Namazı
geciktirenin hâli nicedir
Mustafa Ramazan BURSEVİ
Dinin
direği namazı bile çoğu zaman son vaktinde kılmıştı.
Şöyle göğsünü gere
gere hesap vermesinin imkânı yoktu. Tek ümidi Allah'ın rahmetiydi
Hesap
başladı ve sürdükçe sürdü. Boncuk boncuk ter döküyordu. Her tarafı
terden sırılsıklam olmuştu. Korkudan zangır zangır titriyor, mizandaki
neticenin ne olacağını çok merak ediyordu
Namazı nedense ilk vaktinde pek kılmazdı. Öylesine
alışkanlık hâline getirmişti ki, işi gücü olmasa dahi namaz kılmayı
tehir ederdi. Ne zaman ki, vakit daralıp diğer vaktin namazı iyice
yanaşırdı, ancak o zaman namazını eda ederdi.
O gün yine her zaman olduğu gibi namazını geciktirmişti.
Birden ninesinin sesiyle irkildi. Yaşlı kadın kendisini her zaman ki,
gibi uyarıyordu:
''Oğlum namaz hiç bu vakte bırakılır mı?!'' Bu sözler
yankılandı kulaklarında
Ninesi yaşlıydı, yaşı yetmişi aşmıştı; ama o
yaşlı hâline rağmen ne zaman ezanı Muhammedî'yi işitse, âdeta yerinden
sıçrar, yaşından beklenmeyecek bir çeviklik ve azimle abdestini alırdı.
Ve derhal namazını ilk vaktinde eda ederdi. Oysa kendisi genç olmasına,
eli ayağı tutan güçlü kuvvetli biri olmasına rağmen, nedense namaza
karşı böylesine atik ve çevik olamıyordu. Nefsini bir türlü yenemiyor,
namaza kalkmak hususunda üzerindeki o uyuşukluğu tembelliği atamıyordu.
Halbuki başka işleri yaparken hiç de böylesine ağır ve tembel değildi.
Ama iş namaza gelince, kendisini bir miskinliktir alıyor ve namaz son
dakikalara kalıyordu. Tabi î bu durumda da kıldığı namazlar aceleye
geliyor, namazın ne rükûsundan ne de secdesinden bir şey anlamıyordu.
İşte tüm bunları düşünerek ağır ağır yerinden kalktı. Saate
baktı, yatsı ezanının okunmasına çok az bir zaman kalmıştı; ama o henüz
akşam namazını eda etmemişti. Bu duruma üzüldü, pişmanlığı yüz
ifadesinden çok rahat anlaşılabiliyordu. Kısık bir ses tonuyla "Yine
namazımı geciktirdim." diye mırıldandı kendi kendine...
Yatsı vakti girmeden önce, akşam namazını eda etmek için
süratle abdestini aldı. Daha elini yüzünü bile tam kurulamadan
uçarcasına odasına geçti ve "patküt, patküt" kabilinden hızlı
hareketlerle akşam namazını kıldı. Tesbihatını yaparken hatırına ninesi
geldi. Onun bu hâlini ve böyle süratli namaz kılışını görseydi,
gözlüklerinin üzerinden bilge bir tavırla bakarak, ona kızar ve ne
sitemler ederdi. Zira ninesinin namazı çok farklıydı. Onun namaz
kılışını gözüne getirdi. Öyle bir namaz kılışı vardı ki, hayran olmamak
mümkün değildi. O yaşlı hâliyle kıldığı namazın rükûsunun, secdesinin
hakkını verirdi. Kıyamda dururken sanki Mevlâ'nın huzurunda, O'nu
görüyormuşçasına, bir iman abidesi gibi dururdu. Namazda öyle bir huşû
ve huzûru vardı ki... Hicabından yüzü renkten renge girerdi.
Bir taraftan bunları düşünüyor, bir taftan da dua ediyordu.
Ama o gün öylesine çok yorulmuştu ki, ellerini dua ederken havada tutmak
bile zor geliyordu. Diğer taraftan da üzerinde sanki ağırlık
varmışçasına göz kapakları kapanmaya başlamıştı. Duasına alnını secdeye
koyarak devam etti ve öylece daldı gitti...
Kıyamet kopmuştu. Mahşerî bir kalabalık vardı. Her taraf
insan doluydu. Herkeste bir korku, bir endişe hâkimdi. Yüreği yerinden
fırlayacak gibi küt küt atıyordu. Âdeta nefesi tutulmuştu ve buz gibi
terler döküyordu. Hocalardan duyduğu, kitaplardan okuduğu kadarıyla
kıyamet, mahşer günü, sorgu, sual ve mizan hakkında pek çok malûmatlar
edinmişti; ama bütün insanların mahşer meydanında toplandığı zaman
duyduğu ürperti, korku ve endişeli bekleyişin bu kadar dehşet vereceğini
düşünmemişti. İnsanların hesap ve sorgusu devam ediyordu ve işte sıra
ona gelmişti
Yüksek sesle onun ismini okudular; korkuyla titredi.
Kalabalık birden yarılmış, önü bir yol gibi açılmıştı. İki tane görevli
gelip kollarına girdiler ve onu kalabalığın arasından alıp götürdüler.
Bir yere gelmişlerdi ki, görevli melekler onun kollarından çıkarak
yanından uzaklaştılar ve onu orta yerde öylece bıraktılar. Başı
önündeydi. O anda bütün hayatı, sevabıyla günahıyla bir film şeridi gibi
gözlerinin önünden geçiyordu. "Keşke yapmasaydım." diyeceği ne kadar da
çok şey vardı hayatında
Dinin direği namazı bile çoğu zaman son vaktinde kılmıştı.
Şöyle göğsünü gere gere hesap vermesinin imkânı yoktu. Tek ümidi
Allah'ın rahmetiydi
Hesap başladı ve sürdükçe sürdü. Boncuk boncuk ter
döküyordu. Her tarafı terden sırılsıklam olmuştu. Korkudan zangır zangır
titriyor, mizandaki neticenin ne olacağını çok merak ediyordu
Ve işte hesap bitmiş hüküm veriliyordu. Vazifeli melekler
ellerindeki belgeyle mahşer meydanındaki kalabalığa dönerek neticeyi
yüksek sesle açıklamaya başladılar. Önce onun ismini okudular. Zaten
ismini duyunca dizlerinin bağı çözülmüş, ayakları tutmaz olmuştu.
Neredeyse oracığa yığılıp kalacaktı. Heyecandan gözlerini kapamış,
okunacak hükme âdeta kulak kesilmişti. Ama duyduklarına inanamadı. Aman
yârabbi! Acaba yanlış mı duyuyordu? Zira ismi cehennemlikler listesinde
zikredilmişti. O anda gözü karardı, başı döndü ve dizlerinin üstüne
yığılıp kaldı. Vücudu tiril tiril titriyor, gözlerinden sicim gibi
yaşlar akıyordu. Vazifeli iki melek onu kollarından tuttu ve ayaklarını
sürüye sürüye, o mahşerî kalabalığı da yara yara o korkunç adrese,
cehenneme doğru yürümeye başladılar. O bağırıyor, yalvarıyor,
çırpınıyordu
Yani şimdi gerçekten de cehenneme mi atılacak, orada çatır
çatır yanacak mıydı? Bir af, bir merhamet veya bir yardım eden
çıkmayacak mıydı kendisine?.. Dudaklarından yalvarmayla karışık, kırık
dökük kelimeler dökülüyordu. "Ben dünyada alnı secdeliydim, namazımı
kılardım. Hani benim namazlarım!? Beni onlar da mı kurtarmayacak?" diye
feryat ediyordu.
Görevli melekler onu duymuyorlardı bile. Onun bağırışlarına
hiç aldırmadan sürüklemeye devam ettiler. Ve nihayet cehennem çukurunun
başına geldiler. Artık cehenneme atıldı atılacak bir hâldeydi. O hâlâ
"Namazlarım..... Namazlarım.... Namazlarım." diye diye hıçkırıklarla
ağlıyordu. Alevlerin harareti yüzüne vurmaya başlamıştı. Son bir
gayretle dönüp geriye baktı; ama hiçbir kurtulma ihtimali göremedi.
Ağlamaktan gözyaşları kurumuş, ümitleri sönmüştü. İki büklüm bir
hâldeydi, başını üzüntüyle öne eğdi. İki koluna girmiş olan vazifeli
melekler, onu tuttuğu gibi cehenneme atıverdi. Birden bire kendini
havada buldu. Süratle düşüyor, hızla alevlere doğru yaklaşıyordu. Artık
cehennem ateşine girmesine ramak kalmıştı ki, bir şey oldu. Önce birden
durdu ve havada asılı kaldı, sonra yavaş yavaş gerisin geriye çekilmeye
başlandı. Alevlere doğru düşerken kuvvetli bir el onu kolundan
yakalamış, şimdi de onu yukarı doğru çekiyordu. Çok sevindi, galiba
kurtulmuştu. Başını kaldırıp yukarı bakınca, kendisine tebessüm eden nur
yüzlü bir simayla karşılaştı. Kendisini son anda kurtaran o nuranî zata:
- Siz de kimsiniz? diye sordu. O:
- Ben senin namazlarınım. dedi.
- Peki, neden bu kadar geç kaldınız?
Neredeyse düşüyordum. Son anda yetiştiniz, dedi. Bunun üzerine o nuranî
simalı zat tebessüm ederek:
-
Hatırlarsan, sen de beni hep son anda kılardın, dedi.
O
esnada gürül gürül okunan yatsı ezanının sesiyle irkildi. Meğer secdeye
kapandığı yerde dalmış gitmişti. Kendine geldiğinde terden sırılsıklam
olmuştu. Hâlâ gördüklerinin dehşetinden titriyordu. Hemen kalktı ve
hızlı adımlarla caminin yolunu tuttu, namazı ilk vaktinde eda etmek
için
HATEMİ
ZAHİDİN NAMAZI
Bir
kere Hatemi Zahid Hazretleri, Âsım b. Yusuf Hazretlerinin yanına
girdiğinde Âsım ona:
- Ey
Hatem! Namaz kılmayı güzel becerebiliyor musun?" diye sordu. O da:
- Evet,
dedi. Bunun üzerine Âsım Kuddise Sırruhu:
- Peki,
nasıl kılıyorsun?" diye sorunca dedi ki:
-
Namaz vakti yanaşınca abdestimi sünnet vechi üzere tazeliyorum. Sonra
namaz kılacağım yere gelip dikiliyorum, ta ki her uzvum yerleşiyor.
Kâbe'yi iki kaşımın arasında, makamıı İbrahim'i göğsümün hizasında,
Allahu Teâlâ'yı mekândan münezzeh (pak ve uzak) olduğu hâlde başımda
hazır, kalbimdeki her şeyi bilir olduğu hâlde görüyorum. Sanki ayağım
sırat köprüsünün üzerinde, cennet sağımda, cehennem solumda, ölüm
meleğini de arkamda hissediyorum. Ve kılacağım namazın, son namazım
olduğunu zannediyorum. Sonra ihsan ile (Mevlâ'yı görür gibi) iftitah
tekbirini alıyorum, düşüne düşüne okuyorum. Tevazu ile rükûya eğiliyor,
tazarru ile secdeye kapanıyorum. Sonra tamamıyla oturuyor, ümitle
teşehhütte bulunup, sünnet üzere selâm veriyorum. Sonra da o namazı
ihlâsla teslim ediyor, korkuyla ümit arasında kalkıyorum. Ve bu hâl
üzere sabra devam ediyorum.
Bunu
duyan Âsım Kuddise Sırruhu Hazretleri hayretle:
- Ey Hatem! Senin namazın böyle mi? dedi. O da:
- Evet, otuz senedir böyle kılıyorum, deyince Asım
Hazretleri ağlayarak:
- Ben daha bu zamana kadar hiç böyle namaz kılamadım, dedi.
Kaynak: Beyan dergisi, 02/2005
|