.

Ekonomideki gelişmeler

 

Toktamış Ateş 

 

Siyaset ülkemizin gündemini öylesine yoğun bir biçimde kapladı ki; son derece önemli ekonomik gelişmeler gözden kaçmaya başladı.

Biz de aynı gidişata uyduk ve nicedir ekonomik gelişmeleri ele almaz olduk. Oysaki "küresel" ekonomik kriz kapımızın etrafında dolaşıyor ve "kriz geçti" gibisinden düşüncelere karşın her an yükselen bir dalgayla geri gelebilir. Zaten bunun işaretlerini önce Yunanistan'da sonra AB'nin iki Akdenizli ortağı İtalya ve İspanya'da gördük. Ardından diğer AB üyeleri de; "neler oluyor" endişesine kapıldılar ve kendilerine çeki düzen verme çabasına giriştiler.

Aslında kapitalist bir ekonomide kriz talep yetersizliğinden gelir. Gerçekten; talep olduğu sürece; sistem "üretir" ve işler. Ancak talep olmadığı zaman üretilenler elde kalır ve bir noktadan sonra işten çıkarmalar başlar. Bu durumda da talep daha azalır. Zira tüketicilerin satın alma gücü yoktur. Ve böylece bir "kısır döngü" içinde; kriz bir orman yangını gibi tüm sistemi sarar.

Talep olduğu sürece sistem işler dedik; ama buradaki talep gerçek bir talep olmalı; yani mal ya da hizmet üretiminin getirisinden kaynaklanan bir talep olmalıdır. Eğer karşılığı olmayan borçlarla ortaya çıkan bir talep söz konusuysa; bir süre sonra sistem çökmeye başlar.

Geçtiğimiz hafta; TRT 2'deki "Açılar" programımızda da Yunanistan'da başlayan ve diğer AB ülkelerini tehdit eden ekonomik kriz üzerinde durduk. Buradaki krizin nedeni; Yunanistan halkının bir anlamda "tembelliğe alışması" olmuştu. Aslında bu konuda en uzman ve bilgili arkadaşlarımız; Yunanistan'daki krizin "küresel krizden" bağımsız olduğunu söylese bile ben farklı düşünüyorum.

Yunanistan'ın en önemli gelir kaynaklarından biri turizmdir. Küresel kriz gelişmiş ülkeleri vurunca; buralardan gelen nispeten paralı turistlerde azalma oldu ve bu durum Yunan turizm gelirlerini ciddi biçimde azalttı. Ayrıca Yunan turizmcilerinin "know how"u sürse bile; bu alandaki elemanların önemli ölçüde "tembelleştiklerine" dair duyumlar alıyorum. Ama doğru ama yanlış. Günahı bu konuda okuduklarımı yazanların boynuna...

x x x

Son küresel kriz farklı ülkelerde farklı alanlarda oldu. Örneğin; ABD'deki kriz "finans sektöründe" ortaya çıktı ve ABD yönetiminin büyük bankaları kurtarmak için kesenin ağzını açmasına karşın 180 küsur orta ve küçük ölçekli banka battı. Liberal mantığı gereği "banka kurtarmak" gibisinden bir işe girişmemesi gereken ABD; büyük bankaları kurtarmak zorunda kaldı. Zira bu büyük bankaların çökmesi tüm sistemi çökertebilir ve 1929 buhranına benzer bir şey yaşanabilirdi.

Başkan Obama'nın krizin sürmesi üzerine; "mevduat üretimine" getirdiği yüzde 10'luk sınırlamanın ne gibi etkileri olacağını yakında göreceğiz. Fakat ABD'de şimdiye dek 1 trilyon dolarlık bir ekonomik işlem toplamı azaldığını düşünürsek; ABD'nin sorununun henüz bitmediğini anlarız.

x x x

Dünyada ekonomik krizi ortaya çıkaran bir başka faktör dış borçların artması oluyor. Aslında; bir ülkenin dış borcunun azlığı ya da çokluğu; o ülkenin dış borç tutarının; o ülkenin ulusal gelirine oranıyla bulunur. Eğer bir ülkenin 1 trilyon dolar ulusal geliri varsa; o ülke için 500 milyar dolar dış borç rahatsız edici değildir. Bu borcun oranı yüzde 50 olmaktadır. Ama eğer 250 milyar dolar ulusal geliri olan bir ülkenin 500 milyar dolar borcu varsa bu çok sıkıntılı bir durumdur. Zira burada borç yükü oranı yüzde 200 olmaktadır.

Bugün; dünya üzerindeki gelişmiş ülkelerin büyük bir çoğunluğunun borç yükünün ulusal gelirlerine oranı 100'de 100'ün üzerinde. Örneğin Yunanistan, Türkiye ile rekabet edebilme umuduyla inanılmaz askeri harcamalara girişmiş. Sanıyorum şimdi epeyce pişmandır.

Türkiye'nin kamu kesiminin borç yükü; çok yüksek görünmesine karşın ulusal gelirimize oranlarsak fazla yüksek görünmüyor. Ayrıca bu oranın zaman içinde düşmesi de bir başka olumlu gelişme.

Türkiye'nin kamu kesiminin borç oranı (belediyeler dâhil) yüzde 50'nin altında. Zaten bu borcun en yüksek olduğu dönemde bu oran yüzde 74 idi.

Bu oranın (mukayeseli olarak böylesine düşük olmasının) Türkiye'nin kredi notunun birkaç puan yükselmesine neden olduğunun altının çizilmesi gerekir.

x x x

Türkiye'nin ekonomik alandaki en ciddi sorunu (bence) "işsizlik" yani istihdamdır. Gerçekten işsiz sayımız ürkütecek kadar fazladır.

Üstelik bunun çok önemli bir bölümü genç ve eğitimlidir. Ayrıca ekonomiyi büyütmeden; bu sorunun çözümü yok gibi görünmektedir.

Kimi "akl-ı evveller" bu sorunu kolayca çözerler. Devletin para basarak yeni iş alanları ve istihdam sağlayabileceğini zannederler.

Oysaki bu tam bir felaket olur.

Böylesine büyük bir işsizlik oranı varken uygulanan ekonomi politikalarının nasıl olup da başarılı sayılabildiğine pek aklım ermiyor. Bu konuyu; bir de işsizlere ve bunların yakınlarına sormak gerekir.

Fakat enflasyonun çok ciddi bir biçimde kontrol altına alınması ve faiz oranlarının düşürülmesi de "ekonomi politikalarının disiplini" açısından övgüye değer.

Bizim "aile kurumu" ve bunun dayanışması olmasa; işsizlik çok daha "yıkıcı" olur ama tencere kaynayınca herkes bir kaşık sallıyor.

Ne diyelim bun da şükür….

 

 

RÖNESAN MEDENİYETİNİN EKONOMİLERİ HEP KRİZ EKONOMİLERİDİR

 

İster ekonomik gelişme deyin, ister ekonomik kriz deyin, fark etmez. Zira eşyanın tabiatına ters düşen kapitalist, sosyalist ve filozofların ürettiği bu tüm ekonomik sistemlerin hastalığı ile sağlığı, gelişmesi ile gerilemesi ve krizler geçirmesi hep birlikte oluyor. Bir beden ya hasta olur veya sağlıklı olur. Sağlıklı olan bir adam aynı zamanda hasta olur mu? Gece ile gündüz bir arada bulunur mu? Bir insan hem genç hem de yaşlı olur mu? Bunların ekonomileri ise her zaman hem iyi, hem de kötüdür. Bunlar, her an zıtları birleştirmiş durumdadırlar. Bir beden aslında ya sağlıklıdır ya da hastadır. Çünkü sağlık ne kadar doğalsa hastalık da o kadar doğaldır. Fakat hastalık ile sağlık aynı anda olmaz; bünye hasta ise sağlıklı olmaz; eğer sağlıklı ise hasta değildir. Ancak bu Rönesans ekonomileri, hangisi olursa olsun, ister bireyci-sermayeci ve kapitalist, isterse toplumcu-emekçi sosyalist, bunların hepsi her an hem iyi ve hem de kötüdür. Hem kriz var hem de yoktur. Zira bu ekonomilerin bir tarafı doğal ise diğer tarafı yapaydır. Çünkü bu ekonomilerin ilk başta terimleri bile yerli yerine oturmamış karma karışıktır. Terimler bir ilimin dili değil mi? Terimler karışık olursa, eğer terimler zulmederse o ilimden adalet beklenir mi, onda sağlık ve refah olur mu? Böyle bir ekonomi refah ekonomisi olur mu? Evet, evet bir gerçeği ifade ediyorum. Yazdığı İktisat adlı eseri ile Nobel ödülü kazanan bir ekonomistin kendi açık itirafını naklediyorum, onun ekonomi ilmindeki “terimlerin zulmü” sözünü size aktarmak istiyorum.   

Paul A. Samuelson, İktisat kitabının 10. sayfasında aynen şöyle diyor. “Krizin meydana gelmesine sebep, aşırı tasarruf olduğunu iddia eden Robinson’a Jones, şunları söyler: “Yanlış düşünüyorsun, hakiki sebep eksik tüketimdir”. Bunları dinleyen Schwartz da işe karışarak “ikiniz de saçmalıyorsunuz, hakiki sebep eksik yatırımdır”, diyebilir. Hâlbuki bunlar bir an için tartışmayı bırakıp kullandıkları terimleri tahlil ve mukayese etselerdi, şeklen farklı gözüken bu üç iddianın da aynı olduğunu, aradaki farkın terim karışıklığından meydana geldiğini anlayacaklardır.

Gördüğünüz gibi burada üç iktisatçı kavram karışıklığı yüzünden krizin sebebinin birisi aşırı tasarruf, diğeri eksik tüketin, öbürü ise eksik yatırım olduğunu söylüyor. Samuelson da hem de bir iktisatçı olarak buradaki tasarruf, tüketim ve yatırım terimlerinin hepsinin aynı kapıya çıktığını söylüyor. Böyle şey olur mu? Tasarruf ile yatırım aynı şey midir? Bunlar birbirinden tamamen farklı şeyler değil mi? Samuelson, bu iddiası ile tüketimi de zıt diyebileceğimiz bu iki şeye katıyor. Olamaz böyle bir şey. Üretim başka tüketim başka, tasarruf başka şey, yatırım başka şeydir. Fakat ekonomiyi bir bilim gibi temellerini tam bulup yerine oturtamayanlar, insanları ekonomi adına çelişkiler dünyasına, kargaşa dünyasına sürüklediler. Zıtlaşan, çelişen, çekişen, çatışan ve dövüşen çarpık bir düzene sevk ettiler. Zıt şeyler, aynı şeyi doğurur mu? Hem üretimden ve hem de tüketimden vergi alınır mı?  Aldılar alıyorlar, yaptım oldu diyorlar. Bir taraftan marjinal fayda diyeceksiniz, diğer taraftan da vasıtalı vergi uygulaması yapacaksınız. Bu nasıl bir ekonomi bilimidir? Bu medeniyet ekonomiyi ilim haline getirmedi, ekonomi adına ortada bir savaş meydanı var desem, önce iktisatçıyız diyenler kızar bana. Öyleyse bu kızanlar söylesin bana, bugün sermaye ile emek kavgalı taraflar değil mi? Grev ile lokavt biriyle vuruşmuyor mu? Ekonominin doğru dürüst bir tarifini bile yapamayanların ekonomi diye bir bilimin varlığından söz etmeye hakları yoktur.  Ekonomiye servet ilmi dediler, para kullanarak veya kullanmadan değişim yapmanın imidir, dediler. Üretim ve tüketim etkinliklerini düzenleyen ilim dediler. Şu dediler ve bu dediler, yani sizin anlayacağınız ekonomiyi bilmediler. Hâlbuki ekonomi çalışma ve yaşama düzenini anlatan bir bilim dalı idi. Hâlbuki ekonomi, insan vücudu kadar bilimsel ve insan vücudu gibi bir dengeler dünyası idi. Aslında ekonomi, fizik gibi bir ilim bilim dalı idi.  Ama ne yazık ki, bu Rönesans medeniyeti sadece bir madde medeniyeti olduğu için, bir laboratuar medeniyeti ve deney-gözlem medeniyeti olduğu için insan davranışlarını bilimsel bir temele oturtamadı. Zıtlara aynı şey gözüyle baktı, karaya ak, aka da kara dedi. Mal, para, emek ve yıpranmayı aynı kabul ederek bunları arz talep kanunlarına tabi tuttu.

Bu ekonomiler aynı prematüre bebekler gibi arızalı ve hastalıklı doğmuşlardır. Öyle olmasa mal ile para aynı tutulur mu? Mal ile para aynı şeyi yapar mı? Mal bir ihtiyacı tatmin eden şeydir. Para ise hiçbir ihtiyacı gideremez. Buna rağmen bu çarpık ekonomi ve bu çarpık kafa, ev kiraya veriliyor da para neden kiraya verilmezmiş diyorlar? Evet, ev, at, araba…ve bir elbise bile kiraya verilebilir. Ama para asla kiraya verilemez. Çünkü para yenilmez, para giyilmez, binilmez ve para kendi başına bir ihtiyacı gideremez. Onun için para bir gelir getirmez ve kiraya verilmez.

Bir de yazarımız çıkmış “aslında kapitalist bir ekonomide kriz talep yetersizliğinden gelir”, diyor. Talep yetersizliği neden olsun ki, hem de kapitalist bir ekonomide talebin yetersiz olması düşünülebilir mi? Hayır hayır ne ondan nu bundan, ne şu sebepten ve ne de bu sebepten. Bu krizler yapıdaki bozukluktandır, bir dengeler dünyasında dengelerin kurulamamasındandır. Çünkü ekonomi aslında insan vücudunda olduğu gibi bir dengeler dünyasıdır. Sermaye ile emek, mal ile para, ithalat ve ihracat, üretim-tüketim, tasarruf ile yatırım, birey ile toplum fert ile devlet hep denge halinde olmalıdırlar. Hâlbuki bunların ekonomisi bireyin yerine toplumu veya devleti, malın yerine ise parayı koymuştur. Serbestler yasak, yasaklar da serbest olmuştur. Onun için de her zaman her yerde kriz vardır. Sanki ekonomi bıçak sırtında işte gitti gidiyor, düştü düşüyor. Her gün değişen ekonomi, ekonomi olur mu? Bırakın günü, haftayı ve ayı bugün saat başına değişen bir ekonomi ile karşı karşıyayız. Siz mala dayanan bir ekonomik hayatı paraya dayandırırsanız işte böyle olur. Bunalımdan bunalıma ve krizden krize koşturur durursunuz.      

Eğer mal ile para dengede olacaksa, mal üretmeden para basmak olur mu? Karşılıksız para basılır mı? Aslında sormak lazım bu kâğıttan para da olur mu? Değeri olmayan bir şeye değer izafe edilebilir mi? Biz ettik oldu derseniz, işte böyle krizden kurtulamazsınız ve kurtulamayacaksınız. Onun için ya altın ve gümüş paraya dönersiniz ya da karşılıksız para basmazsınız. Çünkü karşılıksız para basmak hırsızlık yapmak demektir. Mesela bir devlet, tedavüldeki para miktarı kadar piyasaya para sürecek olsa paranın değeri yarı yarıya düşer böylece devlet herkesin cebindeki paranın yarısını çalmış olur. İslam hukukunda sebepsiz yere hırsızlık yapanın elini keserler. Hâlbuki enflasyon yapan devletler en büyük hırsızlığı yapmaktadırlar. Öyleyse bu bozuk düzenlerin kellerini uçurmadıktan sonra bu krizlerden kurtulmanın bir çaresi yoktur. O sebeple mal mallığı bilip kendi yerine oturmalı, para da ben ancak parayım deyip kendi sandalyesine geçmelidir.

Mal milletin ve para devletin olmalı. Mal üretimi için hiçbir yerden izin alınmamalıdır. Devlet mallara, fiyatlara, çarşı ve pazarlara karışmamalıdır. Paraya da bu benim namusumdur demeli ve ona kimsenin el sürmesine izin vermemelidir.

Üretim, hem birey ve hem de toplum açısından bir artma olduğu zaman üretim olur. Sadece birey veya toplum açısından bir artış olursa ona üretim denmez. Çünkü birey toplum dengesi vardır. Onun için İslam düzeninde miras ve intikal vergisi yoktur, alım satım vergisi yoktur. Zira İslam düzeninde birey kadar topluma, toplum kadar da bireye önem verilir ve ona göre hareket edilir. Herkes ürettiği mala sahip olur. Mülkiyete ancak saygı duyulur. Tüketimden vergi almak mülkiyete saygısızlıktır. Kişinin kendi oturduğu evinden vergi almak büyük bir haksızlıktır.  

“Son küresel kriz farklı ülkelerde farklı alanlarda oldu. Örneğin; ABD'deki kriz "finans sektöründe" ortaya çıktı”, deniliyor. Maldan ayrı, artı riskten ayrı veya emekten ayrılmış, ayrı olarak bir finans sektörü düşünülemez. Para paralık hizmetini yapabilmesi için bir ortağa, fonksiyonel bir ortağa, mala, emeğe veya bir riske muhtaçtır. Onun için bu finans sektörleri ifadesi doğal değil, yapaydır; çalışma şekli de ekonomik açıdan faydalı değil, zararlıdır. Zira paranın ekonomik fayda açısından zati bir değeri yoktur. Üreme değeri yoktur, üretken değildir, fayda üretemez para. Çünkü para bir terazi gibi malları, değerleri ölçmeye yarayan bir araçtan ibarettir. Onun için bu sermayecilik, kapitalistlik, parayı mal gibi kiraya vermek fayda değil zarar doğurur. Zaten küresel olsun, yöresel olsun bugünkü krizlerin, ekonomik krizlerin çoğunlukla sebebi para yani finans anlayışından ve uygulamasından gelmektedir.

Son olarak yazarımız “Fakat enflasyonun çok ciddi bir biçimde kontrol altına alınması ve faiz oranlarının düşürülmesi de "ekonomi politikalarının disiplini" açısından övgüye değer”,  diyor. Yazar burada ekonomik açıdan son derece önemli olan enflasyon, faiz oranları ve ekonomik politikalar gibi üç terimden bahsederek bir yargıya varıyor. Bir defa ekonomik bünyedeki enflasyon insan vücudundaki tansiyona benzer diyebiliriz. Vücut için tansiyon ne kadar tehlikeli ise enflasyonda ekonomi için en az o kadar tehlikelidir. Kelimenin tam anlamıyla bu enflasyon da bu bozuk ve çarpık ekonominin ürününden başka bir şey değildir. Ekonomi düzelmeyince enflasyon da düzelmez.

Faiz oranlarının düşürülmesi belki iyiye bir gidiş olarak kabul edilebilir. Ancak hemen söyleyelim ki, bu faiz denen şey ekonomiden sıfırlanmadıkça zararlı etkilerine devam eder. Zira insan bünyesindeki bir kanser uru ne ise ekonomik bünyedeki faiz uru da odur. Kanser vücutta kural dışı artma ve çoğalmadır; faiz de ekonomik bünyede karşılığı olmayan bir fazlalıktır. Kanser bir gün vücudu alt eder ve hayatına son verir. Faiz belası da bir gün gelecek bu çarpık ekonomiyi öbür dünyaya gönderecektir.  

Ekonomi politikalarının disiplini ifadesi bize bir Fransız iktisatçısı olan Antonie de Monychrétien’i hatırlattı. Çünkü o 1615 yılında ilk defa “Ekonomi Politik” adında bir ekonomi kitabı yazdı. Biz buna siyasi iktisat da diyebiliriz. Burada hemen sormak isteriz ki, hukukun yürütücüsü devlet olabilir; ama politika veya hükümet ya da devlet ekonominin yürütücüsü olabilir mi? Devlet yalnız başına ekonomiyi yürütmeye kalkarsa işte böyle krizler ortaya çıkar. Bize göre devletin ekonomik alanda ancak % 20 kadar bir alana sahiptir. Çünkü ekonomiyi daha çok millet ve bireyler yürütür. Ancak bozuk ve çarpık ekonomilerde izin denilerek, odalar ve belediye denilerek, destekleme ve kredi denilerek ayrımcılık yapılır ve girişimcilerin iradeleri ve özgürlükleri ellerinden alınır.

Sonuç olarak ekonomideki gelişmeler değil, ekonomideki gerilemeler ele alınmalı krizlerin sebepleri üzerinde durulmalıdır. Bize göre önümüzdeki beş yıl, on yıl ve yirmi yıllar çok önemli yıllardır. Bizim tavsiyemiz odur ki, herkesin ama herkesin doğrunun, faydalının ve doğal olanın yanında yer almalarıdır.

  

Osman Eskicioğlu  


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.