Ek: 2. 1

Cedel İlmi 1

(Soru Ve Cevaba Dair Hükümler) 1

Birinci Mesele: 1

İkinci Mesele: 2

Üçüncü Mesele: 8

Dördüncü Mesele: 10

Beşinci Mesele: 12

Altıncı Mesele: 16

 

 

 

EK: 2

CEDEL İLMİ

(SORU VE CEVABA DAİR HÜKÜMLER)

 

Bu konuya dair, gerek öncekilerden gerekse sonrakilerden ol­mak üzere birçok âlim eser yazmıştır.

Bu kitapta bizim bu bahisten maksadımız bazı meseleler üze­rinde durmak olacaktır:

BİRİNCİ MESELE:

 

Soru, ya âlimden, ya da âlim olmayandan sâdır olur. Alimden maksadım müctehid, âlim olmayandan maksadım da mukallittir. Her iki takdire göre de, soru sorulan kişi ya âlim olacak, ya da âlim olmayacaktır. Böylece karşımıza dört şık çıkmaktadır:

(1)

Alimin sorması: Bu meşru bir tarzda[1] çeşitli şekillerde ger­çekleşir: Olmuş birşeyi tahkik etmek, karşılaştığı bir problemi ortadan kaldırmak, unutacağından korktuğu birşeyi hatırlamak, soru sahibini istifade mahalline arız olabilecek bir hataya karşı uyar­mak veyahut da hazır olan öğrencilere niyabeten ya da muhteme­len zayi olabilecek mahiyette olan bir bilgiyi[2] elde etmek... gibi amaçlarla sorabilir.

(2)

Öğrencinin kendisi gibi olana sorması: Bu da çeşitli şekillerde olabilir: İşittiği birşeyi beraberce müzakere etmek, kendi işitmediği fakat onun işitmiş olduğu birşeyi elde etmek, âlimle karşılaşmadan önce meseleler hakkında beraberce alıştırma yapmış olmak, ya da âlimin anlattığı şeyi anlayabilmek için onun aklından yararlanmak gibi.

(3)

Alimin öğrenciye sorması: Bunun da şekilleri vardır; izale edil­mesi istenilen problem mahalline dikkatini çekmek, aklî derecesini ölçmek, eğer üstün bir anlayış gücüne sahipse, problemin tasavvu­ru için onun yardımını istemek veyahut da bilmediği şeye istidlalde bulunabilmesi için bildiği şeyleri kendisine hatırlatmış ve böylece onu uyarmış olmak... vb. amaçlarla sorması gibi.

(4)

Öğrencinin âlime sorması: Bu soru bahsinde temel esas olmak­tadır ve kişinin bilmediği şeyi öğrenmek amacına[3] yöneliktir.

Birinci, ikinci ve üçüncü kısımda, eğer biliyorsa cevap vermek sorulan kişi üzerine —şer'an muteber olan bir engel bulunmadığı takdirde— bir borçtur. Aksi takdirde aczini itiraf etmesi gerekir.

Dördüncü kısma gelince, bu kısımda cavap vermek mutlak olarak bir borç değildir; aksine konu hakkında tafsilat vardır: Eğer so­ru:

i. Olmuş (ya da olabilecek) bir hadise ile ilgili ise,

ii.  Mutlak değil de öğrenciye nisbetle hakkında şer'î bir nass bulunan bir konu hakkında olursa,

iii.  Soruyu soran kişi aklen cevabı kaldırabilecek bir güçte bu­lunursa,

iv. Cevap dinde sıkıntı doğuracak, tekellüfe sebebiyet verecek şekilde olmazsa,

v. Amelî bir değeri olursa... vb. İşte bu şartlarla kendisine soru yöneltilen kişi, eğer o soruya cevap verebilecek güçte ve bu vasıfta başka bir kimse de yoksa (yani bu kendi üze­rine taayyün etmişse[4]) cevap vermesi kendisine vacip olacaktır.

Bazı hallerde ise cevap vermesi gerekmeyebilir. Bu da şu du­rumlarda olur:

i. Cevap verme, kendisi üzerine taayyün etmez.

ii.  Mesele ictihâdî bir konu olur ve hakkında şer'î bir nass bulunmaz[5]

Bazen de cevap vermesi caiz olmaz. Bu da:

i. Soruyu yönelten kişinin cevabı kaldırabilecek aklî bir güce sahip olmaması[6]

ii. Cevabın ifratı doğuracak olması,

iii. Soruların mugalata cinsinden olması,

iv. Sorunun itiraz anlamı içermesi gibi hallerde söz konusu olur.

Burada konunun açıklık kazanması için aşağıdaki meselelerin vuzuha kavuşmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Onların izahı esnasın­da —Allah'ın izniyle— bu noktalar açıklık kazanacaktır. [7]

İKİNCİ MESELE:

 

Çok soru sormak yerilmiştir.

Bunun delili, konuyla ilgili pek çok sayıda bulunan âyet, hadis ve selef-i salibinin sözleridir. Bu meyanda olmak üzere Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ey inananlar! Açıklanırsa hoşunuza gitme­yecek olan şeyleri[8]sormayın...[9] Hadiste de şöyle anlatılmaktadır: "Oraya yol bulabilen insanların o evi haccetmesi, Allah'ın in­sanlar üzerinde bir hakkıdır"[10] âyeti indiği zaman bir adam[11]

"Her sene rai yâ Rasûlallah!" diye sordu. Rasûhıllah yüzü­nü çevirdi. Adam: "Her sene mi yâ Rasûlallah!" diye üç defa tekrar­ladı. Rasûlullah hepsinde de duymamazlıktan geldi. Dör­dünce defasında: "Canım elinde olana yemin ederim ki, eğer (Evet) deseydim, o size vacip olurdu; eğer vacip olsaydı o zaman da ona güç yetiremezdiniz. Onu yerine getiremediğiniz zaman da küfranda bulunmuş olurdunuz. Ben sizi bıraktığım sürece, siz de beni rahat bırakın" buyurdu.[12] İşte "Ey inananlar! Açıklanırsa hoşunuza git­meyecek olan şeyleri sormayın[13]âyeti bu gibi durumlar hak­kında indi.[14]Rasûlullah çok som sormayı sevmez ve kı­nar, bunu yasaklardı. Hakkında bir hüküm inmemiş[15] konular­da[16] soru sorulmasından hoşlanmazdı. Şöyle buyurmuştur: "Şüp­hesiz ki Allah Teâlâ (bazı şeyleri) farz kılmıştır, onları terketmeyi-niz; bazı sınırlar koymuştur, onları çiğneyip geçmeyiniz; bazı şeyle­ri haram kılmıştır, onları irtikâp etmeyiniz; bazı şeyleri de, unuttu­ğundan dolayı değil, yalnızca size merhametinden dolayı sükût geç­miştir, onların da hükmünü araştırmayınız"[17]

İbn Abbâs şöyle demiştir: "Hz. Muhammed'in ashabından daha hayırlı bir kavim görmedim. Rasûlullah vefat edinceye ka­dar sadece on üç mesele hakkında soru sormuşlardır ki onların hep­si de Kur'ân'da yer almıştır. "Sana hayız hakkında sorarlar..[18] "Sana yetimler hakkında sorarlar.[19] "Sana haram ayı soruyor­lar..[20] Onlar sadece kendilerine yararı olan şeyler hakkında so­rarlardı" O bu sözüyle onların genelde takındıkları tutumun böyle olduğunu söylemek istemektedir. Rasûlullah Şöyle buyur­muştur: "En büyük cürüm işleyen insan, haram olmayan birşey hakkında soru soran ve bu sorusu yüzünden o şeyin haram kılın­masına sebep olan kimsedir."[21] ' "Ben sizi terkettikçe, siz de benim üstüme gelmeyiniz. Şüphesiz kif sizden Önceki kavimler, mutlaka  peygamberlerine fazla soru sormalarından dolayı helak olmuşlar­dır.[22]

Rivayete göre [23] bir gün Hz. Peygamber kalktı; yüzünden öfke­li olduğu belli idi. Kıyametten bahsetti. Ondan önce de azametli şeylerden bahsetmişti. Sonra:

"Kim bana birşey sormak isterse sorsun. Vallahi, bana ne so­rarsanız, mutlaka onun cevabını vereceğim!" buyurdu.

Râvî Enes şöyle der: İnsanlar bunu duyunca iyice ağlamaya başladılar. Hz. Peygamber p^Sf1] da tekrar tekrar "Bana sorun!" diyordu.

Bunun üzerine Abdullah b. Huzâfe es-Sühemî kalktı ve: Babam kim? Yâ Rasûlallah! diye sordu. Hz.Peygamber:

: "- Baban Huzâfe'dir" buyurdu. Hz. Peygamber tekrar tekrar "Bana sorun!" diye devam edince Hz. Ömer dizleri üzerine çökerek:

- Yâ Rasûlallah! Biz Rab olarak Allah'tan, dîn olarak İslâm'dan, peygamber olarak Muhammed'den razıyız; dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sükûn buldu ve âyet indi.[24]

Daha önce Hz. Peygamber "İrâde ve kudretiyle yaşa­dığım Allah'a yemin ederim ki, az önce ben namaz kılarken cennet ve cehennem şu duvarın üzerinde[25]bana arzedildi. Hayırda da serde de bugün gibisini görmedim" buyurmuştu. Hadisin akışını (siyak ve sibakını) da göz önünde bulundurduğumuzda, Hz. Pey-gamber'in öfke içerisinde "Bana sorun!" buyurmaları, su­âlin neticelerini[26]göstermek suretiyle onları tenkîl anlamı taşı­maktadır. Bu yüzdendir ki âyette, "Ey iman edenler! Size açıkla­nınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. [27]ifadesi gelmiştir.

İsrâîloğulları'nm bir inek boğazlamakla[28] emredilmiş olmala­rıyla ilgili kıssa da böyledir. İbn Abbâs'tan rivayete göre onlar herhangi bir inek boğazlamakla emri yerine getirme imkânına sahipti­ler. Ancak onlar yönelttikleri sorularla ifrata gittiler, Allah da zor­laştırdıkça zorlaştırdı. Sonunda güçlükle boğazladılar, "Nerdeyse de yapmayacaklardı."

er-Rabî' b. Haysem şöyle demiştir: "Ey Allah'ın kulu! Allah Teâlâ'nın kitabına dair sana öğretmiş olduğu bir bilgiden dolayı O'na hamdet. İlmine ulaşamadığın şeyleri ise bilenine havale et ve sakın tekellüfe girme! Çünkü Allah Teâlâ peygamberine şöyle bu­yurmaktadır: "De ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyo­rum. Ve ben kendiliğimden birşey teklif edenlerden (tekellüfe giren­lerden) de değilim"[29]

İbn Ömer şöyle demiştir: "Olmayan şeylerden sormayın. Çünkü ben Ömer'i, olmayan şeyler hakkında soru soran kimselere lanet ederken işittim"

Hadiste de Rasûlullah'mugalatalardan menettiği" rivayet edilmiştir.[30]el-Evzâî, bunu "ağdalı meseleler" diye açıkla­mıştır.

Muâviye'nin yanında bazı meseleler anılmış, bunun üzerine o: "Rasûlullah'm ağdalı meselelere dalmayı yasakladığını bil­mez misiniz?" demiştir.

Abde b. Ebî Lübâbe de şöyle demiştir: "Bu zamanda isterim ki hiçbirşey hakkında zamanımız insanlarına soru sormayayım; onlar da bana sormasınlar. Para sahiplerinin paralarıyla övündükleri gi­bi, meseleciler de meselelerinin çokluğu ile övünmekteler"

Hadiste şöyle gelmiştir: "Çok soru sormaktan sakının!"[31]

İmam Mâlik'e: aRasûlullah size dedikoduyu ve çok so­ru sormayı yasakladı" hadisini sordular. Şöyle cevap verdi: "Çok soru sormaktan maksat bilmiyorum, acaba benim size yasakladı­ğım çok mesele ortaya atmak hakkında mıdır? Bilindiği üzere Rasûlullah meselecilikten hoşlanmaz ve bunu ayıplardı. Allah Teâlâ da: "Ey inananlar! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın...[32] buyurmuştur. Yoksa yasak olan, bah­şiş isteme (dilenme) hakkında mıdır? Bilemiyorum"

Hz. Ömer (r.a.) minber üzerinde iken şöyle demiştir: "Olmayan şey[33] hakkında soru soran her bir kimse hakkında Allah'a ileniyo­rum. Çünkü Allah Teâlâ, olan şeyleri haber vermiştir"

İbn Vehb ise şöyle demiştir: İmam Mâlik —ki kendisi meseleci-liğe ve onlara çok cevap vermeye karşıdır— bana: "Ey Allah'ın ku­lu! Bildiğin birşeyi söyle ve ona delâlet et. Bilmediğin şey hakkında ise sus. İnsanlar için kötü örnek olmaktan sakın!" demiştir.              

el-Evzâî de şöyle der: "Allah Teâlâ, kulunu ilmin bereketinden mahrum etmek istediği zaman, onu mugalatalarla uğraşmaya müb-telâ kılar"

el-Hasen'den de şöyle rivayet edilmiştir: "Allah'ın en kötü kul-" lan, en zararlı meseleleri ortaya atıp, onlarla Allah'ın kullarını sı­kıntıya sokan kimselerdir"

eş-ŞaTaı ise: "Vallahi şu insanlar bana mescidi en sevimsiz bir yer haline getirdiler. Hatta orası bana' evimin çöplüğünden daha da sevimsiz bir yer haline geldi" demiştir. Ben: "Kim onlar ey Ebû Ömer!" diye sordum. "Eraey teriler..." dedi ve ekledi: "Eraeyte[34]kelimesinden daha çok nefret ettiğim bir başka kelime yoktur!"

Yine o Davud'a şöyle demiştir: "Dikkat et ve benden şu üç şeyi aklında tut: Birincisi: Sana bir mesele sorulur da cevap verirsen, meseleni "Eraeyte" ile teyid yoluna gitme.[35] Çünkü Yüce Allah ki­tabında: "Eraeyte men ittehaze ilâhehû heuâhu..." ("Heva ve heves­lerini kendisine tanrı edineni görmedin mi?"[36] buyurmaktadır.[37] İkincisi: Sana bir mesele sorulduğu zaman, birşeyi başka birşeye kıyas etme.[38] Eğer öyle yaparsan belki bir helâli haram, bir hara­mı da helâl kılabilirsin. Üçüncüsü: Bilmediğin bir mesele hakkında sorulursan, 'Bilmiyorum; bu konuda ben de senin gibiyim' de"

Yahya b. Eyyûb şöyle derdi: "Bana ulaştığına göre ilim ehli şöyle derlerdi: Allah Teâlâ kuluna ilim öğretmek istemediği zaman, onu mugalatalarla meşgul eder"

Bu konuda nakledilen sözler pek çoktur.

Sözün özü şudur: Çok soru sormak ve meseleleri aklî bahisler ve tamamen nazarî olan ihtimallerle teyit yoluna gitmek verilmiş­tir. Rasûlullah'ın ashabı çok soru sorma konusunda uyarıl­mışlar ve onlar da böyle bir davranışa girmekten kaçınmışlardır. Öyle ki, bedevilerin gelip de soru sormalarını ve böylece Rasûlul­lah'ın cevabını işitmeyi ve bu yolla ondan ilim öğrenmeyi arzu eder olmuşlardı. Sahîh'te Enes'ten rivayet edilen şu hadise baksana; O şöyle diyor: "Rasûlullah'a birşey hakkında soru sormamız bize yasaklanmıştı. Bâdiyede oturanlardan akıllı birinin gelip, ona soru sorması ve bizim de işitmemiz çok hoşumuza gider­di. Ashap hiç soru sormaz olmuştu. Sonunda Cibril geldi, Rasû­lullah'ın dizi önüne oturdu ve ona İslâm, îmân, ihsan, kıya­met ve alâmetleri hakkında sordu. Sonra Rasûlullah bize, soru soranın Cibril olduğunu bildirdi ve: "Sizin Öğrenmenizi istedi; zira siz soru sormamaktasınız" buyurdu.[39]

İmam Mâlik'e de aynı şekilde fazla soru sorulmazdı ve yakınla­rı ona soru sormaktan çekinirlerdi. Esed b. el-Furât anlatır: Ben İmam Mâlik'e yeni gelmiştim. İbnu'l-Kâsım ve diğer büyük tabileri bana soru sordururlardı. Cevap verdiği zaman onlar bana: "Eğer durum şöyle olursa nasıl olur?" de! derlerdi. Ben de Öyle derdim. Bir gün benden sıkıldı ve bana şöyle dedi: "Bu kapıyı araladın mı, çorap söküğü gibi bunun ardı arkası kesilmez. Eğer sen illâ da bu gibi şeyleri öğrenmek istiyorsan, o zaman Irak'a gitmelisin"

İmam Mâlik, Iraklıların fıkhını ve tutumlarını beğenmiyordu; çünkü onlar ifrat ölçüsünde (nazari) meselelere dalıyorlar ve re'yde aşırı gidiyorlardı.

Rivayete göre bir kadın Hz. Aişe'ye gelmiş ve "Hayız gören bir kadın daha sonra neden oruçlarım kaza ediyor da namazlarını kaza etmiyor?" diye sormuştu. Hz. Aişe ona: "Sen Harûra meşrepli mi­sin?" diye sert çıkarak, böyle bir soruya karşı tepkisini göstermiş­ti.[40]

Rasûhılîah birinde cenîn hakkında gurre[41] ile hük­metmişti. Aleyhine hüküm verilen kişi: "İçmeyen, yemeyen, tenef­füs etmeyen ve hiç ses çıkarmayan birşeyi nasıl tazmin ederim?! Böyle birşey heder olur" dedi. (Sözlerini seçili bir şekilde söyleyen bu kimse hakkında) Rasûlullah: "Bu, muhakkak kâhinler tâifesindendir" buyurmuştur.[42]

Rabîa, Saîd b. el-Müseyyeb'e parmakların diyeti hakkında sor­muş ve: "Acı büyürken, musibet artarken diyet miktarı azalıyor mu?" demişti. Saîd ona: "Sen Iraklı mısın?" demiş, o da: "Hayır; ak­sine tahkik etmek isteyen bir âlim, ya da öğrenmek isteyen bir câhil" deyince: "Yeğenim, sünnet böyle!" demişti.

Çok soru sormanın mekruhluğunu ifade için bu kadarı yeterli­dir.                                                                                                                           

Fasıl:

Bütün bunlardan soru sormanın mekruh bulunduğu yerler ol­duğu ortaya çıkmaktadır. Bunları aşağıdaki şekilde sıralama müm­kündür:

(1)

Dinî bir faydası bulunmayan sorular: Abdullah b. Huzâfe'nin "Babam kim?" şeklindeki sorusu böyledir. Tefsirlerde anlatıldığına " göre Rasûlullah'a hilâller hakkında sormuşlar ve, "Niye   . , önce iplik gibi incecik gözüküyor sonra giderek büyüyor ve nihayet dolunay halini alıyor, daha sonra tekrar küçülmeye başlıyor ve eski incecik halini alıyor?" demişlerdi. Bunun üzerine: "Sana yeni do­ğan hilâl şeklindeki ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanlar ve özel­likle hac için vakit ölçüleridir"[43] âyeti gelmiş, verilen cevapta so­runun mecrası değiştirilerek insanlara dinî bir fayda sağlayacak şe­kilde cevaplama yoluna gidilmiştir.[44]

(2)

İhtiyacı kadar olan bilgiye sahip olduktan sonra sorması: Meselâ, birisinin hacla ilgili olarak "Her sene mi?" diye sorması gi­bi. Halbuki "Oraya yol bulabilen insanların o evi haccetmesi, Al­lah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır"[45] âyetinin zahiri, mutlak ol­ması hasebiyle ömrî yani hayatında bir defa olduğunu göstermekte­dir. İsrailoğulları'nın, Allah Teâlâ'nın "Allah, bir sığır kesmenizi emreder"[46]buyruğundan sonra soru sormaları da böyledir.

(3)

Halihazırda ihtiyaç duyulmayan birşey hakkında sormak. Sa­nıyoruz bu kısım —Allah daha iyi bilir ya— hakkında herhangi bir hüküm inmemiş olan şeyler hakkında olmalıdır. "Ben sizi terkettik-çe siz de benim üstüme gelmeyiniz[47]"Allah, bazı şeyler hakkında da, unuttuğundan değil, size olan merhametinden dolayı sükût et­miştir (afu). Onları deşelemeyiniz"[48]hadisleri de işte buna delâlet etmektedir.

(4)

Zor, çetrefilli ve zararlı meseleler hakkında sormak: Mugalata­larla ilgili olarak gelen yasak bu kabildendir.[49]

(5)

Taabbudî olup, akıl yoluyla mânâsı kavranamayacak bir konuda, hükmün illetini sormak. Ya da soruyu soran kişinin aklının yet­meyeceği birşeyi sorması. Hayızlı kadının, niye namazlarını kaza etmeyip de orucunu kaza ettiği hakkında sorulması gibi.

(6)

Soruda aşırılığa kaçılması ve tekellüfe girilmesi[50]. "De ki: Bu­na karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben kendiliğimden birşey teklif edenlerden (tekellüfe girenlerden) de değilim"[51] âyeti işte buna delâlet etmektedir. (Amr b. el-Âs): "Ey havuz sahibi! Ha­vuzuna yırtıcı hayvanlar gelir mi?" diye sorduğunda Hz. Ömer: "Ey havuz sahibi! Söyleme. Çünkü biz onların içtikleri suya geliriz, on­lar bizim içtiğimiz suya gelirler" demiştir.

(7)

Soruda, Kitap ve sünnete re'y ile karşı çıkılması mânâsı bulun­ması. Bu yüzdendir ki Saîd (b. el-Müseyyeb diyetli ilgili soru soran Rabîa'ya) "Sen Iraklı mısın?" diye çıkışmıştır. Mâlik b. Enes'e dedi­ler ki: "Sünneti bilen bir adam onun uğrunda mücadele eder mi?" Bu soruya o: "Hayır! O sünnet olanı bildirir; kabul edilirse ne âlâ, aksi takdirde susar"[52]diye cevap verdi.

(8)

Müteşâbihât konusunda sormak. "Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun te'viline yeltenmek için müteşâbih âyetlere yapışıp, onlarla uğraşır dururlar"[53]âyeti bu konuya delâlet eder. Bu konuda Ömer b. Abdulaziz de şöyle demiştir: "Kim dinini tartış­malara hedef kılarsa, (sabit kalmaz) çabucak yer değiştirir" İmam Mâlik'e "istiva[54] hakkında yöneltilen soru bu kabilden olmaktadır ve İmam bu soruya: "İstiva malumdur, keyfiyet meçhuldür, onun hakkında soru sormak ise bid'attir" şeklinde cevap vermiştir.

(9)

Selef-i sâlih arasında geçen mücadeleler hakkında soru sor­mak. Ömer b. Abdulaziz'e Sıffîn savaşı hakkında sorulduğunda şöy­le demiştir: "O, akan kanlardır ki Allah Teâlâ benim elimi ona bu­laştırmaktan korumuştur; bu itibarla ona dilimin bulaşmış olması­nı istemem"                                                                                            

(10)

Tartışmalarda galebe çalmak, karşı tarafı çaresiz ve zor du­rumda bırakmak için soru sormak. Kur'ân'da bu tür davranış yeril­mekte ve bu gibiler hakkında şöyle buyurulmaktadır: "İnsanlar­dan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri hoşuna gider. Hatta, böyleleri, söylediklerinin kalpten geldiğine (samimi ol­duğuna) Allah'ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanı­dır[55]"Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. Öyle ya onlar kavgacı bir toplumdur"[56] Hadiste de şöyle gelmiştir: "İnsanların Allah'a karşı en sevimsiz olanı, ölçü tanımaz husumet sahibidir"[57]

Bu saydıklarımız soru sormanın mekruh olduğu yerlerden ba­zılarıdır ve diğerleri de bunlara kıyas edilir. Ancak bunlar hakkın­da söz konusu olan yasak hep aynı düzeyde değildir; bunlardan bir kısmı hakkında varid olan kerahiyet şiddetli, bir kısmında hafif, bir kısmı ise kesin haram, diğer bir kısmı da içtihada mahal bulun­maktadır. Dinde mücadele hakkında varid olan yasak bunlardan bir kısmını kapsar haldedir. Meselâ: "Kur'ân hakkında tartışma, kâfirliktir"[58] hadisi böyledir. Allah Teâlâ da şöyle buyurur: "Âyetlerimizi alaya alanları gördüğün zaman, onlardan uzaklaş"[59]Benzeri daha başka âyet ve hadisler de vardır. Dolayısıyla bu gibi konular hakkında soru sormak yasaktır. Cevap vermek de ona göredir. [60]

ÜÇÜNCÜ MESELE:

 

Büyüklere karşı itirazı terketmek iyi birşeydir ve övgüye değer bulunmuştur. İtiraz edilen konunun anlaşılabilir olup olmaması arasında fark yoktur. Bunun delilleri şunlardır:

(1)

Kur'ân'da bu kabilden delâletler bulunmaktadır. Meselâ Mû~ sâ'nın Hızır ile olan kıssası böyledir. Hızır, Musa'ya kendiliğinden açıklamadıkça kendisine hiçbir soru sormama şartını ileri sürmüş­tür. Tabii tahammül edemeyip şarta riayet etmeyince de Allah Te-âlâ'mn, "İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır[61] buyurduğu üzere ondan ayrılmıştır. Rasûlullah onun hakkında "Al­lah Musa'ya rahmet etsin! Keşke sabretseydi de bize haberleri anla-tılsaydı"[62] buyurmuştur. Gerçi Mûsâ ilim dili ile konuşmuş­tur. Buna rağmen şarttan çıkılması, meşruttan da çıkılmasını ge­rektirir.[63]Haberlerde şöyle bir rivayet bulunmaktadır: Melekler Allah Teâlâ'ya: "Yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek in­sanı mı halife kılıyorsun..[64]dediklerinde Yüce Allah: "Sizin bi­lemeyeceğinizi her halde ben bilirim" buyurarak onların itirazlarını reddetti, üzerlerine bir ateş gönderdi ve onları yaktı. Bundan daha şiddetli olan itiraz, İblis'in, "Ben ondan daha hayırlıyım; beni ateş­ten yarattın, onu da çamurdan yarattın"[65] şeklindeki sözüyle ol­muş ve Allah Teâlâ onu bu tavrıyla, herşeyi yerli yerine koyan ve herşeyden haberdar olan Yüce Zâtına baş kaldırıp itirazda bulun­ması sebebiyle rahmetinden ebedî olarak kovmuştur. Bu, konumu­za bir delil olmaktadır. Bakara sûresinde sözü edilen ve kendilerin­den bir sığır boğazlamaları istenilen güruhun tavrı da bu kabilden­dir.[66]Onlar sualde aşırı gittikçe Allah Teâlâ da işlerini zorlaştır­mıştır.

(2)

Haberlerde yer alan deliller: Meselâ şu hadislerde olduğu gibi: Rasûlullah ölüm hastalığında: "Gelin! Sizin için ondan sonra bir daha sapıtmayacağınız bir kitap (mektup) yazayım" bu­yurmuştu. Bu konuda sahâbîlerden bazısı[67] itiraz etti. Bunun üze­rine Rasûlullah da onların yanından çıkmalarını emir bu­yurdu ve onlar için hiçbirşey yazmadı.[68] Hz. İsmail'in annesi ile il­gili kıssada da buna delil vardır. Şöyle ki: O ilk defa Zemzem'i bul­duğu zaman hemen önünü çevirmiş ve suyun akmasına engel ol­muştu. Onun bu davranışı hakkında Rasûlullah: "Eğer o-nu kendi haline bıraksaydı, Zemzem akan bir kaynak olurdu'[69] buyurmuştur.[70]Bir hadiste şöyle anlatılmaktadır: Rasûlullah için bir tencere kaynatıldı, içinde et vardı. "Bana bir uyluk ver!" buyurdu. Ravi diyor ki: Ben ona bir uyluk verdim. "Bana bir uyluk ver!" buyurdu. Ben ona bir kol verdim. "Bana bir uyluk ver!" buyurdu. Ben ona: "Yâ Rasûlallah! Bir koyunun kaç uyluğu olur ki?" dedim. Bunun üzerine o: "Canım elinde olana yemin ederim ki, eğer sus-saydın, elbette ben istedikçe sana uyluklar verilirdi"buyurdu.[71] Hz. Ali hadisi5 de şöyle: "Rasûlullah geceleyin benim ve Fâ-tıma'mn yanına girdi ve namaz kılmamız için bizi uyandırdı. Ben gözlerimi oğarak oturdum. Şöyle diyordum: "Vallahi biz, sadece Al­lah'ın üzerimize yazdığını kılarız. Elbette bizim canlarımız Allah'ın elindedir. Onu diriltmek (uyandırmak) istediği zaman diriltir (uyandırır)" Bunun üzerine Rasûlullah "İnsan ne kadar da mücadeleci![72] diyerek gerisin geri döndü.[73] (Sehl b. Huneyf, Sıffîn harbi sırasında) şöyle demiştir: "Ey insanlar! Kendinizi suçla-yın.[74] Biz Ebû Cendel gününde[75] bulunduk. Eğer Rasûlullah'ırı emrini reddetmek elimizden gelseydi elbette onu yapar­dık"[76] Saîd b. el-Müseyyeb'in dedesi Hazn[77] Rasûlullah'a temsilci olarak gelmişti. Kendisine ismini sordu. O "Hazn!" deyince Rasûlullah "Yok, aksine sen Sehl'sin!" buyurdu.[78] O: "Ba­bamın bana verdiği bir ismi değiştiremem" diye karşılık verdi. Saîd: "O gündür bugündür bizde hüzün eksik olmaz" demiştir.[79]

(3)

Tecrübeyle sabittir ki, büyüklere karşı itirazda bulunmak, hiç­bir fayda sağlamama sonucunu doğurmakta, hoca ile talebe arasım açmaktadır. Özellikle de sûfiyye buna çok Önem vermektedir. Onla­ra göre bu, en büyük hastalıktır. Hatta onlardan el-Kuşeyrî, bu hastalıktan tevbe etmenin kabul edilmeyeceğini, bu tür sürçmenin [324) asla bağışlanmayacağını iddia etmiştir. Bu kabilden olmak üzere şu hikaye anlatılır: Ebû Yezîd el-Bestâmî'nin genç bir hizmetçisi vardı. Oruçluydu. Ona, Ebû Türâb en-Nahşıbî ile Şakîk el-Belhî: "Delikanlı! Bizimle birlikte sen de ye!" dediler. O: "Ben oruçluyum" dedi. Ebû Türâb: "Ye, sana bir aylık sevap var" dedi. O yanaşmadı. Şakîk: "Ye, sana bir yıllık oruç sevabı var" dedi. O yine yanaşmadı. Bunun üzerine Ebû Yezîd el-Bestâmî: "Allah'ın gözünden düşmüş olan şunu bırakın!" dedi. Sonra o genç hırsızlık yapmaya başladı ve bu yüzden eli kesildi. İmam Mâlik, peşi peşine soru sorması üzerine Esed'e "Bu kapıyı araladın mı, çorap söküğü gibi bunun ardı arkası kesilmez. Eğer sen illâ da bu gibi şeyleri öğrenmek istiyorsan, o za­man Irak'a gitmelisin" demiş ve verdiği cevaba itiraz etmesi üzeri­ne gerekli faydadan uzak kalacağına dikkatini çekmişti. Onun ha­yatım araştıranlar buna benzer çok şey bulur.

Bu arzettiklerimizden çıkan sonuç şudur: Emanet ve doğruluk­la bilinen, fazilet, din ve takva sahibi kimselerin yolu üzere olduğu malum olan bir âlime herhangi bir olay hakkında sual sorulur ve o da cevap verirse veya ona kendisinden beklenmeyen bir hal anz olursa veyahut da dinleyen kimsenin anlayamayacağı birşey sadır olursa, o kimsenin itiraz ve eleştiriye mahal kılınması doğru olmaz. Eğer ortada gerçekten bir problem varsa, bu takdirde sonucu bekle­mek başarı için daha uygun, amacı elde etmek için daha faziletli bir  tavır olacaktır. İnşâallah! [80]

DÖRDÜNCÜ MESELE:

 

Zavâhire (ibarelerden ilk bakışta anlaşılan mânâlara) itiraza kulak asılmaz.

Delili: Sâri' Teâlâ'nın meram ve maksadına tercüman olan biz­zat Arap dili olmaktadır. Arap dilinde "nass"[81] bulunması ya im­kânsız ya da çok nadirdir. Zira daha önce de geçtiği üzere218 nassın, nass olabilmesi için on ihtimalden uzak olması gerekmektedir. Bu ise nadir ya da imkânsızdır. Şu halde Arap dili ile bir delil geldiği zaman sözü edilen ihtimaller onu kuşatmış olacaktır İhtimal içeren [325i bir delil ise, müteahhir ulemânın ıstılahına göre "nass" olmaz. Geri­ye ise zahir ve mücmel kalmaktadır. Mücmelde yapılacak şey, mü-beyyini yani mücmelliği ortadan kaldırıcı delili aramak veya durup sonucu beklemek (tevakkuf)'tir. Şu halde temel dayanak sadece zahir olacaktır. Dolayısıyla ona itirazda bulunmak doğru olmaz. Zi­ra böyle bir tavır aşırılık ve tekellüf anlamına gelir.

Sonra eğer böyle bir tavıra yani ihtimal içeren şeylere itiraz et­meye cevaz verilecek olsa, o zaman şeriatta dayanılabilecek hiçbir delil kalmaz. Çünkü her delilde zayıf da olsa ihtimaller bulunur. Bu durumdabu kabilden itirazlara kulak vermek delili zayıflatır ve bu, sonunda şeriatın bütün delillerinin[82] ya da en azından büyük çoğunluğunun[83] zayıflığına hükmetmek gibi bir neticeyi doğurur. Halbuki durum ittifakla böyle değildir.

Üçüncüsü: Eğer sözde bulunan mücered ihtimaller dikkate alı­nacak olsaydı, o zaman ne kitapların indirilmesinin ne de Peygam­berin gönderilmesinin bir faydası olmazdı. Zira bu takdire göre emir, yasak ve verilen haberlerle insanlar üzerine hüccet ika­me edilememesi gibi bir sonuç gerekir. Çünkü çoğu kez kastedilen şeyin dışında başka mânâlara ihtimal içermeyen nasslar bulunmaz. Ancak bu sonuç, icmâ ve aklıselimin gereği olarak bâtıldır. Dolayı­sıyla böyle bir neticeyi ortaya koyacak şeyin de bâtıl olması lâzım gelir.

Dördüncüsü:[84] Mücerred ihtimaller eğer dikkate alınacak olursa, o takdirde bu âdetlerin (âdât, kevnî hadiseler) çözülmesine ve onlara güvenin ortadan kalkmasına neden olur. Sonunda bu saf­sata kapısını açar ve ilimlerin inkârını gerektirir. Bu mânâyı İmam el-Gazzâlî'nin el-Münkizu mine'd-dalâl adlı eserinde zikrettiği şeyler kısmen açıklar. Hatta Sofistâiyye'nin[85] ilimlerin inkârı sa­dedinde zikretmiş oldukları şeylere baktığımızda, onların esasını âdî (kevnî) ve aklî hakikatlere çeşitli ihtimallerin arız olabileceği noktasının teşkil ettiğini görürüz. Bunlarda durum böyle olunca ta­mamen vaz'î olan durumlarda hal ne olacaktır? Mücerred ihtimalin dikkate alınması sebebiyledir ki, kendilerinden bir sığır boğazlan­ması istenilen İsrailoğulları'nın işi zorlaştınlmıştır. Zira onlar sual-da aşırılığa kaçmışlar, mânâ açık olmakla birlikte ihtiyaç duyulmayacak şeyler hakkında sorular sormuşlardır. Hadiste gelen: "Bu haccımız, bu yıla mı ait, yoksa ömür boyu için geçerli mi?" sorusu da bu kabilden olmaktadır. Benzerleri çoktur. Dahası bu yaklaşım, doğru yoldan sapmanın de temel sebebini teşkil etmektedir. Dikkat edilecek olursa, Kitap'tan müteşâbih olanlara uyanlar, mücerred ihtimallerden hareketle onlara uymaktadırlar. Onlar bu tür ihti­malleri dikkate almakta, onlar hakkında söz etmekte ve gayba rağ­men ve hiçbir delil olmaksızın onlar hakkında kesin hükümde bu­lunmaktadırlar. Onlar, bu tutumları dolayısıyla yerilmişler ve Rasûlullah onlardan uzak durulmasını emir buyurmuştur.

Beşincisi: Kur'ân, kâfirlere karşı aklî genellemeleri ve herkesçe kabul görmüş esasları hüccet olarak kullanmıştır. Meselâ, "Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım:) Bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir? 'Allah'a aittir' diyecekler.'Öyle ise nasıl olup da büyüle­nirsiniz?' de"[86]âyeti böyledir. Bu âyette Allah Teâlâ, mevcut olan herşeyin Allah'a ait olduğuna dair kabullerini kendilerine karşı bir hüccet olarak kullanmış, herşeyde rabliğin Allah'a ait olduğunu ka­bulden sonra başka davalara kalkmaları sebebiyle onların akıllı kimseler olmayıp, büyülenmiş kimseler olduklarını beyan etmiştir. Şu âyet de böyledir: "And olsun ki, onlara, 'Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?' diye sorsan, mutlaka 'Allah...' derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyor­lar?"[87]Yani böyle bir kabulden sonra Rab Teâlâ'nm sadece Allah olduğunu nasıl kabul etmiyorlar ve Allah Teâlâ için şerîk (ortak) id­diasında bulunuyorlar?! "Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Gece­yi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. İşte bu yaratıcı, Rabbiniz olan Allah'tır. Mülk O'nundur.

O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O'na kulluk­tan) çevriliyorsunuz?'[88] Bu ve benzeri âyetler, genel kabul gören esaslardan hareketle, kâfirleri kendi ikrarları ile bağlamakta ve buna muhalif olan hareket tarzını ise akıl dışı ilan etmektedir. Eğer Araplara göre "zahir" itiraz kabul etmez bir hüccet olmasaydı, o zaman umumun gereğini ikrar etmiş olmalarında kendi aleyhleri­ne bü- hüccet bulunmazdı. Ancak görüldüğü gibi durum bunun ter­sinedir. Dolayısıyla bu da onun itiraza mahal olmadığını gösterir.

Sayılanlara şunu da eklemek gerekir: Taraflar ve mezhep sa­hipleri arasında meydana gelen tartışmalar ve bunların kullanmış oldukları istidlaller ve karşı tarafin delili için ileri sürdükleri ihti­maller dikkate alındığında, ortada ne Kur'ân'dan ne de sünnetten hiçbir dayanılacak delil kalmaz. Hatta bu durum inançlarla ilgili alana bile sirayet eder ve onlar Kur'ân'dan ve sünnetten olan delil­leri bir tarafa atarlar ve onlardan birçoğunu âdî olan durumlar üze­rine bina etmeye çalışırlar: "Allah, size kendinizden bir temsil ge­tirmektedir: Mülkiyetiniz altında bulunan köleler içinde, sizinle eşit (haklara sahip) ortaklarınız var mı?[89] "Onların (putların) yürüyecekleri ayaklan mı var, yoksa tutacakları elleri mi var,.[90]ve benzeri âyetlere tutunmuşlar ve bedîhî olmayan, ona yakın da bulunmayan aklî mukaddimelere dayanmışlardır. Bunu yaparken, âdî olan şeylere aklen bazı ihtimallerin girebileceği noktasından kaçmış, oluyorlardı; ancak kaçtıklarından daha da şiddetli olan bir-şeyin içine düştüler. Bunun sonucunda Arapların asla aşina olma­dıkları bahisler ortaya çıktı. Oysa ki Araplar bu dinin ilk muhatap­larıydılar. Onlar felsefeyi işin içine kattılar; öyle konulan araştırdı­lar ki, onları bilmemenin dine hiçbir zararı olmaz ve onlarda derin­leştikçe sadece zarar ve ziyan artar. Bütün bunların esasını, ibare-lerdeki geçerli olan âdetlerden ve varlık âleminde cari bulunan mânâlarından yüz çevirmek teşkil etmektedir. Daha önce câri olan âdetlerin —her ne kadar akıl yoluyla muhtemel bulunsa bile— genel anlamda kat'î oldukları geçmişti. İbareler de aynı şekildedir. Çünkü onlar hitâbî vaz bakımından âdetlere benzerler ya da onlara çok yakındırlar. Yine daha önce zannîlerden nasıl kat'î esasların el­de edildiği geçmişti. Düşünen kişi için bu kitabın en önemli özelliği de budur.[91] Bu vesileyle Allah'a hamd ederiz,Şu halde ibarelerin zavâhirine karşı, mercûh (zayıf) bulunan

ihtimalleri dikkate alarak itiraz etmek doğru değildir. Bu ancak zahirden çıkmayı gerekli kılan bir delilin bulunması halinde caiz olur ve o zaman da konu tearuz ve tercih ya da beyân bahsine dahil olur. Kendisinden yardım görülecek olan ancak Allah'tır. [92]

BEŞİNCİ MESELE:

 

Şer'î mesâil üzerinde duranlar, ya aslî kaideleri üzerinde ya da fer'î cüz'îleri üzerinde dururlar. Her iki durumda da o kimse ya müctehid olur ya da münâzır. Araştırma yapan müctehid ve bunu da kendisi için yapıyorsa, içtihadı sonucunda ulaştığı netice kendisi hakkında hüküm olur. Ancak usûl ve kaideler sadece kat'î esaslar ile sabit olur; bunların zarurî veya nazarî; aklî veya naklî olması arasında fark yoktur. Fer'î meselelere gelince, bunların sabit olabil­mesi için yerinde bilinen kayıtları taşıması şartıyla sadece "zan"[93] yeterlidir. Bu durumda delilin ortaya koyduğu sonuç da, aynı şekil­de kendisi hakkında hüküm olacaktır ve bu konuda münazaraya ihtiyaç duymaz. Çünkü onun araştırdığı konu hakkındaki bu değer­lendirmesi (nazar) ya bir cüz'î hakkında olacaktır ki bu, onu üzeri­ne bina etmiş olduğu küllî hakkındaki değerlendirmesinin bir uzantısı (ikincil) olacaktır. Ya da değerlendirme, daha baştan bir küllî üzerinde yapılmış olacaktır. Küllî esaslar üzerinde yapılan ça­lışma ve değerlendirme ise, önceden yapılan istikranın uzantısı ola­caktır. Bunun için de düşünme ve tetkike, basirete ve geniş bir za­mana ihtiyaç duyacaktır. Meselenin aklî olması halinde de durum aynı olacaktır. Burada münazaranın farzedilmesi bir anlam ifade etmeyecektir. Çünkü müctehid bu sonuca ulaşmadan önce kendi bilgisi dahilinde olan delilleri incelemiş ve onları değerlendirmiştir. Dolayısıyla bu konuda başkalarına ihtiyacı yoktur. Sonuca ulaştık­tan sonra ise, kendisine nisbetle elde ettiği hüküm hakkında bir beyyine üzerinde olmaktadır. Dolayısıyla bu aşamadan sonra onun hakkında münazarada bulunması bir fazlalıktır.

Sonra müctehid kendisi hakkında güvenilir kimsedir. Sözü kabul edilir bir kimse olduğuna göre de, mukallit onu kabul eder ve diğer müctehidi onun emanetine havale eder. Zira o, ona göre sözü kabul edilir bir müctehiddir. Dolayısıyla —eğer meselenin dayanağı (meslek) kendisince açıklık kazanmışsa— münazaraya ihtiyaç kal­maz.

Buna dair pek çok örnek vardır: Meselâ Rasûlullah'ın Hendek savaşı sırasında kuşatmanın kaldırılmasını temin için Me­dine hurmalarının yarısını müşriklere vermeyi teklif etme konu­sunda iki Sa'd'e[94] danışması ve onların fikrini alması, onların sa­vaşma hakkındaki kararlı tavırlarım görünce başka birşey isteme­mesi ve diğerleriyle bu konuda istişareye gerek duymaması böyle­dir. Hz. Âişe'nin durumu hakkındaki danışması ve durumu arzet-mesi de böyledir.[95] Allah Teâlâ konu hakkındaki hükmü indirince, meselenin açıklık kazanması sebebiyle artık onu hiç kimseye açma­mıştır. Bazı Arap kavimleri Rasûlullah'm vefatını mütea­kip zekât vermeye yanaşmayınca Hz. Ebû Bekir onlarla savaş et­meye karar verdi ve bu konuda Hz. Ömer ile konuştu[96] ve savaşın yapılmaması sonucunda ortaya çıkacak maslahata itibar etmedi.Zira aksini gerektiriri şer'î nassı bulmuştu. Üsâme ve ordusunu dinden dönenlerle savaşmak üzere kendisine destek edinmesi için geri çevirmesini istemişlerdi. O buna yanaşmadı; çünkü Rasûlul-lah'ın harekete geçirdiği bir orduyu durdurmanın men'ine dair delile sahip bulunuyordu.

Bunun şeriatta ve ona hakkıyla vakıf olan sahabe ve müctehid-lerde varlığı sabit olunca, içtihada ehil olan değeri en dirmecinin me­seleye vukufıyet peyda ettikten sonra münazara ve tekrar müracaata ihtiyacı kalmayacaktır; bunu ancak ihtiyat kabilinden yaparsa yapacaktır. Onun ihtiyatlı davrandığının farzedümesi, üzerinde durduğu konuda bazı tereddütlerinin bulunması halinde olacaktır. O takdirde onun için iki davranış şekli gerekli olacaktır: Ya kendi araştırması ile yetinerek meselenin açıklık kaşanmasına kadar su­sacaktır; zira yol açıklık kazanmadıkça kendisi için bîr yükümlülük söz konusu olmayacaktır. Ya da güvendiği bir başkasından yardım talebinde bulunacaktır. Bu durumda o yardım isteyen münâzır (müzakereci) olacaktır. Bu halde onlar, münazara ettikleri konu­nun dayandığı küllî esaslarda birbirleri ile ya uyum içinde olacak­lar, ya da öyle olmayacaklardır.

Eğer uyum içinde iseler, o takdirde ondan yardım istemesi ve ona dayanması sahih olacaktır. Çünkü kendisi için sadece münaza­ra edilen meselenin tahkîku'î-menâtı kalacaktır ki, o da kolaydır. Eğer bunda ikisi de ittifak ederlerse bu güzeldir; yok ihtilaf ederler­se ortada herhangi bir sıkıntı olmayacaktır. Çünkü bu konuda yapı­lacak iş, o konuda ictihâd eden müctehidin zannına dönmektir. Bu noktadan meydana gelebilecek görüş ayrılığının bir sakıncası yok­tur. Nitekim yerinde konu açıklanmıştır.

Bu esasın örnekleri çoktur. Bunun içine sahabenin kendilerine müşkil gelen konularla ilgili olarak Rasûîullah'a yönelttikleri sorular da girer. Meselâ "İnanıp, imanlarına hiçbir zulüm ka­rıştırmayanlar..[97] âyeti indiği zaman sordukları soru; keza "İçi­nizde olanı açığa vursanız da gizleseniz de, Allah onunla sizi hesa­ba çeker[98]âyeti indiği zaman sordukları soru; (âmâ olan) îbn Ümm Müktûm'un, "Mü'minlerden oturanlar ile malları ve canla­rıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz"[99] âyeti indiği zaman sorması ve sonunda, "Özür sahibi olanlardan başka' kısraımn na­zil olması; Hz. Âjse'nin, Rasûlullah'ın: "Kim hesaba çeki­lirse azap görür[100]sözünün, "Kimin kitabı sağuıdan verilirse ko­lay bir hesapla hesaba çekilecek"[101] buyruğuna ters düştüğü düşün­cesiyle soru sorması vb. bu kabilden olmaktadır.

Biz bu tür suallerin, yardım isteyen mütıâzır (müzakereci) kıs­mına girdiğini söyledik; çünkü bunlar deliller üzerinde durduktan sonra sormaktadırlar. Delillere bakınca durum kendileri için prob­lem arzetmekte ve bunun izalesine çalışmaktadırlar. Daha baştan hükmü öğrenmek için soru soranın durumu ise bunun aksinedir.

Çünkü onlar öğrenciler durumundadır. Dolayısıyla onlar için hük­mün bildirilmesinden başka birşeye ihtiyaç duyulmaz. Burada "münâzır" kelimesini kullanmanda senin için bir sakınca yoktur. Çünkü bu sade bir ıstılahtır ve üzerine herhangi bir hüküm teret­tüp etmemektedir. Nitekim bu kısma kendi kendisine karşı ihticac-da bulunan hasmın, kendisini istifade eden sualci yerine koyması ve böylece hasmın en yakın yoldan yenilgiyi kabul etmesi amaçla­nan örnekler de girer. Hz. İbrahim'in kavmi ile olan mücadelesinde yıldız, ay ve güneşle deliller getirmesi böyledir. O, kendisim onların huzurunda farzetmiş ve böylece onların ilahlar olamayacağına dair onlar için burhan ikamesinde bulunmuştur. Diğer âyette bulunan: "Hani o babasına ve kavmine, 'Neye tapıyorsunuz?' demişti. 'Puta tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz' diye cevap verdiler'[102]s kavli de aynıdır. Mabûd hakkında soru sorunca, mabuda özel olan bir hususiyeti dile getirdi ve: "Peki, yalvardığınızda onlar sizi işiti­yorlar mı? Yahut size fayda ya da zararları olur mu?"dedi.[103] Onlar buna cevap vermekten yan çizdiler ve sadece babalarını öyle bul­duklarını ve onlara tâbi olduklarını ifade ile yetindiler. "Belki de bu işi, şu büyükleri yapmıştır'[104] sözü de böyledir. "Allah, o yüce varlıktır ki sizi yaratmış, sonra rızıklandtrmıştır; sonra O, hayatı­nızı sona erdirecek, daha sonra da sizi tekrar dirütecektir. Peki si­zin (Allah'a eş tuttuğunuz) ortaklarınız içerisinde bunlardan birini yapabilecek var mı?[105] "Ortak koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mı? De ki: Hakka Allah iletir. Öyle ise hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan (tanrılar) mı?[106] "Onların (putların) yürü­yecekleri ayakları mı var, yoksa tutacakları elleri mi var..[107] âyetleri de bu kabilden olmaktadır. Bu ve benzeri âyetler, düşünme ve değerlendirme konusunda istifade ve yardım isteme mevkiine inmeye —her ne kadar onlardan asıl amaç, hasmı ilzam etmek ve susturmak ise de— işarette bulunmaktadır. Zira bu, doğruluğa hakkında istişare sadedinde burhanın getirilmiş olmasıdır. Dolayı­sıyla bu tavır, maksada ulaşma konusunda açıktan ilzam ve iskât için karşı koymadan daha etkin[108] olmaktadır. Onlar teşri kılman esaslar arasına birçok kötü şeyleri sokunca —ki bunların en çirkinide şirk olmaktadır— o zaman kendilerinden iddialarına delil ikame etmeleri istenmiştir: "Yoksa O'ndan başka tanrılar mı edindiler? De ki: Haydi delillerinizi getirin![109] "De ki: Allah'ın size indirdiği rızıktan bir kısmını helâl, bir kısmını da haram bulmanıza ne der­siniz? De ki: Allah mı izin verdi? Yoksa Allah'a ifttira mı ediyorsu­nuz?[110] "Her kim Allah ile birlikte diğer bir tanrıya taparsa, —ki bu hususla ilgili hiçbir delili yoktur— o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. Şurası muhakkak ki kâfirler iflah olmaz[111] Bu, en güzel olan yolla mücadele cümlesinden olmaktadır.

Eğer münâzır, ele alman meselenin üzerine bina edileceği küllî esaslar konusunda muhalif ise, o takdirde ondan yardım talebinde bulunması doğru olmaz ve münazarasında ondan faydalanamaz. Çünkü meselesine dair her bir yön, bir küllî esas üzerine bina edile­cektir. Küllî esas üzerinde muhalif olunca, onun üzerine bina edile­cek olan cüz'î hakkında da öncelikli olarak muhalif olacaktır. Bu durumda cüz'î hakkındaki muhalefeti iki yönden olmuş olacaktır ve onun, üzerinde ittifak edilen bir mânâya irca edilmesi imkânı da ol­mayacağından, ondan yardım görme gerçekleşmeyecektir.

Bunun Örneği fıkhı konularla ilgili olarak bizzat isim olarak be­lirlenmemiş pirinç, darı, mısır, boy tohumu (hulbe: çemen) vb. gibi nesneler hakkında ribânın cereyanı meselesidir. Bunlar hakkında kıyası delil olarak inkâr eden Zahirîlerden yardım talebinde bulunmak mümkün değildir. Çünkü o meseleyi kıyasın inkârı esası üze­rine bina etmektedir. Kıyâsı olan her meselede durum aynıdır ve onunla yardım talebinde bulunulacak bir kimsenin edasıyla müna­zarada bulunması imkânsızdır. Zira o, başvuracakları esasa (ilke­ye) muhalif bulunmaktadır. Boy tohumu, mısır vb. hakkında Mâlikî birinin Şafiî ya da Hanefî birinden yardım istemesi halinde de du­rum aynıdır, Gerçi bunlar kıyası delil olarak kabul ediyorlarsa da, meseleyi Mâlikîlerin bina ettiği esasın dışında başka esaslar üzeri­ne bina etmektedirler.[112]Bu kısım fıkhın diğer konularında da yaygın bulunmaktadır. İcmâ'ı inkâr eden bir kimseden, icmânın sıhha­ti üzerine bina edilen bir mesele hakkında yardımını istemek müm­kün değildir. Medine ehlinin icmâını kabul etmeyen bir kimseden, onun üzerine bina edilen bir mesele hakkında yardımını istemek imkânsızdır. Çünkü temeli inkâr etmektedir. Emir kipi, mendupluk ya da ibaha içindir veya bu konuda durup beklemek (tevakkuf et­mek) gerekir diyen bir kimsenin, emrin kesin olarak vucûb için ol­duğunu kabul eden kimseye ne faydası olur?

Eğer muhalifin, yardımcı olacağı farzedüecek olursa, o takdirde ondan yardım talebi —gerçekten yardımcı olması halinde olduğu gibi— sahih olur ve bu nokta açıktır.

Fasıl:

Münâzırın, kendi değerlendirmesinde müstakil olduğu, her­hangi bir yardım talebinde bulunmadığı ve buna ihtiyacı da olmadı­ğı, ancak hasmını kendi görüşüne çevirmek ya da onu kendi yanma çekmek istediği farzedüecek olursa, o takdirde durum ne olacaktır? Bu konunun açıklanmasını ulemâ üzerine almıştır. Şu kadar var ki, konuyla ilgili başvurulacak bir prensip (asıl) bulunmaktadır ki, Deliller bölümünün başında onun üzerine dikkat çekilmişti. Bura­da ise Allah'ın yardımıyla onu tamamlamak istiyoruz. Şöyle ki: [113]

ALTINCI MESELE:

 

Delil iki mukaddime üzerine bina edilir: Bunlardan biri tahkî-ku'1-menât, diğeri ise onun üzerine hükümde bulunmaktır ve daha önce de geçtiği gibi üzerinde durulması gereken yer, menâtm (hük­mün mesnedinin) tahakkuk edip etmemesidir. Dolayısıyla taraflar arasında yapılacak tartışma bu nokta üzerinde olacaktır. Bunun delili istikra olmaktadır. Hâkim konumda olan mukaddimeye gelin­ce, onun her halükârda taraflarca müsellem olduğunun farzı gerek­mektedir.

İtiraz: Bu tez hakkında belki kuşku bulunabilir ve şöyle deni­lebilir: Anlaşmazlık bazen ikinci mukaddimede de gerçekleşebilir. Şöyle ki: Sen "Bu sarhoşluk vericidir, her hamr (şarap, içki) ya da her sarhoşluk verici de haramdır" dediğin zaman karşı taraf bu şe­yin sarhoşluk verici olduğunda sizinle mutabakat halinde olabilir.

Bu tahkîku'l-menât mukaddimesidir. Nitekim bu konuda size mu­halefet de edebilir. Muhalefet etmesi halinde genelde ona niye mu­halefet ediyorsun denemez. Çünkü konu ihtilaf mahalli olmaktadır. Karşı taraf, her sarhoşluk veren şeyin hamr (şarap, içki) olduğu noktasında da farklı düşünebilir Çünkü "hamr" kelimesi, üzüm şı­rasından elde edilmiş çiy içkiye denilir. Dolayısıyla sözkonusu olan o şey, (pişirilmiş ise) sarhoşluk verse bile hamr olmaz. Bu takdirde ise her sarhoşluk veren şeyin hamr olduğu iddiası müsellem olmaz. Keza her sarhoşluk veren şeyin haram olduğu noktasında da muha­lefet edebilir. Çünkü bu mukaddimenin küllîliği sabit olmuş değil­dir. Zira hakkında bulunan delil sebebiyle "nebîz"in bu genelleme­den hariç tutulması onun tahsis edildiğini gösterir. Küllîliği sahih, olmayınca da hakkında bir delil bulunmuş olmaz. Şu halde bu öner­me de tartışmaya açık bir haldedir. Hal böyle iken nasıl olur da tar­tışma mahallinin, iki mukaddimeden sadece birinde olduğu iddia edilebilir? Aksine her ikisi de tartışmaya açıktır ve bu sonuç sizin meselede ortaya koymuş olduğunuz asim aksine bir durum olmaktadır.

Cevap: Ortaya koyduğumuz asıl doğrudur ve ileri sürülen bu itiraz yerinde değildir. Şöyle ki: Taraflar ya başvuracakları bir asıl üzerinde hemfikir olacaklardır ya da olmayacaklardır. Eğer birşey üzerinde hemfikir olmazlarsa, o takdirde münazaralarının hiçbir anlamı olmayacaktır. Bu konu daha önce geçmişti. İddia için mutla­ka bir delilin olması gereklidir. Delil, karşı tarafça tartışılır olması halinde delil olmaz ve bu durumda baştan tartışmaya açık olan bir-şeyin delil olarak karşı tarafa şevki abes olur ve hiçbir fayda taşı­maz, maksadı gerçekleştirmez. Münazaradan güdülen maksat ise, karşı tarafı bildiği bir yolla doğruya iletmektir. Zira onu bilmediği bir yolla doğruya iletme çabası, onun için takat üstü yükümlülük kabilinden olur. Bu itibarla mutlaka her iki tarafın da yani soru so­ran taraf ile delili sevkeden tarafın aynı derecede bildikleri bir deli­le başvurmaları zorunludur. "Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşer­seniz —Allah'a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız— onu Al­lah'a ve Rasûlüne götürün"[114] âyeti de işte bu mânâya delâlet eder. Çünkü Kitap ve Sünnet, İslâm ümmeti arasında ihtilafsız merci ol­maktadır; her ikisi de delildir ve tartışma konusu olan ihtilaflı me­selelerde başvurulacak kaynak olmaktadır. Kâfirlere karşı hüccet ikamesi de bu yolla olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım:) Bu dünya ve onda bulunan­lar kime aittir? Allah'a aittir' diyecekler. (...) 'Öyle ise nasıl olup da büyülenirsiniz?' de"[115]Böylece Allah, onları kendi ikrarları ile ilzam etmiş, kendilerine bildikleri şeylerden delil getirmiştir. Hatta onlar için "Öyle ise nasıl olup da büyülenirsiniz?' denilmiştir. Yani bu şu demektir: "O'nu ikrar ettikten sonra Hakk'tan nasıl sapıyor­sunuz, bu konuda nasıl aldanıyorsunuz da Allah ile birlikte başka tanrılar davasında bulunuyorsunuz?" Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Bir zaman o babasına dedi ki: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan birşeye niçin taparsın?'[116]Çünkü bu onlarca bilinen birşeydi. Zira taptıkları şeyleri bizzat kendi elle­ri ile yontuyorlardı. Bir başka yerde de, 'Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz[117]buyurmaktadır. Yine Allah Teâlâ şöyle buyuru­yor: "Bunun üzerine İbrahim: 'Bil ki Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir' de[118] Bunu ona: "Rabbim, dirilten, ya­şatan ve öldürendir" dedikten sonra söylemişti. Bunu söyleyince karşı taraf bir çıkış yolu bulmuştu.[119] Bunun üzerine söz ne meca­zen ne dfi hakikaten hiçbir çıkış yolu bulamayacağı bir mecraya kaydırılmıştı. Bu konumuzla ilgili olarak en açık bir delil olmakta­dır. Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Allah katında isa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir'[120]Bu âyette onlara hakkında ihtilâf etmedikleri Hz. Âdem'i delil olarak getirmiş oluyordu. Yine bir âyette şöyle buyurur: "Ey ehli kitap! İbrahim hakkında niye tartışırsınız? Halbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indi-ritdi[121] Bu, onların Hz. İbrahim'in yahudi ya da hıristiyan olduğu şeklindeki iddialarını temelden ortadan kaldıran bir delildir. Kur'ân'ın delil getirme tarzının hep bu şekil üzere olduğu görülür. Onda getirilen dolüler, kabule yanaşsın yanaşmasın mutlaka karşı tarafın ikrar pdip doğruluğunu kabullendiği delillerdir. "Allah hiç­bir beşere birşey indirmedi" diyen kimseye karşı reddiye yine bu tarz üzCı'e gelmiş ve, "De ki: Öyle ise Musa'nın insanlara bir nur ve hidpyet olarak getirdiği... o kitabı kim indirdi?'[122] buyrulmuş ve bîjylece susturulması kendi bilgisi dahilinde olan birşeyle olmuştur. Hudeybiye sulhüne bakınız; onda bu mânâya işaret bulunmaktadır. Şöyle ki: Rasûlullah Hz. Ali'ye "Bismillâhirrahmânirra-hîm" yazmasını emrettiğinde onlar (Kureyşliler) "Biz Bismillâhir-rahmânirrahîm'i bilmeyiz Sen "Bismike Allahumme" şeklinde bi­zim bildiğimizi yaz" dediler. Yine Rasûlullah "Allah'ın rasûlü Muhammed'den... yaz!" dediğinde onlar: "Eğer biz senin Al­lah'ın rasûlü olduğunu bilsek, elbette sana uyardık; aksine sen is­mini ve babanın ismini yaz" dediler. Rasûlullah , onların bu tavırları her ne kadar cahiliyet davasından kaynaklanıyorsa da onları mazur gördü ve onların dediği gibi yazdırdı. Onların sözü edilen hususlarda bilgi sahibi olmadıklarını ileri sürmeleri üzerine kendi arzusu üzerinde fazla durmadı.

Bu sabit olunca, merci kabul edilen asıl, iddianın sıhhatine de­lâlet eden delil olacaktır. Bu da hâkim konumda olan mukaddime­de yer alandır. Bu durumda onun karşı tarafça da müsellem olması lâzım gelecektir. Eğer karşı tarafça da müsellem olmazsa, onu ge­tirmenin herhangi bir faydası olmayacaktır. Delile başvurmadan amaç, tartışmanın sona erdirilmesi ve ayrılığın ortadan kaldırılma­sıdır. Bunun dışında başka bir amacı yoktur. Durum böyle olunca: "Bu sarhoşluk vericidir ve her sarhoşluk verici şey de haramdır" sö­zünde, eğer karşı tarafın ikinci mukaddimeyi kabullendiği farzedi-lecek olursa, o takdirde istidlal şekli sahih olacaktır; çünkü karşı tarafça müsellem bulunan bir delil getirmiş olmaktadır. Eğer karşı tarafın onun hakkında hemfikir olmadığı farzedilecek olursa, o tak­dirde onun kesinlikle delil olarak kullanılması sahih olmayacaktır. Aksine tahkîku'l-menât mukaddimesi bir başka kıyasta olacaktır. Bu ise tartışma alanının bizzat kendisi olmaktadır. Her sarhoşluk verici olan şeyin hamr olduğu istikra delili veya nass ya da başka bir yolla ortaya konulur. Bu beyan edilince, onun üzerine o şeyin meselâ haram olduğu hükmü —eğer karşı tarafça da müsellem ise — bina edilir; nitekim nassda "Her hamr haramdır" şeklinde gel­miştir. Eğer karşı taraf her hamrın haram olduğu noktasında hem­fikir değilse o zaman o, tahkîku'l-menât mukaddimesi olur. O tak­dirde de üzerine hüküm bina edilecek bir başka mukaddimenin bu­lunması gerekir. Bu mertebelerden her birinde mutlaka tezin başka mertebede bulunan diğer teze muhalefeti gerekir. Çünkü sualcinin: "Her hamr haram mıdır?" şeklindeki sorusu, "Her sarhoşluk verici haram mıdır?" şeklinde soracağı soruya muhaliftir. Bu meyanda kelamın diğer mertebelerinde de durum aynı olacaktır. Bu nokta­dan hareketledir ki, menâtm hükmüne getirilecek delilin tartışmalı ya da tartışmaya ihtimali bulunur olması uygun olmaz. Zira o za­man bir meseleden diğerine intikal lâzım gelir ve biz o takdirde hiç­bir meselenin içinden çıkamayız ve münazaradan beklenen fayda ortadan kalkar.

Fasıl:

Burada sözü edilen iki mukaddimeden maksat, mantıkçıların bilinen şekillere uygun olarak ortaya koydukları önermeler değildir. Keza tenakuz ve aks vb. itibarıyla olanlar da değildir. Her ne kadar vakıada ona uygun düşse de, bu o terim üzere cereyanım ge­rektirmez. Çünkü amaç, maksada ulaştıracak olan yolu olabildiğin­ce ve şeriatta geldiği şekil üzere akıllara yaklaştırmaktır. Bu izah şekline arız olan en yakın problem, netice verme konusunda bedîhî ya da benzeri iktiranı veya istisnaî olan (kıyas) şekilleridir. İfade edilen şeyin, Arab'ın dilinde yabancısı olmadığı tarzda bulunması ve kelamında bilinir olması esastır. Zira bu, maksadın olabildiğince gerçekleşmesi konusunda en kestirme yoldur. Hem mantık terimle­rine yapışmak ve onda kullanılan yollara uymak, çoğu kez maksa­da ulaşmadan uzaklaştırıcı bir rol oynar. Çünkü şeriat ümmîlik vasfı üzere konulmuştur. Bu itibarla şer'î mesâilde mantık ilmine riayet etmek onun bu özelliği ile bağdaşmaz. Şu halde iki mukaddi­me sözünün kullanılması, onların mantık ilminde bahis konusu olan terim mânâsında kullanılmış olmasını gerektirmez.

İşte bu noktadan hareketle el-Mazerî'nin sözünden maksadı daha iyi anlaşılmaktadır: O, Rasûlullah'ın[ale^^tu] , "Her sarhoşluk veren şey hamrdır ve her hamr da haramdır[123]sözü hakkında şöy­le demiştir: Bu iki mukaddimenin neticesi "Her sarhoşluk veren şey haramdır" hükmü olacaktır.Bazı usulcüler bunu mantık ilmin­den bazı esaslarla mezcetnıek istemişlerdir. Mantıkçılar "Kıya­sın yapılabilmesi ve neticenin sahih olabilmesi için mutlaka iki mu­kaddimenin bulunması gerekir" derler. "Her sarhoşluk veren şey hamrdır" sözü bir mukaddimedir ve onun yalnız başına bir netice ortaya koyması mümkün değildir. Evet bu usûlcünün dediği her ne kadar bu hadiste mantıkçıların ileri sürdüğü şartları taşısa da, şeriatta bir ya da iki yerde böyle tahakkuk etse de, bu durum diğer şer'î kıyaslarda gerçekleşmez ve fıkhı kıyasların büyük çoğunluğu böyle bir yol izlemez ve onlarda bu yön bilinmez. Şöyle ki: Biz Rasûlullah'm. buğday hakkındaki fazlalık ribasıyla ilgili yasağını buğdayın yenilir cinsten olması diye ta'lîl etsek —nitekim İmam Şâfıî böyle yapmaktadır— bu illeti ancak sebr (bahs) ve taksim[124] sonucunda elde edebiliriz. Bunu öğrendiğimiz zaman Şafiî'nin şöyle demesi mukadderdir: "Her ayva yenilir türdendir. Her yenilir olan da ribevîdir. Dolayısıyla netice ayva da ribevîdir" Ancak bu Şafiî için bir anlam ifade etmez. Çünkü o, bunu ve netice­nin sahihliğini bir başka yolla öğrenmiştir. O yolla bunu öğrenince, kendi mezhebini ifade etmek için bir tabir kullanmış va kullandığı tabir bu şekil üzere gelmiştir. Eğer meramını dilediği başka herhangi bir şekil üzere ifade etseydi, bu sîgamn diğerleri üzerine bir meziyeti bulunmazdı.

Bizim bu noktaya dikkat çekişimizin sebebi, müteahhir âlim­lerden birinin bir kitap tasnif ederek, usûl-ü nkhın esaslarını, man­tık ilminin esaslarına irca etme çabasına girmesidir.

el-Mazerfnin sözleri bunlar ve söyledikleri genel anlamda doğ­rudur. Onun sözlerinde şer'î mesâilin ortaya konulması sırasında mantıkçıların yolunu tutmanın gerekli olmadığına parmak basılmaktadır. Keza onda, menât üzerinde hâkim konumda bulunan mukaddime hakkında ittifak edilmemesi ve karşı tarafça da müsel­lem olmaması halinde onu delil olarak ileri sürmenin hiçbir faydası olmayacağına da işaret bulunmaktadır. Rasûlullah'm "Her hamr haramdır" sözü, Nebi'den gelen bir nass olması hasebiyle karşı tarafça da müsellem olunca, muhalif ona itirazda bulunma­mış; aksine kabulle karşılamış, ancak kaideye bidüziye (muttarit) olmadığım ileri sürerek itiraz etmiştir. Bu da Rasûhîllah'm bu sözünün tesadüfi olarak mantıktaki önermelere benzer şekilde sâdır olduğunun, mantıkçıların kasdını gütmediğinin delillerinden-dir. "Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, o za­man onlar fesada giderlerdi"[125] âyetindeki şartî kıyas hakkında da aynı şey söylenir. Çünkü âyette geçen "ley" şart edatı, başkasının vukuu sebebiyle meydana gelecek olan şeyi ifade etmek için kulla­nılır. Dolayısıyla bunda Arabm sözünde kasdî bir istisna yoktur. Bu Sibeveyh'in tefsirinin mânâsı olmaktadır. Bunun bir benzeri de "İn" şart edatıdır. Çünkü bu da sebep-sonuç ilişkisinde ikincinin birinci­ye bağlı olduğunu ifade eder ve Arap kelâmının sarahatinde istis­nanın ona taalluku yoktur. Bu itibarla şer'î maksatların elde edil­mesi konusunda mantık kurallarına ihtiyaç bulunmamaktadır.

el-Bâcî, Ahkâmu'l-fusûTda felsefecilerin "iki mukaddime ol­madan netice olmaz" iddialarım reddederken —Allah'u alem!— bu mânâya işaret etmiş olmakta ve tek bir mukaddimenin de netice verebileceğini ifade etmektedir. Bu ilk bakışta izahı güç bir sözdür; ancak onunla birlikte burada anlattıklarımız üzerinde yeterince durulduğu zaman müşkil ortadan kalkacaktır.

Allah'a hamd olsun ki, bu kitaptan gözetilen amaç tamamlan­mış ve O'nun lütuf ve keremiyle vaad olunan şey tamamlanmıştır. Gerçi bu kitapta yer veremediğimiz bazı .şeyler kalmıştır. Zira ilim taliplerinden birçoğuna onların istenmesi kolay olmamakta, aşırı susuzluk olmasına rağmen ondan içmek için kaynağa gidenler az olmaktadır. Bunu bildiğim için onları okumazlar, onun nadide cev­herlerini tahkik ipine dizmezler diye korktum ve bu yüzden onları açıklama arzusunu dizginledim, onları yazmaktan kalemimi ve parmaklarımı alakoydum. Kaldı ki kitabın çeşitli yerlerinde onlara işarette bulunan remizler, onların parıldayan güneşinden akseden parıltılar bulunmaktadır. Kim bunları elde ederse, —Allah'ın izniy­le— onun söz konusu hakikatlere ulaşması umulur. Bu mertebede olmayan kimselerin ise, açıkça ortaya konanları elde etmekle yetin­mesi halinde kendisine bir nakısa terettüp etmez. Bu kitapta usûl ilminin tahkiki yanında öyle bir ilim vardır ki, onun sayesinde sele­fin yoluna gidilir, inceleme ve değerlendirme sırasında o, karşılaşı­lacak karışıklıklar, farklı düşünceler karşısında apaçık olana vakıf kılar.

Herşeyin melekûtu elinde olan Yüce Allah'tan hakkını ifa ko­nusunda bize yardımcı olmasını ister, bize lütfü, keremi ve rahmeti ile muamele etmesini temenni ederiz. Şüphesiz ki O, herşeye kadirdir; icabete dair ahdi vardır. Ve'1-hamdu lillâh ve kefâ, ve selâmım alâ ıbâdihî'llezîne'stafâ...

Dine hizmet uğrunda bu önemli çalışmayı başarıyla tamamla­yan Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm en şerefli Peygamber'e ve onun tüm âl, ashâb ve sair tâbilerine olsun! Bu çalışmanın kabule şayan olması için Allah'a niyaz ederiz. Şüphesiz ki O, bütün umut­ların kendisine bağlandığı yer, herşeyin kendisinden istendiği tek mercidir.

Allah Teâlâ'mn muvaffak kılmasıyla el-Muuâfakâfm bu dör­düncü ve son cildi tamamlanmış olmaktadır. Allah, bütün müslü-manlar için onu faydalı kılsın, müellifini, sarihini, baskısını yapanı, neşre hazırlayanını, ilim ve din uğrunda hizmeti geçen herkesi se-vaplandırsm. Talebeler için bu eserin tahsilini kol ayl aş tirsin. Âmin! Velhamdu lillâhi Rabbi'l-âlemîn... [126]

 



[1] Gaynmeşrû şekilleri de vardır; olmuş bir olay hakkında bizzat kendisinin ictihâd etmesi gereken birinin sorması gibi. Böyle birinin bir başkasını taklit etmesi caiz olmadığından soru gaynmeşrû olur. Müellifin zikrettiği altı şekil, yasak olan taklit konusunun dışında kalmaktadır.

[2] Yani aslında içtihada dayanmayan, aksine hadis almak, rivayet araştır­masında bulunmak gibi olan şeyleri.

[3] Birinci ve ikinci kısmın bazı şekilleri de bu amaca matuftur.

[4] Bir beldede fetva vermeye ehil başka kimselerin de bulunması halinde müftînin fetva sermeyi reddedebileceğini söylemişlerdir. el-Halîmî, bu ko­nuda farklı düşünmektedir.

[5] Burada bir soru sorulabilir: Acaba, sözü edilen şartların bulunması halin­de, nassı elde etmek için ulaşamasa bile bütün gücünü ortaya koyması ge­rekir mi? Nitekim İmam Mâlik böyle yapmaktaydı. Müellifin buradaki sö­zü, nassı araştırması değil de, isterse cevap vermemesi şeklinde anlaşıl­malıdır. Çünkü içtihadı sonucunda belki cevaba ulaşmamış olabilir.

[6] İbn Akîl: "Bu durumda cevap vermek haram olur" demiştir. İleride de ge­leceği üzere meselelerden bazıları vardır ki, onun hakkında yasak şiddetli olmakta, diğer bir kısmı hakkında da hafif kalmaktadır. Verilecek cevap meselenin durumuna göre olacaktır.

[7] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/315-317

[8] "Şeyler"den maksat, herhangi bir yarar içermeyen, ağır yükümlülükler getirebilen, rezil ve rüsvay olmalarına sebebiyet verecek gizli sırlar, kötü şeylerdir. İkincisi (sırların ifşası) açıktır. Birincisine gelince, mükellef ol­madıkları halde ağır şeyler hakkında ikide bir sual etmek, büyüğe karşı edepsizlik sayılacağından ceza olarak o şeyle yükümlü kılınmaları gibi bir sonuca sebebiyet verebilir. Bu durumda kulların yapması gereken şey, bu gibi şeyleri herşeyden haberdar olan Allah'a ve O'nun Rasûlüne bırak­mak, işi onlara havale etmektir. Nitekim hac hadisinden anlaşılan da bu­dur. Gerçi bizim şeriatımızda bu gibi bir ceza yoktur; ama olsun. Yine de öyle olur olmaz soruları sormamak gerekir.

[9] Mâide 5/101.

[10] Âl-i İrnrân 3/97.

[11] el-Akra' b. Habis.

[12] Müslim, Hacc, 412.

[13] Mâide 5/101.

[14] Bizzat bu olay hakkında indiği söylenmiştir. Daha yakın olant da budur. Rasûlullah (s.a.) hutbe irad ederken soru sorulmasında ısrar etmeleri üze­rine indiği de söylenmiştir.

[15] Bu kayıt da, çok soru sormadan hoşlanmamasının mutlak anlamda olma­dığını göstermektedir.

[16] Yani haramlığı ya da helâlliği konusunda bir açıklama getirilmeyen,sükût geçilmiş konularda. (Ç)

[17] Beyhakî, 10/13 ; Müstedrek, 2/122, Kenzul-ummâl, 980, 981.

[18] Bakara 2/222.

[19] Bakara 2/220.

[20] Bakara 2/217.

[21] Ebû Dâvûd, Sünne, 6 .

[22] Neseî, Hac, 1 ; Ahmed, 2/247 .

[23] Buhârî, Mevâkît, 11 , Fiten, 15 ; îtisâm, 3 ; Müslim, Fedâil, 136-137 ; Ebû Dâvûd, Nikâh, 8...

[24] Bkz. İbn Kesîr, 2/104 .

[25] Ekran gibi. Hadisin metninde "urd" kelimesi geçmektedir. Bu kelime bir-şeyin yanı, canibi manasınadır. (Ç)

[26] Haram olmayan şeyi haram kılıcı vahyin inmesi, rezil ve rüsvay olmaya maruz kalma vb. gibi kendilerinin hoşlarına gitmeyecek şeylerin ortaya çıkması vb. .

[27] Mâide 5/101.

[28] Bakara 2/67 vd.

[29] Sâd 38/86.

[30] Ebû Dâvûd, İlim, 8 ; Ahmed, 5/435.

[31] Buhârî şöyle rivayet etmiştir: "Allah Teâlâ size annelerinize itaatsizliği, kız çocuklarını diri diri gömmeyi ve vermeyip istemeyi haram kılmıştır. Üç şeyi de size kerih görmüştür: Kîlu kâli, çok soru sormayı, malı ziyan etmeyi." bkz. Buhârî, Rikâk, 22 ; Müslim, Akdiye, 11 (8/410).

[32] Mâide 5/101.

[33] Âdeten olma imkânı bulunmayan mücerred zihinde farzedilen şeyleri kas­tetmektedir. Adeten olabilecek şeylere gelince, şeriat onların beyanını te­keffül etmiştir ve onlardan hiçbirşeyin noksan kalması mümkün değildir. "Çünkü Allah Teâlâ, olan şeyleri haber vermiştir" sözünün mânâsı işte budur.

[34] "Gördün mü?" mânâsında olan bu kelime, kişinin görüşünü öğrenmek için kullanılır; "Ne dersin, görüşün nedir?" gibi anlamlar ifade eder.

[35] Yani cevabını aklî ve nazarî istidlallerle destekleme yoluna gitme ki heva ve heveslere tâbi olma durumuna düşmeyesin.

[36] Furkân 25/43.

[37] Âyet ile istidlali, birinci öğüdünden maksadın, az önce izah ettiğimiz şe­kilde olduğunu gösteriyor. Ancak böyle bir anlayış zamanımız için doğru olur mu? Yoksa ümmetin genel maslahatı, aklî esaslarla dinin teyidi yolu­na gitmekte midir? Her halükârda bu tutumun "faydası olmayan bir şe­kilde" diye kayıtlanması gerekmektedir.

[38] eş-Şa'bî, kıyasa karşı olanlardan olmadığına göre, onun bu sözünü mutlak olarak almamak ve kayıtlamak gerekecektir.

[39] bkz. Buhârî, imân, 37 ; Müslim, îmân, 57.

[40] Buhâri, Hayz, 20.

[41] Ceninin diyeti. (Ç)

[42] Buhârî, Tıbb, 46 ; Müslim, Diyât, 19.

[43] Bakara 2/189.

[44] bkz. Kurtubî, 2/341.

[45] Âli İmrân 3/97.

[46] Bakara 2/67.

[47] Daha önce geçti. bkz. [1/163].

[48] Daha önce geçti. bkz. [1/174].

[49] Bu kısım altına birinci ve ikinci kısım da girer. Çünkü mugalataların dine bir faydası yoktur, illimle de ilgisi bulunmamaktadır.

[50] Yani dinî konularda sıkıntı doğuracak aşırılıklara kaçılması. Meselâ ha­vuza yırtıcı hayvanların gelip gelmediğinin sorulması gibi.

[51] Sâd 38/86.

[52] 'Daha önce de işaret edildiği gibi bu tutum zamanımız için uygun değildir. Hakkın teyidi için bu gibilerle mutlaka mücadele etmek gereklidir.

[53] Âli İmrân 3/7.

[54] Bu kelime "kurulmak, bağdaş kurmak" gibi mânâlara gelir. (Ç)

[55] Bakara 2/204.

[56] Zuhruf 43/58.

[57] Buhârî, Tefsir, 2/37 ; Müslim, İlim, 5

[58] Daha önce geçti. bkz. [2/341].

[59] En'âm 6/68.

[60] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/317-326

[61] Kehf 18/78.

[62] Buhârî, Enbiyâ, 27.

[63] Bu izaha göre, "Hızır'ın Musa'yı terketmesi, asıl itiraz konusu sebebiyle değil, aksine şarttan çıkmış olması yüzündendir" şeklinde müellife bir iti­raz ileri sürülebilir.

[64] Bakara 2/30.

[65] A'râf7/12.

[66] Mûsâ (s.a.) kendilerine Allah Teâlâ'nın bir sığır boğazlamalarını  emrettiğini bildirdiğinde: "Bizimle alay mı ediyorsun" demişlerdi. Bu hal­leriyle onlar, Musa'nın haberine inanmak istememiş ve ona itiraz etmiş oluyorlardı.

[67] Bu zat Hz. Ömer'di. "Rasûlullah (s.a.) fazla acı çekiyor; üstelik beraberi­nizde Kur'ân var" diyerek karşı çıkmıştı.

[68] bkz. Buhârî, Merdâ, 17 ; Müslim, Vasıyyet, 20-22.

[69] Buhârî, Enbiyâ, 9 ; Ahmed, 5/121.

[70] Göründüğü kadarıyla bu, itiraz değil, bir hırs olmaktadır. Âhiretle ilgili olmayan konularda hırsın kötü olduğu ise açıktır.

[71] Dârimî, Mukaddime, 7.

[72] Kehf 18/54.

[73] Ahmed, 1791.

[74] Yani şeriat karşısına onu koyup da, onu itibara alarak şeriata karşı çık­mayın.

[75] Yani Hudeybiye sulhünde. O gün kendi aklımızca horlandığımızı düşün­müştük. Fakat maslahatın Rasûluîlah'ın (s.a.) uyguladığı siyasette oldu­ğunu sonradan gördük. (Ç)

[76] Buhârî, Cizye, 18 ; Müslim, Cihâd, 94.

[77] Hüzün, tasa, geçimi zor kimse gibi anlamlara gelir. (Ç)

[78] "Sehl" ova, yumuşak, kendisi ile kolay geçinilen kimse gibi anlamlara ge­lir. (Ç)

[79] Buhârî, Edeb, 107, 108.

[80] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/326-329

[81] "Nass" kelimesi iki anlamda kullanılmaktadır: 1) Mutlak olarak nakli de­lil, dinî metin anlamında. 2) Kastedilen şeyin dışında bir başka mânâya delâlet etmeyen, bu itibarla delâletinde kat'î bulunan ifade, söz anlamın­da. Burada kastedilen mânâ bu ikincisi olmaktadır.

218.  bkz. [1/351.

[82] Bu "nass"m bulunmadığını söylediğimizde olur.

[83] Bu da az da olsa "nass"ın bulunacağı görüşünü kabul ettiğimizde olur.

[84] ilk üç izah şekli, kavli delillerin mücerred ihtimallerle iptalinin doğru ol­mayacağı noktasına çıkmaktadır. Bu dördüncüsü ise, onların üzerine ku­rulmuş bir uzantı şeklindedir ve böyle bir tavnn değil şer'î ilimleri, diğer tabiî ve tecrübî ilimleri de ortadan kaldırma gibi bir sonuca götüreceğine dikkat çekilmektedir.

[85] Hissiyyât ve bedîhiyyâtı inkâr eden bir gruba verilen addır.  bkz. Tehânevî, Keşşaf, 17665-666. (Ç)

[86] Mü'minûn 23/84-89.

[87] Ankebût 29/61.

[88] Zümer 39/5-6

[89] Rum 80/28,

[90] A'râf 7/195.

[91] Yani delâlet ya da metin veyahut da her ikisi hakkında zannî olan delille­rin keza aklî esasların araştırılması ve istikraya tâbi tutulması ve bunun sonucunda kat'î bulunan sonuçlara ulaşılması bu kitabın en önemli özelli­ği olmaktadır. Bu aynen manevî mütevatirde olduğu gibidir. Bu metotla bir genellemeye (kat'î bir sonuca) ulaşıldıktan sonra, o sonuca ulaştıran nassların, teker teker ele alındıklarında zannî olmaları, sened bakımından zayıf bulunmaları vb. bunların bir önemi olmaz. Önemli olan bunların çakıştıkları noktaların kesin bir sonucu ortaya çıkarmış olması­dır. Nasıl ki manevî mütevatirde sonuç kesindir ve o sonucu doğuran rivayetler teker teker ele alındığında zayıf olmalarının ya da zan ifade et­melerinin bir önemi yoksa, burada da durum aynı şekildedir. Bu metot, başarılı bir yöntemdir ve biz bu vesileyle müellife Allah'tan sonsuz rahmet ve mağfiret talep ediyoruz.

[92] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/329-332

[93] Yüzde yüz kesinlik arzetmeyen, fakat yüzde ellinin üzerinde kesinliği bu­lunan bilgi. (Ç)

[94] Sa'd b. Muâz ile Sa'd b. Ubâde. Olay hakkında bilgi daha önce geçmişti, bkz. ["17325]

[95] Rasûlullah (s.a.) Hz. Ali'yi, Üsâme b. Zeyd'i çağırmıştır. Üsâme: "O senin ailendir ve onun hakkında hayırdan başka birşey bilmiyoruz" demiştir. Hz. Ali ise: "Allah Teâlâ sana dünyayı daraltmadı ya. Ondan başka kadın­lar çoktur. Cariyeye sor, sana doğrusunu söyler" dedi. Rasûlullah (s.a.) Berîre'ye de sordu. Hz. Ali'nin bu sözü daha sonra Cemel vak'ası gibi ken­disi ile Hz. Âişe arasında meydana gelecek birçok hadisenin doğmasında etkin olmuştur.

[96] O şöyle demişti: "Rasûlullah (s.a.) 'İnsanlar, Lâ ilahe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum..." buyurduğu halde sen onlarla nasıl savaşabilirsin?!" Buna karşılık Hz. Ebû Bekir: "Vallahi, namaz ile zekât arasını ayıranlarla elbette savaşacağım; çünkü zekât malın hakkı­dır" demişti.

Hz. Ömer ve sahabenin yaptığı Hz. Ebû Bekir'e karşı hadisle delil ge­tirmek bir tür münazara olmuyor mu? denilebilir. Buna şöyle cevap veri­lir: Bu, birazdan gelecek olan yardım isteyenin münazarası kabilindendir. Burada üzerinde durduğumuz konu ise, konunun kendisine açıklık ka­zanması halinde müctehidin münazaraya ihtiyaç duymaması halidir. Her ne kadar diğerlerinin durumu böyle olmasa bile Hz. Ebû Bekir'in hali bu kabildendir.

[97] En'âm 6/82.

[98] Bakara 2/284.

[99] Nisa 4/95.

[100] Buhârî, İlim, 35 ; Müslim, Cennet, 79.

[101] înşikâk 84/8.

[102] Şuarâ 26/70-71.

[103] Şuarâ 26/83.

[104] Enbiyâ 21/63.

[105] Rum 30/40.

[106] Yûnus 10/35.

[107] A'râf 7/195.

[108] Çünkü hasmın ilzam ve iskât yoluna gidilmesi, onu diğer delilleri dinle­mekten uzaklaştırır ve inat damarını kabartır. Kur'ân iki yolu da iki ayrı makamda olmak üzere kullanmıştır.

[109] Enbiyâ 21/24.

[110] Yunus 10/59.

[111] Mü'minûn 23/117.

[112] Kıyas, illet üzerine kurulur. İllet üzerinde ittifakın bulunması halinde, yardım görme mümkündür. Ama illet üzerinde ihtilâf olursa, o takdirde kıyasın neticesi üzerinde ittifakın olması mümkün olmaz. Mâlikîler nesîe ribâsının iileti olarak, tedavi şeklinde olmayan mücerred yenilir olma (tu'm) özelliği olduğunu söylemektedirler. Dolayısıyla nesîe ribası kapsa­mına sebze, meyve, baklagiller vb. hep girmekte ve bunların müsavi de ol­sa nesîeten mübadelesi yasak olmaktadır. Fazlalık libasının illeti ise, gıda maddesi olma ve biriktirme özelliklerine sahip olmasıdır. Şu halde ribevî yiyecekleri, temel gıda maddesi olan ve biriktiriîebüen mallar teşkil ede­cektir. Bu görüş, fazlalık ribasını aynı cinste, nesîe ribasını ise mutlak su­rette rnenetmiş olur. Pirinç, darı, mısır ribevî mallardan olur ve  yemeğe (salça gibi) tat verici olan şeyler de bunlara katılır. Şâfiîler illetin yiyeceklerde yenilir olma özelliği olduğunu, Hanefîler de cins ile birlikte ölçü. birliğine sahip olma vasfı olduğunu kabul etmektedirler.

[113] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/332-337

[114] Nisa 4/59.

[115] Mü'minûn 23/84-89.

[116] Meryem 19/42.

[117] Saffât 37/95.

[118] Bakara 2/258.

[119] Kendisinin de ölüm cezası giyeni affetmek, istediğini de öldürmek suretiy­le öîdünip yaşatabileceğini söylemişti. (Ç)

[120] Âl-i İmrân 3/59.

[121] Âl-i îmrân 3/65.

[122] En'âm 6/91.

[123] Ebû Dâvûd, Eşribe, 5.

[124] Yani önce buğdayın sahip olduğu illet olmaya elverişli özelliklerini tespit edip, sonra olmayacaklarını ayıklama yoluyla illeti bulma yöntemi. (Ç)

[125] Enbiyâ 21/2

[126] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/337-344