Konu on mesele altında
incelenecektir:
Sünnetin mânâsı: Sünnet
kelimesi bir ıstılah olarak çeşitli anlamlarda kullanılır:
Sünnetin birinci
mânâsı: Sadece Hz. Peygaraber'den nakle-dilegelen, bizzat Kur'ân tarafından ele
alınmayan, aksine Hz. Peygamber tarafından beyan edilen şeylerdir. Bunların
Kur'-ân'm genel olarak getirdiği esasların beyanı mahiyetinde olup olmaması
arasında fark yoktur.[1]
Sünnetin ikinci
mânâsı: "Bid'at" m karşıtı anlamındadır. Meselâ bir kimse Hz.
Peygamber'in davranışına uygun harekette bulunduğu zaman "Falan kişi
sünnet üzeredir" denilir. Burada söz konusu davranış şeklinin Kur'ân'da
açıklanmış olup olmaması[2]
arasında fark yoktur. Aksi şekilde harekette bulunduğu zaman ise "Falan
kişi bid'at üzeredir." denilir. Öyle gözüküyor ki, sünnetin bu kullanılış
şeklinde dikkate alınan husus sadece şeriat sahibinin yani Hz. Peygamber'in
ameli[3]
olmakta ve "sünnet" tabiri işte bu açıdan kullanılmakta; yapılan
fiilin Kitab'm bir gereği olup olmadığı noktasına bakılmamaktadır.
Üçüncü anlamı: Sünnet
sözcüğü, sahabenin işleyegeldikleri şeyler anlamında da kullanılmaktadır.
Sünnet diye isimlendirilen bu şeylerin Kitap'ta veya sünnette olup olmamasına[4]da
bakılmamaktadır. Çünkü bu halleriyle onlar:
a) Ya kendilerince sabit olan fakat bize kadar ulaşmayan
bir sünnete tâbi olmuşlardır.
b) Ya da üzerinde tümünün veya halifelerinin icmâ ettiği
bir içtihada[5]dayanmışlardır.
Onların bir konuda
görüş birliği etmeleri, (serî delillerden biri olan) icmâ olmaktadır.
Halifelerinin icmâı ise, aslında tüm sahabenin icmâı anlamına gelir.[6] Çünkü
maslahat gereği tüm insanları oşey ile amel etmeye sevketmeleri ve bu arada
sahabenin böyle bir davranışa karşı herhangi bir tepki göstermemesi, onların da
o hükme katıldıklarını gösterir.[7]
Bu durumda mürsel
maslahatlar[8] ve istihsân(a dayah uygulamalar)
sünnetin bu sonuncu kullanılış şekli altına girer. Nitekim sahabe devrinde
gerçekleştirilen içki cezasının seksen sopaya çıkarılması[9],
zenâatkârların tazminle sorumlu tutulması[10],
Kur'ân'-ın bir mushaf halinde toplanılması[11],
bütün insanların Kur'ân'ı ye-di çeşit okuma şekli içerisinden (ahruf-ı seb'a)
tek bir şekil üzere okumalarının sağlanması,[12]
divanların kurulması[13] ve
benzeri[14] uygulamalar
bu kabildendir. Sünnetin sahabe uygulaması anlamında kullanılışının doğruluğuna
şu hadis de delâlet eder: "Sünnetime ve hidayete erdirilmiş râşid
halifelerin sünnetine yapışın"[15]
Buraya kadar
anlatılanları topladığımızda, sünnet sözcüğünün kullanılışının şu dört yönü
içerdiği ortaya çıkmaktadır:
1) Hz. Peygamberin sözleri,
2) Fiilleri,
3) Tasvipleri (ikrar, onay).[16] Hz.
Peygamber'den sâdır olan bütün bu söz,
fiil ve tasvipler ya vahye dayalıdır, ya da—Hz. Peygamber hakkında içtihadın
sahihliği görüşüne göre— içtihada dayalıdır.
4) Sahabe ve halifelerden nakledilen uygulamalar. Bu
türden olanlar da, her ne kadar söz, fiil ve tasvip (ikrar) gibi üçe
aynlabilirse de, tek bir tür olarak kabul edilmektedir. Zira sahabeden
nakledilen şeyler, aynen Hz. Peygamber'den nakledilenler gibi detaylı bir
şekilde ele alınmamaktadır.[17]
Sünnetin Yeri: Sünnet,
dikkate alınma bakımından Kitap'tan sonra gelir.[18] Buna
şu hususlar delalet eder:
(1)
Kitap kat'î, sünnet
ise zannîdir. Sünnette kat'îlik ancak, kısmen söz konusu olabilir; tafsilâtta
kat'îlikten söz edilemez. Kitap ise hem genel hem de tafsil üzere kafidir.
Kat'î olan, zannî üzerine takdim olunacağından, Kitab'ın sünnet üzerine takdimi
lâzım gelir.
(2)
Sünnet, ya Kitab'ı
beyan etmektedir ya da ona ilave bir hüküm getirmektedir. Eğer Kitab'ın
içeriğini beyan mahiyetinde ise, o zaman sünnet, dikkate alınma bakımından
beyan edilene nisbetle ikinci derecede bir yere sahip olacaktır. Şöyle ki,
beyan edilecek olan şeyin düşmesi durumunda, beyanın da düşmesi lâzım gelir;
bunun aksine beyanın düşmesi halinde ise beyan edilecek olan şey düşmez. Durumu
böyle olan birşeyin (yani Kitab'ın) tâbi durumda olana takdimi gerekir. Eğer
sünnet, beyan edici mahiyette değil de Kitab'a ilave birşey getiriyorsa, o
zaman ona itibar Kitab'a bakıldıktan ve aranılanın onda bulunamamasından sonra
olacaktır. Bu da Kitab'ın mertebece sünnetten önde geldiğinin delilidir.
(3)
Bu.konuda gelen naklî
deliller vardır. Muâz hadisi bunlardandır: Bu hadise göre, Hz. Peygamber ile,
Yemen'e vali gönderdiği Muâz (r.a.) arasında şöyle bir konuşma cereyan eder:
— Ne ile
hükmedeceksin?
— Allah'ın kitabıyla.
— Ya onda bulamazsan?
— Rasûhıllah'm
sünnetiyle.
—Onda da bulamazsan?
—Reyimle ictihad
ederim..[19]
Hz. Ömer, kadı
Şureyh'e yazdığı mektubunda ise şöyle demiştir: "Sana bir durum geldiği
zaman, Allah'ın kitabına göre hükmet. Eğer Allah'ın kitabında hükmü olmayan bir
durum karşına çıkarsa, Rasûlullah'm verdiği hükümle hükmet..." Başka bir
rivayette ise şöyle demiştir: "Eğer Allah'ın kitabında bir şey bulursan
onunla hükmet ve başka hiçbir şeye iltifat etme." Hz. Ömer, bu sözün
mânâsını bir başka rivayette şöyle açıklamıştır: "Allah'ın kitabında
gördüğün şeyi bak al ve o konuda başka hiçbir kimseye bir-şey sorma. Allah'ın
kitabında bulamadığın şey hakkında ise, Rasûlullah'm sünnetine tâbi ol!"
Buna benzer bir söz İbn Me-sûd'dan da nakledilmiştir. O şöyle demiştir:
"Sizden birinize bir dava arzedildiği zaman, Allah'ın kitabı üzere
hükmetsin. Eğer Allah'ın kitabında hükmü bulunmayan bir mesele ile karşı
karşıya gelirse, o zaman da Rasûlullah'm sünneti üzere hükmetsin."İbn
Abbâs ise, kendisine birşey sorulduğu zaman, eğer o meselenin hükmü Allah'ın
kitabında varsa, onunla hükmederdi. Eğer Allah'ın kitabında hükmü yoksa ve o
konuda Rasûlullah'tan bir hüküm varsa
onunla hükmederdi. Selef ve ulemâ sözlerinde, sünnetin Kur'ân'dan sonra
geldiğini gösteren benzeri sözler pek çoktur.
Hanefî usûlcülerin
taksiminde yer alan farz ve vacip ayırımı da, Kitâb'm sünnet üzerine takdimi,
Kitab'a itibarın sünnetten daha güçlü olduğu esasından kaynaklanır. Bu
ayırımın mânâsı konusunda diğerlerinin de farklı düşünmediğini söyleyebiliriz.
Bu durumda herkes tarafından kesin olarak kabul edilen sonuç şudur: Sünnet,
değerlendirme bakımından Kitap mertebesinde değildir.
İtiraz: Bu sonuç, tahkikçi âlimlerin görüşlerine aykırıdır.
Şöyle ki:
(1)
Alimlere göre sünnet, Kitap
üzerinde hâkim konumda iken, Kitap sünnet üzerinde hâkim değildir.[20]
Çünkü Kitab'ın iki ya da daha fazla durumlara ihtimali olabilir, sonra sünnet
gelerek bu ihtimallerden maksûd olanı belirler. Bu durumda sünnete dönülmüş ve
Kitab'ın gereği terkedilmiş olur. Keza bazen Kitab'ın zahiri emir olur, sonra
sünnet gelir ve onu zahir mânâsından çıkarır. Bu ise sünnetin takdim
edildiğinin bir delilidir. Bu konuda şunu belirtmek dahi yeterlidir: Sünnet
Kitab'ın mutlakmı takyit, umûmunu tahsîs eder ve onu zahiri dışında başka
mânâlara yorar. Nitekim bu konular usûl kitaplarında zikredilmiştir. Meselâ
Kur'ân, her hırsızın elinin kesilmesi hükmünü getirmiştir. Sünnet ise, koruma
(hırz) altında bulunan ve nisap miktarına ulaşan malı çalan kimsenin elinin
kesileceğini belirtmek suretiyle Kur'ân'ın getirdiği hükmü tahsis etmiştir.
Yine Kur'ân, zahir olan her maldan zekât alınması hükmünü getirirken, sünnet
bunu belirli mallara tahsis etmiştir. Allah Teâlâ, kendileriyle evlenmeleri
haram olan kadınları saydıktan sonra: "Bunların dışında kalanlar size
helâl kılındı"[21]buyurur.
Sünnet ise, bu genellemeden bir kadının halası ve teyzesi ile bir arada nikâh
edilmesi hükmünü dışarı çıkarır. Bütün bunlar Kur'ân'ın zahirinin bırakıldığını
ve sünnete itibar edildiğini gösteren örneklerdir. Bu tür örnekler
sayılamayacak kadar çoktur.
(2)
Bir diğer nokta şudur:
Kitap ve sünnetin tearuz etmesi (çelişmesi) durumunda usûlcüler, Kitab'ın mı
yoksa sünnetin mi takdim edileceği, ya da gerçekten tearuzun söz konusu olup
olmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir.[22]
Bazıları Muâz hadisi
üzerinde eleştiride bulunmuşlar ve aslında onun delil olamayacağını
söylemişlerdir. Çünkü gerçekte Ki-tap'ta olanın tümü, sünnetin tümü üzerine
takdim olunmaz.[23] Zira (sübût bakımından
kat'î olan) mütevâtir sünnet, delâlet bakımından Kur'ân nasslarından geri
değildir.[24] Kitab'ın zahiri
karşısında vâhid haberlerin durumu ise ictihad mahalli olup tartışmaya açıktır.
Bu yüzden de söz konusu olan görüş ayrılıkları[25]
meydana gelmiştir. Bunlara göre Muâz hadisinde sözü edilen takdim, daha ko-lay
ve kendisine ulaşılması daha yakın olan (Kitap) ile işe başlamaya yorulur.
Durum böyle olunca da, mutlak surette Kitab'ın sünnete takdim edileceğini
söylemenin bir anlamı kalmaz; aksine hangisinin takdim edilip esas alınacağını
delil belirler.[26]
Cevap: Sünnetin, Kitap üzerinde hâkim konumda olmasından
maksat, onun öne alınması ve Kitab'ın atılması mânâsına değildir. Aksine bu
söz, sünnette ifade edilenin, bizzat Kitap'ta murad olunan mânâ olduğu
anlamına gelir. Bu durumda sanki sünnet, Kitab'ın getirmiş olduğu hükümlerin
şerh ve tefsiri mertebesinde oiuf. Nitekim: "İnsanlara indirileni
açıklayasın diye[27] âyeti de bunun böyle
olduğunu gösterir. Meselâ: "Erkek ve kadın hırsızın ellerini kesin"[28]âyetini
sünnet açıklayarak, elin bilekten kesileceğini, çalman malın koruma altında ve
en az nisap[29] miktarı kadar olacağını
belirtmişse, bu haddizatında âyetten murad olan mânâ olmaktadır; bu durumda bu
hükümlerin Kitapla değil de sünnetle sabit olduğunu söylememiz doğru olmaz. Aynı
şekilde meselâ imam Mâlik ya da bir başka müfessir bize bir âyet ya da hadisin
mânâsını açıklasa ve biz de onun gereği ile amel etsek, şimdi bizim "Biz
Allah'ın (c.c.) ya da Rasûlullah'm buyruğu ile amel ediyoruz" demek
yerine "Biz falanca müfessirin sözü ile amel ediyoruz" dememiz doğru
olmaz. Sünnetin, Kitab'ın getirdiği diğer hükümleri beyanı da aynı şekildedir.
Şu halde "sünnetin Kitap üzerinde hâkim konumda olması" ifadesinden
maksat, "onun açıklayıcısı olması" demektir. Sünnet tarafından
maksat açıklanmışken hâlâ mücmel ve çeşitli mânâlara muhtemel Kur'ân nasslan
yanında durulmaz; sünnetin gereği alınır. Ancak bu, hiçbir zaman sünnetin
Kur'ân üzerine takdimi anlamına gelmez.
Tearuz konusundaki
usûlcülerin ihtilafına[30]
gelince, Deliller bölümünün başında[31] da
geçtiği gibi vâhid haber kesin olan bir kâideye dayandığı zaman, amel konusunda
makbuldür; aksi takdirde durup beklemek (tevakkuf) gerekir. Vâhid haberin kesin
bir kaideye dayanmış olması demek, Kur'ânî küllî bir mânânın altına girmesi
demektir. Nitekim bu sözün mânâsı orada açıklanmıştı. Bu durumda biz, buradaki
ile orada açıklanan hususları birlikte ele aldığımız zaman, âyet İle vâhid
haber arasındaki tearuzun, aslında iki Kur'ânî asıl arasında meydana gelen
tearuz olduğunu görürüz. Bu durumda konu Kitabın sünnetle muârazası olmaktan
çıkar ve Kitabın Kitap'la tearuzu halini alır. Dolayısıyla da zannînin kafiye
tearuzundan değil; iki kafinin birbiri ile tearuzundan söz edilir.[32]
Ancak vâhid haber herhangi bir kat'î esasa dayanmıyorsa, o zaman mutlak surette
Kur'ân'ın takdimi gerekecektir.[33]
Üçüncü noktaya[34]şu
şekilde cevap verilir: Mütevâtir olarak zikredilen haberlerin hemen büyük
çoğunluğu, caiz olan bir işin varsayımı şeklindedir ve sünnet-i nebevîyye
içerisinde, olayın vuku bulduğu zamânâ kadar mütevâtir olduğuna
hükmedilebilecek hadisler bulmak hemen hemen imkânsızdır. Dolayısıyla konu ile
ilgili ileri sürülen itiraz noktası ya vakıada olmayan ya da vukuu çok nâdir
bulunan bir hususla ilgilidir; fazla bir önemi yoktur.[35]
Allah'u alem! [36]
Sünnet, mânâ
bakımından sonuçta Kitâb'a çıkar ve ona dayanır. Dolayısıyla sünnet: Kitab'ın,
ya mücmelinin tafsîl edilmesi[37], ya
müşkil olanının açıklanması[38] ya
da muhtasar olanının izah edilmesidir.[39]
Çünkü sünnet, Kur'ân'ın beyanıdır. "İnsanlara indirileni açıklayasın diye
sana Kur'ân'ı indirdik"[40]
âyetinin delalet ettiği mânâ da bu olmaktadır. Sünnette yer alıp da, Kur'ân'da
genel ya da detaylı olarak temas edilmeyen hiçbir şey yoktur.
Keza Kur'ân
nasslarının, şerîatm küllî esasları ve kaynağı olduğunu gösteren bütün
deliller[41]bu konu hakkında da delil
olur. Yüce Allan, Hz. Peygamber hakkında: "Şüphesiz ki sen, yüce bir ahlâk
üzeresin"[42] buyurmuş, Hz. Aişe ise
bunu, onun ahlâkının Kur'ân olduğunu[43]
belirterek açıklamış ve onun ahlâkını[44]
beyan konusunda bu ifadeyle yetinmiştir. Bu da gösterir ki, Hz. Peygamber'in
bütün sözleri, fiilleri ve tasvipleri Kur'ân'a dayanır ve sonuçta ona çıkar.
Çünkü ahlâk nihayet bu şeylerden ibarettir. Sonra Yüce Allah, Kur'ân'ı
"herşeyin açıklayıcısı"[45] kılmıştır.
Bundan da, sünnetin Kur'ân içerisinde genel olarak mündemiç olması lâzım
gelir. Çünkü emir ve nehiy, Kitap'ta yer alan şeylerin başında gelir.[46]
"Kitap'ta biz hiçbir şeyi
eksik bırakmadik ,[47]
"Bugün size dininizi tamamladım"[48]âyetleri
de aynı mânâyı verir. Dinin tamamlanmasının, Kur'ân'ın indirilmesi ile olduğu[49]
murad olunmaktadır. Şu halde sünnet, sonuç itibarıyla Kur'ân'da olanın
açıklanması olmaktadır. Sünnetin, Kur'ân'a dayalı ve sonuç itibarıyla ona
çıkmasının mânâsı da işte budur.
Diğer taraftan eksiksiz
yapılan istikra da, bunun böyle olduğunu göstermektedir. Nitekim birazdan[50]
—Allah'ın izniyle— ele alınacaktır. Deliller bölümünün başında da geçtiği
üzere, sünnet sonuç itibarıyla Kitâb'a çıkmakta ve ona dayanmakta; aksi
takdirde[51] kabulü konusunda
duraksamak gerekmekteydi. Bu, konu ile ilgili yeterli bir esastır.
İtiraz: Bu husus birkaç noktadan dolayı doğru değildir:
(1)
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Hayır; Rabbine and olsun ki, aralarında çekiştikleri
şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir
sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar.[52] Bu
âyet, Hz. Peygamber'in r»feyhM*Bistui Zübeyir lehine Ensârî'den önce bahçesini
sulaması hakkında verdiği hüküm sebebiyle inmiştir. Hadis Muvatta (ve diğer
muteber hadis kitaplarında) yer almaktadır.[53] Oysa
ki bu hüküm, Allah'ın kitabında yoktur. Sonra bu âyet, onun hükmün ağır bir
Yin« Allah şöylo buyurmaktadır: "Ey inananlar! Allah'a itaat idin,
peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Kğvr birşeyde
çekişirseniz —Allah'a ve âhiret gününe inanmışsa İmlini Allah'a ve peygambere
bırakın. Bu, hayırlı ve ne-ticr itibarıyla en güzeldir. [54]Meselenin
çözümünü Allah'a bırakmak, Kıl.iih'n başvurmaktır; Rasûlullah'a bırakmak ise,
ö-lümünden sonra onun sünnetine müracaat etmektir.[55]
Allah Teala yine şöyle
buyurmaktadır: "Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin, karşı gelmekten çekinin.[56] Daha
başka buna benzer, Allah'a itaat ile Rasûlullah'a itaati ayrı ayrı zikreden
nasslar vardır. Bunlar, Allah'a itaatin konusunun,
Kitabında .emredip yasakladığı şeyler olduğunu, Rasûlullah'aitaatinde Kuranda
yer almayan ve bizzat kendisinden gelen emir ve nehiylere tabi olmak suretiyle
olacağını gösterir. Çünkü, sünnet eger kuranda mündemiç bulunsaydı, o zaman o
da Allah'a itaatten sayılırdı."Onun (peygamberin) buyruğunu n\hın hareket
tu/enler, haslarına bir belânın gelmesinden veya hu ntaba uğramaktan
sakınsınlar"[57]
buyurur. Bu Ilı, Paygumlmr'i) ait ayrıca
itaata mahal bir konu nu gttatorir ki, bu da Kur'ân'da yer almayan sünnet
olur. buyurur: "Kim peygambere
itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur.[58]Peygamber
size neyi getirmişse onu alın ,size neyi yasakladıysa ondan kaçının.[59]Kuranda
yer alan deliller göstermektedir ki ,peygamberin getirdiği emir veyasak ettiği
herşey ,hüküm itibarıyla Kurannın getirdiklerine ek olarak katılmaktadır;bu
durum onun ayrı bir şey olması,ona ilave birşeyler getirmesi gerekir.
(2)
Sünnetin terkedilerek
sadece Kur'ân'a uyulmasını yeren hadisler vardır. Eğer sünnetin içeriği,
Kitap'ta bulunsaydı, o takdirde Kitap ile amel halinde sünVet hiçbir şekilde
terkedilmiş olmazdı. Bu konuda gelen hadislerden bazıları şöyledir:
"Yakında sizden biri çıkar ve şöyle der: 'işte Allah'ın kitabı. Onun
içerisinde bulunan helalleri helâl kabul ederiz, onda yer alan haramları da
haram sayarız.' Haberiniz olsun! Kime benden bir hadis ulaşır da onu yalanlarsa,
bu haliyle o Allah'ı, Rasûlünü ve o hadisi kendisine ulaştıranı yalanlamış
olur."[60] Uz. Peygamber bir başka
hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Çok geçmez sizden biri koltuğuna kurulur;
kendisine benden bir hadis rivayet edildiği zaman şöyle der: 'Aramızda ve
aranızda Allah'ın kitabı var. Onda helâl olarak bulduğumuzu helâl kabul eder,
onda haram olarak bulduğumuz şeyi de haram sayarız.' Dikkat edin! Allah'ın Rasûlünün
[alevSâmtu] haram kıldığı da aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir. [61]Başka
bir rivayet de şöyledir: "Sakın ola sizden birinizi koltuğuna kurulmuş
[18] (şöyle bir tavır sergilerken) görmeyeyim: Ona emrettiğim ya da yasakladığım
şeylerden birşey gelir de şöyle der: Bilmiyorum (böyle birşey yok). Biz
Allah'ın kitabında bulduğumuz şeye uyarız.[62]
Bu hadisler, sünette,
Kur'ân'da olmayan bazı şeylerin bulunduğunu gösteren bir delil olmaktadır.en
tıtikrâ (kııpHiımlı
araştırma) da göstermektedir ki, lünnatte İn/zili Kur'ân tarafından temas edilmeyen
sayılamayacak kadar çok şuy vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Kadının
halası ya da teyzesi ile bir arada nikahlanmasının, ehlî eşeklerin
yenilmesinin, I-1 >lı<k dişli yırtıcı hayvanların yenilmesinin haram
kılınması[63], diyet, esirlerin fidye
karşılığı kurtarılması, müslümanın kâfir karşılığında kısas yoluyla
öldürülmemesi... gibi. Hz. Ali'nin rivayet ettiği hadiste işaret etmek istediği
şeyler de bunlar[64] olmaktadır: O şöyle
demişti: "Yanımızda şunlardan başka birşey yoktur: Allah'ın kitabı,
müslüman bir kişiye lütfedilen anlayış, bir de şu sahifede bulunanlar[65]
Başka bir hadiste de şöyle gelmiştir: Hz. Ali (r.a.) bir hutbe îrad etti.
Yanında, üzerinde bir sahife asılı bulunan bir kılıç Vardı. Şöyle dedi: Allah'a
yemin ederim ki, bizim yanımızda Allah'ın kitabından, bir de şu sahifede
bulunandan başka okumakta uldııftumuz başka bir yazılı metin yoktur."
Sonra sahifeyi açtı. Onda (zekât ya da diyetle ilgili olarak) develerin yaşlan
vardı. Yine onda şöyle deniyordu: "Medine, Ayr'dan filan yere (Sevr'e)
kadar haramdır. Kim orada bir bid'at çıkarırsa Allah'ın, meleklerin ve bütün
insanların laneti onun üzerine olsun! Allah ondan, ne bir tevbe ne bir fidye
kabul etmesin[66] Ayrıca şu ifadeler vardı:
"Bü-tün müslümanların zimmetleri birdir; bu itibarla en alt mertebede
olanları, (eman vermek gibi) onların tümünü bağlayacak sorumluluklar altına
girebilir. Kim bir müslümânâ hıyanet ederse Allah'ın* meleklerin ve bütün
insanların laneti onun üzerine olsun! Allah ondan ne bir tevbe ne bir fidye
kabul etmesin!" Sahifede şunlar d^ vardı: "Kim müntesip olduğu
kimselerin izni olmadan başka bit-kavme intisap ederse Allah'ın, meleklerin ve
bütün insanları^ laneti onun üzerine olsun! Allah ondan ne bir tevbe ne bir
fidye kabul etmesin![67]
Hz. Peygamber e
Yemen'e vali gönderdiği Muâz sında geçen konuşma da şöyle olmuştu:
— Ne ile
hükmedeceksin?
— Allah'ın kitabıyla.
—Ya onda bulamazsan?
—Rasülullahın sünnetiyle.[68]
Daha başka bu mftnfida
hadiulur de vardır. Bütün bunlar nçıkç« gö«tt»rm«ktidir ki, sünnette Kur'ân'da
olmayan şeyler de vurdır. Bazı âlimlerin: "Kitap, -sünnet için; sünnet de
Kitap için bir alan bırakmıştır" şeklindeki sözleri de bu mânâyı ifade
etmektedir.
(4)
Sadece Kitap ile
yetinme düşüncesi, ehl-i sünnetten olmayan nasipsiz kimselere aittir. Çünkü
bunlar, bu aşırı düşüncelerini "Kitâb'ın herşeyi beyân e*tmiş olduğu"
esası üzerine kurmakta ve sünnetin getirdiği hükümleri bir tarafa
atmaktadırlar. Bu da onların, ehl-i sünnet yolundan ayrılmaları ve Kur'ân'ı,
iniş amacına uymayacak şekilde tevil etmeleri gibi bir tutuma girme sonucunu
doğurmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber'den [ale^Stu] şöyle bir rivayet
gelmektedir: "Ümmetim hakkında en çok korktuğum iki şey vardır: Kur'ân ve
süt. Kur'ân'dan korkum, mü'minlerle tartışmak için onu münafıkların öğrenmiş
olmasıdır. Sütten korkuma gelince, (onu üretmek için) kırsal kesimlere giderler
(cami ve cemaati bırakırlar) şehvetlerine uyarlar ve sonunda namazı
terkederler[69]
Bazı haberlerde ise
şöyle gelmiştir: Hz. Ömer şöyle demiştir: "Bir kavim gelecek ve Kur'ân'm
müteşâbihâtı ile sizinle tartışmaya gireceklerdir. Siz, onlara hadislerle
mukabele edin. Çünkü hadislere vâkıf olanlar, Allah'ın kitabını daha iyi
bilenlerdir."
Ebû'd-Derdâ ise:
"Sizin hakkınızda endişe ettiklerimden biri de âlimin sürçmesi ve münâfıkm
Kur'ân ile tartışmaya girmesidir" demiştir.
Yine Hz. Ömer'den
şöyle söylediği nakledilmiştir: "Üç şey vardır ki dini yıkar: âlimin
sürçmesi, münâfıkm Kur'ân ile tartışmaya girmesi ve saptırıcı imamlar."
İbn Mesûd ise:
"Öyle kavimler göreceksiniz ki, kendileri arkalarına atmış oldukları
halde sizi Allah'ın kitabına çağıracaklardır. O zamanda siz ilme sarılın ve
bid'at çıkarmaktan sakının, ifrata düşmekten kaçının, köklü ve güzel olana
yapışın" demiştir.
Hz. Ömer: "Sizin
hakkınızda iki tip insandan korkuyorum: Biri, uygun olmayacak şekilde Kur'ân'ı
tevile kalkışan kimsedir. Diğeri de kardeşiyle mülk yarışma
girendir" demiştir. Bu mânâda daha
başka sözler de vardır ki âlimler onları hUıuımü bir tarih iterek Kur'ân'ı
tovil etme ve reye başvurma konumum yormuşlardır. Alimlerden birçoğu, Hz.
Peygamber'in şu buyruğunu ve hadisleri bu mânâya anlamışlardır:
"Yüce Allah ilmi,
insanların arasından bir çırpıda çekip çıkararak almaz; aksine ilmi, âlimleri
alarak alır. Sonunda hiçbir âlim bırakmayınca insanlar kendilerine câhil başlar
edinirler, onlara sorular yöneltilir, onlar da bilgisizce fetva verirler;
böylece hem kendileri sapar, hem de başkalarını saptırırlar."[70]Hakikaten
bid'at nah ipi erinin pek çoğu bu şekilde davranmışlar, hadisleri bir tarafa
atmışlar ve Kur'ân'ı yersiz bir şekilde tevile yeltenmişler ve sonun-dtı da hem
kendileri sapmış, hem de başkalarını saptırmışlardır.
Hurada, hadise ancak
Allah'ın kitabına uygun düşmesi halinde
edileceğini ifade eden bir hadis de zikretmiş olabilirler. Buna (för«
(güya) Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Benden hizv ulaşan hadisleri
Allah'ın kitabına vurunuz; eğer Allah'ın kitabına uygun düşerse; onu ben
söylemişimdir, eğer Allah'ın kitabına ııy^un düşmezse, onu asla ben
söylememişimdir. Allah beni 'la hidayete ulaştırmış iken, ben nasıl olur da ona
(Kitab'a) muhalefet edebilirim." Abdurrahman b. el-Mehdî, bu hadisi
zındıkların ve Haricîlerin uydurmuş olduğunu söylemiştir. Bazıları şöyle
demişlerdir: Nakledilegelen haberlerin sağlamlarını sakatlarından ayırmada
mahir olan ilim erbabınca bu sözlerin Hz. Peygamber'den \sâdır olması mümkün
olamaz.[71]
Bazıları bu hadisi, yine kendi yöntemiyle reddederek şöyle demişlerdir: Biz
herşeyden önce bu hadisi Allah'ın kitabına arzederiz ve ona itimat ederiz. Biz
bu hadisi vakıa Kitab'a arzettiğimizde, onun Allah'ın kitabına muhalif olduğunu
görmekteyiz. Çünkü biz Kitap'ta, Rasûlullah'ın hadisleri içerisinde sadece
Kitab'a uygun olanların alınmasını gerekli kılan bir esas görmemekteyiz;
aksine Allah'ın kitabı bize mutlak surette oifa uymamızı istemekte ve ona
itaat etmemizi emretmekte, her hal ve durumda ona muhalefet etmekten kesin
olarak sakındırmaktadır. Bu, sünnetin, sonuç itibarıyla Kur'ân'a çıktığı ve ona
dayandığı görüşünde olanları ilzam edecek delillerdendir. Bu noktada hem önceki
nesillerden hem de sonraki gelenlerden bazı gruplar doğru yoldan
ayrılmışlardır. Dolayısıyla böylesi bir görüşe sahip olmak ve ona meyletmek,
dosdoğru yoldan ayrılmak anlamına gelmektedir. Allah Teâlâ, lütfü ile bizi
böyle bir sonuçtan korusun!
(1)
Biz sünnetin KitAb'ın
beyan» olduğu esası üzerinden yürüdüğümüz zaman, bundan mutlaka onun, Kitab'ın
içinde bulunan ve buna ya da şuna ihtimali bulunan şeylerin beyanı olması
lâzım gelir. Bu durumda sünnet, bu ihtimallerden birini belirler. Şimdi mükellef
bu beyan doğrultusunda amel ettiği zaman hem kelâmıyla emretmiş olduğu konuda
•AJlah'a, hem de beyanın gereği olarak Rasûlullah'a itaat etmiş olur. Eğer
yapılan beyanın aksine hareket edecek olursa, o takdirde, beyana muhalif olan
bu amelinde Allah'a isyan etmiş olur. Zira onun bu ameli, Allah Teâlâ'nın
kelamından muradının aksine işlenmiş olur. Bu haliyle o, aynı zamanda yapılan
beyanın aksine hareket etmiş olacağından Rasûlullah'a da isyan etmiş olur. Bu
iki itaatin ayrı ayrı zikredilmiş olmasından, itaat konusu olan şeyin ayrı
ayrı olmaları gibi bir sonuç lâzım gelmez. Bu lâzım gelmeyince de, itiraz
sadedinde zikredilen âyetler, sünnette zikredilen şeylerin Kitap'ta
bulunmadığını gösterecek bir delil olmaz. Aksine her ikisi de bir mânâda
birleşebi-lirler ve bu durumda (biri Allah'a diğeri de Rasûlullah'a [yönelik
olmak üzere) iki ayrı cihetten iki isyan, ya da iki ayrı itaat vuku bulur.
Bunda olmayacak birşey de yoktur. Geriye Hz. Peygamber'in verdiği hükmün
Kur'ân'da bulunup bulunmaması kalmaktadır.[72]Bu da
Allah'ın izniyle birazdan ele alınacaktır. İtiraz sırasında "Kur'ân'da yer
alan deliller göstermektedir ki, peygamberin getirdiği, emir ve yasak ettiği
herşey, hüküm itibarıyla Kur'ân'm getirdiklerine katılmaktadır; bu durumda onun
ayrı birşey olması, ona ilave birşeyler getirmesi gerekir" sözü
doğrudur.Ancak bu ziyadelik, acaba bir şerhin getirdiği ilave mahiyetinde
midir? Zira elbette şerhte, şerhedilende olmayan bazı unsurlar bulunacaktır;
aksi takdirde ona şerh denmez. Yoksa gerçekten Kitap'ta bulunmayan ilave bir
mânânın getirilmesi kabilinden midir? İşte asıl tartışma noktası burasıdır.
İkinci itiraz[73]
sadedinde ileri sürülen hususlar da işte bu nokta göz önüne alınarak değerlendirilir
(ve şöyle denilir: "Eğer sünnetin içeriği, Kitap'ta bulunsaydı, o takdirde
Kitap ile amel halinde sünnet hiçbir şekilde terkedilmiş olmazdı" sözünüz
kabul edilemez; aksine böyle bir durumda sünnet terkedilmiş olur. Çünkü bu
durumda, Kitab'ın içerdiği mânâya sünnet tarafından getirilen beyana iltifat
edilmemiş olmaktadır.)
Sonra hüküm Kur'ân'da
icmâlî olur, sünnette ona detaylar getirilirse, bunlar hüküm itibarıyla
birbirinin aynı olmaz.[74]
Meselâ "Namazı kılınız" emri namaz yükümlülüğünü mücmel olarak getirmiştir.
Sünnet ise ona açıklık getirmiştir. Böylece, beyanda, beyan edilen şeyde
bulunmayan mânâlar ortaya çıkmıştır. Nihâî olarak beyanın mânâsı ile beyan
edilenin mânâsı aynı olsa bile bunlar hükümde farklıdırlar. Dikkat edilirse
görülecektir ki, beyandan önce mücmelin hükmü durup beklemek (tevakkuf) iken;
beyanın hükmü, gereği ile amel etmektir. Bu ikisi madem ki hüküm itibarıyla
birbirinden farklıdırlar, öyle ise mânâ itibarı ile de farklı gibi kabul
edilirler. Dolayısıyla bu açıdan sünnet, Kitap'tan ayrı (müstakil) gibi
mütalaa edilir. (Hadislerde, sünnet hakkında "Kitabın benzeri"
şeklinde geçen ifadeler, işte bu noktadan hareketle kullanılmıştır.)
Üçüncü itiraz noktası
ise, bundan sonra gelecek olan Dördüncü Mesele'de —inşallah— ele alınacaktır.
Dördüncü itiraz
noktasına gelince, sözü edilen kimselerin sünnet yolundan uzaklaşmış
olmalarının sebebi, tamamen reye tâbi olup sünneti bir tarafa atmaları
yüzündendir; başka bir sebepten dolayı değildir.[75]Şöyle
ki: Bilindiği gibi sünnet Kur'ân'm mücmelini açıklamakta, mutlakını
kayıtlamakta, umûmunu tahsis etmekte ve pek çok Kur'ânî ifadeyi ilk bakışta
anlaşılan zahirî sözlük mânâsından çıkarmaktadır. Böylece sünnetin açıklık
getirmiş olduğu şeyin, bizzat o ifadeden murâd-ı ilâhî olduğu da
anlaşılmaktadır. Hal böyle iken sünnet bir tarafa atılır, arzu ve heveslerin
peşine uyularak Kur'ânî ifadelerin mücerred zahirlerine tâbi olunursa, bu yaklaşımın
sahibi değerlendirmesinde sapıtmış, Kitap hakkında cehaletini ortaya koymuş
olur ve körü körüne hareket etmekte olduğu için hiçbir zaman doğruya ulaşamaz.
Zira aklın dünyevî işlerle ilgili olarak çıkar ve zararları isabetli bir
şekilde kavrayabilmesi çoğu kez nâdirattan olmaktadır. Âhiret konularıyla
ilgili konularda ise hem genel esaslarda hem de detaylarda asla söz
söyleyebilecek bir salâhiyeti yoktur.
Hadisten delil[76]
olarak kullandıkları şeylere gelince, eğer nakil açısından sahih değilse, onu
her iki grubun da delil olarak kullanması mümkün olmaz. Eğer sahihliği sabitse
veya kabul edilebilecek bir yol ile gelmişse, o takdirde onun üzerinde durmak
gerekecektir. Çünkü hadis; ya katkısız Allah'tan gelen bir vahiydir, ya da Hz.
Peygamber tarafından yapılmış bir ictihaddır; ancak bu durumda o Kitap ya da
sünnetten sahih bir vahye dayandırılmış ve onun kontrolünden geçmiştir. Her iki
takdire göre de hadisin Allah'ın kitabı ile çelişki halinde olması mümkün
değildir.[77] Çünkü Hz. Peygamber kendi
heva ve heveslerinden esinlenerek konuşmaz; onun konuşması ancak kendisine ilkâ
edilen bir vahiydir. Hz. Peygamber'in hata etmesini caiz gören görüş üzerinden
yürünse bile, o asla hatası üzerinde devamlı bırakılmaz, derhal tashih edilir
ve sonunda o mutlaka doğruya döner. (Dolayısıyla ondan sâdır olan hadisler
içerisinden hiçbirinde hata ihtimali bulunmamaktadır.) Hiç hata etmeyeceği
görüşünden hareket edildiği zaman ise, onun ictihad ederek Allah'ın kitabıyla
çelişen ve ona ters düşen bir hükümde bulunması öncelikli olarak düşünülemez.
Evet, sünnetin Kur'ân'a ters de düşmeyen, uygun da düşmeyen, aksine Kur'ân'da
sükût geçilen hükümler getirmesi caizdir. Ancak bu câizliğin aksine delil
bulunacak olursa —ki bu meselede tartışılan nokta burasıdır— o zaman her hadis
hakkında mutlaka Allah'ın kitabına uygun düşme[78]
şartı aranır. Nitekim zikredilen hadis de bu hususu ortaya koymuştur. îtiraz
sadedinde tenkit edilen hadisin mânâsı —senedi sahih olsun olmasın— doğrudur.
Tahâvî, kitabında hadisin müşkil yönünün beyanı hakkında bu mânâda bir hadis tahric
etmiştir: Abdülmelik b. Saîd b. Süveyd el-Ensârî — Ebû Hu-meyd ve Ebû Esîd
senediyle Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Benden bir hadis duyduğunuz
zaman, onu kalpleriniz tanır, tüyleriniz ve tenleriniz ona yatışır ve onu
kendinize yakın görürsünüz. İşte ben o hadise hepinizden yakınım. Yine benden
bir hadis duyduğunuz zaman, kalpleriniz onu yadırgar, tüyleriniz ve tenleriniz
ondan ürperir, onun bir münker olduğunu görürsünüz, işte o hadise ben
hepinizden daha uzağım.'[79]Yine
sözü edilen Abdülme-lik'ten, o da Abbâs b. Sehl'den olmak üzere şu rivayeti
yapmıştır: Übeyy b. Ka'b bir mecliste bulunuyordu. Oradakiler, kimisi zorlaştırıcı,
kimisi kolaylaştırıcı olmak üzere Rasûlullah'tançeşitli rivayetlerde
bulunuyorlardı. Übeyy b. Ka'b ise susmaktaydı. Onlar rivayetlerini bitirince
şöyle dedi: "Bre adamlar! Rasûlullah'-tan size ulaşan hadis karşısında,
kalp onu tanır, ten ona yatışır ve onu duyduğunuzda ümitvar olursanız, (bilin
ki o Rasûlul-lah'tandır Rasûlullah'm sözü olmak üzere onu tasdik edin. Çünkü
Rasûlullah hayırdan başka birşey söylemez." Tahâvî, bunun böyle olduğuna
şu âyetleri delil getirmiştir: "İnananlar ancak o kimselerdir ki Allah
anıldığı zaman kalpleri titrer[80]"Rablerinden
korkanların bu kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri hem de kalpleri
Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır[81]"Peygambere
indirilen Kur'ân'ı işittiklerinde gerçeği Öğrenmelerinden gözlerinin yaşla
dolduğunu görürsün[82]Bu
âyetler, Allah'ın kelâmını dinleyen ehl-i imanın tepkisini göstermektedir.
Rasûlullah'tan rivayet edilen sözler de (vahye dayanması sebebiyle) onun
cinsindendir. Çünkü hepsi de Allah katından olmaktadır. Hadis dinlerken, aynen
Kur'ân dinlerkenki ruh haletine girmeleri, o hadisin doğruluğuna bir delil
olur. Eğer hadisi dinlerken böyle bir ruh haletine girmiyorlarsa, o zaman o
hadis karşısında durmak ve araştırmak gerekir; çünkü diğer hadislere benzememektedir.
Onun söylediğinden, hadisin mânâ bakımından muhalif değil, muvafık olması lâzım
gelir. Çünkü eğer hadis Kur'ân'a muhalif olsaydı, o zaman dinlenirken deriler
ürpermez, kalpler yatışmaz-dı. Çünkü zıddm zıdda[83]
yatkınlığı ve ona uygun düşmesi mümkün değildir. Yine et-Tahâvî, Ebû
Hureyre'den şu rivayeti yapmıştır: Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Size
benden tanıdığınız
ve yadırgamadığınız
bir hadis rivayet edildiği zaman, ben onu desem de demesem de siz onu tasdik
edin. Çünkü ben iyi olup kötü olmayanı emrederim. Eğer size benden
yadırgadığınız ve tanımadığınız bir rivayette bulunulursa, onu yalanlayınız;
çünkü yadırganan ve tanınmayan birşeyi ben söylemem.[84]
Bunun izahı şöyle: Rivayet, eğer Allah'ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine[85]—içerdiği
mânânın onlarda bulunması suretiyle— uygun düşerse, kabul edilir. Çünkü
Rasûlullah onu o lafızla söylememişse bile, mânâsını başka bir lafızla
söylemiş olmaktadır. Kaldı ki Arap olmayan kimseler için Rasûlullah'm
sözlerini, onların kendi dilleriyle açıklamak caizdir. (Bu da mânânın başka
lafızlarla ifade edilmesinin caizliğini gösterir.) Eğer rivayet muhalif
düşüyor, Kur'ân ve sünnet tarafından tekzip ediliyorsa, o zaman onun atılması
gerekir ve o rivayetin Rasûlullah tarafından söylenmemiş olduğu anlaşılır. Bu
da aynen öncekisi gibidir. Bütün bunlardan, hadis değerlendirilirken Kur'ân'a
uygun düşüp, ona ters düşmemesi noktasının göz önünde bulundurulmasının doğru
olacağı sonucu ortaya çıkar. Yapılan rivayetlerin şahinliği esas alındığı
zaman onlardan maksat işte bu olur. Eğer sahih değillerse aleyhimize yine bir
şey gerekmez; çünkü kastedilen mânâ doğrudur. Deliller Kitâbi'nın Birinci
Tarafının İkinci Mesele'sinde verilen izahat da bunun böyle olduğunu ortaya
koymaktadır. O bahiste uygunluk ve ters düşme konularında yeteri kadar örnek
verilmiştir. Tevfîk ancak Allah'tandır.
Bu nokta anlaşıldıktan
sonra şimdi şu noktanın ele alınmasına geçebiliriz: Kitabın sünnete delâlet
yönü nasıldır? Sünnet, detaylar getirmek suretiyle Kitab'm bir açıklayıcısıdır.
Hal böyle iken Kitap, sünneti kül halinde nasıl kapsar? İşte bu sorunun cevabı
dördüncü meselenin konusunu teşkil edecektir: [86]
Allah'a dayanarak
diyoruz ki: Bu konuda insanların farklı yaklaşımları vardır:
a) Bunlardan biri gerçekten çok geneldir ve sanki o,
Kitap'tan, sünnet ile amel etmenin sıhhati ve ona tâbi olmanın gerekliliği
üzerine delil getirme mecrasına kaymıştır. Bu, "Doğru yol kendisine apaçık
belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına
uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız"[87]
âyetinden icmâın alınması gibi birşeydir. Bu yaklaşımda olanlardan biri
Abdullah b. Mesûd'dur. Rivayete göre Esed oğullarından bir kadın kendisine
gelir ve ona: "Bana ulaştığına göre sen falana, falana, dövme yapana ve
dövme yaptırana lanet ediyormuşsun. Ben Kur'ân'm iki kapağı arasında ne varsa
hepsini okudum, fakat senin dediğin şeyi görmedim?!" dedi. Abdullah ona:
"Peki, 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan
geri durun, Allah'tan sakının'[88]
âyetini okumadın mı?" diye sordu. Kadın: "Evet okudum" dedi. İbn
Mesûd: "İşte o, odur" dedi.
Bir başka rivayette
Abdullah b. Mesûd: "Allah, dövme yapana, dövme yaptırana, kaşlarını
aldırtana, Allah'ın yarattığını değiştirerek güzellik için dişlerini
seyreltenlere lanet etsin!" dedi. Onun bu sözü, Esedoğullarından bir
kadına ulaştı ve (o gelerek) İbn Me-sûd'a şöyle dedi: "Ey Ebû Abdurrahmân!
Bana senin falan falan kimselere lanet ettiğin haberi ulaştı." İbn Mesûd ona:
"Allah Rasûlüniin lanet ettiğine ben niye lanet etmeyecekmişim. O Allah'ın
kitabında var" dedi. Kadın: "Ben Kur'ân'ın iki kapağı arasında ne
varsa hepsini okudum, fakat onu görmedim?!" dedi. İbn Mesûd: "Eğer
onu gerçekten okumuş olsaydın elbette görürdün. Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan
geri durun, Allah'tan sakının.'[89]
dedi."[90]İbn Mesûd'un kadına
"O Allah'ın kitabında var" deyip arkasın-
dan bu sözünü,
"Elbet ben (şeytan) onlara emredeceğim de onlar muhakkak Allah'ın
yarattığım değiştirecekler"[91]âyeti
yerine 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri
durun, Allah'tan sakının[92]
âyeti ile açıklaması, bu âyetin sünnette yer alan herşeyi içermekte olduğunun
İfadesidir.
Aynı yaklaşım şu
olayda da gözükmektedir: Abdurrahmân b. Yezîd, üzerinde elbisesi bulunan
ihramlı bir kimse görür ve onu bu halden menetmek ister. Ancak o: "Bana,
elbisemi çıkarttıracak Kur'ân'dan bir âyet getir" diye tutturur.
Abdurrahmân da ona:"Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden
menederse ondan geri durun. Allah'tan sakının"[93]
âyetini okur.
Yine rivayet
edildiğine göre Tâvûs ikindi namazından sonra iki rekat nafile kılardı. îbn
Abbâs ona: "Onu bırak!" dedi. Ancak o: "Ra-sûlullah onu sadece
sünnet edinilmesin diye yasaklamıştır" diye karşılık verdi. İbn Abbâs:
"Şüphesiz ki Rasûlullah ikindi namazından sonra namaz kılınmasını
yasaklamıştır.[94] Bu durumda senin kılmakta
olduğun bu namazdan dolayı azaba mı maruz kalacaksın, yoksa sevap mı alacaksın,
bilemem. Çünkü Yüce Allah: "Allah ve Peygamberi birşeye hükmettiği zaman,
inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz'[95]
buyurmaktadır" dedi.
Rivayete göre el-Hakem
b. Ebân, İkrime'ye ümmüveledlerin[96]durumu
hakkında sorar. İkrime, onların hür olduklarını söyler. el-Hakem: "Ne
ile?" diye sorar. O da: "Kur'ân ile" diye cevap verir. Bu kez:
"Kur'ân'da ne ile?" diye sorar. İkrime: "Allah Teâlâ: 'Ey inananlar!
Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin...[97]
buyurmaktadır. Hz. Ömer, buyruk sahibi olanlardandı ve o, bu tür kadınların,
düşükle de olsa âzâd olacaklarını söylemişti" şeklinde cevap verir.
Bu yaklaşım, sünnet
ile amel etme konusunun deliliendirilme-sine benzemekte hatta bizzat kendisi
olmaktadır. Şu kadar var ki, bu uğraşıda deliller, Kitab'ın, sünnette yer alan
tafsîlî mânâlara delâleti mecrasına kaydırılmıştır.
b) Bir diğer yaklaşım ulemâca meşhur olanıdır. Mücmel
olarak zikredilen hükümlerin beyanı sadedinde gelen aşağıdaki türden olan
hadisler gibi. Bu beyan, ya amelin nasıl yapılacağının belirlenmesi, ya da
sebeplerinin veya şartlarının veya mânilerinin veyahut da sonuçlarının vb.
açıklanması şeklinde olur.Meselâ Kur'ân'da nassla belirtilmemiş bulunan
namazların vakitlerinin, rükû ve secdelerinin, diğer hükümlerinin açıklanması,
zekâta nisbetle oranların, zekât vaktinin, zekâta tâbi malların nisaplarının,
zekâta tâbi olup olmayan malların belirlenmesi, oruçla ilgili hükümlerin beyan
edilmesi gibi. Hadesten ve necasetten taharet, hacc, usûlüne uygun boğazlama
(tezkiye), av, yenmesi helâl olanların, haram olanlardan ayrılması, nikâh
hükümleri ve buna bağlı olarak talâk, ric'at, zıhâr, liân gibi diğer konular,
ahş-veriş ve ilgili hükümler, ceza hukuku ile ilgili kısas vb. hükümler... evet
bütün bunlar Kur'ân'da mücmel olarak gelen esasların beyanı olmaktadır.
"İnsanlara indirileni açıklayasın diye sana Kitab'ı indirdik[98]
âyet-i kerîmesinde ifade edilen husus da bu olmaktadır.
Rivayete göre Imrân b.
Husayn bir adama şöyle demiştir: "Sen ahmak birisin! Sen Allah'ın
kitabında öğle namazının dört olduğunu ve kıraat esnasında açıktan
okunmayacağını bulabilir misin?" Sonra o, namaz, zekât ve benzeri
yükümlülükleri saydı ve şöyle dedi: "Bütün bunları Allah'ın kitabında
açıklanmış buluyor musun? Allah'ın kitabı bunları müphem bırakmıştır, sünnet
ise onları açıklamaktadır."
Mutarrif b. Abdillah
b. eş-Şıhhîr'e: "Bize sadece Kur'ân'dan bahsedin" dendiği zaman şöyle
demiştir: "Vallahi biz (hadis rivayeti ile) Kur'ân'a bir alternatif
getirme arzusunda değiliz. Ancak bu halimizle biz, Kur'ân'ı bizden daha iyi
bilen birinin[99] olduğunu göstermek
istiyoruz."
el-Evzâî, Hassan b.
Atıyye'den şöyle dediğini nakleder: "Vahiy Rasûlullah'a [fll^Su] inerdi.
Onu tefsir eden sünneti de ona Cibril
getirirdi."
el-Evzâî ise: "Kitab'ın
sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kitab'a olan ihtiyacından daha çoktur"
derdi. İbn Abdilberr de: "O bu sözüyle, sünnet Kitap üzerine hükmeder ve
ondan muradın ne olduğunu açıklar, demeyi kastetmiştir" demiştir.
Ahmed b. Hanbel'e:
"Sünnet, Kitap üzerine hâkim konumdadır" şeklindeki söz hakkında
sorulduğu zaman: "Ben bu konuda bu sözü söyleme cesaretini gösteremem.
Ancak ben şunu derim: Sünnet Kitab'ı tefsir eder ve onu açıklar."
Bu yaklaşım, tafsil
konusunda maksadı ifadeye en yakın ve bu mânâda ulemânın kullanışında en yaygın
olanıdır.
c) Bir diğer yaklaşım Kitab'ın muhtevasını genel olarak
tesbit edip, ilave beyan ve şerhleriyle birlikte aynısının sünnette de mevcut
olduğunu görmek şeklindedir. Şöyle ki: Kur'ân-ı Kerîm, hem dünya hem de âhiretle
ilgili tüm maslahatların temini, mefsedetle-rin de defi amacıyla belirlenmesini
esas almıştır. Daha önce de geçtiği gibi maslahatlar üç kısımdan oluşur: 1)
Zarûriyyât ve tamamla-
yıcı unsurları. 2)
Hâciyyât ve tamamlayıcı unsurları. 3) Tahsîniyyât ve tamamlayıcı unsurları.
Daha önce Makâsıd bölümünde de ortaya konduğu gibi bunların bir dördüncüsü
yoktur. Sünnete baktığımız zaman onun muhtevasının da aynı şekilde bu üç kısmın
ötesine taş-madığmı görürüz. Kitap, maslahatın bu üç türünü başvurulacak genel
esaslar olarak getirmiş, sünnet ise, Kitapta yer alan bu genel esaslara
detaylar getirmiş ve açıklamalarda bulunmuştur. Sünnetin muhtevası içerisinde
sonuç itibarıyla bu üç türe çıkmayan hiçbir şey bulunmamaktadır.
Nasıl ki beş zarurî
esas Kitap'ta genel ilkeler halinde yer almışsa, sünnette de detaylarıyla
açıklanmıştır:
Meselâ dinin korunması
esasını ele aldığımızda bunun özünü üç şeyin oluşturduğunu görürürüz: İslâm,
iman ve ihsan (ihlâs). Şu halde bunların esası Kur'ân'da, beyanı ise
sünnettedir.[100]Tamamlayıcı unsurları da
üç şeydir:
1) Terğîb ve terhîb yoluyla yani kâh öğütle ve
müjdeleyerek, kâh sert sözle ve korkutarak dine davette bulunmak,
2) Karşı tavır alanlara ya da onu ifsad etmek
isteyenlere karşı cihâd etmek,
3) Onun esasına arız olabilecek noksanlıkları telafi
etmek.[101] Bu üç şeyin aslı
Kitap'ta, detaylı olarak açıklanması ise sünnette yer almaktadır.
Nefsin (can) korunması
ilkesini üç esas oluşturur:
1) Türemenin (tenasül) meşru kılınması suretiyle aslının
ikâmesi yani nefse vücut verilmesi.
2) Yokluktan varlık âlemine çıktıktan sonra onun
yaşantısının
sürdürülmesi. Bu da
ona gıda veren ve böylece onu içeriden koruyacak olan yiyecek ve içeceklerle,
onu dışarıdan koruyacak olan giyecek ve barınma yoluyla olur.[102]
Bütün bunlar ilke olarak Kur'ân'da
mevcuttur, sünnet ise onlara açıklık getirmiştir.
Bunların tamamlayıcı
unsurları da üçtür:
1) Onu, zina gibi haram yollarla vücuda getirmeden
koruma. Bu türemenin sahih nikâh yoluyla olması suretiyle temin edilmiştir.
Nikâhla ilgili olan talâk, hulu', liân vb. gibi hükümler de bu kısma katılır.
2) Gıda olarak kullanacağı şeylerin zararsız olmasını,
öldürücü ve ifsad edici olmamasını temin ve bunun için gerekli olan tezkiye
(boğazlama) ve av hükümlerinin konması.
3) Had ve kısas cezalarının konması, cana arız
olabilecek durumların dikkate alınması ve benzeri durumlar[103]
Neslin korunması esası
da bu kısma[104] girmektedir. Esasları
Kur'ân'dadır ve sünnet onları açıklamıştır.
Malın korunması,
esasen onun mülkiyete konu olması[105] ve
tükenmemesi[106] için (ya da yeterli olmaz
korkusuyla[107]) üretilip
ne-malandırılması ilkelerinin dikkate alınması demektir. Bu esasın tamamlayıcı
unsurları ise ona arız olabilecek durumların[108]
bertaraf edilmesi ve aslın[109]
maruz kalabileceği tecavüzlerin tazir (zecr), had ve tazminat hükümleriyle
telafi edilmesidir.[110]
Bunlar hem Kitap'ta hem de sünnette yer almıştır.
Aklın korunması, onu
bozmayacak şeylerin alınması yoluyla olur. Bu esas da Kur'ân'da[111]
bulunmaktadır. Tamamlayıcı unsuru ise, (içkide) had, (diğer uyuşturucu vb.
şeylerde ise) tazir cezalarının konulmasıdır. Bunun için Kur'ân'da belirlenmiş
özel bir esas yoktur. Durum sünnette de aynı şekildedir ve konuyla ilgili özel
bir hüküm yoktur. Dolayısıyla hüküm ümmetin içtihadına bırakılmıştır.[112]
Eğer ırzın korunması,
muhafazası zarurî olanlara katılacak olursa (ki öyledir) onun da Kur'ân'da yer
alan ilkeleri bulunmaktadır ve sünnet tarafından açıklanmıştır: Liân ve kazf
(iftira) hakkındaki hükümlerde olduğu gibi.
Buraya kadar
anlattıklarımız, zarûriyyâtm dikkate alınması konusunda bir yaklaşım
olmaktadır. Makâsıd bölümünün baş tara-finda geçen yaklaşımı da esas almak
mümkündür ve o zaman da maksat yine hasıl olacaktır.
Hâciyyât konusuna
baktığımız zaman, orada da durumun aynı ya da yakın bir tertip üzere
bidüziyelik arzettiğini göreceğiz. Çünkü hâciyyât, zarûriyyât etrafında
dönmektedir.
Tahsîniyyât hakkında
söylenecek söz de aynıdır.
Kur'ân ve sünnette yer
alan şeriatın temel ilke ve kaideleri tamamlanmış ve bu konuda eksik hiçbir
şey bırakılmamıştır. İstikra (kapsamlı araştırma) da bunu ortaya koymaktadır ve
bu durum Kitap ve sünneti bilen kimseler için hiç de zor değildir. Selefi
sâlih öyle oldukları için bu durumu açıkça belirtmişlerdir. Nitekim konu ile
ilgili bazılarından nakiller yapılmıştı.
Daha fazla bilgi
edinmek isteyen kimse şunu göz önünde bulundurmalıdır: Hâciyyâttan olan
hükümler hep bir tür genişlik getirmek, kolaylaştırmak, güçlüğü kaldırmak ve
rıfkla muamelede bulunmak esası etrafında döner.
Meselâ dine nisbetle
hâciyyât, ruhsatların konulması konusunda kendisini gösterir. Meselâ taharette
teyemmümün getirilmesi ve giderilmesi güç olan pisliğin hükmünün kaldırılması[113]
gibi. Namazda, yolculuk esnasında kısaltılarak kılınması, baygın halde geçirilen
zamanlara ait namazın kaza edilmemesi, cem yani iki vaktin birleştirilerek kılınması,
oturarak ve yan üzere kılınması ruhsat hükümleri gibi. Oruçta, yolculuk ve
hastalık anında tutmama ruhsatı gibi. Diğer ibadetlerde de durum aynıdır. Bu
gibi konularda eğer Kur'ân meselâ teyemmüm, namazın kısaltılması ve orucun tutulmaması
gibi konularda olduğu gibi bazı detaylara temas ediyorsa ne âlâ, yok böyle bir
temas yoksa, sıkıntı, meşakkat ve güçlüğün (harec) kaldırıldığına dair nasslar
bu konuda yeterlidir.[114]Dolayısıyla
müctehid bu kaideyi işletebilecek ve ona göre kolaylıklar getirebilecektir.
Sünnet ise, bu işi ilk yapandır.
Hâciyyât, nefsi
korumaya nisbetle de çeşitli yer ve şekillerde tezahür eder. Bunlardan biri
ruhsat mahalleridir: Çaresiz kalan kimsenin lâşe yemesi, zekât vb. yollarla
yardımlaşılması, avın -ha-ramlığı gerektiren kanın akıtılması, normal boğazlama
ameliyesin-deki gibi gerçekleştirilmiş olmasa bile- mubah kılınması[115]
gibi.
Neslin yani türemenin
korunmasına nisbetle nikâh akdinde, diğer akitlerde müsamaha edilmeyen bazı
durumlara müsaade e-dilmiştir: mehir belirlemeden akitte bulunma gibi. Çünkü
nikâh konusunda insanlar ahş-verişte olduğu gibi davranmazlar ve burada, diğer
akitlerde dikkate alınan bilinmezliklerin dikkate alınması çeşitli sıkıntılar
doğurur. Talâkın sayısının en fazla üçle sınırlandırılması[116],
esasen talâkın (bir çözüm-olarak) benimsenmiş olması[117] hul'[118] ve
benzeri hükümler de aile hukuku ile ilgili getirilen ruhsatlardandır.
Malın korunmasına
nisbetle ise, az kabul edilebilecek aldanmalar (garar) ile genelde kaçınılması
mümkün olmayan bilinmezliklerin dikkate alınmaması şeklinde bir ruhsat
getirilmiştir. Keza selem, arâyâ, karz, şuf a, kırâz, müsâkât vb. ruhsatlar
getirilmiştir. Malların biriktirilmesi konusunda genişlik gösterilmesi ve
ihtiyaç miktarından daha fazla malın tutulmasının meşru görülmesi, helâl olmak
kaydı ile güzel olan şeylerden israfa kaçmadan, pintiliğe düşmeden itidalli bir
şekilde istifadenin caiz görülmesi[119] de
bu kabildendir.
Akla nisbetle mükreh
yani tehdit altında olan kimse hakkında içinde bulunduğu sıkıntı sebebiyle
ruhsatlar getirilmiş ve tehdidin hükmü kaldırılmıştır. Yine bazılarına göre
çaresiz durumda kalan (muztar) için de durum aynıdır; açlık, susuzluk ve
hastalık durumunda nefsinin telef olacağından korkarsa akim korunması esasına
illâ da riayet etmesi gerekmez; çünkü nefsin korunması akıldan daha önce gelir.[120]
Bütün bunlar,
"Harec yani sıkıntı ve güçlük kaldırılmıştır" ilkesinin birer
tezahürüdür.[121] Çünkü bunların çoğu
ictihâdîdir[122]ve sünnet onlardan
Kur'ân'da yer alan küllî esasla aynı durumda olanları belirlemiştir[123] ve
bunlar Kur'ân'da mücmel olarak belirlenmiş olan genel esasın açıklaması
durumundadır. Bu kabilden olup da Kur'ân'da açıklanan şeylere gelince, sünnet
onların çizmiş olduğu sınırın ötesine geçmez ve çerçevesi dışına çıkmaz.
Tahsîniyyâttan olanlar
hakkında da, hâciyyât hakkında geçerli olan durumlar aynen geçerlidir. Çünkü
bunlarla ilgili hükümler üstün ahlâk telakkisine ve geçerli olan güzel
âdetlere dayanırlar. Na--maza nisbetle temizlik şartı gibi. Tabiî bu, taharetin
tahsîniyyâttan olduğunu savunanlara göre böyledir. Keza namaz için en güzel
elbiselerin giyilmesi, üste başa çeki düzen verilmesi, güzel koku alınması vb.
durumlar da bu kabildendir. Zekât verirken ve infakta bulunurken en kaliteli ve
güzel olanların verilmesi, oruçta yumuşaklıkla muamele edilmesi böyledir.
Nefsin korunmasına nisbetle rıfk ve ihsan, yeme ve içme âdabı vb. gibi şeyler
gibi. Nesle nisbetle eşi ya güzellikle tutma ya da iyilikle salıverme, ona
karşı baskıcı ve sıkıcı olmama, iyi davranma vb. gibi. Mala nisbetle onu
nefsânî arzulardan uzak olarak elde etme ve hem kazanırken hem de kullanırken
takva prensibine riayetkar olma, ihtiyaç sahiplerine ondan harcamada bulunma
gibi. Akla nisbetle içkiden uzak durma ve içme kasdı olmasa bile ondan kaçınma
gibi. Çünkü Allah Teâlâ, "Ondan kaçının!" buyurmakta, ondan mutlak
surette kaçınılmasını ve uzak durulmasını istemektedir. Bütün bunlar esas
olarak Kur'ân'-da mevcuttur. Bunlar, Kitap'ta mücmel veya mufassal olarak ya da
her iki biçimde de beyan edilmiş, arkasından sünnet gelerek bütün bu esaslar
üzerinde hakimane bir şekilde durmuş ve anlaşılmasını daha kolay kılacak, başka
şerhe ihtiyaç bırakmayacak şekilde beyan etmiştir. Burada gözetilen maksat
sadece buna dikkat çekmekten ibarettir. Aklı başında olan kimse, işaret edilen
şeylerden hareketle sözü edilmeyenleri de kavrayabilir ve onların künhüne
vakıf olabilir. Tevfîk ancak Allah'tandır.
d) Bir diğer yaklaşım,
hükmü gayet açık olan her iki uç tarafın arasında kalan ictihâd alanıyla —ki bu
"İctihâd" bölümünde ortaya konan husus olmaktadır— usûl ile furû
arasında dönen kıyas sahasına —ki bu da "Kıyas Delili " bahsinde
açıklanmıştır— bakmadır.
Söze birincisi ile
başlayalım:
Şöyle ki: Kitap'ta ya
da sünnette iki uç hakkında hükmü belirleyici nass bulunur. Bu iki uç arası
ise, her iki tarafın da ona asılması ve kendi hükmüne katma eğiliminde olması
hasebiyle ortada ve içtihada mahal olarak kalır. Bazen bu gibi meselelerde
değerlendirme yapma ve bir sonuca ulaşma açık ve kolay olur ve o zaman konu
müctehidlerin değerlendirmelerine havale edilir. Nitekim "İctihâd"
bölümünde ortaya konulmuştur. Bazen de değerlendiricinin idrakinden uzak ya da
illetin belirlenmesi imkânı bulunmayan taabbudî bir konu olur. İşte böyle bir
durumda Rasûlullah'-tan onun hakkında bir beyan gelir ve onun iki uçtan falancaya
katılacağını ya da ihtiyat tedbiri olmak üzere ya da başka birşey sebebiyle her
iki ucun da hükmünü alacağım belirler. Burada kastedilen mânâ işte budur.
Bu noktayı örneklerle
açıklamak istiyoruz:
(1)
Allah Teâlâ temiz olan
şeyleri (tayyibât) helâl, pis ve iğrenç olan şeyleri de (habâis) haram
kılmıştır. Bu iki ucun arasında bunlardan her birine katılması mümkün olan pek
çok şey bulunmaktadır. İşte Rasûlullah [ aSîiâtu] bu konuda gerekli
açıklamalarda bulunmuş ve köpek dişli olan yırtıcı hayvanlar ile pençeli
kuşları yemeyi yasaklamıştır.[124]
Yine ehlî eşeklerin etlerinin yenilmesini yasaklamış ve onlar hakkında,
"O necistir" buyurmuştur. İbn Ömer'e kirpinin yenilip yenilmeyeceği
hakkında sorarlar. O da: Te!" diye cevap verir ve: "De ki: Bana
vahyolunanda onu yiyecek kimse için,
lâşe veya akıtılmış
kan, yahut domuz eti—ki pisliğin kendisidir__
ya da Allah'tan
başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka haram edilmiş birşey bulamıyorum[125]
âyetini okur. Bunun üzerine birisi: "Şüphesiz Ebû Hureyre bu konuda
Rasûlullah'tan onun iğrenç yaratıklardan biri olduğuna dair rivayette bulunmaktadır"
deyince İbn Ömer şöyle der: "Eğer onu Rasûlullah söylemişse, elbette ki
durum onun söylediği gibidir." Ebû Davud'un kitabında rivayet ettiği bir
hadiste de, "Rasûlullah cellâ-lenin[126]
yenilmesini ve sütünü yasakladı[127]
denilmektedir. Bu, öylesi bir hayvanın etinde pisliğin etkisinin olması
sebebiyledir. Bütün bunlar pis ve iğrenç olan şeylerin haram olması esasına
katılması anlamına gelir. Öbür taraftan Rasûlullah keleri, toy kuşunu, tavşanı
ve benzeri şeyleri[128]de
temiz ve güzel olan şeylerin helâl olması esasına katmıştır.
(2)
Allah Teâlâ,
içeceklerden su, süt, bal vb. gibi sarhoşluk verici olmayanları helâl kılmış,
içkiyi ise haram kılmıştır. Çünkü o, insanlar arasında kin ve düşmanlığa sebep
olan aklın izalesi sonucunu doğurmakta, Allah'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymaktadır. Bu hükmü belli iki esas arasında ise, aslında sarhoşluk verici
olmayan fakat sarhoş etmeye ramak kalan içecekler bulunmaktadır. Bunlar
"Dubbâ"[129]"Müzeffet"[130] ve
"Nakîr"[131]vb.
denilen kaplarda tutulan şıralardır.[132]
Rasûlullah [ sl£Sfu] bunları önce, sedd-i zerîa ilkesinden hareketle sarhoş
edici içkilere katmış ve içilmesini yasaklamıştır. Sonra mesele üzerinde
tekrar durarak "eşyada asıl olan ibâhadır" prensibinden hareketle
bunlarda da aslî hükmün su ve balda olduğu gibi mübahlık olduğu noktasından
hareketle şöyle buyurmuştur: "Ben size daha önce şıra (nebîz) edinmenizi
yasaklamıştım. Şimdi ise şıra edinebilirsiniz. Her sarhoşluk verici nesne
haramdı?."[133] Bu
durumda azıcık sarhoşluk veren şeyin durumu aslî haramlık (ile mübahlık)
arasında kalmıştı. Bunu açıklamak üzere de: "Azı sarhoşluk verenin çoğu da
haramdır"[134]
buyurmuştur. (Üzüm ile hurma, ya da kuru üzüm ile yaş üzüm veya kuru hurma ile
yaş hurma gibi) iki ayrı maddeden elde edilen şıranın yasaklanışı da,
"Dubbâ" ve "Müzeffet" gibi kaplarda şıra tutulması
yasağının gerekçesine bağlıdır.[135] Bu
ve benzeri meseleler, hükmü belli olan iki esas arasında dönüp dolaşmaktadır.
Bu durumda Rasûlullah'tan gelen beyan, onların iki esastan hangisine dahil
olduklarını göstermekten ibaret olmaktadır.
(3)
Allah Teâlâ, eğitilmiş
av hayvanının sahibi için tuttuğu avı helâl kılmıştır. Bundan eğitilmiş olmayan
hayvanın tuttuğu avın helâl olmayacağı hükmü de bilinir. Çünkü eğitilmemiş bir
hayvan avı sırf kendisi için tutar. Şimdi hükmü belli olan bu iki esas arasında
eğitilmiş olan bir av hayvanının tuttuğu ve birazını da yediği avın hükmü
kalmaktadır. Hayvanın eğitilmiş olması, avı sahibi için tutmuş olmasını
gerektirir. Yemesi ise, onu sahibi için değil kendisi için tutmuş olduğu
anlamına gelir. Bu durumda iki esas tearuz eder. İşte bu anda sünnet gelerek
hükmü beyan eder: Rasûhıllah bu konuda şöyle buyurur: "Eğer yerse, sen
yeme; çünkü ben onu sadece kendisi için tutmuş olmasından korkarım."[136] Başka
bir hadiste: "Eğer avı öldürür ve ondan birşey yemezse, onu mutlaka senin
için tutmuş demektir"[137]
buyurur. Bir başka hadiste ise: "Köpeğini gönderdin ve besmele de
çektiysen, ondan yese bile tuttuğu avı ye.'[138]
buyurmuştur. Bütün bunlar hükmü belli olan iki uç asla dönmekten başka birşey
değildir.
(4)
İhramlı bir kimseye
mutlak surette av hayvanı öldürmesi yasaklanmıştır. Kasıtlı öldüren ihramlı
bir kimseye ceza gerekeceği hükmü de getirilmiştir. İhramlı olmayan bir kimse
için de mutlak surette helâllik hükmü konulmuştur; dolayısıyla ihramlı olmayan
bir kimsenin av hayvanı öldürmesi halinde birşey (ceza) gerekmemektedir. Bu
iki belli hüküm arasında ihramlı bir kimsenin hata yoluyla av hayvanı öldürmesi
durumunun hükmü meçhul kalmaktadır. İşte bu konuda sünnet gelerek, hata ile
kasıtlı Öldürmenin arasında bir fark olmadığını belirtmiştir. Zührî şöyle
demiştir: "Kur'ân, kasten öldüren kimseye ceza hükmünü getirmiştir. Ceza,
hata yolu ile Öldürmede de sünnetin hükmü olmaktadır." Zührî, âlimler
içerisinde sünneti en iyi bilenlerden biridir.
(5)
Her türden olan helâl
ve haramı Kur'ân beyan etmiştir. Bu ikisi arasında ise durumları belli olmayan
şeyler vardır ve bunlar hem helâl hem de haram tarafının hükmünü alabilir. İşte
bu konuda Rasûhıllah [ ")^fâ^tul devreye girerek durumu hem icmâlî olarak
hem de detaylı bir biçimde açıklamıştır. İcmâlî olarak şöyle açıklamıştır:
"Haram bellidir, helâl bellidir; bu ikisi arasında ise durumları belli
olmayan şüpheli şeyler vardır... "[139]
İkinci kısımdan açıklamasına ise şunları örnek gösterebiliriz: Abdullah b.
Zem'a hadisinde, (yargı yoluyla Zem'a'ya ait olduğuna hükmettiği çocuk hakkında)
(Zem'a'nın kızı olan) Şevde validemize (ki hükme göre kardeş oluyorlar):
"Ey Şevde! Onun yanında Örtün!" buyurmuştur. Çünkü her ne kadar
çocuğun Zem'a'ya ait olduğuna hükmetmişse de, (onun kendisinden olduğunu iddia
eden) Utbe'ye benzer olduğunu görmüştü.[140]Av
konusunda Adiy b. Hatim hadisinde ise Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
"Köpeklerine başka bir köpek karışırsa, tutulan avı yeme! Bilemezsin belki
de senin olmayan köpek tutmuştur."[141]
İçerisine çeşitli hayız bezi, pislik vb. şeyler atılan Bidâ'a kuyusu hakkında
da: "Allah Teâlâ, suyu temiz olarak yaratmıştır; onu hiçbir şey pis
kılamaz"[142] buyurmuş ve onun hükmünü
iki taraftan birine yani temizlik hükmüne katmıştır.[143] Av
hakkında: "Gözünün önünde öleni ye[144],
yaralanıp kaçan ve daha sonra Öleni bırak![145]buyurmuştur.
Süt haramlığı konusundaki Ukbe b.. Haris hadisinde şöyle anlatılır. Bu zat
evlenmek istediği zaman siyah bir kadın gelerek hem kendisini hem de evlenmek
istediği kadını emzirdiğini söyler. Bunun üzerine bu sahâbî doğru Medine'ye
hareket eder ve olanları Rasûlullah'a anlatır. Bunun üzerine Rasûlullaht':
"Nasıl olabilir?! Kadın her i-kinizi de emzirdiğini iddia etmektedir. Onu
bırak!" buyurur.[146] Buna
benzer daha pek çok örnek vardır.
(6)
Allah Teâlâ zinayı
haram kılmış, evlenmeyi ve cariyelerle ilişkide bulunmayı helâl kılmıştır.
Meşru şekle muhalif aktedilen nikâh hakkında ise sükût geçmiştir. Çünkü böylesi
bir akit, ne gerçek bir nikahtır, ne de tam bir zina ilişkisidir. İşte bu gibi
konularda, bazı uygulamaların hükmünü bildirmek üzere sünnet gelmiş, sünnetin
açıklık getirmediği diğer şekiller ise[147] ya
mutlak surette, ya da bazı hallerde iki asıldan birine katılması, veya başka
bir durumda diğer asla katılması konusunda içtihada mahal olmak üzere
kalmıştır. Hadiste şöyle gelmiştir: "Hangi kadın velisinin izni olmadan
nikâhlanırsa, onun nikâhı bâtıldır, onun nikâhı bâtıldır, onun nikâhı bâtıldır.
Eğer zifaf gerçekleşmişse, kocanın kadından istifadesi karşılığında ona mehir
vermesi gerekir.[148]
Fâsid diğer nikâhlarla ilgili olarak sünnette yer alan diğer hadisler için de
edilecek söz aynıdır.
(7)
Allah Teâlâ, deniz
hayvanlarını temiz olan şeyler arasında olmak üzere helâl kılmış, İaşeyi de
haram olan iğrenç şeyler arasında saymıştır. Bu iki ucun arasında deniz
ölüsünün hükmü belirsiz kalmıştır. Acaba denizde kendiliğinden ölen bir
hayvanın hükmü nedir? İşte bu konuya sünnet ışık tutmuş ve Rasûlullah konuyla
ilgili olarak: "Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir"[149]
buyurmuştur. Bazı hadislerde de şöyle buyrulmuştur: "İki ölü helâl
kilınmıştır: balık ve çekirge."[150]
Öbür taraftan Rasûlullah , deniz tarafından karaya vuran ve Ebû Ubeyde
tarafından getirilen (balık)tan da yemiştir.
(8)
Allah Teâlâ taammüden
işlenen cinayetlerde cana can, dişe diş olmak üzere hem canlar hem de organlar
için kısas hükmünü koymuş ve bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Orada onlara
cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe dişle ve yaralara karşılıklı
ödeşme (kısas) yazdık."[151]
Hata yoluyla işlenen cinayetler hakkında ise: "Mü'min bir köle azadı ve
ailesine ödenecek diyet gerekir"[152]
buyruğu ile diyet hükmünü getirmiştir. Rasûlullah da inşallah ileride gelecek[153]
olan şekil üzere organ diyetlerini belirlemiştir. Bu durumda her iki ucun hükmü
belirlenmiş, bu ikisi ortasında anne karnından bir darbe vb. sonucunda
düşürülen ceninin hükmü müşkil bir hal almıştır. Çünkü bir taraftan diğer
organlar gibi annesinin bir parçası durumundadır; öbür taraftan bakıldığı
zaman hilkat itibarıyla tam bir insan sayılabilmektedir. İşte bu müşkil durumun
hükmünü sünnet açıklamış ve hükmün "gurre"[154]
olduğunu ve tam olarak her iki tarafa da benzemediği için nevi şahsına
münhasır bir hükmü bulunduğunu belirtmiştir.
(9)
Allah Teâlâ meyteyi
yani usûlüne göre boğazlanmadan ölmüş hayvanı haram, usûlüne göre boğazlanmış
hayvanı da helâl kılmıştır. Boğazlanmış bir hayvan karnından ölü olarak çıkan
yavrunun hükmü, bu iki esas arasında kalmakta ve her iki tarafın da hükmünü
alabilecek durumdadır. Vaziyet böyle iken Rasûlullah ["^»ıf^1"] :
"Yavrunun boğazlanması, annesinin boğazlanmasıdır"[155]
buyurmuş ve yavrunun annesinin bir parçası sayılması tarafını, onun müstakil
bir varlık olduğu tarafına tercih etmiştir.
(10)
Allah Teâlâ miras
âyetinde: "Eğer kadınlar ikinin üzerinde ise, bırakılanın üçte ikisi
onlarındır. Şayet bir ise yarısı onundur"[156]
buyurmaktadır. Bu âyete göre iki kızın durumu beyan edilmiş olmamaktadır
(raeskûtun anh). Onlarla ilgili hükmün belirlenmesi sünnete kalmış ve onlar da,
ikiden fazla kızın hükmüne katılmışlardır. [157]Nitekim
el-Kâdî İsmail böyle zikretmiştir.
Buraya kadar
verilenler konu ile ilgili örneklerdir ve bunlar değerlendirilmek suretiyle
diğerleri hakkında da bir hükme ulaşmak mümkündür. Çünkü konu düşünen kimse
için gayet açıktır ve sonuçta bunlar, hükmü nasslarla belirlenmiş olan iki
uçtan birine ya da aynı anda her ikisine de birden katmak demektir ve hiçbir
zaman bu iki uç esasın dışına çıkılması söz konusu değildir.[158]Şimdi
de kıyas alanına giren hadisler üzerinde duralım: Kur'-ân-ı Kerîm'de bazı
esaslar vardır ki bunlar, benzeri durumların hükmünün de kendi hükümleri gibi
olduğuna işarette bulunur ve bunların mutlak olarak zikredilmeleri bazı kayıtlı
olanların da onlar gibi olduğunun anlaşılmasını sağlarlar. Bu durumda sünnetin
konu ile ilgili beyanına dayanılarak fer'î meselelerin tefrîine gidilmeksizin
bu esaslarla yetinilir. Bu yaklaşım, makîsun aleyhin —her ne kadar hâss olsa
da— mânâ bakımından âmm olması esasından hareketle olmaktadır. Bu konunun
izahı Deliller bahsinde geçmişti.[159]
Durum böyle olunca konuyu şöylece özetlememiz mümkün olacaktır: Kur'ân'da bir
asıl bulunduğu zaman, sünnet ya onun mânâsında olanı, ya ona katılacak olanı
veya ona benzer olanı ya da ona yakın olam getirmiş olacaktır. İfade edilmek
istenen mânâ işte budur. Burada Rasûlullah'ın
söz konusu hadisi kıyas yoluyla[160] ya
da vahye müsteniden söylemiş olması arasında bir fark yoktur. Her halükârda o
söz, bizim zihinlerimizde makîs (kıyas yapılan) mecrasında algılanacak, Kitap
aslı —Deliller bölümünün başında[161]zikredilen
mânâ itibarıyla— onu da kapsamış olacaktır. Konu ile ilgili, çeşitli örnekler
verilecektir:
1.
Allah Teâlâ, ribâyı[162] ve
hakkında, "Elbette alış veriş de ribâ gibidir"[163]
dedikleri cahiliye ribasını haram kılmıştır. Cahiliye ri-basmdan maksat,
alacaklının borçluya: "Ya borcunu ödersin ya da arttırırsın" demesi
ve onun da kabul etmesi suretiyle borcun yeni bir borç karşılığında
feshedilmesidir. "Eğer tevbe ederseniz anaparanız sizindir. Böylece ne
haksızlık etmiş, ne de haksızlığı uğratılmış olursunuz"[164]
âyeti de buna delâlet etmektedir. Rasûlullah Söyle buyurmuştur: "Cahiliye
ribâsı kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk ribâ da Abdulmuttalip oğlu Abbâs'ın
ribâsıdır; onun hepsi kaldırılmıştır."[165]Durum
böyledir ve bu nasslarda söz konusu olan yasak, karşılıksız olan bir fazlalık
yüzündendir. Sünnet işte bu noktayı göz önünde tutarak, karşılıksız fazlalığın
her türlüsünü yasağın kapsamına sokmuştur. Bu meyanda olmak üzere Rasûlullah
Şöyle buyurmuştur: "Altın altın ile, gümüş gümüş ile, buğday buğday ile,
arpa arpa ile, hurma hurma İle, tuz tuz ile (mübadele edildiğinde) misli
misline, dengi dengine ve elden ele olacaktır. Kim artırır veya fazla alırsa
şüphesiz o ribâ almış I vermiş olur. Bu sınıflar muhtelif olduğu zaman, elden
ele olmak kaydı ile istediğiniz gibi alıp satın!" Hadisin son cümlesinde
sınıfların muhtelif olması halinde söz konusu olan nesî'e ribası[166] da
yasak kapsamına eklenmiştir. Çünkü bedellerden birinin ertelenmesi, (genelde)
karşılıksız bir fazlalık anlamı taşır. Menfaat celbeden her türlü selef yani borç ilişkileri de yine bu
mânâ içine girmektedir. Şöyle ki: Nesîede yani bedellerden birinin veresiye
olması halinde cinsin kendi cinsi karşılığında satılması, birşeyin kendisini yine
kendine bedel tutma kabilindendir. Çünkü her ikisinden elde edilecek fayda
birbirine yakındır. Bu durumda bedellerden birinin fazla olması, karşılıksız
bir ziyadelik anlamına gelir.[167] Bu
ise yasaktır.iki bedelden birinin veresiye olması, âdeten ancak kıymette bir
zi-yadeliğin olması halinde olur. Zira elde peşin olan birşeyin, kendi
cinsinden veresiye bir şey ile mübadelesi, ancak elde peşin olandan veresiye
olanın daha kıymetli ve üstün olması halinde söz konusu olur. Dolayısıyla bu,
akdin yasaklanmasını gerektiren bir fazlalıktır. Geriye şu soru kalıyor: Peki,
nakdeyn yani altın ve gümüş ile gıda maddeleri dışında kalan diğer malların bu
tür satışı niçin caizdir de bunlarmki caiz değildir?! İşte bu nokta,
müctehidlerce ayırımı zor ve kapalı olan bir konudur ve bu şimdiye kadar
mânâsı[168] henüz açıklık
kazanamamış en kapalı meselelerden biri olma özelliğini hâlâ korumaktadır. Bu
yüzden sünnet konuya müdahale ederek müctehidlerce bulunup ortaya çıkarılması
ve diğerlerinden ayrılması imkânsız olan bu meseleye açıklık getirmiştir.[169]
Eğer bu konu da, diğer konular gibi açık olsaydı, diğerleri gibi bu da
mücte-hidlerin görüş ve değerlendirmelerine havale edilirdi.İşte böyle bir
konu, kıyastaki asıl ile fer' mecrasında câri[170]
olmaktadır. Düşün!
2.
Allah Teâlâ, nikâhta
ana ile kızın[171] ve iki kızkardeşin bir
arada tutulmasını haram kılmış ve: "Bunların dışında kalanlar size helâl
kılındı"[172] buyurmuştur. Rasûlullah
da, kıyas kabilinden olmak üzere bir kadın ile teyzesinin ya da halasının aynı
nikâh altında bir arada (cem) tutulmasının haram olacağı hükmünü getirmiştir.
Zira Allah Teâlâ'nın, sözü edilen kadınların aynı nikâh altında cem edilmesini
haram kılmasını gerektiren illet bura-da da mevcuttur. Bu hükmü getiren hadiste
Rasulullah"Çünkü eğer siz bunu yaparsanız, akrabalık ilişkilerini koparmış
olursunuz"[173]
buyurmuştur. Bilindiği gibi hükmün ta'lîli, kıyasın yönüne işaret eder.
Allah Teâlâ, temiz
suyu belirlerken, onun gökten indirip yeryüzüne yerleştirdiği su olduğunu
ifade buyurur. Böyle bir niteleme, deniz suyu hakkında gelmemiştir. İşte bu
konuda sünnet gelerek, onun da diğer sular gibi olduğunu belirtmiş ve:
"Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir"[174]
buyurarak onun hükmünü diğer suların hükmüne katmıştır.v
4.
Can diyetini Allah
Teâlâ Kur'ân'da zikretmiştir. Organların diyetinden ise söz etmemiştir. Bu
konuda aklen kıyas yürütülmesi zordur. İşte bu yüzden hadis devreye girerek
konuyu aydınlatacak şekilde organ diyetlerini açıklamıştır. Bu durumda hadis,
bir nevi durumu müşkil olan kıyas mahiyetindedir. Dolayısıyla mutlaka ona
başvurmak ve onun parelelinde yürümek gerekecektir.
5.
Allah Teâlâ,
miktarları belli olan miras paylarını açıklamıştır. Bunlar: Yarım, dörtte bir,
sekizde bir, üçte bir, altıda bir olarak belirlenen paylardır. Asabenin
mirasını ise sadece işaret yoluyla zikretmiştir. Bu meyanda ana babadan
bahsederken: "Çocuğu yoksa, anası babası ona varis olur; anasına üçte bir
düşer"[175] çocuklardan bahsederken:
"Erkeğe iki dişinin hissesi vardır"[176]
buyurur. Kelâle âyetinde de: "(Ölen) kızkardeşin çocuğu yoksa, (erkek kardeş)
ona tamamen vâris olur... Eğer mirasçılar erkek ve kadın kar-deşlerse, erkeğe
iki dişinin hissesi kadar vardır"[177]
buyurur. Bu âyetler, belirlenmiş miras payları alındıktan sonra geri kalan kısmın
asabeye ait olacağını gerektirir. Geriye mesele olarak burada ismi geçmeyen
dede, amca, amca oğlu vb. gibi erkek akrabaların durumu kalmaktadır. İşte bu
konuda Rasûlullah devreye girerek: "Belirlenmiş payları sahiplerine verin!
Geriye kalan kısım ise, en yakın erkeğe aittir"; bir başka rivayette:
"En yakın erkek asabeye aittir"[178]
buyurarak onların durumunu da Kur'ân'da zikri geçen erkeklerin hükmüne
katmıştır. Böylece Rasûlullah , bizzat Kur'ân'da belirtilmiş olan asla, ihtiyaç
duyulan (ve muhtemelen ictihâd ile de ulaşılamayacak olan) diğer erkek
akrabaların durumunu da katmıştır.
6.
Allah Teâlâ, süt
haramlığı ile ilgili olarak: "Sizi emziren anneleriniz ve süt
kızkardeşleriniz size haram kılındı"[179]
buyurmuştur. Rasûlullah ise, nesep dikkate alındığı zaman kimler haram
oluyorsa, süt yoluyla onların da haram olacağını belirtmiş ve böylece hala,
teyze, erkek kardeş kızı, kız kardeş kızı vb. kimselerin hükmünü, Kur'ân'da
geçen iki grubun hükmüne katmıştır. Bu katma yolu, kıyas ile katma yolu
olmaktadır. Zira burada söz konusu olan, (asıl ile fer') arasında fark olmadığı
belirtilerek yapılan kıyas kabilinden olmaktadır ve buna bizzat sünnet de
değinmiştir.[180]Zira bu konu
Rasûlullah'ın dışında kalan müctehidler için tereddüde mahal olacak ve
"Acaba bu konu taabbudî midir? Yoksa içtihadı midir?" tartışması hep
açık kalacak ve bir çözüme ulaşılamayacaktı. İşte Rasûlullah bunu öngörmüş ve
konu ile ilgili olarak: "Şüphesiz ki Allah Teâlâ, nesepten dolayı haram
kıldığını sütten dolayı da haram kılmıştır"[181]
buyurmuştur. Bu mânâda daha başka hadisleri de vardır. Sonra haramlık hükmünde
kadınlara erkekleri de katmıştır. Çünkü haramlığı doğuran süt, kadında
kocasının ilişkisi sonucunda oluşmaktadır. Süt sebebiyle kadın anne olduğuna
göre, sütün sahibi olan erkeğin de hiç şüphesiz baba olması gerekecektir.
7.
Allah Teâlâ, Mekke'yi
Hz. İbrahim'in"Rabbim!Burayı güvenli bir belde kıl!"[182]
şeklindeki duası sebebiyle kutsal (haram) kılmış ve: "Bizim Mekke'yi
güvenli ve kutsal bir belde kıldığımızı görmediler mi?"[183]
buyurmuştur. Böylece Allah Teâlâ, Mekke'yi kutsal belde kılmıştır. Rasûlullah
da, aynen Hz. İbrahim'in Mekke için
yaptığı duasını bir misli fazlasıyla beraber[184]
Medine için yapmıştır. Allah Teâlâ da onun bu duasını kabul ederek Medine'nin
iki taşlığı arasındaki alanı kutsal belde (harem) kılmıştır. (Rasûhıllah şöyle
buyurmuştur: "Ben Medine'nin iki taşlığı arasını ağacı kesilmemek, avı
öldürülmemek ' üzere kutsal belde ilân ediyorum.[185] Bir
başka rivayette de: "Eğer Medinelilere biri bir kötülük etmek isterse
Allah onu cehennemde kurşun eritir gibi yahut suda tuz eritir gibi eritir[186]
buyurmuştur, Başka bir rivayette de şöyle buyurur: "Medine kutsaldır;
dolayısıyla orada kim bir bidat çıkarır veya bir bidatçiyi barındırırsa, Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerinedir. Kıyamet gününde onun ne
farzı ne de nafilesi (veya onun ne tevbesi ne de fidyesi) kabul edilmez."[187]Aynı
ibare Hz. Ali'nin sahifesinde de yer almaktadır.[188]
Burada görülen şey, Medine'nin kutsallık bakımından Mekke'ye katılmasıdır.
Âyette Mekke hakkında şöyle buyu-rulur: "Doğrusu inkâr edenleri, Allah'ın
yolundan, yerli ve yolcu bütün insanlar için eşit kılınan Mescid-i Haram'dan
alıkoyanları ve orada zulüm ile yanlış yola saptırmak (ilhâd) isteyeni, can
yakıcı bir azaba uğratırız."[189] Bu
âyette geçen "ilhâd" kelimesi, haktan zulme doğru meylin her
türlüsünü ve bütün türleriyle yasak olan şeylerin işlenmesini içine alır.
Nitekim sünnet âyeti bu şekilde tefsir etmiştir. Bu mânâda Medine de onun
hükmüne katılmış olmaktadır.
8.
Allah Teâlâ,
"Erkeklerinizden iki şahit tutun; eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden
razı olacağınız bir erkek, —biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak— iki
kadın olabilir"[190]
buyurmakta ve mâlî konularda bir erkeğin yanında iki kadının şahitliğini kabul
etmektedir. Bundan kadınların şahitliklerinin zayıflığı ortaya çıkmaktadır.
"Akıl ve dini noksan olanlardan hiç birinin akıllı bir kimseye sizin kadar
galebe çaldığını görmedim"[191]sözünde
de bu noktaya işarette bulunmuştur. Akıl noksanlığını, iki kadının şahitliginin
bir erkeğin şahitliğine denk sayılması şeklinde izah etmiştir. Bu husus
Kur'ân'la sabit olmuş ve "biri unuttuğunda diğeri o-na hatırlatacak"
buyurulmdda da orların şahitlik konusunda erkeğin derecesinden daha aşağı bir
mertebede olduğu ortaya çıkmıştır. İşte bu noktadan hareketle Rasûlullah bir
şahitle birlikte yemini de âyette zikre dil enla*in hükmüne katmış ve bu yolla
hükim-de bulunmuştur.[192]
Çünkü insanların haklarının yenmesinde ve yerine getirilmesinde yeminin de bir
yeri vardır ve Allah Teâ-lâ bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın
ahdini ve yeminlerinizi az bir değere değişenlerin, işte onların, âhirette bir
payları yoktur.."[193]Böylece
bir şahit ile yemin, kıyasta iki erkek şahit ya da bir erkek ile iki kadın
şahit yerine geçmiştir. Ancak bu herkesin kavrayama-yacağı bir kapalılıkta
olduğu için sünnet onu açıklamıştır.
9.
Allah Teâlâ, rakabe
mülkiyetinin satışını Kur'ân'da zikretmiş ve onu helâl kılmıştır. Bazı şeyler
hakkında olmak üzere icâreden de bahsetmiştir. Meselâ: "Onu getirene bir
deve yükü (ödül) vardır"[194]
âyetinde "cuTdan[195]"Kim
fakir ise uygun bir şekilde yesin"[196]
âyetinde yetim malının idaresi hakkında icâreden, "Zekât işlerinde
çalışanlara..."[197]âyetinde
zekât memurluğundan ve daha başka menfaatler[198]
üzerine yapılan icâreden söz etmiş, diğer menfaatler hakkında bir hüküm getirmemiştir.
Sünnet ise, bu konuda mutlak cevaz hükmünü getirmiş ve insan, hayvan, ev ve
arazi gibi her türlü rakabe menfaatlerinin icareye konu olabileceğini belirtmiştir.
Rasûlullah, bu konuda birçoğunun durumunu beyan buyurmuş, diğerlerini de
ictihâd müessesesine havale etmiştir. Bu ise, şeriatta muteber olan kıyas alanı
olmaktadır. Bu konuda Rasûlullah'ın özel olarak kıyasta bulunmayı kastetmiş
o-lup olmaması bizim açımızdan önemli değildir. Çünkü bunların hepsi sonuç
itibarıyla hangi şekilde olursa olsun Allah'ın kendisine indirmiş olduğu
şeylerin açıklanması amacına çıkmaktadır.
10.
Allah Teâlâ, Hz.
İbrahim ile ilgili olarak onun rüyasından bahsetmiş ve buna istinaden oğlunu
boğazlamaya giriştiğinden söz etmiştir. Keza Hz. Yûsufun ve iki gencin rüyalarından
bahsetmiştir. Bunlar doğru (sâdık) rüyalardı; ancak bütün rüyaların doğru olduğuna
dair bunda bir delalet yoktu. Rasûlullah i?te bu konunun hükmünü beyanla her
sâlih kimsenin göreceği sâdık rüyanın, nübüvvetin (kırk altı) cüzündün bir cüz
olduğunu ifade etti.[199]
Yine o, rüyaların birer müjde (mübeşşir) olduklarını ve kısımları olduğunu[200] ve
buna benzer diğer hükümlerini beyan buyurdu. Böylece rüyaların onun tarafından
bu şekilde değerlendirilmesi, diğer rüyaların da Kur'ân'da zikredilenlerin
rüyalarına katıldığı anlamını içermiş olmaktadır. Kıyasta yapılan şey de işte
budur. Bu konuda örnek pek çoktur. Bu kadarla yetiniyoruz.
e) Bir diğer yaklaşım da, Kur'ân'm çeşitli delillerinden
ortaya çıkan toplu mânâların dikkate alınmasıdır. Deliller çeşitli mânâlar
hakkında gelmiş olabilir; ancak onların hepsini —mesâlih-i mürse-le ya da
istihsândakine benzer— bir mânâ kapsar halde bulunur.Sünnet de işte bu kapsamlı
mânânın bir gereği olarak gelir. Böylece bilinir ya da zannedilir ki, söz
konusu kapsamlı mânâ o cüzlerin toplamından çıkarılmıştır. Tabiî bu, sünnetin
sadece Kitab'ın açıklanması için geldiğini gösteren delilin sıhhati üzerine
bina edilmiş olmaktadır. Bu yaklaşımın örneği, "Serî Deliller"
bölümünün başında "Zarar vermek ve zarara zararla mukabele etmek yoktur[201] hadisinin
mânâsının Kitap'tan çıkarılması sırasında geçmişti.[202] Bu
mânâda bulunan diğer hadisler de bu kısma girer. Burada tekrara gerek
görmüyoruz.
f) Bir diğer yaklaşım da, hadislerin detaylarının —her
ne kadar ilave beyanlar içerse de— Kur'ân'ın tafsilatı içerisinde bulunduğu
yaklaşımıdır.[203] Ancak bu yaklaşım
sahiplerinin her halükâr- [49] da sünnette yer alan her mânânın —bir başka
açıdan[204]değil de sadece lügavî
vaz' açısından— bizzat Kur'ân'da işaret edilmiş ya da açıkça değinilmiş olduğunu
isbat etmesi gerekir. Bu yaklaşımla ilgili önce örnekler verelim, sonra da
doğru olup olmadığına bakalım:
Konu ile ilgili
çeşitli örnekler vardır:
1) Bid'î talâkla ilgili İbn Ömer hadisi: İbn Ömer, hayız
halinde iken karısını boşamıştı. Rasûlullah Hz. Ömer'e: "Ona emret,
karısına dönsün, sonra temizleninceye kadar bıraksın, sonra hayız görsün, sonra
temizlensin, sonra isterse tutsun, isterse ona yanaşmadan Önce boşasın. Allah
Teâlâ'nın kadınların boşanma-
sında dikkate
alınmasını emrettiği iddet işte budur" buyurdu.[205]Rasûlullah
bu sözüyle Allah Teâlâ'nın: "Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda,
onlan iddetlerini gözeterek boşayın![206]
emrini kastet-
mektedir.
2) Fâtıma bt. Kays hadisi: Rasûlullah bu kadın (kocası
Ebû Amr b. Hafs tarafından) bâin talâk ile boşandığı zaman kendisine ne mesken
ne de nafaka bağladı.[207]
Halbuki bâin talâk ile boşanmış kadınların, nafaka hakları yoksa da mesken
hakları bulunmaktaydı. Çünkü bu kadın kötü huylu biriydi ve dili ile ailesine
ezâ veriyordu. Rasûlullah'm Du uygulaması,"Apaçık bir hayasızlık yapmaları
hali hariç evlerinden çıkarmayın"[208]
âyetinin tefsiri olmaktadır.
3) Sübey'a el-Eslemî hadisi: Bu kadın, kocasının vefatından
on beş gün sonra doğurdu ve Rasûlullah kendisine artık evlenebileceğini
bildirdi. Böylece bu ha-
dis, "İçinizden
ölenlerin geride bırakmış olduğu eşler, 'kendi kendilerine dört ay on gün
beklerler"[209]
âyetinin, hamile olmayan kadınlara mahsus olduğunu açıklamış oldu. "Hamile
olanların iddeti, doğurmaları ile tamam-lanır"[210]
âyeti ise, hem boşanmış hem de kocası ölmüş kadınlar için genel (âmm)
olmaktadır.
4) Ebû Hureyre hadisi: "Ama zulmedenler,
kendilerine söylenmiş olan sözü başka sözle değiştirdiler"[211]âyeti
hakkında Ebû Hureyre: "İsrailoğulları 'Hıtta' sözcüğü yerine 'Habbe fi
şa're' demişlerdir" der.[212]
5) Câbir hadisi: Rasûlullah Mekke'ye geldiği zaman
Kabe'yi yedi defa tavaf etmiş, "İbrahim'in makamını namaz kılma yeri
edinin"[213] âyetini okuyarak,
Makam'ın arkasında namaz kılmış, sonra Hacerü'1-Es-ved'e gelerek onu
selâmlamış; daha sonra da (sa'ye başlamak üzere) "Allah'ın başladığı
(Safa) ile başlarız" buyurarak: "Şüphesiz ki Safa ve Merue, Allah'ın
nişanele-rindendir"[214]
âyetini okumuştur.[215]
6) Nu'mân b. Beşîr hadisi: Rasûlullah "Rabbiniz
buyurdu ki: Bana dua edin, size icabette
bulunayım..."[216] âyeti
hakkında: "Dua, ibadettir" buyurmuş ve âyeti sonuna kadar okumuştur.[217]
7) Adiyy b. Hatem hadisi: Bu zat şöyle demiştir:
"Tan yerinde[218],
beyaz iplik, siyah iplikten sizce ayırd edilinceye kadar yiyin, için[219]âyeti
inince Rasûlullah bana: "Şüphesiz (âyetteki ipliklerden) maksat gündüzün
aydınlığı ile, gecenin karanlığıdır" dedi.[220]
8) Semüre b. Cündüb hadisi: Rasûlullah:
"Salû-tu'l-vustâ" ikindi namazıdır" buyurmuştur. Keza Hendek
savaşı sırasında: "Allah'ım! Onların kabirlerini ve evlerini ateş doldur;
çünkü onlar bizi güneş batıncaya kadar 'salâtu'l-vustâ'dan (yani ikindi
namazından) alıkoydular" buyurmuştur.[221]
9) Ebû Hureyre hadisi: Rasûlullah şöyle buyurmuştur:
"Cennette bir kamçı kadarcık yer, elbette dünyadan ve dünyada olan her
şeyden daha hayırlıdır. İsterseniz: 'Ateşten uzaklaştırılıp, cennete sokulan
kimse artık kurtulmuştur[222]âyetini
okuyun."[223]
10) Kebâir yani büyük günahlar hakkındaki Enes hadisi:
Rasûlullahbu konuda şöyle buyurmuştur: "Allah'a şirk koşmak, ana
babaya isyan etmek, cana kıymak ve yalan söylemek.'[224] Bu
konuda daha başka hadisler vardır ve onlarda da büyük günahların zikri
geçmektedir. Hepsi de sonuç itibarıyla: "Size yasak edilen büyük
günahlardan kaçınırsanız.[225]
âyetinin tefsiri mahiyetindedir.Bu türden olan sünnet çoktur.
Ancak Kur'ân, bu
yaklaşımı destekleyecek gibi değildir. Hadislerde geçen her konuya Kur'ân'ın
doğrudan değinmesi veya Arab'ın kullandığı lügavî vaz' açısından onlara
işarette bulunması mümkün değildir. Bu konuda ilk şahit namaz, hacc, zekât, hayız,
nifas, luka-ta, kırâz, müsâkât, diyet, kasâme ve benzeri sayılamayacak kadar
çok olan durumlardır (ve bütün bunlar, bu yaklaşım sahiplerinin iddia ettiği
gibi sünnetin, Kur'ân nasslarını husûsî beyan tarzında geldiği konular olmaktan
uzaktır). Bu itibarla bu yaklaşımın taraftarları iddialarını isbat edecek
durumda değillerdir. Bunların yapacakları şey, olsa olsa Arap dilinin kabul
etmeyeceği zorlamalara girerek iddialarına mesnet aramaya çalışmak olacaktır.
Böyle bir çabaya ne selef-i sâlihin ve ne de ilimde yüksek payeye ulaşmış âlimlerin
katılması mümkün değildir. Birileri, üzerine dikkat çektiği bu kapının
aralanmasına merak sarmış, fakat başaramamıştır. Zira iddiasını ancak sözü
edilen zorlamalara girerek ve sünnetin getirdiği şey hakkında Kur'ân'da husûsî
surette nass ya da işaret bulunmayan pek çok yerde de ilk yaklaşıma başvurmak
yoluyla ispata çalışmıştır. Bu ise onun iddiasının boşa çıkması anlamına gelir.
Üstelik böylesi bir tekellüfe girişen kişi, sadece Müslim b. Haccâc'ın
kitabında yer alan müsned hadislerin mânâlarının Kur'ân'dan çıkarılmasına
çalışmıştır. Diğer imamların telif ettikleri hadis kitaplarına bakmamıştır. Bu
yeltenme, Kur'ân ve Hadis ilimleri içerisinde vücuda getirilen en garip
çalışmalardan biri olmaktadır.
Burada zikrettiğimiz
yaklaşımların[226]konu ile ilgili tezi
ortaya koymaya yeterli olacağını umuyoruz. Doğruya muvaffak kılan ancak
Allah'tır.
Fasıl:
Buraya kadar verilen
izahattan, Kur'ân'ın temas ve işarette bulunmadığı ileri sürülen hadisler
hakkında cevap da anlaşılmış olmaktadır. "Çok geçmez sizden biri koltuğuna
kurulur; kendisine benden bir hadis rivayet edildiği zaman şöyle der: 'Aramızda
ve aranızda Allah'ın kitabı var. Onda helâl olarak bulduğumuzu helâl kabul
eder, onda haram olarak bulduğumuz şeyi de haram sayarız.' Dikkat edin!
Allah'ın Rasûlünün [haram kıldığıda aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir'[227]
hadisi konumuzla ilgili değildir. Çünkü o hadis, Kur'ân'ı anlama konusundaki
kendi anlayışına dayanarak sünneti bir tarafa atmak isteyen kimseler hakkında
gelmiştir. Biz ise burada böyle birşey iddia etmiyoruz. Hadiste sözü edilen
görüş örnek yoldan çıkan sapıkların görüşü olmaktadır. Rasûîullah'm,
"Dikkat edin! Allah'ın Rasûlünün haram kıldığı da aynen Allah'ın haram
kıldığı gibidir" ifadesi geçen şekil üzere doğrudur ve bu ya hükmü açık
olan iki uç arasında dönüp durmakta olan illetin belirlenmesi (tahkîk-i menât)
yoluyla, ya kıyas yoluyla ya da geçen yaklaşımlardan bir başkası yoluyla
gerçekleşir.
[Hatırlanacağı üzere
daha önce şöyle bir itiraz gelmişti: İstikra (kapsamlı araştırma) da
göstermektedir ki, sünnette bizzat Kur'ân tarafından temas edilmeyen
sayılamayacak kadar çok şey vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Kadının
halası ya da teyzesi ile bir arada nikahlanmasının, ehlî eşeklerin yenilmesinin,
köpek dişli yırtıcı hayvanların yenilmesinin haram kılınması, diyet, esirlerin
fidye karşılığı kurtarılması, müslümanın kâfir karşılığında kısas yoluyla
öldürülmemesi... gibi. ]
Bir kadının halası ya
da teyzesi ile birlikte nikâh edilmesinin haram kılınması, keza köpek dişli
yırtıcı hayvanların yenilmesinin haram kılınması ve diyet ile ilgili cevap
geçmiş bulunmaktadır.
Esirlerin fidye
karşılığı kurtarılması meselesine gelince, bu: "Fakat din uğrunda yardım
isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım
etmeniz gerekir'[228]
âyetinden alınmaktadır. Âyet gücü yetmediği için hicret edemeyen kimseler
hakkında gelmiş ve böyle birinin hicret için yardım istemesi durumunda bu
yardımın yapılmasını vacip kılmıştır. Esir ise yardıma hak kazanma konusunda
daha öncelikli durumdadır. Bu, sünnetin kıyâs yoluyla kitaba katılması
yaklaşımına ait bir örnek olmaktadır.
Müslümanın kâfir
karşılığında öldürülmemesi hükmüne gelince, âlimler bunu şu gibi Kur'ân
âyetlerinden çıkarmışlardır: "Allah inkarcılara, inananlar aleyhinde asla
fırsat vermeyecektir.[229]"Cehennemliklerle
cennetlikler bir değildir.[230] Bu
âyet delillikten çok uzaktır.[231] Şu
nokta daha açıktır ki, eğer bunun hükmü Kur'-ân'da nass ile, ya da işaret vb.
bir yolla belirlenmiş olsaydı, Hz. Ali onu Kur'ân'dan hariç tutmaz ve:
"Bizim yanımızda sadece Allah'ın kitabı ve bir de şu sahifede olanlar
var"[232] demezdi. Zira eğer
kâfire karşılık müslümanın öldürülmesi Kur'ân'da olsaydı, bunu saymak-sızın
diğer iki şeyi[233]
zikrederdi. Meselenin hükmünün sözü edilen kıyas yaklaşımından alınması
mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ: "Hür hür karşılığında, köle köle
karşılığında... kısas edilir"[234] buyurmuş
ve hürü köle karşılığında kısas yoluyla öldürtmemiştir. Kölelik, kâfirliğin
sonuçlarından olmaktadır; öyleyse müslümanın kâfir karşılığında kısas
edilmemesi hükmü öncelikli olarak sabit olacak demektir.
Hz. Ali'nin
sahifesinde Kur'ân dışında yer aldığını söylediği "Kim bir müslümânâ
hiyanet ederse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine
olsun! Allah ondan ne bir tevbe ne bir fidye kabul etmesin!" hadisine
gelince, bu mânâ Kur'ân'da vardır ve bunu en güzel şekilde: "Sağlam söz
verdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini
emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, işte lanet onlara ve
kötü yurt, cehennem onlaradır"[235]
âyeti ortaya koyar. Başka bir âyette de onların hüsrana uğrayan kimseler
olduğu bildirilir.
Medine'nin kutsal
(harem) belde oluşu ve bu mânânın Kur'ân'dan çıkarılması geçmişti.
Hz. Ali'nin sahifesinde
yer alan ve müntesip olduğu kimselerin izni olmadan başka bir kavme intisap
eden kimsenin durumuna gelince, bu da "Allah'ın birleştirilmesini
emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar..." âyetinin
mânâsı altına girmektedir. Çünkü velâ bir nevi nesep bağı gibi sayılmaktadır.
Buna göre âzâdlı kimsenin mevlasını ve müntesip olduğu kabilesini tanımaması
ve kendisini bir başkasına nisbet etmesi velâ nimetine karşı nankörlüktür.
Aynen gerçek nesep konusunda öz babadan başka birisine intisap etmek gibi.
Allah Teâlâ ise şöyle buyurmaktadır: "Allah size kendinizden eşler var
eder. Eşlerinizden de oğullar ve torunlar var eder. Size temiz şeylerden rızık
verir. Öyle iken bâtıla inanıyorlar ve Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?'[236]
Müslim'in Sahîh'inde yer alan şu hadis de bu mânâyı doğrulamaktadır: "Herhangi
bir köle, sahiplerinden kaçarsa, onlara dönünceye kadar nankörlük (küfr) etmiş
olur[237]"Bir
köle kaçtı mı, hiç bir namazı kabul edilmez.[238]
Muâz hadisi ise,
Kur'ân'da açıkça beyan edilmeyen şeylerin, sünnette beyan edilmiş olduğunu,
eğer onda da beyan edilmemişse ictihâd yoluyla hükmünün açıklanacağı hakkında
zahirdir. Dolayısıyla bu hadiste daha önce geçenlere ters düşen bir durum yoktur/"[239] [240]
Biz "Kitap
sünnete delâlet etmekte ve anahatlanyla onu içermektedir, sünnet de sadece
Kitab'ın açıklanması için gelmiştir" derken, bunun[241]
emir, nehiy, izin ya da bunları gerektiren durumlara nisbetle olduğunu
kasdetmekteyiz. Kısaca bu husus, yükümlülük açısından mükelleflerin fiilleriyle
ilgili durumlara nisbetle böyledir. Yükümlülük dışında kalan; meselâ, geçmişten
ve gelecekten haber verme gibi emir, nehiy ya da izin ile ilgisi bulunmayan
hadislere gelince, bunlar iki kısımdır:
a) Bu türden olup da yine Kur'ân'm açıklaması mahiyetinde
gelen hadisler. Bunların Kur'ân'ın tefsiri olduğunda herhangi bir kuşku
yoktur.
Meselâ, İsrail
oğullarına: "Şu şehre girin, orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, secde
ederek kapısından girin 'httta' yani 'bağışla' deyin[242]denmiştir.
Rasûlullah ise, onların tahıl anlamına gelen "habbe fi şa're" (bir
rivayette de buğday anlamına "hın-ta'7) diyerek kendilerine emredilen sözü
değiştirdiklerini ve şehre secde yerine kıçları üzerine sürünerek girdiklerini
bildirmiştir.[243]
"Böylece sizi
insanlara şahit ve Örnek olmanız için tam ortada bir ümmet kıldık.[244]
âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: "Nuh çağırılır ve kendisine: 'Tebliğ
ettin mi?' diye sorulur. O: 'Evet!' diye cevap verir. Bunun üzerine kavmi
çağırılır ve onlara: 'O size tebliğde bulundu mu?' diye sorulur. Onlar: 'Bize
bir uyarıcı gelmedi, bize hiçbir kimse gelmedi' derler. Nuh'a: 'Şahitlerin
kimler?' diye sorulur. O da: 'Muhammed ve ümmeti' der. O zaman sizler
getirilirsiniz ve onun tebliğde bulunduğuna dair şahitlik edersiniz. 'Böylece
sizi insanlara şahit ve örnek olmanız için tam ortada bir ümmet kıldık.
Peygamber de size şahit ve örnektir'[245]âyetinin
anlamı işte budur." "Siz insanlar için ortaya çıkarılan hayırlı bir
ümmetsiniz"[246]
âyeti hakkında da şöyle buyurmuştur: "Siz yetmiş ümmetin peşinden gelmektesiniz.
Onlar içerisinde Allah katında en hayırlı ve değerli olanları ise sizlersiniz. [247]"Aksine
onlar (şehitler) diridirler ve Rableri katında rızıklandırılırlar[248]
âyeti hakkında ise şöyle buyurmuştur: "Onların ruhları yeşil kuşların
kursaklarında cennette istedikleri yerlerde dolaşırlar ve arşa asılı kandillere
tünerler[249]"Rabbinin bir takım
mucizeleri geldiği gün, bir kimse daha önce inanmamışsa, imanı ona fayda vermez[250]âyeti
hakkında: "Üç şey çıkarsa, eğer daha önce inanmamışsa hiçbir kimseye iman
etmesi fayda vermez: Deccâl, Dâbbetu'l-arz[251] ve
güneşin batttığı yerden doğması1[252]buyurmuştur.
"Rabbin insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş..[253]
âyeti hakkında da şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ, Âdem'i yaratınca onun
sırtını sıvazladı ve kıyamet gününe kadar zürriyetinden yaratacağı her bir evlat
sırtından düştü. Her insanın iki gözü arasına nurdan bir parıltı koydu ve sonra
onları Âdem'e arzetti. Âdem: 'Rabbim! Onlar kim?' diye sordu. Allah Teâlâ:
'Onlar senin zürriyetindir' buyurdu..[254]
"(Lût:) 'Keski size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere
sı-ğınsam' dedi" âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah, Lût'a
rahmet etsin! O sağlam bir yere (yani Allah'a) sığınırdı. Allah'ın ondan sonra
gönderdiği her peygamber mutlaka kavmi içerisinde bir zirvededir.[255]
Fatiha hakkında ise: "el-Hamdu lillâhi, Kur'ân'ın anası, Kitabın anası ve
sebu'l-mesânîdir"[256]buyurmuştur.Bir
başka rivayette de: "Allah Teâlâ, ne Tevrat'ta ne de İncil'de Kur'ân'ın
anası (Ümmü'l-Kur'ân) gibisini indirmemiştir; o sebu'l-mesânîdir'[257] buyurmuştur.
Yahudiler: "And olsun ki biz Musa'ya dokuz tane apaçık mucize verdik'[258]
âyeti hakkında sorunca, onları açıklamıştır.[259]
Musa'nın Hızır ile olan kıssası ise malûmdur.[260] Hz.
İbrahim hakkında gelen: "Dedi ki: Şüphesiz ben hastayım'[261]
âyeti hakkında da şöyle buyurmuştur: "İbrahim hiçbir şey hakkında asla
yalan söylememiştir; bundan sadece üç durum müstesnadır: Biri 'Şüphesiz ben
hastayım' demesidir.[262]
Keza Rasûlullah: "Elbetteki siz Allah'ın huzuruna (çıplak ve) sünnetsiz
olarak haşrolunacaksınız'[263]buyurduktan
sonra: "Yaratmaya ilk başladığımız gibi onu tekrar var edeceğiz'[264]âyetini
okumuştur. "Doğrusu kıyamet gününün sarsıntısı büyük şeydir'[265]
âyeti hakkında: "O öylesi bir gündür ki, Allah Teâlâ Adem'e:
'Cehennemlikleri oraya gönder!' buyurur'[266]
demiştir.(Hacc 22/29) âyeti hakkında da: "Ka'be'ye 'beyt-i atık' denmesi,
hiçbir zorbanın onun üzerine tahakkümde bulunamaması yüzündendir"
buyurmuştur.[267]
Bu kısımla ilgili
örnekler çoktur.
b) İkinci kısım ise tefsir makamında bulunmayan, itikadı
ya da amelî bir, yükümlülük mânâsı da taşımayan hadislerdir. Bu türden olan
hadislerin illâ da Kur'ân'da bir aslı olması gerekmez. Çünkü bu konu yükümlülük
getirmeyen fazladan bir şeydir. Kur'ân'm asıl indiriliş amacı ise yükümlülük
getirmektir.[268]Dolayısıyla sünnetin
yükümlülük alanı dışına çıkması halinde, bu konuda bir mani yoktur. Sahih
hadis kitaplarında[269] bu
türden olmak üzere örnekler gelmiştir. Meselâ, alaca hastalığına yakalanmış
kimse (abraş), kel ve kor hakkında gelen ve onların imtihan edildiklerini
belirten hadis, âbid Cüreyc'le ilgili hadis, Hz. Musa'nın vefatı ile ilgili
hadis, Peygamberlerin ve bizden önce geçmiş ümmetlerin kıssaları ile ilgili
birçok hadis bu kabilden örneklerdir. Bunlar üzerine herhangi bir amelî
yükümlülük doğmamaktadır. Ancak bu tür hadislerde dahi Kur'ân'de yer alan
kıssalara bir benzerlik vardır. Bu muhtemelen terğîb ve terhîb (yani müjdeleme
ve korkutma) ilkesine dayanan bir yaklaşım tarzı olmaktadır. Bu ise emir ve
nehye destek verir mahiyette olup, teşrî zaruretinin tamamlayıcı unsurları
arasında sayılmaktadır. Dolayısıyla bu kısım hadisler, birinci yani Kitab'ın
beyanı olan kısmın dışına tamamen çıkmış olmamaktadır. Allah'u alem! [270]
Daha önce de geçtiği gibi sünnet üç çeşittir: a)
Rasûlullah'tan sâdır olan söz, b) Fiil[271], c)
Tasvip (takrir, onay). Bu üçüncüsünde onaylanan şeyin Rasûlullah'ın bilgisi
dahilinde olması ve eğer tepki gösterilmesi gereken bir şey ise buna da imkân
bulunması şartı vardır.
Sözlü sünnet hakkında
bir problem olmaması hasebiyle tafsilata girmeyeceğiz.
Fiilî sünnete gelince,
bu kısmın altına terkler de girmektedir. Çünkü terk de, bazılarına göre
fiildir. Usûlcülerin çoğunluğuna göre ise terk, fiil değildir. Her halükârda
her ikisinden[272] de söz etmemiz
gerekecektir.
Rasûlullah'ın fiili, o
konuda —aksi durumu gerektiren[273]
söz, hal karinesi ya da benzeri bir başka delil olmadıkça__
mutlak izin
bulunduğunun delilidir. Konu ile ilgili bilgiler usûl kitaplarında mevcuttur.[274]
Ancak bizi burada ilgilendiren husus, fiilin uyma ve örnek edinme konusunda mücerred
sözden daha açık ve güçlü olduğuna dikkat çekmektir. Gerçi bu husus izah
edilmeye muhtaçsa da, bu kitabın hem "Mübeyyen ve Mücmel" hem de
"İctihâd" bahislerinde ele alınmıştır. Bu yüzden burada tekrara girmiyoruz
ve bu vesile ile Allah'a hamdederiz. Sonra mutlak izine delâletten çıkaracak
delil ya da karinenin bulunması halinde de fiil, iznin kapsamı dışına çıkmış
olmaz. Çünkü mutlak izin, hem vacibi, hem mendûbu, hem de mubahı kapsar. Sonuç
itibarıyla Rasûlullah'ın fiili izin hükmü dışına çıkmaz ve o ya vacip, ya
mendup ya da mubah olur. Fiilin belli bir hale has ya da mutlak olması arasında
bir fark yoktur. Mutlak olanı, Rasûlullah'ın (cibillî davranışları[275]
dışında kalan) normalde yapmış olduğu işleridir. Belli bir hale has olanı ise,
zina ikrarında bulunan bir kimsenin yaptığı işten iyice emin olmak için aşın
bir itina göstermesi ve hatta ona, cinsî ilişkiyi (kinaye yoluyla değil)
aşikâre ifade eden kelimeyi kullanarak sorması gibi fiilleridir. Aslında böyle
bir kelimenin kullanılması normal hallerde caiz değildir; çünkü kötü ve çirkin
(müstehcen) sözler hakkında mutlak yasak hükmü vardır. Burada bir zarurete
binaen caiz olmuş ve zaruret miktarı ile de yetinilmiş-tir. Zira zaruretler
ancak miktarınca takdir olunur. Buradaki sözü, fiildir.[276]
Çünkü burada o, tarifi değil teklifi bir mânâ olmaktadır. Sözlerden sayılanlar,
tarifi olanlardır ve bunlar bir emir veya nehiy getiren ya da şer'î bir hüküm
bildiren sözler olmaktadır. Teklîfî ise, bir söz olarak bizzat kendisi bir hüküm
belirlemeyen sözdür. Nitekim bu mânâda fiil de aynı şekildedir.
Terke-gelince[277],
aslında bunun yeri, hakkında izin bulunmayan şeyler yani mekruh ve haram
olmalıdır. Dolayısıyla Rasûlullah'm [terki, o şeyin işlenmesinin mercûhiyetini
(yani tercihe şayan olmadığını) gösterir. Terk ya mutlak olur, ya da bir hale
özel olur. Mutlak olarak terkedilen şeyin durumu açıktır. Bir hale özel olan
terke ise Rasûlullah'ın şu olaydaki şahitliğe yanaşmamasını örnek verebiliriz:
Bir zat çocuklarından sadece birine bulunduğu bağışa Rasûlullah'ı şahit tutmak
ister. Rasûlullah ona: "Çocuklarından her biri için buna benzer şeyler
verdin mi?" diye sorar ve: "Hayır!" cevabını alınca da:
"Benden başkasını şahit tut; çünkü ben bir haksızlığa şahitlik etmem"[278]buyurur
ve şahit olmaz.[279]Bu
açıktır.[280]
Bazen terk, zikredilen
başka sebeplerden dolayı da olur:
1) Caiz olan şeyin yaratılış icabı hoşlanılmaması ve bu
yüzden terkedümesi: Meselâ Rasûlullah, keler (dabb) yemeye yanaşmamış ve haram
mıdır diye sorulunca da: "Hayır! Ancak memleketimde bulunmaz. Bu yüzden
de onu yemeyi içim çekmiyor'[281]diyerek
terkin gerekçesini açıklamıştır. Bu mubah olan bir şeyin cibillî bir
özellikten dolayı terki olmaktadır ve o şeyin işlenmesinde herhangi bir sakınca
yoktur.
2) Başkasının hakkı sebebiyle terk: Nitekim Rasûlullah
meleklerin hakkını gözeterek, sarımsak ve soğan yemeyi ter-ketmiştir.[282] Bu
da başkasının hakkı ile çatıştığı için mubahın terki olmaktadır.
3) Farz kılınır endişesiyle terk: Rasûlullah bazı
a-melleri işlemek istediği halde, insanlar onunla amel ederler de bu yüzden
üzerlerine farz kılınır endişesiyle terkederdi. Nitekim teravih namazını
cemaatle kılmayı bu yüzden ter-ketmişti.[283]
Keza: "Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım onlara (her namaz
esnasında) misvak kullanmalarını emrederdim[284]
kadınlar ve çocuklar uyuyacak kadar yatsıyı geciktirdiği zaman da: "Eğer
ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, onlara namazı bu saatte kılmalarını
emrederdim'[285]buyurmuştur.
4) Hakkında bir sakınca olmayan şeylerin küll, olarak
ele alınması halinde yasak olacağı ilkesinden hareketle terki. Meselâ,
Rasûlullah'ın evinde şarkı söyleyen iki ca-riye-yi dinlememesi gibi.[286] Bir
hadiste de: "Eğlence ile benim bir işim yok; eğlencenin de benimle işi
yok"[287]buyurmuştur. Hadiste
geçen "ded" kelimesi oyun ve eğlence anlamına gelmektedir. Her ne
kadar oyun ve eğlence, hakkında bir sakınca olmayan şeylerden ise de,
Rasûlullah ondan yüz çevirmiştir. Her sakıncasız olan şeyin izin verilmiş bir
şey olması da gerekmez. Bu konu hakkında açıklama, Hükümler bahsinde geçmişti.
5) Sırf mubah olan bir şeyi, daha üstün olan bir şey
için terketmesi: Rasûlullah kasm, yani eşleri arasın-
da sıraya riayet etmek
gerekli değildi. "Ey Muhammedi Bunlardan istediğini bırakır, istediğini
yanına alabilirsin. Sırasını geri bırakmış olduklarından da arzu ettiğini yanına
almanda sana bir sorumluluk yoktur"[288]âyeti
de bir takım müfessirlere göre bu mânâyı ortaya koymaktadır.[289]
Buna rağmen Rasûlullah [ai«sStmtu] kendisi için mubah kılınan bu davranış
şeklini bırakarak, kendi üstün ahlâkına daha uygun olan sıraya riayet esasını
benimsemiştir. O, kendisine: "Âdil ol! Şüphesiz bu taksim, Allah'ın
rızasının gözetildiği bir taksim değildir" diyen kimseden[290] öc
almaya gitmemiş, onun öldürülmesini isteyen kimseye de mani olmuştur.[291]
Yine o, kendisini öldürmek için ikram ettiği koyunu zehirleyen kadını
öldürmekten vazgeçmiştir.[292] Kendisini
gafil avlayıp öldürmek isteyen Urve b. el-Hâris'in elinden kılıç düşüp bu kez
kendi eline alıp: "Ya şimdi seni benden kim kurtaracak?" dediği
olayda onu öldürmekten vazgeçmiştir.[293]
İşte bu örnekler bu türdendir.
6) Daha büyük bir zarar doğurabileceği endişesiyle
yapmak istediği bir şeyi terketmesi: Nitekim hadiste geldiği üzere Rasûlullah ,
Hz. Âişe validemize şöyle buyurmuştur: "Eğer kavminin henüz cahiliye
devri ile olan anıları taze olmasaydı[294] ve
kalblerinin yadırgamasından korkma-saydım, (bugün dışta kalan eski) duvarları
Kâ'be'ye katar, kapısını da yer ile aynı seviyede yapardım" Bir başka rivayette
de: "Kâ'be'yi Hz. ibrahim'in temelleri üzerine yeniden inşa ederdim"
buyurmuştur.[295]Münafıkların öldürülmesini
de "Muhammed, adamlarını öldürüyor" derler ve bunu İslâm'ın aleyhine
kullanırlar gerekçesiyle engellemiştir.
Doğrusu bütün bu
örnekler, geçen esasa dayandırılabilir.[296]
Birincisinden, yani
Rasûlullah'ın keler yemeyi terkinden başlayalım. Aslında bu, terk kabilinden
değildir; çünkü bu davranışta mutlak anlamda bir terk söz konusu değildir.
Nasıl olabilir ki, diğerleri tarafından bizzat Rasûlullah'ın sofrasında
yenmiştir[297]
İkincisinde, soğan ve
sarımsak benzeri şeylerin alınması, söz konusu başkasının hakkı itibarıyla
bizzat kendisi hakkında yasak ya da mekruh olmaktadır.[298]Bu,
mescide gelme dışındaki durumlarla ilgilidir. Mescidlere gelme ve oralara
girme durumunda ise hüküm, hem Rasûîullah hakkında, hem de ümmeti hakkında
geneldir. İşte bu yüzden de Rasûlullah , bunları yiyen kimselerin mescide
yaklaşmalarını yasaklamıştır.[299]
Dolayısıyla bu, mescide gitmek isteyen kimse için yenmesinin yasak olması
hükmüne çıkmaktadır.
Üçüncüsü, aslında
mendup olan merhametli davranma esasına Çıkar. Dolayısıyla burada terk zaten
matluptur. Eğer o, daha şiddetli olan bir durumun meydana gelmesinden
korkarak, aslında matlup olan bir şeyin terki kabilinden ise, o zaman da sedd-i
zerîa ilkesine çıkar. Eğer terk, aslında izin verilen bir şeyin, sonuç
itibarıyla kötü bir durumun ortaya çıkacağı endişesiyle nehyedilmesi esasına
çıkıyorsa, o zaman terk zaten matlup bir hal almaktadır.
Dördüncü türden olana
gelince, onun da, aslında yasak olan bir esasa çıktığı bilinmektedir.[300]
Beşinci kısım ise,
burada sonunda terkin meydana gelmesi sonucunu dpğuran fiile yönelik bir nehiy
vardır ve gerekçesi de şudur: Rütbe ve mevkii yüksek olan kimseler,
makamlarının gereğini yerine getirmek ile memurdurlar. Öyle ki, bunun aksini
yapmak —aslında öyle olmasa bile— hem yasak, hem de makama yakışmaz kabul
edilir. Nitekim onlar bu hususu şu sözleri ile ifade ederler:
"Hasenâtu'l-ebrâr seyyiâtu'l-mukarrabîn'û[301]Onlar
bu telakkilerinin kendi itibarlarına —şer'î hitabın hakikatine göre değil—
nisbetle böyle olduğunu söylerler. Nitekim rivayete göre Rasûlulla eşleri
arasında sıra gözetmeye tam olarak dikkat etmesine ve kendi şanına yakışacak
şekilde aralarında adaletle muamele etmesine rağmen, Rabbine karşı mazeret
beyan eder ve şöyle yakarır-dı: "Allahım! Bu benim gücümün yettiği
konudaki yapabildiğimdir. Senin etinde olup da benim elimde olmayan şeyden
dolayı beni sorgulama!"[302]Rasûlullah
, bununla kalbinin bütün eşlerine aynı oranda olmaksızın bazılarına daha fazla
meylettiğini ifade etmek isterdi. Zira bu konu, —insanın herhangi bir
katkısının bulunmadığı diğer kalbî durumlarda da olduğu gibi— bizzat kendi
elinde olmayan bir şeydi.
Bu konuya yani yüksek
makamların, o makama lâyık hareket edilmemesi halinde kınama ve azarlanmayı
gerektireceğine açıklık getirecek en güzel örnek şefaat hadisindeki Nûh ve
İbrahim peygamberlerin durumudur. Bu hadiste ifade edildiği üzere, insanlar
akın akın Nuh'a gelip kendisinden (hesabın başlatılması için) şefaatçi olması
istendiğinde, o özür beyan ederek böyle bir şeyi yapabilecek yüzü olmadığını,
çünkü bir hatası bulunduğunu bildirir. Bu hatası, kavmine beddua etmesidir.
Halbuki Nuh kavmine bedduayı onların imâna gelmelerinden tamamen ümit
kestikten ve kendisine: "Senin: milletinden, inanmış olanlardan başkası
inanmayacaktır"[303]
âyeti geldikten sonra yapmıştı. Bu onun yaptığı bedduanın mubah olmasını
gerektirir. Buna rağmen o, şanının yüceliğine rağmen kendisinden böyle bir
bedduanın sadır olmasını kendisine yakıştıramamış ve şefaat etmeye yüzü olmadığını
söylemiştir. Çünkü onun gibi birine yaraşan böyle bir bedduadan kendisini
tutmaktı. Aynı şekilde Hz. İbrahim de kendisinin kusurlu bir kimse olduğunu
beyan ederek mazeret belirtmiştir. Onun yaptığını ifade ettiği hatalar da:
"İbrahim hiçbir şey hakkında asla yalan söylememiştir; bundan sadece üç
durum müstesnadır: Biri 'Şüphesiz ben hastayım' demesidir[304]hadisinde
anlatılan şeylerdir. O, bunları —her ne kadar ta'riz iseler de— yalan
saymıştır.
Bu izahın doğruluğuna
delil, Kitap bahsinde (Şer'u men kable-nâ hakkında) geçen şu esastır: Kitap'ta
nakledilip reddedilmeyen, iptal edilip hakkında uyarılmayan her hüküm, sahih ve
doğrudur. Şimdi konumuzu bu esasa vurduğumuz zaman şunu görürüz: Allah Teâlâ,
Nuh'tan yaptığı bedduayı: "Nuh dedi ki: Rabbim! Yeryüzünde hiçbir kâfir
bırakma'[305] şeklinde nakletmektedir.
Bu naklin ne başında, ne de sonunda bu yüzden onun bir azar ya da kınama
hakettiğine, emir ya da nehyin gereği dışına çıktığına dair herhangi bir ifade
ya da işaret zikretmemiştir. Aksine onun: "Doğrusu Sen onları bırakırsan
kutlarını saptırırlar; sadece inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler"
dediğini nakletmiştir. Açıktır ki o, bu sözü ancak bir vahiy sonucu
söylemiştir; çünkü gaybî bir haberdir ve: "Senin milletinden, inanmış
olanlardan başkası inanmayacaktır"[306]âyetinin
mânâsı olmaktadır. Aynı şekilde İbrahim'in de: "Yıldızlara şöyle bir
baktı ve dedi ki: Şüphesiz ben hastayım'[307]
dediğini nakletmiş, ne önünde ne de sonunda bu yüzden kınama ya da azar
hakettiğine, ya da bir emir ya da yasağa muhalefet ettiğine dair en ufak bir
işaret zikretmemiştir. Aynı durum (kırdığı putlar hakkında söylediği):
"Belki de şu büyükleri yapmıştır'[308]
sözünün naklinde de sözkonusudur ve bu âyetin de önünde ya da sonunda ondan
sâdır olan bir muhalefet bulunduğuna dair bir ifade, ya da azar hak ettiğine
dair bir işaret yer almamıştır. Aksine birinci âyet hakkında: "Nitekim
Rabbine temiz bir kalb ile geldi"[309]buyurmak
suretiyle son derece uygun hareket ettiğine dair övgüde bulunmuştur. Olayla
ilgili sözlerin akışı hep böyle övgü dolu olarak sona erer. Diğer âyet
hakkında da: "And olsun ki, daha önce İbrahim'e de akla uygun olanı
göstermiştik.[310] Diye devam etmekte olan kıssasında hep onun
övülmesini ve hakkı savunmuş olmasını gerektiren bir ifade ve üslup
görmekteyiz. Bu da, onun hakkı savunmak için kullanmış olduğu vasıtaların (yani
söylediği yalan sözlerin) hepsinin doğru ve yerinde olduğunu gösterir. Buna
rağmen Hz. Muhammed[at™'ton'] : "İbrahim hiçbir şey hakkında asla yalan
söylememiştir; bundan sadece üç durum müstesnadır: Biri 'Şüphesiz ben hastayım.'
demesidir..."[311]
demiş, bizzat İbrahim de, belirttiği mazeret sebebiyle kendisinin şefaate ehil
bulunmadığını belirtmiştir. Nuh'un durumu da aynı şekildedir. Böylece şu nokta
ortaya çıkmıştır ki, burada sözü edilen kusur (hata), Allah'ın emrine muhalefetten
kaynaklanmış bir kusur değildir; aksine kulun sahip olduğu yüce mertebenin bir
gereği olarak tamamen itibari bir durumun sonucu olmaktadır. Kasnı yani eşler
arasında sıraya riayet konusunda Hz. Muhammed'in durumu da aynı şekildedir.
Konu önemli olduğu için burada sözü biraz uzatmış olduk. Eğer söz iyice
uzatılmış olmasaydı, diğer peygamberler hakkında da varid olan bu kabilden
şeyleri Kur'ân, sünnet ve şer'î kaidelerin ışığı altında sadra şifa olacak,
kalbleri tatmin edecek şekilde açıklama yoluna giderdik. Kendinden yardım istenilecek
olan, ancak Allah Teâlâ'dır.
Emir ve Nehiy bahsinin
sonlarına doğru da bu esas[312]
için bir giriş olabilecek şeyler geçmişti.[313]
Bütün bunların
toplamından şu ortaya çıkıyor ki, burada yani beşinci kısımda sözü edilen terk,
nehyin gerektirdiği bir esasa çıkmaktadır; ancak burada sözü edilen nehiy
hakikî olmayıp itibarî mahiyette olmaktadır.
Altıncı kısma gelince,
onun nehyin gerektirdiği bir esasa çıktığı açıktır. Çünkü bu gibi yerlerde
sözkonusu olan şey iki mefsedetin karşı karşıya gelmesi halidir. Bu durumda
tercihe şayan (râcih) olanın alınması talep edilir, mercûh olanın ise terki
istenir. Terk ciheti burada tercihe şayan (râcih) olmaktadır; dolayısıyla
zaten onunla amel edilecektir.
Fasıl:
İkrara yani
Rasûlullah'ın tasvip ve onaylarına gelince, bunlar, görüp de onayladığı ya da
işitip de ses çıkarmadığı fiillerde "bir sakınca olmadığı" (lâ
harace fîh) anlamına gelir. Bu mana usûl kitaplarında detaylı biçimde ele
alınmıştır.[314] Ancak burada bizi
ilgilendiren nokta, "hakkında sakınca olmayan"dan maksadın; altında
vacip, mendup ve 'hakkında izin bulunan' ve 'hakkında bir sakınca yok'
anlamlarında mubah olmak üzere türleri kapsayan bir cins olduğunu
vurgulamaktır. Mekruh ise onun kapsamına girmez. Çünkü Rasûlullah'ın mekruh
karşısında sükutu, en azından o şeyin işlenmesi ile terkinin eşit olduğu
anlamına gelir. Mekruh hakkında böyle bir şey ise sahih olmaz. Çünkü mekruhun
işlenmesi yasaklanmıştır. Hal böyle iken onun işlenmesi karşısında susması
mümkün değildir. Sonra ikrar, ulemâya göre teşrî'e mahal olmaktadır.
Beraberinde fazladan bir karine (yani sükûtu ikrar mânâsından çıkaracak bir
delil) olmaksızın, mücerred sükûttan mekrûhluk hükmünün anlaşılması mümkün
değildir. Ortada bir karine ya da tarif (yani iznin dışında başka bir şeye
delalet eden bir söz) bulunmadığı zaman, akla ilk gelen şey anlaşılır ki o da
izindir veya mutlak olarak bir sakınca olmayan şeydir. Mekruh ise böyle
değildir.
İtiraz: Ayni durum vacip ve mendup hakkında da gerekir; zira
ikrar vasıtasıyla mutlak izin ya da hakkında sakınca yok anlamından başka bir
şey anlaşılmaz. Halbuki vacip ve mendup böyle değillerdir. Çünkü vacip, terki
yasaklanan, işlenmesi emredilmiş olan şeydir; mendup da işlenmesi emredilmiş
şeydir. Bütün bunlar, mutlak anlamda bir sakınca olmadığı anlamının üzerine
ziyade şeylerdir.[315]
Dolayısıyla bunlar da ikrarın gereği altına girmezler. Halbuki siz bunların da
gireceğini sanmaktasınız. Bu ise bir çelişki olur.
Cevap: Hayır, bilâkis biz onların ikrarın gereği altına
gireceklerini söylemekteyiz. Çünkü vacip bir fiilin işlenmesi durumunda bir
sakınca olmaması hali zorunlu olarak bulunur. Zira aralarında terslik yok,
uygunluk vardır. Çünkü vacip ve mendup, fiilin İşlenmesi açısından iktizâî
hükümlerden sayılmaktadırlar ve bu açıdan bakıldıklarında onlar işlenmesinde
bir sakınca olmayan şeyler olmaktadırlar. Mekruh ise böyle değildir. Çünkü o,
fiilin işlenmesi değil, terki açısından iktizâî hükümlerden sayılmaktadır.
"Hakkında bir sakınca yoktur" hükmü ise, fiilin işlenmesine yönelik
bir hükümdür. Dolayısıyla mekruh ile aralarında bir uygunluk bulunmamaktadır.
Nasıl uygunluk olabilir ki? Nehiy, fiilin işlenmesi hakkındaki "bir
salanca yoktur" hükmü ile çatışma durumundadır.
İtiraz: Hükümler bölümünde geçen meselelerden birinde "mekruhun
fiilin işlenmesi açısından affa mahal (ma'fuvvun anh) olduğu" geçmişti.
Affa mahal olması ise, o konuda bir salanca bulunmadığı anlamına gelir.
Halbuki siz burada bu sözünüzle mekruh için bir sakınca bulunduğunu ifade
etmiş olmaktasınız.
Cevap: Buradaki maksat ile oradaki farklıdır. Çünkü orada murad
olunan fiilin işlenmesinden önceki hali değil, sonraki durumudur. Mekruhu
işleyen kimsenin, aynen haram fiili işleyen kimse gibi açıktan yasağa muhalefet
ettiği konusunda kuşku yoktur. Ancak mekruhun önemsizliği ve sebebiyet
vereceği mefsedetin azlığı, vukuundan sonra onu "hakkında bir sakınca
yok" hükmüne çevirmiştir. Bu, Sâri' Teâlâ'nın mükellefe yönelik
merhametinin sonucu ve yaptığı hayır işler sebebiyle bir telafi mekanizması
olarak böyle olmaktadır. Bu halde mekruhun durumu, taharet, namaz, cuma,
Ramazan orucu, büyük günahlardan kaçınma vb. gibi çeşitli tâatlerin keffâret
olduğu "sağîre" yani küçük günahlara benzetilmiş olmaktadır. Küçük
günah, mekruhtan daha ağır olduğu halde affe-diliyorsa, mekruhun —Allah'tan bir
lütuf ve ihsan olmak üzere— aynı hükme tabi olması daha öncelikli olarak sabit
olacaktır. Burada söz konusu edilen, nehyin, bir sakınca yoktur hükmü ile
çatışması haline gelince, bu fiilin vukuundan önceki haline nisbetledir. Bunun
böyle olduğunda da herhangi bir kuşku yoktur. Dolayısıyla vaziyet bu merkezde
iken, mekruhun "bir salanca yoktur" kavramı altına girmesine imkân
bulunmamaktadır.
Bu kısımla ilgili
örnekler çoktur: Müdlicli kâifin Üsâme ve babası Zeyd hakkındaki birbirlerinden
olduklarına dair tanıklığı, Rasûlullah sofrasında keler yenmesi gibi. Bir başka
örnek: Abdullah b. Muğaffel şöyle anlatır: Hayber gününde elime bir dağarcık
dolusu iç yağ geçirdim. Ona sarıldım ve: "Bugün bundan hiçbir kimseye bir
şey vermeyeceğim" dedim. Bir de baktım Rasû-lullah yanımda tebessüm ederek
duruyordu.[316] Bazı âlimler de,
Rasûlullah'm kanının temiz olduğuna, aldırdığı kanı içen bir kimseye ses
çıkarmamasını[317] delil olarak kullanmışlardır. [318]
Sözlü sünnet, eğer
fiil ile de desteklenmiş ise, mükelleflere nis-betle bu tâbi olma konusunda en
açık seçik bir yol olur. Çünkü Rasûlullah'm fiili yükümlülüklerin konulması
konusunda en üst düzeyde bir beyan tarzı olmaktadır.[319]
Bunun söz ile de birleşmesi halinde ise o konudaki Rasûlullah'm fiiline uymak,
sıhhat mertebelerinin en üstününü teşkil edecektir.
Sözün fiile uygun
düşmemesi hali ise böyle değildir. Çünkü böyle bir durumda her ne kadar söz,
sıhhati gerektirse de bir üstünlüğe (efdaliyet) ya da onun tersine
(mefdûliyet) delâlet etmez.[320]
Örnek: Rivayete göre
Rasûlullah'a birisi: "Kanma yalan söyleyebilir miyim?" demiş,
Rasûlullah: "Yalanda bir hayır yoktur" buyurmuştur. Adam: "Ona
vaadde bulunabilir ve ona (bu konuda yalan) söyleyebilir miyim?" dediğinde
de: "Bunda senin için bir sakınca yoktur" buyurmuştur.[321]
Buna rağmen caiz kıldığı bu şeyi, daha sonra kendisi yapmamış; aksine vaad
ettiği zaman vaad konusu o şeyi hakikaten yapmamaya azmetmişti. Bu şöyle
olmuştu: Rasûlullah, eşi (Hafsa'nın) yanında bal şerbeti içmiş (ve bu yüzden
onun yanında biraz fazla kalmıştı. Bu yüzden diğer eşlerinin kıskançlıkları
kabarmış ve ona bir oyun kurarak) ağzında hoş olmayan "meğâfîr"
kokusu olduğunu söylemişlerdi. Bunun, üzerine Rasûlullah bir daha ondan
içmeyeceğine dair yemin etmiş veya onu kendisine haram kılmıştı. Bunun üzerine
Allah Teâlâ: "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana
helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram kılıyorsun?"[322]
buyurmuştur. Rasûlullah söz vermeye ve böylece onları atlatmaya kadirdi. Ancak
o, kendi üzerine ettiği bir yemin ile, ya da onu kendisine haram kılmak
suretiyle o şeyi bir daha içmemeye azmetmişti.[323]
Sonunda Allah Teâlâ, onu yemininin çözülmesi sonucuna yöneltmişti. Yine
Rasûlullah'm sadece bir oğluna bağışta bulunan kimseye: "Benden başkasını
şahit tut!'[324]buyurması, bu tasarrufa
icazet vermesi anlamına gelmektedir. Ancak bizzat kendisinin şahitlikten
kaçınması[325] sözün gereğinin tercihe
şayan olmadığını (mercûhiyet) göstermektedir. Rasûlullah şâir Hassan ve
diğerlerine şiir inşadında bulunmalarım emretmiş[326] ve
bu konuda onlara izin vermiştir.[327]
Bununla birlikte Rasûlullah, şiirden uzak tutulmuş ve kendisine şiirden bir şey
öğretilmemiştir. Bu da şiirin tercihe şayan bir şey olmadığını gösterir.
Nitekim âyette de: "Biz ona şiir öğretmedik, zaten ona yakışmazdı"[328]buyu-rulmuştur.
Hassân'a: "Onları hicvet! Cibril seninle beraberdir"[329]buyurmuştur.
Bu hadis, hicve izin verildiğini gösterir. Bununla birlikte Rasûlullah, hiçbir
kimseyi —dinî yönden olması aksine— kendisinde bulunan bir ayıp sebebiyle
yermemiştir. O, hiçbir kimseyi nesir sözle de hicvetmemiştir. Nitekim hiçbir
manzum söz de ondan sâdır olmamıştır. Rasûlullah'm özelliklerinden biri de onun
ayıplayıcı, kötü ve müstehcen sözlü olmayışı idi. Bazı kimselere kendi
menfaatleri[330] ya da İslâm'ın müdafaası[331] söz
konusu olduğu zaman bu gibi şeylere müsaade etmiş, fakat kendisi bunlardan
hiçbirini yapmamıştır. Ondan sadece tevriye kabilinden sözler sâdır olmuştur.
Meselâ, "Biz sudanız"[332]
şeklindeki sözlerinde olduğu gibi. Gazvelere çıkarken de hiçbir zaman önceden
çıkacağı istikâmeti söylemez, tersi bir yönde yola çıkardı.[333]
Durum böyle olunca[334],
mefhumu izin olan sözlü hadise uyma
—eğer Rasûlullah onu kasıtlı[335]
olarak terketmiş ise— hakkında bir sakınca olmayan şeylerden olacaktır. Kudreti
bulunan kimselerin Rasûlullah'a [flte^Bı^tu] uymuş olmak için o şeyi
terket-meleri ise daha güzel olacaktır. Bu gibi şeylerden kim bir şeyler işlemişse,
onun hakkında sözlü hadise uygun olarak genişlik vardır ve kolaylık kapısı da
her zaman için açıktır. Bu vesile ile Allah'a hamdederiz. [336]
Rasûluıiah'm ikrarı,
eğer fiiline uygun düşmüşse, hiçbir şaibe içermeksizin ona uyulması sahih
olacak ve bu uyma mertebelerinin en üst derecesinden aşağıda olmayacaktır.
Çünkü Rasû-lullah'ın bir şeyi işlemiş olması, o şeyin doğruluğu anlamına
gelmektedir. Böylesi bir fiile, bir başkasının fiili için söz konusu olan
ikrarının eklenmesi halinde, sanki sırf fiiline uyulmuş gibi olacak, ikrar ise
isbat edici fazladan bir delil olacaktır.[337]
İkrarına fiilinin
uygun düşmemesi halinde ise durum böyle değildir. Çünkü ikrar, her ne kadar
sıhhat hükmünü gerektirse de terk ona muarız gibi olmaktadır. Burada gerçek
anlamda bir tearuz durumu gerçekleşmiş olmasa bile, duraksama (tevakkuf)
şaibesi atılmış olacaktır. Çünkü o konuda Rasûhıllah tevakkuf etmiş, ikrar
ettiği şeyi bizzat işlememiştir.
Bunun örneği, her ne
kadar aslında mubah ise de Rasûlullah'm eğlence ve şarkı dinlemekten kaçınması[338]işlenmesinde
bir sakınca olmamasına rağmen, eğlenceden uzak durmasıdır. Bazen huzurunda cahiliye
dönemine ait bazı şeyler hakkında konu surlardı[339] ve
Rasûlullah muhtemelen bunlara tebessüm ederdi. Bu kabilden olan şeyleri kendisi
ise asla bir ihtiyaç ya da zaruret olmadıkça zikretmezdi. Bir kadın gelip hayız
kanından nasıl temizleneceğini sorduğu zaman: "Emici bir bez parçası al
ve onunla taharetlen" buyurmuştu. Kadın: ^Onunla nasıl taharetleneceğim?"
diye sorduğunda da az önceki aynı cevabını tekrarlamış ve utanarak yüzünü
kapamıştı.[340] Hz. Âişe, Rasûlullah'm
muradını anlamış ve kadına daha açık ve sarih bir biçimde anlatmıştı.[341]Rasûlullah
Hz. Âişe'nin bu aşikâre izahını ikrarla karşılamış; fakat bizzat kendisi
utandığından böyle bir şeye gitmemişti. Böyle bir şey, o şeyin beyanı taayyün
etmediği zaman dikkate alınır; çünkü o caiz türünden olmaktadır.[342]Ancak
taayyün edecek olursa, o zaman her nasıl olursa olsun illâ da anlatılması
gerekir. Çünkü bu durum, hakların kesiştiği yerdir. Konu ile ilgili örnekler
çoktur.[343]
Kısaca söylemek
gerekirse, bizzat ikrarın kendisi, değerlendirmeye tâbi tutmaksızm mutlak
cevaz hükmüne delâlet etmemektedir. Aksine ikrarlar içerisinde böylesine
mutlak cevaz ifade edenleri de vardır: İşlenmesi matlup olan fiiller ile sırf
mubah olan şeyler karşısında gösterilen ikrarlar gibi. öbür taraftan mutlak
cevaz ifade etmeyenleri de vardır; verilen Örneklerde olduğu gibi.
Eğer ikrar ile
birlikte söz de bulunursa, o zaman durum az Önce geçen fiilin ikrar üzerine
eklenmesi durumunda olduğu gibi olur ve fiile bakılır; mutabakat halinde mutlak
sıhhat hükmü ile hükmedilir; muhalefet halinde ise mutlak surette böyle bir
hükme gidilmez.[344] [345]
Sahabenin (r.a.)
sünneti (yani uygulaması) da sünnet sayılır ve onunla amel edilmesi ve ona
müracaat edilmesi gerekir.[346]
Buna aşağıdaki hususlar delil teşkil eder:
(1)
İstisnasız Allah
Teâlâ'nın onlara övgüde bulunması, onları adaletle ve bu mânâya çıkacak
meziyetlerle medhetmesi. Örnek:
"Siz insanlar
için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz[347]"Böylece
sizi insanlara şahit ve örnek olmanız için tam ortada bir ümmet kıldık.[348]Birinci
âyette, ashabın diğer ümmetlere karşı üstünlükleri olduğu isbat edilmektedir.
Bu da ancak onların her konuda istikâmet sahibi olmaları ve durumlarının
muhalefet değil, muvafakat içerisinde olması yoluyla olur. İkincisinde ise
onların mutlak adalet sahibi oldukları belirtilmektedir. Bu da, birinci âyetin
medlulüne delâlet eder.
İtiraz: Bu özellik bütün ümmet için geneldir. Dolayısıyla diğerleri
hariç tutularak sadece sahabeye hasr e dilemez.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü:
a) Her şeyden önce durum iddia edildiği gibi değildir.
Çünkü sahabe, hususî olarak hitaba muhatap olan kimselerdir.Dolayısıyla hitabın
altına daha sonraki nesillerin girebilmesi ancak kıyas ya da başka bir delil[349]
vasıtasıyla olacaktır.[350]
b) Hitabın daha sonraki nesilleri de kapsadığını kabul
etsek bile, ashab onun şümulüne giren ilk kimseler olacaklardır. Çünkü onlar,
hitabı Rasûlullah'tan ilk elden alan kimselerdir. Onlar vahyin doğrudan
muhatapları idiler.
c) Üçüncü olarak, onlar hitabın şümulüne girmeye diğerlerinden
daha önceliklidirler. Çünkü bu âyetlerle belirlenen özellikler tam anlamıyla
sadece onlarda gerçekleşmiş, daha sonraki nesillerde ise bulunmamıştır.
Onların sahip oldukları Özelliğin, nitelemeye tam olarak uygun olması, onların
medhe diğerlerinden daha lâyık olduğunun bir şahididir. Öbür taraftan sahabe
neslinden sonra gelen ehl-i sünnet âlimleri sahabenin mutlak ve genel olarak
adalet sahibi olduklarını söylemişler; onlardan hem rivayet, hem de dirayet
yönünden bir istisna ya da ayırıma gitmeksizin ilim almışlardır. Diğer nesiller
hakkında ise aynı tavrı göstermemişler; onlar içerisinden ancak imamlıkları
sahih; adaletleri de sabit olan kimselerden ilim almışlardır.[351]Bu
da sahabe neslinin diğer nesillerden daha çok övgüye lâyık olduklarım gösteren
bir delil olur. Dolayısıyla sahabe hak-
kında onların mutlak
adalet vasfına sahip olduklarını söylemek, onların mutlak anlamda vasat yani
âdil kimseler olduklarını kabul etmek gerekecektir. Durum böyle olunca da,
onların sözleri muteber, amelleri de rehber olacaktır. [352]Onlara
övgü sadedinde gelen diğer âyetlerin durumu da aynıdır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: "Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı
yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara
verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri
zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin
tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir.[353]
Benzeri onları öven pek çok âyet vardır.
(2)
Sünnetten deliller:
Sahabeye uyulmasını emreden, onların sünnetlerinin, uyma konusunda aynen
Rasûlullah'm sünneti gibi olduğunu ifade eden hadisler bulunmaktadır: Örnek:
"Sünnetime ve hidayet üzere olan râşid halifelerin sünnetine yapışın;
onlara iyice tutunun, onlara azı dişlerinizle sarılın[354];
Rasûlullah : "Ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Hepsi de ateştedir;
biri müstesna" buyurdu. "Onlar kimlerdir? Yâ Rasûlallah!" dediklerinde:
"Benim ve ashabımın üzerinde olduğu fırkadır" buyurdu.[355] Bir
başka hadislerinde de: "Ashabım tuz gibidir; onsuz yemeğin tadı olmaz'[356]buyurmuştur.
Yine o şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah Teâlâ, ashabımı nebiler ve
rasuller hariç bütün âlemlere üstün kılmıştır. Onların içinden de benim için
dört kimse seçmiştir: Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali. Onları, ashabımın en
hayırlıları kılmıştır. Ashabımın her birinde hayır vardır."[357]Bazı
haberlerde de şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Ashabım yıldızlar
gibidirler; hangisine uysanız, hidayet bulursunuz.'[358]Bu
anlamda daha başka hadisler de bulunmaktadır.
(3)
Alimler, görüşlerin
karşı karşıya gelmesi halinde hep ashabın görüşlerini tercih etmişler ve onlara
öncelikli bir yer vermişlerdir. Bazıları Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in sözlerini
hüccet saymışlardır. Bazıları da dört halifenin görüşlerini hüccet kabul
etmişlerdir. Diğer bir grup da herhangi bir kayıt getirmeksizin bütün
sahâbîle-rin görüşlerinin hüccet ve delil olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşlerden
her birinin sünnetten mesnedleri vardır.[359]Bu
görüşler, —her ne kadar ulemâya göre bunların aksi tercihe şayan görülüyorsa
da— konu hakkında asıl dayanak olan küllî bir durumu destekleyici bir mahiyet
arzederler. Sözü edilen küllî durum şudur: Selef ve halef yani tabiîn ve
onlardan sonra gelen nesiller, ashaba muhalefetten hep çekinegelmişler ve
onlara uygun düşünüyor ve hareket ediyor olmaktan da büyük bir şeref
duymuşlardır. Bu mânânın en açık ve seçik olarak görüldüğü yer, muteber mezhep
imamları arasında geçen görüş ayrılıklarını konu edinen Hilaf ilmidir. Bu ilme
baktığımızda onların, kendi mezheplerini belirledikten sonra hemen kendileri
gibi düşünmekte olan sahâbîlerin isimlerini sıralamaya ve böylece mezheplerini
kuvvetlendirmeye çalıştıklarını görürüz.[360]
Bunu yapmalarının sebebi hem kendilerine, hem de muhaliflerine göre onların
şeriatta üstün bir yerlerinin bulunduğunun, onların yaklaşımlarının önemli
olduğunun, —onlarla birlikte onların ele aldıkları konu üzerinde durma bir
tarafa— hatta o konuda kendilerine uyulmasının ve görüşlerinin taklit
edilmesinin gerekliliğinin[361] her
iki tarafça da kabullenilmiş olmasıdır. Nakledildiğine göre İmam Şafiî,
müctehid bir kimsenin, ictihâd etmeden önce sahâbîyi taklit edebileceğini,
başkalarını ise taklit edemeyeceğini söylemiştir.[362]İmam
Şafiî, sahâbî hakkında: "Eğer aynı dönemde yaşasaydım kendisiyle
tartışabileceğim bir kimsenin sözü için hadisi nasıl terkedebilirim?"
diyen kimsedir. Bununla birlikte o, onların yüce değerlerini takdir etmekten
geri durmamıştır.[363]
Sonra selefi sâlihin
onları övgü ile anan ve onlara tâbi olmanın gereğini işleyen sözleri vardır ki,
onlardan bir kısmını burada zikredeceğiz:
Saîd b. Cübeyr şöyle
demiştir: "Ehl-i Bedir'in[364]
bilmediği bir şey, din değildir."
el-Hasan (el-Basrî),
Hz. Muhammed'in ashabını anmış ve şöyle demiştir: "Onlar, bu ümmetin
kalbler bakımından en iyileri, ilim bakımından en derinleri, tekellüf
bakımından en azları idiler. Onlar, Allah Teâlâ'nın, Rasûlünün sohbeti için
seçmiş olduğu seçkin kimselerdir. Dolayısıyla onların ahlakıyla ahlâklanmaya
ve gidişatına uymaya çalışın. Çünkü onlar —Kâ'be'nin Rabbine yemin ederim ki—
dosdoğru yol üzere idiler."
İbrahim ise:
"Sahabeden gizli kalan hiçbir şey, sizde bulunan bir meziyet sebebiyle
sizin elde etmeniz için saklanmış değildir" demiştir.
Huzeyfe'den şöyle
dediği rivayet olunur: "Ey kurrâ[365]
topluluğu, Allah'tan sakının ve sizden öncekilerin yolluna girin. Ömrüme yemin
ederim ki, eğer siz onların yoluna uyarsanız, çok iyi yol alırsınız. Eğer sağa
ya da sola yalpa yaparak onların yolunu terkeder-seniz, apaçık bir sapıklığa
düşersiniz."
İbn Mesûd'dan ise
şöyle dediği nakledilmiştir: "Sizden biri eğer uyacaksa, Hz. Muhammed'in
ashabına uysun. Çünkü onlar, bu ümmetin kalbler bakımından en iyileri, ilim
bakımından en derinleri, tekellüf bakımından en azları, hidayet bakımından en doğruları,
hal bakımından en güzelleri idiler. Onlar, Allah Teâlâ'-nm, Rasûlünün sohbeti
ve dinini İkamesi için seçmiş olduğu seçkin kimseler idiler. Dolayısıyla
onların faziletlerini takdir ediniz ve izlerinden gidiniz. Çünkü onlar
dosdoğru bir hidayet üzere idiler."
Hz. Ali ise:
"Sakın insanlara uymayın!" demiş sonra da: "Eğer mutlaka
birilerine uyacaksanız, dirilere değil, ölülere uyun" diye sözünü
tamamlamıştır. Bu, halka değil de âlimlere yönelik olan bir yasaktır.
Ömer b. Abdulaziz'in
sözü de bu kabildendir:
"Rasûlullah ve
arkasından emir sahipleri (halifeler) sünnetler ortaya koymuşlardır. Onları
almak Allah'ın kitabını tasdik etmek, Allah'a olan taati tamamlamak, Allah'ın
dinine destek vermek demektir. Kim onlarla amel ederse, o hidayet üzeredir. Kim
onunla yardım isterse, yardım görür. Kim de onlara muhalefet ederse mü'minlerin
yolu dışına çıkmış, başka bir yola uymuş olur. Allah da o kimseyi döndüğü yöne
çevirir ve cehenneme yaslar. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." Bir başka
rivayette ise "... Allah'ın dinine destek vermek demektir"
ifadesinden sonra: "Hiçbir kimsenin onları değiştirmek ya da yerine
başkasını koymak veya onlara muhalif bir görüş üzerinde durmak yetkisi
yoktur...." ifadesi vardır. Onun bu sözü, İmam Mâlik'in çok hoşuna giderdi
(ve sık sık onu ve diğer imamların sözlerini tekrar ederdi).
Huzeyfe'den de şöyle
dediği nakledilmiştir: "Bizim izimize uyun; eğer (yolumuza) isabet
ederseniz gerçekten çok iyi yol almış olursunuz. Eğer hata eder (ve bizim
yolumuzdan saparsanız) şüphesiz apaçık bir sapıklığa düşmüş olursunuz."
İbn Mesûd da benzeri
bir ifade ile şöyle demiştir: "Bizim izimize uyun ve bid'at çıkarmayın.
Eğer böyle yaparsanız doğru yolu bulma külfetinden kurtulmuş olursunuz."
Rivayete göre yine o,
mescidde kıssa anlatan birine uğradı. Adam: "On kere teşbih getirin, on
kere tehlilde[366]bulunun..." diyordu.
Abdullah ona: "Şüphesiz siz Muhammed'in ashabından ya daha çok hidayet
üzeresiniz ya da daha sapıksınız. Bilâkis sonuncusu, evet sonuncusu!" dedi
ve onların bid'at üzere olduklarını söyledi.
Bu konu ile ilgili
haberler pek çoktur ve burada nakledilmesi konuyu uzatır. Bu konuda müstakil
bir delil olmak üzere aşağıya alacağımız şeyler yeterlidir:
(4)
Ashabı sevmenin,
onlara buğzedenleri yermenin vacip olduğunu, onları sevenlerin Allah'ın
peygamberini sevmiş olacaklarını; onlara buğzedenlerin de Allah'ın
peygamberine buğ-zetmiş olacaklarını gösteren hadisler vardır.[367]
Tabiî ki sahabe için söz konusu olan bu meziyet, sadece onların
Rasûlullah'ıgörmüş, onunla beraber olmuş, onunla konuşmuş olmaları yüzünden
değildir. Çünkü bunlarda[368]
mücerred bir meziyet yoktur. Onların sahip oldukları bu meziyet, sadece aşırı
derecede Rasûlullah'a olan bağlılıkları ve kendilerini onun sünneti üzere yaşamaya
adamış olmaları, bunun yanında ona tam destek verme- ' leri ve onu İslâm
düşmanlarına karşı himaye etmeleri[369]
sebebiyledir. Rasûlullah'a karşı bu tavrı gösteren her kimsenin örnek
alınması ve gidişatının yol edinilmesi yerindedir ve bu haliyle o bunu hak
edecektir. İmam Mâlik ashaba ve onların gidişatı üzere olan kimselere tâbi olma
konusunda aşırı bir özen gösterdiği ve onların yollarım kendisine yol edindiği
içindir ki, Allah Teâlâ onu bu konuda diğerleri için uyulacak bir rehber
yapmıştır. Bunun sonucunda İmam Mâlik'in çağdaşları, onun izini takip etmişler
ve onun davranışlarına uymuşlardır. Tabiî ki onun ulaştığı bu mevki, Allah
(c.c.) ve Rasûlünün haklarında övgüde bulunmuş olduğu ve kendilerini uyulacak
birer örnek ilân ettiği aziz sahabe nesline ve onlara en güzel biçimde uyan
tabiîne olan saygı ve bağlılığının bir bereketi sonucu olmuştur. Allah Teâlâ
onların hepsinden razı olsun! Onlar da zaten O'ndan hoşnut idiler. Hiç kuşkusuz
onlar Allah'ın seçkin kullarıdır (hizbullah) ve biliniz ki, Allah'ın seçkin
kulları elbette kurtuluşa ermiş kimselerdir. [370]
Rasûlullah'm haber
vermiş olduğu her haber, aynen haber verdiği gibidir; o hakdır, doğrudur, haber
verdiği şey ve kendişinden haberde bulunduğu (melek) hakkında ona tam itimat
vardır.[371] O haberin üzerine
yükümlülükle ilgili bir hüküm bina edilip edilmemesi arasında bir fark yoktur.[372]
Nitekim bir hüküm teşrî kılması ya da emir veya nehiyde bulunması arasında da
fark yoktur. O şey aynen Rasûlullah'm haber verdiği gibidir. Bu konuda vahiy
meleğinin kendisine Allah'tan haber vermiş olduğu şeyler ile,, kalbine üflediği[373]veya
içine attığı (nefsine ilkâ[374]
eylediği) şeyler arasında fark yoktur. Keza keşif veya mucizevî şekilde gayba
muttali olma yoluyla görmesi veyahut da her nasıl olursa olsun diğer yollarla
vâkıf olması arasında hiçbir fark yoktur. Bütün bunlar muteberdir ve hakkımızda
delil olur, üzerine hem itikat hem de amel konusunda hüküm bina edilir. Çünkü
Rasûlul-lah masumdur; ismet sıfatı vardır ve o hiçbir zaman hevâ ve heveslerine
uyarak bir şey söylemez. (Ne söylerse vahiy söyler.)
Bu konu, Kelâm ilminde
açıklanmaktadır. Bu yüzden biz burada konunun delillendirilmesine girerek sözü
uzatacak değiliz. Sadece konuyu örneklendirip, arkasından —Allah'ın izniyle—
asıl söylemek istediğimizi söyleyeceğiz.
Bunun örneği
Rasûlullah'ınşu sözüdür: "Şüphesiz Rûhu'l-kuds kalbime üfledi ki, hiçbir
canlı rızkını tamamlamadıkça ölmeyecektir. Şu halde Allah'tan sakının ve
rızkınızı güzel yollardan arayın.'[375]
Yine Rasûlullah Şöyle
buyurmuştur: "Bana Kadir gecesi gösterilmişti. O sırada beni ailemden
biri uyandırdı; ben de unuttum. Siz onu son on (gece) içerisinde arayın.[376]
Başka bir hadiste (ashabtan bazı kimselerin rüyalarında Kadir gecesinin Ramazanın
son yedi gecesinde olduğunu gördüklerini haber vermeleri üzerine):
"Görüyorum ki rüyalarınız Ramazanın son yedi gecesi hakkında biribirini
tutuyor. Artık kim Kadir gecesini arayacaksa onu Ramazanın son yedisinde
arasın'[377] buyurmuştur. Bu
da,Rasûlullah'ın uykuda görülen rüya üzerine haber vermesine Örnektir.
Benzeri bir olay da,
ezanın başlangıcı hakkında söz konusu olmuştur ve bu, konu hakkında daha
açıktır. Olayın kahramanı Abdullah b. Zeyd şöyle anlatır: Sabahladığımız zaman
Rasûlullah'a geldik ve ben ona rüyamı anlattım. Bunun üzerine o: "Şüphesiz
bu, gerçek bir rüyadır" buyurdu... Hadis devam etmektedir. Sonunda Ömer
b. el-Hattâb; "Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, ben de onun
gördüğünün benzerini gördüm" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: "Allah'a
hamd olsun! O da işin doğruluğunu daha da pekiştiriyor" buyurdu.[378]
Görüldüğü üzere bu hadiste Rasûlullah rüyanın hak olduğuna hükmetmiş ve onun
üzerine ezanın lâfızları hakkında hüküm binasında bulunmuştur.
Sahîh'te şu rivayet
bulunmaktadır: Rasûlullah bir gün namaz kıl(dır)dı. Sonra döndü ve: "Ey
falan! Namazını güzel kılamaz mısın? Namaz kılan kimse, namaz kılarken nasıl
kıldığına ba-kamaz mı? Çünkü kişi, namazı ancak kendisi için kılar. Vallahi ben
önümden nasıl görürsem arkamdan da öyle görmekteyim'[379]buyurdu.
Bu, keşf üzerine bina edilen emrî[380] bir
hükümdür. Hadisleri araştıranlar bu kabilden daha çok şey bulabilirler.
İtiraz: Bu nokta açıklık kazanınca birilerinin şöyle bir
itiraz ile sürmesi beklenebilir: Bu kitapta daha önce "Makâsıd"
bölümünde bir kaide geçmişti. Buna göre Rasûhıllah hakkında özel olan bizim
için de özel, onun hakkında genel olan bizim için de genel oluyordu. Eğer biz
o kaide üzerinden yürüyecek olursak, o zaman her keşif ve gayba muttali olan
kimselerin, kendi vukuf ve keşifleri üzere hükmetme haklan bulunacaktır.
Dikkat edilirse Hz. Ebû Bekir ile kızı Hz. Âişe arasında geçen hibe olayı buna
bir örnek olmaktadır. O hastalanmadan Önce kızı Âişe'ye (20 vesklik hurma
hasadı) bağışında bulunmuştu. Fakat o henüz onları devşirmeden önce, Hz. Ebû
Bekir ölüm hastalığına yakalandı. Bunun üzerine o, Hz. Âişe'ye, arkasından onu
muhtaç bir halde bırakmanın kendisini fevkalâde üzeceğini, ihtiyaçsız bir halde
bırakmasının ise kendisini o derecede sevindireceğini bildirmekle birlikte
şöyle demiştir: "Ben sana yirmi vesklik bir hasat bağışında bulunmuştum.
Eğer onları sen devşirmiş olsaydın, onlar senin olurdu. O bugün artık verese
malı olmuştur. Onlar da ancak senin iki erkek iki de kızkardeşlerin olmaktadır.
Onu, Allah'ın kitabı üzere aranızda taksim edin" Bunun üzerine Hz. Âişe:
"Babacığım! Vallahi eğer o şöyle şöyle (çok bir şey) olsaydı, onu bile
elbet terkederdim. (Kız kardeşim olarak) sadece Esma var. Öteki kim ki?"
dedi. O: "Harice'nin kızının karnındaki. Onun kız olacağını
sanıyorum" diye cevap verdi,[381]
Hz. Ömer ise cuma günü
minber üzerinde hutbe okurken Irak bölgesinde bulunan müslüman askerlerinin
komutanı Sâriye'ye: "Yâ Sâriye! Dağa! Dağa!" diye nidada bulunmuştu.[382] Her
ikisi de, görüldüğü gibi keşf ve gaybî vukuf üzere binada bulunmuşlardır. Bu
davranış, evliyâullah arasında mutat bir şeydir. Ulemâya ait kitaplar bu
türden menkıbelerle doludur. O zaman bu, hükmün Rasûlullah'tan veraset yoluyla
onlara intikal etmekte olduğu sonucunu gerektirir.
Cevap: Bu soru, bu meseleden amaçlanan fayda olmaktadır. Sırf
bu soru için bu girişi hazırlamış bulujıuyoruz. Her ne kadar Makâsıd bahsinde
geçen söz bu konuda yeterli ise de, meselenin nüktesi buradadır. Şöyle ki:
Şu iyice bilinmelidir ki,
Rasûluîlah bir peygamber olarak sahip olduğu ismet sıfatı ile her türlü hata ve
yanılgıya düşmekten korunmuştur.[383]Gösterdiği
mucizeler de, onun her söylediğinin doğruluğuna ve açıkladığı şeylerin
sahihliğine delâlet etmek suretiyle onu teyid eder. Görüleceği üzere ondan
sâdır olacak ictihâdlar, ihtilafsız hatadan masumdur. Bu da ya onun asla hata
etmeyeceği esasına, ya da hata etmesi muhtemel olsa bile, hatası üzerinde
bırakılmayacağı esası üzerine göre böyledir. İctihâdları hakkındaki durum böyle
olunca, diğer davranışları hakkındaki hüküm nasıl olur? Onun uykuda görülen
rüya ya da keşif yoluyla hüküm ve haber verdiği her şey, aynen kendisine Allah
Teâlâ tarafından melek aracılığı ile ilkâ edilen (vahiy) hükmündedir. Ümmeti
hakkındaki hükme gelince, onlardan hiç biri masum yani hataya düşmekten korunur
kimseler değillerdir.[384]Aksine
onlardan her birinin yanılması, hata etmesi ve unutması caizdir. Onların
göreceği rüyaların (şeytandan olan) düş olması pekâlâ mümkündür. Keşifleri de
gerçeği yansıtmayabilir. Her ne kadar vakıada doğruluğu ortaya çıksa ve bu,
birçok kez tekrarlanmak suretiyle biteviyelik (ıttırâd) kazansa bile, vahyin
kontrolünde olmadığı için hata imkânı her zaman için var olmakta devam
edecektir.[385] Böyle bir Özellik
arzeden şey (yani keşif ve gayba vukufîyet) üzerine ise hüküm bina etme sahih
olamaz.
Sonra bu gibi keşifler
her ne kadar gayba vukûfiyet kabilinden sayılmakta ise de, gaybı ancak ve ancak
Allah'ın bileceğine delâlet eden âyet ve hadisler bulunmaktadır. Nitekim şu
hadis bunlardandır; "Beş şey vardır ki, onları Allah'tan başka kimse
bilmez" RasûlulIahsonra şu âyeti okudu: ''Kıyamet saatini bilmek ancak
Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde bulunanı O bilir. Kimse yarın
ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Allah, şüphesiz
bilendir; her şeyden haberdârdır."[386]
Başka bir âyette: "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Onları, O'ndan
başka kimse bilmez"[387]
buyurulur. Diğer bir âyette ise peygamberler bu genellemeden istisna edilerek
şöyle buyurul-muştur: "Gaybı bilen Allah, gaybına kimseyi muttali kılmaz.
Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır."[388] Peygamberler
dışında kalanlar ise aslî men yani gaybı kimsenin bilemeyeceği hükmü üzere
kalmışlardır. Yine Allah Teâlâ: "Allah, sizi gayba muttali kılacak
değildir[389]"De ki: Göklerde ve
yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur"[390]
buyurur. Hz. Âişe hadisinde ise Rasûhıllah şöyle buyurmaktadır: "Kim
'Muhammed, yarın ne olacağını bilir' sanıyorsa, şüphesiz o, Allah'a büyük bir
iftirada bulunmuş olur."[391]
Gaybı ancak Allah'ın bileceği, O'ndan başka kimsenin bilemeyeceği konusunda
âyetler ve haberler çokça ve tekrarlanarak bulunmakta ve bunlar birbirlerini
teyid etmekte ve böylece —bu kitabın "Umûm" bahsinde geçtiği şekilde[392]—
bunların zahirlerinden genel bir esasın çıkarılması sahih olacak bir özellik
arzetmektedir. Durum böyle olunca, peygamberlerin dışında kalan kimseler, gayba
muttali olma konusunda peygamberlerle aynı olamayacaklardır.
Az önce sahabeden
zikredilen ve sahih senedle onlardan nakledilen haberlere gelince, onlar,
üzerine bir hüküm bina edilmeyecek şeyler kabilindendir. Zira onlar hakkında
bizzat Rasûlul-lah'ın yapmış olduğu bir tanıklık[393]
(tasvip) bulunmamaktadır. O şeyin, onların haber verdikleri gibi vuku bulması
ise, onlar hakkında zannedilen şeylerdendir. Ancak onlar, kendileri hakkında
ancak bütün ümmet için müşterek olan —ki bu kendileri için hata etme imkânının
bulunmasıdır— özellikle muamele etmişlerdir. Bu yüzdendir ki Hz. Ebû Bekir:
"Onun kız olacağını sanıyorum" demiş, bir hüküm ifade etmeyen zan
ifadesi kullanmıştır. "Yâ Sariye! Dağa! Dağa!" ifadesi ise, —ki
sahih olsa bile bir hüküm ifade etmeyecek[394]
kabilden bir sözdür— diğer keşiflerin de aynı şekilde olacağını göstermez.
Kabul edilse bile, bu Hz. Ömer'in sahip olduğu kendisine ait bir Özellik
sebebiyledir. Bu özellik, şeytanın onu görünce kaçması ve Allah'ın kendisine
özel bir lütfü olarak onun etrafına dahi yaklaşamaması, onun haleti rûhiyesine
herhangi bir etkide bulunamaması dır. Başkalarının durumu ise böyle değildir.
Bu durumda evliyâullahtan biri için, başka birinin bir haline keşf yolu ile
vakıf olsa, o şey hakkında hiçbir kuşku olmaksızın kesin bilgi üzerinde olamaz.
Aksine "görüyorum", "zannediyorum" diyebileceği bir hal
üzere bulunabilir. Eğer keşif yoluyla vâkıf olunan şey, varlık âlemine de o
şekilde yansırsa ve tahakkuku önce keşfe mutabakat yönünden, ikinci olarak da
biteviyelik yönünden farzedilecek olursa, ondan sonra onunla ilgili verilen
haberin bir anlamı ve hükmü kalmayacaktır. Çünkü o zaman mesele vâki üzere
hükmetme kabilinden olmuş ve harikulade ile harikulade olmayan arasında bir
fark kalmamış olacaktır. Evet[395]
kerametler ve harikuladelikler, sahipleri için Allah hakkında yakın ve kesin
bilgilerinin artmasını sağlamakta, üzerinde bulundukları hal hakkında
kendilerine kuvvet vermektedir.. Ancak bu nokta, konumuzun dışında kalmaktadır.
İtiraz: Şer'î hükümlerde zan da aynı şekilde muteberdir. Meselâ,
vâhid haberlerden ve kıyastan çıkarılan sonuçlar bu kabildendir ve bunlar
kesin bilgi ifade -etmezler. Burada sözünü ettiğimiz keşf ve gayba vukûfîyet
hali de, bidüziyelik ve mutabakat halinde her ne kadar kesin bilgi ifade
etmedikleri kabullenilse bile, bir zan ifade ederler. Öyleyse bunun da şer'an
dikkate alınması gerekir.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü bazı zanlann şer'an muteber
olmaları, şer'î bir asla dayanmaları sebebiyledir. Nitekim bu konu, bu kitabın
ilgili yerinde geçmişti.[396]
Burada söz konusu edilen mesele ise, ne kat'î ne de zannî hiçbir esasa
dayanmamaktadır. Bu[397] her
ne kadar Rasûlullah'a nisbetle sabit
olsa bile, bizim hakkımızda sabit değildir. Çünkü şart yani hataya düşmekten
korunmuş olma (ismet) özelliği bizim hakkımızda bulunmamaktadır. Şart
bulunmayınca da, —bütün sağduyu sahiplerinin ittifakı ile— varlığı onun
varlığına bağlı olan meşrut bulunmayacaktır. [398]
[1] Mînhâc'da şöyle tarif edililir: Sünnet, Hz.
Peygamber'den (s.a.) sâdır olan ve i'câz niteliği taşımayan, yani Kur'ân'dan
bulunmayan söz ve fiillerdir. Sünnet, bazen Kur'ân'ın getirmiş olduğu mânâ
içerisinde mündemiç bulunur. Müellifin "bizzat Kur'ân tarafından ele
alınmayan, aksine Hz. Peygamber (s.a.) tarafından beyan edilen" sözü,
Sünnet tabirinin kullanılması için, onun Kitap'ta mevcut bulunan mânâ
içerisinde mündemiç bulunmaması gibi bir şartı gerektirmez. Aksine bu sözden
maksat, Hz. Peygamber'den (s.a.) sâdır olan sözün aynen Kur'ân'da bulunmaması
demektir. Arkadan gelen "Bunların Kur'ân'ın genel olarak getirdiği
esasların beyanı mahiyetinde olup olmaması arasında fark yoktur"
şeklindeki ifade de tarifin bu şekilde anlaşılması gerektiğini gösterir. Çünkü
sünnetin Kitab'ın beyanı olabilme-siu için, beyan edilecek mânânın esas
itibarıyla kitap tarafından içerilmesi gerekir ki, sünnet de işte o mânâyı
beyan ve şerh etmiş olsun.
Bazı âlimler sünnetin tarifini yaparken, "tabiî amellerden
olmayan" kaydını eklemişlerdir. Diğer âlimler ise, durumun açık olması
sebebiyle böyle bir kayda gerek duymamışlardır.
[2] Yani sadece Kur'ân'da veya Kur'ân ile birlikte
sünnette ya da sadece sünnette açıklanmış olması arasında fark yoktur.
[3] Buna göre bu kullanış şeklinde sünnet kapsamına sadece
Hz. Peygamber'in (s.a.) fiilleri girmekte, ondan başkalarına yönelik olarak
sadır olan emir ya da nehiy yollu sözlü tasarrufları —kendince fiile
dönüştüriümedikçe— tarif kapsamına girmemektedir. Minhâc'da yapılan tarif, sünnet
sözcüğünün genel kullanılış şekliyle ilgili olmaktadır. Müellifin her iki
tarifi de, sünnet sözcüğünün özel anlamına yöneliktir. Onun maksadının bu
olduğunu çıkarmamıza daha sonra söyleyeceği "Buraya kadar anlatılanları
topladığımızda, sünnet sözcüğünün kullanılışının şu dört yönü içerdiği ortaya
çıkmaktadır:..." şeklindeki sözü de yardımcı olacaktır. Zira müellif—bu
kullanış şekillerinin ayrıntıları sırasında açıklamamasına rağmen— tasvipleri
(ikrar) de bu dört yönden biri olmak üzere saymıştır. Ancak müellifin daha önce
tasvipleri fiillerden saydığı da bilinmektedir.
[4] Yani bizce bilinir olup olmamasına bakılmaz. Yoksa
gerçek anlamda sünnette öyle bir şeyin bulunmaması anlamına değildir. Aksi
takdirde bu ifade, sözün gerisi ile çelişir.
[5] Burada içtihada, Kitap ve sünnetten olan deliller
üzerinde değerlendirme yapmak anlamı verdiğimiz zaman, sözün baş tarafa karşı
tutulması anlaşılmaz. Çünkü biz diyoruz ki, sünnete tabi olunması şekli ancak,
delilin doğrudan sünnet olması durumunda tasavvur edilebilir. Ondan sonrası
ise kıyas vb. yollarla olur.
[6] Müellif, bu ifade yerine belki de "aslında bize
ulaşmayan bir sünnete tâbi ol-
ma anlamına gelir" gibi bir ifade kullanmalıydı. Nitekim bir önceki
şikda öyle söylemişti. Ancak burada sadece icmâ ve içtihada atıfla yetindi.
Burada şöyle denilebilir: Aslında birincisi, yaygın olan kullanılış şeklinde
sünnet kapsamı içerisine zaten girmektedir. Dolayısıyla onu tasrih etmeye
aslında ihtiyaç yoktu, buna rağmen sırf girmemiş olabileceği gibi yanlış bir
anlayışa dikkat çekmiş olmak için zikredilmiştir. Müellife göre önemli olan
icmâ, istihsân ve mürsel maslahatlar gibi diğer delillere dayalı olan
uygulamaların sünnnet kapsamına sokulmuş olmasıdır. Ancak müellif bu delilleri
sayarken kıyası da zikretmeliydi.
[7] Bu sükuti icmâdan kabule daha şayandır; çünkü tepki
gösterilmemesi yanında tüm sahabe tarafından işlenir olması, ona ayrı bir güç
katar.
[8] Yani sahabe döneminde mürsel maslahatlar dikkate
alınarak gerçekleştirilmiş olan uygulamalar, bu anlamda sünnet kapsamına
girer.
[9] Tazîr şeklinde verilen içki cezası Hz. Peygamber
(s.a.) zamanında miktarı belirli olmaksızın duruma göre uygulanmış ve içki
içene bazen kırk sopa vurulmuş, bazen şöyle ya da böyle hırpalanmış, bazen de
bu ceza seksen sopaya çıkarılmıştı. Hz. Ebû Bekir zamanında da durum aynı idi.
Hz. Ömer'in halifeliğinin son yıllarında içki içme eğilimi bir hayli artmıştı.
Çünkü insanlar bolluk içerisine girmişlerdi ve içki üretilen meyve ve üzüm
çoğalmıştı. Hz. Ömer, içkinin önünü alabilecek bir ceza verilmesi konusunda
sahabe ile istişarede bulundu. Hz. Ali şöyle dedi: "İçki içenlere seksen
sopa vurmanı uygun görüyoruz. Çünkü kişi içtiği zaman sarhoş olur, sarhoş
olunca hezeyanda bulunur, hezeyanda bulununca iftira eder; iftira eden kimseye
ise ceza olarak seksen sopa vurmak gerekir." Abdurrahman b. Avf ise:
"En hafif had cezasını (yani seksen sopa) uygulamanı münasip görürüm"
dedi. Böylece içki cezası bundan böyle seksen sopa olarak uygulandı. Sahabenin
bu şekilde içki cezasını seksen sopa olarak belirlemesi içtihada ve arkasından
oluşan icmâa dayalı bir sünnet (uygulama) olmaktadır. Mirkâtta, bu uygulamanın
gerekçesinin siyâset olduğu söylenir.
[10] Terzi, demirci, marangoz gibi zenâatkârlar,
kendilerine sipariş olarak bir şey yaptırmak üzere yanlarına bırakılan mallar
hakkında aslında yed-i emin (emanetçi) hükmünde olmaları, dolayısıyla ihmal ve
kusurları olmadan bu malların kendi yanlarında iken telef olması durumunda
tazminle sorumlu tutulmamaları gerekir. Genel kural bunu gerektirir. Ancak
ahlâkın bozulması ve bu hükmün kötüye kullanılması endişesi sonucunda sahabe
onları tazminle sorumlu tutmuşlardır. Dolayısıyla meselâ elbise dikmek üzere
bir terziye teslim edilen bir kumaşın kaybolması vb. gibi durumlarda, terzinin
o kumaşı tazmin etmesi ilke olarak benimsenmiştir. Râşid halifeler bu şekilde
hükmetmişler ve konuyla ilgili olmak üzere Hz. Ali: "İnsanları ancak bu
hüküm yola getirir" demiştir. Bu hükmün mesnedi maslahattır. Çünkü
insanların bu gibi zenâatkârlara sipariş şeklinde iş yaptırmaları kaçınılmaz
bir ihtiyaçtır. Eğer onlar, kendi yanlarına bırakılan mallan zayii durumunda
tazminle sorumlu tutulmayacak olsalardı, ihmal ve kusur gösterecekler, pek çok
hak zayi olacaktı. Üstelik birçok zenâatkâr bu hükmü kötüye kullanacaklar,
insanların mallarını kendi zimmetlerine geçirecekler ve sonra da onların
kaybolduğunu vb. söyleyeceklerdi
[11] Hz. Ebû Bekir zamanına kadar Kur'ân, çeşitli sayfalar,
deri, yassı taş vb. gibi diğer yazılı malzemelerde dağınık bir halde duruyordu.
Gerçi insanların hafızalarında ezber olarak muhafaza ediliyordu ama, yapılan
savaşlarda birçok Kur'ân hafızı ölüyordu. Hz. Ömer'in de teklif ve ısrarıyla
Hz. Ebû Bekir zamanında Kur'ân mushaf halinde bir araya toplandı.
[12] Hz. Ebû Bekir zamanında Kur'ân'ın mushaf halinde bir
araya getirilmesi, onun zayi olması endişesini ortadan kaldırmıştı. Ancak Hz.
Osman zamanında İslâm ülkesinin iyice genişlemesi ve yeni unsurların müslüman
olması sonucunda yeni bir problem ortaya çıkmıştı: Kur'ân'ın okunmasında
farklılıklar. Bilindiği gibi Kur'ân kolaylık olsun için yedi harf yani yedi ayrı
okunuş şekli üzere inmişti. Hepsi de doğru olan bu okunuş şekli, uygulamada
ihtilaflara yol açıyor ve bazıları kendi okuyuş şeklinin doğru olan tek şekil
olduğunu iddia ediyordu. Bunun önüne geçmek için Hz. Osman, Kur'ân'ın ilk inmiş
olduğu Kureyş lehçesini esas alarak Kur'ân nüshalarını beş adet çoğaltarak her
merkeze birer tane gönderdi ve bundan böyle bütün mushaflarm, bu imam
mushafların esas alınarak yazılmasını ve okunmasını emretti ve böylece
muhtemel bir ihtilafın önünü aldı.
Bu iki uygulama yani Kur'ân'ın mushaf haline getirilmesi ve çoğaltılması
Hz. Peygamber (s.a.) zamanında olmamıştı; aksine iki halifenin ve bazı
sahabîlerin içtihadı sonucunda oluşmuş ve diğer sahabîler de onları tasvip
etmişlerdi. Çünkü bunda ümmetin maslahatı vardı.
[13] Hz. Ömer zamanında ülkenin büyümesi, idarî ve mâlî
işlerin iyice artması,devlete yeni bir düzen verilmesini ve bazı kurumların
(divanlar) kurulmasını gerektirmişti.
[14] Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Ömer'i kendisinden sonra halife
tayin etmesi {istihlâf usûlü), Hz. Ömer'in, halife seçimini kendisinden sonra
altı kişilik bir şûra meclisine havale etmesi, İslâm parasının basılması, (Hz.
Ömer zamanında) sanıklar için hapishane yapılması, Hz. Peygamber'in (s.a.)
mescidinin karşısındaki vakfın yıkılması ve mescidin genişletilmesi ve bunun
için istimlâkte bulunulması, Hz. Osman zamanında cuma günü için ikinci bir
ezanın konulması...gibi. Bu gibi uygulamalar, Hz. Peygamber (s.a.) zamanında
mevcut değildi. Bunların mesnedini hep ümmetin genel maslahatı oluşturuyordu ve
yapılan bu uygulamalar sahabe tarafından onaylanıyordu.
[15] Tirmizî, İlim, 16 ; Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 ; İbn Mâce,
Mukaddime, 6.
Hz. Peygamber (s.a.), sünnet kelimesini kendi yolu için kullandığı gibi
halifelerinin uygulamaları için de kullanmıştır. Onların sünneti, bizzat Hz.
Peygamber'in (s.a.) sünnetine istinaden ortaya koymuş oldukları ya da
icti-hadlan sonucunda ümmetin maslahatını esas alarak yapmış oldukları uygulamalar
olmaktadır.
[16] Usûlcülere göre sünnet denilince işte bu üç şey akla
gelir.
[17] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/1-5
[18] Yani Kitap ve sünnet arasında ilk bakışta muarız gibi
görünen bir durum olduğunda, Kitap esas olarak alınır ve sünnete takdim olunur.
Müellifin kastettiği budur.
[19] Ebû Dâvûd, Akdıye, 11 ; Tirmizî, Ahkâm, 3 ; Nesâî,
Kudât, 11 ; İbn Mâce, Menâsik, 38 ; Ahmed, 1/37, 5/230, 236.
[20] Yani sünnet, mutlakı takyit, âmirn tahsis... gibi
yollarla Kur'ân üzerinde tasarrufta bulunurken, bunun tersi olmaz. <Ç)
[21] Nisa 4/24.
[22] Yani bunlardan hangisi daha sonraki bir tarihte gelmiş
ise, o öncekini nes-hedecektir. Aksi takdirde ikisinden biri, bir delile mebnî
diğeri üzerine tercih edilecek veya —varsa imkân— aralarının bulunmasına (cem
ve telif) çalışılacaktır. Bu da olmazsa her ikisi de değerden düşecek ve başka
deliller aranacaktır. "Zannî ile kat'î arasında tearuz olmaz"
sözleri gerçek muâraza yani aklî konularda olan çelişki içindir; şer'î
konularda ise buna bir engel yoktur. Zira şer'i konularda gerçek anlamda tearuz
olmaz, sadece sûretâ olur.
[23] Zira senedi ve delâleti kat'î olan sünnet, Kitab'ın
zahiri üzerine takdim olunmaktadır.
[24] Dolayısıyla hem sübût hem de delâlet bakımından eşit
olmaları durumunda aralarında tearuz meydana gelebilir. Bu yüzdendir ki
âlimler şöyle demişlerdir. Sübût açısından Kur'ân nassları ile hadis arasında
tearuzdan söz edilemez. Tearuz ancak delâieti zannî olan Kur'ân nassları ile,
delâleti kat'î olan sünnet arasında olabilir.
[25] Yani Kitab'ın vâhid haber üzerine takdimi mi, yoksa
vâhid haberin Kitâb üzerine takdimi mi gerekir, ya da aralarında tearuz mu söz
konusu olur? şeklindeki ihtilaf.
[26] Yani delil olarak kullanılacak olanın Kitap mı, yoksa
sünnet mi olacağını,
ikisi arasında tercihi gerektirecek delil belirler.
[27] Nahl 16/44.
[28] Mâide 5/38.
[29] Hırsızlıkta elin kesilebilmesi için gerekli olan nisap
miktarı Hanefîlere göre on dirhemdir. (Ç)
[30] Az önce de ifade edildiği gibi usûlcülere göre Kur'ân
nassınm delâletinin zannî olması durumunda sünnetle tearuz halinde bulunur ve
hangisinin daha sonraki tarihli olduğu da bilinmezse, o zaman bunlardan biri
diğeri üzerine sırf Kur'ân âyeti olması, ya da öbürünün sünnet olması gibi
gerekçelerle tercihi mümkün olmuyor, aksine cem ve telif imkânı yoksa tercihi
gerektirecek delil aranıyor ve delil bulunamaz ise, her ikisi de terkediliyor-du.
Bu durum Kitabın sünnetten önce gelmediği tezine delil olarak kullanılmıştı.
Müellif şimdi de bu itiraza cevap verecektir.
[31] İkinci Mesele'de. Kur'ân'dan kat'î bir asla dayanan
vâhid haber, onun beyan edicisi olur. Bu durumda vâhid haberlerin büyük bir
kısmı Kur'ân'ın beyan ve tefsiri mahiyetindedir.
[32] Bu konuyla ilgili ileride söz edilecektir.
[33] Nitekim Hz. Aişe, "Velâ teziru vâziratun vizra
ukrâ" âyetine dayanarak, "Şüphesiz ki ölü, ailesinin üzerine ağlaması
sebebiyle azap görür" hadisini reddetmiştir.
[34] Sünnette de
senedi kat'î olanların bulunduğu, dolayısıyla delâlet açısından Kitap'tan geri
kalmayacağı itiraz noktası.
[35] Müellif, bu mütevâtir sünnet konusunda ileri sürülen
itiraz noktasını sanki kabulleniyor gibi görünüyor; ancak pratik bir değeri
olmaması sebebiyle fazla bir önemi olmadığını belirtiyor. Çünkü —ta Hz.
Peygamber'e (s.a.) kadar bütün tabakalarda yalan üzerinde birleşme imkânı
olmayan kalabalıktaki insanların, yine kendileri gibi olan kalabalık
râvilerden rivayet etmiş olmaları şeklindeki— tevatür şartına uygun olarak
geîen ya mütevâtir sünnet yoktur, ya da vukuu çok nadirdir. Nâdir olana ise
müstakil olarak değer ve hüküm verilmez.
[36] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/5-9
[37] "Namazı kılınız" şeklindeki mücmel âyetlere
detaylar getiren hadisler gibi.
[38] Ayetlerden maksadın ne olduğunu açıklayan hadisler
gibi. Meselâ "Altın ve gümüşü biriktirenler var ya..." (9/34) âyeti
indiği zaman, bu sahabeye çok ağır gelmişti. Gelip maksadın ne olduğunu
Rasûlullah'a sordular. O: "Yüce
Allak zekâtı, sadece ellerinizde geride kalan malların onun sayesinde
paklanması için farz kılmıştır1' buyurdu. Bunu duyunca Hz. Ömer tekbir getirdi.
Yine "iman edip de imanlarına hiçbir şekilde zulüm
bulaştırmayan-lar var ya..." (6/82) âyeti indiği zaman sahabe buradaki
zulümden maksadın ne olduğunu anlayamamış ve korkmuşlardı. Hz. Peygamber
(s.a.), Lokman süresindeki âyette (31/13) de ifade edildiği gibi, sözü edilen
zulümden maksadın şirk olduğunu açıklamıştı.
[39] "Savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de
kabul etti" (9/118) âyetinde atıfta bulunulan olayın bütün uzunluğu ile
hadiste anlatılması gibi. Bu uzun hadiste onların cezalandırıldıkları; önce
kendileriyle konuşmanın yasaklandığı, sonra kadınlarına yaklaşmaktan men
olundukları... detaylarıyla anlatılmaktadır.
[40] Nahl 16/44.
[41] Müellif orada bu delillerden bahsetmemiş ve konunun
delillendirmeye ihtiyaç göstermeyecek kadar açık olduğunu, zira bunun dinde
zorunlu olarak bilinen bir husus olduğunu söylemişti.
[42] Kalem 68/4.
[43] Hz. Âişe, kullandığı ifadede Hz. Peygamber'in (s.a.)
ahlâkı ile Kur'ân'ı Özdeşleştirmiştir. Bundan da, onun bütün davranışlarının
kaynağının Kur'ân olduğu anlamı çıkmaktadır.
[44] Bir kimsenin ahlâkı, fiillerinin kendisinden
kolaylıkla kaynaklandığı bir halet-i rûhiyyedir. Hz. Âişe'nin de ifadesi üzere
Hz. Peygamber'in (s.a.) sözleri, fiilleri ve diğer tasarrufları, Kur'ân'dan
sâdır olmaktadır. Sünnet dediğimiz şey ise, Hz. Peygamber'den (s.a.) sâdır
olan söz, fiil ve şâir tasarruflardan ibarettir. Şu halde sünnet, Kur'ân'dan sâdır
olmakta ve ona dayanmaktadır.
[45] Nahl 16/89.
[46] Üçüncü ciltte, İkinci Tarafın Yedinci Mesele'sinde de
işaret edildiği üze-re,Kur'ân, her ne kadar çeşitli ilimleri kapsıyorsa da,
ilgilendiği şeylerin başında emir ve nehiy konusu yani itikâdî ve amelî şer'î
yükümlülükler gelmektedir. Sünetin içeriğinin en Önemli kısmını ise, bu
tür yükümlülüklerin açıklanması ve
onlara detaylar getirilmesi teşkil eder. Bu durumda sünnet, genel çerçeve
olarak Kur'ân içerisinde mündemiç bulunmuş olur. Müellif, "Çünkü emir ve
nehiy, Kitap'ta yer alan şeylerin başında gelir" sözü yerine "Çünkü
sünnet, Kur'ân'ın açıklamak için geldiği Tıer-şey' tabirinin altına giren
konuların beyanı olmaktan başka bir şey değildir" deseydi mânâ daha
anlaşılır olacaktı.
[47] En'âm 6/38.
[48] Mâide5/3.
[49] Delil bu ifade ile tamamlanmaktadır. Eğer bu sözden
maksat dinin Kur'ân ve Sünnet'in tamamlanması ile kemâle ermesi olsaydı, o
zaman delil olmazdı. Çünkü bu âyet indikten sonra Hz. Peygamber (s.a.) seksen
gün kadar daha yaşamış ve bu sırada kendisinden sözlü ya da fiilî birçok
sünnet sâdır olmuştu.
[50] Dördüncü Mesele'de.
[51] Yani sünnet, Kitap'ta mevcut bulunan bir esasa ters
düşmese, fakat kendisine tanıklık edecek bir esasa da dayanmasa bu durumda
hakkında tevakkuf edilir. Kesin bir esasa ters düşmesi halinde ise reddedilir.
[52] Nisa 4/65.
[53] Bkz. Buhârî, Şirb, 6, 8, Sulh, 13 ; Müslim, Fedâil,
129 ; Ebû Dâvûd, Akdı-ye, 31 ; Tirmizî, Ahkâm, 26 ; Tefsîru Sûre 4/13 ; Nesâî,
Kudât, 19 ; İbn Mâce, Mukaddime, 2, Ruhun, 20 ; Ahmed, 1/160, 4/5.
Olay Müslim'in
rivayetinde şöyle olmuştur: Ensardan bir adam (Hu-meyd) , Rasûlullah'm (s.a.)
huzurunda hurma suladıkları Harre su yollan hakkında Zübeyir'den davacı
olmuştu. Ensâr'dan olan zat: "Suyu
sal da geçsin!" demiş, Zübeyir ise onun bu teklifine razı olmamıştı.
Derken Rasûlullah (s.a.) huzurunda davaya çıktılar. Rasûlullah (ı.a.),
Zübeyr'e:
"Ya Zübeyr! Sen
sula, sonra suyu komşuna sal!" buyurdu. Ensarh kızdı ve:
"Yâ Rasûlallah! Bu
adam halanın oğlu diye mi böyle söylüyorsun?" dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber'in (s.a.) yüzünün rengi değişti ve:
"Yâ Zübeyir! Sula,
sonra suyu tıka, ta duvara kadar geri dönsün!" buyurdu. Zübeyir, yeminle
(4/75) âyetinin bu hususta indiğini söylemiştir.
Hz. Peygamber (s.a.), ilk önce Zübeyir'den komşusuna karşı müsamahalı
davranmasını ve sulamanın en az derecesi ile yetinmesini, ondan sonra da suyu
hemen ona salıvermesini istemişti. Ensârî, bunu anlamayıp üstelik kötü bir
şekilde yorunca, bu kez Hz. Peygamber (s.a.), Zübeyr'e şer'î hakkını tam olarak
kullanmasını ve toprak suya iyice kanıncaya kadar suyu kendisinde tutmasını
emretti.
[54] Nisa 4/59.
[55] İbn Kayyim, İ'lâmu'l-muvakkıîn'de şöyle demektedir:
Bütün müslüman-lar, meseleyi Allah'a bırakmaktan maksadın, Kur'ân'a başvurmak;
Rasûlullah'a (s.a.) bırakmaktan maksadın da, hayatında iken bizzat kendisine,
ölümünden sonra da sünnetine başvurmak olduğu konusunda icmâ etmişlerdir.
[56] Mâide 5/92.
[57] Nûr 24/63.
[58] Nisa 4/80.
[59] Haşr59/7.
[60] Mecmau'z-zevâid'de Câbir'den (r.a.) yapılan rivayete
göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kime benden bir hadis ulaşır da
onu yalanlarsa, bu haliyle o üç kişiyi yalanlamış olur: Allah'ı, Rasûlünü ve o
hadisi kendisine ulaştıranı." Taberânî,
el-Evsatta zikretmiştir.
Senedinde Mahfuz b. Misver vardır. İbn Ebî Hatim onu zikretmiş; fakat
hakkında ne cerh ne de ta'dîle delalet eden bir ifade kullanmamıştır.
[61] Hadisin başında: "Haberiniz olsun! Bana Kitap ve
onunla birlikte onun gibisi de verilmiştir" ifadesi vardır. Sonunda ise:
"Haberiniz olsun! Size ehil eşekler, yırtıcı hayvanlardan köpek dişli
olanlar, aranızda muahede olanlara ait buluntu mallar da helâl değildir"
ilavesi vardır, bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 (4/200), İmâre, 33; Tirmizî, İlim,
10; Ahmed, 2/367, 4/132.
[62] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 (4/200).
[63] İlgili hadisler daha önce geçmişti [3/372].
[64] Yani son üç örnek.
[65] Sahifede ne olduğu sorulunca: "Diyet, esirin
salıverilmesi ve kâfire karşılı müslümanm öldürülmemesi" diye karşılık
vermiştir, bkz. Buhârî, İlim, 39
[66] Metinde geçen sarf, nafile; adi de fariza anlamlarına
da gelmektedir, Nihâye, 3/24. (Ç)
[67] bkz. Buhârî, Fedâilu'l-Medîne, 1 (2/220) ; Cizye, 10 ;
Ahmed, 1/100, 2/126.
[68] Ebu Davud akdiye,11;Tirmizi,ahkam,3;Nesai, Kudat 11,
ibn Mace Menasik,38;Ahmed,1/37,5/230,236
[69] Ahmed, 4/146, 156. Hadisin senedinde, güvenilirliği
tartışmalı olan Derrâc Ebû's-Semh vardır.
[70] Buhârî, İlim, 34 ; Müslim, İlim, 13. Daha önce
geçmişti [1/74].
[71] Çünkü bu söz, terkip bakımından kötü ve Hz.
Peygamber'in (s.a.) eşsiz üslubunden çok uzaktır.
[72] Yani Rasûlullah'ın (s.a.) Zübeyir lehine vermiş olduğu
hüküm, icmâlî ya da uzaktan da olsa Kur'ân'da var mıdır? Müellif bu sorunun
cevabını Dördüncü Mesele'ye havale etmiştir. Nitekim üçüncü itiraz noktasının
cevabını da oraya havale edecektir
[73] İtiraz şöyleydi: Sünnetin terkedilerek sadece Kur'ân'a
uyulmasını yeren hadisler vardır. Eğer sünnetin içeriği, Kitap'ta bulunsaydı, o
takdirde Kitap ile amel halinde sünnet hiçbir şekilde terkedilmiş olmazdı. (Ç)
[74] Burada müellif şöyle bir itiraza cevap vermektedir:
Birinci cevapta ileri sürülen husus ikinci itiraz noktası için geçerli
değildir, özellikle de sünnet ile Kitab'ın ayrı ayn şeyler olduğunu söyleyen
açık hadisler var ve sünnetin ihtiva ettiği ve Kur'ân'da aslı esası bulunmayan
konularda bu gayet açıktır. Nitekim hadislerde yer alan Allah'ın Rasûlünün
(s.a.) haram kıldığı da aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir." "Bana
Kitap ve onunla birlikte onun gibisi de verilmiştir" ifadeleri bunu açıkça
ortaya koymaktadır.
Müellif bu muhtemel itiraza, büküm itibarıyla sünnetin Kitep'tan farklı
olması, onun Kitap'tan müstakil olarak düşünülmesini sahih kılmıştır;
dolayısıyla sünnet, "Kur'ân gibisi" gibi nitelemelere de elverişli
hale gelmiştir... diyerek cevap vermektedir.
[75] Onlar görüşlerini "herşeyin Kur'ân'da açıklaması
olduğu" noktası üzerine bina etmişlerdi. Bu haddizatında doğru olan
birşeydir; ancak bunların al-danmış olduğu husus kendilerini sünnetten müstağni
addetmeleri ve Kur'ân'ı kendi arzu ve heveslerine uygun bir şekilde tevillere
kalkışmalarıdır.
[76] Yani Kitap'la yetinme ve sünneti terketme konusunda.
[77] Dolayısıyla onu atmadan bahsetmenin bir anlamı yoktur.
İster Hz. Peygamber'in (s.a.) hata edebileceği, ancak hatası üzerinde
bırakılmayacağı ve mutlaka Allah Teâlâ tarafından tashih edileceği görüşünden,
isterse onun ictihadlarında hiç hata etmeyeceği görüşünden —ki bu ikincisi onun
Ki-tab'a ters düşecek bir hüküm getirmeyeceği konusunda daha da kesin bir görüş
olmaktadır—- hangisinden hareket edecek olursak olalım, her iki takdire göre de
sünnetin atılmasının bir mânâsı olmaz; zira Kitap ile sünnet arasında çelişki
olması mümkün değildir.
[78] Ve bu durumda Kitap sünneti içine almış olur. Bu
durumda meselenin aleyhine delil olarak kullanılan bu badis tersine işleyerek
lehine bir delil haline dönüşür. Nitekim dördüncü itiraz noktasında da durum
aynı olmuştu. Müellifin muradı budur.
[79] Mecmau'z-zevâid'de Ahmed ve el-Bezzâr'dan
nakledilmiştir. Râvileri, Sahih'in raviteri olmaktadır. Ancak onun rivayeti
müellifin buradaki rivayetinden biraz farklıdır.
[80] Enfâl 8/2.
[81] Zümer 39/23.
[82] Mâide 5/83.
[83] Bu yerinde bir izah değildir. Çünkü hadisin Kur'ân'da
olmayan bir mânâyı içermesi, ona zıt olmasını gerektirmez.
[84] Râmuzu'l-Hadîs'te, el-Hâkim'den rivayet edilmiştir.
[85] Burada sünneti de zikretmesi, müeliifın amacına uygun
düşmemektedir. Çünkü o, "sünnetin Kitap'ta bulunanlar üzerine yeni birşey
getirmediği, bilakis onun sadece bir açıklama olduğu, Kitab'a uygun olanının
kabul edilip, ona ters düşeninin kabul edilmeyeceği" hususunu
delillendirmek istemektedir. Dolayısıyla bunun isbati için sadece Kitab'a
uygunluktan söz etmesi gerekirdi.
[86] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/9-21
[87] Nisa 4/115.
[88] Haşr59/7.
[89] Haşr59/7.
[90] Hadis daha önce geçmişti, bkz. [ 3/368].
[91] Nisa 4/119.
[92] Haşr59/7.
[93] Haşr59/7.
[94] ibn Abbâs'tan şöyle dediği rivayet edilir:
"İçlerinde bence en üst düzeyde rızaya ulaşmış Hz. Ömer gibi insanların da
bulunduğu kendilerinden razı olunan adamlar, benim yanımda, 'Rasûlullah'm
(s.a.) güneş doğuncaya kadar sabah namazından sonra, güneş batmcaya kadar da
ikindiden sonra namaz kılmayı yasakladiğı'na dair tanıklık etmişlerdir."
[95] Ahzâb 33/36.
[96] Efendisinden çocuk doğuran cariyeler. (Ç)
[97] Nisa 4/59.
[98] Nahl 16/44.
[99] Rasûlullah'ı (s.a.) kastetmektedir. Sünnet Kur'ân'ı
tefsir etmektedir. Sünneti işte bunun için rivayet etmektedir.
[100] Meşhur Cibril hadisinde. (Ç)
[101] Bu devlet başkanının, mürtedleri öldürmek gibi şerl
hadleri uygulama suretiyle dinin esaslarını koruması yoluyla olur.
[102] Müellif üçüncüsünü zikretmemiştir. Onu da şöyle
belirlese sözü tamamlanmış olurdu: 3) Nefsin yok olma açısından korunması yani
onu ortadan kaldırmaya yönelik eylemlere karşı korunması. Bunun için de cezaî
hükümler konulmuştur. Ancak müellif kısas ve had cezalarım tamamlayıcı unsurlardan
mütalaa etmekte, esastan kabul etmemektedir. Nitekim Makâsıd bölümünde
geçmişti. O zaman üçüncü esas nerede kalmaktadır? Buna şöyle cevap verilebilir.
Müellif nefsin bekasının sürdürülmesi esasını iki kısma bölmüştür: 1) Nefsi
içeriden koruma, 2) Dışarıdan koruma. Bu ikisi birinciye eklendiği zaman hepsi
üç eder ve sözde de eksiklik kalmaz.
[103] Had ve kısas cezalarının konması, nefse ârcz
olabilecek durumların dikkate alınması vb. gibi durumlar nefsin korunması
ilkesini tamamlayıcı unsurlardan olmaktadır ve hepsi de onun yok olması
açısından ele alınmakta ve bekâsını sürdürmeyi amaçlamaktadır. Sözü edilen
üçüncü tamamlayıcı unsur işte budur. Gerçi bu tamamlayıcı unsuru buradaki
değerlendirişi ile Makâsıd bölümündeki değerlendirişi farklı ise de, her biri
kendi zaviyesinden sahih olduğu sürece böyle farklı değerlendirmeye mani bir
durum yoktur.
[104] Yani nefsin korunması kısmına. Tamamlayıcı unsurları
kısmına girer demeyi de kastetmiş olabilir. Hepsi de —müellifin de dediği
gibi— esas olarak Kur'ân'da vardır.
[105] Şer'an meşru olan alış-veriş gibi bedelli ve hibe,
miras gibi bedelsiz mülkiyeti isbat ve nakleden yollar vasıtasıyla.
[106] Bu durumda ihtiyaç için yeterli olan malı sırf
çoğaltmak için yapılan üretim zarûriyyâttan olmaz. Bu mânâ metindeki
"yefi" kelimesinin aslında "yefnâ" olması gerektiği
şeklinde böyledir.
[107] Bu durumda ise zarurî ihtiyaca cevap veremeyecek
noksanlıktaki malın nemalandırılması zarurî olacak, fazlası ise korunması
zarurî olan kısma girmeyecektir. Bu mânâ metnin "yefî" şeklinde
alınmasına göredir. Her iki şekilde de mânâ doğru olmaktadır.
[108] Bu, malın israf, hırsızlık, yangın ve diğer telef
edici durumlardan korunması şekliyle olmaktadır.
[109] Bu konudaki asıl, malın mülkiyete konu olmasının
sahihliği İdi.
[110] İtlaf içermeyen gasp halinde tazir, hırsızlıkta had,
itlaf durumunda tazmin söz konusu olur. Bu üç müeyyide, malın mülkiyete konu
olması esasını korur. Taziri gerektiren durumlardan biri de kumardır; onun
hakkında özel bir had gelmemiştir.
[111] Yani iyi ve temiz olan şeylerin yenilmesini, israf ve
aşırılığa kaçılmaması-nı vb. bildiren âyetler yoluyla açıklanmıştır.
[112] Alimler, tazir cezasının işlenen suçun cinsine ve
vasfına yani büyüklük ve küçüklük durumuna göre belirleneceğini söylemişlerdir.
Bu tazir (zecr) hakkında böyledir. îçki cezasında da durum aynıdır. Onun
hakkında da Kur'ân'da özel bir nass bulunmamaktadır. Sünnette de onun hakkında
belli bir had cezası belirlenmemiştir. Ashap Hz. Peygamber (s.a.) devrinde içki
içenleri bazen pabuçlarla, bazen hurma dallarıyla belli bir sayıda olmaksızın
pataklıyorlardı. Seksen sopa şeklinde belirlenmesi ise iftira haddine kıyas
sonucunda olmuştur. Nitekim Hz. Ömer döneminde konu ile ilgili yapılan
istişare sırasında Hz. Ali şöyle demiştir: "Kişi içtiği zaman sarhoş olur,
sarhoş olduğu zaman hezeyanda bulunur, hezeyanda bulununca da iftira
eder."
[113] Namaza nisbetle necasetin "hafife" ve
"galîza" diye ikiye ayrılması ve bunlardan belli bir miktarın namaz
kılınan yerde ya da namaz kılanın üzerinde olması halinde namaza zarar
vermemesi böyle bir ruhsatın sonucudur. (Ç)
[114] Yani Kur'ân'da yer alan bu gibi ruhsat hükümleri,
güçlüğün kaldırılması genel esasının birer örnekleri mahiyetindedir. (Ç)
[115] Hayvanda bulunan kan -ki necistir- iki büyük boyun
damarının kesilerek akıtılması gibi bir işlem olmaksızın tam olarak bedenden
ayrılmaz ve böylece beden temizlenmiş olmaz. Av, bu ameliye gerçekleşmemekle
birlikte helâl kılınmıştır. Bu helâllik güçlüğün kaldırılması ilkesinin
gerektirdiği bir ruhsattan başka birşey değildir. Müellif az önce boğazlama ve
av hükümlerini nefsin korunması ilkesinin tamamlayıcılarından saymıştı.
[116] Talâkın en fazla üç sayısıyla sınırlandırılmasında, kadın
için bir kolaylık ve ona dokunacak sıkıntı ve zararın kaldırılması vardır.
Çünkü üç defa boşandıktan sonra artık kocası ile ilgisi kalmayacak ve bir
başkası ile evlenebilme imkânı bulacaktır. Bu ise neslin korunması ilkesine
yardımcı olacaktır.
[117] Talâkın bulunmamasında temelde büyük bir sıkıntı ve
güçlük vardır ve bunu talâkı meşru görmeyen kavimler çok iyi bilirler. Çünkü
talâk da bir tür çözümdür ve yeni evliliklere imkân verir. Zamanımızda göze
çarpan aşırı boşama hadiseleri ise dinin özünden kaynaklanmayan, bilakis onun
hakem usûlü vb. hükümlerinin ihmalinden doğan ve ahlâkî çöküntünün
göstergelerinden biri kabul edilen bir 'olgudur.
[118] Kadının, eşinden mehri ya da belli bir bedel
karşılığında ayrılması. (Ç)
[119] Aslında uygun olanı, bunun avın mubah kılınması ve
yardımlaşmada olduğu gibi nefsin korunması konusunda hâciyyâttan olan
şeylerden sayıl-masıdır. Çünkü bununla nefse, onun korunmasını güçlendirecek
şekilde bir genişlik getirilmektedir.
[120] Dolayısıyla ruhsat şeklinde akla —ister yenilecek
ister içilecek şey olsun— zarar verecek şeylerin alınması yoluyla da olsa,
nefsin korunmasına öncelik verilir.
[121] Bu ilke Kur'ân'da açık bir şekilde ortaya konulmuştur.
Dolayısıyla Kur'ân zikredilenlerin hepsini kapsamakta ve onlar için küllî bir
esas olmaktadır. Buna rağmen bazıları Kur'ân'da mufassal olarak da gelmiştir
[122] Yani nassla değil de ictihâdla tefemi eden küllî
esaslara bağlı şeylerdir.
[123] Bu meyanda Kur'ân ile paralellik arzedecek mahiyette
sünnetin belirledikleri çok azdır. Geri kalan kısım içtihada bırakılmıştır.
[124] Müslim, Sayd, 15, Afime, 32 ; Tirmizî, Sayd, 9.
[125] En'âm 6/145.
[126] Pislik yiyen başıboş sığır, tavuk gibi hayvan. (Ç)
[127] Ebû Dâvûd, Afime, 24, 33.
[128] Çekirge gibi.
[129] Kabaktan oyulmuş kap. (Ç)
[130] Ziftlenmiş toprak kap, küp. (Ç)
[131] Ağaçtan oyularak yapılmış kap, fıçı. (Ç)
[132] Bu kaplarda şıra (nebîz) tutulmasının yasaklanması
sedd-i zerîa ilkesinden hareketle olmaktadır. Çünkü bu gibi kaplar, içine
konulan şırayı çabucak şaraplaştırıyordu ve genelde içkiler bu tür kaplarda
tutuluyordu, içki yasağı gelince, yasağın iyice yerleşebilmesi için Rasûlullah
(s.a.) bu kaplarda şıra tutulmasını dahi yasakladı. Haramlık hükmü iyice yerleşip, nefisler bu yasak hükmüne artık
alışınca bu kapların kullanılması yasağından dolayı sıkıntıya düşülmesi de söz
konusu olunca, Rasû-lullah (s.a.) onlara bütün kapların kullanılmasını mubah
kaldı; bir kayıtla ki asla sarhoşluk verici bir içki içmeyeceklerdi. Gerekçe
varken haram kılma esası galebe çaldırılmış ve bu gibi kaplarda şıra tutulması
dahi yasaklanmıştı. Gerekçe ortadan kalkınca da aslî hüküm olan ibâhalığa
dönülmüştü. Bunun ister bir içtihadı tasarruf, ister vahye müstenid olduğunu
söyleyelim, söz konusu olan her halükârda Rasûlullah'ın beyanıdır.
[133] Muvatta, Dahâyâ, 8.
[134] Ebû Dâvûd, Eşribe, 5 ; Tirmizî, Eşribe, 3.
[135] Yani bu şekilde elde edilen şıranın yasaklanması,
hızla köpük atarak sarhoşluk verici bir hal alması özelliği sebebiyledir. (Ç)
[136] Buhâri, Zebâih, 2, 7-10 ; Müslim, Sayd, 2, 3, 6 ; Ebû
Dâvûd, Edâhî, 23.
[137] Ebû Dâvûd, Edâhî, 22.
[138] Buhârî, Zebâih, 2, 3 ; Müslim, Sayd, 1-3 ; Ebû Dâvûd,
Edâhî, 22.
[139] Daha önce geçti. bkz. [3/86].
[140] Hadis için bkz. Buhârî, Hudûd, 23 ; Ahkâm, 29 ; Ebû
Dâvûd, Talâk, 34 ; Nesâî, Talâk, 43. "Çocuğun yatak sahibine ait olacağını
ve zina edenin ise mahrum kalacağını" ifade ettikten sonra Şevde bt. Zem'a
validemize, Zem'a'nın olduğuna hükmedilen kişinin yanında örtünmesini emretmiştir.
Çünkü yargıya göre her ne kadar bunlar kardeş oluyorlarsa da, çocuk Utbe'ye
açık bir şekilde benziyordu. Bu durumda Rasûlullah (s.a.), bir taraftan çocuğu
yatak sahibine hükmederken, mahremiyet konusunda da zina edene hükmetmiş oluyor
ve böylece ihtiyatlı hareket etmiş oluyordu.
[141] Ebû Dâvûd, Edâhî, 22.
[142] Ebû Dâvûd, Taharet, 34 ; Tirmizî, Taharet, 49.
[143] Kullanılan bu kuyudan su çekerken içinden bazı pis
maddeler de çıkmakta idi. Durumu Rasûlullah'a ilettiklerinde, suyun
yaratılıştan temiz olduğunu ve onu hiçbir şeyin pis kılamayacağını beyan
buyurdu. Diğer rivayetlerde "Rengi veya tadı veya kokusu
değişmedikçe" ilavesi bulunmaktadır. Bu durumda pis olduğuna dair bir
belirti —ki bu renk, tad ya da kokudur— bulunmadıkça hüküm temizlik tarafına
ait olacaktır.
[144] Yani silahla veya av hayvanı vasıtasıyla vurulan ve
hemencecik orada öleni ye. (Ç)
[145] bkz. Nihâye, 3/45.
İçinden pis maddelerin çıkmasına rağmen suyun temizlik hükmüne katılması
ile avın haramlık hükmüne katılması arasında şu benzerlik vardır: Rasûlullah
(s.a.) her iki konuda da asıl olan ile amel etmiştir. Suda asıl olan
temizliktir. Avda ise asıl olan haramlıktır; çünkü onda şer"î usûlüne uygun
bir boğazlama işlemi yoktur. Dolayısıyla avın helalliği, aslın hilafına bir
takım şartlara bağlı olarak tanınan bir ruhsattır. Dolayısıyla bu şartların
tahakkuk etmemesi halinde asıl ile hareket edilerek onun haramlık hükmüne
katılması yoluna gidilmiştir.
[146] Tirmizî, Radâ', 4 ; Ahmed, 4/7, 8. Ukbe b. Haris, Ebû
İhâb'ın kızı ile evlenir (veya evlenmek ister) ve bir kadın gelerek hem
Ukbe'yi hem de evlendiği kadım emzirdiğini söyler. Ukbe doğru Medine'ye gider
ve durumu Rasûlullah'a (s.a.) arzettikten sonra aldığı cevap üzerine kadından
ayrılır. Bu olay hakkında şöyle bir yorum yapmışlardır: Rasûlullah (s.a.)
burada takva ve vera ile hareket etmeye, zayıf da olsa şüpheli şeylerden
kaçınma gereğine irşadda bulunmuştur. Çünkü Sâri' Teâlâ, kadının süt haramlığı
konusundaki iddiasının dinlenmesi için bazı şartlar koymuştur ve bu şartlar bu
olayda mevcut bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu olayda şartların gereği olarak
kadının sözünün dikkate alınmaması ve bu evliliğin haram-lığına hükmedilmemesi
gerekirdi. Buna rağmen Rasûlullah'ın {s.a.} ayrılmalarını istemesi, şüpheli
şeylerden kaçınılması gereği ilkesinin bir sonucu olmuştur.
[147] Meselâ velisiz aktedilen ve henüz zifaf gerçekleşmeyen
nikâh gibi. Böyle bir nikâhta, zifaftan önce talâkın vuku bulması halinde herhangi
bir şey gerekmemektedir. Zifaftan sonra talâkın vukubulması halinde ise durumda
ve hükümde her iki aslın hükmüne katılmaktadır.
[148] Tirmizî, Nikâh, 14 ; Ebû Dâvûd, Nikâh, 9 ; Ahmed,
6/166.
[149] Ebû Dâvûd, Tahâre, 41; Tirmizî, Tahâre, 52 ; İbn Mâce,
Tahâre, 38.
[150] İbn Mâce, Sayd, 9 ; Ebû Dâvûd, Afime, 31.
[151] Mâide 5/45.
[152] Nisa 4/92
[153] Kıyas mecrasına sokulabileceklerle ilgili dördüncü
misalde.
[154] Teysîr sahibi hadisin şerhi konusunda şunları
söylemiştir: "Gurre", A-rapça'da köle ya da cariye demektir. Fukahâya
göre ise, değeri diyetin onda birine ulaşan köledir.
[155] Ebû Dâvûd, Edâhî, 18 ; Tirmizî, Sayd, 10.
[156] Nisa 4/11.
[157] Câbir hadisinde belirtildiğine göre, Sa'd b.
er-Rabî'in karısı iki kızıyla birlikte Rasûlullah'a (s.a.) gelmiş ve
çocukların amcasının kardeşinin malının tamamını aldığını, kendilerine bir şey
vermediğini söylemişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) iki kız için üçte
ikinin, anneleri için sekizde birin, kalanın da amcanın olacağına hükmetti.
[158] Bu genelleme ceninin düşürülmesi durumunda gurre ödenmesi
hükmü konusunda açık değildir. Çünkü bu hükümde ne can diyeti, ne de organ
diyeti ödenmemekte, nevi şahsına münhasır bir hüküm olmaktadır.
[159] Dokuzuncu Mesele'de. Orada şeriatın sadece belirli
şahıslar ya da kesimler için olmadığı ve bütün insanlar için genel olduğu
geçmişti. Burada ise hakkında hüküm bulunan mânâya (illet) dayandırılan bir
umumîlik söz konusu olmaktadır. Meselâ "hamr" kelimesinin —her ne
kadar sıfat itibarıyla kapsamasa bile— mânâ itibarıyla "nebîz"e de
şamil olduğunu söyleyerek, onun da haram kabul edilmesi gibi.
[160] Bu tabiî ki Rasûlullah'ın (s.a.) ictihâd edebileceği
ve bu meyanda kıyas yapabileceği görüşüne dayanmaktadır. Bazıları ise
Rasûlullah'ın (s.a.) ictihâd edemeyeceğini ve onun her sözünü vahye dayandırmak
zorunda olduğunu söylerler.
[161] ikinci Mesele'de. Orada sonuç itibarıyla kesin bir
asla çıkan zannînin, kat'înin hükmünü alacağı belirtilmişti.
[162] Öyle anlaşılıyor ki bundan maksadı İslâm döneminde
aktedilen ribâ muameleleridir. Çünkü teşrîe konu olan budur. Cahiliye döneminde
aktedilen ribâ da buna katılmıştır.
[163] Bakara 2/275.
[164] Bakara 2/279.
[165] Bu hadis Veda hutbesinde söylenmiştir.
Bu tasarruf Rasûlullah'tan (s.a.) ya kıyas yoluyla ya da zihinlerimizde
kıyas mecrasında cari olan vahiy yoluyla sadır olmuştur. Buraya kadar olanın,
hükmü belli olan iki uç tarafın hükmü arasında gidip gelen şeyler hakkında
örnek olması mümkündür. Şöyle ki Allah Teâlâ ribâyı haram kılmıştır. Yine O:
"İnkâr edenlere, eğer vazgeçerlerse, geçmişlerinin bağışlanacağını...
söyle" (Enfâl 8/38) buyurmuştur. Bu durumda cahiliye ribâsı, affedilen ve
akdi yürürlükte olanla, bâtıl olup akdi geçersiz olan, yani her ne kadar akdin
mücerred husulü affedilmiş, olsa bile geçerli olmayacak ve üzerine herhangi
bir hüküm terettüp etmeyecek bir tasarruf arasında mütereddit kalmıştır. İşte
Rasûlullah (s.a.) onu da diğer ribâ çeşitleri arasına katmış ve iptal
etmiştir. Buna göre, zihinlerimizde kıyas mecrasında câri olan kısma ilk örnek
"Durum böyledir ve bu nasslarda söz konusu olan yasak, karşılıksız olan bir
fazlalık yüzündendir. ..." diye başlayan sözü olacaktır. Bu izah daha
önceki sözüne de uygun olmaktadır. Keza ribâ için illet olmaya elverişli şeyi
zikrederken, cahiliye ribâsmda illet olacak şeye işarette bulunmamıştır. Gerçi
müellif, hükmü belli iki uçtan birine katma ile ilgili sözü tamamlamış ve
burada kıyas mecrasında carî olan kısma geçmişse de, yaptığımız izah daha makul
gözükmektedir.
[166] Yani mübadele edilen her iki malın da elden ele karşı
tarafa verilmeyip, bir tarafın tecil edilerek ertelenmesi hali. (Ç)
[167] Burada şöyle bir itiraz yöneltilebilir: Bazen bu
denilen sakınca olmayabilir. Meselâ iyi kalitede olan az buğdayın, düşük
kalitede olan fazla miktardaki buğdayla satışında olduğu gibi. Bir taraf
miktar olarak fazlalık alırken, Öbür taraf da kalite üstünlüğüne sahip
olmaktadır. Dolayısıyla karşılıksız bir fazlalık yoktur, denilebilir. Ancak
burada da, hangi tarafın kârlı çıkıp, hangi tarafın kaybettiği bilinmeyecek
kadar bir aldanma (gabin) durumu vardır ve böylesi bir gabinde akdin yasak
olmasını gerektirir. Başka âlimler bu yasağı, müelliften farklı olarak sedd-i
zerîa ilkesi ile talil etmişlerdir.
[168] Yani illeti ve altın, gümüş ve gıda maddeleri ile
diğer maddeler arasındaki ayırımın
hikmeti tam olarak kavranamamıştır. Neden bu iki grup maddelerin kendi cinsi
ile mübadelelerinde fazlalık ve nesîe ribâları doğuyor da,_ diğerlerinin
mübadelelerinde doğmuyor? Bu konuda İbnu'1-Kay-yim'in İ'lâmu'l-muvakkiîn adlı
eserinin ikinci cildine bkz. Orada sadra şifa verici yeterli bilgi bulunmaktadır.
[169] Bu meyandaki açıklamalardan sayılabilecek bir uygulama
da şöyledir: Rasûlullah (s.a.) iki köle karşılığında bir köle satın almıştır.
Bir başka uygulamada _ord un un donatımı için yeterli deve kalmayınca,
Abdullah b. Amr b. el-As'a gelecek senenin zekât develerinden Ödenmek üzere iki
deve karşılığında bir deve olacak şekilde deve alınmasını emretmiştir.
[170] Müellif kesin olarak kıyastandır gibi bir ifade yerine
böyle bir ifadeyi kullanmayı tercih etmiştir. Çünkü ifade ettiği gibi bu konu,
mânâsı açıklık kazanmamış en kapalı konulardan biridir. Belki de konu bir
illete mebnî olmayıp tamamen taabbudîdir ve o zaman kıyasa mahal olması
düşünülemez. Sonra bu açıklama, Rasûlullah'm (s.a.) ictihâd edemeyeceği görüşünde olanlara göre
sadece vahye dayalı da olabilir. Veya Rasûlullah'm ictihâd edebileceği görüşüne
göre bir kısmı vahye müstenid, bir kısmı ise kıyasla olabilir.
[171] Yani anne üzerine nikâh aktedip, zifaf gerçekleşmeden
önce boşaması ve kızı ile evlenmesi hali kastedilmektedir. Eğer böyle bir durum
yoksa yani kız üzerine akit yapılmış veya anne ile zifaf gerçekleşmişse, bu
durumda anne ya da kızla evlenmek ebedî olarak haram olacağından haramlığın cem
durumuna tahsisinin bir anlamı olmaz.
[172] Nisa 4/24.
[173] Daha önce geçmişti bkz. [3/192].
[174] Ebû Dâvûd, Tahâre, 41; Tirmizî, Tahâre, 52 ; İbn Mâce,
Tahâre, 38.
[175] Nisa 4/11.
[176] Nisa 4/11.
[177] Nisa 4/176.
[178] Buhârî, Ferâiz, 5, 7, 9, 15 ; Müslim, Ferâiz, 2, 3.
[179] Nisa 4/23.
[180] Çünkü konu içtihada bırakıldığı zaman, tereddüde mahal
olacak ve boşluk doğacaktır.
[181] Tirmizî, Radâ', 1 ; Ahmed, 2/182.
[182] Bakara 2/126.
[183] Ankebût 29/67.
[184] Rasûlullah (s.a.) bu duasının yanında Medine'nin
sâ'ma, müddüne (ölçü âletleri) de bereketli olması için de duada bulunmuştur.
Medine'nin sıkıntılarına katlanan kimseler için kıyamet gününde kendisinin
onlara şefaatçi ve tanık olacağını ifade buyurmuştur.
[185] Müslim, Hacc, 459 ; Ahmed, 1/181.
[186] Müslim, Hacc, 460.
[187] Buhârî, Medine, 1; Müslim, Hacc, 469.
[188] Buhârî, Medine, 1.
[189] Hacc 22/ 25.
[190] Bakara 2/282.
[191] Buhârî, Hayz, 6 ; Müslim, îmân, 132. Dinî noksanlıktan
maksat da kadının hayız sebebiyle bazı dinî yükümlülükleri eda edememesidir.
[192] İbn Abbâs, Rasûlullah'ın yemin ve bir şahitle hükümde
bulunduğunu söylemiştir.
[193] Âl-i İmrân 3/77.
[194] Yûsuf 12/72.
[195]
"Cu'l" ya da "ceâle", bir işin yapılması karşılığında
konulan ödüldür. Meselâ, kaybolan bir deve hakkında: "Kim devemi bulur
getirirse ona şu kadar para vereceğim" denilmesi gibi. (Ç)
[196] Nisa 4/6.
[197] Tevbe 9/60.
[198] İcâre-i ademî konusunda Kur'ân'da en açık olanı radâ
yani süt annelik üzerine yapılan icaredir. Hatta bazıları: "Kur'ân'da caiz
olan icare sadece sütannelik hakkında gelmiştir" demişler ve: "Çocuğu
sizin için emzirirler-se, onlara ücretlerini ödeyin" (Talâk 65/6) âyetini
delil olarak kullanmışlardır
[199] Bunu izah sadedinde şöyle demişlerdir: Peygamberlik
süresi yirmi üç senedir. Bunun ilk altı ayı sâdık rüya şeklinde olmuştur. Bu
dönemin, nübüvvetin tümüne nisbeti de kırk altıda birini teşkil etmektedir. Bu
izah, her ne kadar bazılarını tatmin etmese de açıktır. Sonra Rasûlullah'm
(s.a.) çoğu zaman ashabına: "Rüya göreniniz var mı?" diye sorması ve
anlatılan rüyaları yorması da, diğer rüyaların onun tarafından Kur'ân'da geçen
rüyalara katıldığı anlamına gelir.
[200] Meselâ rüya ve hulm yani düş ayırımı yapmış ve rüyanın
Allah'tan, düşün de şeytandan olduğunu söylemiştir.
[201] Daha önce geçti bkz. [2/46).
[202] İkinci Mesele'de [3/16] . Orada bu hadisi, kat'î bir
asla çıkan şer'î zannî delil kabilinden saymıştı. Çünkü bu mânâ şeriatın cüz'i
külli pek çok yerinde bulunmaktadır. Sünnet, çeşitli yerlerde dağınık olarak
işlenen bu mânâyı genel bir prensip halinde vaz'etmişti. Bu yaklaşım sanki
dağınık olanların birleştirilmesi ve cüzilerden külliye ulaşılması ve
detayların icmali anlamındadır. Bu durumda bu yaklaşım, diğer yaklaşımların
tersine bir görünüm arzetmektedir. Biraz düşünülünce, bunun nadir olduğu ve bu
yaklaşımın asıl meselede savunulan teze yalnız başına temel teşkil edebilecek
durumda olmadığı, bunun ancak diğer yaklaşımlarla birlikte ele almdığı zaman
mümkün olabileceği görülecektir. Eğer müellifin maksadı tezi isbat için bu
yaklaşımlardan her birinin yalnız başına yeterli olduğunu ifade ise, bu ancak
üçüncü (c) yaklaşımda tam olarak, ikinci (b) yaklaşımda ise biraz zorlama ile
ortaya çıkmaktadır. Birincide ise ancak kastettiği yol üzere ortaya
çıkacaktır. Diğerlerinde ise, meselenin isbatı için bunlar yalnız başlarına
yeterli ve ortaya çıkacak müşkilleri giderebilecek durumda değildir. Bizzat
müellif de altıncı yaklaşıma nakıs olduğu gerekçesi ile itiraz etmiştir. Oysa
ki onunla ilgili on tane örnek vardır ve bu konuda daha başka hadisler
olduğunu belirtmiştir. Hal böyle iken tek bir örneği bulunan bu beşinci
yaklaşım yalnız basma tezin isbatı için nasıl yeterli olabilir? Ancak ilk beş
yaklaşımın birlikte ele alınması kastediliyor-sa, o zaman böyle bir itiraz
varid değildir
[203] Bu altıncı yaklaşım, geçen ikinci yaklaşımdan daha
husûsi bir anlam taşımaktadır. Orada söz konusu olan âlimlerce yaygın olarak
bilinen ve istenilen ya da yasaklanılan şer'î bir hakikatin veya şartlarının
veya keyfiyetinin vb. beyanı
mahiyetindedir. Burada sözü edilen ise, sadece mücmel olan lâfzın lügavî vaz1
açısından beyanı hakkındadır.
[204] Yani geçen beş yaklaşımdan hareketle değil.
[205] Buhâri, Tefsîru sureti 65/1 ; Müslim, Radâ', 66-72 ;
Ebû Dâvûd, Talâk, 4.
[206] Talâk 65/1.
[207] Buhârî, Talâk, 41 ; Müslim, Radâ', 103 ; Ebû Dâvûd,
Talâk, 39.
[208] Talâk 65/1.
[209] Bakara 2/234.
[210] Talâk 65/4.
[211] Bakara 2/59.
[212] İsrailoğullarına: "Şu şehre girin, orada
dilediğiniz gibi bol bol yiyin, secde ederek kapısından girin 'hıtta'yani "bağışla'
deyin..." (2/58) denmiş, onlar ise tahıl anlamına gelen "Habbe fî
şa're" diyerek kendilerine emredilen sözü değiştirmişler ve şehre secde
yerine kıçları üzerine sürünerek girmişlerdir, bkz. Buhârî, Tefsîru sureti 2/5
; Müslim, Tefsir, 1.
[213] Bakara 2/125.
[214] Bakara 2/158.
[215] Ebû Dâvûd, Menâsik, 56 ; Tirmizî, Hacc, 38 ; Nesâî,
Hacc, 161,166.
[216] Mü'min 40/60.
[217] Tirmizî, Tefsîru sureti 2/16, 40. Âyetin devamı:
"Bana ibâdet etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak
cehenneme gireceklerdir" şeklindedir. (Ç)
[218] Âyetteki "Tan yerinde" kaydı, mânânın birçok
sahabeye kapalı kalması ve zahirin murad olduğunun anlaşılması üzerine sonradan
inmiştir. Bu kayıt olmaksızın ilk indiğinde, bazı sahâbîler ayaklarına beyaz
ve siyah olmak üzere iki iplik bağlıyor ve ona bakarak imsak vaktinin girip
girmediğini Öğrenmeye çalışıyorlardı. Birisi de —ki Adiyy b. Hâtem'dir—
yastığının altına beyaz ve siyah iki iplik koyar ve vaktin girip girmediğini
anlamak için ona bakarmış. Sonra
Rasûlullah'a onların sahici iplikler mi olduğunu sorunca ona (anlayışının kıt
olduğunu ima ile) "Şüphesiz senin yastığın (veya ensen) çok enlidir.
Aksine maksat gündüzün aydınlığı ile, gecenin karanlığıdır" şeklinde cevap
vermiştir. Bundan sonra "Mine'1-fecr = Tan yerinde" kaydı inmiştir ve
böylece beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüz ile gece olduğunu
anlamışlardır. Eğer âyet daha başta bu şekilde inmiş olsaydı, o zaman ne Adiyy
yastığının altına beyaz ve siyah olmak üzere iki iplik koyar, ne de konu ile
ilgili soru soran olurdu. Bu itibarla eğer müellif örnek verirken âyeti ilk
haliyle "Tan yerinde" kaydı olmaksızın alsaydı, daha açık ve konuya
daha uygun olurdu.
[219] Bakara 2/187.
[220] Buhârî, Tefsîru sureti 2/28 ; Müslim, Sıyâm, 33.
[221] Buhârî, Tefsîru sureti 2/42, Cihâd, 98; Müslim,
Mesâcid, 202 ; Ebû Dâvûd, Salât, 5.
[222] Âl-i İmrân 3/185.
[223] Buhârî, Cihâd, 73 ; Tirmizî, Tefsîru sureti 3/22. Bu
örnek açık değildir. Çünkü bunda Kitap'ta yer alan bir kelimenin lügat
açısından bir tefsiri bulunmamaktadır.
[224] Buhârî, Edeb, 6 ; Müslim, îmân, 143.
[225] Nisa 4/31.
[226] Yani altıncıdan önce geçen beş yaklaşımın.
[227] Hadisin başında: "Haberiniz olsun! Bana Kitap ve
onunla birlikte onun gibisi de verilmiştir " ifadesi vardır. Sonunda ise:
"Haberiniz olsun! Size ehlî eşekler, yırtıcı hayvanlardan köpek dişli
olanlar, aranızda muâkade olanlara ait buluntu mallar da helâl değildir "
ilavesi vardır, bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 (4/200), İmâre, 33 ; Tirmizî, İlim,
10 ; Ahmed, 2/367, 4/132
[228] Enfâl8/72.
[229] Nisa 4/141.
[230] Haşr 59/20.
[231] Çünkü eşit olmama alanı âyetin devamındaki:
"Kurtuluşa ermiş kimseler cennetliklerdir" buyruğu ile
belirtilmektedir.
[232] Sahifede ne olduğu sorulunca: "Diyet, esirin
kurtarılması ve kâfire karşılık müslümanın öldürülmemesi" diye karşılık
vermiştir, bkz. Buhârî, İlim, 39. Sahifenin muhtevası geniş olarak daha önce
geçmişti [4/16-17]. (Ç)
[233] Yani diyet ile esirin kurtarılmasını. (Ç)
[234] Bakara 2/178.
[235] Ra'd 13/25.
[236] Nahl 16/72.
[237] Müslim, îmân, 122.
[238] Müslim, îmân, 124.
Müellif, Hz. Ali'nin sahifesinde yer alan develerin yaşlarına
değinme-miştir. Keza, Zübeyr lehine verilen hükme itiraza karşı cevaba da temas
etmemiştir. Oysa ki daha önce buna değineceğini söylemişti. Ancak şöyle
denilebilir: Bu, hükmü belli iki uçtan birine kıyas ya da ictihâd yoluyla katma
demek olan dördüncü yaklaşım içerisinde mündemiç bulunmaktadır. O yüzden de
aynca temas etme gereği duymamıştır.
[239] Çünkü Muâz,
sünnete baş vurduğu zaman, o konunun aslının Kur'ân'da olmadığım söylememiştir.
Bilâkis onun sözü şunu ortaya koymaktadır: Hükmü açık olarak Kitap'ta
bulamadığı zaman, onu açıklamak üzere sünnete, onda da olmazsa içtihada
başvuracaktır. Onun sözünden anlaşılan mânâ işte budur ve bu istikra yoluyla
ortaya konulan üçüncü itiraz sadedinde zikredilen en son sorunun da cevabı
olmaktadır.
[240] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/21-51
[241] Yani, sünnetin aslının Kur'ân'da bulunduğu ve sünnetin
de Kur'ân'm beyanı olduğu kaidesinin bidüziyeliği ve küllîliği, sadece
yükümlülüklerle ilgili konulara nisbetledir. Bunların dışında kalan kısma
gelince, öyle de olabilir, olmayabilir de. Yani yükümlülükle ilgili olmayan ve
sünnette yer alan herhangi bir şey için Kur'ân'da bir asıl bulunmayabilir ve bu
durumda sünnet, onun beyanı durumunda ancak birinci yaklaşım üzere olabilir.
Meselenin sonunda bu noktaya işaret edilecektir.
[242] Bakara 2/58.
[243] bkz. Buhârî, Tefsîru sureti 2/5 ; Müslim, Tefsir, 1.
[244] Bakara 2/143.
[245] Bakara 2/143.
[246] Âl-İİmrân 3/110.
[247] Ahmed, 5/3.
[248] Âl-i İmrân 3/169.
[249] Ebû Dâvûd, Cihâd, 18.
[250] En'âm 6/158.
[251] Kıyamet alâmeti olmak üzere yerden çıkacak bir
yaratik. (Ç)
[252] Müslim, îmân, 249.
[253] A'râf 7/172.
[254] Tirmizî, Tefsîru sûre 7/3.
[255] Buhârî, Enbiyâ, 19 ; Tefsîru sûre 12/5; Tirmizî,
Tefsîru sûre 12/1; İbn Kesir, 2/454.
[256] Tirmizî, Tefsîru sûre 15/3. "Sebu'l-mesânî"
burada namazın her rekatinde tekrarlanan yedi âyet anlamındadır.
[257] Tirmizî, Tefsîru sûre 15/4 ; Ahmed, 5/114.
[258] İsrâ 17/101.
[259] Bunlar: Asâ, el, kuraklık yılları, deniz, tufan,
çekirge, bit, kurbağa, kandır.bkz. İbn Kesîr, 3/66. (Ç)
[260] Kehf sûresi ile ilgili tefsirlere bkz.
[261] Sâffât 37/79.
[262] Buhârî, Enbiyâ, 8.
[263] Buhârî, Enbiyâ, 8, 48; Müslim, Cennet, 56.
[264] Enbiyâ 21/104.
[265] Hacc 22/1.
[266] İbn Kesîr, 3/204. el-Âlûsî tefsirinde İmrân b.
Husayn'dan şöyle nakleder: "Doğrusu kıyamet gününün sarsıntısı büyük şeydir; fakat bu sadece Allah'ın
azabının çetin olmasındandır" âyeti indiğinde Rasûlullah seferde idi ve bu
Benî Mustalık savaşı oluyordu. "O günün hangi gün olduğunu biliyor
musunuz?" diye sordu. Onlar da: Allah Teâlâ ve Rasûlü daha iyi bilir"
dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "O öylesi bir gündür ki, Allah
Teâlâ, Adem'e: 'Cehennemlikleri oraya gönder!' buyurur" dedi.
[267] İbn Kesîr, 3/218. "Atık" âzâd edilmiş
anlamında olup, Nuh tufanında batmaktan âzâd edildiği için, ya da zorbaların
tasallutunda kalmaktan âzâd edildiği için bu isimle isimlendirilmiştir. (Ç)
[268] Nitekim İkinci Tarafın Yedinci Mesele'sinde, Kitap'tan
asıl maksadın bu olduğu açıklanmıştı.
[269] Meselâ, Buhârî'de bu konuya örnek olabilecek özellikte
hadisler bulunmaktadır. Bunlar husûsiyle Tefsir, Bed'ü'1-halk ve Enbiyâ adlı
kitaplarda yer almaktadır.
[270] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/51-54
[271] Söz ile fiil arasındaki farklardan biri şudur: Fiil, bir başka fiille tearuz ederek onu
nesh ya da tahsis etmez. Çünkü fiillerin umûmları yoktur, dolayısıyla fiiller
arasında tearuz düşünülemez. Tearuz, ancak sözler arasında ya da fiil ile söz
arasında düşünülebilir.
[272] Yani fiil ve terkten.
[273] Yani fiilinin, vücûb, nedb ya da ibâhaya husûsî olarak
delâlet etmesi gibi.
[274] Bu konuda usûlcüler dört görüşe ayrılmışlardır.
el-Âmidî, "Eğer fiilde kurbet yani Allah'a yaklaşma kasdı açık değilse, o
zaman işlenen fiil, üçü arasında müşterek olan nokta hakkında delil olur. Eğer
kurbet kasdı açıksa, o zaman vücup ile nedb (mendûpluk) arasında müşterek
noktaya delâlet eder " şeklindeki görüşü tercih etmiştir. Îbnul-Hâcib ise
şöyle demiştir: "Eğer kurbet kasdı açıksa, tercihe şayan olan görüşe göre
o fiil nedb içindir. Aksi takdirde ise fiil, ibâha (mübahlık) içindir."
[275] Çünkü cibillî davranışlarının sadece mübahlık
bildireceği konusunda tartışma yoktur.
[276] Burada "fiil" sözcüğü, sözün karşıtı olan
fiil anlamından daha kapsamlı kullanılmaktadır. Bu yüzden Rasûlullah'ın (s.a.)
zina ikrarında bulunan kimsenin ikrarını onaylaması, fiil sayılmıştır.
[277] Daha önce bundan "kefT yani "el çekme"
diye söz edilmişti.
[278] Buhârî, Hibe, 12; Müslim, Hibât, 9.
[279] Bilindiği gibi şahitliğin biri tahammül, diğeri de edâ
olmak üzere iki tarafı vardır. Burada söz konusu olan tahammül tarafıdır. Zira
mubah olmayan bir şeye şahitlikte bulunmak (tahammül) mekruhtur. Burada murad
şahitliğin yerine getirilmesi {edâ) değildir. Çünkü edada şahitliğin gizlenmesi
mutlak surette caiz değildir. Bir rivayete göre ise, bu hibe işlemini iptal
etmiştir. O takdirde şahitliği terki şehadete mahal bulunmadığı için olacaktır.
"Benden başkasını şahit tut" şeklindeki rivayete göre şehadet mahalli
mevcut bulunmakta; ancak şahitlik mercûh ve mekruh olmaktadır. Bu yüzden de,
her ne kadar tasarruf geçerli ise de bizzat kendileri şahitlikte
bulunmamışlardır ve o zaman hadis konumuza örnek olmaktadır.
[280] Yani hakkında izin bulunmayan şeye terk kaidesinin
tatbiki açıktır. Terkin örnek getirmeye ihtiyaç duyulmayan mutlak kısımdan
olması ile hibe örneğinde olduğu gibi belli bir hale Özel olması arasında bir
fark yoktur. Çünkü Rasûlullah'ın (s.a.) terketmiş olduğu şeyde asıl olan, o
şeyin işlenmesine izin verilmeyen bir şey olmasıdır. Ancak, caiz olmasına
rağmen terkin gerçekleşmiş olduğu bazı durumlar da olmaktadır. İşte bundan
sonra müellif onları ve gerekçelerini zikredecektir
[281] Buhârî, At'ime, 10, 14.
[282] Rasûlullah'a (s.a.) bir tencere getirildi. İçinde
sebze yemeği vardı. Onda bir koku duydu ve ne olduğunu sordu. İçinde kerih koku
veren (soğan ve sarımsak) olduğunu söylediklerinde kendisi yemedi ve onu
ashabından birine vermelerini işaret etti ve ona: "Sen ye! Çünkü ben senin
münâcâtta bulunmadığın kimselerle münâcâtta bulunuyorum" buyurdu.
[283] Daha önce geçmişti bkz. [2/137].
[284] Buhârî, Mevâkît, 24 ; Müslim, Taharet, 43.
Rasûlullah'ın (s.a.) bu iki şeyi sırf farz olur endişesiyle terketmiş
olduğu açık değildir. Zira o, sadece meşakkat endişesini açıklamış, farz olma
kaygısından söz etmemiştir.
[285] Buhârî, Mevâkît, 20-24 ; Müslim, Mesâcid, 218. Birinde
Rasûlullah (s.a.) yatsıyı geç bir vakte bıraktı. Ömer çıktı ve: Tâ Rasûlallah! Namaz, namaz!
Kadınlar ve çocuklar uyudu" dedi. Rasûlullah (s.a.) , başından su
damlayarak çıktı ve şöyle diyordu: "Eğer ümmetime meşakkat verecek olmasaydım..."
[286] Hadisin tamamı şöyle: Hz. Aişe anlatıyor: Bir defa
yanımda Buâs ezgileri okuyan iki cariye varken, içeriye Rasûlullah (s.a.) girdi
ve yatağa uzanarak yüzünü çevirdi. Derken Ebû Bekir girdi. Hemen beni azarladı
ve: "Rasûlullah'ın (s.a.) yanında şeytan düdüğü mü?" dedi. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.), ona dönerek: "Bırak onları!" dedi. Onun
zihni dalınca, ben cariyelere işaret ettim; onlar da çıktılar. O gün bayram
idi- bkz. Buhârî, Iydeyn, 2 ; Müslim, Iydeyn, 19.
[287] İbn Asâkir, Enes'ten rivayet etmiştir, bkz. Nihâye,
2/109.
[288] Ahzâb 33/51.
[289] Diğer bir kısım müfessirler âyeti boşamak ya da tutmak
anlamında almışlardır. "Yani istediğini boşar, istediğini yanında
tutabilirsin..." şeklinde. Bir kısım müfessirler ise âyetin her iki mânâyı
da içerdiğini söylemişlerdir.
[290] Bu kimse Zül-Huveysıra'dır. Kendisi münafıklardandı.
Nehrevân gününde Hz. Ali'nin elinde Haricîler arasında iken öldürülmüştür.
[291] Buhârî, Menâkıb, 25 , Mürteddîn, 7 ; Müslim, Zekât,
142, 148 ; İbn Mâce, Mukaddime, 12.
[292] bkz. Buhârî, Meğâzî, 41; Ebû Dâvûd, Diyât. 6.
Kendisine: "Onu öldürelim mi?" diye sorduklarında Rasûluilah (s.a.);
"Hayır!" cevabını vermiştir. Bazı rivayetlerde: "Onu
cezalandırmadı" ifadesi vardır. Beyhakî'nin bir rivayetinde ise onu
öldürmelerini emrettiği ifade edilmektedir. O zaman bu iki farklı rivayet arası
şöyle bulunabilir: Rasûlullah (s.a.) kendi hakkı sebebiyle kadını Önce
affetmişti. Zehirlediği etten yemesi yüzünden Bişr b. el-Berâ ölünce,
Rasûlullah (s.a.) daha sonra kısas olmak üzere kadının öldürülmesini
emretmiştir.
[293] Müslim rivayet etmiştir.
[294] Yani müslümanlıklan köklü olmuş olsaydı. (Ç)
[295] Buhârî, Hacc, 42 ; Müslim, Hacc, 405.
[296] Yani, terkin mahallinin hakkında izin bulunmayan alan
olduğu esası.
[297] Yani, bu esasen bir terk sayılamaz. Çünkü
Rasûlullah'ın (s.a.) bir şeyi onaylaması, o şeyi bizzat işlemesi gibidir.
Bizzat kendi sofrasında yenmesini onayladığına göre bu, terke örnek olabilecek
Özellikte değildir. Sonra burada söz konusu olan cibillî bir davranıştır. Böyle
bir davranışın ise esasen burada yeri yoktur. Nitekim daha önce de işaret
edilmişti.
[298] Ve bu hüküm belli bir hale özel de olmayıp sürekli ve
mutlaktır.
[299] Nitekim hadiste: "Kim sarımsak ya da soğan yerse,
bizden uzak dursun veya mescidimizden uzak dursun" buyurulmuştur. bkz.
Buhârî, Ezan, 160, Afime, 49 ; Ebû Dâvûd, Afime, 40.
[300] Yani, Mubah bahsinde ortaya konmuştu. Cüz itibarıyla
hakkında bir sakınca olmayan şeyler, küll itibarıyla ele alındıklarında yasak
konusu olmakta idiler. O yüzden müellif, "O yasaktır" deme yerine,
"aslında yasak olan bir esasa çıktığı" ifadesini kullanmayı
yeğlemiştir.
[301] Yani, "Ebrâr zümresinden olan kimselerin
iyilikleri, mukarrabîn zümresinden olanların kusurları sayılır."
[302] İbn Mâce, Nikâh, 47.
[303] Hûd 11/36.
[304] Buhârî, Enbiyâ, 8.
[305] Nûh 71/26.
[306] Hûd 11/36.
[307] Sâffât 37/79.
[308] Enbiyâ 21/63.
[309] Sâffât 37/84.
[310] Enbiyâ 21/51.
[311] Buhâri, Enbiyâ, 8.
[312] Yani aslında terk mahallinin işlenmesine izin
verilmeyen şeyler olduğu esası.
[313] Onsekizinci Mesele'de. Orada şöyle denmişti: Emir
asıla dönük, nehiy de sonuca yönelik olursa, konu sedd-i zerâi' kabilinden
olur.
[314] Kısaca Özetlemek gerekirse şöyle: Rasûhıllah (s.a.)
bir fiilden —görmese bile— haberdar olduğunda, ona karşı tepkisini göstermeye
de kadir iken susmuşsa bakılır: Eğer o fiili işleyen kimse inançsız ise ve
Rasûlullah (s.a.) da onun inançsızlığını biliyor ve bu yüzden sükut etmişse, bu
durumda sükûtunun bir hükmü olmaz. Çünkü, o anda o kimsenin Rasûlullah'ın
(s.a.) müdahalesinden bir fayda elde etmeyeceği bellidir. Eğer fiili işleyen
kimse kâfir değilse ve o fiil daha önce âmm bir delil ile haram kılınmış ise, o
takdirde Rasûlullah'ın (s.a.) onaylamış olduğu fiil, önceki haramlık hükmünün
neshi ya da tahsisi anlamına gelir. Bu konuda Hanefîler ile Şâfiîler arasında
görüş ayrılığı vardır. Eğer daha önceden haram kılınmamış bir fiil ise, o
takdirde onun caiz olduğunun bir delili olur, ki böylece beyanın ihtiyaç
anından geriye atılması gibi bir durum meydana gelmesin. Çünkü böyle bir durum
şeriatta vaki değildir. Eğer fiil karşısında sükut yanında sevinç belirtisi de
göstermişse, o zaman bu davranışın cevaz hükmüne delaleti daha da açık olur.
Ancak bu sevincin bizzat fiilin kendisi için değil de fiile bitişik bir başka durum
için olduğunu gösteren bir belirti olursa o zaman durum başka olur. Bu durumda
sükûtunun ve sevincinin meselenin aslının ve ehakkiyetinin onaylanması sayılıp
sayılmayacağı konusunda görüş farklılığı ortaya çıkmaktadır. Müdlicli kâif
hadisinde olduğu gibi. Bu zat Rasûlullah'ın (s.a.) yanma girmişti. Bir de
baktı ki Üsâme b. Zeyd ile Zeyd b. Sabit bir örtü altındalar ve örtü başlarını
örtmekte, ayakları da aşağıdan gözükmekte. Onların ayaklarını gören Müdlicli
kâif: "Bu ayaklar birbiri ildendir" demişti. Üsâme gece gibi kara,
Zeyd de pamuk gibi beyazdı. Bu hadisten hareketle İmam Şafiî, kâiflik yoluyla
nesep isbatmın sahih olacağına hükmetmiş; Hanefîler ise bunun sahih olmayacağı
ilkesini benimsemişlerdir. Her iki tarafın da kendilerini savunmak, karşı tarafın
görüşünü de reddetmek için serdettikleri delilleri vardır. Müellifin maksadının
anlaşılabilmesine yardımcı olsun diye bu kadarcık bir bilgiyi vermeyi gerekli
gördük.
[315] Yani mutlak anlamda bir sakınca yoktur, kavramı ile
ters düşer. Cevap sırasında müellifin kullanacağı "aralarında uygunluk
olduğu için" ifadesi, asıl itiraz noktasının hakkında bir sakınca yok
kavramı ile vacip ve mendup kavramları arasında bir uyuşmazlık olduğuna işaret
eder.
[316] Müslim, Cihâd, 72 ; Ebû Dâvûd, Cihâd, 167.
[317] Hâkim, Bezzâr, Beyhakî, Bağavî, Taberânî, Darekutnî ve
diğerlerinin yaptıkları rivayete göre Abdullah b. Zübeyr, Rasûlullah'm (s.a.)
aldırmış olduğu kam içmiş, Rasûlullah (s.a.) ise ona engel olmamıştır.
[318] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/54-65
[319] Yani şer'î hükümlerin vaz'ı konusunda en mükemmel yol,
Rasûlullah'm fiilidir. Onun fiili, teşri tabakalarının en üstünde yer aldığına
göre, bir de bunun söz ile birleşmesi halini düşündüğümüzde bu, ona uyma
konusunda sıhhat mertebelerinin en üstünü olacaktır.
[320] Bu sözün ikinci kısmı tartışılabilir. Kaldı ki
müellifin kendisi de fiili uygun düşmeyen sözlü sünnetin mercûhiyete yani o
şeyin tercihe şayan bulunmadığına delâlet edeceğini söyleyecektir.
[321] Muvatta, Kelâm, 15.
[322] Tahrîm 66/1.
[323] Rasûlullah'm (s.a.) bu davranışı birinci kısımdan
olur. Çünkü fiiline sözü uygun düşmüştür. Fiili, bal şerbeti içmeyi
terketmesidir. Sözü de, bir daha onu içmeyeceğini ifade etmesidir. Ancak bu
misalin buraya uygun olabilmesi için, Rasûlullah'm (s.a.) onu içmekten geri
durmasının, mecbur olmadığı halde sırf hanımlarına söz vermiş ve onları hoşnut
etmek amacıyla yapmış olması gerekir. Ancak Rasûlullah (s.a.), va'dini yemin ve
haram kılma yoluyla iyice pekiştirmiş bulunmakta idi. Bu itibârla yemininin çözülmesini
isteyen âyet inmeden önce bu söze muhalefet etme imkânı zaten bulunmamaktaydı.
Dolayısıyla örneğin konumuzla ilgisi açık değildir. Daha önce içerisinde koku
veren sebze yemeği bulunan bir tencerenin kendisine getirildiği, kendisinin onu
yemekten kaçındığı, bununla birlikte onu yanında bulunan ashabından birine
vermelerini söylediği geçmişti. O, bu Örnekten daha açıktır.
[324] Daha önce geçmişti bkz. [4/60].
[325] Ve bu arada: "Ben haksızlığa şahitlik
yapmam" buyurması. Hatta Rasûlullah'm (s.a.) bu sözünü, onun bu
davranışını mübalağa ifade etmesi için "haksızlık" diye nitelemiştir
şeklinde yorumlamak da gerekecektir ki, tasarrufun aslı caiz kalabilsin.
[326] Hassan için mescidde bir minber koyar; o bu minbere
çıkar ve Rasûlullah'ı (s.a.} müdafaa ederdi. O şöyle derdi: "Şüphesiz ki
Allah, Hassân'ı Rasûlullah'ı (s.a.) savunduğu sürece Rûhu'1-kuds ile teyid
eder" bkz. Tirmizî, Edeb, 70.
[327] Kaza umresinde Mekke'ye girerken İbn Ravâha,
Rasûlullah'm huzurunda "Onun yolundan küffâr oğullarını temizleyin; bugün
onu indirme uğrunda vururuz size" şeklinde bir şiir inşad etmekteydi. Hz.
Ömer buna karşı tepki gösterip: "Allah'ın huzurunda ve Harem-i Şerifte mi
şiir söylüyorsun?" dediğinde Rasûlullah (s.a.): "Onu serbest bırak ya
Ömer! Şüphesiz ki o, onlar üzerinde okun işlemesinden daha etkilidir" buyururdu.
Tirmizî, Edeb, 70 ; Nesâî, Hacc, 109, 121.
[328] Yâsîn 36/69.
[329] Buhârî, Edeb, 91 ; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 153.
[330] Meselâ, hadiste istisna edilen yalanların söylenmesine
müsaade edilmiştir. "İki kişinin arasını düzeltmek için çalışan ve bunun
için yalan da söyleyen kimse asla yalancı değildir" hadisi gibi. Keza
kişinin karısının gönlünü almak için yalan söylemesi, harpte yalan söylemesi
haram olmayan yalanlardan olmaktadır.
[331] Nuaym b. Mesûd kıssasında olduğu gibi. Bu zat, Hendek
savaşı sırasında müslüman olmuş ve Rasûlullah'a (s.a.) gelerek: "Yâ
Rasûlallah! Ben müs-lüman oldum ve kavmim henüz benim müslüman olduğumu
bilmemektedir. Benden yapmamı istediğin bir şey var mı?" diye sorunca,
Rasûlullah (s.a.) da: "Elbette sen de bizden birisin. Şu halde yapabilirsen,
git onların aralarına gir ve aralarını bozarak birbirlerini terketmelerini
sağla. Çünkü harp bir /liZeffiVbuyurmuştur. b*kz. İbn Hişâm, Siyre, 3/240.
[332] Rivayete göre Rasûlullah (s.a.) ashabından bazı
kimselerle birlikte iken müşriklerden bir grupla karşılaştı. Müşrikler:
"Siz kimlerdensiniz?" diye sordular. Onlara: "Biz sudanız"
diye cevap verdi. Onlar birbirlerine baktılar ve: "Yemen kabileleri
çoktur. Belki de bunlar onlardandır" dediler. Rasûlullah'm (s.a.)
kastettiği diğer mânâ ise kendilerinin sudan yaratılmış olduğunu ifade idi.
[333] Bundan sadece Tebük gazvesi müstesnadır. Bu gazvede
nereye gidileceği önceden bildirilmiş ve böylece katılacak askerlerin ona göre
hazırlık yapmaları istenmiştir.
[334] Müellif burada "Fiilin söze uygun düşmemesi hali
bunun aksinedir" dediği ikinci kısmın hükmünü toparlamak istemektedir.
[335] Müellifin "eğer Rasûlullah (s.a.) onu kasıtlı
olarak terketmiş ise..." sözünün mefhûmu muhalifi, terkin tesadüfen ya da
kelerin yenmesi hakkmda olduğu gibi cibillî bir sebepten veyahut da şiirde
olduğu gibi kendisinde bulunan bir seciyeden dolayı önlenmiş olması sebebiyle
gerçekleşmemesi hali olmaktadır. O durumda bu gibi yerler konumuza dahil
olmaz.
[336] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/65-68
[337] Rasûlullah'm (s.a.) hem fiili hem de ikrarına birlikte
uymanın, sırf fiiline uyma gibi olması doğru olamaz. Çünkü bunlardan her biri
zaten müstakil birer delildir. İkisinin bir araya gelmesi ise, daha güçlü ve
ihtimalleri daha kesin bir şekilde ortadan kaldırmış olacaktır. Meselâ sadece
fiilin, bizzat Rasûlullah'm (s.a.) kendisine has olması gibi bir ihtimale
açıktır. İkrarla bir araya gelmesi halinde ise bu gibi ihtimaller ortadan
kalkacağından, tek başına olduğundan daha güçlü olacaktır. Sonra bu ifade,
"Bu durumda uyma mertebelerinin en üst derecesinden aşağı
olmayacaktır" sözü ile de uygun düşmez. Çünkü fiil yalnız başına böyle bir
özellik arzetmez. Bu itibarla ibarede bir zayıflık vardır. Muhtemelen müellif
şunu demek istemektedir: Mükellefin, Rasûlullah'm (s.a.) fiiline uyarak
gerçekleştirmiş olduğu fiili sahihtir; ikrar ise bu fiilin sıhhati üzerine bir
ziyadelik getirir. Çünkü o da isbat edici bir delildir.
[338] Nitekim bayram günü Hz. Âişe'nin odasında Buâs
ezgileri söyleyen iki cariyeyi dinlemeyip, sırtını çevirerek yatağa uzanması
gibi. Hadis daha önce geçmişti, bkz. Buhârî, Iydeyn, 2 ; Müslim, Iydeyn, 19.
[339] Câbir b. Semüre (r.a.) şöyle anlatır: "Rasûlullah
{s.a.) ile birlikte yüz defadan fazla bir arada bulundum. Ashabı onun yanında
şiirler inşâd ederler ve cahiliye dönemine ait şeylerden bahisle aralarında
müzakere ederlerdi. O ise susardı, bazen onlarla birlikte tebessüm ettiği
olurdu" bkz. Tirmizî, Edeb, 70.
[340] Hadislerde yüzünü kapama yerine "başını
çevirdi" ifadesi vardır.
[341] bkz. Buhâri, Hayz, 13 ; Müslim, Hayz, 60 ; Ebû Dâvûd,
Taharet, 120.
[342] Yani, bez parçası ile amel aslında caiz olması
hasebiyle illâ da nasıl yapılacağının anlatılması zaten taayyün etmez. Ya da
anlatma işini yapabilecek bir kimse bulunduğu için Rasûlullah (s.a.) üzerine
taayyün etmiş değildir.
[343] Daha Önce zina ikrarında bulunan kimsenin gerçekten o
işi yapıp yapmadığını belirlemek için aşikâre cinsî ilişki için kullanılan
sorular sorması gibi. Çünkü böyle bir konu ihtiyatlı davranmayı
gerektirmektedir; zira ucunda had (yüz değnek ya da recim) gibi bir cezanın
uygulanması Söz konusudur.
[344] Yani Rasûlullah'm {s.a.} ikrar etmiş olduğu fiile
bakılır; acaba sözlü beyan ona uygun olarak mı gelmiş, yoksa muhalif olarak
mı? Sözün ikrara mutabık olması haiinde durum açıktır, keza hüküm de açıktır ve
bu durumda hüküm mutlak anlamda ikrara mahal olan şeyin şahinliği ve izin
olacaktır. Ancak ikrarın söze muhalefeti nasıl tasavvur olunabilir? Ve bu
tearuz ile birlikte her ikisinin de birlikte delil olarak kalmaları nasıl
düşünülebilir? Biraz önce geçen fiilin ikrara muhalif gelmesine benzetilerek
ikisinden her birinin alınmasının caiz olacağını düşünmek nasıl doğru olabilir?
Olsa olsa bu şöyle bir durumda tasavvur edilebilir: İkrara muhalif olan söz
Rasûlullah'm (s.a.) kendisine hastır ve onda mükellefe yönelik bir emir ya da
nehiy veyahut da ibaha hükmü getirilmemektedir. İşte böyle bir durum
farzedildiğinde mümkün olabilir. Nitekim keler meselesinde yiyenleri ikrarla
karşılamakla birlikte "İçim çekmiyor" şeklindeki illetini bel iri em
eksizin sadece "Ben yemiyorum" buyurmuş olduğu farzedildiği zaman
konuya bir örnek teşkil edebilir.
[345] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/68-70
[346] Birinci ve ikinci delilin şevkinden de anlaşılacağı
üzere burada sahabenin sünnetinden maksat onların amelî sünnet yani uygulamalarıdır.
Konuyu şöyle de vaz'edebiliriz: Bir konuda sahabenin bir uygulaması olsa ve o
konuda bize Rasûlullah'tan (s.a.) o uygulamaya uygun ya da ters herhangi bir
sünnet nakledilmese, bu durumda biz, sahabenin bu uygulamasını sanki
Rasûlullah'm (s.a.) sünneti imiş gibi kabul ederiz ve o konuda onlara uyarız.
Müellifin ileride gelecek olan "onların sözleri muteber, amelleri
de rehber olacaktır" ifadesindeki sözden maksat ta'rîfî değil teklifi
sözdür. [Daha önce de s. [4/59] geçtiği üzere ta'rifî olanlar bir emir veya
nehiy getiren ya da şer'i bir hüküm bildiren sözlerdir. Teklifi olanlar ise,
bir söz olmaktan öte bir hüküm belirlemeyen sözlerdir.] Meselâ biz, sahâbînin
hac esnasında belli bir yerde tekbir ya da telbiye getirdiğini görsek, işte bu
söz teklîfî bir söz olmaktadır. Burada sözden maksat re'y ve ictihâd demek değildir.
Yoksa birinci delildeki onların adalet vasfı ile öğülmesi, ikinci delilde
onlara uyulmasının emredilmesi ictihâd ve re'y konusunda bir mânâ ifade
etmezler. Üçüncü delile gelince —ki müellif onu kendisine dayanak yapmıştır—
onun gereği, sahabenin re'y ve görüşlerinin alınması gerektiği ve onların da
sünnet gibi olduğudur, öyle anlaşılıyor ki müellifin muradı, onların
görüşlerinin de alınması ve amelleri konusunda onlara uyulması mânâsında daha
geneldir ve bu haliyle o, "Sahâbî görüşü hüccettir" görüşünde
olanları teyid etmektedir. Bu konuda tarafların delilleri için Amidi'nin
el-Ihkâm adlı eserine bakabilirsiniz. İbnul-Cevziyye bu konuyu ele almış ve
sadra şifa verici açıklamalarda bulunmuş, müellifin burada kastetmiş olduğu
şey hakkında tam kırk altı delil getirmiştir. Sözün mihverini, sahabeden
birinin/veya bir kısmının bir görüş ileri sürmesi ve diğerlerinin ise onlara
muhalefet etmemesi teşkil etmiştir. O görüşün aralarında yayılıp yayılmaması
dikkate alınmamıştır. Şayet yayılmış ve buna rağmen hiçbir kimse muhalefet
etmemiş ise acaba bu sadece bir hüccet mi olur? Yoksa icmâ mı? Bu konuda görüş
ayrılığı vardır. Eğer söz konusu görüş yayılmamışsa, o zaman sadece hüccet
olacaktır. Tabiî bütün bunlar hakkında kitap ve sünnetten bir nass bulunmaması
halinde söz konusudur.
[347] Âl-i îmrân 3/110.
[348] Bakara 2/143.
[349] Ammın hâss üzerine atfı kabilindendir; nass, icmâ vb.
gibi delilleri kapsar.
[350] Nitekim, el-Mansûr'un mezhebi şöyledir: "Ey iman
edenler!" gibi şifahî hitaplar, o andaki muhatap olanlardan sonra
gelenleri kapsamaz. O hitabın daha sonraki nesiller için de sabit olması ancak
nass, icmâ ya da kıyas gibi başka bir delil sebebiyle olur. Hanbelîler ise
böyle düşünmezler.
Bu cevap zayıftır. Çünkü hitabın daha sonraki nesillere sirayet etmesinden,
mezkur delilin her cüzîde bulunması lâzım gelmez. Aksine külli delil yeterlidir
ve o da mevcuttur. İkinci cevap maksadı ifade etmez. Üçüncüsünde, meselâ
tabiîn neslinin aynen sahabe neslinde olduğu gibi emri bi'l-ma'rûf ve nehyi
ani'l-münker sıfatı ile muttasıf bulunmadıklarını isbat edecek delile ihtiyaç
vardır.
[351] Bu ifadelerden sonra gelen âlimlerin sahabenin halini
araştırma yönüne gitmedikleri anlaşılmaktadır. Diğer nesiller hakkında ise
adalet şartının tahakkuk edip etmediğini araştırma yoluna gitmişlerdir. Halbuki onlar adalet şartını ileri
sürdüklerinde: "Durumu meçhul olan kimselerden ilim alınmaz. Çünkü fısk,
sözün kabulüne manidir. Bu durumda mutlaka fısk halinin bulunmadığının sabit
olması, yani fısk halinin bulunmadığının en azından zan yani kesine yakın bilgi
ölçüsünde ortaya çıkması gerekir. Ra-vinin halinin bilinmemesi durumunda ise bu
gerçekleşmez" demişlerdir. Bu prensibin gereği olarak sahabî ve diğerleri
arasında bir ayırımın olmaması gerekir. Kaldı ki mesele tartışmalıdır. Müellif
burada çoğunluk âlimlerin yolundan yürümektedir. Onlar şu görüşü
benimsemişlerdir: "Sahabenin tamamı âdildir; onların adaletleri sorulmaz;
aksine onlardan gelen her şey, ister rivayet olsun ister şehadet herhangi bir
sorgulamaya gidilmeksizin kabul edilir. Çünkü biz, sonraki nesiller hakkında
içimizden birinin bir başkası hakkındaki tezkiyesini kabul ederek onun sözüne
itibar etmekteyiz. Bu durumda âlemlerin Rabbi ve O'nun sâdık ve emîn peygamberinin
onlar hakkındaki tezkiyelerini nasıl olur da dikkate almayız?" Çoğunluğun
bu görüşüne göre, sahâbinin halinin meçhul olması diye bir şey söz konusu
olamaz.
Azınlık bir görüşe göre
ise, sahabe de diğer insanlar gibidir; dolayısıyla mutlaka onların da ta'dîl
edilmeleri gerekir.
Osman'ın öldürülmesi
fitnesinden önceki sahâbîlerle, daha sonraki sahâbîler arasını ayırmak ve daha
sonraki sahâbîler hakkında ta'dîl şartı aramak, öncekiler hakkında ise böyle
bir şart aramamak gerekir.
Burada yapılması
gereken kanaatimizce bu konunun sahabenin tanımlanması üzerine kurulmasıdır.
Bu durumda bazen birinci bakış, bazen de ikinci bakış kuvvet kazanacaktır.
[Burada sahabenin adaletinden maksadın ne olduğuna da dikkat çekmek
gerekir: Kimileri bu tabire sahâbînin hiçbir şekilde günah işlememesi anlamını
vermektedirler. Halbuki usûlcüler arasında bu sözün muhtevası —İbn Abdilberr'in
de dediği gibi— "Rasûlullah'a (s.a.) kasıtlı olarak yalan isnad
etmezler" anlamında daha dar olmaktadır.KÇ)
[352] Buradaki sözden maksat ta'rîfî değil teklîfî sözdür.
[353] Haşr 59/9.
[354] bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 ; Tirmizî, İlim, 16 ; İbn
Mâce, Mukaddime, 6 ; Ahmed, 4/126.
[355] Ebû Dâvûd, Sünnet, 1 ; Tirmizî, îmân, 18 ; İbn Mâce,
Fiten, 17 ; Ahmed, 2/332.
[356] İbnu'l-Cevziyye, İ'lâmu'I-muvakkıîn'de İbn Batta'dan
Abdurrezzâk'a ulaşan iki isnad ile rivayet etmiştir. Bir başka tarikle daha
rivayet etmiştir ki, hepsi de Hasan (r.a.) vasıtasıyla Rasûlullah'a (s.a.)
çıkmaktadır.
[357] İbnu'l-Cevziyye, Plâmu'l-muvakkıîn'de biraz
değişikliklerle el-Humey-dî'den nakletmiştir.
[358] bkz.
Keşfu'1-hafâ, 1/147. Bu hadisin mevzu olduğu veya en azından sahih olmadığı
söylenmiştir.
[359] Meselâ: "Benden sonra iki kişiye uyun: Ebû Bekir
ile Ömer'e" bkz. Tirmizî, Menakıb, 16, 37; İbn Mâce, Mukaddime, 11 ;
Ahmed, 5/382, 385, 399. Bizzat bu hadis, aynı zamanda bu ikisinin görüşbirliği
etmelerinin icmâ olduğunu iddia eden kimselerin de delili olmaktadır.
Râşid halifeler ve mutlak anlamda sahabeye uyma hakkında geçen öteki
hadislerle görüşlerini delillendirmeleri gibi.
[360] Bu meyanda Buhârî'nin bab başlığı attıktan sonra çokça
hemen konu ile ilgili ashabın görüşlerini zikretmesini de buna örnek olarak
gösterebiliriz.
[361] Matlup olan budur; ancak bunun bağlayıcı olduğu kabul
edilemez. Şu noktayı göz önünde bulundurmak gerekir: Onlar çoğu kez konumuzu teşkil eden içtihadı
konularda ashaba muhalefet edegelmişlerdir. Bu yüzden burada kabul
edilebilecek görüş şudur: Sahâbî görüşü, diğer sahâbîler için ittifakla, daha
sona gelen kimseler için de ihtilafla bağlayıcı olmayacaktır.
_ Eğer meseleden maksat, sahabenin üzerinde ittifak ettikleri şeylerin
alınmasının gerekliliği ise, elbette bunda herhangi bir tartışma bulunmamaktadır.
Çünkü o zaman konu, sünnet bahsi değil, en önemli kısmını oluşturduğu icmâ
konusu olacaktır. Eğer maksat, ittifak şartı aranmaksızın sahabe döneminde carî
olan uygulamalar ise, o zaman bu müctehidin kendisini bağlı hissedeceği şer*î
bir delil olmayacaktır. Burada şöyle denilebilir: Sahabenin ihtilafı durumunda
onların sünneti haddizatında vâhid haberler ve zahir nasslar gibi bir hüccet
olma durumundan çıkmaz. Bu durumda onlarla amel etme tercihe bağlı olur.
Tercihi gerektiren bir delil bulunmaması halinde vacip olan tevakkuf etmek ya
da muhayyer kılmaya gitmektir. Aynen tearuz durumunda olduğu gibi. Bu durumda
mesele şöyle ortaya konulabilir: Sözlü ya da fiilî sahâbî sünneti, icmâ sahası
dışında kalmakta, vâhid haber gibi sünnet sayılmakta ve zannî bir hüccet olarak
değeri endirilebilmektedir. Bu mânâ, el-Amidî'nin sahâbî kavli hakkındaki
sözlerinden alınmıştır
[362] Müctehidin ictihâd edip kendi nazarında hükme
ulaştıktan sonra bir başkasını taklit edemeyeceği konusunda ittifak
bulunmaktadır. İctihâdda bulunmadan önce ise ihtilaf bulunmaktadır ve bu
konuda yedi görüş vardır: Biri burada işaret edilen görüştür ki, İmam Şafiî'den
nakledilmiş olmaktadır. Buna göre müctehid birinin sadece sahâbîyi —başkasını
değil— taklit etmesi caiz olabilir. Ancak bu da, sahâbînin görüşünün kendi
nazarında diğer görüşlerden daha üstün olduğunun sabit olması şartına bağlıdır.
Aksi takdirde muhayyer olur. İmam Ahmed, bunun mutlak olarak caiz olacağını
söylemiştir. Iraklılar, fetva vereceği konularla ilgili değil de, kendisini
ilgilendiren konularda taklidinin caiz olacağını söylemişlerdir. el-Âmidî,
mutlak men görüşünü tercih etmiştir.
[363] Yani o her ne kadar kendi nazarında sıhhati sabit
olmuş hadisleri, sahâbî görüşlerine karşı terketmese de, konu ile ilgili hadis
bulamadığı zaman onların uygulamasına başvurmakta bir tereddüt göstermezdi.
Bunu şu da teyid eder: İ'lâmu'l-muvakkıîn'de nakledildiği üzere İmam Şafiî
Bağ-dâd'da yazdığı Risalesinde "bid'atı; Kitap, sünnet ya da sahabeden
gelen uygulamalara (eser) ters düşen şey" olarak belirlemiştir.
[364] Bedir savaşına katılan ilk müslümanlar. (Ç)
[365] Bu kelime ilk zamanlarda Kur'ân'ı ve muhtevasını iyi
bilen din bilginleri anlamında kullanılırken, zamanla sadece kıraat ilmi ile
uğraşanlar mânâsı kazanmıştır. (Ç)
[366] "Lâ ilahe illallah" demek. (Ç)
[367] Meselâ şu hadis gibi: "Ashabım, hakkında
Allah'tan korkun! Allah'tan korkun! Benden sonra onları kendinize hedef
seçmeyin. Kim onları severse, bana olan sevgisi sebebiyle sever; kim de onlara
buğzederse bana olan buğzu sebebiyle buğzeder..." bkz. Tirmizî, Menâkıb,
58 ; Ahmed, 4/87, 5/54.
[368] Zira inanmayan kimseler de onunla konuşuyorlar, bir
arada bulunuyorlardı; ancak bu onlara hiçbir şey kazandırmıyordu. (Ç)
[369] Bu her ne kadar onları sevmeye ve onlara buğzedenlere
karşı düşmanlık beslemeye iten en önemli saiklerden biri ise de, asıl istidlale
mahal olan kısım öncesidir.
Bu dördüncü delil de aynen birincide olduğu gibi, ashabın —re'y ve
görüşlerine değil de— fiillerine ve teklifi sözlerine uymanın gerekliliği konusunda
açıktır.
[370] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/70-77
[371] Meselâ, "Melek kalbime şunu şunu ilkâ etti"
buyurduğu zaman, o, hem vahiy meleğinin o şeyi kalbine ilkâ etmiş olduğu
konusunda, hem de o haberin muhtevası konusunda doğrudur.
[372] Buna Müslim'de yer alan ve hurmaların aşılanması ile
ilgili bulunan hadis ters düşmez. Bu hadise göre Rasûlullah (s.a.) hurmaları
aşılamakta olan kimselere: "Sanırım, onu koymasanız daha iyi olur"
demiş, onlar da Rasûlullah'ın (s.a.) bu sözüne itimatla aşılamayı terketmişler.
O sene mahsul daha az olmuş ve durumu Rasûlullah'a (s.a.) açmışlar. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) da: "Ben sadece bir beşerim. Size dininizle ilgili birşey emredersem, onu
alın. Kendi görüşümden birşey emredersem, ben de nihayet bir beşerim"
buyurmuş. Bu hadis müellifin sözüne ters düşmez; çünkü bu aslında bir haber
değildir. Aksine o, tabiî bir sebep olarak itikat edip uygulayageldikleri
âdetleri hakkında bir şek kabilinden olmaktadır. Sanki onlara "Bunu da
bir tecrübe edin" demiş gibi olmaktadır. "Sanırım, onu koymasanız
daha iyi olur" sözünden anlaşılan budur. Görüldüğü gibi Rasûlullah
(s.a.), sözünü kesin bir habermiş gibi söylememiştir. Aksine Rasûlullah
(s.a.), şer'î olmayan tamamen tabiî olan bir sebep konusunda onlardan kendi
önerdiği şeyi de tecrübe etmelerini istişârî mahiyette istemiş olmaktadır.
Yoksa maksadı kesin bildiği bir konuda haber vermek değildir.
[373] Bundan maksat, sözlü bir beyan olmaksızın maksadı
anlaşılır kılan işaret olmaktadır.
[374] İlkâ, vahiy meleğinin ibare ya da işareti olmaksızın
kalbe yapılan ilhamdır. İlkâ ile birlikte, kalpte mutlaka o şeyin Allah
katından olduğu bilgisinin yaratılması da zorunlu olmaktadır. Bu kadarı,
vahyin üç türü arasında müşterek olmaktadır. Zira şifahî ve işaret yolu ile
olan vahiylerde, mutlaka kendisinin melekle muhatap olduğu bilgisinin
yaratılması da zorunlu bulunmaktadır. Bu yüzden bu üç yol, hem kendisi hem de
diğerleri hakkında bağlayıcı kat'î birer hüccet olmaktadır. Bu üç nevi, açık
vahiy olmaktadır ve hüküm için ihtiyaç anında onlardan birini beklemesi gerekmektedir.
Eğer beklemesine rağmen hasıl olmamışsa o zaman ictihâd eder. Onun içtihadı
sadece kıyas yoluyla olur, iki delilin tearuzu durumunda tercihe gitme yolu
ile olmaz. Çünkü müteahhir olan delile dair bilgi bulunmamaktadır. Diğerlerine
nisbetle başvurulan başka ictihâd yollarıyla da olmaz. Onun içtihadı bâtını
bir vahiy olmaktadır.
[375] . Keşful-hafâ,
1/268. Hadisin sonunda bazı rivayetlerde şu ziyade de bulunmaktadır:
"Rızkınızın gecikmesi, sizi, onu Allah'a masiyet yoluyla elde etmeye
sevketmesin. Çünkü Allah katında olan bir şey, ancak tâat yoluyla elde
edilebilir." Hadiste sözü edilen rızkın güzel yollarla talep edilmesinden
maksat, aşırı bir hırs göstermeksizin rızkın meşru sebeplerine tevessül
etmekle onun elde edilmeye çalışılmasıdır.
[376] Buhâri, Leyletu'1-kadr, 2, 3, Ta'bîr, 8 ; Müslim,
Sıyâm, 208 ; Ebû Dâvûd, Ramazan, 2, 3.
[377] Buhâri, Leyletu'1-kadr, 2; Müslim, Sıyâm, 205.
[378] Ebû Dâvûd, Salât, 28 ; Tirmizî, Salât, 25 ; Ahmed,
4/43.
[379] Müslim, Salât, 106 ; Nesâî, İmamet, 63.
[380] Tahkiki yapan Dıraz'ın notunu dikkate alarak
"emrî" diye çevirdik. Çünkü buradaki Rasûlullah'ın (s.a.) sözünden
maksat: "Namazını güzel kıl!" anlamında bir emir olmaktadır.
[381] Muvatta, Akdiye, 33 (2/752).
[382] bkz. Îbnul-Cevzî, Menâkıbu Ömer, 172. Irak bölgesinde
müslüman askerlerin komutanı olan Sâriye b. Zenîm müşriklerle bir savaşa
girişmişti ve neredeyse yenilecek bir durumdalardı. işte bu esnada Medine
minberi üzerinden Hz. Ömer ona nidada bulunmuş ve o da hem nidasını işitmiş,
hem de kendisini orada görmüş ve hemen dağa doğru çekilmiş ve böylece
yenilgiden kurtulmuştu. Temyîzu't-tayyib mine'l-habîs adlı kitapta şöyle denir:
"Olayı el-Vahidî, (Üsâme b. Zeyd' b. Eşlem—babası—Ömer) tariki ile
nakleder. Beyhakî aynı olayı ed-Delâil'de, İbnu'l-A'râbî de
Kerâmâtu'I-evIiyâ'da rivayet eder."
[383] Bu itibarla ondan haddizatında doğruluktan başka
birşey sâdır olmaz. Onun mucize ile takviyesi de, bizi sadece bu itikada
götürür.
[384] Konu ili ilgili açıklamalar daha geniş bir şekilde
Makâsıd bölümünde Dördüncü Nev1! içerisinde On Birinci Mesele'de geçmişti.
[385] Yani söz konusu olan meselenin dışında kalan diğer
meselelerde doğruluğu ortaya çıksa bile, hata imkânı konumuz olan meselede,
onun gerçekten öyle olup olmadığı açıkça ortaya çıkıncaya kadar, hata ve vehim
ihtimali bulunmaya devam edecektir. Tahakkuku ve gerçekleşmesi halinde ise, artık
olayın bizzat kendisi esas alınacak, keşf ve rüyaya itibara zaten gerek
kalmayacaktır.
[386] Lokman 31/34. Hadis için bkz. İbn Kesîr, 3/452.
[387] En'âm 6/59.
[388] Cinn 72/26.
[389] Âl-i İmrân 3/179.
[390] Neml 27/65.
[391] Müslim, îmân, 287.
[392] Altıncı Mesele'de.
Hatırlanacağı üzere orada umûm (burada genel esas anlamında) sadece
lâfızlardan çıkarılmaz. Lâfızlar yanında ikinci bir yol olarak, aynı mânâya
gelecek delillerin istikrası yani aynı mânâyı işleyen pek çok delilin bir arada
değerlendirilmesi ve onların müşterek noktalarının tesbit edilmesi ve böylece
genel bir sonuca ulaşılması yoluyla da olur.
[393] Ezan hakkındaki Abdullah b. Zeyd'in rüyasına olan
tanıklığı gibi.
[394] Sadece irşad ve nasihat mânâsı taşır.
[395] Bu söz şöyle bir sorunun izalesi için getirilmiştir:
Madem ki harikuladeliklerin, kerametlerin herhangi bir faydası
bulunmamaktadır, çünkü üzerine hiçbir hüküm bina edilemiyor. O zaman bunların
ne gereği var? Müellif işte bu soruya şöyle cevap veriyor: Aksine bundan daha
önemli bir faydası vardır. O da yakînî bilginin artması, iman nurunun kat kat
çoğalması sebebiyle kalbin iyice yatışması, Rabb hakkındaki bilgi ve basiretin
artmasıdır.
[396] Deliller bahsinin İkinci Mesele'sinde.
[397] "Bu" kelimesinden maksat, kat'î ya da zannî
bir esası bulunmayan meseleye işaret değildir. Çünkü Rasûlullah'ın (s.a.} keşf
ya da rüya yoluyla vakıf olduğu herşey —Mesele'nin başında da geçtiği gibi—
haktır ve hatadan korunmuştur. Aksine bu işaret ismi, asıl konuya yani keşif
ve gayba olan vukufiyet ile amel edilip edilmeyeceği meselesini göstermektedir. Yani şöyle:
"Rasûlullah'ın (s.a.) keşfin gereği ile amel etmiş olması bizim için
zannî de olsa bir dayanak olabilir. Dolayısıyla bu konuda kendimizi ona kıyas
edebiliriz" denilemez. Çünkü bu bir kıyas maa'1-fânk olur. Çünkü
Rasûlullah (s.a.) masumdur, bizim ise böyle bir özelliğimiz bulunmamaktadır.
[398] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/77-84