.

Oybirliği...

 

Toktamış Ateş

 

Bu yaşıma geldim sadece bizde değil; dünya üzerindeki hemen tüm yargılama sistemlerindeki "oy çokluğuyla" alınan kararlara aklım ermedi.

Özellikle YÖK'ün Danıştay kararını bozmak için yaptığı başvuruda oylama sonucunun 13'e 14 çıkması; beni bu konuda düşünmeye ve bu düşündüklerimi sizlerle paylaşmaya yeniden itti.

Bu konuyu zaman zaman hukukçu arkadaşlarıma ilettim. Ama ister; yargıç ya da savcı olsun; ister avukat olsun; isterlerse de bu mesleklerin dışında hukukçu olsunlar; tümünün ya da hemen hemen tümünün ittifak ettikleri husus; yargılama sisteminin de oybirliğinin yanı sıra oy çokluğunun da geçerli olması gerektiği hususu oldu.

Hukukçular böyle düşünüyor ama; mantığıma göre bu yaklaşım yanlış.

Aynı altyapıdan gelen yani hukuk eğitimi alan insanların; belli bir konuda farklı sonuçlara varabilmelerinin nasıl bir mantığı olabilir? Nasıl olur da birbirlerini ikna edemezler.

Gelecekle ilgili bir tahminde bulunmak söz konusu olsa, farklı düşünceler dile getirilmesini doğal karşılarım. Geçmişle ilgili bir olay düşünüldüğü zaman eğer farklı kanıtlar ve farklı kaynaklardan gelen bilgiler söz konusuysa; farklı açıklamaları da doğal karşılamak gerekir.

Fakat bir savcı bir olayla ilgili kanıtları ortaya koyduğu zaman ve gene aynı savcı kendi ulaştığı sonucu açıkladığında; bu kanıtlara ve açıklamalara bakan farklı birkaç yargıç nasıl ve neden farklı kararlar verebilirler?

İşte buna asla aklım ermiyor.

Benim bu konulardaki düşüncelerimi bilen kimi hukukçu arkadaşlarım "tek yargıç" sisteminin zararlarını ve tehlikelerini anlatırlar. Elbette tümüyle katılırım. Zira tek yargıçlı sistemde yargıcın hata yapma olasılığı çok yüksektir. Tek yargıç kanıtları doğru değerlendiremeyebilir, duygusal davranabilir, bazı şeyleri gözünden kaçırabilir. Hatta biraz daha ileri giderek şunları söyleyebiliriz ki; tek yargıç kolayca baskı altına alınabilir. Hatta daha da ileri giderek; daha da kolay satın alınabileceğini söyleyebiliriz. Yani neresinden bakarsanız bakın bir yargılama sürecinde "tek yargıç" sisteminin arzulanabilir bir yanı yoktur.

Şu bakımdan bir "mahkemenin" en az 3 yargıçla yapılmasının ideal bir süreç olduğunu düşünüyorum. Ancak bu yargıçların aralarında "müzakere ederek" alacakları kararları; "oyçokluğuyla" değil "oybirliğiyle" almalarının zorunlu hale getirilmesini; eğer böyle bir oybirliği sağlanamazsa o mahkemenin "düşmesi" ve yeni bir yargıçlar kurulu oluşturulmasının yararlı olacağını düşünüyorum. Böyle bir sistem oluşturulursa yargıçların birbirlerini ikna hususunda daha dikkatli ve arzulu olacaklarına kuşku duymuyorum.

Peki, "tek yargıç" sistemine karşıyım da; "jüri sistemine" nasıl bakıyorum? Doğrusunu isterseniz başta ABD olmak üzere bu sistemi uygulayan "Anglo-sakson" ülkelerde; en azından ağır ceza mahkemelerinde bu sistemin yararlı olduğunu ve iyi işlediğini düşünüyorum.

Fakat bu sistemin de farklı uygulamaları var.

Bu sistemin en yaygın olarak uygulandığı ABD'nin değişik eyaletlerinde; jüri sisteminin farklı farklı uygulandığını biliyoruz. Ağır cezalık konularda; farklı eyaletlerde farklı yaptırımlar var. Biz Amerika Birleşik Devletleri'ni oluşturan "state"leri eyalet olarak isimlendiriyoruz. Aslında bunlar kendilerince yasaları ve uygulamaları olan devletler. Bazen öyle oluyor ki; iki komşu state arasında birbirinin tam tersi yasalar olabiliyor. Gene biz bu eyaletlerin seçimle gelen "governor"lerine vali deriz. Oysaki bu adamlar da düpedüz devlet başkanı. Her state; kendi eğitim, sağlık, bayındırlık, güvenlik vb. akla gelen her konuda kendi düzenlemelerini yapar. Federal devletin varlığı postane dışında pek hissedilmez. Ve bunun sonucu olarak uygulanan yargılama sistemleri de birbirinden farklı olabilir.

Bu farklılıklara örnek olarak; Iowa ve Utah gibi komşu iki eyaletin içki satılması ve içilmesiyle ilgili düzenlemelerini gösterebiliriz. Eğer son yıllarda değişmediyse; Iowa'da dükkânlarda açık olarak içki satılması yasaktır. Eyaletin bu iş için yapılmış olan özel mağazaları vardır. Tüm yerleşim birimlerinde kurulu olan bu mağazalarda da içki açıkta satılmaz. Kapıdan girdiğiniz zaman karşınızda bir panoda satılan alkollü içkiler ve fiyatları vardır. İstediğiniz içkileri bir forma yazar ve parasını ödersiniz. Yaşınızın küçük olduğundan kuşkulanırlarsa kimlik gösterirsiniz. Ve bir görevli formu alarak arkaya gider ve istediğiniz içkileri kapalı bir poşetle getirir verir. Pazar günleri; bira dâhil her türlü içkinin satılması ve umuma açık yerlerde içilmesi yasaktır.

Oysaki Utah'ta bu işler sonuna kadar serbesttir. Bir caddenin karşısına geçer, içkinizi içer, geriye evinize dönebilirsiniz. Garip bir ülkedir ABD...

Konuyu gene saptırdım; ama ABD'deki farklı yasalardan ve uygulamalardan söz etmek istiyordum. Kimi eyaletlerde; idam cezası yürürlüktedir, kimilerinde kalkmıştır. Farklı eyaletlerde aynı suçlara uygulanan yaptırımlar arasında da farklar vardır.

İşte "jüri sisteminin" uygulamasında da farklılıklar görünür. Ve genelde "oybirliği" istenir. Aksi takdirde jüri dağılır.

Birbirini ilk kez gören ve farklı alt yapı ve mesleklerden gelen insanlar birbirini ikna edebiliyorsa aynı kökenden gelen yargıçlar birbirini neden ikna edemesin?..

 

 

 

HÂKİMLER ve ALDIKLARI KARARLAR

 

Son zamanlarda hâkimler, savcılar ve Danıştay çevrelerinde meydana gelen hareket ve davranışlar, aldıkları kararlar ve verdikleri hükümler insanları hukukta sistem arayışlarına sevk etmiştir. Yazarımızın “OYBİRLİĞİ” başlığı altında yazmış olduğu bu makale de bunun açık bir göstergesidir.

Görüldüğü gibi böylece “oyçokluğu” ve “oybirliği” diye hukuk-adalet alanında yöntem arayışları başlamış bulunmaktadır. Artık oyçokluğu ile alınan kararlar insanları tatmin edemez hale gelmiştir. Onun için oybirliği istenmekte ve mahkemede tek hâkim yerine jüri sistemi önerilmektedir. Bu demektir ki, bu ülkede hukuk ve hukukçular alanında da su yüzüne çıkan bir sistem sorunu ya da sorunları vardır. 

İnsanlar birlikte yaşarlar ve ancak hukukla yaşarlar. Onun için hukuk insana mahsus olduğu gibi insan da hukuka mahsustur sözünü hep tekrar edip duruyoruz. Bunu İslam hukuk terimleri ile ifade edecek olursak bireyler kendilerini hukuk ile içtihatla yönettikleri gibi şuralar da toplumları yine hukuk ile danışma ile yönetirler, diyoruz.

Hukuk herkesi ve tüm bireyleri, bu bireylerin toplamından oluşan tüm toplumu kucaklayan bir kurumdur. Onun için bir toplumda en önemli kurum hukuktur, dediğimiz zaman bir gerçeği ifade etmiş oluruz. Zira insanla insanın, bireyle bireyin, bireyle toplumun ve toplumla toplumun, fert ile devletin arasındaki tüm ilişkiler ancak hukuk çerçevesi içersinde gerçekleşir. Hukuk böyle herkesi ilgilendirdiği için hiçbir kimse hukuki olaylardan uzak kalamaz; herkes ve tüm bireyler hukuka yardımcı olur. Tabir caiz ise hukuk, toplumda herkesin birlikte yaşattığı ve tüm insanların tuzu-biberi ve katkıları olan ortak bir kurumdur. Onun için hukuk, yalnız bir bakana, hâkim ve savcılara bırakılamayacak kadar ağır, ağır olduğu kadar da mesuliyet ve sorumluluğu olan kutsal bir kurum ve insanca bilgilerin bileşkesinden ibaret bir kurallar kümesidir.

Bir bireyin bireysel yönü bulunmakla beraber aynı zamanda bir toplumsal boyutu da bulunduğu için herkes birbirinin velisi sayılır ve devlet de en büyük veli olarak karşımıza çıkar. İnsan fıtratı böyle iken bugün toplumda maalesef bu duygu ve düşüncelerden uzak, deniz kıyısındaki birbiri üzerine ve yan yana duran fakat aralarında hiçbir irtibat bulunmayan kum tanecikleri gibi yığınlar ve kalabalıklar var. Üzülerek söyleyelim ki, toplum bünyesindeki birey ve bireyler, insan bedeninde var olan hücreler konumunda oldukları halde hiç de onlara benzemiyorlar. Toplum fıtrat ve tabiat itibariyle organik ama her nedense bireylerin arasındaki irtibat-damarları kesilmiş, birinin diğerinden asla haberi yoktur. Ekonomik birlik, zaman ve mekân birliği olan yerde ne yazık ki, bir fikir ve düşünce birliği yoktur, soysal birlik yoktur. Onun için bunun yan tesiri olarak ortaya çıkan şey, hâkimin yanlış kararı sadece ilgilileri değil, kendi bedenine de bir diken gibi batmalıdır; hâlbuki batmıyor, hâkimin ruhu ve vicdanı bundan bir acı duymuyor. Zira toplumun bünyesi insan vücudu gibi organik bir yapıya sahip değildir. Her şeyden önce toplumda fizik ve metafizik, ruh ve beden uğruna bir kültür ve düşünce birliği yoktur.

 Bilime dayalı bir fikir ve düşünce adına hislere, duygulara ve kabullere dayanan bir bölünme ve kamplaşmalar karşımıza çıkmaktadır. Oysa hukukun terim, tarif ve tasnifleri bulunması dolayısıyla hukuk bir ilimden ibarettir. Bilim ise bir güçtür; ancak sadece bir güç değil, fakat aynı zamanda bir gerçeklik ve bir kalp yatkınlığı ve iç huzurudur. İşte onun için hukukun kestiği parmak acımaz derler. Çünkü hukuk ilimdir; ilim denilen şey ise insanları gerçeklere götürür. Şu halde başta tüm hâkimler ve savcılar olmak üzere herkes ve bütün vatandaşlar bu hukuki gerçekler karşısında boyun eğmek zorundadırlar. Bir hâkim veya savcı keyfilik yaparak, hukuk kurallarını ve onun nesafet ölçülerini hiçe sayarak çelişkili kararlar verirse dün şöyle dediğine bugün böyle derse, bu hukuk çürütülmüş olmaz mı? Hâkim veya savcı böyle yaparsa halk ne yapmaz. Halkı ve toplumu bireyi ve devleti ayakta tutan hukuk değil mi? Hukuk çiğnenirse devlet çökmez mi? Bir hukuk organı olan Danıştay üniversiteye giriş imtihanındaki kat sayı meselesinde dün bu konuda söz sahibi YÖK derken bugün neden iptal kararları veriyor? Bu nasıl bir hukuk mantığıdır, bu nasıl bir hukuk uygulamasıdır. Bu Danıştay bu hareketi ile hukuku çiğnemiş olmuyor mu? Bunun hesabını kim soracak? Ben şahsen Danıştay’ın bu konuda bir açıklama yapmasını hala istiyor ve bekliyorum ve böyle karar vermiş olmalarını da asla tasvip etmiyorum. Bir hukuk adamı kurallar ve kanunlar değişmeden dün ak dediği şeye bugün sarı veya kara demez ve dememelidir. Yoksa hukuka saygı diye bir şey kalmaz ve hukukun üstünlüğü de sıfır olur. 

  Eğer bir toplumda hukukun üstünlüğü olmazsa, üstünlerin hukuku oluşmaya başlar. Toplumda kast sınıfları meydana gelir. Böylece hukuk karşısında ve adalet önünde insanlar eşittir kuralı çiğnenmiş olur. Artık toplumu ve devleti hukukçular idare etmeye başlar. Hâlbuki vücuttaki el ayak olur mu, toplumdaki yargı yürütme olur mu ya da yürütme yargı olur mu? İnsanın gözü görür, kulağı işitir ve burnu koklar. Hasta ve gözü arızalı kişiler elleriyle görmeye çalışırlar. Bir toplumda din hukuk ve ahlak tam yerinde değilse işlevlerini tam yapamıyorsa o toplum hasta demektir ve o toplum düzeni bozuk demektir. İşte böyle bozuk bir düzenin hâkimleri karar verirken hukuka ve bilime değil de inancına, kendi mezhebine, meşrebine ve ideolojisine dayanır. Eliyle görmeye çalışan bir kör misali, hâkim de hukuku bırakır kendi meşrebine ve inancına sarılır.

Bugün ülkemizde bir avukatlık ve avukatlar var; bir de hâkimlik ve hâkimler var. Avukatlar hiçbir yere bağlı olmadan serbest çalışırlar. Hâkimler ise devletin ücretli-maaşlı memurları durumunda olup öyle çalışan memurlardır. Yani bir bakıma hâkimler serbest ve tarafsız değildirler. Onun için bu hâkimlik sisteminden ziyade hakemlik sistemi esas olmalıdır. Hâkimlik ve hâkimler tamamen serbest hale gelmelidirler. Hakemlik sisteminde taraflar hakemlerini seçer; bu hakemler de oturup meseleyi ittifakla bir çözüme kavuştururlar. İki tarafı ya da tarafları bulunan bir olayda her iki tarafın da hakemleri bulunmaz da bir hâkim ya da birilerinin tayin ettiği hâkimler olursa bu karar ve hükümler insana güven vermez. Artık hâkim ve mahkemeye, hüküm ve kararlara güven kalmaz olur. Bunu tamir etmek için de üst mahkemeler ve yüksek mahkemeler, bilmem şu mahkemesi veya bu mahkemeleri ortaya çıkar. Fakat sistem bozuk olduğu için yine güvensizlik devam eder ve hâkimler yanlış kararlar vermeye devam ederler. Hâkimin verdiği veya vereceği yanlış karar her şeyden önce bir iğne gibi önce kendisine batmalıdır. Hâkim, memur veya kim olursa olsun, herkes ama toplumdaki herkes yaptığı işte kendi kar ve zararı ile karşı karşıya kalmalıdır. Biz buna otokontrol diyoruz. Hâkim doğru karar verirse bu kendisi için de fayda olmalıdır. Onun verdiği yanlış bir karar ise kendisine de zarar vermelidir ve önce kendisine batmalıdır. Bu hususta birçok usul ve yöntemler bulunabilir. Mesela yılda bilmem şu kadar meselede ittifak edemeyen hakemin hakemlik belgesi elinden alınabilir gibi kurallar getirilebilir.

İnsanlar birbirlerinin velisi olmaları dolayısıyla herkes birbirine yardımcı olur, davalı ve davacı olabilir. İnsanlar biri diğerine yol gösterebilir. Ama bugün “sen bana karışamazsın” felsefesi vardır. Senin tek kişi olarak şu veya bu mahkemeye başvuru hakkın yoktur. Bu görev vatandaşın elinden alınmış ve savcılara verilmiştir. Onun için bir milletvekili değil, on milletvekili birleşse bile Anayasa Mahkemesine başvuramazlar. Bozuk düzenlerde bireylerin hakları ellerinden alınır, toplumdaki kesim ve kısımlara verilir. Düzen bozuk olduğu için sistemin kendi kendine çalışması yerine, sisteme ve düzene bağlı memur ve görevliler yerine bireye bağlı olan sistem ve düzen çalışması vardır. Düzen ve sistem iyi insana göre iyi, kötü kişiye göre ise kötü olur. Başkan iyi ise belediye de iyi çalışır ve iyi hizmet eder. Kötü belediye başkanları halka hizmet götürmezler. Böyle olunca da toplumda yönetimi ilgilendiren meselelerde artık şans ve talih oyunları geçerli olur. Şansın varsa iyi müdürle çalışma imkânına sahip olursun. Eğer talihli bir kişi isen mahkemeye götürdüğünüz bir anlaşmazlık iyi bir hâkime düşer ve işiniz çabuk çözülür. Hâlbuki ne yönetimde ve ne de hukukta iyi ve kötü ayrımı vardır. Hukukun bir ilim olduğunu az yukarıda söylemiştik. İlimde ise yanlış doğru tasnifi vardır. İsabetli ve isabetli değil anlayışı vardır.

 Bir toplumda kurumlar hak ve vazifelerini, alacak ve borçlarını bilmez ve yerine getirmezlerse o toplumda doku uyuşmazlıkları oluşur. Doku uyuşmazlığı insan vücudunu tahrip eder, toplum bünyesini hasta eder. Onun için sosyal bilimlerde terim tarif ve tasnifler eskimiştir. Bugün dünyadaki sosyal hayat tümüyle entropinin zulmüne uğramış durumdadır. Bunda da ilim adamları kabul edilen ve bu medeniyeti yani Rönesans medeniyetini kuran dine, hukuka ve ahlaka yeni bir şekil veren filozofların ve ilim adamlarının payı büyüktür. Mesela hukuk, doğru ve yanlış karar yerine iyi ve kötü karar kelimelerine dayanıyorsa bu hukuk alanının terimlerinin değiştiğini ve eskidiğini gösterir. Bir yazar bu konuda burada bize de yardımcı olabilecek cümlesini şöyle kurmuştur. “Bacon’un Tanrı’yı doğadan uzaklaştırması gibi, Locke da Tanrı’yı insanların işleri ve ilişkilerinden çıkardı. Böylece kadınlar ve erkekler de donuk, mekanik bir evrende diğer madde parçalarıyla etkileşen yalın, fiziksel olgulara dönüştü”

Netice olarak bugün ilim, din, ahlak ve hukuku yeniden ele almanın, bu konularda yeni bir düzenleme getirmenin vakti gelmiştir. Toplumda hukuk-adalet, siyaset ve iktisat alanlarındaki şikâyetlerin sebebi hep bu eskimişlik ve çürümüşlüktür. Bu çağ tam bir yenilenme ve değişim zamanıdır. Mevsime ayak uyduramayanlar hayat sahnesine veda etmek zorunda kalırlar.

 Osman Eskicioğlu    


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.