. | KÜRESEL
KRİZ İÇİN AMERİKA, AVRUPA, ASYA, AFRİKA ve AVUSTRALYA'YA MECBURİ/ZORUNLU BİR
SESLENİŞ Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* GİRİŞ Ben
şahsen bugün tüm dünyanın ekonomik ve sosyal bir krize doğru hızlı bir şekilde
akmakta olduğunu açık-seçik olarak görüyorum. Acil eylem planı denildiği gibi,
hiç durmadan, hemen acil önlem plan ve programlarının açıklanıp uygulanması, tüm
insanlığın ümitlerini tamamen kaybetmemesi açısından kaçınılmaz bir zarurettir.
Önce bir defa bu hasta dünyayı muayene edip hastalık sebebini öğrenerek, sağlam bir
teşhis koymak suretiyle işe başlamak zorundayız. Böylece bu, devletleri ve milletleri
hasta eden mikrobu bulup ortaya çıkardıktan sonra hiç vakit kaybetmeden uygun hap ve
ilaçlarla hemen tedaviye başlamalıyız. İyi niyetimiz, samimiyetimiz, her şeyin
gerçek maliki; insan, hayvan, bitki ve cansızların hakiki sahibi olan, esirgeyen ve
bağışlayan yüce Allah’a olan inancımız ve her zaman kendisinden yardım talep
etmemiz sebebiyle de O Rahman ve Rahim’in, biz aciz kullarına yardıma koşacağından
asla şüphemiz yoktur. Onun için şimdi işe başlarken “Ey Rabbimiz, sana inanıyor ve senden yardım
istiyoruz. Bizi doğru yola, hastalığı doğru bir şekilde teşhise ve doğru
tedavilere ilet, rahmetini, şefkat ve merhametini esirgeme bizden” diye dua
ediyoruz. İnşallah tüm dünya, asla ve kesinlikle savaşa falan tevessül etmeden, bu
krizleri aşacak, ekonomik ve sosyal bünyeyi değiştirip iyileştirecektir, diye
düşünüyor ve temenni ediyoruz. Zaten şunu herkes bilmelidir ki, savaş, hiçbir zaman
çare değildir. Zira en kötü barış, en iyi savaştan her zaman daha iyi, daha doğru
ve hatta daha faydalıdır, inancındayız ve öyle olmalıyız.
Biz şimdi bu noktaya nasıl ve niçin geldik, bu ekonomik ve sosyal tufanın ucu
neden göründü ve bu durumda bizlerin ne yapması gerekiyor, diye kendi kendimize
sormalıyız. Hemen söyleyelim ki, biz, Rönesans medeniyeti olarak, ağaç, taş ve
demir üzerinde işlem yapıp onlara şekil verdiğimiz gibi, insana, aileye, devlete ve
devletler topluluklarına istediğimiz şekli vereceğimizi zannettik. Para, mal ve
bilhassa emeğe bir meta gözüyle bakarak, hatta bunca farklılıklarına rağmen onları
aynı kabul ederek ve aynı kanun ve kurallara tabi tutarak, istediğimiz biçimde
hoyratça kullandık; daha hala kullanıyoruz. Hayvan, bitki ve cansız varlıkları da
onların sahip oldukları kanun ve kurallarını da hiçe sayarak onlara karşı bir
anarşist ve terörist gibi davrandık. Hâlbuki her varlığın, tüm iktisadi ve sosyal
olayların kendilerine mahsus değişmez ve değiştirilemez, doğal düzenleri, kural ve
kanunları vardır. Dini olaylar, dini kanun ve kurallarla; ekonomik olaylar, ekonomik
kanun ve kurallarla, sosyal olaylar, sosyal kanun ve kurallarla…ve hukuki olaylar da
hukuki kanun ve kurallarla çalışır. Onun için hukuki bir olayda ekonomik olan bir
kural ve kanunu uygulamak bize göre yan tesirleri ve az-uz zararları olan bir
davranıştır. Mesela trafikte kırmızı ışıkta geçen bir şoföre para cezası
vermek, ceza, işlenen suçun kendi cinsinden bir karşılık olmalıdır kuralına göre
bizim düşüncemiz açısından yanlıştır. Çünkü kırmızı ışıkta geçmek,
ekonomik bir olay değil, daha çok hukuki (dini ve ahlaki) bir olaydır. Öyleyse bu
olayın cezası, aynı kendi cinsinden olmak üzere, bu yolu kullanmaktan 1 ay
uzaklaştırma veya 1 ay trafiğe çıkamama cezası olabilir ve olmalıdır, diye
düşünüyoruz. İnsan,
çevresine baktığı zaman etrafındaki varlıkların kendileri için konulmuş olan
kanun ve kurallara bir robot gibi, hep uyduklarını görebiliyorsa, işte o kimse bu
konuda gerçeği yakalamış demektir. İnsanın kendisine gelince, o, hem bu hayvan,
bitki ve cansızlarla beraber yaşayacak, onlarla alış-verişte bulunacak, hem de
onların nizam ve düzenlerine saygı göstermeden, kendisini başı-boş sayarak, her
istediğini istediği şekilde yapmaya kalkışacak öyle mi? Yok öyle şey, yok öyle
şey; insan için ne böyle bir dünya ve ne de böyle bir kâinat vardır. Kuralları
olan varlıklarla birlikte yaşayan, her an ve her zaman onlarla alış-verişte bulunan
bir kimsenin de kendine göre ve diğerlerine uygun ve paralel olan bir kanunu, nizam ve
düzeninin bulunması şarttır. Onun için insanoğlu kesinlikle düzensiz, nizamsız ve
başıboş bırakılmamıştır ve bırakılamaz. Evet, evet, zaten aynen fizyokratların
dediği gibi, kâinatta ve dünyada doğal bir düzen, ilahi bir düzen vardır ve insan
da kâinatın bir parçası olduğu için bu doğal düzene uymak zorundadır.[1]
Eğer bugün olduğu gibi uymaz ve bu Rönesans medeniyetinde uygulandığı gibi, sadece
bedensel bir dünya ve yalnız bedensel bir hayat yaşanırsa ancak kendisine zarar
vermiş olur. İşte
biz, aynı fizyokratların dediği gibi, bu sosyal ve ekonomik hayatımızın doğal
olduğunu düşünüyoruz. Böylece bu iki düzlemin doğal ve dokunulmaz kural ve
kanunları bulunduğuna inanıyor, dolayısıyla insan hayatının 5 zaruri-mecburi
alanından ikisini meydana getiren bu iki düzleme iğne ucu kadar bile bir ilave ve
değiştirme, azaltma, eksiltme ve yıpratma yapamayacağımız için, aynı fizik ve
kimyacıların kendi alanlarına neredeyse yüzde yüz tabi olup uydukları gibi,
iktisatçıların ve sosyologların da kendi alanlarını araştırıp bulup ve
bulduklarına uymalarından başka çareleri yoktur. Hâlbuki bugün Rönesans
medeniyetinin sosyolog ve iktisatçıları, bu sosyal ve ekonomik kanun ve kuralları
yerli yerinde aradılar mı? Hemen söyleyelim ki, aramadılar ve araştırmadılar,
arayıp bunmadılar, onların insanın adresini şaşırarak sadece arılara, karıncalara
ve hayvanlara baktıklarını ve yalnız onları örnek aldıklarını söyleyebiliriz.
Hâlbuki hayvan topluluklarındaki cereyan eden sosyal ve ekonomik olayların,
insanlardaki iktisadi ve sosyal olaylara tam olarak benzemediği ve o şekilde meydana
gelip yaşanmadığı bir gerçektir.[2]
Zaten insanın adresi ile onun yaşadığı alan ve hayvanın adresi ile onun yaşadığı
alan, birbirinden tamamen farklıdırlar. İnsanın adresi, din ve dinler olurken
yaşadığı alan ise din ile bilimin birleştiği düzlem, yer ve mekândır. Hayvanın
adresi ise duyular ve laboratuvar olurken onun yaşadığı yer ise bilimsel kanun ve
kuralların cereyan ettiği tabiat dünyasıdır.
Bu Rönesans anlayışının şekillenmesinde sadece arılar ve karıncalar değil,
aynı zamanda diğer hayvanların da çok büyük rolü olmuştur. Mesela aydınlanmacı
filozoflardan biri olan İngiliz Thomas Hobbes, toplumu ve devleti ele aldığı eserine
timsah, yılan ve deniz canavarı anlamlarına gelen ve Tevrat’ta geçen bir kelimeyi,
“Leviathan”ı ad olarak vermiş ve “İnsan insanın kurdudur” anlamına gelen
meşhur “Homo homini lupus” sözünü söylemiştir. Hatta tabii
hukuk alanında yeni fikirler getirmek isteyen Niccolo Macchiavelli, Thomas Hobbes ve Hugo
Grotius gibi şahısların düşüncelerinden bazı örnekler vermiş ve Hobbes,un şu
sözünü nakletmiştir: "Hepiniz de tabiat itibariyle kötüsünüz. Dünyada
hiçbir manevi ilke mevcut değildir. Hazdan başka iyi, elemden başka kötü bir şey de
yoktur. Hürriyet, insanın tutkularına karşı çıkan engellerin yokluğu demektir.
Hayatın korunmasının esası, bencilliktir; herkes yaşama hakkını savunur ve insan
tabiatında esas olan şey, devamlı savaş halidir; insanlar kurtlar gibidir."[3]
Tabi bizim bu aydınlanmacı ifadelere ve safsatalara, evet, diyerek tasvip edip
katılmamız kesinlikle mümkün değildir. Çünkü bu düşüncelerin doğal olup
fıtrat ve tabiata uygun düştüğüne asla kani değiliz. Zira hayat, savaştan daha
fazla barıştır ve öyle olmalıdır. Hastalıktan daha çok sağlıktır ve öyle
olmalıdır. Fakat bunların kılavuzları hayvanlar olduğu için hayatı devamlı bir
mücadele ve sürekli bir savaş halinde gördüler ve hayat mücadeleden ibarettir,
dediler. Bunun
içindir ki, bir İngiliz filozofu ve devlet adamı olan Francis Bacon “Bilgi
güçtür,” demiştir. Hâlbuki güç ve kuvvetle hareket etmek hayvanlara mahsus bir
özelliktir. Hayvanlar kendi aralarında birbirilerine kuvvet ile muamele ederler.
İnsanlar ise hukukla, kanun ve kurallarla hareket ederler. Hukuk, insana mahsus olan bir
özellik olduğu gibi, insan da hukuka mahsustur, demeliyiz ve öyle hareket etmeliyiz. Bu
demektir ki, insana asla hukuk dışı bir muamele yapılamaz. Hukukun bittiği yerde ise
zaten savaş başlar. Böylece savaşın da anormal bir olay olduğu açıkça
kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bizim
anlayışımıza göre bugün dünyada doğal bir sosyal ve ekonomik hayattan ziyade yapay
ve müdahale edilmiş, suni bir hayat vardır. Hâlbuki yapay ile doğal arasında
neredeyse yüzde yüze varan bir zıtlık ve terslik vardır, diyeceğim geliyor. Zira
doğal ile yapay arasında naylon gül ile gerçek gül arasındaki kadar fark vardır.
Onun içindir ki, çağımızdaki hayat zor, pahalı, sıkıntılı, stresli, acıtıcı
ve acı vericidir. Oysa normal hayat kolay, ucuz, huzurlu, tatlı ve zevklidir. O sebeple
insan yaşamak ister ve hayatın tadını çıkarmak ister. Fakat bugünkü dünyada hayat
böyle mi, böyle bir hayat var mı? Heyhat! Hayat bir zehir, hayat bir ıstırap ve hayat
bir meçhul, hayat, hayatını kaybetmiş bir deli misali, salak salak çıkmaz sokaklarda
kendisini arıyor bugün. SOSYAL
HAYAT
Sosyal hayatın en önemli özelliği, insanın insanla arada hiçbir menfaat, para
ve mal akışı gibi bir ilişki bulunmadan kurulmuş olan yakınlıktır. Bu sosyal
ilişki, insanın insanla, insanın toplumla ve toplumun insanla, toplumun toplumla
kurmuş olduğu bir münasebettir. Bu sanki insanların kendi aralarında bedel almadan
doğal olarak birbirlerine yapmış olduğu hizmetleridir. Ekonominin zıddına sosyal
hayatta toplumsal bir görev yaparken kişinin ihtiyacı yoksa eğer kendisi zengin ise
hiçbir karşılık almaması esastır. Onun için kamu görevlileri eğer zengin iseler
yanlış yapmaktan çekinerek (iffetli davranıp) yaptığı hizmete karşılık bir bedel
almazlar; fakat fakir olup ihtiyaç halinde iseler o zaman örf ve âdete uygun bir
şekilde bir bedel alabilirler. Şu halde sosyal hizmetler, birer görev olduklarından
prensip olarak ücretsiz ve karşılıksız olarak yerine getirilirler.
Karı ile kocanın, anne ve baba ile çocukların birlikte yaşamaları sosyal bir
olaydır. Erkekle dişi arasında sözleşmeye-nikâha dayanan bir cinsel ilişki vardır.
Üreme zamanlarında yuva yapan kuşlar da aynen böyledir. Hâlbuki eşek, köpek ve
başka hayvanların doğasında serbestlik ve serbest bir cinsel ilişki kurma kuralı
daima yürürlüktedir. Hiçbir güç doğayı geçemez ve hiçbir varlık da doğasını
aşamaz. Onun için sosyal hayatta nimet ve külfet dengesi gözetilerek sadece nikâhlı
cinsel ilişkiler konulmuş, nikâhsız ilişkilerin ise insan hayatına psikolojik,
sosyolojik, hukuki ve hatta ekonomik yönden bile zararlı olduğu bir gerçek olarak
tespit edilmiştir. Doğal olmayan, doğaya ve doğallığa ters düşen her şey, yarar
değil, zarar verir. O sebeple zina olayı hem birey ve hem de toplum açısından çok
yönlü etkileri olan, bireyi ve toplumu çökerten sebeplerden birdir. Biyolojik bünye
için kanser ne ise ekonomik bünye için faiz o olduğu gibi, sosyal bünye için de zina
odur. Aile
üyeleri birbirlerine hizmet ettikleri zaman bunun karşılığında bir ücret talep
etmezler. Aile, devletin en küçük bir şekli olması dolayısıyla bireylerine
hizmetini karşılıksız yapar. Ancak aileye kişilik verilerek ev ve daire adına
herhangi bir ekonomik ve sosyal bir muamele yapılamaz. Mesela belediyeler, 2, 3 veya 5
kişilik ailelere aynı yardımı yapmazlar. Çünkü evin, dairenin ve apartmanın bir
kişiliği yoktur; fakat oralarda oturan kimselerin kişiliği vardır. Mesela 1 kişilik
aileye 1 kilo şeker yardımı yapılırsa 10 kişilik aileye de 10 kilo şeker yardımı
yapılması gerekir. Öğretmen
ile öğrenci arasındaki ilişki de sosyal bir olaydır. Bu aynı doktor ile hastası
arasındaki ilişkiye benzer. Böylece doktorların vermiş oldukları hizmetler de sosyal
olaylar arasında yerini almış olur. Yöneten ile yönetilenler arasındaki
münasebetler de sosyal olaylardandır. Zira toplum, devlet ve yerleşim birimlerinin her
biri de bizzat kendisi sosyal bir olaydır. Onun için devlet ve toplum, kendi üyelerine
hizmet ederken bunun karşılığında bir bedel ve ücret isteyip almaz. Zaten devlet
üretime yapmış olduğu katkı karşılığı olan, kendisine düşen vergi payını
alarak, böylece tüm vatandaşlara hizmet götüren bir aygıttır.
Bundan başka sosyal olayların bir başka özelliği de bunlarda gönül
hoşnutluğunun yani razı olma halinin şart olmamasıdır. Mesela baskı ile
evlendirilmiş olan kadın ve erkekler, boşanmayı gerektiren mucip bir hal ve sebep
bulunmadıkça bu evliliklerini devam ettirmek zorundadırlar. Mesela başkan seçilmiş
olan kimseden memnun olmayanlar, isteseler de istemeseler de onun verdiği normal
emirlerine itaat edip uymak durumundadırlar.
Doğal düzende yerleşim birimleri aileden
sonra mahalle, semt, bucak, ilçe il, bölge, devlet, topluluk ve insanlık olmak üzere
siyasi ve ekonomik birimler olarak yeniden yapılanır. Aileyi en az 3 kişi, en çok ise
10 kişi olarak tasarladığımız zaman bu yerleşim birimlerinin en son halkası olan
insanlık 10 milyar rakamına ulaşır. Buna göre ihtiyar dünyamızın aşağı yukarı
daha 3 milyar insanı besleme gücü var demektir. Fakat üretim, iş bölümü ve
tüketim, bölüşüm ve paylaşım doğal olmadığı için bugün bile yiyecek, içecek
ve giyecek sıkıntı çekilmektedir. Hatta 1766-1834
tarihleri arasında yaşayan ve aynı zamanda bir papaz olan Thomas
Robert Malthus, nüfusun
geometrik bir şekilde artarken yiyecek arzının aritmetik bir şekilde artacağını ve beslenme
yetersizliğinden insanların öleceğini, onun için de tarihte ilk defa doğum kontrolü
ve nüfus meselesini ileri sürmüştür.[4]
İnsan ve
toplum için idare de en önemli işlerden birisidir. Yerleşim birimlerinin başkanları
ile kişiliği olan ve yöneticilerin seçimle belirlendiği semtlerin şuraları (yani
yerel yönetimler) hep birlikte hükümeti yani uygulamacıları meydana getirirler. Önce
bir defa herkesin bir siyasi temsilcisi olmalıdır. Siyasi temsil demek, bir kimsenin
sevdiği, güvendiği, adaletine inandığı ve canının ve malının korunmasında
kendisine emanet-görevi verilebilecek kişiyi siyasi vekil tayin etmek demektir. Hâlbuki
bugünkü yönetim biçimlerinde ise yapılan işlerin ve seçimlerin, ilimle, hukukla,
akıl ve mantıkla uzaktan ve yakından bir alakası yoktur, diyebiliriz. Çünkü bugün
seçmenin kime oy verdiği meçhuldür, belli değildir. Yani vekil tayin eden kimse,
tayin ettiği kendi vekilini tanımamaktadır. Meçhul olan, bilinmeyen ve görülmeyen
bir kimse ile yapılmış vekâlet sözleşmesi geçerli olur mu? Siz ev almak ve satmak
üzere vekâlet verdiğiniz kimseyi tanımaz mısınız? Sizin yanınızda vatan, millet
ve devlet işlerinin bir ev kadar değeri yok mudur? Eğer partiye oy veriyoruz, partinin
başkanına oy vermiş oluruz, denilecek olursa, bir defa oy pusulasında parti
başkanının adı yoktur; eğer partiye oy vermişsek, ilin çıkardığı
milletvekilleri ile seçmen arasındaki ilişkiyi nasıl izah edebilirsiniz. İkinci
olarak da parti tüzel bir kişiliktir; başkanı ise özel bir kişiliğe sahiptir.
Burada bunlardan hangisi görevlidir, belli değildir. Buna ilaveten özel kişilik
başka, tüzel kişilik ise başkadır. Velhasıl
seçmen, seçim işleri ve idareci seçiminde oy kullanış biçimleri ve uygulamaları
karma karışıktır. Onun için de bu idari ve siyasi yöntem, hukuki, akılcı ve
bilimsel olmaktan uzaktır, diyoruz. O sebeple bu idare meselesinin temelden ele alınıp
doku uyuşmazlıkları giderilerek bir çözüme kavuşturulması kaçınılmaz bir
zarurettir. Şimdi
birey insandan başlamak suretiyle birey insan ve toplumun özellikleri ile beraber nasıl
bir idari-siyasi, sosyal ve ekonomik bir birim ifade ettiklerini ve nüfuslarını bir
cetvel ile göstermeye çalışalım[5]
İNSAN Ruh
/ Beden Fikir,
His / İrade, Ünsiyet TOPLUM Ulus / Ülke İlim,
Din / İktisat, İdare (Siyaset) İdari-Siyasi
Birimler Ekonomik Birimler Nüfus
Yönetim
Şekli
Birey-Kişi ……… …………………………… 1
Kendi Kendine Yönetim
Aile
3 - 10
Kendi Kendine Yönetim Mahalle …………………………………….
30 - 100
Yerinden Yönetim
Köy-Semt
300 - 1000
Merkezden
Yönetim Bucak …………………………………….3000
- 10000
Yerinden
Yönetim
İlçe
30000 - 100000
Merkezden Yönetim İl ……………………………………... 300000 - 1000000
Yerinden Yönetim
Bölge
3000000 -
10000000 Merkezden
Yönetim Devlet ……………………………… 30000000
- 100000000 Yerinden
Yönetim
Topluluk 300000000 - 1000000000 Ekonomik Toplum İnsanlık …………………………..3000000000 -
10000000000 Sosyal Toplum
Sağlık işleri de ortak alana ait olan
hizmetlerden biri olup bu konuda her türlü harcamalar devlet tarafından yapılır ve
korumacı hekimlik esas olduğundan da halkın her zaman sağlıklı olması bütün
diğer alanlar için de bir avantaj demektir. Çünkü bireyin bünyesi ne kadar
sağlıklı olursa kendisi de o kadar huzurlu, mutlu ve rahat olduğu gibi, toplumun
bünyesi de sağlıklı ve dengeli olur.
Bu medeniyette eğitim öğretim işleri de en az sosyal hayat kadar yapay hale
sokulmuş, müdahale edilmiş ve adeta yıkım taarruzuna tabi tutulmuştur. Onun için
böyle bir eğitim-öğretim ortamında problemlere çözüm getiren gerçek ilim
adamları ve düşünürler yetişmemektedir. Zira tahsil denilen şey, bölünmüş ve
parçalanmıştır. Mesela fen bilimleri ile sosyal bilimlerin birbirinden niçin
ayrıldığını anlamak mümkün değildir. İnsan açısından bunların tabiatta
ayrıldıkları tek bir yer dahi gösterilemez. Çarşı fen, Pazar sosyal, il sosyal
bilim, ilçe ise fenci öyle mi? Bize göre bu bir parçalanma ve bölücülüktür.
Eskiden tahsile talim ve terbiye derlerdi; sonraları eğitim öğretim dediler,
şimdilerde ise eğitim kalkmış durumda olup öğrenci güya sadece öğrenmekle,
öğretmen de yalnız öğretmekle meşgul diyebiliriz. Sizin anlayacağınız okullarda
talimsiz terbiye veya terbiyesiz talim yapılmakta, eğitimsiz öğretim, öğretimsiz
eğitim yapılmaktadır. Zaten onun için de bu eğitim kurumlarından böyle olmaları ve
böyle bir evsafa sahip olmaları sebebiyle istenen ve beklenen verimler elde
edilememektedir. Eğitim
konusunda bizim tavsiyelerimiz şunlar olacaktır. Eğitim ve öğretim ortak alan
olmadığı için devlet bu alandan elini-eteğini çekmeli, bu alan çok eski zamanlarda
olduğu gibi, ilim sahiplerine ve vakıflara bırakılmalıdır. Tahsil hayatı, baştan
sona ücretsiz olmalı ve isteyen herkes imtihan falan olmadan istediği okula
gidebilmelidir. Her hocanın kendine mahsus bir salonu olmalı, hocalar ders
müfredatlarını ve ders verme zaman ve mekânlarını ancak kendileri tayin etmeli,
böylece sınıf geçme yerine ders geçme esası getirilmelidir. Her öğrenci hocasını
kendisi seçmeli, isteyen herkes istediği hocaya gidip dinleyebilmeli, bu şekilde
halkın tahsilliler ve tahsilsizler, okumuşlar ve cahiller diye ikiye
bölünmüşlüğüne son verilmelidir. Her hoca, kendisini seçen öğrenci azlığı
veya çokluğuna göre az veya çok maaş almalıdır. Böylece eğitime oto-kontrol
getirilerek kalitenin yükseltilmesi sağlanmış olur. En sonunda hocanın mesleğini
yürütmek isteyenler imtihan vererek diplomalarını alırlar. Eğitimin ilk
basamağından son basamağına kadar din ile bilim birlikte okutulup öğretilir. Devlet,
eğitim ve öğretimin her kademesinde ve istediği her zamanda eğitim ve öğretimi
kontrol eder. EKONOMİK
HAYAT
Ekonomik
olaylara gelince, bu da çalışma ve yaşama düzeninde alış-veriş yaparken, arada
mal, para ve bir menfaat akışı olursa buna da ekonomik olaylar adı verilir. Mesela
mal, para ve emeklerini bir bedel karşılığı değiştirip satanlar, iktisadi bir
hareket ve davranış içerisinde bulunmuş olurlar. Ücret, kira ve kar dediğimiz bedel
ve karşılıklar, bir sözleşme sonucu meydana gelen alış ve verişten başka bir şey
değildir. Bu ekonomik olaylarda sosyal olaylarda olduğu gibi, almadan vermek ve vermeden
almak olmaz. Böylece her bir iktisadi olay, hibe, bağış, miras ve intikal gibi özel
durumlar müstesna, mutlaka bir bedel karşılığı meydana gelir. Karşılığı
bulunmayan fazlalık, yani faiz, iktisadi bünyede aynı bir kanser gibidir. Kanser,
biyolojik bünyede ne yapıyorsa, faiz de ekonomik bünyede onu yapar. Onun için para
bizzat fayda vermediğinden yani paranın bizzat kendisi bir ihtiyacı tatmin etmesi için
kullanılması mümkün olmadığından kiraya verilemez. Mesela kişinin kasasında bir
yıl tuttuğu 10 milyon ile bankaya veya bir kimseye verdiği 10 milyon ödünç veya
vadeli verilen para arasında kendisi açısından hiçbir fark yoktur. Onun kasasındaki
para, artmayıp olduğu gibi kaldığı halde, bankaya ve kişiye verdiği para niçin
artmış kabul edilerek bir kira ve fazla yani ilave bir para alınmaktadır, bunun bir
açıklaması yoktur. Bugün bütün dünya faizli bir düzeni yaşadığına göre
herhalde bunun mantıksal bir açıklaması olsa gerektir. Bize göre ise faizin
meşruluğunu gösterecek zerre kadar bir tutamak bulunmadığı gibi, bizzat faizin
kendisi haksız bir kazanç olup dünya krizlerinin asıl kaynağı da yine bizzat faizin
kendisidir. O sebeple para ancak ticari
hayatta ve emek-sermaye ortaklığında olduğu gibi, bir risk taşıyorsa ancak o zaman
bir getirisi olabilir. Mudarebe (emek-sermaye) ortaklığında zararı tamamen sermaye
çeker. Emeğini koyan kişiye bir hasar olmuşsa onun ceremesini de o kendisi çeker.
Yani ekonomi bir dengeler ilmi olduğu için, birisi sermayesinde kaybederse diğerinin de
emeğinden kaybetmesi kadar daha doğal bir şey olamaz.
Kapitalist
anlayışların baş göstermeye başladığı XVI. Yüzyıla gelinceye kadar faiz,
hiçbir din, hiçbir felsefe, hiçbir şahıs ve hiçbir kurum tarafından meşru
görülmemiş, yasaklanmış ve haram kılınmış olduğu halde, ilk defa faiz, dünyada
bir Fransız din reformcusu, Kalvenizm’in kurucusu Jean Calvin (1509–1564) tarafından
meşru sayılmıştır. Calvin’in faizi meşru saymasından sonra Calvinistlerin
beşiği olan Cenevre medeni kanunu, faizi yasallaştırdı. John Knox İskoçya'da ve 8.
Henry İngiltere'de faiz yasağını kaldırdılar... Calvin’den 50 yıl sonra Calvinist
liderlerden Claudius Salmosius ise faizin önündeki bütün engelleri kaldırdı. Ancak
bu noktada şunu belirtmeliyiz ki, bu gün dünyada faiz işletmeciliğinin önde gelen
dindarları Yahudilerdir ve Tevrat’ta onlara sınırlı bir izinden söz edilir. Sadece
Yahudi olmayanlardan faiz alınabileceği, Yahudi’den asla faiz alınamayacağı
yazılmıştır[6]
ki, bu insanlar ve vatandaşlar arasında ayrımcılık yapmaktan başka bir şey olamaz
ve bu Tevrat’ın sömürgeci karakterine bir işaret kabul edilebilir. Tevrat ve
İncil’de bu konuda aynen şöyle denilmektedir: "Para faizi
olsun, zahire faizi olsun yahut ödünç verilen bir şeyin faizi olsun, faizle kardeşine
ödünç vermeyeceksin. Yabancıya ise faizle ödünç verebilirsin; fakat kardeşine
faizle ödünç vermeyeceksin."[7]
Görüldüğü üzere Musevilikte, Yahudilerin kendi aralarında faizcilik yapmaları
yasaklanmakta, fakat Yahudi olmayanlardan faiz alınmasında bir sakınca
görülmemektedir. İncil`de ise: "Eğer
kendilerinden almayı ümit ettiğiniz kimselere ödünç verirseniz, ne mükâfatınız
olur? Günahkârlar bile, günahkârlara karşılığını almak üzere ödünç verirler.
Fakat düşmanlarınızı sevin, onlara iyilik edin ve hiç ümitsiz olmayarak ödünç
verin; karşılığınız büyük olacaktır."[8],
denilmektedir. Kuran-ı
Kerimde de “Faiz yiyen toplum, şeytan çarpmış-epilepsi hastalığına tutulmuş
kimsenin krizler geçirdiği gibi krizlere yakalanır. Çünkü onlar, zaten alış-veriş
de faiz gibidir, demişlerdi. Hâlbuki Allah alış-verişi helal, faizi ise haram
kılmıştır.”, buyrulmaktadır.[9] Faizi meşru
göstermeye çalışan batı ekonomistleri, bu konuda çok uğraş vermişlerdir. Enver
İkbal Kureşi, ise “Faiz Nazariyesi ve İslam” adlı yapmış olduğu doktora tezinde
bunların en makulü gibi görünen şu düşünceyi ileri sürdüklerini anlatır. Kişi,
bir miktar parasını birisine veya bankaya mesela bir yıl süreyle verdiği zaman, o, bu
zaman zarfında o parasını kullanma hakkından vazgeçmiş demektir. İşte bu kişi,
parayı kullanma hakkını bir yıl ona vermiş ve kendisi bu zaman boyunca onu kullanma
hakkından mahrum kalmıştır. İşte faiz, bunun karşılığıdır, demişlerdir. Makul
ve mantıklı gibi görünen bu açıklama, aslından para kullanılmakla yıpranmadığı
ve dolayısıyla değerinden bir şey kaybetmediği için bu açıklama yetersizdir. O
zaman biz de tekrar edecek olursa şöyle deriz, bu para öyle bir araçtır ki, kendisine
bir eylem, bir risk veya buna benzer bir şey ilave edilmedikçe bir değer meydana
getiremez. Bu parayı veren kişi, bunu birisine veya bankaya değil de kendi dolabına
koysa, bir yıl sonra dolabını açıp baksa parası üreyip çoğalacak mıdır? Burada
parayı dolaba koymakla, bankaya koymak arasında ne fark vardır, hemen söyleyelim ki,
hiçbir fark yoktur. Öyleyse dolaptaki para bankada olduğu zaman niçin artıp
çoğalsın ki?
İktisadi olayların faydalı bir şekilde gerçekleşebilmesi için her iki
tarafın da kazandım inancında olması yani gönülden hoşnut olmaları şarttır. Buna
göre satıcı malımı sattım ve paramı aldım diye adeta sevinecek; alıcı da
ihtiyacım olan malı buldum diye memnun olacaktır.
Aslında ekonomi bir
dengeler ilmidir, diyebiliriz. Onun için de nasıl insan bünyesinde girdiler ile
çıktılar eşit ve dengeli ise ekonomik bünye de öyle olması gerekir. Mesela
alış-verişlerin, girdiler ve çıktıların dengeli olması şarttır. Mesela ithalat
ile ihracat; tasarruf ile yatırım; üretim ile tüketim; mal ile para hep dengeli
olduğu gibi, zengin olan kişi, milli üretim pastasından fazla pay aldığı için
fazla vergi vermesi kadar doğal bir şey olamaz. Ancak kendi ihtiyaçlarını
karşılayacak kadar bir pay alan fakir ise hiç vergi vermemesi gerekir. Zira toprak
arıklarda akan sular, arıklarda bulunan çukurları doldurmadan öbür tarafa su
geçebilir mi? Sadece giderlerine yetecek kadar bir geliri olup hiç birikimi olmayan bir
kişiden de vergi almak fevkalade yanlış bir şeydir. İşte burada da gelir gider
dengesi karşımıza çıkmaktadır. Ancak bizim anlayışıma göre vergi adı verilen bu
bireyin topluma olan borcu, aslında sadece gelire değil, esas olarak kişinin elindeki
ekonomik değerlere de dayanır. Yani gelir vergisi sistemi, tüm ekonomik değerler yani
para ve paraya benzeyen değerler ve ihtiyaç için kullanılan mal, hayvan ve diğer tüm
vasıtalar, hep birlikte nazarı itibara alınmadığı zaman yanlış, faydasız, hatta
zararlı bir yöntem olduğu ortaya çıkar. Burada
çağdaş vergi anlayışındaki bir çelişkiyi daha hatırlatmak isterim ki, siz ey
iktisatçılar, siz, bir taraftan marjinal faydadan bahsedersiniz, diğer taraftan da
dolaylı vergiler koyarsınız, öyle değil mi? Açıkçası ben de o zaman size bu ne
perhiz ve bu ne lahana turşusu derim. Çünkü bir zenginin, zenginliğine göre daha
çok vergi ödemesi gereken bir yerde o, aynı fakir gibi mesela 1 kilo şekerde 1 lira
vergi ödüyorsa, bu, zulüm değil de nedir? Zira burada fakir kimse, 1 lira vergi
öderken zengin olan kimse ise, kendi zenginlik durumuna göre 10, 20, 40, 80 ve belki de
100 lira ödemesi gerekmez mi? Bunları ekonomik ölçeklerle ölçüp tartmak mümkün
olmadığı için, gerçek ekonomik düzende zulüm ve haksızlık olduğu için dolaylı
vergilerin bulunmadığını ve olmayacağını söylemeliyiz. Bize
göre devlet ile vatandaş arasındaki en önemli, en önemli bağ, kişinin verdiği
vergi ile ihtiyacı olanlara bütçeden ayrılan ve bizzat kendilerine teslim edilen
payların ve hakların dağıtımıdır. Zira
bütçeden yapılan fakirlik (iş gücü olmadığı için üretim yapamayan vatandaşlara
yapılan yeme, içme, giyme ve barınma yardımları) ile miskinlik (sermayesi olmadığı
için, alet, edevat ve makine alamadığından mesleğini yürütemeyen vatandaşlara
yapılan yardım) hisseleri vardır. Bu iki yönlü olayı şöyle açıklamak
mümkündür: Zengin vatandaşlar, devlete vergilerini verirlerken, fakir vatandaşlar da
devletten (bütçeden) kendi hisselerine düşen paylarını alırlar. Dengelerini
kurmuş sağlam ekonomilerde mal ve para kargaşası olmaz. Bir taraftan mal ile millet,
yani halk uğraşırken, para işlerini de devlet üzerine almış olur. Buna göre
devlet, normal şartlar altında mal üretimine, alım ve satımına, ithalat ve
ihracatına karışmaz. Halk da para işlerine karışmadığı gibi, özel banka kurmaya
kalkmaz, para-kredi hizmetlerini de üzerine almaz. Zira para demek, bir ülke
sınırları içinde tüm vatandaşları ilgilendiren, yol, su ve elektrikte olduğu gibi,
ortak alanın mensubu olan bir vasıta demektir. Çünkü para ortak alandır ve herkesi
ilgilendirir; onun için de devleti temsil eder. Öyleyse para ile sadece devlet meşgul
olduğu için, özel bankaya da özel merkez bankasına da ihtiyaç yoktur. Zaten para
bizatihi faydaya sahip olmadığı için, o, kiraya da verilemez. Bugünkü küresel kriz
adı verilen ve dünyada ekonomik krizlere sebep olan şey, faiz, kredi ve banka
faaliyetlerini oluşturan finans uygulamalarından başka bir şey değildir. Zira
ekonomik faaliyetler daha çok mala, mal üretimi ve paylaşımına dayandığı halde
bugünkü ekonomiler ise para ve finans sektörüne dayanmaktadır. Mal üretimi ve
paylaşımı olmadıktan sonra para istediği kadar tedavül etsin ekonomik hayat için
hiçbir fayda meydana gelmez. Bugün altın, gümüş, döviz ve para fiyatlarının yıl,
ay, hafta ve gün demeden belki her saat başı ucuzlaması veya pahalılaşması ya da
dakikada fiyat değişikliklerinin olması da ekonominin yapay kanunlarla
çalıştığını açıkça göstermektedir. Bu ise insanları aldatma ve yutturmadan
başka bir şey değildir. Çünkü ekonomide ve insanların ihtiyaçlarını tatmin
edecek malların üretim ve tüketim dünyasında asıl gaye malların tedavül etmesidir.
Yani asıl amaç olan maldır; çünkü ihtiyaçlar sadece mal ile giderilir. Para ise
hiçbir zaman gaye değil, o, malı taşımak için aynı kamyon gibi bir araçtan
ibarettir. Kamyonlar, mal üretilmediği için kamyonlar, boş boş oraya buraya gelip
giden kamyonlar, ekonomiye zerre kadar fayda vermeyip daha da boşuna benzin tüketmekle
zararlı olurlar. Bugün borsa adı verilen veya finans kurumları denilen yerler,
çalışma usul ve yöntemleri ile reel ekonomiye faydadan çok zarar vermektedirler.
Çünkü bunlar parayı, bir ev gibi kiraladıkları gibi, malı üretmeden, hatta
görmeden ve üretimi artırmadan mal ve senetler birinden diğerine devredilir. Böylece
boş yere yapay olarak fiyatlarda değişiklikler meydana gelir. Hâlbuki gerçek
ekonomilerde mallar azalıp çoğalınca fiyatlar düşer veya yükselir.
Bize göre üretimde mülkiyet esas olup üreten kişi ürettiği mala sahip olur.
Öyleyse üretmek, bir nevi mülkiyetin sebebi olup bunun için de kişi veya kişiler
ürettikleri malların sahibi olurlar. Fakat dünyada tek başına üretim olamaz. Üretim
bir hayat gibi, varlık âlemindeki canlıların birbiriyle irtibatı gibi, bileşenlerin
bir bileşkesidir. O sebeple bir üretime katkıda bulunan ortaklar, ancak katkıları
nispetinde üretimden pay almaları kadar doğal bir şey olamaz. Liberalizm, kapitaliz,
komünizm, sosyalizm, hangi izmi getirirseniz getiriniz ya da karma ekonomiyi getirin,
üretim vasıtalarının bir bileşeni olduğu halde, şu emek adı verilen kutsal
vasıtaya, İslam’ın dışında kim ve hangi kişi, toplum ya da rejim, sistem,
hakkını vermiş ben bir duymak isterim. Evet, ben bunu bir öğrenmek istiyorum.
Dünyada bir Allah’ın kulu çıkıp bunu bana söylesin. Evet, İslam, İslam’ın
ortaya koyduğu hukuk felsefesiyle normal şartlar altında ve başka koşullar yoksa emek
kadar sermayenin, sermaye kadar da emeğin hakkı var der ve elde edilen ekonomik değer
sermaye ile emek arasından yarı yarıya bölüştürülür.[10] Bu meseleyi
matematik olarak açıklayacak olursak, bu bir fonksiyonel olduğu için toplama değil
çarpma kabul edilir ve taraflar da bir iş icra etmiş olmaları bakımından eşit
sayılırlar. Öyleyse mesela sermaye ile emeğin birleşerek meydana getirdiği bir
ürünün ortaklar arasında yüzde elli, yüzde elli paylaştırılmasından daha
akıllıca bir bölüşüm olamaz. Akıl ve akılcılık sadece felsefede mi geçerlidir?
Ekonomide ve sosyal hayatta akıllıca davranışlar olmamalı mıdır? Rasyonalizm diyen,
akıl, akıl, akıl deyip duran ve güya akla dayanan bir medeniyetin bu kadar akılsızca
bir davranışı olabilir mi? Mesela karı ile
kocanın birlikte meydana getirdikleri bir çocuğun yüzde sekseni babanın veya annenin
ya da yüzde doksan beşi annenin veya babanındır, desek bu Rönesans medeniyetinin
mensupları buna evet derler mi? Biyolojik ortaklıktaki bir ürün hakkında şöyle,
ekonomik ortaklıktaki bir ürün hakkında ise böyle yani başka başka rol oynamak
akılcılık açısından hükmü nedir acaba? Evet, meselemize dönecek olursak, 5X5= 15
olduğunu düşünelim. Sermaye kendi kadar bir miktarı yani 5 i alsın, emek de kendisi
kadar bir miktarı yani 5 i alsın, geriye güya bireyci ya da toplumcuyuz, diyenlerin artı
değer veya artık değer adını verdikleri 5 kalmaktadır. İşte bu 5 i adı
bireyci olan sistem ve rejimler sermayeye, toplumcu denen izimler de güya emeğe
veriyorlar. İslam ise aynı çocukta olduğu gibi buna her ikisinin ortak malıdır,
hükmünü koymuştur. Buna göre eğer bunu paylaşmak isterlerse 2,5 birisinin geriye
kalan 2,5 da diğerinin olur. Dengeli sistem böyle der, akıl-mantık böyle der, insan
psikolojisi ve vicdanı da ancak bunu söyler.
Diğer taraftan biz,
tüm hayatı bir ortaklık olarak gördüğümüz için, üretilen mallar üzerinde
ortakların şayian hakları ve hisseleri olduğundan, böylece tüketimde herkesin
tüketme hakkı bulunduğundan tüketim meselesinde şüyuiyet esastır, diyoruz. Ekonomik veya
sosyal hak ve vazifelerini yerine getirmek isteyen ve yasak olmayan bir hareket ve
davranışı icra etmek isteyen kimse hiçbir yerden izin almaya mecbur tutulamaz. Onun
için sanayi ve ticaret odaları, meslek, esnaf ve sanatkârlar odalarına katılma ve
üye olma zorunluluğu yoktur; isteyen üye olur, dileyen de olmaz. Devlete ait olan
işlerde özel şirketler kurulmadığı gibi, sigorta meselesi de devletle ilgili olmakla
özel sigortalar kurulup çalıştırılamaz. Tüm
vatandaşların canları, malları ve her türlü maddi ve manevi değerleri, devletin
sigortası ve devletin teminatı altındadır. Ücretler ve maaşlar yaş ve tahsil
baremlerine göre düzenlenir; yoksa hükümetlerin toplumda bulunan kesim ve kısımlara
göre şunların ücretleri artırılsın, bunların ise olduğu gibi kalsın demeye hak
ve salahiyetleri yoktur. Hükümetlerin normal şartlar altında vergilerin konulmasında,
miktarlarında ve hak sahiplerine dağılımında söz söyleyip icraat yapmaya hakları
yoktur; zira bu durum şuraların görevleri içerisine girer. Tabiat, mal, para,
emek ve sermaye kültür ürünü olmadığı için, bölgesel ve yöresel değil,
küreseldir. Bundan dolayı da mal, para, emek ve sermaye, tüm dünyada engelsiz tedavül
etmelidir. İç ve dış endişelerle gümrük vergileri koymak ve uygulamak, bizim
anladığımız doğal ekonomik kanun ve kurallara aykırıdır. Ticari vergilerin
dışında gümrük diye bir engel konamaz ve vergi alınamaz; bunun dışında her
türlü ithalat ve ihracat ise serbest olmalıdır.
Bugünkü ekonomik hayat da
aynı sosyal hayatta olduğu gibi yeniden restore edilmesi lazım gelen bir alandır.
Yukarıdan beri anlatmakta olduğumuz sosyal ve ekonomik hayatlar, dini ve ilmi hayatlar
gibi aynı bir bütünün parçalarıdırlar. Bu her bir alanın kendi içerisinde
çelişkiler ve uyuşmazlıklar bulunmadığı gibi, bir araya geldikleri zaman da
aralarında günümüzde olduğu gibi doku uyuşmazlıkları olmamalıdır. Netice olarak
şunu söylemek istiyoruz ki, bugünkü küresel krizlerden kurtulmak ve gelecekte de
böyle hastalıklara yakalanmamak için, sosyal bilimler ile fen bilimleri birbirlerine
benzetilerek analoji yapılır, böylece bilinenler yardımı ile bilinmeyenler elde
edilir, tarih de nazar-ı itibara alınarak dersler çıkarılır ve akıl da bunların
yanına bir bileşen olarak getirilirse doğal-dengeli, insana yakışan ve yaraşan bir
düzeni kurmak mümkündür. Bize göre bu, zaruri bir görevdir. İşte bu konudaki duygu
ve düşüncelerimizi bir nebze de olsa dile getirmekle üzerimize düşen görevi yerine
getirmiş olduğumuzu sanıyor ve kendimizi mutlu hissediyoruz. Prof.
Dr. Osman Eskicioğlu D.E.Ü.
İlahiyat Fakültesi İslam
Hukuku Anabilim Dalı Bşk. Türkiye-İZMİR
[1] Feridun Ergin, Ak İktisat Ansiklopedisi, Doğal Düzen ve Fizyokrat kelimelerine bak. [2] Gaetan Pirou, Umumi İktisada Giriş, (Tercüme: Turhan Feyzioğlu,) s, 73 [3]
Paul Hazard, Batı Düşüncesindeki
Büyük Değişme, Çev. Erol Güngör, Yüksel Matbaası, İstanbul-1981 s, 280. [4] Ebu’l A’la el-Mevdudi, Doğum Kontrolü Hareketi ve İslam, (Terceme, Osman Eskicioğlu, İzmir-1967) [5] Süleyman Akdemir, Sosyal Denge, s, 80 [6] Tevrat, Tesniye Bölümü, Bab: 23, âyet: 19-20 [7] Tevrat, Tesniye Bölümü, Bab: 23, âyet: 19-20 [8] Luka İncili, Bab: 6, âyet: 34-35 [9] Bakara 2/ 275 [10] Bak, Kuduri, s, 82
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |