Eğer söz konusu görüş yayılmamışsa, o zaman sadece hüccet olacaktır. Tabiî bütün bunlar hakkında kitap ve sünnetten bir nass bulunmaması halinde söz konusu­dur.

[347] Âl-i îmrân 3/110.

[348] Bakara 2/143.

[349] Ammın hâss üzerine atfı kabilindendir; nass, icmâ vb. gibi delilleri kap­sar.

[350] Nitekim, el-Mansûr'un mezhebi şöyledir: "Ey iman edenler!" gibi şifahî hitaplar, o andaki muhatap olanlardan sonra gelenleri kapsamaz. O hita­bın daha sonraki nesiller için de sabit olması ancak nass, icmâ ya da kı­yas gibi başka bir delil sebebiyle olur. Hanbelîler ise böyle düşünmezler.

Bu cevap zayıftır. Çünkü hitabın daha sonraki nesillere sirayet etmesin­den, mezkur delilin her cüzîde bulunması lâzım gelmez. Aksine külli delil yeterlidir ve o da mevcuttur. İkinci cevap maksadı ifade etmez. Üçüncü­sünde, meselâ tabiîn neslinin aynen sahabe neslinde olduğu gibi emri bi'l-ma'rûf ve nehyi ani'l-münker sıfatı ile muttasıf bulunmadıklarını isbat edecek delile ihtiyaç vardır.

[351] Bu ifadelerden sonra gelen âlimlerin sahabenin halini araştırma yönüne gitmedikleri anlaşılmaktadır. Diğer nesiller hakkında ise adalet şartının tahakkuk edip etmediğini araştırma yoluna gitmişlerdir.   Halbuki onlar adalet şartını ileri sürdüklerinde: "Durumu meçhul olan kimselerden ilim alınmaz. Çünkü fısk, sözün kabulüne manidir. Bu durumda mutlaka fısk halinin bulunmadığının sabit olması, yani fısk halinin bulunmadığının en azından zan yani kesine yakın bilgi ölçüsünde ortaya çıkması gerekir. Ra-vinin halinin bilinmemesi durumunda ise bu gerçekleşmez" demişlerdir. Bu prensibin gereği olarak sahabî ve diğerleri arasında bir ayırımın olma­ması gerekir. Kaldı ki mesele tartışmalıdır. Müellif burada çoğunluk âlimlerin yolundan yürümektedir. Onlar şu görüşü benimsemişlerdir: "Sa­habenin tamamı âdildir; onların adaletleri sorulmaz; aksine onlardan ge­len her şey, ister rivayet olsun ister şehadet herhangi bir sorgulamaya gi­dilmeksizin kabul edilir. Çünkü biz, sonraki nesiller hakkında içimizden birinin bir başkası hakkındaki tezkiyesini kabul ederek onun sözüne iti­bar etmekteyiz. Bu durumda âlemlerin Rabbi ve O'nun sâdık ve emîn pey­gamberinin onlar hakkındaki tezkiyelerini nasıl olur da dikkate almayız?" Çoğunluğun bu görüşüne göre, sahâbinin halinin meçhul olması diye bir şey söz konusu olamaz.

Azınlık bir görüşe göre ise, sahabe de diğer insanlar gibidir; dolayısıy­la mutlaka onların da ta'dîl edilmeleri gerekir.

Osman'ın öldürülmesi fitnesinden önceki sahâbîlerle, daha sonraki sahâbîler arasını ayırmak ve daha sonraki sahâbîler hakkında ta'dîl şartı aramak, öncekiler hakkında ise böyle bir şart aramamak gerekir.

Burada yapılması gereken kanaatimizce bu konunun sahabenin ta­nımlanması üzerine kurulmasıdır. Bu durumda bazen birinci bakış, bazen de ikinci bakış kuvvet kazanacaktır.

[Burada sahabenin adaletinden maksadın ne olduğuna da dikkat çek­mek gerekir: Kimileri bu tabire sahâbînin hiçbir şekilde günah işlememesi anlamını vermektedirler. Halbuki usûlcüler arasında bu sözün muhtevası —İbn Abdilberr'in de dediği gibi— "Rasûlullah'a (s.a.) kasıtlı olarak yalan isnad etmezler" anlamında daha dar olmaktadır.KÇ)

[352] Buradaki sözden maksat ta'rîfî değil teklîfî sözdür.

[353] Haşr 59/9.

[354] bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 ; Tirmizî, İlim, 16 ; İbn Mâce, Mukaddime, 6 ; Ahmed, 4/126.

[355] Ebû Dâvûd, Sünnet, 1 ; Tirmizî, îmân, 18 ; İbn Mâce, Fiten, 17 ; Ahmed, 2/332.

[356] İbnu'l-Cevziyye, İ'lâmu'I-muvakkıîn'de İbn Batta'dan Abdurrezzâk'a ulaşan iki isnad ile rivayet etmiştir. Bir başka tarikle daha rivayet etmiş­tir ki, hepsi de Hasan (r.a.) vasıtasıyla Rasûlullah'a (s.a.) çıkmaktadır.

[357] İbnu'l-Cevziyye, Plâmu'l-muvakkıîn'de biraz değişikliklerle el-Humey-dî'den nakletmiştir.

[358]  bkz. Keşfu'1-hafâ, 1/147. Bu hadisin mevzu olduğu veya en azından sahih olmadığı söylenmiştir.

[359] Meselâ: "Benden sonra iki kişiye uyun: Ebû Bekir ile Ömer'e" bkz. Tirmizî, Menakıb, 16, 37; İbn Mâce, Mukaddime, 11 ; Ahmed, 5/382, 385, 399. Biz­zat bu hadis, aynı zamanda bu ikisinin görüşbirliği etmelerinin icmâ oldu­ğunu iddia eden kimselerin de delili olmaktadır.

Râşid halifeler ve mutlak anlamda sahabeye uyma hakkında geçen öteki hadislerle görüşlerini delillendirmeleri gibi.

[360] Bu meyanda Buhârî'nin bab başlığı attıktan sonra çokça hemen konu ile ilgili ashabın görüşlerini zikretmesini de buna örnek olarak gösterebiliriz.

[361] Matlup olan budur; ancak bunun bağlayıcı olduğu kabul edilemez. Şu nok­tayı göz önünde bulundurmak gerekir:  Onlar çoğu kez konumuzu teşkil eden içtihadı konularda ashaba muhalefet edegelmişlerdir. Bu yüzden bu­rada kabul edilebilecek görüş şudur: Sahâbî görüşü, diğer sahâbîler için ittifakla, daha sona gelen kimseler için de ihtilafla bağlayıcı olmayacaktır.

_ Eğer meseleden maksat, sahabenin üzerinde ittifak ettikleri şeylerin alın­masının gerekliliği ise, elbette bunda herhangi bir tartışma bulunmamak­tadır. Çünkü o zaman konu, sünnet bahsi değil, en önemli kısmını oluş­turduğu icmâ konusu olacaktır. Eğer maksat, ittifak şartı aranmaksızın sahabe döneminde carî olan uygulamalar ise, o zaman bu müctehidin ken­disini bağlı hissedeceği şer*î bir delil olmayacaktır. Burada şöyle denilebi­lir: Sahabenin ihtilafı durumunda onların sünneti haddizatında vâhid ha­berler ve zahir nasslar gibi bir hüccet olma durumundan çıkmaz. Bu du­rumda onlarla amel etme tercihe bağlı olur. Tercihi gerektiren bir delil bulunmaması halinde vacip olan tevakkuf etmek ya da muhayyer kılmaya gitmektir. Aynen tearuz durumunda olduğu gibi. Bu durumda mesele şöy­le ortaya konulabilir: Sözlü ya da fiilî sahâbî sünneti, icmâ sahası dışında kalmakta, vâhid haber gibi sünnet sayılmakta ve zannî bir hüccet olarak değeri endirilebilmektedir. Bu mânâ, el-Amidî'nin sahâbî kavli hakkındaki sözlerinden alınmıştır

[362] Müctehidin ictihâd edip kendi nazarında hükme ulaştıktan sonra bir baş­kasını taklit edemeyeceği konusunda ittifak bulunmaktadır. İctihâdda bu­lunmadan önce ise ihtilaf bulunmaktadır ve bu konuda yedi görüş vardır: Biri burada işaret edilen görüştür ki, İmam Şafiî'den nakledilmiş olmaktadır. Buna göre müctehid birinin sadece sahâbîyi —başkasını de­ğil— taklit etmesi caiz olabilir. Ancak bu da, sahâbînin görüşünün kendi nazarında diğer görüşlerden daha üstün olduğunun sabit olması şartına bağlıdır. Aksi takdirde muhayyer olur. İmam Ahmed, bunun mutlak ola­rak caiz olacağını söylemiştir. Iraklılar, fetva vereceği konularla ilgili de­ğil de, kendisini ilgilendiren konularda taklidinin caiz olacağını söylemiş­lerdir. el-Âmidî, mutlak men görüşünü tercih etmiştir. 

[363] Yani o her ne kadar kendi nazarında sıhhati sabit olmuş hadisleri, sahâbî görüşlerine karşı terketmese de, konu ile ilgili hadis bulamadığı zaman onların uygulamasına başvurmakta bir tereddüt göstermezdi. Bunu şu da teyid eder: İ'lâmu'l-muvakkıîn'de nakledildiği üzere İmam Şafiî Bağ-dâd'da yazdığı Risalesinde "bid'atı; Kitap, sünnet ya da sahabeden gelen uygulamalara (eser) ters düşen şey" olarak belirlemiştir.

[364] Bedir savaşına katılan ilk müslümanlar. (Ç)

[365] Bu kelime ilk zamanlarda Kur'ân'ı ve muhtevasını iyi bilen din bilginleri anlamında kullanılırken, zamanla sadece kıraat ilmi ile uğraşanlar mâ­nâsı kazanmıştır. (Ç)

[366] "Lâ ilahe illallah" demek. (Ç)

[367] Meselâ şu hadis gibi: "Ashabım, hakkında Allah'tan korkun! Allah'tan korkun! Benden sonra onları kendinize hedef seçmeyin. Kim onları sever­se, bana olan sevgisi sebebiyle sever; kim de onlara buğzederse bana olan buğzu sebebiyle buğzeder..." bkz. Tirmizî, Menâkıb, 58 ; Ahmed, 4/87, 5/54.

[368] Zira inanmayan kimseler de onunla konuşuyorlar, bir arada bulunuyor­lardı; ancak bu onlara hiçbir şey kazandırmıyordu. (Ç)

[369] Bu her ne kadar onları sevmeye ve onlara buğzedenlere karşı düşmanlık beslemeye iten en önemli saiklerden biri ise de, asıl istidlale mahal olan kısım öncesidir.

Bu dördüncü delil de aynen birincide olduğu gibi, ashabın —re'y ve görüşlerine değil de— fiillerine ve teklifi sözlerine uymanın gerekliliği ko­nusunda açıktır.

[370] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/70-77

[371] Meselâ, "Melek kalbime şunu şunu ilkâ etti" buyurduğu zaman, o, hem vahiy meleğinin o şeyi kalbine ilkâ etmiş olduğu konusunda, hem de o ha­berin muhtevası konusunda doğrudur.

[372] Buna Müslim'de yer alan ve hurmaların aşılanması ile ilgili bulunan ha­dis ters düşmez. Bu hadise göre Rasûlullah (s.a.) hurmaları aşılamakta olan kimselere: "Sanırım, onu koymasanız daha iyi olur" demiş, onlar da Rasûlullah'ın (s.a.) bu sözüne itimatla aşılamayı terketmişler. O sene mahsul daha az olmuş ve durumu Rasûlullah'a (s.a.) açmışlar. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) da: "Ben sadece bir beşerim.  Size dininizle ilgili birşey emredersem, onu alın. Kendi görüşümden birşey emredersem, ben de nihayet bir beşerim" buyurmuş. Bu hadis müellifin sözüne ters düş­mez; çünkü bu aslında bir haber değildir. Aksine o, tabiî bir sebep olarak itikat edip uygulayageldikleri âdetleri hakkında bir şek kabilinden olmak­tadır. Sanki onlara "Bunu da bir tecrübe edin" demiş gibi olmaktadır. "Sanırım, onu koymasanız daha iyi olur" sözünden anlaşılan budur. Gö­rüldüğü gibi Rasûlullah (s.a.), sözünü kesin bir habermiş gibi söylememiş­tir. Aksine Rasûlullah (s.a.), şer'î olmayan tamamen tabiî olan bir sebep konusunda onlardan kendi önerdiği şeyi de tecrübe etmelerini istişârî ma­hiyette istemiş olmaktadır. Yoksa maksadı kesin bildiği bir konuda haber vermek değildir.

[373] Bundan maksat, sözlü bir beyan olmaksızın maksadı anlaşılır kılan işaret olmaktadır.

[374] İlkâ, vahiy meleğinin ibare ya da işareti olmaksızın kalbe yapılan ilham­dır. İlkâ ile birlikte, kalpte mutlaka o şeyin Allah katından olduğu bilgisi­nin yaratılması da zorunlu olmaktadır. Bu kadarı, vahyin üç türü arasın­da müşterek olmaktadır. Zira şifahî ve işaret yolu ile olan vahiylerde, mutlaka kendisinin melekle muhatap olduğu bilgisinin yaratılması da zo­runlu bulunmaktadır. Bu yüzden bu üç yol, hem kendisi hem de diğerleri hakkında bağlayıcı kat'î birer hüccet olmaktadır. Bu üç nevi, açık vahiy olmaktadır ve hüküm için ihtiyaç anında onlardan birini beklemesi gerek­mektedir. Eğer beklemesine rağmen hasıl olmamışsa o zaman ictihâd eder. Onun içtihadı sadece kıyas yoluyla olur, iki delilin tearuzu duru­munda tercihe gitme yolu ile olmaz. Çünkü müteahhir olan delile dair bil­gi bulunmamaktadır. Diğerlerine nisbetle başvurulan başka ictihâd yolla­rıyla da olmaz. Onun içtihadı bâtını bir vahiy olmaktadır.

[375] .  Keşful-hafâ, 1/268. Hadisin sonunda bazı rivayetlerde şu ziyade de bulun­maktadır: "Rızkınızın gecikmesi, sizi, onu Allah'a masiyet yoluyla elde et­meye sevketmesin. Çünkü Allah katında olan bir şey, ancak tâat yoluyla elde edilebilir." Hadiste sözü edilen rızkın güzel yollarla talep edilmesin­den maksat, aşırı bir hırs göstermeksizin rızkın meşru sebeplerine teves­sül etmekle onun elde edilmeye çalışılmasıdır.

[376] Buhâri, Leyletu'1-kadr, 2, 3, Ta'bîr, 8 ; Müslim, Sıyâm, 208 ; Ebû Dâvûd, Ramazan, 2, 3.

[377] Buhâri, Leyletu'1-kadr, 2; Müslim, Sıyâm, 205.

[378] Ebû Dâvûd, Salât, 28 ; Tirmizî, Salât, 25 ; Ahmed, 4/43.

[379] Müslim, Salât, 106 ; Nesâî, İmamet, 63.

[380] Tahkiki yapan Dıraz'ın notunu dikkate alarak "emrî" diye çevirdik. Çün­kü buradaki Rasûlullah'ın (s.a.) sözünden maksat: "Namazını güzel kıl!" anlamında bir emir olmaktadır.

[381] Muvatta, Akdiye, 33 (2/752).

[382] bkz. Îbnul-Cevzî, Menâkıbu Ömer, 172. Irak bölgesinde müslüman asker­lerin komutanı olan Sâriye b. Zenîm müşriklerle bir savaşa girişmişti ve neredeyse yenilecek bir durumdalardı. işte bu esnada Medine minberi üzerinden Hz. Ömer ona nidada bulunmuş ve o da hem nidasını işitmiş, hem de kendisini orada görmüş ve hemen dağa doğru çekilmiş ve böylece yenilgiden kurtulmuştu. Temyîzu't-tayyib mine'l-habîs adlı kitapta şöyle denir: "Olayı el-Vahidî, (Üsâme b. Zeyd' b. Eşlem—babası—Ömer) tariki ile nakleder. Beyhakî aynı olayı ed-Delâil'de, İbnu'l-A'râbî de Kerâmâtu'I-evIiyâ'da rivayet eder."

[383] Bu itibarla ondan haddizatında doğruluktan başka birşey sâdır olmaz. Onun mucize ile takviyesi de, bizi sadece bu itikada götürür.

[384] Konu ili ilgili açıklamalar daha geniş bir şekilde Makâsıd bölümünde Dör­düncü Nev1! içerisinde On Birinci Mesele'de geçmişti.

[385] Yani söz konusu olan meselenin dışında kalan diğer meselelerde doğrulu­ğu ortaya çıksa bile, hata imkânı konumuz olan meselede, onun gerçekten öyle olup olmadığı açıkça ortaya çıkıncaya kadar, hata ve vehim ihtimali bulunmaya devam edecektir. Tahakkuku ve gerçekleşmesi halinde ise, ar­tık olayın bizzat kendisi esas alınacak, keşf ve rüyaya itibara zaten gerek kalmayacaktır.

[386] Lokman 31/34. Hadis için bkz. İbn Kesîr, 3/452.

[387] En'âm 6/59.

[388] Cinn 72/26.

[389] Âl-i İmrân 3/179.   

[390] Neml 27/65.

[391] Müslim, îmân, 287.

[392] Altıncı Mesele'de.   Hatırlanacağı üzere orada umûm (burada genel esas anlamında) sadece lâfızlardan çıkarılmaz. Lâfızlar yanında ikinci bir yol olarak, aynı mânâya gelecek delillerin istikrası yani aynı mânâyı işleyen pek çok delilin bir arada değerlendirilmesi ve onların müşterek noktaları­nın tesbit edilmesi ve böylece genel bir sonuca ulaşılması yoluyla da olur.

[393] Ezan hakkındaki Abdullah b. Zeyd'in rüyasına olan tanıklığı gibi.

[394] Sadece irşad ve nasihat mânâsı taşır.

[395] Bu söz şöyle bir sorunun izalesi için getirilmiştir: Madem ki harikulade­liklerin, kerametlerin herhangi bir faydası bulunmamaktadır, çünkü üze­rine hiçbir hüküm bina edilemiyor. O zaman bunların ne gereği var? Mü­ellif işte bu soruya şöyle cevap veriyor: Aksine bundan daha önemli bir faydası vardır. O da yakînî bilginin artması, iman nurunun kat kat çoğal­ması sebebiyle kalbin iyice yatışması, Rabb hakkındaki bilgi ve basiretin artmasıdır.

[396] Deliller bahsinin İkinci Mesele'sinde.

[397] "Bu" kelimesinden maksat, kat'î ya da zannî bir esası bulunmayan mese­leye işaret değildir. Çünkü Rasûlullah'ın (s.a.} keşf ya da rüya yoluyla va­kıf olduğu herşey —Mesele'nin başında da geçtiği gibi— haktır ve hata­dan korunmuştur. Aksine bu işaret ismi, asıl konuya yani keşif ve gayba olan vukufiyet ile amel edilip edilmeyeceği meselesini  göstermektedir. Yani şöyle: "Rasûlullah'ın (s.a.) keşfin gereği ile amel et­miş olması bizim için zannî de olsa bir dayanak olabilir. Dolayısıyla bu konuda kendimizi ona kıyas edebiliriz" denilemez. Çünkü bu bir kıyas maa'1-fânk olur. Çünkü Rasûlullah (s.a.) masumdur, bizim ise böyle bir özelliğimiz bulunmamaktadır.

[398] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/77-84