.

   YRD. DOÇ. DR. NİLGÜN TUNÇCAN HANIMEFENDİYE CEVAP

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

          

Doç. Dr. Nilgün Tunçcan Ongan hanımefendinin şu makalesine cevap: http://www.calismatoplum.org/sayi19/ongan.pdf

İslam Ekonomisinde Bölüşüm

Giriş

İnternet ağında Nilgün Tunçcan imzasını taşıyan “İslam Ekonomisinde Bölüşüm” adlı[1] eleştiri diyebileceğimiz bir yazı dolaşmaktadır. Ben aslında kim olursa olsun kendiliğimden yazılı veya sözlü olarak kimseyle bir atışma, düello ve tartışmaya girmek istemem. Ancak bir İslam Ekonomisi sitesinden bu yazı bana gönderilerek buna bir cevap verilmesi gerektiği ve bu benim üzerime bir vecibe ve görev olduğu vurgulanınca bu cevabı vermek zorunda kaldığımı ifade ederek sözlerime başlamak istiyorum.

Önce Allah vardı; ondan başka hiçbir şey yoktu. Allah Teâlâ murat etti; varlıklar âlemini yarattı. Allah, kâinat ve insanı var edip bunların hepsinin ayrı ayrı kanun ve kurallarını koydu. Zaten kainat ve tabiat demek, üzerlerinde Allah’ın mühür ve imzasını (dizayn-çizim ve tasarımını) taşıyan varlıklar demektir. Çünkü “tabaa” kelimesi, şekil vermek, bir şekil üzere yapmak, basmak ve basım anlamlarına gelir.[2] 

Allah, bir taraftan kendisi ahat-tek olduğu için tekliği zatına tahsis ederken, diğer taraftan da yine kendisi Samettir-ihtiyaçsızdır. Fakat o varlıklar âlemini, sanki birisi diğerine muhtaç bir şekilde çift çift yaratmıştır. Çünkü su toprağa, torak da suya muhtaç; toprak suya su da toprağa muhtaçtır. Bitkiler, su-toprak, toprak-su sektörüne, ısı, ışık ve nem bileşkesine muhtaçtır. Hayvanlar da bitki-toprak-su-hava ve güneş birlikteliğine muhtaçtırlar. Varlıkların en gelişmiş olanı, insana gelince, en çok muhtaç olan da odur. Çünkü insan, hayvan, bitki ve cansız varlıkların tümüne birden muhtaçtır. İşte böylece Allah,  tüm varlıkları ikili sistem üzerine inşa etmiştir. Allah canlı ve cansızları yaratmış nizam ve düzeni kurup koymuştur. O, âlemi çift, çift yaratmış; kâinat ile insanı var etmiştir. Kâinatta canlı ve cansızları; insanda ruh ve bedeni; cansızlarda varlık ve tesiri; canlılarda gaye ve iradeyi; ruhta doğruluk ve iyiliği; bedende ise fayda ve ünsiyeti yaratıp koymuştur. Allah, mekânda zamanı var etmiş; maddede enerjiyi tesirli kılmış; nebatta hayatı gaye yapmış; toplulukta şuura irade vermiştir. Allah, ilimde dil ile doğrunun ifadesini; dinde sanat ile iyi ve güzelin yayılmasını; iktisatta teknik ile faydalının yapılmasını; idarede hukuk ile ünsiyetin tesisini gerçekleştirmiştir. İşte bütün bu sebeplerden dolayı, hatta binlerce sebeplerden ötürü hamd, sadece Allah’a mahsustur.

Her şeyden önce şunu belirtmek isterim ki, bugün dünyadaki sadece iktisatçıların ve ilahiyatçıların değil, bence tüm sosyal bilimcilerin kafaları karışıktır, desem bir gerçeği dile getirmiş olurum. Zira konuştukları, yazıp söyledikleri şeyler, eşyanın tabiatına tamamen uymamaktadır. Çünkü hele iktisatçı ve sosyologların bilim adına tespit edip ortaya attıkları öyle şeyler vardır ki, bunların eşyanın tabiatına tamamen ters olduklarını veya diğer elamanlar ve alanlarla bir doku uyuşmazlığına sebep olduklarını burada dile getirmek isterim. Mesela Şükrü Baban, İktisat Dersleri adlı eserinde eroin kullanmanın ahlaken doğru olmasa bile ekonomik açıdan faydalı olduğunu söylemektedir.[3] Bizce bu görüş sosyal bilimlerin bir bütün teşkil etmesi bakımından ve de doku uyuşmazlığına sebep olacağı için bilimsel düşünceye yüzde yüz terstir. Çünkü insan bünyesi nasıl organik çalışıyor ve organlar arasında bir uyum ve ahenk varsa, din, bilim, hukuk, ahlak ve iktisat alanlarıyla toplumun bünyesi de bir bütün olup onun tüm kurumlarıyla uyum ve ahenkli çalışması, insanın mutluluğu için bir zarurettir. O sebeple din, bilime, bilim hukuka, iktisat din ve ahlaka…velhasıl bu alanlardan hiç birisi diğerine ters düşmez ve düşemez. Yoksa doku uyuşmazlığı olur ve bugün olduğu gibi toplumun bünyesi hastalanır, insanlar da mutsuz olurlar. 

İktisatçılar hem marjinal faydadan bahsederler, hem de dolaylı vergi almayı önerirler. Biz onun için bunlara, bu ne perhiz ve bu ne lahana turşusu diyoruz. Ayrıca yine Tunç Kanunu diye bir iddia ortaya atmışlardır ki, insan adına, toplum adına, ekonomi ilmi adına, işçiler ve emekçiler adına bu bir fecaattir. Buna göre güya ücretler, daima asgari geçim seviyesinde olacakmış.[4] Yine aklımın bir türlü ermediği ve eremediği şey, üretimle tüketim birbirine taban tabana zıt olduğu halde hem teoride-kitaplarda ve hem pratikte-uygulamada hem üretim ve hem de tüketim vergilerinin bulunmasıdır.    

 Sosyolojiden de bir misal vererek bu konudaki örneklerimi tamamlamak istiyorum. Bilindiği gibi sosyologlar, aileleri sınıflara ayırırken çekirdek aileden de bahsederler. Fakat bunun sosyal bilimlerdeki yanlış anlayış ve uygulamaların zorunlu bir sonucu olduğunu ve eşyanın tabiatına ters düştüğünü bir türlü söylemezler ve söyleyemezler. Zira normal bir aile demek, anne-baba, çocuklar ve torunların hep beraber bir arada birlikte yaşadıkları bir birim demektir. Biz bunun böyle olduğunu Kuranı Kerim’den öğreniyoruz.[5] Buna göre anne-baba, dede-nine ve torunlar, ailede beraber birlikte oturacaklardır.  Burada canlı bir örnek vermek istersek, mesela bizim fakültede Arapça hocamız Rana Hanım doğum yaptığı için Kahire’den annesini getirtti. Karı-koca, çekirdek aile olarak birbirine yeter olsaydı, Rana Hanımın annesini ta Mısır’dan getirtmesine ihtiyaç olur muydu?

Düşünce ve bilim bileşkesinin iki kaynağından biri olan dini bırakıp sosyal ve ekonomik hayatı, arılar, karıncalar ve diğer toplu yaşayan hayvanlara bakarak bilgi üretmeye çalışanların bu yersiz çabaları, insanlığı bugün bu noktaya getirmiştir. Hâlbuki insanların yaşadıkları sosyal ve ekonomik hayat ile hayvanların yaşadıkları sosyal ve ekonomik hayat, çok farklı olup aynı şekilde cereyan etmediği bir gerçektir.[6]

Bizim, sosyal bilimcilerin kafaları karışıktır, dememiz boşuna değildir. Çünkü onlar, fen bilimlerinde olduğu gibi tabiat ve doğaya uygun olarak ortaya çıkmamış; prematüre doğmuş, eksik, aksak ve topal olarak meydana gelmişlerdir. Bu özelliklerinden başka yukarıdaki örneklere ilaveten bilhassa günümüz açısından şunu da eklemek isteriz ki, sosyal bilimlerin terim, tarif ve tasnifleri eskimiş, yıpranmış ve çalışamaz hale gelmiştir. Onun için kafalar doğru çalışmamakta, böylece bilgiler yerli yerine oturmadığı için de gerçek düşünce ortaya çıkmamakta ve kafalar karışmakta mantık da ters çalışmaktadır. Çünkü durgun, ekşimiş ve parsımmış yemeklerin mideleri ifsat ettiği gibi, aslında doğuştan prematüre olan bu sosyal bilimlerin terim, tarif ve tasnifleri zamanla eskimiş, bozulmuş ve yıpranmış olduğundan kafalarda yerli yerine oturmadığı için bu alandaki bilgiler böylece düzensiz, çelişkili ve karışık olmasıyla insan mantığı da fesada uğramış ve karmakarışık bir hale gelmiştir. Bizce bunun en önemli sebebi, din ve bilim alanlarına birlikte saygı gösterilmemesidir. Adı bilim adamı olan kimseler, teorilerini kuramadıkları için, dinsel olanla bilimsel olanı ayıramamakta, irade dışı hareket ve davranışların bir robot gibi olup bilim kurallarına tabi olduklarını, insan için iradeli hareket ve davranışların ise dinsel olduğunu görememektedirler. Bunun için de onlar, deney-gözlem metodunu uygulayarak, dini olayların, iradi hareket ve davranışların kanun ve kurallarını, tabiatta ve laboratuvarlarda aramaktadırlar. Hâlbuki fen bilimleri, ilim olup bu alanların kanun ve kurallarını duyularımızla, deney ve gözlemlerle laboratuar yardımıyla da arayıp buluruz. Ancak irademizle yaptığımız işler, hareket ve davranışlar ise dinsel oldukları için bunların kanun ve kurallarını dinsel kaynaklarda mesela Tevrat, İncil, Zebur ve Kuran gibi ilahi eserlerde arayıp bulmak zorundayız. Zira dini hayatı, irademizle işlediğimiz faaliyetlerin kanun ve kurallarını laboratuarda ve tabiatta arayıp bulmak mümkün değildir. Manavdan beş kilo patates ve on kilo domates alabilirsiniz; fakat bir kilo nikâh ve bin kilo devleti hiçbir yerden ve hiçbir kimseden alamazsınız. Çünkü insan için birisi pozitif bilimin, diğeri ise kıymet-değer hükümlerinin hâkim olduğu iki alan vardır. Mesela Hukuk kavramı, kıymetler kategorisine girer. Hukukta hâkim olan kanun ve kural fikridir, yoksa hadise ve olay fikri değildir. Eğer hukukta vakıa ve olay fikri hâkim olmuş olsaydı, bütün olayları, reel olmaları itibariyle kıymet bakımından eşit gören determinizme dayanan herhangi bir pozitif bilim sahasında bulunmuş olurduk. Hâlbuki hukuk, vücudi hükümleri değil, kıymet hükümlerini formüle eder. Olanı değil, olması gerekeni dile getirir. Kıymet hükümleri gayeleri içerir. Hukukun gayesi ise hayır-yarar, ortak hayır ve kamu yararıdır.[7] Abdülhak Kemal Yörük’ün bu ifadelerine biz de katılarak ekonominin de hukuk gibi olduğunu, bilhassa mal, para ve diğer maddeler gibi enstrümanların dışında onun insana bakan tarafıyla mesela mülkiyete saygı gibi, bir değerler bileşkesi olduğunu da kabul etmek zorundayız.

Dünya Kuran-ı Kerim’e göre bir sebepler dünyasıdır. İlim de zaten sebep netice bağıntısı, illet ve sebeplere dayanan neticeler değil mi? Kuranda “Doğrusu biz onu yeryüzünde yerleştirdik ve ona her şeyin bir sebebini verdik. Böylece o, bir sebebe tabi oldu.”, buyrulmaktadır.[8]

Dünyada ayrıca denge sistemi de vardır. Çünkü Kuranda “Güneş ve ay hesap ile hareket ederler.  Yıldızlar ve ağaçlar (kanunlara boyun) eğerler. Göğe gelince Allah onu yükseltti ve dengeyi koydu. Sakın dengeyi bozmayın.”[9], buyrulmaktadır.

Canlılarda her bir tür, bir başka türle dengelenir. Yırtıcı hayvanlar diğer hayvanlarla, hayvanlar da otlar, yapraklar ve yeşilliklerle dengelenir. Mesela yapraklarla beslenen yaban develerinin sayısı fazla olursa ağaç yaprakları azalır, azalan yapraklarda bulunan zehir maddesinin yüzdesi artar ve develer ölür, böylece sayıları azalır. Yapraklar tekrar çoğalır. Dünya hayatı, canlılar için hep böyle devam edip gider.[10] İnsan akıllı olduğu için dünyada insan türünü ise dengeleyecek bir varlık yoktur. Onu dengeleyen yine kendisidir. Çünkü insanlar iyi kötü, yani kanun ve nizama uyanlar ve uymayanlar olarak iki kısma ayrılırlar.[11]

İnsanlar, sadece sistem yaşlanıp yetersiz hale gelince arayışlara, alternatif arayışlarına girişmez. Eğer sistem, zulüm yapıyorsa, toplumu sınıflara ayırarak ayırmalar ve kayırmalar yapıyorsa, tüm vatandaşlara aynı muameleyi yapmıyorsa, bu ve buna benzer olaylar da insanları alternatif arayışlarına elbette itecektir. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Çünkü akıl sahibi insan, refah ve mutluluğun en ilerisine ulaşmaya çalışacak, her zaman ve her mekânda buna layık ve ehil olduğu için her gün daha iyisi ve daha iyisi, daha güzeli ve daha güzeli der ve diyecektir. Bugün dünden, yarın da bugünden elbette daha iyi olmalıdır. Onun içindir ki, İslam Peygamberi Hz. Muhammed, “İki günü eşit olan ziyandadır, aldanmıştır.”, buyurmuşlardır.[12]

Dünden bugüne insanlara nizam ve düzen sunmak isteyen sistemler, varlığı bütün yönleriyle kuşatamadıkları için hep parçalarda, uçlarda, kol ve parmaklarda dolaşmışlardır. Hâlbuki insan hayatı, birey ve toplum olarak tüm yönleriyle yani dini, ilmi, içtimai, idari, siyasi, iktisadi ve ailevi alanları ile insan bedeninde görüldüğü gibi bir bütündür. Hatta yalnız insanın kendisi değil, birey ve toplum olarak herkesin, hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklarla bile bir birlikteliği vardır. Çünkü insan, hayvanları, bitkileri ve hatta cansız varlıkları bile mutlu edebildiği ölçüde mutlu olur. Onun için bize göre varlıklar âleminde ayrımcılık yapmak yanlıştır ve tabiî ki, zararlıdır. Hz. Peygamber, bir toplumun bireyleri arasındaki birlikteliği dile getirirken şöyle buyurmaktadır: “Bütün müminleri sevgi, merhamet, şefkat ve yardımlaşmada bir vücut gibi görürsün. O vücudun bir organı hastalanınca, vücudun diğer kısımları, uykusuz kalarak ve ateşlenerek, birbirlerini hasta organın elemini paylaşmaya çağırırlar."[13] Yine Hz. Peygamber, başka bir hadislerinde "(İslam toplumunda) müminin mümine bağlılığı, taşları birbirine kenetleyen duvar gibidir." buyurmuştur.[14]

İslam düşüncesinin ve bilhassa ekonomik alandaki arayışların “kapitalizme bir alternatif” gibi kabul edilmesi pek doğru olmasa gerektir. Zira İslam düzeni, zaten tüm sistemlere, bireyci ve toplumcu rejimlere ve insan ürünü olan her türlü hayat tarzına bir alternatiftir. Çünkü vahye dayanmayan, delilini ilahi iradede arayıp bulmayan insan davranışları, her zaman doğru ve yararlı olmaz. Zira sadece akla dayanan bilgi, her zaman gerçekçi olmayabilir. Çünkü akıl nakle muhtaç, nakil de akla muhtaçtır. Bilhassa sosyal bilimlerde bunlardan birisi olmazsa, diğeri de olmaz ve gerçek kanun ve kurallar da ortaya çıkmaz.

Bilgi yani hüküm, yani bir vasfın, özelliğin ya da bir fiilin bir varlığa izafesi meselesi, bilhassa bugün özellikle de sosyal bilimlerde çok çok önemli olsa gerektir. Çünkü bilgi denilen şey, izafidir, takribidir, nispidir ve ihtimalidir. Yani duyularımızla elde ettiğimiz dış dünyaya ait olan bilgilerimizi iç dünyamıza ait olan sezgilerimizle elde ettiğimiz bilgilerle birleştirmezsek hayatı yüzde elliye indirgemiş oluruz. Bu ise insan için büyük bir eksiklik kabul edilmelidir. Biz zaten onun için Rönesans medeniyetini, din dışı yapılandığından dolayı sosyal bilimler açısından bir tarafı tutmayan felçli bir insana benzetmek istiyoruz.

Yalnız burada alternatif denilmekle okuyucuya sanki İslam ekonomisi ile diğer sistemler, denkmiş gibi gelebilir. Hâlbuki İslam ekonomisi ve İslam düzeni, kendine mahsus süi jeneresit bir sisteme sahiptir. Diğer sistemler ise birtakım eksik ve aksaklıklarla maluldürler. Mesela kapitalizm kamu mülkiyetini reddeder; komünizm ise özel mülkiyeti reddeder. Liberalizm müdahaleyi reddeder; sosyalizm ise serbest piyasayı reddeder. Teşebbüs kapitalizmi planlamayı reddeder; devlet sosyalizmi ise girişimciliği reddeder. Karma taraftarı olanlar da ekonomide sistemi reddederler. İşte böylece bu insan ürünü sistemler, hep ifrat ve tefritci sistemlerdir ve menfi sistemlerdir, diyebiliriz.

İslam düzeni ise istihsalde mülkiyeti, tüketimde şüyuiyeti, mübadelede serbestliği, tedavülde (bankacılıkta) tarifeyi, üretimde serbest girişimciliği, inşaatta planlamayı kabul etmiş bir sistemdir. İslam sistemi, müspet bir sistemdir ve uç sistemlere göre ya da sistemlerin aşırılıklarına göre merkezde bulunmaktadır. Hatta bütün sistemlerin iyi tarafları ondan toplanmıştır, diyebiliriz. Bütün sistemlerin kötü tarafları da ondan uzaklaştırılmıştır.[15]         

Zaten güya bireyi tutan liberalizm ile kapitalizm, toplumu tutan sosyalizm ile komünizm işi baştan kaybetmişlerdir. Çünkü insan denilen varlık, aynı zamanda hem birey ve hem de toplumdur. Onun için kişinin refah ve mutluluğu birey-toplum, fert ve devlet dengesinin kurulmasından geçer. O sebeple Kuran-ı Kerimde Allah Teâlâ, Hz. İbrahim’den bahsederken o, bir tek kişi olduğu halde “Gerçekten İbrahim bir ümmet (toplum) idi.”, buyurmuştur.[16] O nedenle toplumda normal iş bölümünün dışında yapay bir şekilde sınıflar üretmek, tabiata müdahaleden başka bir şey değildir. Tabiata, fıtrata ve doğal olana yapılan her müdahale de faydanın yanında zarar da getirir. O yüzden emeği ile çalışıp kazananları suni bir şekilde ayırıp onlara işçi sınıfı diyerek, ücretleri konusunda söz sahibi olma haklarını da ellerinden gasp ederek başlarına sendika adı altında bir zorba dikmek, zulümden başka bir şey değildir. Eğer bir insan, kendisinden bir an dahi ayrılmayan, ayrıldığı anda da mala veya hizmete dönüşen emeği hakkında söz sahibi olamıyorsa o, ya bir çocuk veya deli ya da köle durumuna sokulmuş zavallıdan başka bir kimse değildir. Onun için bize göre işçi ve işveren sendikaları, anlaşan ve anlaştıran iki kısım değil, savaşan ve dövüşen taraflardır veya insanları hayvan gibi pazarlayıp satan hasta toplumun hasta organlarıdır. İşte bu sebepten dolayı bugün iş hayatında var olan ve adlarına örgüt denilen, işçilerin ellerine ve ayaklarına geçirilmiş olan, onları kendilerini idare etme yetisinden mahrum eden, bu bukağıları, zincir ve prangaları kırıp tedavi etmek bizim en insani görevimiz olacaktır.                     

“… Refah devleti politikaları küreselleşme koşullarında düşünüldüğünde, sermaye açısından önceki rejimin yapısından kaynaklanan avantajları da oluşturmamaktadır.”, deniliyor. Evet, bu cümle bize göre çok doğru bir cümledir. Çünkü her sistem, ancak kendi bünyesi içerisinde geçerli olur. Karma ekonomi ve karmacılık, karışıklıktan başka bir şey değildir. Sistem temelde bireyci ise ona göre politikalar üretmek ve uygulamak en doğrusudur. Fakat bireyci bir rejimi, toplumcu politikalarla değiştirmeye ve dönüştürmeye çalışmak bizce yanlıştır. Ekonomide nirengi noktalarını değiştirmek, binanın kolonlarından birinin yerini değiştirmek kadar zordur. Başka bir örnek vermek istersek 3 ayaklı yuvarlak masa, 4 ayaklı kare masa ve 6 ayaklı dikdörtgen masa, bunların hepsi birer sistem görüntüsünü verir; ama bunlardan birisini diğeri ile birleştirmek istediğimiz zaman sistem bozulur ve denge kaybolur. Aslında İslam ekonomisi, birey ile toplumu dengede tutan doğal ve ilahi bir sistem olduğu halde bunun dışındaki tüm sistemler, buna benzer değildirler. Onun için sistemi yeniden buna göre yapılandırmadıkça gerçekleştirilen yerel değişikliklerin ve kısmi sermaye birikimlerinin uzun vadeli kazanımlar sağlayacağına inanmıyoruz. Ayrıca refah devleti değil, refah toplumu düşüncesi olması gerekir ve sadece küreselleşme de değil, yöresel ve küresel dengelerin kurulması gerekir ki, bu da dünyanın ahşap ve toprak evlerden betonarme apartmanlara taşındığı gibi, eskimiş sistemleri bırakıp temelden, tümüyle yeni bir proje ile yeni bir sisteme taşınmalıdır, derim. Onun temeli de Kuranda bahsedildiği üzere, geçmişte ve günümüzde olduğu gibi, faiz, kar ve ticaret ya sınırsız serbest formülünü, ya da bu faiz, kar ve ticaret sonsuz yasak formülünü uygulayan sistemler değil, faiz tamamen yasak, kar ve ticaret ise tamamen serbest esasına dayanan bir sistem olacaktır. “Onlar, kar ve ticaret faiz gibidir, dediler. Oysa Allah, kar ve ticareti helal, faizi ise haram kılmıştır.”[17]

Az önce yukarıda da naklettiğimiz Hz. Peygamberin hadisinde belirtildiği gibi, bizim anlayışımıza göre halkıyla ve devletiyle bir toplum aynı insan vücuduna benzer, organiktir ve bir bütün teşkil eder. Hangi amaçla olursa olsun gerek yönetimden ve gerekse toplumdaki kesim ve kısımların her hangi birinden gelen bir hareket, tüm toplumu etkiler. Onun için bireyin geliri tolumun geliri, bireyin mutluluğu toplumun mutluluğu, toplumun zararı bireyin zararı olarak görülür. Zira birey-toplum, fert ve devlet bütünlüğü olduğundan bu her iki taraftan birisi açısından üretim gerçekleşmemişse, verginin sebebi üretim olduğu için, bu durumda vergi tahakkuk etmez.  O sebeple İslam ekonomisinde miras ve intikal vergisi, alım ve satım vergisi yoktur. Çünkü bu olaylarda toplum açısından bir üretim gerçekleşmemiştir. Hatta İslam hukukunda özel hukuk ve kamu hukuku ayrımı bile yoktur. İslam düzeninde azimet ruhsat, yani normal ve anormal durum, sağlıklı ortam ve hastalıklı ortam kanun ve kuralları, hareket ve davranışları vardır. Mesela ayetteSizden evvelkilere farz kılındığı gibi oruç size de farz kılındı” ayeti ile oruç tutmak, mükelleflere farz kılınmıştır. Bir sonraki ayette ise “İçinizde hasta ve yolcu olanlar ise diğer günlerde tutmak şartıyla veya fidye vermek kaydıyla oruçlarını yiyebilirler. Ancak bu durumda da oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır”[18] buyrularak ruhsat verilmiştir. Öyle ise sağlıklı bünyenin hareketi ile hasta bünyenin hareketi aynı olmaz, farklı olur. Toplum açısından yapay sınıflar yerine normal anormal, sağlıklı ve hasta gibi doğal ortam ve şartlara göre politikalar üretmek esastır. İşte ekonomik hareket ve davranışları gerçekleştirirken sınıfsal davranmak, bilimsel olmadığı gibi yararlı da değildir.

Ekonomik büyüme veya küçülme bir mevsimin gelişi gibi tüm toplumu ve bütün alanları etkiler. O sebeple bir ülkede tarım, ticaret, sanayi, orman ve hayvancılık, ayrı alanlar olmakla beraber aynı zamanda bir bütündür. Yani endüstriyi merkeze almakla veya ticareti planlamakla bölüşümde adalet sağlanamaz ya da meseleye sınıfsal yaklaşımlarla biz gerçek verilere ulaşamayız. Bugün olduğu gibi suni sınıflar üretmekle ya da sınıf çatışmasını sağlamakla ekonomide dengeler kurulmaz. Ekonomi çalışma ve yaşama düzeni olduğuna göre, üretim-tüketim, tasarruf yatırım, serbest alan ile planlı olanın dengelerinin kurulması gerekir. Sağlıklı ekonomi ancak böyle kurulur; yoksa sermaye veya emek taraftarı olmak, ya da bireyci veya toplumcu görüşü yan tutmakla bir yere varılamaz.  

 

İslam Ekonomisinin Metodolojisi             

 

Yazarın da ifade ettiği gibi, İslam, sadece ritüeller, dua ve ibadetlerden ibaret bir din değil, aynı zamanda bir düzen, sistem ve rejim de getirmiştir. Yani İslam, hem din ve hem de bir düzendir. İslam’ın dini Müslümanlara ait olduğu ve her din sahibi kendi dinine mensup olacağı gibi, İslam düzeni de bir ilim ve ilme oturan bir sistem olduğu için isteyen her belde ve kantona da uygulanabilir. Çünkü Kuran-ı Kerim, “Rabbinizden size indirilene tabi olunuz, ondan başka velilere uymayınız”[19] buyurarak sadece kendisine uyulmayı emretmektedir. Onun için Kuran, birey ve toplum olarak insanın ihtiyacı olan her şeyi; dini, ilmi, içtimai, idari, siyasi, iktisadi… ve ailevi olan yani iradi olarak insana ait olan her şeyi açıklamış, ona iğne ucu kadar boş ve açıklanmamış bir yer bırakmamıştır. “Allah şaşırırsınız diye size açıklamalarda bulunmaktadır. Allah her şeyi en iyi bilendir.”, ayeti[20] adeta bize Kuran’ın ya doğrudan ya da dolaylı olarak her şeyi açıkladığını seslendirmektedir.  

Yalnız burada bize düşen şey, birey ve toplum olarak içtihat ve şura yardımıyla Kuran ve Sünnete dayanarak bilgiler elde etmektir. Fakat bunları bizim burada ayrıntılı bir şekilde anlatmamıza imkân yoktur Ancak bu söz konusu olan yazı, ekonomik alanda olduğu için biz şimdi konuyla ilgili bazı ayetleri nakletmek istiyoruz. Kuran-ı Kerim'de ücret (icare: hizmet ve kira),[21] alış veriş (bey1),[22] faiz,[23] para,[24] malların (ve paraların) değerlerinin düşürülmemesi,[25] zekât (vergi) ve zekâtın dağılım yerleri,[26] ticaret[27] ve ziraat[28] gibi iktisatla ilgili daha birçok konularda ayetler vardır. Böylece ekonominin temelini teşkil eden üretim, tüketim, mübadele, tedavül ve diğer konularda sistemin genel prensipleri tespit edilmiş bulunmaktadır. Tabi bu ayetleri anlamak için Kuran-ı Kerim'in dilini, ilmi bir şekilde bilmeye yani klasik Arapçayı bilmeye, fen ve sosyal bilimleri de genel esaslarıyla bilmeye ihtiyaç vardır.   

Bizim bir bilim adamı olarak her şeyden önce bugünkü insan hayatı hakkında, insanın mutlu olup olmadığı hakkında sorular sorup bilgiler edinerek ona göre hayatın eksik ve aksak yerlerini düzeltmemiz gerekir. Bunu yaparken de bir takım hipotezlere ve genel kurallara dayanarak bir proje üretmek zorundayız. Sekiz milyar insanı düşünerek, onları mutlu etmek zorundayız. Önce bilgilerimizi yenilemek durumundayız. Mesela dinin lehinde ve aleyhinde olanlar var; onu kabul edenler ve etmeyenler var. Dini bilmeyen mesela İslam hukukundan habersiz olan bir kişi karşısında İslam hukuku bir fizik kitabı kadar bilimseldir[29] demenin ne faydası olabilir. Onun için ben şahsen herkese geliniz, geleceğin insan düzenini birlikte kuralım diye çağrıda bulunmak istiyorum. Ama bu iş Kuran’ sız olmaz. Biz, Kuran yardımıyla genel kuralları, sosyoloji ve ekonominin nirengi noktalarını tespit etmeliyiz. Kuran ve Sünnete dayanan İslam dininin, bir dini yönü bir de düzen yönü bulunmaktadır. İslam’ın düzen yönü, yani Müslüman bireylerin diğer insanlarla ve diğer varlıklarla olan münasebetleri özele bakan tarafıyla dini ve ahlaki, topluma ve dışarıya bakan tarafıyla da hukuki yani bilimseldir. Bu bakımdan İslam ekonomisi, İslam düzeninde dine ve ahlaka değil, bilim ve hukuka dayanır. Zaten İslam düzeninde yükümlünün fiilleri Ömer Nasuhi Bilmen’in de eserinde bahsettiği gibi, 1- Şeri, hukuki, kazai ve mecburi; 2- Dini, ahlaki, vicdani ve ihtiyari olmak üzere iki kısma ayrılır.[30] İşte İslam ekonomisi de aynı fıkıhta yani İslam hukukunda olduğu gibi, serbest sözleşmeye dayandığı için, hukuki ve bilimseldir, yoksa Nilgün Hanımın dediği gibi sadece ahlaka dayanan bir sistem değildir. O, araştırmasını bazı yazarlara dayanarak yaptığından ekonomiyi ahlaki esaslar üzerine oturtmuştur. Hâlbuki İslam düzeninde ahlaki esaslar, ikinci bir avantajdır, yani din ve ahlak, İslam düzeninde bu bakımdan hukuk ve ekonominin destekçileri ve yardımcılarıdır, diyebiliriz. Onun için “…iktisat disiplininin de; ahlak, hukuk, politika gibi İslam dininin emir ve himayesi altında faaliyet gösterdiği ve onun kontrolüne bağlı olduğu ifadesi” bizce de doğrudur. Çünkü her sistem, ancak kendi bünyesi içerisinde geçerli olur.

Yazarın kaynakları, temel İslam kaynakları olmadığı gibi, dayandığı kişiler de henüz İslam ekonomisini araştırıp öğrenmeye çalışan kimselerdir, diyebiliriz. Dayandığımız delil, bizi yanlışa götürürse neticenin de yanlış olacağı bir gerçektir. Mesela “ibadet olarak değil de hayatı idame ettirmek amacıyla yapılan ekonomik faaliyetin Müslümanları şirke götüreceği” anlayışından bahsedilmektedir. İslam’da haram yemek, Allah’ın yasak ettiği bir şeyi işlemek insanı şirke götürmez; ancak günahkâr yapar.  Diyanet İşleri eski başkanlarımızdan merhum Ahmet Hamdi Akseki, şirki, Allah ile kendi aralarında putları bir vasıta yapıp onlara tapmayı ve Allah’ın birliğine inanmamak olarak açıklamıştır.[31] Kuranda da “Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başka dilediğine her şeyi bağışlar”[32], buyrulmaktadır. Şu halde küfür ve şirk, inançla ilgilidir; ekonomi ise daha çok amel ile yani fiil, hareket ve davranışlarla ilgilidir.  

Yanlışa başka bir örnek de şudur: (Zaim de iktisadı; “İslam’ın ahlaki ve ideolojik bir alt birimi” olarak tanımlamaktadır. Buna göre, iktisat disiplini kendi ayrı varlığına sahip olmakta ancak sistemin bütünlüğü içinde bir alt birim olma özelliği taşımaktadır.), denilmek suretiyle tespit edilip dayanılan delil yanlış olunca, neticede İslam’da iktisat sistemin bütünlüğü içinde bir alt yapıdan ibarettir, neticesi de varılan başka bir yanlış sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.

İslam terminolojisinde alt yapı üst yapı, alt birim ve üst birim ifadeleri yoktur; usul ve füru, vücut-organizma ve uzuv-organ gibi terimler vardır. Onun içindir ki, İslam anlayışında dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması bir zorunluluktur. Yani düzen ne ise sosyal hayat da odur, eğitim-öğretim, aile kadar, aile de ekonomi kadar, ekonomi ise eğitim-öğretim kadar, sosyoloji ve aile kadar önemli olup bunların hepsi bilimseldirler. Yani iddia edildiği gibi ekonomi alt birimlerden birisi değil ve ahlaka dayanan davranışlar bütünü değildir. Vücudumuzdaki solunum, sindirim, dolaşım ve boşaltım ne ise İslam düzenindeki ilim, din, ekonomi, hukuk ve politika organları da odur.  

Bize göre İslam düzeni ya da ekonomisinin metodolojisi ve yöntemi henüz tam anlamıyla ortaya çıkmamıştır ki, sistemi, değer yargıları ekseninde biçimlendirilmiş olsun. Bugün İslam düzenini meydana getiren alanlardan din, ilim, hukuk, ahlak, ekonomi ve politika gibi organların bir sistem gibi ortaya çıktığı ve oluştuğu görüşünde değilim. Bırakın İslam ekonomisini bugün bilinen ve yaşanan hiçbir ekonomik sisteme, içinde çelişkiler bulunmasıyla bize göre sistem demek bile mümkün değildir. Onun için aynı bugünün sosyal bilimlerinde, özellikle de ekonomide olduğu gibi bir görüntü vardır. Öyle bir sisteme benzeyen, çelişmeyen, çatışmayan ve çarpışmayan bir İslam ekonomi metodolojisi henüz yoktur. Ama bunu bilim adamları olarak, tüm insanlığın refah ve mutluluğu için en kısa zamanda arayıp bulup ortaya koymak zorundayız.

Bize göre fen bilimleri, aynı sosyal bilimlere benzer bir şekilde insana yön verir. İnsan bedenini, hayvanı, bitki ve cansız varlıkları konu edinen fen bilimleri, onlara yakışan bir şekilde faaliyet göstermektedirler. İnsanın organlarının faaliyetlerini ve beynin işlevine yön vermeyi konu edinen sosyal bilimler de insana yakışan bir şekilde çalışmalıdırlar. Mesela başka ikinci bir yol varmış gibi, “sistemi tümüyle değer yargıları ekseninde biçimlendiren metodoloji”, deniliyor. Sadece iktisat değil, din, ahlak, hukuk ve insana bakan tarafıyla ekonomi bunların hepsi, kıymet hükümlerine tabidir ve bunlar değer yargılarına göre şekil alıp biçimlenirler. Yoksa çalışmasıyla Nobel ödülü alan Paul A. Samuelsun’un İktisat adlı eserinde “Bir papağana arz ve talep kelimelerini ezberlettirirseniz, onu iktisatçı yapabilirsiniz” şeklinde kurduğu cümlelerle bir yere varılamaz.[33] Yine aynı şahsın “Terimlerin Zulmü” başlığı altında “Özellikle sosyal ilimlerde “terimlerin zulmü”nden kendimizi korumamız lazımdır, dedikten sonra 3 iktisatçının terim kargaşası yüzünden aralarında tartıştıklarını naklederken, belki haberi olmadan, bize göre, ekonomi ilminin terimlerinin yerli yerine oturmamış olduğunu dile getirmiş oluyordu.[34] Zira mal ile parayı, para ile emeği ayıramayan, hem üretimden ve hem de tüketimden vergi almayı öneren, mülkiyeti inkâr eden, halkı sınıflara bölen… ve ekonomide dengeleri kuramayan liberalizm, kapitalizm, sosyalizm ve komünizm ya da karma adlı sistemlere, bizim insan olarak sistemimiz demek mümkün değildir. Sistem dediğin, vücudumuzdaki solunum, sindirim ve dolaşım sistemleri gibi, hem kendi içlerinde, hem de diğerleri ile beraber uyum ve ahenkli olan, aralarında doku uyuşmazlığı bulunmayan sistemler gibi olur ve olmalıdır. Öyle sanıyorum ki, İslam ekonomisi üzerine fikir beyan edenlerin çelişkileri, bu sistemleri savunanların çelişkilerinden daha çok değildir.

İster değer yargıları deyin, isterse kıymet hükümleri deyin, bunlar sadece ekonominin değil, tüm sosyal bilimlerin temelini teşkil ederler. Çünkü bunlar, insanların itibar edip değer verdiği, kalben kabul ettikleri ve onları yönlendirip harekete geçiren hükümler ve bilgilerdir. Ekonomik çarkı döndürenler de bunlardır. Mesela verilen sözleri yerine getirip sözleşmeleri uygulamak[35], helal gıda yemek[36], insanların mal ve paralarının değerini düşürmemek ve enflasyon yapmamak[37], alacak ve borçları yazmak[38], insanların mallarını bedelini verip gönüllerini hoş etmeden alıp yememek[39], ticaret yapıp kar elde etmek helaldirler; faizden kazanmak ise haramdır[40], avcılık yapmak[41], kişinin ürettiğine sahip olması[42], ziraat yapmak[43] gibi ekonomik olaylar, hep insanın iç dünyasında oluşarak verdiği kararlara yani değer hükümlerine dayanan şeylerdir. Ekonomik olaylarla ilgili kanun ve kurallar hakkında daha fazla bilgi almak isteyenler, www.enfal.de sitesindeki bizim ekonomik tefsire ve Kuran-ı Kerime Göre İslam Düzeni ve Ekonomik Esaslar adlı çalışmaya bakabilirler.  

Yazar, İslami yazın adını verdiği faydalandığı kaynaklara dayanarak, dini alan ve seküler alan ayrımı yaparak, din alanı dışında bir ahlak ve adalet mekanizması tanımlanamayacağı sonucuna ulaşmaktadır. Biz, hayatı un helvası gibi bir bileşim olarak gördüğümüzden, dini alan ve seküler alan diye ayırmanın mümkün olmadığı kanaatindeyiz. Aslında bu sekülerleşme yani dünyevileşmek, dünyanın bir bileşeni ve öbür tarafı olan ahireti yok saymak ve onu koparıp atmaktan kaynaklanmaktadır. Hâlbuki öbür dünya, inananlar için hak mutlaka yerini bulacağından, kesinlikle olacak ve insanlar yaptıklarından hesap vereceklerdir. Burada bu dinden kopuşun asıl sebebinin Rönesans medeniyetinde, aydınlanmacılığın da etkisiyle din-dünya, din ve devlet ayrılığı gibi yapılan yanlış tasniflerin itibar edilmesinde görülmelidir. Zira bizim ikili tasnifimize göre sınıflamanın Halik-mahlûk, birey-toplum, fert-devlet, bilim-din, dünya-ahiret, yöresel ve küresel şeklinde yapılması daha gerçekçidir. Böyle olunca her bir alan kendi bileşeni ile dengelenir ve bunların hepsi bir bütün teşkil eder. Biz metodolojinin böyle kurulması ve böyle çalışıp işlemesi gerektiğine inanıyoruz.  

İnsan vücudundaki dört sistem gibi sosyal bünyede var olan din, hukuk-politika, ahlak ve ekonomik sistemlerinin ikisi bireysel, ikisi de toplumsaldır. Bireysel olanlar, din ile ahlak, sübjektiftir ve daha çok insanların iç dünyaları ile ilgilidir, diyebiliriz. Hukuk ile ekonomi ise daha çok toplumsal olması ve insanların dış organları ile ilgili olası dolayısıyla objektiftir, bilimseldir ve sebep netice bağıntısına dayanır. İslam ise hem din, hem ahlak, hem hukuk ve hem de ekonomidir. Çünkü ayette “Rabbinizden size indirilene (Kuran’a) uyunuz. Ondan başka birtakım dostlara uymayınız. Ne kadar da az düşünüyorsunuz.”[44], buyrularak, birey ve toplum olarak sadece ve yalnız Kurana yani İslam’a tabi olmamız emredilmiştir. Bu yüzden samimi, inanan ve bilen bir Müslüman kişi için zaten bundan başka yapılacak bir şey de yoktur. İşte bu sebepten dolayı yazarın itiraz yollu nakledip söylediği şu düşüncelerin doğru olduğunu kendisine söylemek isteriz. Çünkü Batı medeniyeti ortaya çıktığı günden beri bireyci ve toplumcu ekonomilerin hiçbirisi, gerçek işbölümü, bölüşüm ve her konuda adalet ve denge açısından bakıldığında bir sürü eksik, aksak ve haksızlıklar vardır. Merkantilizmden bugüne yapaycılık, müdahale ve katılımcı demokraside olduğu gibi, dışarıdan gazel okumalar vardır, baskılar ve kayırmalar vardır. Yani insanlık, bugüne kadar kendisine yakışan ve insana uygun bir ekonomik sistem kuramamıştır. Eğer insanlık, bize yardımcı olursa bu adil, bilimsel ve tüm kurumlarıyla birey ve toplumun, hatta tüm canlı varlıkların lehine çalışan bu sistemi inşallah Müslümanlar olarak biz kuracağız.

Yazar şöyle diyor: “Ancak, İslami yazın bu yolla yalnızca ortodoks iktisadın benimsediği bir metodolojiyi tüm seküler alana teşmil etmekte böylece de; ahlak ve adalet mekanizmalarının yalnızca din alanı içinde ve dini yöntem ile gerçekleşebileceği tezini gündeme getirmektedir. Sistemin adil işleyişi ahlakın bir fonksiyonu olarak değerlendirilirken ahlakın da dinin bir fonksiyonu olduğu varsayımı benimsenmektedir. Bu yaklaşım seküler alanın “değer yargılarından arınmış” olduğu düşüncesi ile birleştiğinde ise, kaçınılmaz olarak, din alanı dışında bir ahlak ve adalet mekanizması tanımlanamayacağı sonucuna ulaşılmaktadır.”

İslami yazında, İslam iktisadı incelenirken kullanılacak olan usul; vahiyden kaynaklanan ilkelere dayandırılmakta”, deniliyor. Zaten bir Müslüman için başka bir yol yoktur. Az önce yukarıda da söylediğimiz gibi, İslam ve vahiy bir Müslüman için her şey demektir. O, ondan başka hiçbir kimseye, hiçbir şahsa ve topluma, güce-kuvvete, şuna veya buna, asla uymaz ve uyamaz. Müslüman, şartlara göre hareket ederek, kendisine toplumdan, devletten veya dışarıdan zarar gelmediği müddetçe İslami ilkeleri uygular ve zaten bunları uygulamak zorundadır. Yani Müslüman birey, izafi hareket eder, şartlara ve duruma göre hareket eder. Toplum, devlet ve dış güçler yani şartlar kendisine izin verdiği sınıra kadar o, İslami emir ve yasakları uygulamak zorundadır. Çünkü “Allah, hiçbir kimseye gücünün yetmeyeceği bir şeyi emretmez.”[45] Zamanla, mekânla ve çevre ile kuşatılmış olan insan, ısıölçer alet gibi, zamanın ve mekânın sıcak ve soğukluğuna göre hareket ederek daima olumlu ve müspet davranmaya çalışır. Onun için bir Müslümanın dünyada yaşamayacağı bir yer yoktur. Ona, “Ben Müslüman değilim”, dedirtecek kadar İslam düşmanlığının yapıldığı bir yerde bile onun namaz kılmadan, oruç tutmadan ve hatta diliyle açıktan şahadet kelimesini bile getirmeden yaşama hakkı vardır. Kuran’da bu durumda olan kimse için şöyle denilmektedir. “Kalbi imanla dopdolu olduğu halde baskı ve zulüm karşısında Allah’ı inkâr ettiğini söylemek, Allah’ı üzmez.”[46]

“İktisadın ideolojik işlevi göz önünde tutulduğunda” deniliyor. Bu ifade, iktisat ilmi açısından tartışılabilir bir söylemdir. Çünkü iktisat fayda ve zarar ilmidir. Zira iktisat, çalışma ve yaşama düzenini bize öğreten bir bilimdir. Onun için iktisadın işlevi, insanları ideler dünyasına çekmek değil, onların yeme, içme, giyme barınma ve yaşama ihtiyaçlarını birey ve toplum olarak tatmin etmenin yollarını aramaktır. 18. ve 19. Asırlardan beri insanlık bu yolları bulamamıştır. Bundan dolayı insanlar mutlu değildirler. Çünkü toplumu meydana getiren kurumlar arasında denge olmadığı gibi, varlıklar arasında da bir denge mevcut değildir.   Onun için bugüne kadar sistemler insan, hayvan, bitki ve cansız varlıklar arasındaki dengeyi de kuramamışlardır. Besi adına hayvanı kazığa takıp 4 metre karelik yere hapsederek onu sırtını bile kaşıyamaz hale getiren sömürü zihniyetinden mutluluk beklenemez. Hayvanı ve bitkileri mutlu etmeyi düşünmeyen insanların kendileri de mutlu olamazlar.

İnsan, birey olarak çok merkezli bir varlık olduğu gibi, aynı zamanda kendisine benzer çok merkezli olan bir toplum ile de dengelenmesi gerekiyor. Maalesef sistemler, sadece ekonomi dediler; böylece insanı mutlu edemediler. Onu yalnız bir yönüyle ele aldılar, hele birey-toplum dengesi yönünden de yaya kaldılar. Biz, birey ve toplum dengesini birinci basamaktan başlayıp son basamağa kadar şöyle görüyoruz. Kişi birey, aile toplum, aile birey mahalle toplum, mahalle birey köy toplum, köy birey bucak toplum, bucak birey ilçe toplum, ilçe birey il toplum, il birey bölge toplum, bölge birey devlet toplum, devlet birey tüm insanlık toplumdur. Bu zincir en büyüğünden en küçüğüne, en küçüğünden de en büyüğüne kadar hep birbirinden etkilenirler. Bu dengeleri kuramamış sistemler, insanı sadece ekonomi ile nasıl mutlu edebilirler.

Sistemlerin değer yargılarına önem vermemelerinin sebebi, bize göre Hıristiyanlığın bünyesinden, kilise ve papazların tutumlarından kaynaklanmıştır. Bunu uzun uzun açıklamaya gerek görmüyorum. Ancak şu kadar söylemek istiyorum ki, ilim ne ise din odur, din ne ise ilim de odur. İlim eşyanın kural ve kanunu, din de insanın kural ve kanunudur. Dini Allah koyduğu gibi, ilmi de Allah koymuştur. İnsan ise her ikisine de muhtaçtır. Zira bunların insanda ruh-beden, fizik ve metafizik olarak tezahür ettiğini görüyoruz. Onun için insan açısından din bilim kadar, bilim de din kadar değerlidir. Kilise bilim ve teknolojiye, bu ürünlere ve bilimin sonuçlarına karşı çıktığı için din yara almıştır. Bu medeniyette ve sistemlerde değer yargılarına bu yüzden önem verilmemiştir, diyebiliriz. Zira bilim ve teknoloji, sistem ve rejimler Batı ülkelerinde gelişip ortaya çıktı. Bu işler sıra ile olur; geceden sonra gündüz, gündüzden sonra da gece gelir. Gün gelir doğu yükselir ve ileri gider; gün gelir, batı yükselir ve ileri gider. Mesela Kuran’da bunun için “Biz bu ilerleme ve gerileme (yükseliş ve düşüş) dönemlerini insanlar arasında döndürüp dururuz.”[47], buyrulmaktadır. Onun için ne dine, ne bilime, ne dini değerlere ve ne de değer yargılarına asla karşı çıkılmamalıdır. Allah Teâlâ bizlere peygamberler ve gönderdiği kitaplar aracılığı ile genel anlamda bilimin kanun ve kurallarını, mufassal bir şekilde de dinin yani sosyal bilimlerin kanun ve kurallarını açıklamıştır. Onun için Kuranda hudud adı verilen bu sınırlara yani kanun ve kurallara uyma zorunluluğu vardır. “Bunlar Allah’ın koyduğu kurallardır; Bu kuralları ihlal etmeyin. Allah sorumlu, duyarlı ve bilinçli birer mümin olmaları için insanlara ayetlerini işte böyle açıklamaktadır.”[48] “Allah’ın kurallarını ihlal edenler, zalimlerin ta kendileridir.”[49] “Kim Allah’ın koyduğu sınır(kanun)ları çiğnerse o, kendisine zulmetmiş olur.”[50] Böylece Allah’ın fıtratımıza ve tabiatımıza koymuş olduğu sosyolojik, ekonomik, politik ve hukuki kanunlara uymak kendi faydamıza, onları çiğnemek ise kendi zararımıza olduğu anlaşılmaktadır.

Zaten varlıklar âlemindeki tüm kanun ve kuralları Allah koymuştur. Bunlar din bilim, fen bilimleri ve sosyal bilimler diye ikiye ayrılırken insanların uymaları gerekenlerine de başka bir ifade ile şeriat denir.[51] Şeriat kelimesini çok yaygın ve her şeyi içeren manasında kullandığımız zaman tüm varlıkların takip ettiği yol anlamına gelir. Mesela güneş doğar ve batar; bu bir şeriattır. Mevsimler gelir gider; bu bir şeriattır. Gece olur, gündüz olur; bu bir şeriattır. İnsanlar, yer, içer, yaşar ve ölür; hayvanlar da yer içer, yaşar ve ölür; tüm canlıların bir ömrü ve hatta bütün varlıkların bir sonu vardır. Bunların hepsi kural ve kanunlarla olur. İşte Kuranda bu insanların hayatlarında takip edecekleri yola şeriat adı verilmiştir. “O (Allah), size dinde Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahiy ettiğimizi ve İbrahim, Musa ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi de şeriat-kanun yaptı. Şöyle ki, dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.”[52]  

“Kurulan teorilerin, gerisindeki felsefi düşünce sisteminden etkilendiği” ifade edilmiştir. Zaten başka bir şey olamaz; çünkü tesir, teessür ve tedricen tekâmül, bütün sosyal ve ekonomik kurumların tabi oldukları kurallar arasındadır. Buna göre bilim ve teknoloji, merdiven basamakları gibi insanlığın bir ürünü olarak biri diğerine ekli ve dayanmış bir şekilde bugüne kadar gelmiştir. Yeter ki, tarihi süreç içerisinde yıpranmamış ve güncelliğini kaybetmemiş olsun. İnsan vücuduna dışarıdan giren bir diken gibi yabancı olmasın. Mesela İslam ekonomisi özel mülkiyeti tanımakla, ticaret ve karı kabul etmekle liberalizm ve kapitalizme, faizi yasaklamakla da komünizme benzer gibi görünmektedir. Ancak buna rağmen İslam ekonomisinin genel anlamda süi jenerist-kendisine özgü bir sistem olduğunu da söylemeliyiz. Hatta bir müsteşrik olan Jacque Austray, İslam’ın da kendisine mahsus, süi jenerist bir sistemi bulunduğunu kabul ederek, yalnız bireyci ve yalnız toplumcu olan sistemlerin yanında hem bireyci ve hem de toplumcu yönü bulunan İslam ekonomisinin esaslarının araştırılmasının insanlık âlemi için faydalı olacağını düşünmektedir.[53]

Bugün Türk halkından birçok kimsenin yanında ve kafasında din adına Hıristiyanlık var desek, onların İslam’ı aynı Hıristiyanlık gibi gördüklerini söylesek herhalde aşırı gitmiş olmayız. Bu yazıda da kullanılan “ortodoks iktisat” ifadesi buna güzel bir örnek olmaktadır. Eğer İslam düşüncesi veya ekonomisi, ortodoks, hâkim, dominant, katı ve sert olsaydı, benden başkası yok deseydi, Yahudi ve Hıristiyanlara “ehli kitap”, demezdi.[54] Tüm hakikat bende, ben doğruyum, benden başkası ise yanlıştır, derdi. Hâlbuki İslam, “İncil halkı Allah’ın onda indirdiği ile hükmetsin”, demektedir.[55] Hıristiyanlıkta din adamı ve otoritesi, rahip ve rahibeler vardır. Hâlbuki İslam’da ise böyle bir şey yoktur.[56] Hıristiyanlıkta dogma vardır, İslam’da ise dogma yoktur.[57] İslam düzeninde hiçbir insan ve hiçbir fikir eleştirilmez değildir. İslam’da din adamları olmadığı gibi, devleti de onlar yönetmez. İslam’da rahip ve ruhbanlık, din adamlığı ve cihat demek, İslam için çalışma, iyiliği hâkim kılma ve kötülüğü yok etmek için faaliyet göstermek demektir. Her Müslüman aynı zamanda din adamı olduğu için tek kelimeyle dindarlık demek, İslam’ı temsil ve tebliğ etmek demektir. Çünkü Hz. Muhammed, “Her ümmetin bir ruhbanlığı vardır, benim ümmetimin ruhbanlığı ise Allah yolunda cihat etmektir.”, buyurmuşlardır.[58] Zira Hz. Muhammed, “Din nasihattir”, samimi söz söylemek ve samimi davranışlarda bulunmaktır, buyurmuşlardır.[59]    

İslam, yani Kuran ve Sünnet, hem bireyi hem toplumu, hem dünyayı ve hem ahireti, hem fiziği ve hem de metafiziği beraber kucaklayan bir dindir. Onun için dini, dini hükümleri, ahlakı ve değer yargılarını, hukuku, kanun ve kuralları İslam’ın dışında aramak ve ona paralel olup olmadığını hesap etmemek doğru bir hareket değildir. Bu konuda bize delil olarak sadece “Güneş duracağı yere doğru akıp gidiyor” ayeti yetip artar.[60] Yani Kuran, kâinatı anlatan bir kitaptır. Kuran’dan başka kitaplarda ve başka dinlerde de bir değer, doğru bir düşünce ve doğru bir kural ve kanun varsa bu olabilir. Ama eksiler artıları, yanlışlar da doğruları götürmemelidir.         

Netice olarak seküler alanın tamamen değer yargılarından arınmış olduğunu söylemek doğru olmaz. Ancak şunu kesin olarak söylemeliyiz ki, din alanı dışında bir ahlak ve adalet mekanizması tanımlanırsa biz buna İslami ölçülere uygunsa evet deriz, eğer uymuyorsa ona da hayır demek zorundayız. Çünkü iki nokta arasında bir doğru bulunur. Kuranın ifadesiyle “Gerçeğin dışında ancak sapıklık vardır.”[61]

İslam’da sadece ekonomi değil, din, ahlak, hukuk ve politika her şey ve her şey, vahiy ışığında incelenir ve hayat yolu ancak vahiy ile aydınlanır ve yaşanır. Çünkü ayetlerde yalnız vahiy edilene uyulacağı, ondan başka bir şeye, şeytana, yollara, istek ve arzulara uyulmayacağı hakkında Allah’ın emirleri vardır.[62]  Fakat İslam anlayışında akıl başka şey, vahiy ise başka bir şey değildir. Değil normal bir insan, Hz. Peygamber’in bile kendiliğinden bir yasak, koymaya, bir helâlı haram etmeye bir yetkisi yoktur.[63] Onun için İslam’da akıl ve nakil birliği ve bütünlüğü vardır. Akıl da en az nakil yani din kadar bir delil ve din kadar nimet ve Allah’ın bir ihsanıdır. Akıl olmasaydı Allah’ın ayetlerini, kanun ve emirlerini anlayamazdık.[64] Yaşam ve ölümün, gece ile gündüzün Allah’ın işi olduğunu bilemezdik.[65]   Allah, akıllarını kullanmayan kimselerin üzerine pislik, gazap ve azap yağdırır.[66]  Zaten bundan dolayı İslam geleneğinde mantık, yani Müslümanın mantığı, akıl ile nakli birlikte çalıştırır. Bunlar yalnız başlarına olmazlar ve olamazlar. Aynı zamanda dünya, ahiret, din ve diyanet, ahlak ve siyaset hep bir bütündür. Zira dünya hayatı inanan insan için bir imtihandan ibarettir. Allah, hayat ve ölümü, insanlardan hangisinin daha iyi iş yaptığını denemek için yaratmıştır.[67]  

İslam kültüründe hayatın ve varlık âleminin ikili sisteme oturması düalist felsefeden değil, Allah her şeyi çift yarattığı için Allah’ın yaratmasından, buyruğundan ve bunu bize bildirmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Allah, her şeyden çift çift yaratmıştır.[68] Yoksa İslam, düalist olmadığı gibi, düalizmle uzaktan ve yakından bir alakası da yoktur. Zira düalizm veya düalist felsefe, eskilerin seneviyye dedikleri kâinatın ikili ilah tarafından yönetildiği inancıdır. Bu, İran halkının, vaktiyle kabul ettiği, aralarında sürekli mücadele halinde olan, iyilik tanrısı Hürmüz ile kötülük tanrısı Ehrimen ilahlarına dayanan çift tanrılı bir din anlayışından ibarettir ki, bunun İslam’la, İslam’ın da bununla hiçbir ilişkisi yoktur. İslam itikadına göre Allah tekdir. “De ki, O Allah tekdir”[69]

Bilim insanı olma yoluna girmiş bir hanımefendinin, “İslam Ekonomisinde Bölüşüm” adını verdiği, böylece birisi İslam dini, diğeri de ekonomi olmak üzere iki alanı ilgilendiren tebliğinde ideolojik söylemler yerine, bilimsel olmasını ve bilimsel kalmasını isterdik. Fakat o, bu bildirisinde kapitalizme bir tepki olarak doğmuş olan komünizmin uygulamacısı olan Lenin’in sözüne dayanarak ideolojik olarak kendine göre düşünce üretmeye çalışmaktadır. Cümlelerini birlikte okuyalım:

“Lenin’in; toplumsal eşitsizliklerin her gün yeniden üretilmesi yolunda bir “ruhsal içki” yahut “afyon” işlevi gördüğünü ifade ettiği bu inanç sistematiği; ahlakı sadece din alanında tanımlayan anlayışı daha da daraltmakta ve yalnızca bahsedilen düalist hayat felsefesi sınırları içinde bir ahlak mekanizması yapılandırmaktadır. Buna karşılık, kimi araştırmacı ise aynı sistematiği demokrasinin İslami sistemdeki tecellisi olarak değerlendirmekte ve dünyevi gücün kullanımının ilahi gücün kontrolü altında gerçekleşmesinin güç kullanımını sınırlandırdığını ileri sürmektedir. Bununla beraber, kontrol yetkisinin bir başka dünyevi güç yerine ilahi güce bırakılması ise “hakiki demokrasi” olarak nitelendirilmektedir.”

Bize göre bu paragrafın tümü yanlıştır. Bir defa din afyon değildir. Kaldı ki, biz, afyon bitkisini yarattığı için Allah’a şükrediyoruz, teşekkür ediyoruz. Çünkü uyuma, uyutma ve uyuşturma yani tıpta narkotik olmasaydı, iyi mi olurdu, kötü mü olurdu? İnsan için din vardır, afyon vardır, uyutma ve uyuşturma vardır ve bunların hepsi birer vasıta ve araçtır ve hepsinin de kendine göre bir yeri vardır. Eğer sen bunları bıçak gibi, yerli yerinde kullanmazsan, elmayı keseceğin yerde elini kesersen, bir de kalkıp elimi kestim diye bıçağın aleyhinde olursan onu suçlarsan bu olur mu? Bu bir akıl karı mıdır? İlim adamı böyle sakat bir mantığa dayanır mı? Onun için inanç sistematiği, asla afyona benzetilemez. Biz Müslümanlar, tüm sözleri dinleriz, fakat sonunda bunların en güzeline uyarız.[70] Ayrıca yine biz, “Hak rabbinizdendir; artık dileyen inansın, dileyen küfretsin”[71] diye dile getirilen dini özgürlük esasına ve “Allah’tan başkasına tapanlara (ve taptıklarına) sövmeyin, yoksa onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah’a söverler.”[72], prensibine uyarız.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, İslam’ın ahlak, hukuk, ekonomi ve politika konularında asla bir problemi yoktur. İslam kendi sistemini kurmuş; ekonomi ile hukuka ilim demiş, ahlak ile ibadetlere ise din demiş ve herkesi dinde serbest bırakmıştır. Hukuk demek, herkesi ilgilendiren konularda konulmuş olan kanun ve kuralların devlet tarafından işletilmesi demektir. Mesela yol, su, elektrik, güvenlik, sağlık… adalet ve buna benzer işler, devlet tarafından yürütülür. Ahlak ise kişinin yaratılışından gelen ve toplum içinde yaşanarak kazanılan iyi ve güzel huylardır ki, bunları insanların ayıp ve alkışlamaları yürütür. Dini dediğimiz ibadetler ise ahirete ait olan inanç, cennet ve cehennem özlem ve korkusu, öbür dünyada hesaba çekilme endişesi yürütür. Fıkıh dilinde buna terim olarak “dinen” ve “kazaen” denilir ki, yukarıda insan fiillerinin 1- Şeri, hukuki, kazai ve mecburi; 2- Dini, ahlaki, vicdani ve ihtiyari olmak üzere iki kısma ayrıldığını ifade etmiştik. [73] Görüldüğü gibi, İslam’da ahlak alanı ile dinin alanı farklıdır. Ahlak bireyin, diğer bireylere karşı iyi ve güzel davranışları olup insanlar, diğer kişilerin ayıplamalarından çekindikleri için iyi hareket etmek isterler. Din ise mesela ibadetlerde olduğu gibi kişinin Allah ile olan münasebetleridir. Yani müeyyideleri bakımından din, hukuk ve ahlak ayrı ayrı şeylerdir. Fakat bunların hepsi İslam olup Müslüman bir kişi, öbür dünyada bunların hepsinden hesaba çekilecektir. Onun için alanlardan birini daraltmak veya diğerini genişletmek diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü bunların hepsi Kuran ve sünnette verilmiş olan ilahi done ve verilerle çizilmiş bulunan hayat haritasında kendisini göstermektedir. Yoksa İslam düzeninde düalist felsefenin daralttığı bir ahlaktan bahsedilemez.     

İslam literatüründe ve düzeninde dünyevi güç ve ilahi güç diye bir şey yoktur. İslam’da rahiplik, ruhbanlık, ruhani otorite ve ruhani hükümet yoktur.[74] Birey var, toplum var; fert var devlet var, farzı ayın var ve farzı kifaye var. İçtihat var ve şura-danışma vardır. Hatta yönetenler ve yönetilenler ayrımı bile yoktur, desek aşırı gitmiş olmayız. Zira Kuran ve Sünnete dayalı olan bir mevzuat vardır ve herkes mevcut bu mevzuata uymak zorundadır. Sadece ibadetleri yerine getirmekle “çeyrek Müslüman” unvanını taşıyan kimselerin yaşayışlarına bakarak İslam’ı yargılamak da doğru olamaz.

Burada insanların yaşadıkları çelişkileri dile getirmek açısından söylemek isterim ki, bizim ortak alan diye tavsif ettiğimiz kamusal alanda çalışmak bir hak değil, görevdir. Onun için “seçme hakkı” ve “seçilme hakkı” gibi ifadeler yanlıştır. Mesela yaşama hakkı, görevlerde olduğu gibi bir şarta veya sıfata bağlı değildir. Ama her kamu görevi yapacak kişinin, birtakım şart ve vasıflara sahip olması gerekir. Öyleyse bunlar, hak değil, görevdir ve kamu görevi vardır ve kamu hizmeti vardır. Bunlar görev oldukları için de birer meslek gibi kabul edilip geçim kapısı ve geçim kaynağı yapılamaz. Hem İslam düzeninde kamu için çalışan kimseler zengin ise bir bedel ve karşılık almazlar. Çünkü Kuranda “zengin olan veli (ücret almaya) tenezzül etmesin, fakir ise örfe göre bir bedel alsın”[75], buyrulmuştur.

Demokrasi, insan hakları, kadın erkek eşitliği ve serbest piyasa ekonomisi gibi kavramlar, batı değerleri arasında yer almaktadır. Maalesef batı dünyası, bunları üretirken ne dine ve ne de bilime dayandı, belki kendi istek ve arzularına göre düşünüp bir takım kurallar ortaya koydu. Onun için varlık âlemindeki sisteme uymayanlar, ona paralel kanun ve kurallar koymayanlar, hep çelişkilerle karşı karşıya kalırlar. Mesela demokrasi Grekçe “demos” ve “kratos” kelimelerinden oluşur. “Demos” halk “kratos” ise güç demektir. Daha sonra bunlar birleşip demokrasi şeklini almış ve halkın yönetimi anlamında kullanılmaya başlamıştır. Hâlbuki halkın kendi kendine yönetimi demek, kastların, sınıfların yönetimi, seçimi kazananların yönetimi, yönetenlerin yönetimi değil ve halkın yarısının iktidar olup yönetmesi değildir. Bizim demokrasimizde iktidar muhalefet sınıfları olmayacaktır. Bizim yönetimimizde insanların istek ve arzularına uyulmaz. Heva ve heveslerine tabi olunmaz. Tüm şura üyeleri kendi görüşlerini hiçbir etki altında kalmadan olduğu gibi dile getirirler. Yüzde 51 bir kesimin yönettiği ve yüzde 49 un yok sayıldığı bir yönetim şekli gerçek demokrasi olamaz. Parmak demokrasisinde para ve makam vadiyle yer değiştiren zayıf kişilikli kimselerin, bir şu partiye bir bu partiye geçmeleri ile işleyen yönetime demokrasi denilemez. İslam düzeninde saydığımız bu arızaların hiçbirisi yoktur. İslam’ın kendine mahsus süi jenerist bir sistemi ve danışma meclisine dayanan bir şura yönetimi vardır.[76] Yoksa İslam düzeninde yönetimin dünyevi güç ve ilahi güçler gibi kavram ve anlamlarla alakası yoktur. Hele hele düalizm ile uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yoktur. Az önce yukarıda da söylediğimiz gibi, İslam itikadında tevhit vardır ve Allah Teâlâ tekdir.  Düalist felsefe ile İslam inancının asla bir alakası olamaz. Çünkü İslam, eşyanın tabiatında var olan fizik ve metafizik, ruh ve beden halik ve mahlûk, dünya ve ahiret, fert ve devlet gibi ikili tasnife giderken bunda bir ayrılık, kopukluk ve uzaklık yoktur. Tam tersine bünyemizdeki solunum, dolaşım ve sindirim sitemleri gibi aralarında irtibat vardır. “Andolsun ki, insanı Biz yarattık. Nefsinin ona ne gibi vesveseler vereceğini biliriz. Çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız.”[77]

Buna göre; İslami ekonomik düzen Allah’ın teklif ve realitesinden kaynaklanmakta, dolayısıyla da, beşeri hiçbir unsurun tasarımı olma özelliği taşımamaktadır.”, denilmektedir. İslam ekonomisi bu kadar basite indirgenemez. Bu mesnetsiz bir iddiadan ibaret bir beyandır. Biz tabiatta insan olsun hayvan olsun, her tür varlığın kanun ve kurallarının var olduğunu bildiriyoruz. Maddi varlıkların kanun ve kurallarını, deney, gözlem ve tecrübelerde buluyoruz. İnanç, aile, nikâh, toplum, cemiyet, şirket-ortaklık, yani iradeye tabi olan hareket ve davranışlarımızın kanun ve kurallarını da bize gönderilen ilahi kitaplarda yani Tevrat, İncil, Zebur ve Kuranda arayıp buluruz. Fakat biz teorik olan bir emri, pratikler ile birleştirerek, şartlara göre ne yapılacağını, nasıl yapılacağını söyleriz. Bu durumda biz bedenin sağlığına bakan onu muayene edip ne yapılacağını söyleyen bir hekim-doktur durumundayız. Birey ve toplum olarak sosyal bünyenin ne gibi bir yol takip edeceğini ve hangi reçetenin uygulanacağını da İslam âlimleri ve İslam iktisatçıları söyler.  Mesela hayvan, bitki ve cansızlar âleminin kendisine göre kuralları yok mu? Bizim söylediğimiz, kurallar ve kanunlar içerisinde var olup hayatlarını devam ettiren varlıklarla beraber yaşayan insanoğlunun da kendisine mahsusu kural ve kanunları olmalıdır. Buna göre insan kendi isteğine uyamaz. Heva ve heveslere, istek ve arzulara uymak Kuranda nehiy edilmiştir.[78] İslam ekonomisinin beşeri hiçbir unsurunun tasarımı olma özelliğini taşımadığı iddiası kadar gülünç bir şey de olamaz. Bunu bir örnekle açıklamak isteriz. Mesela Kuran ve sünnet aynı tabiatta bulunan ham maddeler gibidir. Nasıl bunlar üzerinde çalışmalar yaparak yeme, içme, giyme ve barınma ihtiyaçlarımızı gideriyorsak, aynı şekilde neyi, nerede, ne zaman, nasıl ve ne kadar yapacağız, bu hususta tamamen kişi kendisi karar verir. Bir yemeği nasıl bir aşçı yapıyorsa, İslam ekonomik sistemini de İslam âlimi, bir inşaat projesi gibi çizip ortaya koyar ve bu proje ilgililer tarafından uygulanır. Başka bir deyişle nirengi noktaları Allah Teâlâ ve Hz. Peygamber tarafından konulmuş olan ekonomik harita âlimlerce çizilip tüm Müslümanlar tarafından da uygulanır. Yani kapitalist ve komünist iktisatçılar mesela mülkiyet var ve yok derken, Müslüman iktisatçı, hem özel mülkiyet ve hem de kamu mülkiyeti vardır der. Diğerleri üretimden ve tüketimden de vergi alınır derken, İslam iktisatçısı ise hayır, vergi sadece üretimden alınır, der. Nasıl İslam hukuku, İslam hukukçularının bir ürünü ise İslam ekonomisi de İslam ekonomistlerinin bir tasarımı, teorisi ve ürünü olacaktır.

Biz İslam iktisatçıları, batılı filozoflar gibi zihnimizde “homo economicus” yani ekonomik hayvan diyerek beynimizde bir insan üretmiyoruz. Evet, batı düşünürleri, kafalarında insan ve toplum üreterek, insana konuşan hayvan, düşünen hayvan, dediler; özel mülkiyet yok, aile yok dediler. Bize göre insana hayvan demekle gerçeklere ulaşılamaz. Tabiata artı veya eksi yüklemek, hayat mücadeleden ibarettir, diyerek, aslanın geyiği yemesini, koyunun da otları yemesini tasvip etmemek doğru değildir. Canlıya hayat veren, vakti gelince de onların hayatına son veren Allah’tır; Allah, güneşi doğudan doğduruyor. Bu düzeni kabul etmeyip istemeyenler güçleri yetiyorsa tersini yapsınlar.[79] Biz göklerde ve yerde bir eksiklik ve aksaklık aramayız, görmeyiz ve göremeyiz.[80] Tabiatı sorgulama ya da doğaya ve doğal olana meydan okuma (challenge meydan okuma, Challenger ise meydan okuyan demektir.) Allah tarafından konulmuş kanunlara meydan okuma demektir. Biz, tabiatı ne sorgularız ve ne de ona meydan okuruz. Biz, hiçbir güç, insan tarafından bulunup ortaya konacak hiçbir kanun ve kural, kesinlikle tabiatı aşamaz ve fıtrata ters düşemez, diyoruz. İnsanlar, dünyada ancak normali, doğalı ve doğal olanı arayıp bulmaya çalışacaklardır. Çünkü her doğal olan şey, ilahidir ve her ilahi olan da doğaldır. Şu halde iktisatta “homo economicus” zihniyeti, astronomide de Challenger kafası normal ve doğal değildir, diyebiliriz.[81]  

İslam demek, sadece din demek değildir. İslam, hem din ve hem de düzendir. İslam ekonomisi denilince onun düzen kısmındaki kural ve kanunlar akla gelir. O sebeple İslam’da ekonomik adaletin dini karaktere bağlı olduğu, dolayısıyla bunun da siyasal İslam’ın yaygınlaşması manasına geldiği ve böylece İslam’ın ekonomik olmaktan ziyade sosyal ve siyasal önem taşıdığı mesnetsiz bir iddiadır. İslam ekonomisi ifadesi şu veya bu sebeple ortaya çıkmış olabilir. Yazar’ın dediği gibi,  “geri kalmışlıkla mücadelede alternatif arayışı” veya Müslüman toplumların karşılaştığı sosyo-ekonomik meseleler karşısında, İslam’ın iktisadi görüşlerini klasik fıkıh kitapları dışına çıkarak modern iktisadî kavram ve kurumlar açısından açıklama düşüncesi de olabilir.[82] Bize kalırsa bu ilmin yani İslam ekonomisinin ortaya çıkışının asıl sebebi, bilim ve teknolojide üstün olan Batı dünyasının İslam âlemine siyasi ve ekonomik baskı ve zulüm yapmasıdır. Prof. Dr. Sabahaddin Zaim hocamız konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir:

Bilindiği gibi İslam İktisadı veya İslam Ekonomisi tabiri Hindu-Pakistan kaynaklıdır ve Hindistan yarımadasında doğup gelişmiştir. XX. Asrın II. Çeyreğinde Hintli Müslüman  âlimler hem batı kültürüne ve İngilizceye vakıf oldukları, hem de İslam kültürüyle yetişip Arapça ve Farsça bildikleri için, çalışmışlardır. Arapçaya ve Arap literatürüne intikal etmiştir. İslam Ekonomisi deyimi daha sonra Türkiye’ye bu İslam Ekonomisi deyişi Hintli âlim ve mütefekkir merhum Prof. Dr. Muhammed Hamidullah Bey tarafından getirilip takdim edilmiştir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki İslam Araştırmaları Enstitüsü’ne gelerek dersler vermeye başlayan Hamidullah Hoca fevkalade kıymetli yayınları arasında dilimize bir de küçük kitapçık kazandırmıştır. “İslam İktisadı” adını taşıyan bu küçük kitap Türkiye’de bu sahada basılan ilk eser olma şerefini taşımaktadır.”

İslam düzeninde ekonominin sadece ahlaka dayandırılması, yukarıda da söylediğimiz gibi bir iddiadan ibarettir. Öyle olsa bile ahlakın İslam düşünce ve uygulamasında ideal kabul edilmesi ve idealize edilmiş nitelikler olarak dile getirilmesi de olur şey değildir. Çünkü İslam ahlakı ve onun ahlak anlayışı da hukuk ve ekonomi kadar gerçekçidir. Yoksa İslam, amel, ahlak, hukuk ve ibadetler alanında sadece, düşünce ve tasavvurda kalacak bir şeyi emretmez. Zira Allah, hiçbir kimseye gücünün yetmediği bir yük yüklemez.[83]

Bir inanç sisteminin öncelikle bir ahlaki öğreti diye nitelendirilmesi de isabetli değildir. Bir dinde iman, amel ve ahlak gibi konular vardır ve bunları birbirinden ayırmak mümkün olmadığı gibi şunlar önce ve bunlar sonra demek de olmaz. Dini, ahlaki, hukuki ve iktisadi olaylar, kendi alanlarında kendilerine mahsus olan kanun ve kurallarla, karşılık, mükâfat ve cezalarla yürür ve yürütülür. İslam düzeninde ahlaki alanı faal yapmak için din ile bilim ile hukuk ile birleşmesine zerre kadar bir ihtiyaç yoktur. İslam’da dini olaylar dini kanun ve kurallarla; sosyal olaylar sosyal kanun ve kurlarla, ekonomik olaylar iktisadi kanun ve kurallarla ve hukuki olaylar da hukuki kanun ve kurallarla çalışır. Onun için İslam düzeninde kırmızı ışık, ekonomik bir olay olmadığından kırmızı ışıkta geçmenin cezası para kesmek olamaz. İslam düzeninde tüm kurumlar kendi aralarında ayrı ayı çalışırlar. İslam’da asla bir zorlama ve baskı yoktur. Çünkü Allah Kuranda “Dinde zorlama yoktur” buyurmaktadır.[84] Öyleyse denildiği gibi İslamlaştırma ve Müslümanlaştırma meseleleri de bir hayalden ibarettir. Zira sadece ve sadece İslam’dır ki, kendisinin dışında iki dini, Yahudilik ve Hıristiyanlığı müntesipleri için din olarak tanımış ve onlara “ehl-i kitap” demiş, dinsiz dememiştir.[85] İslam’da inanmak ve inanmamak serbesttir. Onun için İslam’ın İslamlaştırma veya Müslümanlaştırma diye bir derdi yoktur. Çünkü o “Artık dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin”, buyurmaktadır.[86]

Ancak Hz. Muhammed, tüm insanlığa gelmiş evrensel bir peygamberdir.[87] Böyle olunca dolayısıyla İslam’ın da tüm insanlığa iletilmesi gerekir. Fakat zorla dine sokmak diye bir şey de asla yoktur; sadece güzel bir şekilde açıklayıp anlatma vardır, teknik ifadesiyle davet ve tebliğ vardır.[88] Ne baskı vardır ve ne de mahalle baskısı vardır.   

 

İslam Düzeni

 

Siyasi İslam, örnek Müslüman, tarikatların rolü, kültür ve zihniyet bütünlüğü, bir hayat tarzı gibi ifadeler kullanılarak İslam iktisadı disiplininin ekonomik olmaktan ziyade sosyal ve siyasal bir önem taşıdığı neticesine varılmakta ve Pakistanlı değerli âlim Mevdudi’nin “politik İslam’ın mucidi” olarak değerlendirildiği dile getirilmektedir.

Burada hemen şunu söylemeliyiz ki, Rönesans-Reform-Aydınlanma üçlü yani teslis medeniyeti, insanları mutlu edememiştir. Ayrıca zaten bu medeniyet çöküş sürecine de girmiştir. Burada İzmir Amerikan Kız Koleji müdürü Mr.  Kenneth Frank’ın 21 sene önce 1990 tarihinde evinde bana “Osman Amerika’da insanlar Roma’nın çöküşü hakkında yazılan kitapları okuyorlar”, dediğini hatırlıyorum. İkinci olarak İslam, ilk devletini Hz. Peygamber’in eliyle Medine’de site devleti olarak inşa etti. Muhammed Hamidullah’ın ifadesiyle dünyada ilk anayasayı da böylece Hz. Peygamber ortaya koymuş oldu.[89] Salih Tuğ, Wellhausen ve Leone Caetani gibi batılı müsteşrik yazarların, onu hak ve vazifeleri düzenleyen "siyasi bir program" ve "siyasi bir beyanname" (Erlass) olarak nitelendirdiklerini, Muhammed Hamidullah'ın ise[90] anayasa diyerek, Hz. Peygamber'in Medine halkı ile birlikte teşri ettikleri bu yasanın yeryüzünde ilk yazılı devlet anayasası olduğu tezini ortaya attığını söylemektedir.[91]

Böylece Hz. Peygamber’in Medine halkının temsilcileri ile Hz. Enes’in evinde toplanıp bu anayasayı yazılı bir metin haline getirdikleri ve yeni bir devlet kurdukları tarihi bir gerçek iken[92]  siyasi İslam veya Mevdudi politik İslam’ın mucidi diyenlerin görüşleri ne kadar doğru ve ne kadar bilimsel olabilir? Sanki Mevdudi’den önce İslam’ın devlet, siyaset ve politik yönü yoktu, öyle mi? İslam’da birey-toplum, fert ve devlet bütünlüğü olduğunu farzı ayın ile farzı kifaye terimlerinin bunu ifade ettiğini daha önce zaten söylemiştik. Şimdi burada ise şunu ifade etmek isteriz ki, bu bütünsellik yani din, ilim, ahlak, hukuk ve ekonomik alanların birlikte çalışması tek tanrılı olan bütün dinlerde de böyledir. Zira her sistem kendi bünyesi içerisinde geçerli olur. Öyleyse Mevdudi, daha önce olmayan ve bulunmayan bir şeyi mi icad etmiştir, bir bilim insanına bu yakışır mı?

Aynı tek tanrılı dinlerde olduğu gibi İslam da tüm alanlarıyla bir bütün teşkil etmektedir. Toplum açısından ilim, din, (ahlak), hukuk ve ekonomi alanları, birey insan açısından fikir, his, irade ve ünsiyet olmak üzere dört meleke ile karşılanır. İlim tartışmaya, din sevgiye, ekonomi çıkara, siyaset ise güce dayanır. Bu alanların hepsinin gayeleri birdir: Bu ise bireylerden müteşekkil bir topluluk meydana getirmek ve topluluk içinde insanları özgür olarak yaşatmak. Bu bakımdan İslam, sadece bir din değildir. İslam dini, İslam ilmi, İslam ekonomisi ve İslam yönetimi de vardır. İslam’da çoğulcu bir sistem vardır. İslam düzeninde Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, müşrikler ve ateistler vardır. İslam düzeninde yerinden yönetim vardır. Bucak, ilçe, il, bölge ve devlet vardır. İslam bir uzlaşma rejimi ve bir barış düzeni olduğu için onda zorlama yoktur.[93] Onun için herkes kendi bucağında kendi dini, kendi görüşü, kendi meşrep ve mezhebine göre özgür bir şekilde yaşayacaktır. 

İslam’da ekseriyet-çoğunlukçu demokrasi yerine hicret demokrasisi, yani birbiriyle anlaşan insanlar, bir araya gelerek bir yerleşim biriminde mahalle, köy veya bucakta kendi yönetimlerini kendileri kurarlar ve kendi kendilerini yönetirler. O sebeple bugün olduğu gibi din dışı ve karşıtlığı bir laiklik yerine, herkesin inançlarına saygılı, hukukun üstünlüğüne ve hakem kararlarına teslim olmuş bir toplum gerekir. Sadece para sahiplerinin geleceklerini garanti altına alan bir sosyal hayat yerine, çalışsın veya çalışmasın herkese yaşama hakkı tanıyan bir hayat anlayışı gerekir. Tekellerin kapitalizmi ve kapitalizmin tekel sistemi değil, çalışanların özgürlüğünü sağlayan ve herkesin önünü açan bir insanlık düzenine ihtiyaç vardır. Kuvvetlilerin zayıf düşürüldüğü ve küçültüldüğü bir düzen değil, birleşip bir araya gelerek haklıların, zayıf olsalar da kuvvetli olduğu ve onları kuvvetli kılan bir düzen istiyoruz.   

Ekonomiyi çağa, zamana ve şartlara göre doğru dürüst tanıyıp tarif etmedikçe, diğer taraftan da İslam’ı güzel ve doğru bir şekilde öğrenip bilip tebliğ etmedikçe-anlayıp anlatmadıkça İslam ekonomisi nedir bilinmiş, tanınmış ve tarifi yapılmış olmaz.

Ekonomi, bir toplumun birlikte çalışıp ortaya getirdikleri ürünü bölüşerek aralarında pay etmeleri ve bunu ayrı ayrı ailecek tüketmeleri demektir. Yani böylece ekonominin çalışıp yaşama düzeni olduğunu tekrar ediyoruz. Çalışma neticesinde meydana gelen mal ve ürün, ortak olduğu takdirde ona bir fiyat biçilir ve herkes kendi payına düşen bedeli ve ücretini alır. Burada asıl sorun fiyat ve ücretlerin tespiti meselesidir. Batı ekonomilerinde fiyatlar, tekeller tarafından tespit edilir. İslam’da ise fiyatlar serbest piyasa kurallarına göre kendiliğinden serbest bir şekilde oluşur.

Bu açıdan bakarak, İslamiyet’in önerdiği ekonomiyi şöyle tarif edebiliriz: İslam ekonomisi, ücret ve fiyatların halk tarafından uzlaşmak suretiyle tespit edildiği bir düzendir.

İslamiyet’in genel tarifi ise şöyle yapılabilir. İslam barış ve dolayısıyla barış düzeni demektir;  çatışma ile değil, ayrışma ile hakemlerin denetim ve gözetiminde tüm vatandaşların barış içinde yaşadıkları bir düzendir.     

İslam düzeninde kullanılacak metoda gelince, âlimlerin, bu akli ve nakli delillere dayanarak bulunan, hikmetlere göre tespit ettikleri illetleri ve hükümleri ortaya koymaktır. Bu metot, usul-ü fıkıh adı verilen ilimde çok derinlemesine inerek bütün detaylarıyla incelenip açıklanmıştır. Bu hükümler, konumuz ekonomi olduğu için ekonomik kanun ve kurallar, akli deney denemeleriyle bulunan hükümlerdir, diyebiliriz. Bu konularla ilgili olarak bize kadar gelen nakli ilimler ise geçmişteki âlimlerin görüşleri ve buluşlarından ibaret olan hükümlerdir.

Düzen öyle oluşmalı ve çalışmalıdır ki, sözleşmelere uyan kimseler kazanmalı, uymayanlar ise yapılan sözleşme alanlarından elenip gitmelidirler. Sözleşmeye uygun hareket edenler, ahlaklı kabul edilir ve onların hakları devletin teminatı altında olur. Uymayan kimseler ise ahlaksız sayılıp onların yaptığı yanlış uygulamalar hukukun koruması altında değildir. Mesela İslam’da haram olan faizi alıp vermek üzere sözleşme yapan Müslüman kişiler mahkemeye düşseler, mahkeme, bu davayı bakmayıp reddeder. Kanun ve kural olması ve her ikisi de uygulamaya konulması bakımından ahlak ile hukuk arasında bir fark yoktur; bunlar arasında sadece müeyyide farkı vardır. Çünkü hukukun müeyyidesi devlet yaptırımı, ahlakın müeyyidesi ise halkın alkışlaması veya ayıplamasıdır. 

Bugün İslamiyet’i kabul eden kimseleri uyguladıkları metot bakımından üç gruba ayırmak mümkündür:

a) İslamiyet, düzen olarak miadını doldurmuş, tarihte kalmış ve tarih olmuş bir sistemdir. Artık bugün İslam, sadece din olarak ele alınmalı, ibadet ve ahlak konuları dışındaki hükümler üzerinde durulmamalıdır. Yani İslamiyet, siyaset, ekonomi ve ilim bakımından hiçbir şeye karışmamalı ve bunlar hakkında bir açıklamada bulunmamalıdır. Bu masonların görüşü olabilir.  

b) İslamiyet, ilim, din, siyaset ve ekonomi demektir. Ancak İslam, bugünkü haliyle yeterli olup eldeki fıkıh, kelam ve tasavvuf kitaplarında var olan kurallar yeterlidir; bu konularda yeni içtihatlara gerek yoktur, dolayısıyla herhangi bir değişim ve yenilik yapılmamalıdır. Bu, düşünmeyen cahil Müslümanların görüşü olabilir. 

c) İslamiyet ekonomiye yeni bir katkı yapmaz. İslam’ın devlet talebi de yoktur. O, sadece üretilen malların ve yapılan şeylerin hangisinin helal ve hangisinin haram olduğunu söyler. Yani bu tür anlayış, bugünkü devlet düzeninin yeterli olup devam etmesini isteyenlerin görüşürdür, diyebiliriz. Bunlar, batı dünyasından, kuzeyden ve diğer yerlerden gelen çözümler hakkında caizdir veya değildir diye fetva verirler. Bunlar kendileri İslam hakkında yeni bir şey üretmezler; zaten buna gerek de yoktur.

d) Bu son grupta bulunan kimselere göre de Kuran-ı Kerim, Allah’ın düzenini anlatan bir kitaptır. Bir şair Kuran’ı şöyle dile getirmiştir: Kuran’ı Kerim, Allah’ın satırlarla ifade ettiği kâinatı, kâinat ise yine Allah’ın dağılıp yayılmış ve serpilmiş bir Kuran’ıdır.[94] Bugünkü batı uygarlığı da Kurana dayanarak düşünce ve fikir üreten İslam âlimlerinin görüşlerine istinat ederek oluşmuş bir medeniyettir. Zaten batılılar, fen bilimlerinde uyguladıkları metodolojiyi de Ahmet Hamdi Akseki ile Ömer Nasuhi Bilmen’ in eserlerinde ifade ettikleri gibi Müslümanların hukuk ve hadis ilmi alanlarında ortaya koydukları usulü fıkıh ve usulü hadis yöntemlerinden almışlardır.[95] Hilmi Ziya Ülken de dedüksiyon-tümevarım metodunu batı dünyasına Müslümanların hibe ettiğini söylemektedir. Müslüman Doğu’nun Batı’ya hediye ettiği en büyük nimet bilimsel ya da tümevarımcı araştırma metodudur. Müslüman düşünürlerin çoğu tümevarımcı metodu çeşitli alanlardaki bilimsel araştırmalarında kullanmışlarsa da, bu metodu özellikle açıklayan iki düşünür Muhammed b. Zekeriya er-Razi ve İbn Heysem olmuşlardır… Ne Roger Bacon ne de ondan sonraki adaşı (Francis Bacon), deneysel metodu tanıtmaktan başka bir unvana sahip değillerdir.”[96]

Bu grup Müslümanlara göre Kurana dayanmadan dünyada bir yenilik yapmak ve sosyal değişimi sağlamak mümkün değildir. Ancak dünya bir tecrübe geçirdi. Kuran ve İslam dışı bir yenilik yapıldı; toplumcu görüşün teorisi ve pratiği gerçekleştirildi. Fakat bu toplumcu düzen 70 yıl sürdü ve bu 70 yıl zarfında da 70 milyon insanın canına kıyıldı.   

Bu görüş de Kurana Kuranca bakan, İslam dinine inanan ve İslam’ın bütün alanlarıyla birlikte çalışmasını isteyenlerin görüşüdür, diyebiliriz. 

Bunlar, Kuran-ı Kerim sanki bugün kendilerine inmiş gibi kabul ederek, bir taraftan onu dil kurallarına dayanarak, yapılmış yorumları ile diğer taraftan da daha önceki fukahadan, İslam hukukçularının görüşlerinden de faydalanarak onu anlamaya çalışırlar. Böylece Kuranı öğrenip anlayan Müslümanlar, çağın çözüm bekleyen problemlerini bugünkü müspet ilmin ışığında tanıyarak bu sorunların çözümlerini Kuranda arayıp bulmaya çalışırlar. Hikmetlere dayanarak da hükümlerin illetlerini bulmaya ve bulduktan sonra da ona göre amel edip uygulamaya gayret ederler. Yani ilim adamının şaşmaz vasfı olan hakkı-gerçeği arayıp bulma işi, nakli ilimler ile akli ilimleri bir araya getirip birlikte çalıştırmaktan ibarettir, diyebiliriz. Böylece akıl ile nakli çarptığımız zaman gerçek delalet ve gerçek yol ortaya çıkmış olur. Yoksa yalnız başına nakil ile bir yere varamayacağımız gibi, yine sadece akıl ile de bir yere gidemeyiz. Bunlardan birisi (yani nakil, din) bize ne yapacağımızı söyler, diğeri (yani ilim) de nasıl yapacağımızı açıklayıp anlatır. 

İslam Düzeninde Adalet 

İslam düşüncesi doğayı, bireyi ve toplumu olduğu gibi aynen kabul eden bir sistemdir. Çünkü Kuranda Allah, yer ve göklere “isteyerek veya istemeyerek yasalarıma uyun”, dedi. Onlar da isteyerek senin yasalarına boyun eğdik”, dediler, diye nakledilmektedir.[97] Böylece yer ve gökteki varlıkların bir nizam ve düzen içerisinde oldukları anlaşılmaktadır. Bu suretle insanlar da bu dünyada kanunsuz, kuralsız ve başıboş bırakılacaklarını sanmamalıdırlar.[98] Buna göre İslam düzeninde tabiata, fıtrat ve yaratılışa ters düşme diye bir şey olamaz. Bundan dolayı İslam, doğayı değiştirme veya insanın genetiğini başkalaştırma iddiasında değildir. Çünkü şeytan onlara-insanlara emredeceğim de Allah’ın yaratmasını değiştirecekler, demiştir.[99] Çünkü Allah’ın yaratmasında bir değiştirme olmaz.[100] Allah’ın sözünde de asla bir değişiklik yoktur.[101] Onun için biz insanlar,  kâinatın yasalarını değiştirmeyiz ve değiştiremeyiz; ancak bu yasaları bulup öğrenerek onlardan faydalanmaya çalışır ve böylece hayatımızı devam ettirmeye çalışırız.[102]  Elmalılı da konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Gerçekten Allah Teâlâ, âlemlerin rabbi olduğundan kâinatın hepsinde O’nun kanunları geçerlidir. Kanunlar bazen o kanunu koyanlara ve bazen konularına, ilişkili olduğu şeylere nispet olunur. Mesela Solon kanunu koyucusuna nispet edildiği gibi, akar kanunu da konusuna, yükümlülerine nispet edilmiştir. Tabiat da Allah’ın koyduğu kanunların hükmü altında olduğu için, bunların irade kanunlarının dışında kalanlarına “tabiat kanunları” adı da verilir. Fakat hepsinin koyucusu Allah Teâlâ olduğundan, bunlara Allah kanunları ve ilahi nizam demek elbette daha doğrudur… Bunun için insanlığın hakkı, gerek ilimde ve gerekse dinde kanun koymak değil, Allah’ın kanunlarını arayıp bulmak ve bu kanunları keşfedip ortaya çıkarmaktır. Arşimet hidrostatik kanununu, Newton yer çekim kanununu ve Aristo çelişme kanununu koydular demek doğru olmadığı gibi, Ebu Hanife de kıyas ve fıkıh kanunlarını koydu demek doğru değildir. Bu kanunlar onlar tarafından konmuş olsaydı, eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları, Allah’ın kanununun keşfedilmesine nail olmalarından ileri gelir. Bunun için âlimler, icat eden değil, keşfeden ve ortaya çıkaran kimselerdir.”[103]

İşte bu açıklamalarımızla anlaşılıyor ki, varlık âleminde Allah’ın koyup yerleştirdiği bir düzen vardır. Hatta Allah, gökyüzünü yükseltmiş ve evrene denge kanunu koymuştur.[104] Nerede ise hayatın her alanında bu doğal denge kanunları çalışmaktadır. Fakat insanlar, bu doğal-ilahi olan dengeleri bırakıp bu medeniyette yapay dengeler icat etmişler ve tarafları karşı karşıya getirerek bir çatışma düzeni kurmuşlardır. Bugün hemen hemen dünyanın her tarafında tabiat ve fıtrata ters düşen bu bozuk düzen, hükmünü icra etmektedir. Onun için tebliğci bile “İslami yazında sıkça vurgulanan ahlak anlayışı “adalet” kavramında somutlaşmakta ancak, sistem genel olarak eşitsiz bir yapı tanımlamaktadır. Bu çerçevede ise, erkeklerin kadınlara, özgür insanların kölelere ve Müslümanların gayri Müslimlere nazaran daha üstün oldukları bir yapı belirlenmektedir.” diyerek etki altında kaldığını açıkça göstermiştir. Burada söylenenlerin hiç birisi doğru değildir. Ahlak zaten ahlaki alanla ilgili, adalet ise hukuki alanla ilgili bir anlam ve kavramdır. Daha önce de söylediğimiz gibi ahlak, daha çok bireysel olup izafi bir şeydir. Hukuk ve adalet ise daha çok toplumsal olup bilimseldir. İslam’ın kadın erkek, Müslim ve gayri Müslim konularında hak ve adalete uymayan bir tek kuralı örnek olarak bile gösterilemez. Bunu görmek isteyenler ise Rönesans Refor ve Aydınlanma ile bakış açılarını ve değer yargılarını değiştirerek tabiat ve fıtrata ters düşen kimselerdir. İslam anlayışında kadın ile erkek arasında bir problem yoktur. Zira hem bireysel anlamda ve hem de toplumsal anlamda kadın erkeğin, erkek de kadının eşidir, tekidir, sağ el sol el, sağ göz ve sol göz gibi biri diğerinin dengidir.   

İslam geldiği zaman doğuda ve batıda kadının hangi durumda olduğu, okuyan ve biraz tarih bilgisi olan kimseler için bellidir. Kız çocukları doğduğunda ana-baba için bir talihsizlikti. Kadınların adeta hukuki şahsiyetleri hiç yoktu. Daha düne kadar kadının seçilme değil, seçme hakkı bile yoktu, işte İslâm kadına, böyle bir ortamda tam bir hak ve vazife ehliyeti getirdi. Birçok sahalarda aşağı kabul edilen kadını yükseltip erkeğin seviyesine çıkardı ve ona "eş" yaptı. Kadın ile erkek, evlenip karı-koca olduklarında, birbirine karşı hak ve vazifede eşit olduklarından "eş”tirler. Kur'an-ı Kerim, karı kocadan her birine "eş" anlamında "zevç" kelimesini kullanır. Meselâ "Ey Adem, eşin (zevceke) ve sen Cennette kal.."[105], buyrulmuştur. Arapçada zevç, bir cinsten diğeri ile beraber bulunan ikiden her birine verilen addır.[106] Türkçemizde biz buna eş deriz ki, bir çiftten her birisi anlamınadır. Bir çift ayakkabıdan her birine de eş veya tek denir. Hayvana sardığımız iki yük çuvalından her birine de yine denk adı verilir. Sağ ayakkabı ile sol ayakkabı arasında bir fark varsa, bunlardan her hangi birisi diğerine karşı üstünse, karı-koca arasında da bir üstünlük düşünülebilir. Hâlbuki akıl böyle bir şeyi kabul etmez. Öyleyse karı kocanın, kocası da karının eşi, dengi ve benzeridir.

Bundan dolayı insan ve kâinatta, birey ve toplumda adalet vardır; fakat çeyrek veya şaşı bakan kimselerin ifade ettikleri ve istedikleri gibi bir eşitlik yoktur.[107] Zira insanlar fotokopi değildir. Herkesin kendine göre bir mizacı ve karakteri vardır. Ayette “Herkes kendi tabiatına göre iş yapar.”[108], buyrulmaktadır.  Bu ayetin aslında geçen “şakilet” kelimesi her ne kadar tabiat, adet, din, huy, niyet, karakter, cibilliyet, fıtrat ve tabii yol gibi çeşitli ve birbirine yakın manalarla tefsir edilmiş ise de en kuvvetli ve kapsamlı anlam olarak fıtrat ve tabii yol anlamı verilmiştir.  Yani herkes, kendi hal ve mizacına uygun olan tabii yolda hareket eder. Diğer bir deyişle özel duygularına göre iş yapar, demek olur.[109] 

Burada tekrar edelim ki, kâinatta adalet vardır; fakat eşitlik yoktur. Bu konuda Diyanet İşleri eski Başkanı merhum Ahmet Hamdi Akseki şöyle diyor: “Fıtratta hakiki müsavat değil, tefavüt vardır. İçtimai nizamın devam edebilmesi için, insanların birbirinden farklı olmaları zaruridir. Bunu bozmak ve insanlar arasındaki içtimai farkları kaldırmaya çalışmak, fıtrata karşı gelmek demektir.”[110]  Burada adalet demek, denge demektir. Kime ne gerekiyorsa o ona verilmiştir.  Kimden ne yapması isteniyorsa ona da onu yapma imkânı verilmiş bulunmaktadır.  Bu husus sadece insanlar için böyle değil, bütün canlı varlıklar için de bu, böyledir. Hatta bu durum eşya için bile böyledir. Böylece insan, hayvan, bitki ve cansız varlıklar bu şekilde bir bütün teşkil ederler. Kendilerini Allah ve Resulünden daha akıllı kabul ederek, Allah’ı ve elçilerini inkâr edenler, Allah ile elçilerini ayıranlar, elçilerin bir kısmına inanır, bir kısmına inanmayız diyenler ve bu ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, (kendilerince yol icat edenler) var ya işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.[111] Öyleyse kendilerini tanrıdan daha akıllı kabul edip ona ve söylediklerine inanmayanlar inkâr eden kimseler kâfir olurlar. Fakat Ahmet Hamdi Akseki’nin de dediği gibi, “İslam’da bir insanı tekfir (aforoz) etmek, dinden çıkarmak yoktur.”[112] 

Hep eşitlikten bahsedilir; hâlbuki eşitlik olsaydı toplumda iş bölümü olur muydu? Biz şimdi eşitlik isteyip duranlara şu soruları sormak istiyoruz. Göz kulağa eşit midir, parmaklar birbirine eşit midir, çiçek güle eşit midir, deve pireye eşit midir, çocuk babasına eşit midir, yaşlı gence eşit midir, kadın erkeğe eşit midir, cahil âlime eşit midir, eşit iki insanı bulmak mümkün müdür? Çalışan ile çalışmayan eşit midir? Savaşta kazanan ile kaybeden eşit kabul edilir mi? Seçimi kazanan ile kaybeden eşit olur mu? Devlet başkanı, makam şoförüne eşit midir? Ütopya ne demektir? Doğa kanunlarına uymayan kurallar veya sistemler ütopyadır. İslamiyet’te doğaya uymayan hiç bir şey yoktur.     

“İslami iktisat düzeninde ekonomik adalet; her kul için farklı miktarlarda belirlenmiş olan rızkın ilgili kullara ulaştırılması ile sınırlandırılmakta ve ekonomik olarak da “hak etme” ekseninde belirlenmiş nispi bir eşitlik tanımlanmaktadır. Örneğin, Faruqi bunu “çalışmanın karşılığı” olarak değerlendirmektedir.”, deniliyor. Bunlar bireysel görüşün öne sürdüğü iddialardan öteye geçmez. İslam iktisat düzeninden bahsedebilmek için bunun İslam âlimlerince icma ile ortaya konup uygulanması gerekir. Henüz teori haline bile gelememiş bir İslam görüşüne İslam iktisat düzeni denir mi? Faiz Nazariyesi ve İslam adlı bir doktora çalışması yapan Enver İkbal Kureşi, [113] “Faiz ayetlerini iktisadi açıdan inceleyen ilk müfessirin Fahreddin er-Razi olduğunu ileri sürmektedir. Fahreddin Razi 1149-1210 tarihleri arasında yaşamış bir âlimdir. O günden bugüne İslam dünyasında İslam ekonomisinin teorisi hakkında çok yol kat edildiği kanaatinde değilim. Ben şahsen “Kuranı Kerime Göre İslam Ekonomisinin Esasları” adlı bir doktora çalışması yaptım. Ülkemizde ilmi zihniyet henüz gelişmemiş olduğu için reddedildi. Ben, bu tezimi www.enfal.de sitesinde Kuranın Ekonomik Tefsiri adı altında yayınlıyorum. 30 sene önce yazmış olduğum bu tüm bilgilerin ve çıkardığım esasların bugün dahi arkasındayım ve her türlü eleştiriye de hazırım. İlmi zihniyet, sadece üniversiteye ait olan bir özellik değil, bir milletin hep birlikte meydana getirdikleri bir düşünce seviyesidir. Ancak bir ilim adamı, her zaman ve her türlü şartlar altında delil olmadan bir fikrin ne lehinde ve ne de aleyhinde olmalıdır. O gerçeğin peşinde olmalı ve delil, dayanak ve kaynakları da sağlam olmalıdır. Ben toplumcuyum veya bireyciyim, kapitalist ya da komünistim diyerek şu veya bu görüşü kötülemek olmaz. Mesela tebliğci hanım efendi, yukarıda belirttiğimiz gibi rızktan bahsediyor ve burada rızkı halkın anladığı manada kişinin kendi kısmetine düşen Allah’ın lütfu olarak görüyor. Halbuki rızk, bizim araştırmamıza göre    Rızk : Razkiye, Irak ile İran arasında bulunan bir memleketin adıdır. Buradan Arabistan’a parmak üzümü ve ak keten bezi giderdi. Birincisine razaki, ikincisine ise razkiye denilmiştir.[114] Sonra da yiyecek ve giyecek gibi faydalanılan her türlü şeye rızk denilmeye başlamıştır. Ragıp rızk kelimesinin kendisiyle faydalanılan şey anlamına konulduğunu, sonra nasip, hediye, mideye ulaşan gıda, azık ve yağmur anlamlarında kullanıldığını söyler.[115] Şu halde rızk, mideye ulaşan nasipten başka genel olarak insan ihtiyacını tatmin eden yiyecek, içecek, giyecek ve kullanacak maddeleri ifade eder, diyebiliriz. Böyle olunca bir insanın ihtiyaç maddeleri, başka bir deyişle gelir-gider dengesi eşit olabilir mi? Aynı sektörde iş yapan iki firma birbirine eşit olabilir mi? Asıl bu düşünce ütopya değil mi?

Geçmiş İslami dönemlerde de elbette adam öldürülmüş, hırsızlık yapılmış, aç ve açık kalanlar olmuş, insanlar zelil olmuş ve zillete duçar edilmiştir. Ancak insanoğlunda zaten bunlar var olduğu için bu arızaları dengelemek üzere hukuk-şeriat ve devlet de var edilmiştir. Aslında insanlar hep ahlaklı olsaydı, hep hak ve hukuka riayet etselerdi,  o zaman Kurana da imama yani devlete de ihtiyaç kalmazdı.

İslamiyet, ne sosyalistlerin dediği gibi, ütopik-hayali eşitliği kabul etmiş ve ne de kapitalistlerin dediği gibi, insanları diğer insanlara köle etmiştir. İslam, hakem kararlarına uymayan kimselere karşı savaş açmayı meşru saymış[116] ve yasal savaş sonunda galip gelen tarafa mağlup olanları esir etme yetkisini vermiştir.[117] İslami düzende savaş yapılmamışsa o zaman esir yapmak da yok demektir. Zira ganimet için, dünya malı için ve petrol için savaş yapmak kesinlikle hukuk dışı bir muameledir.[118]

Güya kölelik kaldırıldı. Hâlbuki bugün işçiler ve memurlar bile işçi-köle, memur-köle durumundadırlar. Bugün işçi ve memurlar, kendi ücretleri ve maaşları konusunda bir sözleşme yapma hakkına sahip değildirler. Oysa ölüm dışında insanın şahsiyeti elinden alınamaz. Kölelik ve ücretli işçi olmak, hiçbir zaman onun şahsiyetini ortadan kaldırmaz. İslam hukukunda bir köle sahibi ile sözleşme yapma yetkisine sahiptir.[119] Hâlbuki Roma Hukukuna göre ise kölelerin şahsiyeti bile yoktur. Köle bir mamelektir ve canlı bir resden-maldan ibarettir. Onlar hiçbir zaman şahsiyetli, personarum sayılmazlardı.[120]

Bugün ise dünyada öyle bir ortam vardır ki, kölelik sanki bütün insanları köle yapmak için kaldırılmış gibi bir durum vardır.  

Zira Bediüzzaman’ın dediği gibi, esirlik kaldırılmıştır ama onun yerine ecirlik getirilmiştir. İslam fıkhında olan esirlik, bugünkü ecirlikten-işçilikten bin kat daha iyidir, diyebiliriz. Zira bir esiri aç, açık-çıplak bırakamazsınız. Cemal Kutay'ın araştırmasında Said Nursi'ye göre, adeta tarım toplumundaki serflik ile sanayi toplumunun getirdiği işçilik birbirine benzerler. Çünkü onun sözünde esirlik ile ecirlik, yani kölelik ile işçilik birbirine benzetilerek, bunların aynı olduğu kabul edilmiştir. O şöyle diyor: "Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terki mevki ediyor. Zira beşer, esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez."[121]

İslam ekonomisini incelerken onun temel kaynakları ele alınarak ve uç görüşlere değil de ortak düşüncelere dayanarak ne olduğu ortaya konulmalıdır. Gerçek ilmin ve eğer faydalı olmak istiyorlarsa gerçek ilim adamlarının asıl görevi budur. Fakat sosyalist görüşü ya da kapitalist görüşü tutarak İslami görüşü eleştirmek isteyenler, mahkeme salonundaki hâkim kılığına bürünerek İslam ekonomisini sorgulamak, bilim kürsüsünden inip mahkeme salonuna girmek istemişlerdir. Hâlbuki bir görüşü, bir düşünceyi sorgulayıp yargılamak bilimin ve bilimsel yöntemin görevi olmasa gerektir. Bu ancak bize ne yapılacak ve ne yapılmayacak onu bildiren dinin görevi olsa gerektir ve ne yapılacağını karar verip söyleyen siyasetin görevidir, diyebiliriz. Çünkü ayette “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar.”[122] “Sana kendileri için neyin helal kılındığını soruyorlar.”[123], buyrulmaktadır.

Allah kimseyi gücünün dışında bir şeyle mükellef tutmadığı için[124] İslam düzeninde halkın yapamayacağı bir yükümlülük yoktur. “Doğrusu insan kendisini bilir.”[125] “Gerçekten insan hırslı-çıkarına çalışan, açgözlü yaratılmıştır.”[126], ayetlerinde de ifade edildiği gibi, İslam düzeninde kişi, kendi çıkarına çalışan bir egoist gibi kabul edilir. Böyle olunca da insan, her şeyi kendini bilip düşünerek, kendisini merkeze alarak, önce ben diyerek, çıkarına olarak yapar ve öyle hareket eder. Zaten bundan dolayıdır ki, Kuranda bu bireysel insanın toplumsal tarafa ve diğer insanlara iyilik ve fedakârlık yapması hakkında birçok öneriler ve tavsiyeler yapılmıştır.[127]  Aslında adalet işi, çok yönlü ve belki bütün insanları ilgilendiren bir konu olmasıyla kişi veya kişilerin işi değil, ancak Tanrının işi olduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki, burada önemli olan şey, insanın kendi çıkarını çok iyi bilmesidir. Onun için bizim bu mesele hakkında bir iki önerimiz olacaktır:

1-İnsanların çıkar çatışması yerine çıkar paralelliği bulunup getirilmelidir. Hatta çıkar denilen şey, benim kendi çıkarıma, aynı zamanda karşımda anlaştığım kimsenin çıkarına ve bir de toplumun da çıkarına olacak şekilde ayarlanmalıdır.

 2- Kişiler, birbirlerine zarar verme yerine, yarar verme ilkesini benimsemelidirler. Çünkü kişinin gerçek çıkarı burada yatmaktadır. Kişi bu davranışını, sadece karşısındaki kimseye iyilik yapması için değil, tam tersine böyle yapmasının ve böyle davranmasının asıl kendisi açısından iyi ve faydalı olduğu için yapar.   

 3- Günlük, gündelik ve geçici çıkarlar yerine, kalıcı ve gelecekte de devam eden çıkarlar hesap edilip düşünerek hareket edilmesi gerekir. Mesela kişi, tohumluk olan buğdayını vakti gelemeden, şimdiden tüketirse, onun gelecekte ekmeksiz kalma ve dolayısıyla açlıktan ölme riski ve tehlikesi vardır. Böylece o, geçmişte kazandıklarını bugün yemeli, bugün kazandıklarını ise yarın tüketmek için saklamalıdır. Hatta insanlar, bu usulü sadece kendileri için değil, nesiller arasında bile uygulayabilmelidirler. Buna göre biz, bir taraftan atalarımızın ürettiklerini tüketirken, diğer taraftan da bizim ürettiklerimiz malları da torunlarımıza bırakmalıyız, denilebilir.     

 4- Birey ile toplum ilişkisi ve birey ile toplum çıkarları o kadar içiçedir ki, bundan dolayı kendi çıkarımızı toplumun çıkarı ile takas etmeliyiz. Zaten biz, toplum için çalışmalıyız ve ürettiğimiz değerleri de topluma vermeliyiz. Toplum da istediğimiz zaman bunun karşılığını bize vermelidir. Böylece hem birey ve hem de toplum açısından refah ve saadet doğar. Çünkü toplumda birlikte beraber üretim yapıldığı için ürün çok kolay elde edildiği gibi, bir de çok daha fazla fayda meydana gelir. Bölüşüm de hakça ve adalet ölçülerine uygun olursa işte birey-toplum dengesi kurulmuş ve böylece toplumda refah meydana gelmiş olur. 

 5- Bir de insan, yalnız bu dünyadaki çıkarı için çalışmaz ve çalışmamalı; öldükten sonra kendisine yarar sağlayacak işler için de çalışmalıdır. Onun bunun için ahirete inanması da gerekmez. Çünkü öldükten sonraki hayat her zaman ihtimal dâhilindedir. Zira bunun olacağı ispatlanmamış olsa bile olmayacağına dair herhangi bir delil de yoktur.

 İslam, insana kendi özel çıkarına ters düşen herhangi bir yükümlülük getirmemiştir. İnsanın Kuranı Kerime göre kendi çıkarını düşünen hırslı birisi olarak yaratıldığını az önce yukarıda söyledik.[128] Bunun için İslam, üreticiye der ki, kim sana en çok ücret verirse sen onun yanında çalış. Ürettiğin malı da en çok kim fiyat verirse ona satarsın. Bu sadece ekonomik bir olay değil, aynı zamanda dinen sevap olan da budur. Bunun anlamı ise kişi böylece bu mala en çok ihtiyacı olan kimseyi bulmuş demektir. Böylece mal da ona en çok ihtiyacı olana gitmiş olur. İslam, işverene de der ki, sen de en az ücretle çalışanı bulup çalıştır. Çünkü o, paraya en çok muhtaç olan kimsedir. Malı da en ucuza satan kişiden al. Zira bu kimsenin malı elinde kalmıştır. Böyle bir davranış da arz-talep kanunlarının işlevini sağlamış olur. Adil bölüşüm ise ekonomi ilminin işi değil, nizamın, düzenin yani siyasi yapıya ait olan bir iştir.  Zira fakir ve miskinlerin yani iş gücü olmayan ve sermayesi bulunmayan meslek erbabının hisseleri bulunan zekât vergisi (bütçenin) dışında kalan miras ve intikal, vasiyet ve hibe gibi gelirler bile insan iradesinin dışında olup sistem ve yapı ile ilgili olan hususlardır.

 İslam ekonomik düzeninde çalışma ve üretme sonunda meydana gelen ürün, çalışanlar ve çalışmayanlar, üretime katılanlar ve katılmayanlar arasında olmak üzere önce iki kısma ayrılır. Üretime katılmayanlar açısından yetimler, yaşlılar-emekliler, iş gücü olmayan özürlüler-engelliler, hastalar ve iş bulamayanlar, iş bulsa da çalışmak istemeyen kimseler bunların hepsine üretimden pay ayrılır. Üretime katılanlar ise zaten hisselerine düşen payı alacaklardır.

 Dünyaya ayak basan herkesin yer küresinde bir avuç toprağı vardır. Çünkü yerküresi tüm insanlığın ortak malıdır. Zira Kuran’da “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinizi layıkıyla tanıyın ve yalnız O’na kulluk ediniz… O Allah, yer küresini sizin için (yani hepiniz için) döşek yaptı.”[129] Allah yeryüzünde olanların hepsini insanlar için var etmiştir.[130] Böylece çalışmayan veya çalışamayan insanlar, yeryüzündeki topraklarını başkalarına kiraya vermiş olurlar ve bu şekilde üretimden kendi hisselerine düşen paylarını da alırlar. Bu durumda küresel sermayenin hak yemesi elinden alınmış ve halkın da sosyal güvenliği sağlanmış olur. Hem bu şekilde ekonomiye müdahale ihtiyacı da ortadan kalkar. Bu yalnız ahlak esaslarının gerektirdiği bir husus değil, aynı zamanda sosyal ve siyasal-hukuki yapının da bir gereğidir.

 Tebliğci, literatürü taramadan, bu hususta ne gibi bir çalışma ve araştırmalar yapılmış ciddi bir şekilde arayıp bakmadan taraf tutarak bazı eserlere dayanarak kendi görüşlerini ortaya koymuştur. Biz bu konuda “İslam Ekonomisinde Gelir Dağılımı” adıyla bir doktora tezi hazırladık ve bu tezimiz Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesinde 27 -06-1979 tarihinde pekiyi derece ile kabul edilmiştir. Bu hanımefendi bizimle temasa geçmediği gibi kaynaklarında bizim eserimiz de mevcut değildir. Şimdi biz, onun İslam Ekonomisinde Bölüşüm diye başlık atıp ileri sürdüğü bazı düşüncelerine tezimizden de naklederek cevap veriyoruz.  

 

 Gelir Dağılımı veya Bölüşüm:

 

 Gelir dağılımı, öğretim biçimi ile ticari hayat ve genel ekonomik düzenle ilgili bir husustur. Bu günün ekonomilerinde uygulanmakta olan üretim biçimi ve ticaret anlayışı, gelir dağılımı problemini ortaya çıkarmıştır. O yüzden işçiler, daha fazla ücret alabilmek için, sendikaları vasıtası ile esnaf ve ticaret erbabı da daha çok kâra sahip olabilmek için, dernekleri sayesinde durmadan mücadele etmektedirler. Bu sebeple, üretimin elemanları olan emek ve sermaye karşı karşıya getirilmekte, grev ve lokavtlar yapılmakta ve hatta bazen ülke çapında işe boykot teşebbüslerine girişilmektedir. Bütün bunların neticesi olarak, üretici ve tüketici milli gelir açısından zarar etmekte ve böylece ekonomi düzeni de etkilenerek alt-üst olmaktadır.

 Diğer sistemlerin yanında İslam’ın da bu konudaki görüşlerini araştırmakta fayda vardır. İşte bu çalışmada İslam’da gelir dağılımı üzerinde durulacak; ücret, kira ve kâr hakkında getirilen esaslar araştırılmaya çalışılacaktır. Ayrıca haksız iktisap sayılan gayr-i meşru gelirler de gözden geçirilip bunlar ekonomik yönden değerlendirilecektir.

Kaynaklarda[131] İslam’daki kesp (gelir) yollarının şöyle bir tasnifi yapılmaktadır.

 a) Kazanç yani gelir, mesela miras gelirinin dağılımında olduğu gibi, insan iradesinin dışında, onun müdahalesi olmadan elde edilir.

 b) İradeli olarak elde edilen gelir; sahipli veya sahipsiz mallar üzerinde yapılan tasarruflardan hâsıl olan gelirlerdir.

 Sahipsiz mallar, ihraz veya işgal edilmek suretiyle elde edilirler. Sahipli mallar ise, zorla ve rıza ile olmak üzere yine iki yoldan elde edilir. Savaş neticesinde mülkiyet haklarını korumaktan aciz kalanların malları ellerinden zorla ganimet olarak alınır. Mükellefleri zekât ve nafaka borçlarını tediye etmekten kaçındıkları zaman, bu borçlarını ödeyecek malları ellerinden hak sahipleri için yine zorla alınır. Rızaya dayanan gelirler de bedelli ve bedelsiz gelirler olarak olmak üzere ikiye ayrılır.

Bedel karşılığında olan ivazlı gelirler; ücret, kira, kâr ve mehir gibi olan gelirlerdir. Bedelsiz-ivazsız olan gelirler ise, hibe ve vasiyet gibi olanlardır.

 

 I – Modern Ekonomide Gelir Dağılımı

 

1- Gelir ve Çeşitleri

Bir ekonomik birimin kazandığı bedele, gelir denir.[132] Gelirlerin miktarı, azlığı veya çokluğu ekonomik düzenle ilgilidir. Fiyatlara tesir edecek hareket ve davranışlar yapıldığı zaman gelirler de buna göre ya azalır veya çoğalırlar. Çünkü gelir, reel üretim ile fiyat seviyesinin çarpımından meydana gelir.[133]

Masraf ve vergiler çıkarılmadan göz önüne alınan gelire brüt gelir, bunlar çıkarıldıktan sonra geriye kalan saf gelire net gelir denir. Net gelir, bir ekonomik birimin satın alma gücünü gösterir.[134]

a) Milli Gelir

Milli gelir ile milli serveti karıştırmamak gerekir. Milli servet, üretim ve tüketim mallarımızın tamamına verilen bir isimdir.[135] Bir ekonomideki üretim ve hizmetlerin yıllık tutarı, gayri safi milli geliri verir. Sermaye tüketimini gayri safi milli gelirden çıkaracak olursak, geriye kalan miktar, net milli gelirdir.[136] Milli gelir muayyen bir devrede milletçe meydana getirilen ve para ile ifade olunan mal ve hizmetlerin topuna birden verilen bir isimdir.[137]

b) Ferdi Gelir

Fertlerin veya ailelerin yahut harcama birimlerinin belirli bir dönemde, genellikle, bir yıl içinde, elde ettikleri gelire ferdi gelir denir.[138] Bir fert, üretimin bütün elemanlarını elinde bulundurursa, şahsi gelir ile fonksiyonel (üretim vasıtalarına ait) olan gelir birleşmiş olur. Şu halde üretim faaliyetine katılmış olan unsurlar, mülkiyet bakımından birbirinden ayrıldıkça, gelirin şahsi dağılışı ile fonksiyon bakımından dağılışı meselesi ortaya çıkar.[139]

2- Gelir Dağılımı

Ekonomik faaliyet, içtimai faaliyetlerdendir; mübadele esasına dayanan cemiyetlerde üretim, iş bölümü, iş birliği ve çeşitli unsurların iştiraki ile yapılır. Müşterek üretimin hâsılasının paylaşılmasına gelir dağılımı; inkısam denir.[140] “Gelir dağılımı, bir ülkede belirli dönemler içinde yaratılan milli hâsıla veya gelirin; fertler, fertlerden mürekkep gruplar veya üretim faktörleri arasında bölünmesidir.[141]

a) Dağılımın Zarureti

 İnsanoğlunun dünya ve ahiret refah ve saadetini kazanabilmesi, onun ancak toplum halinde yaşayıp aralarında yardımlaşarak, birlik ve beraberliği sağlayabilmeleri ile mümkündür. Bu yardımlaşma faydalı olan şeyleri yapmak, zararlı olan şeyleri ise cemiyetten uzaklaştırmak şeklinde olur. İşte bu yüzdendir ki, insan medeni yaradılışlı, sosyal bir varlıktır denilir.[142]Bunun için ekonomik hayatın insanlıkla ilgili bir hadise olduğu, hayvan topluluklarında ekonomik olayların insanlardaki şekliyle cereyan etmediği bir gerçektir.[143] İşte toplum halinde yaşayan insanların, bu medeni özelliklerinin icabı olarak, yaptıkları müşterek üretimin hâsılasını aralarında adil bir şekilde dağıtmaları refahın sağlanması için zaruri bir hadisedir.

b) Dağılımın özellikleri

Kapalı ekonomide, aile ekonomisinde, müşterek mülkiyet rejiminde gelir dağılımı meselesi basit olup büyük önem taşımazlar. Üretim ve gelir dağılımı, aile veya kabile şefi tarafından belirli ve sınırlı ihtiyaçlara göre tanzim edilir ve müşterek üretimin hâsılası da ihtiyaçlara ve âdete göre aile ve kabile fertleri arasında taksim olunur. Özel mülkiyet rejiminde ise payların ayrılması üretime katılma oranında yapılır.[144]

 Gelir dağılımı meselesi hukuki, ekonomik ve sosyal müesseselere sıkı bir surette bağlıdır.[145] Ayrıca üretim şekli ile de ilgilidir. Basit teşebbüste, müstakil üretim tipinde emek ve sermaye müteşebbise aittir. Üretim tarzı değiştikçe, teşebbüs büyüdükçe, gelir dağılımı meseleleri de önem kazanır. Büyük teşebbüste üretim müşterektir; emek ve sermaye sözleşme ile dışarıdan temin edilir. Üretilen malların bedelinden emeğe ve sermayeye, emek ve sermayeyi temin etmek suretiyle üretimin neticelerini üzerine alan müteşebbise ve devlete gelirden pay ayırmak icap eder.[146]

 Bir taraftan gelir paylarının ekonomik prensiplere göre tespiti, diğer taraftan da adalet kural ve kaidelerine uygun olarak tefriki gerekir. Bir kısım iktisatçılar üretimde olduğu gibi, gelir dağılımında da doğal kanunların var olduğunu ve dolayısıyla payların teşekkülünün de bu doğal kanunlara bırakılması gerektiğini ileri sürerler. Diğerleri ise gelirlerin insan iradesiyle daha adil esaslara göre tespit ve tanzim edileceği fikrindedirler. Hatta üretim faaliyetine katılamayacak durumda olanlara, özürlülere, hastalara ve ihtiyarlara milli gelirden yardım edilmesine taraftardırlar.[147] 

 

3- Ekonomik Sistemlere Göre Gelir Dağılımı

 

a) Üretim Vasıtaları ve Payları

 

Avrupalı bilginlere göre üretim vasıtaları; tabiat, emek, sermaye ve teşebbüs olmak üzere dörttür.[148] Bunlardan emeğin gelirine ücret, sermayenin gelirine faiz, toprak sahibinin gelirine kira (rant), müteşebbisin muhtemel gelirine de temettü kar adı verilir.[149]

 

b) Kapitalizmde Gelir Dağılımı

 

Kapitalizmin gelir dağılımında bir dengesizlik olduğu konusu, çok eskiden beri ileri sürülen bir husustur. Gelirin dağılma meselesi sadece üretim yönü ile ele alındığı için, üretim vasıtaları açısından yani fonksiyon itibariyle gelir dağılışında bir eşitsizliğe rastlanmadığı, olsa olsa bunun şahsi gelir dağılımında olabileceği söylenmektedir.[150]

Gelir dağılımındaki eşitsizliğin sebepleri araştırılırken, memleketin tabii ve coğrafi şartları, muhtelif üretim ve gelir sahalarında sermayenin verimi, insanlar arasındaki ayırıcı vasıflar, sosyal düzen, hukuki bünye ve daha birçok şeyler zikredilmektedir.[151]

c) Sosyalizm ve Komünizmde Gelir Dağılımı

Sosyalizm sisteminde gelir dağılımı tahmini bir unsura dayanır. Maddi üretim vasıtalarına sahip olma neticesinde elde edilen faiz ve ranttan veyahut üretim ünitelerinden gelen kardan meydana gelen amme geliri, tamamıyla sermaye birikimi maksatları için kullanılmayabilir. Bu hususta birçok tahmini kararlar almak mümkündür.[152]

Komünist toplumlarda özel mülkiyet hakkı tanımadığı için, gelir dağılımının gerçekleşmesi yani paylaşma daha basit olup üretim ve üretime katılanların payı devlet tarafından tespit edilir. Kar söz konusu değildir.[153]

 

II- İslam Ekonomisinde Gelir Dağılımı

 

1-           Gelir Dağılımının Önemi

                     

 İslam ekonomik düzeninin, bugünkü ekonomik düzenlerden hiç birine benzemeyip kendisine mahsus bir sistemi olması dolayısıyla[154] ve hem ferdi, hem de toplumu aynı derece tutması sebebiyle[155]  diğerlerine benzemeyen bir gelir dağılımı usulüne sahip olması tabiidir. İslam’da fertlerin hayatları, karşılıksız olarak, devletin teminatı altındadır.[156] Hiç şüphesiz gelir dağılımının da buna göre ayarlanması gerekir. Gelir dağılımının önemi büyüktür. Bu konuda merhum Muhammed Hamdi Yazır şöyle der: Dünyada insanı en çok düşündüren, yoran, boğuşturup çarpıştıran, kamplara bölen kavgaların kökü, infak, yani yeme, içme ve gelir dağılımı meselesidir. Kendileri patlayıncaya kadar yiyip de Allah için yedirmekten, vergi vermekten kaçınan, toplumdaki muhtaçların ihtiyacını düşünmeyen harisler, insanlıkla ilgisi olmayan zavallılardan başka bir şey değildirler. Bütün bunlar, ben yiyeyim, sen yeme diye kavga ederler. Böylelerinin yüzündendir ki, yeryüzü fitneye verilir, kin ve düşmanlık artar, insanlar birbirine kıyarlar.[157]

Gelir dağılımı konusunda bugünkü sistemlerin hemen hemen hepsinin ortak bir özelliği, geliri sadece üretime katılanlar arasında bölüştürmeleridir. Ürün yalnız üretim vasıtaları arasında paylaştırılmakta, kara sadece üretim faktörleri sahip olmakta, herhangi bir sebepten dolayı, üretim faaliyetine katılamayanlar mahrum edilmektedir. İslam ekonomisinde ise az sonra anlatacağımız gibi, devlete verilen vergiden kendilerine bizzat hisse ayrılan muhtelif sınıflar vardır. Fey mallarının dağılımını anlatan ayette, bu malların sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olmaması gerektiği ve bu sebeple de adı zikredilen bu gruplar arasında bölüştürüldüğü bildirilmektedir. “Allah’ın (fethedilen) memleketler halkının mallarından Peygamberine verdiği fey’i, Allah’a, Peygamberine, hısımlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara aittir. Ta ki, (bu mallar), içinizden (yalnız zenginler) arasında dolaşan bir devlet olmasın...”[158]

 

2-           Gelirin Dağılımı-Bölüşüm

 

İslam ekonomisinde gelir, üretime katılan ve katılmayan olmak üzere iki sınıf arasında paylaştırılmaktadır.[159] Bu şekildeki bir bölüştürme, kendisini Allah (c.c)’ın bir emir ve iradesi olarak göstermektedir. Hz. Peygamber (s.a.v) bile bu konuda herhangi bir yetkiye sahip olmadığını açıklamaktadır.[160] Kuran-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini bile aralarında (onlar değil) biz taksim ettik. Kimini derece derece diğer kiminin üstüne çıkardık ki, bir kısmı bir kısmını iş adamı edinsin. Rabbinin rahmeti onların toplaya geldiklerinden daha hayırlıdır.”[161]

Burada dünya hayatında insanların geçinecek gelirlerini Allah’ın taksim ettiği[162] çalışıp kazanma düzeninin kurulabilmesi için özel mülkiyette farklı derecelerin olabileceği[163] insanların arasında farklılıkların bulunması yüzünden ve bir kısmının zengin, bir kısmının da fakir olması sebebiyle çalışıp kazandıkları beyan edilmektedir.[164] Ayette geçen ???? kelimesi mastar olarak bir adamı gündelikçi tutmak, bir iş teklif etmek manasındadır.[165] İsim olarak ise gündelikçi, işçi demek olur. Serahsi, bu ayeti icare bahsinde, ücretle işçi tutmaktan bahseden bölümde zikreder [166]

Eğer insanlar zayıf ve kuvvetli olmakta, ilim ve cehalette, zekilik ve bönlükte aynı derecede olsaydı, birbirine hizmet etmez, işçilik yapmazdı.[167]  Zengin ve fakir olacak ki, iş bölümü gerçekleşebilsin ve cemiyette iş hayatı kurulabilsin. Ancak bu günkü gibi, işçi ve işveren düşman iki sınıf olarak ortaya çıkarsa, şüphesiz zararlı olur. Fakir zenginin malına muhtaç ise zengin de fakirin çalışmasına, onun emeğine muhtaçtır. [168]

Bu sebeple zengin-fakir, işçi-işveren birbirini tamamlayan iki unsur gibi görülmelidir. Bugünkü işçilik problemlerinin doğmasına sebep olan en önemli amil, işverenlerin servet yığmadaki ihtirasları, maddeyi kutsallaştırma hususunda ifrata kaçmaları ve dini ahlaki kaide ve kurallardan uzaklaşmalarıdır.[169] Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v) de şöyle buyurur. “… Allah’a yemin ederim ki, ben size kendiliğimden ne bir şey verebilirim ve ne de men edebilirim. Ben sadece bir hazinedarım; işleri emir olunduğum şekilde yaparım, ihsan eden ise Allah’tır.”[170]

 

3-           Üretime Katılanlar Açısından Gelir Dağılımı

 

Üretime katılanlar, gelirin paylaşılmasını aralarında serbestçe anlaşmak suretiyle yapabilir; sermaye ve emeğin hakkını tespit edebilirler. Ücret, kira ve kar konuları geldiğinde bu husustaki esaslar tespit edilecektir. Ancak şu kadar söyleyelim ki, sermaye ve emeğin gelirini tespit etme konusunda fıkıhtaki şirket-i mudarebe bahsinden faydalanmak mümkündür.

Az önce özel mülkiyet açısından insanlar arasında farklı derecelerin bulunmasının tabii olduğunu söylemiştik.[171]İnsanların bazısının zengin, bazısının fakir; bir kısmının işçi, bir kısmının da işveren olması bir nimettir. Rızıkta üstün olanlar, zengin ve işverenler, kendi rızıklarını emirleri altında çalıştırdıkları kimselere vermezler. Herkesin kendi rızkı vardır; rızıkları Allah (c.c) verir.[172] Kuran-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır. “Allah rızık hakkında bir kısmınızı, bir kısmınızdan üstün kıldı. Kendilerine rızık verilenler de, rızıklarını, elleri altında bulunanlara vermiyorlar ki, onda müsavi olsunlar. Şimdi Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?”[173] Kuran’ı Kerimde bu hususta başka ayetler de vardır.[174]

          Her nimet bir külfet karşılığıdır.[175] Fazla rızık-gelir sahibi olanlar, buna çok çalışmak suretiyle ulaşmışlardır. İslam’ın malı elde etmek için meşru tanıdığı yollardan birisi de çalışmaktır.[176] Çalışma hakkında birçok ayetler vardır.[177] Çalışan herkese çalıştığının karşılığı verilecektir.[178] “muhakkak ki, ben sizden erkek veya dişi hiçbir çalışanın çalışmasını zayi etmem…”[179] Burada erkek olsun, kadın olsun, çalışanların çalışmalarının asla kayba uğramayacağından bahsedilmektedir. Kadın ve erkek yaptıklarının karşılığını lam bakımından müsavi olup aralarında bir fark yoktur.[180] Çünkü ücret ve karşılık, yapılan işe göredir. Çalışıp iş yapan kimse kadın veya erkek olabilir. Yine bir şey değişmez. Çünkü kadın erkekten, erkek de kadındandır.[181]

         “Allah’ın bazınıza, diğerinden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklerin kendi kazandıklarından bir payı var, kadınların da kendi kazandıklarından bir payı vardır. İsteklerinizi Allah’ın fazlından ve kereminden isteyin. Gerçekten Allah her şeyi hakkiyle bilendir.”[182] Ümmü Seleme (r.a.), “Ya Resulüllah,” dedi. “Erkekler savaşıyor, biz savaşmıyoruz; erkekler zikrediliyor, biz zikredilmiyoruz. Biz. Mirasta yarım alıyoruz,” diyerek düşündüklerini söylediği zaman bu ayet geldi.[183]

Allah (c.c) bu ayetle, birimizi diğerinden üstün kıldığı şeyi istemekten nehiy etmektedir. Çünkü Allah (c.c.), ona daha çok vermeyi faydalı bulsaydı, verirdi. Buradaki yasak temenni, haset ve kıskançlıktan dolayı olan temenni olup başkasında bulunan bir nimetin zevalini istemeyi de içerisine almaktadır. Ancak “Allah bana da versin, ben de o zengin adam gibi olayım” diye, iyi niyetle istekte bulunmak yasak değildir.[184]

Bu ayette erkek ve kadınların çalışabilecekleri emek ve çalıştıklarının ücret ve karşılığını alacakları bildirilmektedir. Fakat ürettikleri şeyin hepsine sahip olmayıp sadece bir kısmını almaktadırlar. Ayetin aslında “min” harfi kullanılmakla, tüm kazandıklarına sahip olamadıkları, geriye bir şey kaldığı anlaşılır ki[185] bu da gelir dağılımında devlete giden, katma değerin bir kısmı olsa gerektir.

Kuran’ı Kerimde “Onlar birer ümmetti, geldi geçti, onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizin ve siz onların yaptıklarından mesul tutulmazsınız,”[186] buyrulmaktadır. Burada herkesin ve her topluluğun kazandıklarının kendilerine nispet edildiği, hayırlı işlerin Allah’ın fazlıyla, şer olanların ise adaletiyle meydana geldiği, fakat buna razı olmadığı,[187] bildirilmektedir.[188] Ayrıca bu ayetten, ümmet, cemaat yani toplum manasına geldiğinden,[189] her milletin kazancının kendisinin olduğu, gelirin bir de milli yönü bulunup fert gelirinin milli gelirin içerisinde oluştuğunu anlamak mümkündür.

 

           4- Üretime Katılmayanlar Açısından Gelir Dağılımı

 

            Üretime bizzat katılmayıp fakat milli gelirden hisse alanlara gelince; bunları, kazai-hukuki pay sahipleri ve dini-ahlaki pay sahipleri olmak üzere iki sınıfta toplamak mümkündür. Peygamberimizin (sav.) aynı konuda zıt gibi görünen iki hadisi, bize meseleyi aydınlatacaktır. Peygamberimiz (sav.) bir hadisinde “Malda zekâttan başka bir hak yoktur,” derken,[190] diğer bir hadisinde ise “Gerçekten malda zekâttan başka bir hak vardır”[191] buyuruyor. Zekâttan başka bir hak olmadığını bildiren hadis, verilmesi zekât gibi farz, hukuki ve mecburi olan bir vergi bulunmadığını bildirir. Zekâttan başka bir hak olduğunu bildiren hadis ise, verilmesi mecburi olmayan fakat verilmesi dini-ahlaki-vicdani bir vecibe olan sadakanın varlığına işaret eder. Yani birincisi; zekât ve zekât gibi olan mali görevler, kazai-hukukî ve mecburi bir vazifedir. İkincisi ise daha çok dinî-ahlâkî ve vicdani olan hükümdür, diyebiliriz. Bu hususta ayetler de vardır. “Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz, Cennete (bire) eremezsiniz. Allah yolunda her ne harcarsanız muhakkak Allah onu bilendir.”[192]

 Onlar ki mallarında hem dilenen, hem de iffetinden dilenemeyen için belirli bir hak vardır.”[193] Ayetleri gibi, peygamberimizin (s.a.v.) de at üzerinde gelse bile, isteyiciye hakkının verilmesi hususunda bir hadisi vardır.[194]

“Ey iman edenler, kazandıklarınız ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin helal ve iyisinden Allah yolunda harcayın,”[195] ayeti mallarınızı sadaka olarak verin, Allah (CC.) yolunda harcayın ve böylece Allah yolunda gazi ve mücahit olanları takviye edin ve bundan başka Allah’a (CC.) harcayın demek olur.[196]

Keza “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz, hayır ve itaat değildir. Fakat hayır ve ibadet, Allah’a, ahrete, meleklere, Allah’ın indirdiği kitaplara ve peygamberlere iman edenin ibadetidir. Mala olan sevgisine rağmen onu akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere, köle ve esirlere harcayın, namazı gereği üzere kılan ve zekâtı veren kimsenin… hayrıdır.”[197], buyrulmaktadır. Ayette adı geçen altı sınıf, birer sınıf olsa gerektir. Hem bunlara malı vermekten bahsediliyor, hem de ayrıca zekât vermekten bahsediliyor. Öyleyse bunlar ayrı ayrı şeylerdir.[198]

Zekâtın mecburi olduğu malumdur. Ayetin sonundan, bu sınıflara yardım etmenin de mecburi olduğu anlaşılmaktadır. Razi, ayete “mecburiyet” manası vermiştir.[199]

Üretime katılmadığı halde Kur’an’ı Kerim’de gerek mecburi, gerekse ihtiyari olarak, kendisine gelirden pay ayrılan birtakım kimseler zikredilmektedir.[200] Bunlar, Allah, Resul, akrabalar, yetimler, yoksullar, yolcular, fakirler, amiller, müellefler, köleler, borçlular, Allah yolu, anne-babalar, dilenenler, yakın komşu, uzak komşu ve yakın arkadaş gibi. Bunlar arasında zekât[201]  ganimet[202] ve fey[203] ayetlerinde geçen sınıfların payları kendilerine, mecburi olarak verilir. Diğer geri kalanlar ise, Müslüman halkın kendiliğinden yapacağı bağış ve vereceği hayır nispetinde kendilerine düşen haklarını almış olurlar.

İslam hukukunda sadaka zekât; zekât da sadaka manasına gelir.[204] Zekâtta, Allah’a (c.c.) olan sadakati gösterdiği için sadaka adı verilir.[205] Kur’an’ı Kerim’de sadakaların dağılımı yapılan ayette[206] şu sekiz sınıf zikredilmektedir. Fakirler, miskinler, amiller, müellefler, köleler, borçlular, Allah yolu ve yolcular. Bu sınıfların tümü İslam ekonomisinde bütçenin giderler faslını teşkil eder.[207] İslam’da bütçenin temeli gelirdir; harcanacak miktarı gelir tayin eder.[208] Bu yüzden bu sınıfların paylarına düşen miktar, mali gelirin artıp eksilmesiyle, yıldan yıla farklı olabilir.

Bu sadakaların, hak sahipleri arasında hangi oranda dağılacağı hususunda birkaç görüş ileri sürülmüştür. Mesela amiller sınıfının payı sekizde birdir, diyenler olduğu gibi, ihtiyaçlarına göre alırlar, diyenler de vardır. Üçüncü bir görüş de bunların ücretlerinin Beytu’l-Mal’dan ödenmesini tavsiye ederler.[209] Böylece bu sınıfa sekizde bir verilir, hizmetleri kadar verilir, hizmetleri kadar ecri misil verilir, şeklinde açıklamalar yapılmıştır.[210] Hanefi eserlerde, bu sınıfa yaptıkları hizmet kadar verileceği söylenmektedir.[211]

Sekizde bir verilir fikrini Mücahid ve Şafii savunur. İbn Ömer, Malik ve Ebu Hanife ise hizmeti kadar ücret alabileceklerini ileri sürerler.[212] Bu dağılım konusunda Hanefiler, ihtiyacı esas alırlar. Zaten amiller sınıfının dışındaki her bir sınıf, ihtiyacından dolayı, hisse sahibi olmaktadır. Amiller ise zekâtın toplanıp dağılmasında hizmet ettikleri için pay almaya hak kazanmış olurlar.[213]

Bazıları borçluya borcu kadar, fakir ve miskine ise kendilerine ve ehl-i iyâline yetecek kadar verilir, derler. Bazıları da, bu konuda herhangi bir sınır yoktur, başkan kendi görüşüne göre verir, derler.[214]

Hisselerin bir sınıftan başka bir sınıfa nakli konusunda da ayrı görüşler vardır. Hisseler, birbirinden diğerine, sınıflar arasında veya bir başka yere nakledilemez, fikrinin yanı sıra, fakir ve miskinlerin hisseleri kendilerine verilir, diğer hisseler ise başkanın görüşüne göre, uygun yerlere harcanır, görüşü de vardır. Şafii’ye göre, gelirlerin hepsi bu sekiz sınıf arasında eşit olarak taksim edilir. Ebu Hanife ise bir fasıldan diğer fasıla aktarma yapılabileceği görüşündedir.[215] Bazı bölgelerin şiddetli bir ihtiyaç içerisinde oldukları başkana haber verilirse, sadakaların bir kısmını oralara nakletmek de caizdir, denilmektedir.[216] Ebu Hanife’ye göre zekât, bir beldeden başka bir beldeye ancak akrabalar bulunduğu zaman gönderilebilir.[217]

Nisaba malik olan bir kimsenin zekât mallarından alıp alınmayacağı komsunda da ihtilaf edilmiştir. Maliki âlimlerine göre böyleleri zengin olduklarından zekât alamazlar; bilakis kendilerinin zekât vermesi gerekir. Bazıları da Hz. Peygamberin (sav.), isteyen bir kimseye verdiğini delil getirerek, nisaba malik olan kimselere zekât malından verilebileceği görüşünü savunurlar. Yine Malikî ve Şafiî’ye göre nisaptan az olsa bile, kendisine yetecek kadar bir malı bulunan kimse zengin sayılır. İhtiyacını tatmin edecek ve kendinse yetecek kadar bir mala sahip olmadığı zaman, nisabın üstünde olsa bile, o kimse zengin sayılmaz, binâenaleyh zekât alabilir.[218]

Burada kendilerine verildiği zaman zenginler sınıfına geçecek olan kimselerin durumu ortaya çıkıyor. Acaba bunlara zekât verilecek mi, verilmeyecek mi, bu konuda ihtilaf edilmiştir. Bir kimseye iki yüz dirhem zekât vermek mekruhtur. Ebu Hanife, zekât nisabını aşacak bir şekilde vermeyi doğru bulmaz.[219]

   

       İslam Düzeninde Ekonomik Farklılık 

 

       İnsanların yüz görüntüleri ve simaları ne kadar farklı ise onların çalışmaları, iş hayatları, düşünce ve bilgi üretme kabiliyetleri ve çevreye uyum sağlamaları da o kadar farklı olur. Çünkü herkes kendi yaratılışına-kabiliyetine göre iş yapar.[220] Onun için insanlar birbirinin kopyaları olamaz. Farklılıklar, bize göre rahmettir ve bir zenginliktir. Sanki sosyal uzviyet dediğimiz toplumu meydana getiren farklı birey-organlardır. Oysa Rönesans medeniyeti insan merkezli olmayıp eşya-makine merkezli olduğu için biyonik ve mekanik bir insan tipi ortaya çıkmıştır. Doğal olarak hukuk da ekonomi de buna göre şekillenmiştir. Buna göre evlenme yaşı ve kanunu, ayni işe aynı ücret, gelire göre vergi gibi ve buna benzer bir sürü teori ve uygulamalar, hep bu zihniyetin ürünleri olup bunlar bireylerin şahsi ve zati meziyetlerini törpüleyip tüketmiştir. Böylece ortaya sanki robot bir insan ve robot bir toplum çıkmıştır. O sebeple yabancı bir medeniyetin ürettiği terimlerle İslam düzenine ve İslam ekonomisine varılamaz. Makineleşmiş bir hayatın, makineleşen ortamında aslında eşit parçalar haline getirilen insanlarda farklılıkları düşünüp kabul etmek, abesle iştigaldir. Ama bize göre bu yanlış bir algıdır, biz buna hayır diyoruz. Çünkü insan bu değildir, toplum ise hiç değildir. Zira bu bize makinenin dişlileri arasında ezilmiş ve kişiliğini yitirmiş, kendisini kaybetmiş, adı insan olan bir demir parçasını göstermektedir. Bize göre birey ve her birey farklıdır; bireyleri olduğu gibi algılamak gerekir. Kadın ile erkek de farklıdır. Her aile farklıdır ve her yerleşim birimi farklıdır. Her bir toplum farklıdır, farklı bir yanı vardır. Yani bunlardan hiçbirisi diğerinin aynısı değildir. Bunun için de tüm bireyler, toplumlar ve yerleşim birimlerine göre iş bölümü ve özellikler vardır. 

Mesela “Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz. Ana-babaya, hısımlara, yetimlere yoksullara iyilik edin. Namazı kılın, zekâtı verin”[221] ayetinde aile dayanışmasından bahsedilmektedir.

           Ayetin aslında geçen zi’l-kurba kelimesi yakın akrabalar demektir. Yakın akrabalara biri bedeni, diğeri de mali olmak üzere iki türlü yardım yapılabilir. Bunun birine hizmet yardımı, diğerine de mali yardım diyebiliriz. Bu nafaka yardımı daha çok erkek akrabalara, hizmet yardımı ise daha çok kadın akrabalara yüklenmiş bir borçtur. Bu hususta erkeklere düşen vazife kadar kadınlara da görev düşmektedir.[222] Nafaka verme görevinin erkekler üzerine olduğunu gösteren ayetler de vardır.[223] Çocuk bakımı[224] ekmek yapımı, yemek pişirmesi ve ev işlerinin de kadın üzerinde bir görev olduğu da Hz. Peygamberin Hz. Ali ile Fatıma arasında görev taksimi yapmış olmasından anlıyoruz. Buna göre Hz. Fatıma iç hizmetleri ev işlerini yapacak, Hz Ali de dış işleri yapacaktı.[225] Bu iş bölümü bazı İslam hukukçuları tarafından da tespit edilmiştir.[226] Fakat kadının hizmet yükümlülüğü yoktur veya vardır konusunda fıkıhçılar ihtilaf etmişlerdir. İmam Malik, Şafii ve Ebu Hanife kadının çalışma mecburiyeti yoktur, derler.[227] Bu hususlar zaman ve zemine, kültür, adet, gelenek ve göreneklere göre değişebilecek olan hususlardır, diyebiliriz. Mesela bugünkü düzenlerde bu yakınlar kurumunun görevleri hastalık veya malullük sigortaları ile karşılanmaktadır. Anlattığımız üzere İslam ekonomik düzeninde hastalık veya malullük sigortasının yerini yakınlar kurumu almaktadır, diyebiliriz. Ancak burada önemli olan fark, bu muhtaçların akrabaları tarafından bakılmalarının şart olduğudur.

   Ekonominin bir taraftan biri bireysel, diğeri de toplumsal olmak üzere iki kanadı bulunmaktadır. Diğer taraftan da birisi üretim, diğeri de tüketim olmak üzere önemli iki yönü vardır. Başka bir yönden de bir tarafta kadın varsa öbür tarafta da erkek vardır. Tebliğcimiz, İslam’da aile reisi, erkektir demiştir. Hâlbuki bu hususta hiçbir delil mevcut değildir.  

          Ekonominin bunlardan başka bir özelliği de üretim, bir toplum içerisinde hemen hemen herkesin katkısıyla yapılmakta, tüketim ise aileler tarafından yapılmaktadır. Üretim demek, insanların ihtiyaçlarını tatmin edecek malları yani yiyecek, içecek ve giyecek maddelerini üretip dışarıdan eve getirmek demektir.

           Çocuk doğurma yetisi olmayan ve bebeğe süt verip emzirme kabiliyeti bulunmayan erkeğe bunun karşılığında üretim yapma ve aileyi-toplumu koruyup kollama görevi verilmiştir. Bu görevleri için de erkek kadına göre daha güçlü yaratılmıştır. Bununla beraber kadın da erkek gibi çalışabilmekte ve üretime katkı yapıp kazanmaktadır. Çalışan kadın, hak ve ücret alma konusunda erkeğe eşittir. Yalnız o, eğer evli ise çalışmak zorunda değildir ve olmamalıdır. Çalışsa bile kazandığı kendisinindir[228] ve evin giderlerine katılma mecburiyeti yoktur. Aile giderleri yeme, içme, giyme ve barınma gibi masraflar koca üzerinedir.[229]

       Ortak işlerden ev işleri ve kadının bileceği işler, kadının başkanlığında, dışarıdaki işler ve erkeğin bileceği işler ise erkeğin başkanlığında istişare ile yürütülür. İslam’da evin ve ailenin kişiliği yoktur. Bugün bilhassa belediyelerin yaptığı gibi haneye göre iş yapılmaz, ev muhatap alınmaz. Ayetlerde[230] bir muamele için evin sahiplerinden bahsedilir ve ikinci şahıs muhatap olarak evin sahiplerinden söz edilir. Mesela şu ayette “Allah’ın rahmet ve bereketi sizin üzerinize olsun (Ey) ev halkı”[231] diye hitap edilmektedir. Onun için İslam düzeninde bir kişilik sahibi olarak ev temsil edilmez ve ev nazarı itibara alınarak bir muamele yapılmaz. Elektrik ve su dağıtımı ve bedelleri eve göre değil, içinde yaşayan kişilere göre verilir. Onun için temsil etmek üzere evin temelli bir başkanı olmaz ve ev halkı karı-koca olarak bazı işleri aralarında ittifakla kararlaştırırlar. Kadına ait olan işlerde kadın, erkeğe ait işlerde ise erkek karar verir ve evde hıdane hakkı kadının[232] dışarıda vesayet görevi ise erkeklerindir. Mesela çocuğun sütten kesilmesi gibi, her ikisini ilgilendiren konularda ise karı-koca ikisi aralarında anlaşarak karar verirler.[233]

       Kuran’da "Kadınların meşru hakları kadar, vazifeleri de vardır. Erkeklerin hakları, kadınların vazifelerinden fazladır"[234] buyrulur. Ayetin orijinalinde geçen leh ve aleyh kelimeleri hak ve vazifeye delalet eder…Meseleye bu açıdan bakmayan kimseler, tercüme ve tefsirlerinde üstünlükten bahsederler. Erkek kadından bir derece üstündür, derler. Hâlbuki ayette i h t i b a k sanatı vardır. Yalnız kadının hak ve vazifesinden değil, aynı zamanda kocanın da hak ve vazifesinden bahsedilmektedir. Ancak erkek kelimesi birinci cümleden ikinci cümlenin karinesi ile hazfedilmiştir. Sanki ayette kadınların erkekler üzerinde hakları olduğu gibi, erkeklerin de kadınlar üzerinde hakları vardır, denilmiş gibidir. Yalnız karı ile kocanın hak ve vazifeleri arasındaki benzerlik, yapacakları işin cinsinde değil, vücub ve gerekliliğindedir. Meselâ kadın ekmek yapıp yemek pişirdi diye koca da aynı şeyi yapacak değildir.[235]

           İslam toplumunda kadınlar ve erkekler vardır; karılar ve kocalar vardır. Bunları karıştırmamak gerekir. Mesela kadın ve erkeklerden bahseden ayeti[236] kastederek tebliğci, “İlgili ayetin tefsirinde ise; erkeğin maddi özellikleri ve ekonomik rolü göz önünde tutulduğunda aile reisi olma durumu “doğal” olarak değerlendirilmekte ve reise itaatin ilahi talimata itaat demek olduğuna dikkat çekilmektedir.”, demiştir. Hâlbuki bu ayet, karı-koca arasındaki hukuku değil, toplumdaki erkeklerin kamu adına kullanabilecekleri hak ve yetkilerinden bahsetmektedir. Çünkü Kuran dilinde karı-koca zeker ve ünsa’dır, zevcün ve zevcetündür, ba’l de eş demektir. Buna göre rical ve nisa ise toplumdaki kadınlar ve erkekler demektir.  Aslında karı ile koca arasında hukuksal bir durum da yoktur. Kocalar hanımlarına değil, toplumdaki erkekler yine toplumdaki kadınlara kayyumdurlar, yani koruma ve kollama görevlerini yaparlar.[237], veli ve hâkim değildirler Kuranda hizmet alan hizmet verene eşittir.                  

           Ekonomi çarkı sadece salt hukuksal tedbirlerle çalışmaz, aynı zamanda iktisadi denge ve sosyal güvenlik desteklerine de ihtiyacı vardır. Onun için fakirler, bir taraftan vergi ödemezken, fakat buna rağmen diğer taraftan bütçeden kendilerine ayrılan hisselerini alıp faydalanırlar.[238] Böylece toplumda sosyal barış sağlanmış olur.

            Tüm kamu imkânları herkese bedelsiz ve bedavadır. Seyahat bedava, telefon bedava, elektrik bedava, su bedava, ısınma bedava ve tüm sağlık hizmetleri bedavadır. Tam olmasa da İslam düzeninde üretimde liberalizm, tüketimde ise komünizme benzer bir durum vardır, diyebiliriz.[239]                                                          

              İslam’ı ilkel görmek isteyenlerin beğenmedikleri hususları dört grupta toplamak mümkündür. Kadın-erkek konuları, Kölelik meselesi, Cezaların ağır olması ve hizmette iş bölümü ve tasnif yapılmasıdır.

          1- Bireysel ihtiyaçlar, daha çok evde giderilir; evde yeme içme, giyme, barınma problemleri ve buna benzer işler vardır. Beslenme konusu, yemek yapma, yemek pişirme, sofra hazırlama, sofrayı kurup kaldırma bile zaman alan bir iştir. Bu hizmetler örfe bağlı işler olmakla beraber, İslam geleneğinde kadınlar tarafından yerine getirilmesi bir gelenek haline gelmiştir, diyebiliriz. Yukarıda açıkladığımız gibi, Hz. Peygamber, Hz. Ali ile Fatıma arasında görev taksimi yapmış, buna göre Hz. Fatıma’ya ev işleri, Hz Ali de dış işleri yapma görevi düşmüştür.[240]

          2-İnsan için temizlik de bireysel ihtiyaçlardan biri olup aile bireylerinin, evin, odaların, ev eşyasının, çamaşırların, elbiselerin ve buna benzer şeylerin temizlik işleri vardır. Mesela evin içi devamlı olarak temizlenip süpürülmesi gerekir.

           3-Kadının erkekten farklı olarak yaptığı bir iş vardır ki, o zaten sadece kendisi başlı başına bir iştir. Hamile olmak, çocuk meydana getirmek, bebeğe süt verip beslemek, çocuk aklı başına gelinceye kadar onunla her zaman ilgilenmek gibi işler de evde bir görevlinin yani anne-kadının bulunmasını gerekli kılmaktadır.  

           4-Evde sadece bakıma muhtaç bebek ve çocuklar bulunmaz; yaşlılar ve hastalar da en az bebek ve çocuklar kadar bakıma muhtaçtırlar. Zamanımızdaki huzur evleri, İslam düzeninde ancak mirası devlete kalacak olan hasta ve yaşlıların yuvası olabilir. Kendisine miras düşen kimseler, yakınlarına bakmak zorundadır.[241] Eğer onlar fakir iseler, devlet bütçesinden bakım ücreti alabilirler.[242]

         Bu üzerinde durduğumuz hizmetler, hem birey ve hem de toplum açısından en az üretim kadar önemli olan hususlardır. Üretim toplu olarak yapıldığı için işe bazen gidilse, bazen de gidilmese işler yürüyebilir. Fakat ev işleri ve evde yapılan hizmetler böyle değildir, onların sürekli bir şekilde yapılması gerekir.

           İslam’da sorumluluk, kişiye aittir, ferdidir[243] onun için kolektif sorumluluk yoktur.[244] Aile içinde de bir iş bölümü söz konusudur. Ev ve içişleri yani bireysel ihtiyaçlar için yapılacak işler, kadına, dış işleri de erkeğe aittir.[245] Bunu ahlaken yanlış görebilirsiniz. Ancak ekonomi ilmi bu konuyu yalnız ekonomik açıdan incelemelidir. Çünkü burada kadınların erkeklere, erkeklerin de kadınlara karşı bir üstünlüğü söz konusu değildir. Sadece kabiliyet ve yaratılışa göre bir iş bölümü yapılmıştır. Bununla beraber kadın da ekonomik faaliyetlere katılmakta, istediği takdirde çalışmakta, ücret ve kredi almakta, sosyal güvenlik dayanışmasından yararlanmaktadır. Bu yukarıdan beri saymaya çalıştığımız kadın üzerine düşen vazifelerin, onun sadece bir çeşit ortaklık olan aile içerisindeki görevleri olduğunu tekrar ifade etmek isteriz.         

        Köleler yani esirler meselesine gelince, mesela bir devlet, bir devleti yıkıp soy kırımına uğratmak istiyor. Bu amaçla ona savaş açıp saldırıya geçiyor. Savaşta saldırıya uğrayan devlet, galip gelip karşı tarafı affetse, saldırgan hazırlanıp bir daha saldırsa, o yine affetse, tekrar saldırsa bu taraf hep savunmada mı kalacak? İşte o zaman bu taraf, o tarafın halkını esir ederek asimile yoluna gidebilir. Yenik düşen halk, galip olan devletin ailelerine verilir, eğitimden geçirilir, topluma uyum sağlayacak seviye ve duruma gelince onlar, vatandaş olma hakkını elde ederler ve serbest bırakılırlar. Müslümanların tarihte genel olarak uyguladıkları köle statüleri budur ki, bu yol bizce bugünkü esaretten bin kat iyidir, diyesim geliyor. Amerika’nın Guantanamo esir kampındaki esirlerin bir istek bildirme, söz söyleme, davalı ve davacı olma hakları var mı? Onlara yapılan işkence bugün bütün insanlığın gözü önünde cereyan etmektedir.  İslam hukukunda kölelerin hukuku, hakları ve vazifeleri vardır. Onlar tüm medeni haklara sahiptirler, sadece üzerlerine bir tapu edilmez, çocuklar gibi kısıtlı olup siyasi hakları yani mülk ve milk hakları yoktur.[246]

            Kuran’da kadın olsun erkek olsun mümin bir köle, yine kadın olsun erkek olsun Allah’a ortak koşan hür bir kimseden daha değerli­dir, buyrulmuştur.[247] Hür-köle farkı gözetilmeksizin “Müs­lü­manlar kardeş­tirler”[248] Hadislerde bu kardeşlik ilkesine daha da açıklık geti­rilmiştir: “Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giy­diğinizden giydirin. Ağır bir iş yüklemeyin; yüklerseniz onlara siz de yardım edin”[249]; “Kölelerinize, kölem, cariyem de­me­yin; oğlum, kızım deyin”[250] Hanefilere göre bir köleyi bilerek haksız yere öldüren kimse, ölümle ceza­landırılır. Malikilere göre de efendisi tarafından dövülerek sakatlanan köle, hâkim kararıyla özgür yapılır. Nitekim bir hadiste, “Kim kölesini döverse onun cezası, kölesini azat etmekle yerine getirilir”[251], buyurulmuştur.

İslam düzeninde insan kesinlikle bir mal ve eşya seviyesine indirilmemiştir ve indirilemez. Hâlbuki Roma Hukukuna göre kölelerin şahsiyeti yoktur. Köle bir mamelektir ve canlı bir resden-maldan ibarettir. Onlar hiçbir zaman şahsiyetli, personarum sayılmazlardı.[252] Kuranı Kerimde muttaki kimselerden ve onların özelliklerinde bahsederken “Onlar kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler.”[253], buyrulmuştur. Burada “Rızıklandırdığımız şeylerden” denilmiş de; rızıklandırdığımız kimselerden denilmemiştir. Böylece bu ifade, rızık olarak yaratılan şeylerin eşya olduğunu ifade eder. Bu ma harfi, ellezi ism-i mevsulünün nekresidir. Yalnız maarife olan ellezi kelimesinin erkeği, dişisi, tekili ve çoğulu bulunmadığı halde bu “ma” harfinin şuurlu olanı vardır. Bu ise men kelimesidir. Yani “ma” kelimesi şuursuz varlıklar, eşya ve nesneler için kullanılır.[254] Buna göre insan asla mal gibi muamele göremez. Zira insan, sahip ve malik, eşya ise mal ve mülktür. İslam hukukunda insanın şahsiyeti, ana rahmine düşmekle başlar ve ölümle sona erer.[255]  Ölüm dışında insanın şahsiyeti elinden alınamaz. Kölelik ve ücretli işçi olmak, hiçbir zaman şahsiyeti ortadan kaldırmaz. İslam hukukunda bir köle sahibi ile sözleşme yapma yetkisine sahiptir.[256]  

Hz. Pey­gam­ber savaş durumu dışında, hür bir insanı yakalayarak köleleştirmeyi yasaklamıştır. İslâm dini, savaş veya doğum yoluyla süren köle­liğin hafifletilmesini ve zamanla ortadan kaldırılmasını sağlamaya yönelik olarak da tedbirler almıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de[257] ve hadislerde[258] gönüllü olarak köle azat etme işi, en değerli ibadetlerden sayılmıştır. Bazı suçların ve hatalı davranışların günahlarından temizlenmek için köle azat edilmesi şart koşulmuştur. Kur’an-ı Kerîm’e göre bir köle öz­gürlüğünü kazanmak amacıyla kendi bedelini ödeyerek anlaşma yapmak (kitabet) isterse, efendisi bu teklifi kabul etmeli ve ödeyeceği bedeli kazan­ması için ona süre tanımalıdır.[259]

             İslam hukukunda köleler, bütün medeni haklara sahip olup yalnız seçme, seçilme, mal ve insanları yönetme yani mülkiyet ve milkiyet haklarına sahip değildir. Onun için diyebiliriz ki, bugünkü esaret uygulaması bile İslam’ın köle hukukundan daha aşağılardadır.[260]       

             İslam düzeninde cezalar, ancak suçlar ispat edilip kesinlik kazanırsa verilir ve ispat etmek için de asla ve kesinlikle işkenceye izin verilmez. Bundan dolayı cezalar ağırdır. Mesela bir hırsız aldığı şeyi gizlemeyip ben aldım diye itiraf etse buna gasp denir ki, o bu malı geri verir ve İslam’da bunun başka bir cezası yoktur.[261] Mesela zina yapanlar, biz evliyiz deseler, onlara da bir ceza verilmez. Biz İslam ceza sisteminin çok adil bir hukuk sistemi olduğuna inanıyoruz.    

           Burada konumuz ceza hukuku olmamakla beraber söz buraya gelmişken önemine binaen bir-iki cümle daha söylemek isteriz. İslam ceza hukukunda ayette de belirtildiği üzere[262] esas olan, tenkil, yani caydırıcılıktır. Yine ayette “Bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür.”[263], buyrularak İslam, ceza amel cinsindendir esasını getirmiş ve böylece bugün hemen hemen dünyanın hiçbir yerinde uygulanmayan sosyal suça sosyal ceza, ekonomik suça ekonomik ceza, hukuki suça hukuki ceza… ve siyasi suça da siyasi ceza prensibini önermiştir. Böylece bu prensip, aynı İslam ekonomisindeki “Her malın gerekli olan vergisi, kendi cinsindendir.”[264], esasına benzemektedir, diyebiliriz. Buna göre trafikteki kırmızı ışık kuralını ihlal etme cezasının para kesme olması, suça denk bir ceza olmamaktadır, diyoruz.

           Tarihte İslami yönetimlerde Müslüman vatandaşlar ile gayri Müslim vatandaşlar arasında farklı uygulamalar olmuştur. Bunun sebebi ise Kuran’daki “iman” ve “İslam” kelimelerinin tam anlamıyla yerli yerine oturtulamamış olmasıdır, diyebiliriz.

Bir sahabi şöyle anlatıyor: Bir gün Resulüllah’ın yanında bulunduğumuz sırada aniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru Hz. Peygamber'in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu ve

"Ya Muhammed! Bana İslâm'ın ne olduğunu söyle" dedi. Resulüllah (s.a.s.): "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir" buyurdu. O zat: "Doğru söyledin" dedi. Babam dedi ki: "Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu."

"Bana imandan haber ver" dedi. Resulüllah, Allah’a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır" buyurdu. O zat yine:

"Doğru söyledin" dedi. Bu sefer:

"Bana ihsandan haber ver" dedi. Resulüllah,

" Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni muhakkak görür" buyurdu.[265] Şu halde biz iman ile İslam’ı böylece Cebrail’den öğrenmiş bulunuyoruz.

İslam âlimleri bu hadise dayanarak iman ile İslam’ı ve mümin ile Müslüman’ı tarif edip açıklarken aralarında bir takım tartışmalar da olmuştur. Mesela iman ile İslam aynı şeydir; hayır iman ile İslam aynı şey değildir, farklı şeylerdir. İman amelden bir cüzdür, dolayısıyla iman ile İslam aynı şeydir. İman İslam demek, İslam da iman demektir, demişleridir. Biz ise Kuranda zikredilen her bir kök kelimeyi, kendisine mahsus, ayrı bir mana taşıyan, müstakil kişilik sahibi ve bağımsız bir anlam yüklü sözcük olarak kabul ettiğimizden iman başka, İslam başkadır, görüşünü taşıyoruz.

Şimdi de İslam âleminin kendisini “İmam-ı Azam” (en büyük hukukçu) payesiyle şereflendirdiği ve fakat zalimlerin onu zindanlarda dayakla öldürdüğü büyük insan ve eşsiz âlim Ebu Hanife hazretlerinin İman ile İslam birdir. İman İslam’dır, İslam da İmam’dır, görüşünü dile getirelim.[266] Bu anlayışa göre her mümin Müslüman olduğu gibi, her Müslüman da mümindir. Ancak Şafiiler, konuya böyle bakmıyor. Onlar Ebu Hanife gibi iman ile İslam aynı şeydir, demiyor ve buna itiraz ederek iman ile İslam ve mümin ile Müslüman farklı şeyler ve farklı kimselerdir diyorlar. Gazali de İhya adlı eserinde bu konuyu dile getirerek İslam ile imanın farklı şeyler, mümin ile Müslümanın farklı kimseler olduğunu söylemiştir.[267]

Esed oğullarından bir topluluk Medine’ye Hz. Peygamber’e gelip biz iman ettik, dediler. Bunun üzerine “Bedeviler inandık dediler. De ki: siz iman etmediniz, ancak Müslüman olduk (boyun eğdik) deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi”[268] ayeti geldi. Böylece bu ayetin zahirine bakıldığı zaman iman ile İslam’ın farklı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Diğer taraftan bir akın sırasında düşman bölgesinde bulunan bir kişi “Lailahe illallah Muhammedün Resulüllah” deyip Müslümanlara selam verdiği halde Üsame b. Zeyd tarafından, korkusundan böyle davrandığı zannedilerek, öldürülmüştü. Hz. Peygamber olayı öğrenince çok üzülmüş ve hiddetlenerek “Ey Üsame! Kalbini yarıp baktın mı, nasıl anladın onun korkudan söylediğini” buyurmuşlardır. Üsame, Hz. Peygamber durmadan bu soruyu tekrar edip duruyordu. Sonunda ben, keşki bugün önce Müslüman olmuş olmasaydım diye temenni ettim, demiştir. [269] İşte bu olayla ilgili ayette “Size selam verene-yani boyun eğdik diyene sen mümin değilsin demeyin”[270] buyrularak, iman ile İslam ve mümin ile Müslüman bir tutulmuştur. Yani iman edip İslam toplum düzeninin güvenliğini sağlayanlar, toplumu koruyup kollayanlar hem mümin ve de Müslüman sayılırlar. 

Zaman ve çağ itibariyle ya da Hz. Peygambere kadar hep tek din merkezli toplumlar olduğu için, geçmişte Müslüman ile mümin farkının farkına varılamamış ve buna göre uygulama yapılmıştır. Hâlbuki bu kelimelerin kök manalarına dayanarak imanın düzeni koruyup kollamak, İslam ise boyun eğmek, manalarına olmalarıyla bunu ekonomik ve sosyal olarak askerlik görevini yapanlar ve yapmayanlar olarak değerlendirip anlamak da mümkündür. Onun için bedel verenlerle askerlik nöbeti tutanlar arasında bir ayrım yapılmalıdır. Bedel verip savunmaya bilfiil katılmayan kimselerin yönetme hak ve yetkileri yoktur.

        Bugün iktisadi ve siyasi zulümleri, haksızlık ve adaletsizlikleri gören ilim adamları Kuran-ı Kerim’e dayanarak yeni bir düzen üretmeye çalışmaktadırlar. Bu İslam düzeni ve İslam ekonomisi üzerine yapılan çalışmalar, ilim adamları arasında daha iyi ve daha rantabl olması için tartışılmalıdır. İslam düzeninde resmi bir yorumcu ve otorite bulunmadığı için, bu konularda herkes kendi görüşünü açıklayabilir ve fakat ilimden başka bir ölçü, din temsilcisi ve görevlisi yoktur. İslam’da rahip ve ruhban sınıfı olmadığı için bu tartışmaya yetkili olan şu veya bu kişiler değil aslında isteyen ve İslam’ı bilen herkes katılma hakkına sahiptir.    

 

Sosyal İslam

 

İslami İktisadın Sınıfsal Perspektifi

 

Nilgün Hanım, sosyal İslam üst başlığının altında İslami iktisadın sınıfsal perspektifi diyerek bu konularda eleştiri getirmek değil, İslami terminolojiden bile habersiz olduğunu göstermektedir. Çünkü armut yazıp elma anlatılmaz. İslam’da sosyal hayat ile ekonomik hayat elma ile armut gibi ayrı şeylerdir.  Zira İslam düzeninde sosyal hayat ile ekonomik hayat, birey iradesi bakımından birbirinden tamamen farklı veya zıt alanlar bile diyebiliriz. Mesela anne-baba baskısıyla zorla evlendirilen gençler boşanmayı gerektiren bir sebep yoksa boşanamazlar.[271] Fakat alış-verişlerde rıza yani gönülde bulunması gereken hoşnut olma şartı ayetle[272] sabit olduğundan, mesela bir kimse bir kimsenin malını satsa veya birisine zorla mal aldırsalar kişinin bunu geri verip reddetme hakkı vardır.[273] Zor ve baskı ile istemediği halde malını satmak zorunda bırakılan veya alış-veriş yaptırılan kimse muhayyerlik hakkına sahip olur. 

 

İslam düzeninde sınıflar ve sınıfcılık yok, ancak sosyal gruplar vardır. Sınıf, aynı siyasal grup içinde aşırı imkânlara ve aşırı ayrıcalıklara dayanır. Mesela bazı işçilerin çok yüksek ücretle iş bulup çalıştıkları halde, bazı işçilerin ise karın tokluğuna bile iş bulamadıkları toplumlar ise sınıfsal toplumlardır. Halkın bir kısmının borçlu, bir kısmının da alacaklı hale geldiği ve borçluların sayıca çok olduğu bir ülke sınıf ayrımına dayanan bir ülke demektir. Hatta Akseki’nin ifadesiyle çoğunluğu meydana getiren fakir ve hatta orta halli tabaka, zenginlerin ve sermaye sahiplerinin elinde esir gibidir.[274]

    Diğer taraftan ticaret sektörü vardır. Kuranda “Onların ticaretleri kazanmadı.”[275], ayeti vardır. Tarım, sanayi ve inşaat sektörleri vardır. Kamu görevlileri vardır ve genel hizmetler vardır.  Bunlar sosyal gruplardır. Gruplara katılma serbest değilse ve bir gruptan çıkıp öbür gruba geçilemiyorsa burada sınıflı bir toplum var demektir.

İslam düzeni toplumda yalnız hukuken değil, insanların aynı zamanda fiilen sınıflara ayrılmasını, sınıflar oluşmasını önlemektedir.   

        İslam düzeninde ilmi sınıflar da oluşmaz. Tek tip ezberleme eğitim sistemi de yoktur. Halk ve öğrenciler öğretmenlerini kendisi seçer. Öğretmen de neyi öğretmek gerekiyorsa, talebeye ne öğretmek istiyorsa onu öğretir. Okumak herkesi ilgilendiren bir husus olduğu için öğretmenin maaşını devlet verir. Devlet bütçesinde bunlara müellefe-i kulüp faslından ödeme yapılır.[276] İmtihanları da devlet yapar ve hak edenlere derecelerine göre ehliyet verir. Doğuştan âlim olan bir kimse yoktur; ilim sonradan öğrenmekle elde edilir. Bilen bir kişi ise âlim sayılır. Herkes âlim olma imkânına sahip olduğuna göre bu konuda bir sınırlama getirilemez. Dinlerde de sınıf yoktur. Askerlik yapan, vergisini veren ve hakem kararlarına uyan herkes, eşit haklara sahip olurlar.

        Ekonomide serbest piyasa vardır.[277] Ayrıca zenginler sınıfı diye bir şey yoktur. Zenginler bir dernek ve cemiyet altında toplanarak ayrı bir sınıf meydana getiremezler. Kuranda “ğani” kelimesi sahih çoğul kalıbında değil, hep kırık çoğul kalıbında “ağniya”  şeklinde gelmiştir.[278] Böylece bir zenginler sınıfın oluşmaması için bütün hukuki tedbirler alınmış bulunmaktadır.  

Bize Göre İslam Toplumunda Siyasi Bakımdan Dört Grup Vardır:

       a) Hakem kararlarını kabul etmeyen, kimseler müşrik sayılıp bunların İslam düzeninde yerleşip eyleşme hakları yoktur. Bunlar ya ülkeyi terk ederler, yani sürgün cezası verilir[279] veya hakem kararlarını kabul ederler. 

        b) Hakem kararlarını kabul etmekle beraber savunma hizmetlerine katılmayan kimseler. Bunlara Mümin olmayan kimseler denilebilir. Biz böyle kimselere dokunmayız ama diğer insanların ve vatandaşların da hak ve hukukunu korumak zorundayız. Onun için ülke savunmasına bilfiil katılan ile katılmayan aynı tutulmaz.  

      c) Savunmaya malen katılıp bedel ödeyen kimselerdir. Bunlara Müslim adı verilebilir.

     d) Müminler ise bedenen savunmaya katılıp bilfiil askerlik yapan kimselerdir. Bunlar ülkeyi bekleme nöbet görevlerini yerine getirirler ve kendi rızaları ile savaşa katılırlar. Onun için ülkeyi yönetme hak ve vazifesi sadece bunlara ait olur. İslam düzeninde yönetme hak ve vazifesi bürokratlara ait bir iş değildir.

     Görüldüğü gibi burada sınıflaşma yoktur. Çünkü herkes her zaman bir üst tabakaya geçebilir.  İslam düzeninde sosyal tabakalaşma vardır; fakat sosyal sınıflaşma yoktur.

  Kadın ve erkek arasında ise sosyal gruplaşma vardır;  sosyal tabakalaşma yoktur.

   İnsanlık ülkelere, ülkeler illere, iller bucaklara, bucaklar da ocaklara ayrılmaktadır. Her bucağın sakinleri tarafından sağlanan imkânlar vardır. Bu imkânlarla mesela örnek olarak söylemek gerekirse su getirilmektedir. Yahut elektrik sağlanmakta ve sonra da bu bucak halkına sunulmaktadır. Bu imkânlardan yararlanma sadece o bucak sakinlerine ait olur. Böylece bir bucak halkı başka bucak halkından ayrıdır ve bir sosyal grup oluşturur. Ne var ki bunlar asında tabakalaşma yoktur. Bucaklar arasında göç de serbesttir. Dolayısıyla sınıflaşma da yoktur. Burada gruplar var ama sınıflar yok, tabakalar da yoktur.

      Bunun gibi mesela her partinin tüzüğü ayrıdır. O partiye mensup olanlar sözleşmelerine göre hak sahibi olurlar ve buna göre de görevleri olur. Elbette başka partiler de olacak ve onların da ayrı ayrı sözleşmeleri olacaktır. Onların hal ve hareketleri, hak ve vazife anlayışları ve uygulamaları da sözleşmelerine uygun bir şekilde olacaktır. Burada böylece gruplar var; ama sınıflar yok ve sınıfcılık oluşması da yoktur.

      Görülüyor ki, tabakalaşma ve gruplaşma olmadan sosyal yapı oluşmaz. İnsan hayatında istenmeyen ve kabul edilmeyen şey sınıflaşmadır. Biz sınıflaşmayı şöyle tarif ediyoruz: Sınıflaşma, toplumda sınıflar oluşturma, eğer birinden diğerine geçme imkânı olmayan tabakalaşmış toplumlar bize göre sınıflı tabaka gruplarıdır.

       Bu konuda dikkat edeceğimiz husus, kadın ve erkekler arasında bir tabakalaşmanın olmamasıdır. Bu da haklar kadar görevlerin var olmasıdır. Herkese eşit görev verilecek diye bir şey yoktur. Yani insan ve İslam düzeninde eşitlik ilkesi yoktur. Yalnız herkes kendi ehliyetine göre yapabileceği işleri ve görevleri alır. Yine herkesin, görevi kadar yetkisi, yetkisi kadar görevi ve yetkisi kadar da sorumluluğu vardı. O, sorumlu olduğu kadar da hak sahibi olur. İşte kadın erkek ilişkilerinde böyle bir kural getirilmiştir.

       Kölelik meselesine gelince; köleler boşuna köle edilmemişlerdir. Bunlar yani savaş neticesinde esir edilmiş toplum, baştan savaşa sebep olmuşlardır yani savaş çıkarmışlardır. Bundan dolayı da suçludurlar. Bunların suçlu oldukları da mağlup olmalarıyla bilinmektedir. Eğer bunlar haklı olsaydı galip gelirlerdi. Bununla beraber İslam düzeninde köle olanlar, istedikleri takdirde her zaman kendilerini hür hale getirebilirler. Çalışıp kazanırlar ve savaş tazminatını öderler böylece hür hale gelirler. Kuranda ve fıkıhta buna teknik kelime ile mükatep adı verilmektedir.[280]    

Burada eski Diyanet İşleri Başkanlarından merhum Ahmet Hamdi Akseki'nin  çalışıp kazanmak, mal ve mülk sahibi olup zengin olma ve servet hakkındaki düşünceleri ile insan ürünü sistemlerin ne kadar zararlı olup her türlü sıkıntıdan kurtuluş çaresinin İslam esaslarında olduğu hakkındaki fikirlerini açıklamakta fayda vardır. O bu konuda şöyle diyor:

 "İslam fıtrata dayanan bir din olduğu cihetle ferdi ve içtimai tekâmüle hizmet eden her türlü sebeplere başvurmayı meşru olarak kabul etmiş ve iktisadi tekâmül için her fert üzerine çalışmayı da farz kılmıştır. Bu uğurda bütün tabiat kuvvetlerinden istifade etmek kudretini de bahşetmiştir. Eşyada asıl olan ibahadır kaidesi külli bir esastır… Her insanın istediği kadar zengin olması, mal ve mülk edinmesi meşrudur. Mülkiyet ve tasarruf hakkı taarruzdan masundur. Bunlara tecavüz, insanın tabii ve zati haklarına tecavüz sayılır… Kendi servetinde memleketin muhtaçları için bir hak olduğunu kabul etmeyen bir kapitalist ne ise, Allah'ın tayin eylediği hudutta durmayan ve bütün sermayeyi hırsızlıkla ve zorla almış bir mal sayan,  arazi hiçbir insana mülk olamaz diyen, komünizm de odur. İslam iktisadi esaretten ve mali tahakkümden doğan içtimai hastalıkları bir dereceye kadar önlemiştir. Garp ve şarkta bugüne kadar, birbirine aykırı olan içtimai meslekler yüzünden ne kadar kan döküldüğü ve hala dökülmekte olduğu herkesin malumudur. Kapitalizmin fenalıklarını ortadan kaldırmak isteyen mesleklerin dünyada doğurduğu mihnetlerin, ıstırapların bir türlü önüne geçilememiş ve beşeriyetin ıstırabı her gün biraz daha artmıştır. Milletlerin akılları tarafından buna esaslı bir çare bulunmasını candan arzu ederiz. Fakat hemen ilave edelim ki, bunun yegâne çaresi Müslümanlık esaslarını ciddi bir suretle incelemekle elde edilecektir."[281]

 

İslam Ekonomisinde Endüstri İlişkileri

 

Maalesef bu tebliğ, okuyucuya yazarın araştırmasını yaparken işine yarayacak eleştirel malzeme ve materyalleri topladığı ya da İslam’ı bilmediği için zayıf veya yanlış görüşleri derlediği imajını vermektedir. Mesela onun şu ifadeleri, İslam terminolojisine hiç uymayan deyimlerdir: İslam iktisadının genel sınıfsal perspektifi, devletin sınıfsal konumu tanımlanırken, devletin çalışma hayatındaki düzenleyici rolü, sınıflar arası adaleti sağlamak yerine Müslüman kimliği merkezli bir adalet arayışına indirgenmekte ve endüstri ilişkileri konusunda ekonomik temelli bir anlayışın benimsenmediği görülmektedir, “ümmet kardeşliği”.

İslam ekonomisi hakkında değil genel sınıfsal bir görüntü vermek, sınıflılığın ne özelinden ve ne de varlığından bahsetmek kesinlikle mümkün değildir. Çünkü Hz. Muhammed, “İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittir; hiçbir kimsenin başkası üzerinde, Allah korkusu müstesna, üstünlüğü yoktur.”, buyurmuşlardır.[282] Ahmet Hamdi Akseki de “İslam, imtiyazlı bir sınıf kabul etmez. Onun nazarında her fert hür ve eşit olarak doğar.”[283], demiştir.

 İslam toplumunda devlet veli olduğu için[284] aynı bir aile gibi tüm vatandaşlarına aynı yakınlık ve aynı uzaklıkta olup herkese aynı muameleyi yapar. Çünkü ayette topluma gelip katılmayan böylece devletin sınırları dışında kalan kimselerin bu velayet hizmetinden mahrum kalacakları ifade edilmiştir. Zira Mekke’den Medine’ye hicret etmeyenlere bu hüküm getirilmiştir.[285] Onun için İslam devletini sınıfsal davranış içerisinde olduğunu söylemek asla mümkün değildir. İslam toplumunda fakirler ve zenginler vardır. Ancak zenginler, devlete vergi (zekât) veriler, fakirler ise devlet bütçesinden kendi paylarına düşen hisselerini alırlar.[286] Yani böyle davranma işi, devleti yönetenlerin istek ve arzularından değil, İslam nizamının ve İslam düzeninin bizzat kendisinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca “devletin çalışma hayatındaki düzenleyici rolü”nden bahsedilmiştir. Bu da tamamen yanlış bir ifadedir. Bir defa devlet sosyal bir olaydır. Sosyolojik olaylarla ekonomik olayların ayrı ayrı alanlar olduğunu yukarıda söylemiştik. Onun için İslam düzeninde ekonomik olayların aktörlerinin millet olduğunu bildirmeliyiz. Hem o kadar ki, bugün olduğu gibi, merkantilist dönemden kalma üretim için belediyeden veya bakanlıklardan izin alma diye bir şey asla yoktur. Çünkü İslam düzeni demek, İslam ekonomisi demek, dengeler dünyası demektir. İslam’da para devletin ise, para, kredi ve vergi işlerini devlet bakarken, mal üretme, pazarlama ve fiyat meselelerine de millet bakar. Mesela ticari hayatta herkes kendi rızasına göre, gönlünce hareket eder.[287] O yüzden İslam düzeninde çalışma ve iş hayatına, mal alım, satımı ve ticarete asla müdahale edilmez. Mesela normal şartlar altında narh koyma yoktur ve böyle bir şey en azından mekruhtur.  Kuranda “Allah, alış verişi helal, faizi ise haram kılmıştır”[288] buyrularak, İslam ekonomisinin hem kapitalizm ve hem de komünizmden farklı olduğu, birisinde bunların her ikisi de serbest iken, diğerinde ise her ikisi de yasak olduğu halde, bu ayette İslam’da kar ve ticaretin serbest, faizin ise yasak olduğu bildirilmiştir. Böylece İslam ekonomisi, diğerlerinden ayrılmış bulunmaktadır. Başka bir ayette de “Ey iman edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret dışında haksız sebeplerle yemeyin”[289] buyrularak, serbest piyasa ekonomisine işaret edilmiştir. Çünkü mal alım satımında taraflarda karşılıklı “rıza” şartı aranmaktadır. “Rıza” ise Taberi’nin dediği gibi, gönülde meydana gelen hoşnutluktur.[290] Bu ise ancak arz talep dengelerinin kendiliğinden kurulduğu, üretim ve tüketime müdahale edilmediği bir sistemde ve piyasaya baskı yapılmayan, hele taban ve tavan fiyatlarını belirlemeyen ve hükümetler tarafından narh konulmayan bir serbest ekonomi alanında gerçekleşebilir. Ancak burada serbest piyasa ekonomisi derken de İslam ekonomisinin bütün alan ve katmanlarıyla nevi şahsına münhasır, süi jenerist bir sistem olduğunu söylemeliyim. Mesela Hz. Peygamber, fiyatlar yükseldiği zaman sahabilerin narh koy ya Resulüllah taleplerine karşı   “Fiyat koyan, kıtlık ve bolluk yapan Allah’tır”,[291] buyurarak böyle bir şeyin mümkün olmadığını bildirmiştir.[292]

İslam adalet konusunda, sadece hukuki adalet değil, ekonomi olsun, sosyoloji veya politik adalet olsun ya da hangi konuda adalet olursa olsun, isterse kendi aleyhimize olsa bile adaleti gözetmemiz gerektiği emredilmiştir. Onun için ayette şöyle buyrulmuştur: “Ey inananlar, kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik yaparak, adaleti ayakta tutan kimseler olunuz. [293] O sebeple adalet söz konusu olunca İslam düzeninde şu veya bu sınıf denilmediği gibi, ana-baba ve akrabalar bile adaleti aşamazlar. Bundan dolayıdır ki, yazarın “sınıflar arası adaleti sağlamak yerine Müslüman kimliği merkezli bir adalet arayışına indirgenmekte” sözünün adil olması gereken bir ilim insanına hiç yakışmadığını ifade etmeliyim. Çünkü İslam’da insan olgusu anlayışı vardır; inansın, inanmasın herkesin hukukuna saygı vardır ve adaletin gözetilmesi gerekir. Onun içindir ki, İslam’ı ve İslam düzenini iyi ve doğru anlayan büyük âlim Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır değerli eserinde “Kâfirin küfrü, hukukuna tecavüzü mübah kılmaz.”, demiştir.[294]   

  “Ümmet Kardeşliği” meselesine gelince, İslam’da tabii ki, iman kardeşliği ve İslam kardeşliği vardır. Çünkü Kuranda “Müminler ancak kardeştirler.”, buyrulmaktadır.[295] Fakat yazarın bu ümmet kardeşliği ifadesi sanki ümmetçiliği çağrıştırmaktadır. Hâlbuki ümmetçilik fikri geçmişteki imparatorluk olgusundan kaynaklanmış ve tek bayrak altında toplanma gibi bir imaj yansıtmaktadır. Hâlbuki ayette bu düşüncenin alternatifi olarak “(Ey peygamber) sen sadece bir uyarıcısın; her kavim (devlet,  millet ve toplum) için ise bir yol gösterici-yönetici vardır.”[296], buyrulmuştur.

İster bireyci ve ister toplumcu görüş olsun işçi meselelerini, İslam kadar çözüm getiren beşeri bir ideoloji tanımadığımızı ifade etmeliyiz. Mesela sermaye ve emeğe dayalı bir ticaret veya üretim ortaklığında taraflar, sözleşme esas olmakla beraber normal şartlar altında % 50 ve %50 bir bölüşüm gerçekçi değil midir? Mesela İslam hukukunda mudarebe şirketi adı verilen bir ortaklık var olup karın yarı yarıya olduğundan bahsedilir ki[297] bu böyle bir sermaye-emek ortaklığından ibarettir.[298]  

Çalışma ve iş hayatında bize göre İslam ekonomisinde bir çocuk 10 yaşında çıraklığa başlamalı. 15 yaşına geldiği zaman artık o, kendi başına bir iş yapabilir ve hukuka ehil hale gelmiş ve ergen olmuş demektir. Böylece anne ve babanın ona yardımcı olma görevi bu andan itibaren sona ermiş bulunmaktadır. Artık o, mensup olduğu toplumun bir üyesidir. Onun topluma karşı hak ve görevleri, toplumun da ona karşı hak ve görevleri vardır.

a) Bir genç, vatanı bekleme konusunda bedel mi verecek yoksa nöbet mi tutacak baştan karar verir. Yani o, askerlik hizmetini yapıp yapmayacağı meselesinde kararını verir ve böylece o siyasi hak ve vazifelerini de tespit etmiş olur. Askerlik bedelini ödeyen kimse, isterse her zaman nöbet görevini yerine getirerek siyasi hak ve vazifelere de ehil hale gelebilir. Fakat nöbet görevini yapmış bir bedel ödemek isterse o, ülkeyi terk etmedikçe nöbet görevini yapanlar gibi olmaz.

b) Kadın olsun erkek olsun herkesin çalışma hakkı vardır.[299] Bunu İslam düzeninde mevcut olan faizsiz bankalardan aldığı kredilerle gerçekleştirir.[300] Ayette Allah’a karz-ı hasen veriniz, diye emredilmektedir.[301]  Bu ifade bugünkü Müslümanlara topluma-devlete faizsiz kredi vererek dayanışma ortaklığını kurun demek olur.[302] A. Udeh, İslam hukukçuları, “Allah’ın hakkı” ifadesiyle amme (kamu) hakkını, toplum yararını gerçekleştirici, toplumun genel düzenini sağlayıcı hakları kastetmektedirler, demiştir.[303]

Çalışan kimseye yevmiyesi kadar kredi verilir. İşçinin bu hakkı, hangi işte çalışırsa çalışsın o işletme tarafından kendisine verilmesi bir borç olur. Çünkü işçi kredileri, işçilere verilen bir şey olup onu onlar adına işverenler kullanır. Ücret çalışana ödenir. Ayrıca işletmeye çalıştırdığı işçi nispetinde ham madde kredisi de verilir. O ham maddeyi alır, ödemeyi ise devlet yapar ve işletmeyi borçlandırır. Kişi kendi işinde de aynı krediyi kullanır. Bu usul, iş vermeleri çoğaltacağı gibi, işçiyi de işsiz bırakmaz. Verilen kredi, ürün karşılığı olduğu için, para arttığı kadar mal da artacağından enflasyona da sebep olmaz. Onun için devlet, bu parayı nereden bulacak diye, kaynak nerede şeklinde bir itiraz da söz konusu olamaz.

c) Ayrıca çalışan kimseye tesislere ortak olarak katılma kredisi verilir. Çalışan işçi, fabrikaya bu kredi ile ortak olur ve emeğinin karşılığı olan ücretin dışında fabrikanın kira payından da yararlanır. Başlangıçta fabrikadan alacağı kira payları ile tesisin kendisi borcunu öder. Kişi, mesela 30 yaşlarına geldiği zaman çalıştığı iş yerinden kendisine kira gelmeye başlar. O, 65 yaşına girinceye kadar kira ve ücret karşılığı olan gelirlerle yaşayıp hayatını devam ettirir. 65 yaşına gelince de çalışmasına son verebilir. Bundan sonra da o, gelen kira ile geçinir. Öldüğü zaman da bu kira alma işi varislerine intikal eder. Böylece işçi varsa, kredi sahibi olduğu için iş de var demektir. Çünkü o kredisiyle işe ve iş sahibine ortak olur veya yeni bir işyeri açılabilir.

d) Demek ki, inşaat yapıp tesisler kurmak için müteahhitlerin sermaye sahibi olmalarına ihtiyaç yoktur. Müteahhitler, onları çalıştırdıklarında işçilere verilen kredilerle inşaatı yapar ve teslim ederler. İşletmeler için de sermayeye gerek yoktur. Çalışan işçilere yetecek kadar çalışma kredisi verilmektedir. Sermaye asıl tüccara gerektir. Zira İslam düzeninde ticari kredi diye bir şey yoktur. Zira tüccar kendi parası ile alıp ve kendi parası ile satacaktır. Böylece o, kar ve zarar edecektir. Bu şekilde İslamiyet, emeğin değerlendirilmesinde sanki sosyalizme yakın görünmektedir. Mübadelede yani bölüşümde de kapitalistlere yakın gibidir. Zira serbest rekabeti sağlamış bulunmaktadır. Ama bütün bunlara rağmen İslam düzeni, birey ile toplumu, sermaye ile emeği, fert ile devleti, üretim ile tüketimi, üretici ile tüketiciyi hep birlikte dengelediği için kendisine özel bir sistem olduğu açıkça görülmektedir. Yani İslam toplumunda hükümet programlarında biz üreticiye karşı tüketiciyi koruyacağız gibi cümleler olmaz. Çünkü devlet kimsenin yanında değil herkesin yanındadır, o, herkesin velisidir.

Tüccarların tekel oluşturarak üretim ile tüketim dengesini bozmamaları için de gereken tedbirler alınmıştır:

a) Burada üretime çevrilen kredi, faizsizdir. Dolayısıyla üretici, malını hemen satmak zorunda değildir. Ne zaman satarsa kredisini de o zaman alacaktır.  Böyle olunca o, tüccara karşı da güçlü hale gelmiş demektir.

b) Ambar ve nakliye masrafları zaten devlet tarafından yapılmaktadır. Böylece diğer taraftan ticaret yapmak da kolaylaştırılmış bulunmaktadır. Herkes ticaret yapma imkânına sahip olduğu için de ticari hayatta serbest rekabet tam anlamıyla sağlanmış hale gelir.

c) Küçük sermayelerden vergi alınmazken büyük sermayelerden % 2,5 (yani kırkta bir) sermaye vergisi alınır. Yani tüccar, zarar etse bile kırkta bir vergisini vermek zorundadır. Bu vergi sistemi ve azalan verim kanunundan dolayı azami sermaye kendiliğinden sınırlandırılmış olmaktadır. Böylece de ticarette tam rekabet düzeni sağlanmış olmakta ve büyük balıklar küçük balıkları yutamamaktadırlar. Çünkü tüccar yılda % 2,5 kazandığı zaman doğrudan devlete çalışmış, %2 kazandığı zaman sermayesi yüzde yarım küçülmüş ve % 5 kazandığı zaman da sermayesi % 2,5 büyümüş olur.

d) Depo edilen mallar için selem senetleri çıkarılmakta[304] böylece senetlerin satışı ile fiyatlar da dengelenmektedir.

Demek ki, çalışana kredi verme sistemiyle işçi, patrona karşı güçlendirildiği için ücretlerde pazarlık yapma imkânı ile tam serbest rekabet sağlanmış olur. Böylece siyasilerin müdahalesi ile başka bir ücret talebine ihtiyaç kalmaz. 

Sermaye, tesis, depolama ve nakliye işleri sosyalleştirildiği için ticarette de serbest rekabet sağlanmış bulunmaktadır. Böylece fiyatlara müdahale etmeye de artık ihtiyaç kalmamıştır.

İslam ekonomisi, kendi içinde uyumlu, ahenkli ve tutarlı olduğu gibi, doku uyuşmazlığı bulunmayıp İslam düzeni ile de yani diğer alanlarla da uyumlu ve ahenkli çalışır. Çünkü yazarın dediği gibi, düzen dengeyi sağlamaz; tam tersine düzen ve sistem dengeler üzerine oturduğu için istikrarlı bir denge söz konusudur. Yani düzenin bizzat kendisi kural ve kanunları ile canlı bir uzviyet gibi hem mikroda hem de makroda dengesini istikrarlı bir şekilde sürdürür. Bu durum, ekonomik düzen, hukuk düzeni ve ilim düzeni olarak böyledir. İnanç ve ahlak ise tüm İslam düzeni ve ekonomik sistemi için ekstra bir destektir. Çünkü Kuranda “Müminler ancak kardeştirler.”[305], buyrulurken Hz. Peygamber de İslam toplumunun nasıl bir yapıya sahip olduğunu ifade etmek üzere daha doğrusu organik bir yapıya sahip olduğu için, müminlerin bir vücut gibi olduklarını vücudun organları arasında yardımlaşma ve dayanışma bulunduğunu dile getirmişlerdir.[306] Diğer taraftan Hz. Peygamber bir hadislerinde "(İslam toplumunda) müminin mümine bağlılığı, taşları birbirine kenetleyen duvar gibidir." buyurmuştur.[307] Bu ve daha önce söylediğimiz hadislerden anlaşıldığına göre toplumun doğal-ilahi bir uzviyet olduğu ve aynı zamanda bir organizma düzeninde bulunduğu anlaşılmaktadır. Yoksa toplumu oluşturma konusunda batılıların, Hobbes, Locke ve Rousseauların iddia ettikleri gibi mesela "Social Contract" (Sosyal Sözleşme) gibi nazariyeler, isabetli değil, Muhammed Hamdi Yazır'ın ifadesiyle bunlar, eksik-aksak itiraf edilmiş şeylerdir.[308]   

        Endüstri ilişkileri dediğimiz zaman bugünkü ekonomik ve sosyal hayatın sanayi devrimi ile şekillendiğini hemen söylemek zorundayız. Sanayi devrimi derken de kimsenin hakkını yememek ve herkesin hakkını teslim etmek vazgeçilmez bir esasımız olduğu için her türlü olumsuz etkilerine rağmen, bilhassa insanın, birey ve toplumun kişiliklerinden çok fedakârlıklar yapılmış olmasına rağmen insanlığın geçmişte bugünkü kadar eşyayı tanımadığını ve ondan faydalanmadığını ifade etmeliyiz. Ancak bu sanayi medeniyeti, bu kapitalizm ve komünizm sistemlerinin birey-toplum, fert ve devlet dengelerini kuramadığını söylesek her halde aşırı gittiğimizi kimse iddia edemez. Çünkü bu medeniyet eşya merkezli bir medeniyettir. Onun için hep insan merkezli bir medeniyet istek ve özlemleri bir söylev haline getirilmiştir. Zira bu medeniyette insanın adı yoktur. Çünkü o, adeta diğer canlılara benzetilmiştir. Hâlbuki insan ve hatta varlık âlemi bir dengeler dünyasıdır. Bugünkü ekonomik sistemler ise ne bu görüşe ve ne de uygulamaya sahiptirler. Onların ya bireyci-individüalist ya da toplumcu-sosyalist olduklarını söyleyebiliriz. Yani bunlar, bu özellikleri ile eksik ve aksaktırlar. Hâlbuki İslam, birey ile toplumu, fert ile devleti birleştirmiştir ve bunları bir arada dengede tutmaktadır. Onun için bireye olan emirlere terim olarak farz-ı ayn denilir, topluma verilmiş olan emirlere de farz-ı kifaye adı verilir.[309] Diğer taraftan Kuran-ı Kerim’de de “Rahman (olan Allah), Kuranı öğretti, insanı yarattı, ona beyanı-konuşmayı öğretti… semayı kaldırdı ve dengeyi koydu.”[310], buyrulmaktadır. İşte buna göre biz bu ayetlerden varlık ve düzenin, ekonomi ve diğer alanların hep denge üzerine kurulduğunu öğreniyoruz. İsterseniz bunu biraz açıklamaya çalışalım.  Daha önce de birey ve toplum, fert ve devlet dedik. Böylece birey ve toplum derken daha çok, gönüllü, serbest, isteğe bağlı çalışma, hareket ve davranışlar akla gelir. Fert ve devlet derken de resmi, hukuki ve mecburi görevler, hareket ve davranışlar akla gelir.[311]

             İnsan, bisikletin ön ve arka tekerleklerinde olduğu gibi, birey yönüyle ruh-beden, toplum yönüyle de ulus ve ülke dengelerine; ruh yönüyle fikir ve his, beden yönüyle de irade ve ünsiyet dengelerine; ulus yönüyle ilim ve din, ülke yönüyle de iktisat ve idare (siyaset-politika) dengelerine sahiptir. İşte Rönesans, Reform ve Aydınlanma teslisine-üçlüsüne dayanan medeniyetle bozulan bu dengelerin bugün tüm insanlığın mutluluğu için yeniden kurulması gerekir. 

         Toplu İş İlişkileri

     Nilgün Tunçcan Ongan Hanımefendinin bu konuda da araştırmasında başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. O, toplumda zenginler ya da sermaye sınıfı, fakirler veya işçi sınıfı gibi kastların var olduğu görüşüne sahip olduğu için toplu sözleşme ve iş ilişkilerini bire bir ilişkiden ziyade sınıf olarak düşünmektedir. Aslında İslam ekonomisinde birey ile toplumun hiçbir farkı yoktur. Çünkü İslam’ın evrensel düzeninde Abdurrahman Azzam’ın da dediği gibi bireyin taahhüdü, toplumun taahhüdü, bireyin hukuku toplumun hukuku demektir. İslam’a göre bireyin kişiliği toplumun kişiliğine eşittir.[312] Bu demektir ki, ne birey topluma ve ne de toplum birey ve bireylere feda edilir. Onun için sendika dışında kalan kimseler yalnız kaldıkları için ezilmemelidirler ve İslam ekonomisinde ezilmezler.

İslâm hukuku üzerine çalışmalar yapan fakat bu hukukun künhüne eremeyen müsteşrıklardan biri olan Joseph Schat, İslâm Hukukuna Giriş adlı eserinde İslâm hukukunun hükmi şahsiyeti-tüzel kişiliği tanımadığını söylemekte[313] ve İslâm hukukunda kurum (corporation) kavramı olmadığını, hükmi şahsiyet kavramının da bulunmadığını iddia etmektedir.[314] Halbuki İslâm hukuku, akıllı ve baliğ olan kimseye kişilik tanıdığı gibi, insan topluluklarına da kişilik tanır.[315] Yalnız İslâm hukuku, insanlardan ayrı olarak mallara, yalnız başına kişilik tanımaz. Çünkü hukukun sebebi Allah’ı temsl etmektir.[316] Onun için malın şahsiyeti olacaksa bu ancak insanla beraber olur. Mesela vakıf malları, mütevellileri ile birlikte tüzel kişiliğe sahiptir.[317] Ayrıca şirketler de tüzel kişiliğe sahiptir. Bütün fıkıh kitaplarında şirket çeşitlerinin kuralları açıklanmaktadır. Hazine-Beytülmalın da tüzel kişiliği vardır.[318] Hatta hazine İslâm hukukuna göre tüzel kişiliğe sahip olduğu içindir ki, yaklaşık bin sene önce yaşamış olan, Hanbeli hukukçulanndan Ebu Ya'la el-Ferra, el-Ahkamu s-Sultaniyye adlı eserinde "Fazla vergi almak mükelleflerin hukukuna zulüm, az vergi almak ise hazinenin hukukuna zulüm olur."[319] demiştir. Buradan anlaşılıyor ki, hazine, malların bulunduğu bir yer olmakla tüzel bir kişiliğe sahiptir. Bundan başka herkesin bildiği gibi vekâlet ve kefalet konuları İslam hukukunda ana konular arasında yer alır.[320]

İşte onun için nereden bakılırsa bakılsın işçi ile işveren arasında cereyan eden sözleşmeler, ister bire bir olsun, isterse sendikalar aracılığıyla olsun, İslam hukuku açısından bir sorun yoktur. Ancak İslam düzeninde bu açıdan en önemli konu, birey-toplum dengesinin sağlanması, büyük balığın küçük balığı yutmaması, fabrikasyon çalışanın eliyle çalışanı ezmemesi ya da sendikaya tabi olma zorunluluğu olmadığından bir kimsenin ben de kendi emeğimin fiyatını ben belirleyeceğim ve kendim sözleşme yapacağım demesidir. Bireyin bir statüsü vardır; toplumun da bir statüsü vardır. İsterseniz siz buna fert ve devlet statüsü de diyebilirsiniz. Ama işçi sınıfı gibi ve işveren sınıfı gibi toplumda bir sınıf icat etmek kast sisteminden başka bir şey değildir. Fakat İslam’da eşyada asıl olan, mübahlık olduğu için [321] dernek, cemiyet ve sendika kurmak da tabiatıyla yasaklanamaz. Ancak bir sendikaya mutlaka kayıtlı olma zorunluluğu insan iradesine baskıdan başka bir şey değildir. İslam düzeninde hiçbir sendika, dernek ve cemiyet, insanın kişiliğine, canına, malına ve emeğine karışamaz. Devlet ve devlet organlarının dışında asla bireye emir verecek bir makam yoktur. 

Ancak tekel oluşturmamak şartı ile büyük bir işletmenin bir kimseye ait olmasında İslami bakımdan bir sakınca ve gayri meşruluk yoktur. Serbest rekabet imkânı bulunmayan yerlerde ise vakıf işletmeleri kurulur ve bu işler vakıflar yoluyla yürütülebilir. Bu gibi şeylerde özel sektör statüsü bilfiil iş göremez. Özel sektörün bu konularda faaliyet göstermesi hukuken de önlenebilir. Üretim, bireysel-özel olduğu gibi, kolektif-tüzel de olabilir.  

         Ayrıca büyük işletmelerin işçileri birleşerek emek ortaklığı da kurabilirler. Bunda da İslami açıdan bir problem yoktur. Hatta İslam hukukunda bu gibi işler, şirket-i amal ile düzenlenmiş bulunmaktadır.[322]            

     Ancak işçilerin sabit ücretle çalışmaları ise faiz olduğu için haramdır. Çünkü işveren zarar etsin, kar edip kazansın, işçiler hep aynı ücreti almaktadırlar. Aynı durum, memurların aldıkları maaşlar için de söz konusudur. Zira bir taraf zarar ederken diğer taraf kazanıyorsa bu faizden başka bir şey değildir. Burada yapılacak iş, amal ortakları (yani emekçilerin ve işçilerin birleşip ortak çalışmaları),[323] üstlenecekleri işçiliği üretimden pay almak üzere alırlar. Böylece onlar, paylarını üründen mal olarak alırlar ve kendi paylarına düşen bu hisseyi de istediği fiyatla satarlar.  Ancak yol inşaatı gibi, paylaşma imkânı olmayan yerlerde ise gelirinden paylarını alırlar. Yani iş teslim edilince veya satılınca ya da değerlenince onun gelirinden paylarını alırlar. Zaten ortaklık demek, ortak vekil tayin etmek demektir. Mesela fıkıhtaki inan şirketi, bu tür ortaklığı düzenlemektedir.[324] Vekil kişinin tasarrufları, elbette asil kişinin tasarrufları gibidir. Bu toplu sözleşmeler de hukuken elbette meşrudur.

          Sözleşme müddeti dolduğu zaman işverenin anlaşmayı yenileme hakkı olduğu gibi, işçilerin de bu sözleşmeyi yenilerken onu sürdürüp sürdürmeyecekleri konusunda söz sahibi olmaları kadar doğal bir şey olamaz. İslam Fıkhında bunu engelleyen herhangi bir yasak yoktur. Ancak Kuran meta mülkiyeti yanında[325] kıyam mülkiyetini[326] de getirmiştir. Bir tesisin sahibi, bu tesisten yararlanma mülkiyetine sahiptir. Ancak o bunu işletmeyebilir. Bunu işletmek üzere ehliyetli bir işletmeciye verebilir. Böylece işletme mülkiyetinin veya işletme hakkının da emeğe ait bir hak olduğu ortaya çıkmaktadır. İşte kapitalizm ile İslam düzeni arasındaki asıl önemli fark burada yatmaktadır. Tabir caiz ise kapitaliz bu işletme rantını tamamen sermayeye vermekte, İslam ise işletmeyi işletip çalıştıran emek sahipleri olduğu için bunu işçilere vermektedir.    

        Bize göre İslam düzeninde bir işletmede emekçiler, tesis sahibi, işçi vekili ve genel hizmet verenler olmak üzere dört çeşit ortak bulunur.

a) Emekçi dediğimiz emek ve iş ortakları ya da işçi ortaklar dediğimiz bu kimseler, esasen işletmeyi bunlar işletip yürütürler. İşletmede işveren işçi bulunmaz; işçiler vardır ve bir de işçilerin vekili bulunur. Tesis sahibi işçilerin vekili ile anlaşır, işveren ile değil.

b) Tesis sahibi cirodan hissesine düşen payı almak üzere işçilerin vekili ile anlaşır. Yalnız tesislere sabit bir kira verilmez; gelirden yüzde olarak bir pay üzerinde anlaşma yapılır ve kira öylece tahakkuk eder. Çünkü sabit bir kira, işletme az kazansa da çok kazansa da aynı olacağı için faiz olup haram sayılmaktadır.

c) İşçilerin vekili, tüccarlarla her parti üzerinde anlaşır. Tüccarlar ise ham madde verip bunların karşılığında mamul madde alırlar. İşçilerin ücretleri elde edilen ranta göre az veya çok olur. Bu konuda kar veya zarar eden ortak veya kısım-kesim ise tüccarlardır. Zaten tüccarın karı, sermayenin risk taşıması, zarar etme, sel, yangın ve diğer olumsuzluklar sebebiyle helal kılınmıştır.[327] 

d) Dördüncü ortak da genel hizmet veren ortaktır. Bunun payı da kanunla belirlenir.

      İşçi vekili her zaman yeteri kadar gelir getirmeyebilir. İşte o, istenilen kadar bir rant sağlayamadığı zaman vekil olma yetkisi sona erer ve yetki belgesi elinden alınır. Ancak o, başka yeni işçiler bulduğu takdirde yeniden işçi vekili olabilir ve vekalet yetkisi devam eder.

      Bizim bu anlattıklarımız, aynı zamanda oto-kontrol bir sistem olduğu için bugün bilhassa sendikalarda görülen keyfi davranışları önlediği gibi, işçilerin emeklerinin de hiçbir riske girmeden pazarlayan parazit bir organı yani kabzı malları da değiştirmiş olacaktır. Zaten bize göre bu bozuk düzenden sağlıklı düzene geçiş döneminde de bu sistem rahatlıkla uygulanabilir.

          İşletmeler, Tarım, Sanayi, İnşaat ve Ticaret olmak üzere bunların hepsi böyle oluşur. Bunlar üretim yaparlar. Bunların gelirleri de beş kısma bölünür:

1-           Üreticilere kira olarak giden kısım,

2-           Tesislere kira olarak giden kısım,

3-           Serbest meslek erbabına genel hizmet karşılığı giden kısım,

4-           Kamu görevlilerinin hizmetleri karşılığı devlete verilen kısım,

5-   Sosyal güvenliğe yani çalışamayan kimselere verilen kısım. 

Bunlar Kuran-ı Kerime dayanılarak yapılmış olan yeni yorumlar ve tasniflerdir. Hata etmiş olabiliriz; eğer böyle bir şey olduysa istiğfar edip Allah’tan af dileriz. Diğer taraftan da ilim erbabından bu hataların bulunup düzeltilmesini rica ediyoruz. Fakat insan aklının ürettiği laik ekonomileri inanıp kabul eden kimselere bizim bir diyeceğimiz yoktur. Ancak şunu kesinlikle söylemek isteriz ki, maddeci olsun, maneviyatçı olsun sadece ruh merkezli veya sadece beden merkezli dünya kuranların her ikisi de insan üzerinde haksız yere tasarruf yapmaktadırlar. Buna hiçbir kimsenin asla bir hakkı ve yetkisi yoktur. Onun için sendikaların, meşru veya gayri meşru olarak insanlara emir verme durumunda olanların, şu veya bu vesile ile etrafına adam toplamış olan kimselerin, insanların can, mal, emek, ruh ve bedenleri üzerinde asla bir tasarrufta bulunma yetkileri yoktur. Bugün maalesef gerek maddi ve gerekse manevi hayatımızda bunlar yapılmaktadır. İşçilerin emekleri, aynı haldeki kabzımalların üreticilerin mallarını, risk, emek ve sermaye olmadan pazarladıkları gibi, sendikalar tarafından pazarlanmaktadır. Kabzımallar üreticilerin sırtından geçindikleri gibi, sendika ağaları da işçilerin emeklerini sömürerek yaşamaktadırlar. Onun için laik ekonomistlerle, sadece ekonomiyi değil, tüm sosyal bilimcilerle sosyal bilimleri tartışamaya hazır olduğumuz söylemek isteriz. Çünkü bugünkü bu yaşadığımız hayat, normal olarak doğada var olan, ruh ve beden birliğine, fizik ve metafizik hayatımıza uygun ve paralel olan bir hayat değildir.

             İslami yazın adı verilen bu yazılar, genellikle İslamiyet’in 1000 sene önceki yorumları olup oradan alınıp ezberlenen ve bugüne parça, parça örnek olarak aktarılan yazılardır. Günün iktisadi ve sosyal problemlerini İslam açısından çözebilmek için Kuran’ın bugünkü müspet ilimlerin ışığı ile fakat klasik dil metoduyla yeniden yorumlanmasına ve bu yeni yorumların hayata geçirilmesine ihtiyaç vardır. Bizce bu makalenin en büyük eksikliği, “İslam Ekonomisinde Bölüşüm” adı verildiğine göre İslam’ın bugünkü bölüşüm esaslarını araştırıp bulmak yerine bir takım eleştiriler getirmiş olmasıdır. Hâlbuki çalışmanın adı eleştiri değildir. Hem de bizim bu konuda 1979 denesinde “İslam Ekonomisinde Gelir Dağılımı” adlı bir doktora çalışması yapmış olmamıza rağmen[328] bizimle bir irtibata geçilmemiştir. Bu nasıl bir araştırmadır ki, aynı konudaki çalışmalara ve tezlere bile dayanmamaktadır.     

        Sonuç:

        İktisadın tasarlanmış bir olgu olduğu, söylenmektedir. Evet, aynen öyledir; iktisat tasarlanmış bir olgudur. Ancak bunu tasarlayan İslam âlimleri değil, doğayı var eden ve tasarlayıp yaratandır, yani Allah’tır. Âlimler onu ancak anlamaya çalışmışlardır.1000 sene önceki İslam âlimleri onu yani doğa düzenini, doğal-ilahi düzeni anlamaya çalıştılar. İnsanlar bugün ve her zaman kendiliklerinden bir düzen koyamayacaklarına göre[329] geçmiş İslam âlimlerinin (yani Hanefi, Şafii, Malik ve Hanbelî gibi şahsiyetlerin) kendi zamanlarında yaptığı gibi, zamanımızda da aynı çalışmalar yapılmalıdır. Müslüman olmak demek, kendisini Allah’a teslim etmek, tanrılıktan vazgeçmek ve kendisini tanrı yerine koymaktan vazgeçmek ve kendisini Allah’a ve Allah’ın gönderdiği dine teslim etmek demektir. “Allah ve Resulü herhangi bir konuda hüküm vermişse, erkek olsun kadın olsun bir mümin için artık o konuda bir tercih hakkı yoktur.”[330]  Buna göre biz Müslümanlar olarak, onun bunun istediklerine göre değil, evreni var edenin koyduğu kurallar içerisinde onun müsaade ettiği ölçüde görevlerimizi yapmak ve görevlerimizi yaptığımız için de bunun karşılığını alma inancı ile yaşamamız gerekir.  Bize daha iyisini getirdikleri zaman biz hemen ona uyarız. Yalnız bu getirdikleri sistem doğanın ve tüm insanların düzenine uyumlu olacaktır. Bizi arzular ve istekler değil, olgular birleştirir. Herkesin kendi arzusu, kendisinedir.

Metodolojik tutarlılığı kapsamında: Kuran-ı Kerim, metot meselesini insanlara bırakmıştır. Bir metodu, usul ve yöntemi benimsersiniz, buna göre araştırıp bulgularınızla bir sonuca varırsınız. Sonuç yanlış çıkarsa uygulamanızda bir hata olup olmadığını araştırırsınız. Bir hata bulamazsanız o zaman hata, metodunuzda ve usulünüzde demektir. Öyleyse bu metodunuzu değiştireceksiniz anlamına gelir. Bu bakımdan Kuran değişmez; ama yeniden anlaşılması ve yeniden yorumlanması gerekebilir; geçmişte anladığımız bazı manalar zamanla aşınmış yıpranmış da olabilir. Mesela ayette geçen müellefe-i kulüb kelimesi[331] Hz. Muhammed ile Hz. Ebu Bekir devrinde başka anlaşılmış, Hz. Ömer döneminde ise daha başka anlaşılıp öyle uygulanmıştır. 

         İnsanları deliller ile ikna etmek gerekir. Siz, bugün uygulanan bu, biz bir şey yapamayız, derseniz buna bizim diyeceğimiz bir şey yoktur. Ancak Kuran, karşı düşünce ve farklı görüşte olanlara “delilinizi getiriniz” deyin[332], diye bize emrediyor. Böylece Müslümanlar her söze kulak verirler ve neticede en güzeline uyarlar.[333] Yalnız bize göre bilimin mihengi bilim, dinin mihengi de dindir. Doğa kanunları dediğimiz şeyler bilim, yani fizik, kimya, astronomi ve biyoloji gibi duyularımıza hitap eden bilimler fen bilimleridir. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, pedagoji, ekonomi ve seksoloji gibi ilimler ise sosyal bilimler olup iradeye tabi oldukları için dindir ve dinidirler. Biz sosyal bilimleri Kuran-ı Kerim’e göre yorumlar ve ona göre düzenleriz. Çünkü Kuranda sosyal ve doğa kanunları hakkında daha uygun olanı getirin, ben ona uyarım, de[334] buyrularak bize ikili bir yol önermektedir. İşte Kuran bize bunları öğretmektedir. Bu meseleleri Kurandan anlayıp çıkarmak herkes için kolay olmayabilir. Zaten Kuranın ifadesiyle anlaşılması zor yani müteşabih ayetleri yalnız rasih derecesine ulaşmış âlimler anlayabilirler.[335]

       Eşyaya şaşı bakanlar, terimler ürettiler, insan ve toplum binasına alttan bakanlar-üstten bakanlar altyapı üst yapı dediler. Yapıya bir görenler bireysellik dediler, genel bakanlar da toplumsallık dediler. Hâlbuki toplum yapısı insan vücudu gibiydi; hücreler, dokular, organlar vardı ve neticede bir organizma vardı. Bunları göremeyenler toplumdaki çoklukta birlikteliği ve bütünlüğü göremediler. Değişme ve ilerleme var, değişme ve gerileme var, değişme ve evrim var, tabiatta devrim yok.

  “Üstyapı kurumlarında, belirlenen değişken olma niteliğini yitirmektedir” deniliyor. Hâlbuki kişi olarak bir insanın ve bu kişilerden meydana gelen toplumların kendilerine mahsus değişmez, irsi (genetik) özellikleri vardır. Bu durum, insan var oldukça DNAlar değişmedikçe değişmez. Bununla beraber insan, evrimleşebilen bir varlık olarak yaratılmıştır. O her an değişen ve yenilenen bir çevrede bulunmaktadır. Böylece insan hemen hemen her an değişme durumundadır. Belki her bin yılda bir köklü değişmeler olur, yenilikler meydana gelir ve böylece yeni bir uygarlık doğar. Belki toplumdaki kurumlar değişmez ama onların yapıları değişir.

Şimdiye kadar uygarlıkları hep peygamberler getirdiler. Filozoflar ise onları anlamaya çalıştı. Ancak bir kısmı anladıysa bile birçoğu da anlayamadı. Mesela filozoflar kâinatın kadim olduğunu söylediler. Peygamberler ve onların varisleri kelamcılar ise kâinatın Allah tarafından yaratıldığını ve onun evveli olduğunu söylediler. Filozoflar kâinat suret ve heyuladan ibarettir; şekil değiştirerek olaylar, periyodik olarak sürüp gitmektedir, dediler. Kelamcılar ve inananlar ise hayır, öyle değil dedi. Kâinat, tecezzi etmeyen cüzlerden, parçalanmaz parçacıklardan ibarettir; başlangıcı ve sonu vardır, dediler. Artık bugün varlıktaki tekâmül teorisi, kâinatın başlangıcı olduğunu kesin olarak kanıtlamıştır. Entropinin büyümesi de kâinatın bir sonu olduğunu göstermektedir. Montesquieu ve Jan Jack Rousseauların toplum görüşleri, sosyal mukavele-Socıal Contract iflas etmiş, toplumun organik bir yapıya sahip olduğu artık açık bir şekilde anlaşılmıştır. Thomas Robert Malthus’un nüfus teorisi boş çıkmış, bugün insanlar yiyinti bolluğundan obez hale gelmişlerdir. Auguste Comte da din döneminin bittiğini söylemiş ama bugün bütün dünyada yeniden dine dönüş başlamıştır ve biz de iktisatçıların, sosyal bilimcilerin bilim adına işledikleri yanlışlıkları ve zararları din sayesinde, Kuran sayesinde görüp düzeltmeye, gücümüz yettiği kadar temizlemeye çalışıyoruz. Böylece bilim ve teknoloji sayesinde inananların doğru çıkıp haklı, inkârcıların ise yanılıp haksız olduklarını anlıyoruz. Önümüzdeki dönemde de yalnız ekonominin değil, tüm sosyal bilimlerin yanlışları Kuran sayesinde bir bir anlaşılacak ve bunlar teker teker ortadan kaldırılacaktır.    

         Mesela hayvanlar kuvvet ve güçleriyle, insanlar da hak ve hukuk, kaide, kanun ve kurallarla yaşadıkları halde bazen insanların hayatı değişebilir; hak kuvvete, kuvvet de hak-hukuka dönüşebilir. Hakka dayanan uygarlıklar, kuvvet uygarlığına, kuvvet uygarlığı da hak uygarlığına dönüşebilir. Zamanla iyiler kötü, kötüler de iyi olabilir. Geceden sonra gündüz, gündüzden sonra da gece gelir. İşler karıştığı, düzen bozulduğu zaman geçmişte hemen bir peygamber gelir ve değişimi gerçekleştirirdi. Bazen din, inanç ve itikad bozulur o zaman Nuh Peygamber gelir,[336] aile ve kadın-erkek ilişkileri bozulur, Lut Peygamber gelir;[337] ekonomi bozulur Şüayb Peygamber gelir;[338] siyaset ve yönetim bozulur Hz. Musa gelir[339] ve her şey bozulur, bunun için yeni bir düzenleme gerekir, o zaman da tüm insanlığa, küresel ve evrensel bir peygamber, Hz. Muhammed gelir.[340] Fakat bundan böyle bir peygamber gelmeyeceğine göre, bu görev onların yerini tutan ve onların varisi olan Müslüman mümin ilim adamlarına düşmektedir. Öyleyse toplumun bilginleri bir doktor gibi, hastalığı teşhis edip tedaviyi göstereceklerdir. Onlar Kuran Kerimi yeniden yorumlayarak yeni bir medeniyetin doğmasına zemin hazırlayıp yeni bir İslam-insan medeniyetinin yaşanmasına sebep olacaklardır.

 

        Yazarın ele aldığı yazın bin sene önceki kurumları bugün yaşatmaya çalışan bir yazındır. Onun için bunların bugünkü İslamiyet’le bir ilgisi olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bakımdan yazar, bazı konularda haklı olabilir. Ancak o, asıl branşı İslam ekonomisi olan, doktora tezi bölüşüm olan, bizim gibi düşünen ve İslam’ı çağa göre yorumlamaya çalışan kimselerle irtibata geçmemiş ve bizim eserlerimize bakmadığı için gerçeği arayan bir bilim insanının güvenilir özelliğini bu makalesinde yitirmiş bulunmaktadır.

       Mesela mülkiyet konusu, mülkiyet, mal ve eşyanın bir emanet olarak insana verilmesi sonucu, insanın da onu idare etme hak ve vazifesine sahip olmasıdır. Bu mana, kelimenin kök anlamında mevcuttur. Develerin arkasından gittikleri deveye, Araplar melik derler.[341] Koyun sürüsünün arkasından gittikleri koyuna da bizim Denizli taraflarında kösem koyun derler. Kurana göre mülk ve milk, mülkiyet ve milkiyet vardır. İnsanları yönetmeye mülk ve mülkiyet denir. Malları yönetmeye ise milk ve milkiyet denir. Buna göre araştırmacının mülkiyet hakkında “Allah’ın mülkü dilediğine verirken dilediğinden çekip alacağını” şeklinde tercümesini naklettiği ayet,[342] maalesef mülkiyet hakkında değil, yönetim hakkındadır. Yazarın iddiaları genel anlamda işte böyle yanılgılara veya kendi yanılgısına dayanmaktadır. Aslında yönetim, toplumun işidir, toplumun fikri, zikri, düşüncesi, seviyesi ve insani durumu ne ise yönetim de ona göre şekillenir, demek olur. Nitekim Elmalı[343] bu ayetin devlet ve yönetim manasında olduğunu, hatta Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethinden sonra ümmetine Fars ve Rum mülklerini yani devletlerini vaat etmişti, demiş ve şu hadisi de bu anlamda zikretmiştir. “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.”[344]

               Kurandaki konuyla ilgili ayetleri iyice tetkik ettiğimiz zaman mülkiyetin birisi kıyam mülkiyeti, diğeri de meta mülkiyeti olmak üzere iki kısma ayrıldığını görürüz. Böylece meta mülkiyeti ile bir işletmenin rantını işleten işçiler hak ederler. Mesela para peşin, mal veresiye demek olan selem senedi ile sadece kredi gibi para bulmak değil,  başka maksatlar da getirilmiştir. Böylece halka ve çalışanlara da faizsiz kredi hakkı tanınmıştır.

            Adalet, denge demektir. Ekonomide adalet anlayışı ise serbest ücret ve serbest fiyat mekanizması ile arz ve talep kanunlarını çalıştırmaktır. İslam ekonomisi, adaleti yani dengeyi fiyat ve ücret mekanizmaları ile kurmaktadır. Bunu serbest piyasa şartları ile arayıp bulmaktadır. Şeffaf piyasanın oluşması için kamu ambarları, kamu nakliyesi, faizsiz kredi, herekse sosyal güvenlik müesseseleri ile ve hassaten hisse, mal, sipariş ve işletme sendikaları müesseselerini getirmektedir. Ayrıca tekellerin önlemesi meselesi problem olmaktan çıkıştır, diyebiliriz.

             İslam toplumu aynı insan vücuduna benzerdir, diyebiliriz; böylece toplumda mal bölüşümü vücutta da kan bölüşümü vardır. Vücutta kan üretimine tüm hücreler katılır. Toplumda da mal üretimine herkes katılır. Üretim aslında bir toplumun işidir. Vücuttaki her organ bölüşümde kendi ihtiyacı kadar malı aldığı gibi İslam ekonomisinde de herkese kendi payı verilir. Kişi çalışmasa bile yerküresindeki toprak hissesini kiraya vermiş olacağından bunun kirası ile yaşamını sürdürecektir. Çünkü Kuran’da Allah’ın, yeryüzünde bulunan her şeyi insanlar için yarattığı ifade edilmektedir.[345] Böylece yeryüzü ortak olarak tüm insanlığın malı olduğu ortaya çıkmaktadır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası, Çalışma ve Toplum Dergisi sayı: 19, 2008/ 4

[2] Bak, el-Mevarid, Mevlut Sarı, Tabaa maddesi

[3] Şükrü Baban, İktisat Dersleri, Kenan Basımevi, İstanbul-1942, s, 5

[4] Metin Kutal, Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 933-934

[5] İsra 17/ 23

[6] Gaetan Pirou, Umumi İktisada Giriş, (Tercüme: Turhan Feyzioğlu,) s, 73

[7]Abdülhak Kemal Yörük, Hukuk Felsefesi Dersleri, İstanbul-1952, s, 77

[8] Kehf 18/ 84-85

[9] Rahman 55/ 5-8

[10] Bu olay belgesellerde bilimsel olarak tespit edilmiştir.

[11] Hud 11/ 105

[12] Acluni, Keşf-ül Hafa, II, 323

[13] Buhari, Edeb, 27

[14] Buhari, Edeb, 36

 

[15] Afif Abdülfettah Tabbara, Ruh-ud Din-il İslami, s, 319.

[16] Nahl 16/ 120

[17] Bakara 2/ 275

[18] Bakara 2/ 184

[19] A’raf 7/ 3

[20] Nisa 4/ 176

[21] Talak 65/6; Necm 53/39; Bakara 2/286.

[22]  Bakara 2/275; Bakara 2/282; Nisa 4/29.

[23]  Bakara 2/275, 276, 279; Ali İmran 3/130; Nisa 4/161.

[24]  Bkz. Varık: Kehf 18/19; Dirhem (çoğulu derâhim) Yusuf 12/20; Dinar (çoğulu denânir) Ali İmran 3/75.

[25]   A'raf 7/85; Hud 11/85; Şuara 26/183.

[26]  Bakara 2/43, 83; Müminun 23/4; Tevbe 9/60.

[27]  Bakara 2/282; Nisa 4/29; Tevbe 9/24; Nur 24/37.

[28]  Yusuf 12/47; Vakıa 56/64

[29] Sait Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, s, 234

[30] Ömer ve Nasuhi Bilmen, Hukuku İslamiye ve Istılahtı Fıkhîyse Kamusu, II, 483; Karşılaştır, II, 165

[31] A. Hamdi Akseki, İslam Dini, s, 65

[32] Nisa 4/ 116

[33] Paul A. Samuelson, İktisat, (çev, Demir Demirgil), İst.-1970, s, 62

[34] Paul A. Samuelson, s, 10

[35] Maide 5/ 1

[36] Maide 5/ 4

[37] Araf 7/ 85; Hud 11/ 85; Şuara 26/ 183

[38] Bakara 2/ 282

[39] Bakara 2/ 188

[40] Bakara 2/ 275

[41] Maide 5/ 94, 96; Nahl 16/ 14; Fatır 35/ 12

[42] Necm 53/ 39

[43] Bakara 2/ 267;

[44] A’raf 7/ 3

[45] Bakara 2/ 286

[46] Nahl 16/ 106

[47] Ali İmran 3/ 140

[48] Bakara 2/ 187

[49] Bakara 2/ 229

[50] Talak 65/ 1

[51] Şeriat hakkında bak:  Sait Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, s, 231-234

[52] Şura 42/ 13

[53] Jacque Austray, L’İslam Face au Developpment Economique, s, 20 (Maruf Devalibi, Marksizm ve Kapitalizm Karşısında İslam, s, 31)

[54] Ali İmran 3/ 64-65, 69-72, 75, 98-99, 113, Maide 5/ 15

[55] Maide 5/ 47

[56] Hadid 57/ 27

[57] A. Hamdi Akseki, İslam, XXVI… s, 456

[58] Mecamu’z-Zevaid, 5/278

[59] Müslim, İmân, 95

[60] Yasin 36/ 38

[61] Yunus 10/ 32

[62] Enam 6/ 50, 56; Araf 7/ 203; Bakara 2/ 208; Nisa 4/ 135; Araf 7/ 3; Enam 6/ 153

[63] Tahrim 66/ 1

[64] Enam 6/ 151; Nur 24/ 61; Hadid 57/ 17

[65] Müminun 23/ 80; Saffat 37/ 138

[66] Yunus 19/ 100

[67] Mülk 67/ 2

[68] Zariyat 51/ 49; Ra’d 13/ 3;

[69] İhlas 112/ 1

[70] Zümer 39/ 18

[71] Kehf 18/ 29

[72] Enam 6/ 108

[73] Bak, Ömer ve Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiyye ve Istilahatı Fıkhiyye Kamusu, II, 483; Karşılaştır, II, 165

[74] Ahmet Hamdi Akseki, Ebedi Risalet Mukaddimesi, s, 20

[75] Nisa 4/ 6

[76] Şura 42/ 38; A. İmran 3/ 159

[77] Kaf 50/ 16

[78] Nisa 4/ 135; Sad 38/ 26; Kehf 18/ 28; Maide 5/ 77; Enam 6/ 150

[79] Bakara 2/ 258

[80] Mülk 67/ 3

[81]    28 Ocak 1986’da  ABD’de Challenger unvanlı bir uzay mekiği havalandıktan sadece 73 saniye sonra havada parçalandı. Bu kazada ABD 5,5 milyar dolar zarara uğradı.

[82] Sabahaddin Zaim, İslam-İnsan-Ekonomi, s, 11-12

[83] Bakara 2 / 286 

[84] Bakara 2/ 256

[85] A İmran 3/ 64, 65, 99; Maide 5/ 68, 77; Kuranda 54 yerde Ehl-i kitap deyimi geçmektedir.

[86] Kehf 18/ 29

[87] Araf 7/ 158

[88] Nahl 16/ 125

[89] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 188-210

[90] M. Hamidullah, İ. Peygamberi, I, 189

[91] Salih Tuğ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul-1966, s, 43

[92] Vesikanın tam metni Muhammed Hamidullah'ın "el-Veseiku's- Siyasiyye" adlı kitabı ile Salih Tuğ'un "İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri" İstanbul-1966, s. 31-40, eserinde vardır. 

[93] Bakara 2/ 256

[94] Ali Özek, “Kuranın Eşsizliği”, İslam Medeniyeti Dergisi, Yıl, 1, sayı, 5, Aralık 1967, s, 25

[95] Ahmet Hamdi Akseki, İslam Dini, Başnur Matbaası, Ankara-1972, s. 31-32; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiye, 1,40. 

[96] Editör: M.M. Şerif, İslam Düşüncesi Tarihi, (Hilmi Ziya Ülken, İslam Düşüncesinin Batıya Etkisi) IV, 148. 

[97] (Fussılet 41/ 11)

[98] (Kıyamet 75/ 36)   

[99] (Nisa 4/ 119)

[100] (Rum 30/ 30)

[101] Yunus 10/ 64

[102] Abdurrahman Azzam, Ebedi Risalet, s, 213

[103] Elmalılı, Hak Dini, I, 126  

[104] Rahman 55/ 7

[105] Bakara 2/ 35

[106]  Bakz. Mucem-ül Vesit, Çağrı Yayınları, İst-1986, İlgili madde. Elmalılı, a.g.e, III, 2072

[107] Bak, Abadurrahman Azzam, Ebedi Risalet, Mukeddimesi, s, 26

[108] İsra 17/ 84

109 Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, IV, s, 3196

110Ahmet Hamdi Akseki, Ebedi Risalet adlı kitabın Mukaddimesi, s, 26

111 Nisa 4/ 150-151

112 Ahmet Hami Akseki, Ebedi Risalet adlı eserin Mukaddimesi, s, 42 “

113- Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 53

 

 

[114] Asım Efendi, Kamus, III, 859.

[115] Rağıb el-İsfahan Müfredat, s, 502.  

[116] Hucurat 49/ 9

[117] Bakara 2/ 85; Enfal 8/ 67, 70

[118] Nisa 4/ 94

[119] Burhaneddin el-Merğınani, el-Hidaye, III, 185.

[120] Hüseyin Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, s, 109.

[121] Cemal Kutay,  Bediüzzaman Said Nursi. Özal Matbaası, İstanbul- 1980, s. 341. 

[122] Bakara 2/ 215, 219

[123] Maide 5/ 4

[124] Bakara 2/ 286

[125] Kıyamet 75/ 14

[126] Mearic 70/ 19

[127] Yunus 10/ 108; Nemil 27/ 40, 92; Zümer 39/ 41; Haşir 59/ 9; Teğabün 64/ 16 Muhammed 47/ 38

[128] Mearic 70/ 19

[129] Bakara 2/ 21-22

[130] Bakara 2/ 29

[131] İmam Gazali, İhya, II, 93; Fahreddin Razi, V, 118; E. M. Hamdi Yazır, I, 678

[132] Orhan Hançerlioğlu, Ekonomi Sözlüğü, 2. Baskı, İSTANBUL - 1976,  s, 83

[133] Akın İlkin, Ak İktisad Ansiklopedisi, İstanbul - 1973, I, 342.

[134] Orhan Hançerlioğlu, Ekonomi Sözlüğü, s.83.

[135] Mahmut Koloğlu, Ekonomi Dersleri, Ankara- 1954, II, 179

[136] Feridun Ergün, İktisat, İstanbul - 1964, s.372.

[137] Mahmut Koloğlu, Ekonomi Dersleri, II, 179.

[138] Ömer Celal Sarc, Ak İktisat Ansiklopedisi, I; 305.

[139] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, İstanbul – 1960, s.665

[140] Koloğlu, a.g.e. II, 179S

[141] Erdoğan Alkin, Ak İktisat Ansiklopedisi, I, 339

[142] Takiyyü’d-Din, Ahmet İbn Teymiyye, el-Hisbetü Fi’l-İslam, Kahire - 1387, s.4

[143] Gaetan Pırou, İktisada Giriş (Çev: Turhan Feyzioğlu), İstanbul - 1945, s.73

[144] Koloğlu, a.g.e. II,179.

[145] Koloğlu, a.g.e. II, 179.

[146] Koloğlu, a.g.e. II, 179; Krş. Halil Şakir Kahyaoğlu, Umumi İktisat, İzmir - 1960, s.239

[147] Koloğlu, a.g.e. II, 180

[148] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s.274

[149] Koloğlu, a.g.e. c.2, s.180.

[150] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s. 665

[151] Feridun Ergin, İktisat, s.386

[152] Kuyucak, a.g.e. s.677

[153] Koloğlu, a.g.e. c.2, s.180.

[154] Afif ‘Abdu’l-Fettah et-Tabbera, Ruhu’d-Dini’l-İslami, 10. Baskı, Beyrut-1973, s.319, İhsanullah Han, İslamiyet ve Komünizm Birbirine zıttır. (Çev. Ahmet Hamdi Hatipoğlu), İstanbul-1962, s.3

[155] Maruf Devalibi, Marksizm ve Komünizm Karşısında İslam (Çev. Sadık Özek), s.31.

[156] Abdü’l-Kerim Zeydan, İslam Hukukunda Fert ve Devlet, (Çev. Cemal Arzu) İstanbul-1969, s.83; Muhammet Fazlurrahman el-Ensari, Komünizme Karşı İslam, (Çev. Kemal Kuşçu) İstanbul-1961,s.24.

[157] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, İstanbul-1935, I, 949, VI, 5014.

[158] Haşir Suresi 59/7

[159] Ahmet Şelebi, es-Siyasetu ve’l-İktisadü fi’t-Tefkiri’l-İslami, Kahire-1964, s.190.

[160] Bkz. Ebu Yusuf Yakup b. İbrahim, Kitabu’l-Harac, 5.Baskı, Kahire-1396, s.53; Ebu Davut Süleyman b. El-Eş’as b. İshak el-Ezdi es-Sicistani, Kitabu’s-Sunen (Basım yer ve tarihi yok) c.III, s.135, No: 2949

[161] Zuhruf 43/32

[162] Eb Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Camiu’l-Beyan ‘An Te’vili Ayi’l-Kur’an,  8. Baskı, Mısır-1377/1954, XXV, 66-67

[163] Ahmet Salebi, es-Siyasetu ve’l-İktisadü fi’t-Tefkiri’l-İslami, s.181

[164] Eb Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Camiu’l-Beyan ‘An Te’vili Ayi’l-Kur’an,  8. Baskı, Mısır-1377/1954, XXV, 66-67; Ebu Abdullahe’l-Kurtubi, el-Cami Li Ehkami’l-Kur’an, 3. Baskı Mısır-1387/1967, XVI; 83; İbn Kesir Ebu’l-Fida İsmail b. Umer, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Mısır-Tarihsiz, IV, 127.

[165] Mütercim Asım Efendi, Kamus Tercemesi, İstanbul 1304, 1305, II, 385.

[166] Şemsu’d-Din Ebu Bekr Muhammed b. Ebi’s-Sehl Ahmet es-Serahsi, el-Mebsut, 2. Baskı, Beyrut-Tarihsiz, XV, 74.

[167] Muhammed Fahru’d-Din er-Razi, et-Tefsiru’l-Kebir, Mısır-Tarihsiz, c.27, s.209

[168] es-Sarahsi, el-Mebsut, c.15, s.75.

Muhammed Fehr Şakfe, İş Ahkâmı ve İşçi Hakları, (Çev. İhsan Toksarı), İstanbul-1968, s.15.

[169]Muhammed Fehr Şakfe, İş Ahkâmı ve İşçi Hakları, (Çev. İhsan Toksarı), İstanbul-1968, s.15.

Ebu Yusuf, Kitabu’l-Harac, s.53; Ebu Davut, c.3, s.135, No:2949. Bkz. İbn Teymiyye, es-Siyasetu’ş-Şer’iyye Fi İslahi’r-Rai ve’r-Raiyyeh, Bağdat-Tarihsiz, s.30.

[170]Ebu Yusuf, Kitabu’l-Harac, s.53; Ebu Davut, c.3, s.135, No:2949. Bkz. İbn Teymiyye, es-Siyasetu’ş-Şer’iyye Fi İslahi’r-Rai ve’r-Raiyyeh, Bağdat-Tarihsiz, s.30

[171] Bkz. Yukarıda, s.7; Ahmed Şelebi, s.181 er-Razi, c.20, s.79; Abdulkadir Udeh, el-Malu ve’l-Hukmu Fi’l-İslam, 4. Baskı, Beyrut-1971, s.44.

[172] er-Razi, c.20, s.79; Abdulkadir Udeh, el-Malu ve’l-Hukmu Fi’l-İslam, 4. Baskı, Beyrut-1971, s.44.

[173] En-Nahl 16/71                           

[174]Bkz. Er-Ra’d 13/26, eş-Şura 43/12, Ali İmran 3/37, el-Bakara 2/212, el-İsra 17/30

[175] Mecelle, 88. Madde.

[176] Ahmet Şelebi, s.179.

[177] El-Kasas 28/7, en-Necm 53/39, el-Cuma 62/10, el-Mülk 67/15, el-Müzzemmil 73/20.

[178] El-Hud 11/3; Mehmet Vehbi, Hulasetu’l-Beyan Fi Tefsiri’l-Kur’an, 4. Baskı, İstanbul-1968, VI, 2283.

[179] Ali İmran 3/195.

[180] Et-Taberi, IV, 215; Mehmet Vehbi, Hülasetu’l-Beyan, V, 815.

[181] Muhammed Reşid Rıza, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hekim (Tefsiru’l-Menar), 4. Baskı, Mısır-1960, IV, 306.

[182] En-Nisa 4/32.

[183] Et-Taberi, c.5, s.47; Ebu Bekir Ahmet b. Ali el-Razi el-Cessas, Ahkamu’l-Kur’an, Beyrut-1335, c.2, s.183.

[184] Et-Taberi, c.5, s.47; Ebu Bekir Ahmet b. Ali el-Razi el-Cessas, Ahkamu’l-Kur’an, c.2, s.183.

[185] Marksizm ve İslamiyet, (Hazırlatıcı: Vezaretu’l-İ’lami’s-Su’udiyye, Çev. Yusuf Uralgiray) Ankara-1977, s.28.

[186]  El-Bakara 2/134, 141.

[187] Ez-Zümer 39/7.

[188] El-Kurtubi, el-Cami Li Ahkami’l-Kur’an, c.2, s.139.

[189] Et-Taberi, I, 576.

[190] İbn Mâce Ebu Abdi’llah Muhammed b. Yezid el-Kazvini, es-Sünen, (Basım yeri yok)-1372/1952, c.1, s.570, No:1789.

[191] Et-Tirmizi Muhammed b. İsa, el-Camiu’s-Sahih, (Basım Yeri ve Tarihi Yok), c.3, s.48, No: 659.

[192] Ali İmran 3/92.

[193] Meâric 70/24; 25.

[194] Bkz. Ebu Davut, c.2, s.126, No: 1665-1667.

[195] El-Bakara 2/267.

[196] Bkz. Et-Taberi, III, 68-69.

[197] El-Bakara 2/177.

[198] Ahmet Şelebi, s.190.

[199] Er-Râzi, V, 40.

[200] Bkz. El-Bakara 2/83;177;215, en-Nisa 4/36, el-Enfal 8/41, et-Tevbe 9/60, el-Haşr 59/7.

[201] Et-Tevbe 9/60.

[202] El-Enfal 8/41.

[203] El-Haşr 59/7

[204] El-Maverdi Ali b. Muhammed b. Habib Ebu’l-Hasan, el-Ahkamu’s-Sultaniyye, 2. Baskı, Mısır-1966, s.113.

[205] Yazır Elamalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, III, 2572.

[206] Et-Tevbe 9/60.

[207] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi Hayatı ve Eseri, (Çev. M.Sait Mutlu-Salih Tuğ), İstanbul-1969, II, 220.

[208] Selim A. Sıddıkî, İslam Devletinde Mali Yapı (Çev. Rasim Özdenören), İstanbul-1972, s.157.

[209] El-Kurtubi, VIII,177-178.

[210] Et-Taberi, c.10, s.160.

[211] Muhammde b. Ahmet Ebu’l-Hasan el-Kudûrî, Kitabu’l-Kudûrî (Basım Yer ve Tarihi Yok), s.32; el-Kasânî Alau’d-Dîn Ebu Bekr b. Mes’ud Bedayiu’s-Sana’i Fi Tertibi’ş-Şera’i, 2. Baskı, Beyrut-1974, c.2, s.44; el-Merğinânî Ali b. Ebu Bekr, el-Hidaye Şerhu Bidayeti’l-Mübtedi, Mısır-1937, c.1, s.80; el-Halebi İbrahim b. Muhammed b. İbrahim, Mülteke’l-Ebhur, İstanbul-1319, s.26; Molla Hüsrev Mehmet b. Firâmurz b. Ali, Düreru’l-Hukkam Fi Şerhi Ğureri’l-Ahkâm, İstanbul-1973, c.1, s.188.

[212] El-Kurtubi, c.8, 177-178.

[213] El-Kasani, ‘Alaud’d-Din Ebu Bekr b. Mesud, Bedayiu’s-Sana’i, c.2, s.43.

[214] El-Kurtubi, c.8, 190.

[215] El-Kurtubi, c.8, s.170; İbn Rüsd Ebu’l-Velid Muhammed b. Ahmed, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, 2. Baskı, Mısır-1960, c.1, s.275-278.

[216] El-Kurtubi, c.8, s.175;

[217] Es-Sarahsi, el-Mebsut, c.3, s.18.

[218] İbnu’l-Arabi Ebu Bekr Muhammed b. Abdillah, Ahkamu’l-Kur’an, Mısır-1972, c.2, s.973.

[219] Bkz. Es-Serahsi, c.3, s.13; el-Kurtubi, c.8, s.170; İbn Rüşd Ebu’l-Velid Muhammed b. Ahmed, Bidayetu’l-Müctehid, c.1, s.278.

[220] İsra 17/ 84

[221] Bakara 2/ 63

[222] Bakara 2/ 228; Alusi, II, 134

[223] Bakara 2/ 233; Nisa 4/ 34; Talak 65/ 6, 7

[224] Bakara 2/ 233

[225] İbn Kayyim, Zad-ül Mead Trc.V, 289

[226] Kasanı IV, 24, 205- İbn Kayyim, Zad-ül Mead, V, 290

[227] İbn Kayyim, Zad-ül Mead, V, 290

[228] Nisa 4/ 32

[229] Bakara 2/ 233

[230] Hud 11/ 73; Kasas 28/ 12; Ahzab 33/ 33 

[231] Hud 11/ 73

[232] Bakara 2/ 223

[233] Bakara 2/ 233

[234] Bakara 2/ 228

[235] Alusi,  Ruh-ul Meani, II, 134

[236] Nisa 4/ 34

[237] Nisa 4/ 34

[238] Tevbe 9/ 60

[239] Krş. Abdülkadir Udeh, Mukayeselei İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, (Tercüme: Ali Şafak, Ruhi Özcan), I, 46

[240] İbn Kayyim, Zad-ül Mead Trc.V, 289

[241] Bakara 2/ 83, 177; Nisa 4/ 8-9, 36; Nahl 16/ 90; Haşr 59/ 7

[242] Rum 30/ 38; İsra 17/ 26

[243] Enam 6/ 164

[244] A. Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku, II, 24

[245] İbn Kayyim, Zad-ül Mead Trc.V, 289

 

[246] Kuduri, s, 137

[247] Bakara 2/231

[248] Hucurat 49/10

[249] Buhari, İman, 22; Müslim, Eymân, 40

[250] Buhari, Itk, 17; Müslim, Elfâz, 3

[251] Müsned, II, 25, 61

[252] Hüseyin Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, s, 109.

[253] Bakara 2/ 4

[254] İbn-ül Hacib, el-Kafiye, s, 58

[255] Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s, 174

[256] Burhaneddin el-Merğınani, el-Hidaye, III, 185

[257] Bakara 2/177; Beled 90/13

[258] Buhari, Itk, 1; Keffârât, 6; Müs­lim, Itk, 5, 6; Ebu Davud, Itk, 14; İbn Mâce, Itk, 4; Tirmizî, Nüzûr, 20; Dârimî, Nikâh, 46

[259] Nur 24/33

[260] Serahsi, Mebsut, VIII, 2; Kuduri, s, 140; Kasani, Bedayi, IV, 133

[261] Bak, Kuduri, s, 96

[262] Maide 5/ 38

[263] Şûrâ, 42/40

[264] Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, I, 910.

[265] Buhari, İman, 37

[266] Ömer e-Nesefi, Metn-ül Akaid, (salah Bilici Kitabevi), s, 9

[267] Gazali, İhya, I, 121 (Çağrı yayınları baskısı, İstanbul-1985)

[268] Hucurat 49/ 14

[269] Buhari, Megazi, 45; Müslim, İman, 41

[270] Nisa 4/ 94

[271] Kuduri, s, 109

[272] Nisa 4/ 29

[273] Kuduri, s, 51

[274] Abdurrahman Azzam, Ebedi Risalet, Mukaddimesi, s, 26

[275] Bakara 2/ 16

[276] Tevbe 9/ 60

[277] Ticaret konusunda bak: Konularına Göre Kuran, Ömer Özsoy-İlhami Güler, s, 485. Ayrıca bak: Osman Eskicioğlu, İslam Hukuku Açısından Serbest Piyasa Ekonomisi, İzmir-1995 

[278] Bakara 2/ 273; Ali İmran 3/ 181; Tevbe 9/ 93; Haşir 59/ 7

[279] Maide 5/ 33

[280] Nur 24/ 33; Kuduri, s, 140

[281] A. H. Akseki Ebedi Risalet, s.24–25

[282] Keşfu’l Hafa, 2846.

[283] A.H.Akseki, Ebedi Risalet Mukaddimesi, s, 43

[284] Enfal sitesindeki “İslamda Devlet Velidir (Amme Velayeti) adlı makalemize bakınız.

[285] Enfal 8/ 72

[286] Tevbe 9/ 60

[287] Nisa 4/ 29

[288] Bakara 2/ 275

[289] Nisa 4/ 29

[290] Taberi, İhtilaf-ul Fukaha, s. 146

[291] Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s. 91; Ebu Davud, Büyu 15, No:3450

[292] Bak, Osman Eskicioğlu, İslam Açısından Enflasyon ve Çözüm Yolları, s, 177

[293] Nisa 4/ 135

[294] Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, II. 1451

[295] Hucurat 49/ 11

[296] Ra’d 13/ 7

[297] Serahsi, Mebsut Tercümesi, XII, 234

[298] Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s, 314

[299] Nisa 4/ 32

[300] İslam Düzeninde faizsiz banka hakkında bilgi almak isteyenler bizim www.enfal.de sitesindeki “İslam’da Bankacılık Sistemi” adlı makalemizi okuyabilirler.

[301] Müzzemmil73/ 20

[302] Bu ayetin tefsiri için bizim Enfal sitesindeki Ekonomik Tefsirin Müzzemmil suresine bakınız. 

[303] Abdülkadir Udeh, Mukayeselei İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, I, 194

[304] Selem alış-verişi para peşin mal veresiye şeklinde olan bir alış-veriş türüdür. Ahmet Ebu’l-Hase, Kuduri, s, 57

[305] Hucurat 49/ 11

293 Buhari, Edeb, 27

294 Buhari Edeb 36

295 M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, III, 2324 1 nolu dip not

 

 

 

[309] Farz-ı kifaye terimleri için bak, Seyyid Şerif Cürcanî, Terimler Sözlüğü, s. 171

[310] Rahman 55/ 1–4, 7

[311] Ömer ve Nasuhi Bilmen, Hukuku İslamiye ve Istılahtı Fıkhîyse Kamusu, II, 483; Karşılaştır, II, 165

 

           [312] Abdurrahman Azzam, Ebedi Risalet, s, 153

[313] Joseph Schacht, islâm Hukukuna Giriş, Çev: Mehmet Dağ-Abdülkadir Şener,
A.Ü. Basımevi, Ankara 1977, s. 134

[314] Joseph Schacht, a.g.e. s. 161

[315] Abdülkadir Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, s, 23

[317] Bkz. Hayreddin Karaman, Mukayeseli islâm Hukuku, İstanbul-1974, s. 206

[318] Bkz. Abdülkadir Udeh, Mukayeseli islâm Hukuku ve Beşeri Hukuk, çev: Ali Şafak, Feryal Matbaası, Ankara, T.Y. II, 23.

           [319] Ebu Ya'la  el-Ferra, el-Ahkamü's-Sultaniyye,  Matbaat-ü  Mustafa  el-Babi  el- Halebi, Mısır 1966, s. 246

[320] Ahmed Ebu’l-Hasan el-Kuduri, s, 83-89

[321] Ahmet Hamdi Akseki, Ebedi Risalet, s, 24

[322] Şirket-i amal, ortaklar kendi emeklerini ortaya koyarlar ve başkalarından iş alırlar, sonra da kazandıklarını aralarında paylaşırlar. Buna şirket-i ebdan, şirket-i sanayi ve şirket-i tekabbül de denir. İki mimarın, iki terzinin, bir mimar ile bir boyacının ortak olmaları gibi. Bak: Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri, s, 528

[323] Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s, 528

[324] İnan şirketi, ticari bir maksatla iki veya daha fazla kimse tarafından sermaye konularak kurulan bir şirkettir. Bu şirkette ortaklar arasında tam bir eşitlik şartı aranmaz. Birinin payı diğerinden az veya fazla olabilir. Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s, 428

[325] Bakara 2 36; Maide 5/ 96

[326] Nisa 4/ 5; Mide 5/ 97

[327] Bak, Kuduri, s, 83; Kasani, VI, 79; Merğınani, III, 42; Molla Hüsrev, Dürer, II, 316; İbn Abidin, IV, 490; Mecelle, 1428. Madde ; Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 95

 

[328] Bu çalışma enfal sitesinde bulunmaktadır.

[329] Elmalılı M.H. Yazır, “bize doğru yolu göster” (Fatiha 1/ 7) ayetinin tefsirinde irade içi ve irade dışı kanunlar bulunduğunu, irade kanunlarının iyiliğe götürdüğünü ve buna din denildiğini, irade dışı kanunlara ise “tabiat kanunları” adı verilip bunlara ilim ve fen denildiğini, bunların hepsini Allah’ın koyduğunu, insanın bunları koyamayacağını, ona düşen sadece bunları keşfetmek olduğunu söylemiştir. I, 126-127   

[330] Ahzab 33/ 36

[331] Tevbe 9/ 60

[332] Enbiya 21/ 24

[333] Zümer 39/ 18

[334] Kasas 28/ 49

[335] A. İmran 3/ 7

[336] Şuara 26/ 105-122

[337] Şuara 26/ 160-175

[338] Araf 7/ 85; Şuara 26/ 176-191

[339] Bakara 2/ 35, 54, 67, Maide 5/ 20; Araf 7/ 142

[340] A İmran 3/ 144; Araf 7/ 157; Ahzab 33/ 40; Muhammed 47/ 2; Fetih 48/ 29

[341] Müfredat, s, 473.

[342] A İmran 3/ 26

[343] E. M. H. Yazır, Hak Dini, (zaman baskısı), II, 337

[344] Deylemi, Müsned, III, 305; Keşf-ul Hafa, II, 166 (1997)

[345] Bakara 2/ 29



*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.