.

BATILILAŞMA ANLAMINDAKİ ÇAĞDAŞLAŞMANIN İSLÂM   HUKUKU
  AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

Değerli dinleyiciler, bugün burada "Kutlu Doğum Haftası" mü­nasebetiyle bir araya gelmiş bulunuyoruz.
Konuşmama başlamadan önce böyle bir günde bana burada konuşma fırsatını bahşeden Allah'a hamd, O'nun Peygamberi Hz. Muhammed'e salat ve selamlarımızı iletiyoruz, O'na bağlılıklarımızı bildiriyoruz.

Ben sizlere bu batılılaşma problemine İslâm Hukuku açısından ba­karak bazı değerlendirmelerimi sunmak istiyorum. Çünkü bana göre üç asırdan beri Türkiyemiz'de gerçekleştirilmeye çalışılan değişme ve ye­nileşmeler, çağdaşlaşmadan çok batılılaşmayı ifade ediyor. Oysa bize göre çağdaşlaşma başka şey,   batılılaşma ise başka şeydir. Batılılaşma, aynı batı dünyası gibi yani Avrupa gibi olma, avrupalılar gibi
olma, avrupalılar gibi yaşama ve onlar gibi düşünüp hareket etme demektir. Çağdaşlaşma ise çağın gereklerine uyma, zamanın icap ve şartlarına göre hareket etme demektir. Onun için bu iki terim biri diğerinden farklı olmakla bize göre biribirinden   tamamen ayrı olan şeyleri ifade et­mektedirler. Zaten o nedenle yine bize göre islâm nazarında çağ­daşlaşma meşru ve mubah olurken, batılılaşma ise gayri meşru ve haram olmaktadır. Çünkü bir müslüman batılının her yediğini yiyemez ve içtiği her şeyi de içemez.

Konuyla ilgili olarak zamanla ahkamın değişmesi ve çağın icaplarına göre hareket edilmesi hususunda Mecelle'de " Ezmanın teğayyürü ile ahkamın   teğayyürü inkar olunamaz" denilmektedir.(1)  Kur'an-ı Kerîm'de  de zamanın ve çağın insan açısından çok önemli bir kavram olduğuna işa­ret edilerek "Çağa yemin olsan ki, insan zarardadır, "buyurulmaktadır.(2) 


Aslında batıya tabi olma, onları taklid etme ve onların arkasından gitme ile ilgili olarak Türkçemizde batılılılaşma; laikleşme, sekülerleşme, asrileşme ve avrupalı olma gibi kelimelerle ifade edilen(3) bu çağ­daşlaşmayı az önce değindiğimiz gibi batılılaşmadan ayırmak gerekir. Çünkü insan eşya gibi
bir varlık olmadığı için, bir obje olarak görülmemelidir. Ne birey insan ve ne de bireylerin oluşturduğu aile, ma­halle, bölge ve devletler uydu yapılmamalı ve uydu muamelesine tabi tutulmamalıdır.
İnsan ve toplum açısından bakıldığı zaman değişme ve yenileşme öyle basit, kolay ve sade bir olay değil, bilakis karmaşık, zor ve çok yönlü bir iştir. O yüzden toplumun sahip olduğu gelenek ve gö­renekler yüz yıllar boyunca yoğurulup gelen hareket ve davranışlardır. Onları hemen beş on yıl içinde silkip atmak ve başka davranışlar edin­mek hem insan tabına zıt, hem de sosyal kanunlara aykırıdır. Farklı dinlere mensup insan ve toplumların farklı hareket ve davranışlar içe­risinde bulunmaları kaçınılmazdır.


Hayvan, bitki ve cansız varlıklar için mesele tamamen farklıdır. Yani eşyada değişim hemen gerçekleşebilir. Çünkü eşya insan gibi süje değil, objedir. İnsanın eşyayı değiştirme gücü, yetki ve salahiyeti vardır. 1950 yılında Denizli'de odunla çalışan ekmek fırınlarının yanında elektrikle ekmek pişiren yeni bir
fırın yapıldı. Denizlililer yeni yapılan bu ekmek fabrikasına "Asri Fırın" adını verdiler. Asri fırın, çağdaş fırın demektir. İşte çağdaşlaşma budur. Ekmek pişirmede elektrik odundan daha iyi, daha ekonomik ve  daha faydalı ise, insanlar bunu böyle kabul ediyorlarsa, hemen elektrikli fırınlara geçmek çağdaş kafanın yapacağı bir iştir, denilebilir.  Bunda din açısından da hiç bir sa­kınca yoktur. Nitekim Ziya Gölkalp de bir taraftan çağdaşlaşırken diğer taraftan din ve milliyetin terkedilmemesi lâzım geldiğini, "Türkleşmek İslâmlaşmak ve Muasırlaşmak" ifadesiyle
dile getirmiş oluyordu.(4)


Ansiklopedilere çağdaşlaşmanın manasına baktığınız zaman onun "çağa uyma" dernek olduğunu görürsünüz.
Ayrıca yine kaynaklara bakacak olursanız, batının gelişmiş bilim ve teknolojisi karşısında etkilenen insanların avrupalılaşma konusunda 'iki kısma   ayrıldıklarını gö­rürsünüz. Abdullah Cevdet, Kılıçzade Hakkı ve Celal Nuri İleri gibi şahsiyetler, çağdaşlıktan batılılaşmayı anlıyorlardı. Onlara   göre Avrupa'dan sadece bilim ve teknoloji getirmek yeterli değildir, batılılaşabilmek için bunlara ilâveten avrupallı gibi düşünmek, onun gibi yemek, içmek ve giymek gerekir, yani çağdaşlaşma bir yaşam biçimidir.


Sait Halim Paşa, Mehmet Akif, İzmirli İsmail Hakkı ve Seyyid Bey gibi şahıslar ise bu zihniyete karşı çıkmışlardır. Onlara göre batıdan ancak bilim ve teknoloji ithal edilmeli, yoksa kılık kıyafet zihniyet ve yaşam biçimi ithal edilmemelidir. Akifin
şiirlerinde bunu açıkça görürsünüz. Merhum büyük

İslam şairi Mehmet Akif  şöyle diyor:


Garb'm eşyası; eğer kıymeti haiz ise yürür,

Moda şeklînde gelen seyyie gümrükte çürür!

Alınız ilmini Garb'm, alınız san'atini

Veriniz hem de mesainize son süratini.

Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyeti yok san'atin, ilmin; yalnız

 

İşte Mehmet Akifin bu şiirlerinde görüldüğü gibi ilim, sanat ve teknoloji başka şey, milliyet başka bir şeydir; ilim, sanat ve teknolojinin milliyet ve dini yoktur. İlim beynelmilel bir kurumdur, Her ne kadar bilimin uygulama alanına geçirilmesi demek olan teknolojide yerel ve bölgesel şartların etkisi bulunsa da soyut kurallar olarak bilim tamamen beynelmileldir.

Din ile bilimi karıştıranlar, gelenek ve görenekle san'at ve teknoloji arasındaki farkı göremeyenler, batının bilimi karşısında şaşkınlığa düşerek biz her hususta batıyı taklit etmeliyiz demişlerdir. Bu görüşte olan bazı şahsiyetlerin isimlerini az önce sizlere arzettim. Bunlara göre sadece bilim ve
teknolojide değil, giyim kuşam kılık ve kıyafette, yeme ve içmede velhasıl her şeyde batılılara benzemeliyiz. Hatta bunlardan bir kısmı Avrupa'dan damızlık adam ithal etmeliyiz diyecek kadar bir şaşkınlık içerisine düşmüşlerdir.   Bahçelerin Fransız bahçe düzenine benzetildiği, hatta saray çevrelerinde de yine Fransız mobilyasının moda haline getirildiği bilinmektedir. Üçüncü Selim Avrupa'dan davet ederek getirttiği opera sanatçılarının oyunlarını kendi
sarayında izledi. İkinci Mahmut kıyafet devrimi yaparak Osmanlı giyim şeklini terkedip pantolan ve ceket diyebileceğimiz Avrupai bir giyim tarzı olan Mısır kıyafetini seçmiş ve hatta millete örnek olmak için sokağa bu kıyafetle çıkmıştır. İşte   maalesef 
bizdeki   çağdaşlaşma   görüldüğü  gibi    elbise değiştirmek, kıravat takmak, şapka ve pantolan giymek şeklinde anlaşılmıştır.

Hiç şüphesiz sadece bunlarla yetinilmemiş, eğitim ve öğretim ala­nında da avrupai tarzda bazı okullar açılmış, askeri ve sivil mekteplere yer verilmiştir.
Bu okulların yalnız fizik yönleri değil, düşünce ve metafizik yönleri de avrupai yapılmak istenmiştir.
Çünkü toplumsal sorunların ele alınış biçiminde, siyasal tartışmalarda batılı öğretiler geçerli oldu.


Burada bir iki örnek vermeye çalışalım.

Ahmet Rıza ülke gerçeklerini yorumlarken Auguste Comte sosyolojisinin temel ilkelerini kullandı. Prens Sabahaddin, Frederic le Play ve Edmond Demolins'in öğretilerine dayanarak yerinden yönetimi önerdi. Türk milliyetçiliğinin esaslarım ortaya koyan bir kişi olarak bilinen Ziya Gökalp de düşüncelerini Emile Durkheim sosyolojisine da­yandırıyordu. Bu dönemde batılılaşma akımı çevresinde yer alanlar yaşanılan siyasal ve toplumsal bunalımların ancak batıcı yaşam biçiminin tümüyle benimsenip uygulanması şartıyla giderilebileceğini iddia ediyorlardı.

Burada hepinizin gördüğü gibi insan ile eşya, "Ne" ile "Kim" birbirine karıştırılmıştır. Yanılgının kaynağı buradadır, yapılan bütün yanlışlıklar buradan çıkmaktadır. Çünkü eşyaya istediğiniz şekil ve biçimi verebilirsiniz; ateş sayesinde demir hamur olur. Bu hamur demir, sandalya şeklini alır, kapı olur, pencere olur. Ağaç ve kereste de öyle. Yani eşyaya insan istediği şekil ve biçimi verebilir. Ancak insan kendisini de­ğiştiremez; biçimlendirip şekillendiremez İnsanın iradeli davranışlarına şekil veren dini, manevî ve ahlakî değerlerdir. Şu halde bilim ve teknolojide batılılaşmak, Avrupayı taklid ederek ona uymak esastır; sosyal müesseselerde ve beşerî davranışlarda ise gelenek ve göreneğe tabi olmak, din ve ahlaka bağlı kalmak esastır. Çünkü hukukî hükümler, ahlakî kaide ve kurallar nazarı itibara alınarak araştırılıp ortaya çı­karlar .(6)

Bu açıklamalardan sonra şöyle bir neticeye varmak istiyorum. İnsan hem maddî ve hem de manevî yönü bulunan, başka bir ifade ile fizik ve metafizik değerleri olan bir varlıktır. İnsanın rnaddî ihtiyaçları, kendisinin dışında var olan mal ve eşya ile giderilir. Bu bakımdan inan­sın inanması veya hangi çeşit bir dine mensup olursa olsun insanlar
arasında pek fark yoktur. Meselâ suyu bir müslüman kaynattığı zaman 100 oC de kaynar; bir ateist kaynattığı zaman yine 100 oC de kaynar. Öyleyse eşyanın Kanunu olan ilim tüm insanlığın müşterek malıdır. Dünyanın neresinde olursa olsun ve hangi dine mensup olursa olsun ya da dinsiz olsun insanların birbirlerinden bilim ve teknoloji transfer etmelerinde hiçbir sakınca yoktur.

Ancak batının yüksek teknolojisi karşısında ilk olarak yenilgiye uğrayan Osmanlının bu yenilgiyi 1699 yılında Karlofça andlaşması ile kabul ettikten sonra giyim kuşam kılık ve kıyafet, sakal ve bıyık gibi beşerî şeylerle uğraşacakları yerde bilim aktarsalardı, sanayi getirselerdi ve yüksek teknoloji transfer etselerdi hiç şüphesiz gerekeni yapmış
olurlardı. Ama o günden bu güne bu iş hâlâ olmuş değildir. Maalesef bugün bile rnemur olan kadınların başlarını Örtemiyecekleri karar altına alınıp öğrencilerin türban takıp takamıyacaklan hususundaki tartışmalar ise hâlâ sürüp gitmektedir.

İnsan ilmen bulur dinnen yaşar. İnsana şekil veren onun hareket ve davranışlarını yönlendiren dini-ahlâkî kurallardır. O nedenle din ile   ilim kapının iki kanadı gibidir. İnsan, din ile bilimin kesiştiği noktadan geçen düzlemde yaşayan bir varlıktır. Diri bilimin  bilim de dinin bir fonksiyonu olarak insan hayatında din kadar bilime bilim kadar da dine ihtiyaç vardır. Bugün sadece Türkiyemiz değil, İslâm âlemi ve hatta bütün dünya bu kaybolmuş dengeyi aramaktadır. Bu dengeyi kuran toplumlar gelecek medeniyetin kurucuları olacaklardır.

1-Mecelle 39. Madde

2- Asr 103/ 1

3- Niyazi Berkes, Türkiyede Çağdaşlaşma, Bilgi Basımevi, Ankara 1973, s. 16-17

4- Bak. Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak ve Muasırlaşmak Hazırlayan İbrahim Kutluk, Emel Matbaacılık Ankara, 1975 s. 1-99

5-Mehmet Akif Ersoy, Safahat (İkinci Kitap Süleymaniye Kürsüsünde ) Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1996 s. 200-215

6-İsmail Hakkı İzmirli, Anglikan Kilisesine cevap, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1995, s. 102



 


*DEÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.