.

İslam ve İnsan Hakları

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

İnsan hakları, insanların yüz yıllar boyu mücadele ettiği, uğrunda can verip kan döktüğü değerlerdir. Ne garip bir tecellidir ki, görevleri insan hak ve vazifelerini bildirmek olduğu halde, bu konu­da en çok çile çeken, peygamberler olmuştur. Hatta aralarında Zekeriya ve Yahya aleyhisselâm gibi öldürülen peygamberler bile vardır. Böyle olmasına rağmen maalesef bugün dünyanın hiçbir yerinde dinlerin, özellikle İslam’ın insanlığa getirdiği ölçü ve nitelikte bir insan haklarının varlığından söz etmek mümkün değildir. Çünkü bugün insanlık, hak ve adalet değil,  zulüm ve haksız davranışlar içerisinde yüzmektedir. Bu durum insanlık adına son derece üzücü, rahatsızlık verici ve hatta kahredici bir olaydır. O nedenle bugün insan hak­ları üzerine araştırma ve tartışma yapmak çok büyük bir önem taşımaktadır. Bu konuda ülkemizin birçok yerlerinde yapılmakta olan faaliyetleri az-uz olsa da şükranla karşılıyorum.

İnsan hakları denilince, biri “insan”, diğeri de “hak” olmak üzere iki kavramla karşılaşıyoruz, insan hak­larını iyi anlayıp kavrayabilmek için önce insanı iy­ice tanımaya ihtiyaç vardır. Zira bugün olduğu gibi in­sanı eksik veya yanlış tanıdığınız takdirde, onun haklarını da eksik ve yanlış tanırsınız.

İnsan, fizik ile metafiziği: ilimle dini; düşünce ile hareketi; ahlakla hukuku kendisinde birleştiren bir varlıktır. Onun için hukuk, insan açısından iman, amel ve ahlak demektir. Başka bir ifade ile in­sanın dini, ilmi, içtimaî, iktisadî ve ailevî davranışları hu­kukun içerisinde şekillenir. Bu yüzden insanlık tari­hinin yetiştirdiği en büyük hukukçulardan birisi olan ve kendisine en büyük otorite anlamında “İmam Azam”, denilen Ebu Hanife, hukuku "Hukuk, kişinin hak ve vazifelerini bilmesidir", diye tarif ediyordu. Buna göre Ebu Hanife, ilâhî düşünceyi, siyasî, içtimaî, iktisadî ve ai­levî hayatı ve müeyyidesi uhrevî olan bütün dav­ranışları hukukun içersinde düşünüyordu. Hiç şüphesiz o, bu düşüncesiyle insanı bir bütün olarak ele almış oluyordu.

Bugün Türkiye’mizde siyasî, iktisadî ve hukukî alanlarda batı normlarının uygulandığı hepimiz için bilinen bir gerçektir. Demokrasi, insan hakları, kadın-erkek eşitli ve serbest piyasa ekonomisi gibi batının sahip olduğu değerlerin temelleri 15. yüz yılda Rönesans ve dinde Reform hareketleriyle atılmıştır. Bu çağda Avrupa, ilim ve hukukta kendi tevhid görüşünü bırakıp kla­sik Yunan-Latin değerlerine yöneliyordu. Klasik Yu­nan görüşü ise paganizm ve lâyisizm yani çok tanrıcılık ve din-dünya ayrılığı idi. Bu yönelişin se­bebi de kilisenin bilim ve teknolojiye ters düşmesiydi. Kopernik, Kepler ve Galile gibi fizik ve astronomi bilginleri, dünyanın yuvarlak olup döndüğünü ileri sürerken, kilise adamları dünyanın yassı ve sabit olduğunu söylüyorlardı. Böylece kiliseye ters düşen bilginler, aforoz ediliyor, işten atılıyor ve mahkemelerde ce­zaya çarptırılıyordu. Bu yüzden kilise büyük bir sarsıntı geçirerek halk nazarında itibardan düştü. Net­icede din-bilim savaşında yenilen kilise de yönünü Yunana çevirerek akıl-iman, ruh-beden, din ve dünya ayrılıklarını kabul etmek zorunda kaldı. Artık dinin çalışma alanı sadece insanın iç dünyası ve ruhu idi. Yani din artık duadan ibaretti. Bu sebeple din, bedene ve bedenin ihtiyaçları olan siyasî, iktisadî ve ailevî olaylara karışamazdı. Çünkü o sadece bir iç duygudan ibaretti. Böylece dinin işi yalnız Allah’a yalvarma ve yakarıda bulunmaktı. Yoksa kanun koymak, tüzük ve yönetmelik çıkarmak, nizam ve düzen getirmek değildir. İşte Batıda din-toplum ve din-dünya ayrımının sebebi böyle başladı ve insana bu ayrılış penceresinden bakılarak bugüne kadar devam etti.

İslam’a göre ise insan, Allah'ın yeryüzüne görevli olarak gönderdiği bir varlıktır, insan görevli olduğu için varlıklar arasında müstesna bir yere sahiptir, insanın bu ayrıcalığı bedenî kabiliyetlerinden ve maddî özelliklerinden değil, "emanet" sahibi ol­masından kaynaklanır. Kuran’ın beyanına göre, göklerin ve yerlerin kabul etmediği görevi insan üstlenmiştir. İnsan üstlendiği bu “emanet” sayesinde diğer varlıklar üzerinde hüküm ve tasarrufta bulunma yetkisine sahip olmuştur. Böylece insan hem kendi neslini devam ettirecek, hem de yeryüzünü imar ede­cektir. Bunu yaparken insan, hayvan, bitki ve cansız varlıklara karşı Allah'ın koymuş olduğu kanunları uygulamaya çalışacaktır.

Ancak İslam’ın bu insan görüşüne karşı çıkanlar ve onun ruhî yönünü inkâr edenler de vardır. Dekart'ın ruh-beden ikiliğine bile hazmedemeyen bu materyalistler. Dekart’ın "makine hayvan" terimini "makine insan" şekline sokarak, tabiatın kanunlarını aynı saymışlardır. Bunlara göre insanla hayvan, hay­vanla bitki, bitki ile maden arasında hiçbir fark yok­tur. Hâlbuki insanla diğer varlıklar arasında fark vardır. Diğer varlıklar insan için, insanlara ücretsiz ve karşılıksız olarak üretim yapmak üzere yaratılmışlardır. Kuran’ın ifadesine göre (Bakara 2/29) Yeryüzünde olanların hepsini Allah insan için yaratmıştır. De­nizler, karalar, dağlar, ovalar, ormanlar, madenler, hayvanlar ve diğer her şey insanın ihtiyaçları için var edilmiştir. Tüm varlık insan için ücretsiz (musahhar) üretim yapmaktadır.

Fakat insanlar, insanlar için yaratılmamış, biri diğeri için mubah kılınmamıştır. İnsanların canları, malları, ırz ve namusları haram, yani dokunul­mazdır. Hatta bir insan, kendi canında, malında ve ırzında bile dilediği gibi tasarrufta bulunamaz. Ken­dini öldürmeye, kendisini veya ırzını başkasına sat­maya hakkı yoktur, insanların emekleri, malları ve mülkleri de diğerlerine karşı aynı canları gibi ha­ramdır. Ancak kendileri için mübah olduğundan rızaları ile başkalarına devredilebilir.

İslam hukukçuları, insan hak ve vazifelerini zim­met hukukuna dayandırırlar. Yani kişinin hak ve va­zifelere ehil olmasının sebebi, onun zimmete sahip olmasıdır. Diğer hukukçular ise, insan akıllı olduğu için bu haklara sahiptir, derler, İslam hukukçuları aklı hukukun sebebi değil, şartı olarak görürler. Bu yüzden aklı başında olmayan adamın da yaşama hakkı vardır. Fakat alıp satması ve herhangi bir hu­kukî icraatta bulunabilmesi için akıllı olması şarttır.

Zimmet, ahit ve sözleşme yapma manasına gelir. Terim olarak ise zimmet, insanı hak ve vazifelere ehil kılan manevî bir vasıftır. İnsan sadece ve sadece insan olduğu için ve yalnız insanlığına dayanarak sözleşme yapma ve söz vererek mukavele yapmak hak ve salahiyetine sahiptir.  İnsanlar ruhlar âleminde, emirle­rini dinleyip itaat etmek üzere Allah'a söz verdiler. Böylece Allah, insanı emanetinin sahibi olarak yarattı ve ona akıl ve zimmet nimetini ihsan etti. İşte böylece insan, kişiliğini, Allah'ın yeryüzünde halife­si olması özelliğinden almaktadır. Bunun sonucu ol­arak, halife olmadıkları için eşya ve malların kişilikleri yoktur.

Bu esasın gereği olarak insan, bizatihi kendisiyle kişilik kazanır, malı veya parası ile kişilik kazan­maz. Bugünkü kültürün hukuk anlayışında ise bazen mallara da kişilik verildiği için, şirketlerde ortaklar daha çok malları kadar konuşurlar. Kişi malı ile bütünleşmiş durumdadır. Meselâ şirketin % 51 his­sesini elinde tutan ortak, parmağını kaldırınca onun dediği olur; diğer geri kalan 49 hisseye 49 kişi sahip olsa bile bu bir şey ifade etmez; onlar yok sayılırlar. Yanlış veya doğru olsa da bu hukukun mantığı bura­da böyle çalışmaktadır. Hâlbuki temelinde çoğulculuk ve çok tanrıcılık olan bir kültürün huku­ku böyle çalışmamalı. Yoksa çoğulculuk hayatın şu kesiminde geçerli de bu kesiminde geçerli değil mi? Bu hangi mantığın bir uygulaması böyle? Öyleyse burada kesinlikle bir çelişki var demektir. Oysa hukuk mantığında bir çelişki olmamalıdır. Fakat İlâhî kaynaktan uzak kalan bir hukuk kültüründe bu kadar şeyler olur deyip bu zıt, ters ve aykırılıkların çatışma alanından çıkalım.

İslam hukukçuları hakkı, insana tasarruf sala­hiyeti veren manevi bir güç diye tarif ederler. Başka bir ifade ile hak, insanı bazı şeyleri istemeye ve bazı şeyleri yapmaya salahiyeti kılan şer’i-hukuki-ilmi bir güçtür.

Ayette " De ki, ortaklarınızdan hakkı gösteren ve tanıtan kimse var mı? De ki, hakkı ancak Allah gösterir", buyrulmaktadır. (Yunus 10/35) Ayetin bu ifadesinden hakkı, hukuku ve hakları ancak Allah’ın bildirip göstereceği anlaşılmaktadır. Buna göre Allah'ın koyduğu kanun­ların dışında hak aramak yanlıştır, faydasız ve hatta batıldır. Tabii haklar denilen İnsan Hakları da yine Allahın koymuş olduğu ilâhî haklar cümlesindendir.

Hakkın felsefi yönden açıklamaları yapılmıştır. Hak, zihin ile eşyanın, iç dünya ile dış dünyanın, fert ile toplu­mun, bilim ile bilinenin uygunluğunu ifade eder. Batılılar dışımızdaki dünya gerçeğine “realite”, iç dünyamızın gerçeğine ise “verite” derler. Biz Müslümanlar ise dış gerçek ile iç gerçeğe ayrı ayrı değil, ikisinin intibakına “gerçek” yani “hak” diyoruz. Onun için Elmalılı Hamdi Yazır, “druva” başka, “verit”e başka diyerek, hukuk manasına kullanılan bu keli­melerin hak ve hakikat maddesiyle alakalarının ol­madığını söylemektedir (Hak Dini Kur'an Dili, I, 141). Buna göre insan hakları da Allah’ın iradesine ve eşyanın tabiatına uygun geldiklerinden haktırlar. Yoksa

Az önce söylediğimiz gibi Cenabı Hak, ruhlar âleminde tüm insanlardan itaat sözü almıştır. Daha sonra gönderdiği peygamberler de bunun kesin kanıtları olduğundan insanların mazeret beyan edecek durum­ları kalmamıştır. Peygamberlerin getirdikleri kitaplar ise bu sözleşmenin metinleridir. Tevrat’a Eski Ahit, İncil’e de Yeni Ahit adı verilmesi bunun açık delili­dir. Zaten Kuran'ın birçok yerinde de bu ahd-ü misaktan bahsedilmektedir.

Ayrıca Kuran’da Yahudilerin verdikleri ahdi boz­duklarından (Nisan 4/155; Maide 5/13), Hıristiyanların ise kendilerine belletilen şeylerin bir kısmını unuttuklarından haber verilmektedir (Maide 5/14). Kuran, Müslümanların sözleşmelerine sadık kalıp kalmadıklarından bir şey bahsetmez. Çünkü Kuran Müslümanlardan sonra gelmiş bir kitap değildir. Bu husustaki yorumu Müslümanlar kendileri yapabilirl­er.

İnsan hakları kavramının başlangıcını Tevrat’ta görenler olduğu gibi, Hıristiyanlıkta olduğunu söyleyenler de vardır. Fransızlar bunu J. J. Roussa'ya ve Fransız İhtilal Beyannamesine, İngilizler ise ken­di filozoflarına dayandırmak istiyorlar. Bunların hiçbiri doğru değildir. Doğru olanı şudur; Yeryüzünde insan hakları kavramı, peygamber olan ilk insan Hz. Âdem ile başlar. Çünkü Allah O'na insanla ilgili bütün hak ve vazifeleri öğretmiştir, ilk insan hakları ihlali de Kabil’in Habil’i öldürmesiyle başlar. Bu konuda Kuran şöyle der:

"Ey Muhammed, onlara Âdem’in iki oğlunun haberini hakkıyla oku. İkisi birer kurban sundular. Birinden kabul edildi, diğerinden edilmedi. Kabil, an- dolsun seni öldüreceğim deyince Habil Allah ancak muttakilerden kabul buyurur, dedi. Sen beni öldürmek için elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi uzatmam. Çünkü ben âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım... Kabil kardeşini öldürmekte nef­sine uydu ve böylece hüsrana uğradı. Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Yazıklar olsun bana, kardeşimin ölüsünü örtmek için bu kar­ga kadar olamadım.", dedi ve yaptığı işe pişman oldu.

Eğer dikkat ettiyseniz; Habil, ben seni öldürmek için elimi uzatmam, ben âlemlerin rabbi olan Allah'tan korkarım diyor. Kendisinde insan hakkı kav­ramı olmayan bir insan bunu söyleyebilir mi? Kabil de sonunda pişman oluyor. O'na pişmanlık duygusu­nu veren nedir? Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, insan hakları kavramı insanla beraber başlar. Eğer kelime olarak yoktu gibi, akla bir vesvese gelirse, dilcile­rimizin “insan dil sayesinde düşünür” sözünü hatırlamalıyız.

Hz. Âdem’den sonra insanlar yavaş yavaş bozul­maya başladı. Önce inançları ve düşünceleri, sonra da hukukları ve davranışları bozuldu. Bu bozuk fikirleri ve yanlış davranışları düzeltmek üzere Allah ikinci bir peygamber gönderdi. Bu sebeple bütün peygam­berler, bozulmuş ve çiğnenmiş insan haklarını düzeltmek için gönderilmişlerdir.

Kadın-erkek, karı ve koca ilişkileri yani aile hu­kuku bozulduğu zaman Lut Peygamber, para ve mal ölçüleri kaybolup ekonomik dengelerin bozulduğu Medyen halkına, iktisadî haklarını yenilemek üzere Şüayb Peygamber, halkın yönetimden büyük zulüm gördüğü, insanların köleleştirildiği Firavun za­manında da bilhassa siyasî hakların düzeltilmesi için Hz. Musa gönderilmiştir.

Hz. Peygamber ise bütün insanlığa gönderildiği için evrensel bir hukuk düzeni getirmiştir. Onun ge­tirdiği insan haklarında dinî, siyasî ve iktisadî ta­hakküm yoktur. Bütün dinler serbest bir şekilde ken­di hukuklarını yaşama hakkına sahiptir. Müslüman İslamca, Musevi Yahudice, Hıristiyan da bir Hıristiyan gibi hayatını düzenleyebilir. Hiçbir kimsenin buna müdahale etme yetkisi yoktur. Hz. Peygambe­rin getirdiği dinde ferd ve toplum olarak Müslümanların ihtiyaç duyduğu dini. ilmi. içtimai siyasî, iktisadî ve ailevî bütün hak ve vazifeler Kur'an ve sünnetle belirlenmiştir. Fertler Kuranı bi­liyorlarsa kendi görüş ve içtihatlarıyla amel ederler. Biliniyorlarsa, bilenlere sorarlar. Toplum işleri de şûranın istişaresiyle yürütülür.

İnsan hakları evrensel beyannamesine, İslam hu­kuk mantığı açısından bakacak olursak, birçok ek­siklikler görürüz. Bir defa "İnsan Haklan" tabiri ek­sik bir ifadedir. Burada sadece haklardan bahsedilir/vazifelerden bahsedilmez. Halbuki hak ol­madan vazife olmadığı gibi, vazife olmadan da hak olmaz.Hak vazifenin.vazife de hakkın matematiksel anlamda bir fonksiyonudur.Bu demektir ki her hakkın karşısında bir vazife ve her vazifenin karşısında da bir hak vardır ve bunlar arasında orantı bulunur.Bunu bir terazi ile düşünecek olursak; hukuk terazisinin bir kefesinde haklar diğer kefesinde ise ödevler bulunur.Bu sebeple "İnsan hakları ve vazife­leri" dediğimiz zaman.daha doğru bir ifade kullanmış oluruz.Çünkü hak ve vazife.alacak ve borç gibi iki tarafı ilgilendiren bir husustur.

Bundan dolayı bildirinin sadece fertleri nazar-ı iti­bara alarak, tek taraflı hazırlandığı konusunda tenkitler yapılmaktadır. Hukuk ekseninin bir tarafında fert veya fertler varsa, diğer tarafında da toplum veya dev­let bulunur.Fert hak sahibi ise devlet vazifeli; devlet hak sahibi olduğu zaman fertler vazifeli olur. Meselâ bildiride herkesin yaşama hakkına sahip olduğu yazılıdır. Herkes yaşayacak demekle, yaşamaz. Fert yaşama hakkına sahip ise, devlet de yaşamanın ted­birlerini alıp yaşatmakla görevlidir. Bu sebeple İslam toplumunda yaşatma kurumu olan nafaka ail­eden başlayarak devlete kadar uzanır. Miras da böyledir. Miras en yakın akrabadan başlar devlette son bulur. Bugün yaşlıların, mirasçıları varken hu­zur evlerine gitmek zorunda bırakılmaları hukuk ve ahlak zafını gösterir.

Bir örnek daha vermek istersek meselâ vergiyi ele alabiliriz. Vergide fertler borçlu olurken, devlet ala­caklı durumundadır. Vergi konusunda fert ile devlet, bir terazi gibi dengede bulunurlar. Biri diğerinin le­hine veya aleyhine çalışmaz. Bu bakımdan büyük İslam hukukçusu Ebu Yala el-Ferra. "Vergiyi eksik almak devlete zulüm, fazla almak ise fertlere zulümdür" der. Burada siyasî bir latife yapmak ister­sek vergi affının caiz olmadığını söyleyebiliriz.

Bildiri, terim tarif ve tasnif açısından da pek başarılı sayılmaz. Çünkü yeryüzündeki insanlar ayrı ayrı kültüre sahiptirler. Bu yüzden bir kelime, farklı kültürler için değişik manalar ifade eder. Sanki bütün insanlar aynı düşünceye sahipmiş gibi bildiride terim kelimelerin tarifi yapılmamıştır. Hâlbuki buna ih­tiyaç vardır. Mesela İslam düşüncesinde ailede baba ne ise, toplumda devlet odur. Yani baba velidir, dev­let de velidir. Büyük İslam hukukçusu Alâuddin el- Kasani, insanı hayvandan ayıran en önemli özelliğin velâyet sıfatı olduğunu söylemektedir.

Din bir Hıristiyan için sadece inanç işi olduğu halde; Müslüman için din hem inanç, hem hukuk, hem uy­gulama demektir. O bakımdan tarif edilmediği için din kelimesinin bildiride geçen yerlerde hangi ma­nayı ifade etliği bilinmemektedir. Yine bildiride hak ve hürriyet kelimeleri hemen hemen aynı manada kullanılmıştır. Hâlbuki hak başka şey, hürriyet başka şeydir. Tabir caizse hak teorik, hürriyet pratik­tir. Yani hürriyet, kişinin haklarını bizzat kendisi­nin kullanmasıdır. Kiş, haklarını kendisi kulla­namıyor, onun adına başkası kullanıyorsa, buna hürriyetsizlik yani esaret denir. Yoksa hürriyetin, başkalarını rahatsız etmemek ve başkalarına zarar vermemek şeklinde anlaşılması yanlıştır. Çünkü in­san, sadece başkalarına değil, kendisine de zarar vere­mez.

Bu konudaki örnekleri daha da artırmak mümkündür. Fakat uzatmaya lüzum yoktur. Ancak şu kadar söyleyelim ki, bu eksikliklerin iki sebebi olabilir: Ya B.M. de bu bildiriyi hazırlayan komis­yon üyeleri arasında İslam kültürünü bilen bir kimse yoktu veya İslam kültürünü yok saydılar.

Bildirideki fikirlerin dağılımında da eksiksiz bir tasnifin yapıldığı söylenemez. Meselâ aile ile ilgili görüşler bir paragrafta toplanacağı yerde, ayrı ve başka başka bölümlerde zikredilmiştir.

İnsan haklarının tam korunabilmesi için pozitif hukukun tabii hukuka uygun olarak şekillenmesi gerekir. Başka bir deyişle çıkarılan kanun, tüzük ve yönetmeliklerin değişmez genel esaslara ters düşmemesi gerekir. Hâlbuki bugün bunlar arasında çelişki vardır. Bir tarafta insanlar tarağın dişleri gibi eşit denilecek; diğer tarafta bizde seyyid ve şeritler başkalarında ise senyör, lort, baron ve baronesler ol­acak; bir tarafla insanların kanun karşısında eşit olduğu söylenecek, diğer tarafta yasama dokunul­mazlığı hüküm sürecek; bir tarafta ırkçılık yasaklanacak, diğer tarafta güzellik yarışmaları yapılacak; bir tarafta vatandaşa eşit hizmetten bahsedilecek, diğer tarafta zenginlere kredi verilecek; bunlar, Allah'ın koyduğu haklarla insanların verdiği haklar arasındaki çelişkilerdir. Bu çelişkiler ortadan kalkmadıkça insan haklarından bahsedilemez.

Silah üretip satanlar, barış barış deyip savaş ateşi yakanlar, din farkı gözetilmez deyip Karabağda, Bosna-Hersek'te ve Kudüs'de müslüman kıyımına göz yumanlar ve camileri yıkanlar, din hürriyetinden bahsedip Cezayir'de müslümanlara karşı ihtilâl yaptıranlar, insan kardeşliğinden söz edip milletimizi bölmek ve vatanımızı parçalamak isteyenler, bunlar zalimlerin ve çifte standartçıların ta kendileridir.

Son olarak İslam’ın getirdiği insan hakları konu­sunda da birkaç cümle söylemek isterim. Şüphesiz hakların en yücesi yaşama hakkıdır. Yaşama hakkı, sperma ile yumurtacığın birleşmesi anında başlar ki, buna tıp dilinde zigot adı verilir. Meşru bir sebep bulunmadıkça zigot tahrip edilemez. Ayet bir insanı haksız yere öldürenin, bütün insanları öldürmüş gibi olduğunu söyler.

Yaşama hakkından başka İslam da dinî, ilmî, siyasî, iktisadî ve ailevî olmak üzere birtakım haklar vardır:

İnanç, ibadet, hukuk ve ahlak konularındaki hak­lar, dini haklardır.

Düşünme, düşündüğü şeyi söyleme, yazma, çizme ve yayma hakkı, öğrenme ve her türlü bilgi araştırma ve çalışmalarına katılma hakkı ilmî hakları meydana getirir. İlim öğrenmek, öğretmek ve bilgi üretmek devletin tekelinde olamaz. Ben fizik veya biyoloji öğreneceğim diyen gençlere kimse engel ol­amaz. Öğrenmek isteyenleri elemek için imtihan yapılamaz. İlim düzeni ona göre kurulur.

Toplumu ilgilendiren, farz-ı kifaye adı verilen bütün çalışmalara katılmak, kamu görevlisi olmak, seçmek ve seçilmek gibi haklar siyasi hakları mey­dana getirir. Mükellef sayılan herkes, büyük küçük demeden, devletin her kademesinde görev alma yetki­sine sahiptir.

Mülkiyet, üretim ve tüketim konularındaki hak­lar iktisadi hakları oluşturur. Helal olmak şartıyla herkesin istediği malı üretme ve tüketme hakkı vardır. Üretim için herhangi bir yerden izin almaya ihtiyaç yoktur. Sendika, kooperatif ve dernek gibi kuruluşlara katılma mecburiyeti getirilemez. Malın fiyatını tüccar, emeğin ücretini ise emek sahibi tayin eder. Fiyat ve ücret tayin ve tespitleri yapılamaz.

Nikâh talak, velayet ve nafaka hakları, aile hak­larını meydana getirir. Herkesin evlenip aile kur­maya gerektiği takdirde boşanmaya hakları vardır.

Bugün insanların bilgileri çoğaldı; düşünceleri değişti. Bilim ve teknoloji, insanlığa yeni yeni boy­utlar getirdi. Ancak hukukta bir ilerleme yok, Rönesans’ın hukuk anlayışı olduğu yerde sayıyor. Onun için bu elbise bünyeye dar gelmeye başlamıştır. Çevremizde işlenen zulümler ve yeryüzündeki hukuk ihlalleri, bunun açık delilidir. Bu sebeple kurulacak yenidünya düzeninde tüm in­sanlığa en çok ışık sunacak olan kaynak, Kuran-ı Kerim olacaktır. Gelecekte Kuran’ın aydınlığında, tüm insanlık alemine mutluluklar dilerim.


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.