.

 

İslam ve Çağdaşlaşma
Konusunda Bazı Tahliller

 

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

Bütün canlı varlıklar bir zaman ve mekan şartları içersinde doğup yaşarlar. O yüzden her canlı varlığın bir çevre problemi vardır. Canlıların biyolojik yapısı ve genetik dokusu çevreye göre şekillenir. Bunun için suda yaşayan hayvanlarla karada yaşayan hayvanlar incelendiği zaman bunların çok farklı oldukları görülür. Bu demektir ki, canlı varlıklar hayatlarını devam ettirebilmek için çevre ile alış veriş yapmak zorundadırlar. Bu bakış açısını insana çevirdiğimiz zaman mesele daha da önemli hale gelir. Çünkü insan hem fizik ve hem de metafizik çevre ile kuşatılmış bulunmaktadır. İnsan sosyal ve ekonomik bir varlık olmakla beraber aynı zamanda onun dini yönü de vardır. O, Allah’ın teklif ettiği hilafet emanetini kabul etmiş, insan, hayvan, bitki ve cansız varlıkların hukukunu koruyacağına söz vermiş, böylece Hamdi Yazır’ın ifadesiyle Allah’ın hukuk emini olmuştur. Bu sebeple insanın çevresine bakması, olup bitenleri takip etmesi, ders alınacak yerler, kişiler, hareket ve davranışlar varsa bunlardan bir ders çıkartması, gerekiyorsa olaylara müdahale etmesi, başka toplumlarla da irtibat kurarak her alanda alış verişte bulunması lazımdır.   

Bu girişten sonra “İslam ve Çağdaşlaşmaya” gelecek olursak, aslında çağdaşlaşma herkesin, her toplumun, her kültür ve medeniyetin bir problemidir. Zira insan denilen varlık, zaman ve mekanın dışına çıkamadığın göre, bunlarla birlikte ve bunların ortaya koyduğu imkan ve şartlar içersinde yaşayacak demektir. Burada insanların toplumlar halinde yaşadığını, köy, il ve devlet gibi birimlere ayrıldığını tesbit ettikten sonra, bunun niçin böyle olduğunu araştırdığımız zaman Kur’an’da şu ayetle karşılaşıyoruz: “Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.” Şu halde insanların kabile, millet ve devletler halinde yaşaması doğal bir olaydır. Ancak bu farklı milletlerin, ayrı devletlerin ve değişik toplumların böyle ayrılmasından asıl maksat, aralarında tanışmak, yakınlaşmak, örfleşmek ve hatta yardımlaşmaktır. İslam tüm insanları kardeş kabul etmiştir. Onun için toplumlar arası yardımlaşma son derece kolaylaştırılmıştır. Bu sebeple bilimsel icat ve keşiflerin, buluşların, hiçbir engelle karşılaşmadan tüm dünyada tedavül etmesi öngörülmüştür. Artık her türlü bilimsel kural, kanun ve formül herkese açık olacaktır. O nedenle patent, ihtira beraatı, gedik ve bu tür tanınan her türlü imtiyazlar İslam kültürüne yabancıdır ve gelenekte yeri yoktur. Bize göre geri kalmış kabul edilen ülkelerin çağdaşlaşamamasının en büyük sebebi, bilimsel çalışmaların gizli tutulması, yeni yeni buluşların dış alemden saklanmasıdır. Bugün ileri teknolojinin bir transfer sorununun var olması bunun açık delilidir. Dünyayı hayali çizgilerle doğu batı diye ikiye bölen batılılar, bir taraftan İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde tüm insanların hür ve eşit olduklarını ve böylece birbirine karşı kardeşlik duygu ve düşünceleriyle hareket etmeleri gerektiğini söylüyor, diğer taraftan bilim alanında kardeşçe bir paylaşmaya hayır diyorlar.

Bugün dilimizde kullanılmakta olan bu çağdaşlaşma ifadesi, bayrak, nikah ve yardımlaşma kelimelerinde olduğu gibi, manası açık, net ve kolay anlaşılabilir bir deyim değil, bilakis içinde çelişkileri, zorluları, sıkıntı ve baskıları ve belki de art niyetleri taşıyan bir terimdir. Onun için çağdaşlaşma şudur diyerek bir tarif yapmak zordur. Çünkü bin bir çeşit çağdaşlaşma vardır. Zira çağdaşlaşma 300 yıldır evrimleşerek ve kabuk değiştirerek bugüne kadar gelmiştir. Çağdaşlaşma, zaman içinde yaşanan bir süreçtir. Hızlı bir şekilde yürümekte olan arabaya benziyor. Gitmekte olan bir arabanın nerede olduğunu tesbit etmek ne kadar zorsa çağdaşlaşmayı da tarif etmek o kadar zordur. Ancak arabanın hangi zamanda nerede olduğunu söyleyebildiğimiz gibi, bir şahsın veya toplumun şu tarihte şöyle çağdaş bir harekette bulunmuştur diyebiliriz. Bir örnek vermek gerekirse Fatih Sultan Mehmet’in Macar asıllı Urban ustayı çağırıp top döktürmesinin o dönemde çağdaş bir davranış olduğunu söyleyebiliriz.

Çağdaşlaşma açısından tarihe bakacak olursak Lale Devri ile karşılaşırız. Osmanlı, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa döneminde Batıya bakışında değişiklik yaptı. Viyana ve Paris’e elçiler gönderdi. Böylece bizim çağdaşlaşma sürecimiz başlamış oldu. İşte o günden bugüne kadar kullanılan teceddüt, ıslahat, Tanzimat, asrilik, asrileşme, muasırlaşma, batılılaşma, Avrupalılaşma ve nihayet çağdaşlaşma kelimeleri bu yoldaki merdiven basamaklarını dile getirmektedir.

İster çağdaşlaşma diyelim, ister batılılaşma, ne dersek diyelim bu bir değişimi ifade etmektedir. Bu, bireyin ve bireylerden meydana gelen bir toplumun ve hatta bir devletin değişimidir. Fakat bu değişim bir alış veriştir; hem almak ve hem de vermektir. Hem etkilenmek ve hem de etkilemektir. Yoksa başkalaşmak, yabancılaşmak veya kendini yok ederek öteki olmak demek değildir. Zaten tesir, teessür ve tedricen tekamül, sosyal hayatın kurumları için var olan değişmez bir kanundur.

Çağdaşlaşma hakkında gerçekleri yakalayabilmek için bu iki hareketi birbirinden ayırmakta fayda vardır. İç dinamikler ile dış dinamiklerin birlikte çalışması gerekir. Çünkü dış dünyanın istek ve arzularıyla ve onların denetim ve gözetimi altında meydana gelen başkalaşma ile, iç ihtiyaçların dürtüleri ile tamamen iç kaynaklardan beslenen bir yenileşme hareketi birbirinden tamamen ayrıdır: Biri olumlu, diğeri ise olumsuzdur. Birisinde yenilenme, tazelenme ve gençleşme olurken, diğerinde ise doku uyuşmazlığı, bozulma ve çözülme meydana gelir.

Burada bu değişme ve yenilenme konusunda Hz. Peygamber’in şu hadisi hatır geliyor: “Şüphesiz Allah, her asırda bu ümmete dinini yenileyecek alimler gönderir.”  Bu hadis İslam toplumunun değişime açık olduğunu, yenilenip gelişerek varlığını sürdürmeye devam ettireceğini bildirmektedir.         

Elmalılı, bu hadisi şöyle yorumluyor:  önce yenileyicilerin gönderileceği vaat ediliyor, yenilenme gerekli olan bir husustur, İslam toplumu yeniliği kabullenerek, her asırda yenilenecek, fakat bu başkalaşma olmadığından, özellikler korunup kaybolmayacak, hatta  toplumun hüviyet ve kimliği daha da kuvvetlenip devam edecektir. 

Değişip yenilenme konusunda ayetler de vardır. Kur’an’da “Şüphesiz bir millet, kendisini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. Bir millet kendisini değiştirmedikçe Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez.” buyrulmaktadır.   

İnsanlar medeniyet bayrağını ellerinde taşırken milletten millete, devletten devlete, toplumdan topluma nöbet devretmektedir. Düşünce, kültür ve medeniyette dün Doğu ileri iken, bugün bu bayrağı Batı dünyası elinde tutmaktadır. Bu hususta ayette “Bu ileri ve geri dönemlerini biz insanlar arasında nöbetleşe döndürüp durmaktayız” buyruluyor. Dün müslümanlar Bizans ve Sasani medeniyetleri ile karşılaştıkları zaman bu iki kültür karşısında kendilerini yenilemesini bilmişler, bilhassa gelen medeniyete sahip oldukları için, iyi niyet, ihlas ve samimiyet, doğru düşünce ve doğru metodoloji sayesinde başarıya ulaşmışlardı. Bugün ise maalesef Batı medeniyeti karşısında İslam dünyası giden medeniyete mensup olduğundan ezik düşmüş, yeni medeniyetin püf noktasını keşfedememiş, artık zamanla ihtiyarlamış, gözü görmez, kulağı duymaz ve eli-ayağı tutmaz olmuştur. Ama bastığı toprak henüz ayağının altında olup bu toprağın içinde olan kökler de canlıdır. Yeraltında bulunan bu kök ve tohumlar, ısı, ışık ve nem beklemektedir. Müslümanlar bu şartları hazırladıkları andan itibaren kökler uyanacak, çimlenme olacak, filizler yeşerecek, fidanlar, ağaçlar ve çınarlar yetişecektir. İşte o zaman dünya müslümanların öncülüğünde yeniden insanca bir medeniyete kavuşmuş olacaktır.

Hz. Peygamber İslam’ı getirdiği zaman insanlara niçin ve nedenleri öğretmedi. “Ben nasıl namaz kılıyorsam bana bakın siz de öyle kılın” dedi. Yani Hz. Peygamber dini, ana lisanı öğretir gibi, tekrarla, temrinle ve taklitle öğretti. Bu yeni, taze İslam kültürü, daha bir asır geçmeden VII. Yüzyıl başlarında Suriye ve Irak fetihleriyle kadim köklü Bizans ve Sasani kültürleri ile karşılaşınca müslümanlar fikir ve düşünce bazında biraz sıkıntıya düştüler, bazı şeyleri bu taze bilgileri ile izah edemediler. Hz. Peygamber de Dar-ı Bekaya irtihal eylediği için ondan sorup öğrenme imkanları da yoktu. Bu defa kendileri için bir ışık, bir rehber ve hidayet kaynağı olan Kur’an’a başvurdular ve onu ilmi bir şekilde anlamaya çalıştılar. Atık din, ana lisanı gibi değil, bir yabancı dil öğrenir gibi, gramer ve dil kurallarıyla yeniden öğrenildi, yorumlandı ve bir program olarak müslümanlara ve hatta tüm insanlığa sunuldu. İki-üç asır süren bu kuruluş dönemi, müslümanlar açısından bir altın çağı sayılabilir. Çünkü dini, ilmi, ictimai, idari, iktisadi, siyasi ve ailevi alanlarla o zamana göre birçok yenilikler yapılmış, yeni bilimsel düşüncenin temelleri atılmıştır. Müslümanların Kur’an üzerinde uyguladıkları bu metodu, Batı dünyası eşya üzerinde uygulayarak bugünkü seviyesine yükselmiştir. Bu konuda Hilmi Ziya Ülken, “Müslüman Doğunun Batıya hediye ettiği en büyük nimet, bilimsel ya da tümevarımcı araştırma metodudur.” diyor.

Müslümanlar böylece insanlığın huzuruna kendi dinleri ile ve bu dinden öğrendikleri düşünce, kültür ve medeniyetleriyle çıktılar. Ne var ki, asırlar geçti, zaman makinesi çalıştı ve İslam medeniyeti yaşlandı. Bu defa sıra Batıya, Hıristiyan dünyaya geldi. Avrupa’da modernleşmenin temelleri XIII. Asır başlarında atıldı. Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketleri meydana geldi. Batı medeniyeti bu temeller üzerine kuruldu. Bu medeniyetin en önemli özelliği, İslam medeniyetinin aksine, din merkezli değil, dünya merkezli olmasıydı. Güneşin ve Ayın hareketlerini müslümanlar namaz ve oruç vakitlerini tayin etmek için araştırırken, Avrupalılar bu işi sadece ilim için yapıyorlardı. Artık dünya değişmişti. Bu Rönesans, Reform ve Aydınlanma üçlüsü insan düşüncesini ve hayatını değiştirdi. İlim, din, devlet, toplum, ekonomi..her şey, ama her değişti. İnsanın yolunu aydınlatan artık din değil, doğal ışık kabul edilen akıldı. Onun için din, vahye-Allah’a değil, akla dayanarak doğal hale gelmeliydi. Artık Batıda din, bilim, idare, yönetim, aile ve diğer alanlardaki tüm terim, tarif ve tasnifler tamamen değişmişti. Hatta Hıristiyanlık hayat kitabının bütün sayfalarından silinerek, sadece dua etmek ve bir daha dışarı çıkmamak üzere kiliseye kapanmıştır.

İşin gerçeğine bakarsanız vahiy dininden uzaklaşan bu medeniyet, insanın kendisinden ve onun doğal dünyasından da uzaklaşmış oluyordu. İnsan merkezli varlık ve insan merkezli dünya sözleri aslında insanın merkezde değil, oradan koparıldığını gösteriyordu. Çünkü insan kişiliğini eşya ile paylaşır hale gelmişti. Kölelik sözlüklerden kaldırılmıştı ama, işçi kendi kutsal emeği hakkında söz sahibi olamıyor, onu başkaları pazarlıyordu. Kiliseye hayır diyerek toplumdan dogmaları kaldırmak isteyenler, parayı kiraya vermek helaldir diyen Kalven’in dogmasından kurtulamadılar. Bize göre Batıda kadına haksızlık edildiği için feminizm hareketi başladı, yeşil tahrip edildiği için Yeşil Barış Hareketi ortaya çıktı, insandan uzaklaşıldığı için hümanizm hareketleri ayrı bir boyut kazandı.

Bu sözlerimizden kimse bizim Batı karşıtı olduğumuz çıkarmasın. Her zaman söylediğimiz bir cümleyi bir defa daha burada tekrar edelim. Biz, Batının bilim ve teknolojisi, fizik, kimya, astronomi ve biyolojisi karşısında saygı duyuyor, Allah’ın eşyanın tabiatına koyduğu ve Batılıların geliştirdiği bu ilimlerin önünde eğiliyoruz. Ancak insan ve beşeri ilimler, idari, iktisadi, hukuki ve ailevi konularda Batı dünyasının da bize saygı duymasını istiyoruz. Çünkü biz, bu konularda onlardan daha ileri bir düşünce, fikir, bilgi ve birikime sahip olduğumuza inanıyoruz.

Her şeyden önce dini iyi ve doğru tanımak gerekir. Dini akıl üretemez; çünkü din duyular ötesinden, metafizik dünyadan, insanın erişemeyeceği bir mekansızlık aleminden gelir. Akıl, ulaşamadığı böyle bir alandan bir şey getiremez. Bize göre dini alanda ikame kanunu çalışamaz, buğday ekmeği bulamazsanız arpa ekmeği yersiz ama, Allah’ın gönderdiği vahiy dininin yerine başka bir şey koyamazsınız.

Din aynı zamanda kişinin serbest ve özgür iradesiyle kabul ettiği bir kurumdur. Şu halde insan iradesinin bulunduğu her alanda dini-uhrevi sorumluluk vardır. Bu anlamda acıkmak, susamak ve üşümek gibi irade dışı olayların dinle bir ilişkisi yoktur; ama yemek, içmek ve giyinmek gibi hareket ve davranışlar, kişinin kendi iradesiyle yapıldığı için dinidir ve uhrevi sorumluluğu gerektirir. Ancak insana baskı yapılıyor ve özgür iradesi elinden alınıyorsa, o zaman dini sorumluluk düşer. İnsan iradesine saman çöpü kadar etki ve baskı yapılan bir yerde ne din, ne hukuk ve ne de insanlık kalır.

Özet olarak söyleyecek olursak İslam dünyasındaki yenileşme hareketlerini önce resmi ve gayr-i resmi diye ikiye sonra da gayr-i resmi olanlarını üç grupta toplamak mümkündür.

Birinci grup tamamen Batı denetim ve gözetiminde ve onların finansörlüğünde yapılan birey ve cemaatlerin yürüttüğü faaliyetler olup bunlar Batı dünyasının emellerine hizmet etmiş ve bizim zararımıza olmuş çalışmalardır. Bu faaliyetler, bilhassa dinin iman, amel ve ahlak alanındaki terim, tarif ve tasniflerin çözülmesine ve aşınmasına ve böylece Müslümanlarla İslam arasındaki bağın zedelenmesine ve neticede fikir ve düşünce birliğinin dağılıp bozulmasına sebep olmuşlardır.

İkinci grup ise Batıya mı, yoksa Doğuya mı, müslümanlara mı yoksa Hıristiyanlara mı hizmet ettiği belli olmayan, belki her iki tarafın da adamı olan şahıs ve gruplardır. Bunların görüntüleri belirsiz olduğu için kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Ancak bunların da hiç iyi etmediklerini söyleyebiliriz.

Üçüncü grup ise, tamamen iç dinamiklerin ortaya koyduğu ipliği, argacı, boyası ve dokusu; rengi, tadı ve kokusu tamamen bizim olan fert ve cemaatler ve onların çalışmalarıdır. Bunlara ancak şükran borçluyuz, ancak bu çalışmalar da sadra şifa vermemiş, üç beş çiçek açmakla bahar gelmemiştir. 

Biz İslam kültürüne sahip müslümanlar olarak bugünkü batı medeniyetinde dini, ilmi, idari ve iktisadi alanda gerek düşünce ve gerekse uygulama planında gördüğümüz bazı yanlış ve farklılıklardan dolayı, Batıya evet anlamında bir çağdaşlaşmaya hayır diyoruz. Çünkü zıtların birleşmesi, toplumda uzviyet meydana getiremeyeceğinden, doku uyuşmazlığı olacak, belki de vücut kangrene dönüşüp daha büyük sıkıntı ve ıstıraplara sebep olacaktır. Bu noktalara bazı örnekler vererek konuşmamı bitirmek istiyorum.

İslamda din, sosyal bir eğitim aracı olarak kabul edilir. Bu eğitimi almış kişiler sosyal yapıyı meydana getirirler. Oysa batıda din, sosyal yapının dışında kalır. Din ancak sosyal ilişkisi bulunmayan soyut ibadetlerden ibarettir.

İslam toplumunda dinde çoğulculuk vardır. Değişik din ve mezhepler, bir arada beraber bulunup birlikte yaşayacaklardır. Bunun en güzel örneğini Hz. Peygamber Medine’de Yahudi, Hıristiyan, müslüman ve müşrikleri bir arada yaşatarak vermiştir. Halbuki batıda üniter bir din anlayışı vardır. Bir zamanlar Roma’da dine bağlı devletler bulunurken, Bizans’ta da devlete bağlı din vardı. Bugün Avrupa ise ateizmle birlikte dinde üniterliği sağlayan bir düzen içinde bulunmaktadır.

İslamda ekonomik faaliyetler tümüyle serbest olup mal, para ve emekler tüm dünyada serbest bir şekilde tedavül ederler. Batıda ise gümrük ve vize gibi engeller getirilerek bu alan daraltılmıştır.

İslamda mal, para ve emek birbirinden tamamen farklı kabul edildikleri için ayrı ayrı kanun ve kurallara tabi tutulmuşlardır. Mesela mal depo edilebilir, emek ise depo edilemez, malda arz-talep kanunu çalışırken emekte çalışmaz. Para amaç değil, bir araçtır. Mal yenilir, içilir ve giyilir; para ise yenilmez, içilmez ve giyilmez. Malın tüketim değeri vardır, paranın ise tüketim değeri yoktur. Onun için mal kiraya verilebilir, para ise asla kiraya verilemez. Halbuki batıda mal, para ve emek aynı kabul edilmiştir. Bunlarda arz-talep kanunu çalışır, para da aynı mal gibi kiraya verilebilir.

İslamda nisbi temsil ve yerinden yönetim sistemi vardır. İctihat kararları ve mahalli icmalar mevzuatı meydana getirir. Merkez, taşranın iç düzenine karışmaz, merkezin kararları taşrada geçerli değildir. Oysa batıda merkezi yönetim vardır. Merkezde alınan kararlar, mahalli yönetimlerde de uygulanır.

İslamda serbest hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız bir yargı sistemi vardır. Yönetim bu serbest hakemlerin verdikleri kararları uygular. Halbuki batıda merkezden atanmış ve merkezin koyduğu mevzuatı denetlemekle görevli hakimler vardır.

İslamda ilim, halkın hakkı, gerçeği ve doğruyu bulabilmesi için yardımcı olan bir vasıta olarak kabul edilir. Oysa batıda ilim, sermayenin halka tahakküm etmesine yardımcı olmakta ve sermayenin kıskacı altında bulunmaktadır.

Netice olarak bütün bu söylediklerimizden anlaşılıyor ki, İslam dünyası ile Batı dünyası arasında dini, ilmi, idari ve iktisadi değer hükümleri çok farklıdır. Bu durumda Türkiye ve İslam dünyasının çağdaşlaşma problemini halledebilmesi için, her iki tarafın birbirini dinlemesi, iyi niyetle işe başlayarak, yanlışları atıp doğrularda birleşerek, yenileşme ve kültür planında bir alış veriş sürecine girmesi gerektiğine inanıyorum. Bana göre geleceğin dünyası, doğu ile batının nikahlanıp evlenmesi ve Hıristiyanlarla müslümanların alış veriş yaparak birleşip yenileşmesiyle otaya çıkacaktır.


*DEÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyes


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.