.

Beşir Ayvazoğlu’nun “Zayıf Akıl” başlıklı yazısına gönderilmiş bir açıklama

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

ZAYIF AKIL  

Beşir Ayvazoğlu

Tercüman 16 Haziran 2003

  

Geçenlerde aklıma takılan bir mesele hakkında daha sarih bir fikir sahibi olmak için İslam felsefesiyle ilgili kitapları tararken Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın eserlerine de yeniden göz atma fırsatı buldum. Şu anda Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı olarak hükümette yer alan Mehmet Aydın Hoca, ülkemizin gurur duyması gereken ve katıldığı bütün ilmi/ fikri toplantılarda Türkiye’yi hakkıyla temsil eden seçkin bir entelektüeldir. Politikacılığına gelince, onu bilmem.

Lafı uzatmadan asıl meseleye gelmek istiyorum: Hoca’nın kitaplarını karıştırırken altını çizdiğim cümleler arasında “zayıf akıl” kavramına rastladım. İslam tarihinde vahiy-akıl ilişkisine dair teorik tartışmalara kelam ve felsefede belli bir seviyeye ulaşıldıktan sonra başlandığını, her ikisinin de temelinde nazari düşüncenin bulunduğunu ve bu düşüncenin tabiatı gereği bağımsızlığa ihtiyaç gösterdiğini söyleyen hoca, özellikle mutezile kelamcılarının politikaya bulaşmaları, Bâtınilerin de bazı felsefi usul ve sonuçları kötüye kullanmaları yüzünden bu tartışmaların “iman-küfür” vadisine çekildiğini, İslam’ın bundan çok zarar gördüğünü ifade ediyordu. Altını daha kalın çizme ihtiyacı hissettiğim şu cümlelere dikkatinizi çekmek isterim:

“Ne yazık ki, o hayat (düşünce hayatı, B.A.) faaliyet sahasının önemli bir kısmında “zayıf akıl”la idare etmek zorunda kaldı. Tahlil, terkip ve tenkit, kültürün belirleyici bir özelliği olmaktan çıktı. Felsefenin kelama, nazari tasavvufa ve ameli alana (hukuk, siyaset vs.) sığınarak var olmaya çalışması da yetmedi. Yahut Molla Sadra gibi münferit filozofların çabaları genel İslami hayata analitik, terkibi ve tenkidi aklı yerleştirmeye kâfi gelmedi”.

Hâlbuki Avrupa’da felsefe farklı bir yol takip etmişti: Thomas Aquinas gibi büyük ilahiyatçıların teoloji ile felsefeyi uzlaştırmaları önemli sonuçlar doğurmuş ve felsefenin bağımsızlığıyla sonuçlanan bir süreç yaşanmıştı. Şaşırtıcı olan, bu gelişmede en önemli etkenin, Farabi-İbni Sina geleneği olmasıydı. Dini hakikatle felsefi hakikati özdeş sayan bu gelenek, faal akılla vahiy meleğini bir sayıyor ve ilk sebebi salt akıl olarak görüyordu. “İslam felsefesi, sadece İslam tarihinden geçerek Batı’ya intikal eden kadim felsefe değil, aynı zamanda bir İslami felsefe idi.”

İslam düşünce tarihinde Farabi-İbn Sina geleneğinin belli bir tarihten sonra kendine bakacak bir kanal bulamaması ve tasavvuf geleneğinde aklın adamakıllı küçümsenmesi, bizi “zayıf akıl”la yetinmek zorunda bırakmış ve zayıf akıl, yani tahlili, tenkidi ve terkibi felsefenin yokluğu, yeni yollar aramak ve yeni yorumlar denemekten çok, mevcutla yetinip bilinen yolda ısrarla ilerleme sonucunu doğurmuştur. Nass’lara tek ve mutlak anlam yüklenmesi ve “mevrid-i nass’da içtihada mesağ var mıdır?” sorusuna peşinen “yoktur!” cevabı verilerek yorumun engellenmesi, Hoca’ya göre, Müslümanların zaman içinde karşılaştıkları çok ciddi problemleri çözümsüz hale getirmiştir. Ne yazık ki, “zayıf” akıl” bugün her zamankinden daha yaygın bir şekilde hükümferma. Her konuda, tarihin hiçbir devrinde görülmemiş bir biçimde söz sahibi olmak isteyen kitleler kendi taleplerini ve yorumlarını dayatıyorlar. Alt seviyedeki her türlü din idraki farklı yorumlara kapalı, dışlayıcı, ötekileştiricidir. Daha da kötüsü, özellikle Türkiye’de, din üzerinde fikir üretmek isteyen insanlar, üzerlerinde aynı anda, hem hayattan dini bütünüyle kovmak isteyen otoritenin, hem de kendi din idrakini mutlaklaştıran kitlelerin ağır baskısını hissettiriyorlar. Ve bilmeyenlerin çok, bilenlerin az konuştuğu bu ülkede “zayıf akıl” hükmünü istediği gibi yürütüyor.

 

 

NAS BULUNAN YERDE İCTİHAD OLMAZ MI?

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu 

 

Pek muhterem Beyefendi,

Sizi hem televizyonlardan ve hem de yazılarınızdan uzun zamandan beri izliyor ve seviyoruz. Son olarak 16 Haziran 2003 tarihli "Zayıf Akıl" başlıklı yazınızı da okudum. Bu yazınızı hangi amaçla yazdığınızı bilmiyorum. Ancak yazı hakkında eğer izin verirseniz bazı şeyler söylemek istiyorum. İslam medeniyetinin ürettiği terim, tarif ve tasnifler hakkında söz söylemek, hele ihtisaslaşmanın yanlış bir şekilde sürdürüldüğü bir çağda o kadar kolay olmasa gerek. Ben bir felsefeciyim deyip duran bir zatın acaba İslam hukukunun bir hükmü hakkında fetva verip yorum yapması ne kadar doğru olabilir. İlim, yanlış ve doğruları arayıp bulmaya çalışır, bunun yolu ve metodu da tartışmadır. Konular tartışılmadan birinin çıkıp şu veya bu konuda bir düşünce açıklaması bilim dünyası açısından hiçbir şey ifade etmez. Çünkü bireysel düşünce eğer tartışılmamış ve kamu önünde hakkında lehte ve aleyhte söz söylenmemiş ise bilimsel bir değer taşımaz. Bugünün ilim dünyasında bilimsel düşünceyi üretme yolu açık oturum, bilgi şöleni ve bilimsel toplantılardır. Bunun dışında kim olursa olsun birisi çıkıp bir görüş açıklıyorsa bu tamamen bireyseldir, bir içtihattır, içtihat ise diğer bir içtihadı ortadan kaldırmaz. Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşt yolunun doğruluğunu ve düzgünlüğünü söyleyenler, Gazali ile Razi'nin gittiği yolların eğri büğrü ve dolambaçlı ve hatta gizli, gizli ifade ettikleri gibi, zararlı olduğunu delilleriyle açıkça ortaya koymalıdırlar.

Y.Ö.K. Başkanı BMM.de biz Gazali ve Razi yolunu terk ettik, İbn Sina ve İbn Rüşt yolunu tercih ettik demiş. Bu iki yol nedir, ne gibi düşünce ve fikirleri vardır diye televizyonlarda açık oturumlar düzenlenip tartışma açılırsa bazı gerçekler ortaya çıkar. Mesela bilim tarihi daha çok hangi ekolün dediklerini doğrulamıştır. Felsefeciler varlık bir heyula ve şekil dedi, kelamcılar ise cüz'ün la yetecezza dedi. Bir örnekle açıklayacak olursak, kelamcılar bina tuğlalardan yapılmış dedikleri yerde filozoflar hayır bu yapı dökme beton veya kalıplara beton dökülmekle yapılmıştır dediler ve neticede fizik ilmi ile ispat edilmiştir ki, âlem hücre ve atomlardan meydana gelmiştir. Felsefeciler kainat ezeli dedi, kelamcılar sonradan yaratıldı dedi. Bigbang ile anlaşıldı ki, kelamcılar doğru söylemiş felsefeciler yanılmıştır. Bu cümlelerimizden asla felsefe yapmayalım aklımızı kullanmayalım neticesini çıkarmayınız. Bize göre akıl, nakil kadar delildir. Hiç birisi önce ve sonra değildir. Her ikisi de beraberdir. Çünkü bunlar fonksiyoneldir. Akıl dinin içinde, din de aklın içindedir bilimsiz din dinsiz bilim olmaz. Bunlar matematik ifadeyle toplam değil, çarpımdırlar yani biri olmadan diğeri de olmaz. İlim içtimaidir, halka dayanır ve âlimin ilmi seviyesi toplumun ilmi seviyesi ile ölçülür. Benim branşım İslam hukuku, onun için ben yazınızın bizi ilgilendiren tarafı hakkında iki üç kelime söylemek istiyorum. "Naslara tek ve mutlak bir anlam yüklenmesi ve "Mevrid-i nass'da içtihada mesağ var mıdır?" sorusuna peşinen "Yoktur!" cevabı verilerek yorumun engellenmesi, Müslümanların zaman içinde karşılaştıkları çok ciddi problemleri çözümsüz hale getirmiştir" iddiaları çelişkilerle doludur. Çünkü nasslara tek ve mutlak bir anlam hiç bir zaman yüklenmemiştir. Mesela İmam Azamın öğrencileri Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve Züfer gibi şahsiyetler hocalarına evet demekten daha ziyade hayır demişlerdir. İslam kültüründe Allah'ın varlığı ve birliğinden başka hiçbir mutlak ve kesin hüküm yoktur diyesim geliyor. Çünkü zaruret halinde kalpteki imandan başka bütün yükümlülükler, namaz, oruç, şahadet kelimesi söylemek veya Müslüman olduğunu bildirmek gibi, bu ve buna benzer bütün sorumluluklar ortadan kalkar. İslam hukukunda içtihat sahasının cereyan etmediği hiç bir yer yoktur. Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur, sözünü anlamak istemeyenler veya anlayamayanlar sanki bu sözün düşünceyi durdurduğunu iddia ediyorlar. Bundan daha yanlış bir şey olamaz. Çünkü nassı anlamak da bir içtihattır. Burada kavram kargaşası var. Batı kültürüne sahip olanlar nass kelimesini doğma anlamında anlayıp ayet yerinde kullanıyorlar. Eğer Larousse'a bakarsanız orada "Nas, açıklık kesinlik, tartışmasız benimsenmesi gereken yargı, Kuran ve hadis metni, içtihat yoluna başvurulmayan, kesinlikle uyulması gereken Kuran ve Hadis hükümleri, tek bir anlama gelen sözcük, dogma" denilmektedir. Hâlbuki İslam kültürü açısında baktığımız zaman bunların hepsi yanlıştır. Çünkü kesin hüküm, sadece üzerinde icma edilmiş olan hükümlerdir, bunu da Hanefiler söyler, kabul etmeyenler de vardır. Oysa bir hükmün uygulamaya konulup veya konulmayacağı hususu da ayrıca içtihadı gerektirir. Mesela "adam öldüren öldürülür." Bu kesin bir hüküm olabilir ama her zaman bu hükmü uygulayamayız. Mesela Hz. Osman zamanında Hz. Ömer'in katilini öldüren Ubeydullah'a bu ceza verilmemiş ve tazminata gidilmiştir. Tartışma olmadan hiç bir hüküm İslam’da kabul edilmez. Biz hiç bir zaman Kuran ve sünnete nass demeyiz, biz kitap sünnet veya ayet ve hadis deriz. İslam hukuk literatüründe nass diye sevk edildiği manaya delalet eden söze derler. (Bak. Muhammed Ebu Zehra, tercüme: Abdulkadir Şener, İslam Hukuk Metodolojisi, s. 125)

İslam düşüncesinde ayet ve hadis delildir. Eğer bir ayet bir konuda bir şey söylüyorsa yani hangi amaçla söylenmişse işte o ayet o konuda nassdır, yani zahir manadan daha kuvvetli bir mana taşır. Mesela abdest hakkında ayet vardır. Bu demektir ki, abdestsiz namaz kılınmaz, abdestsiz namaz kılınır mı diye düşünülmez. Ama abdest nasıl alınır, niçin alınır, hangi sular kullanılır, abdest uzuvları, nasıl ve ne kadar yıkanır, abdest alamayacak durumda hasta veya arızalı ise ne olacak bütün bunlar içtihat mevzuudur. Daha önce söylediğim gibi nassı anlama işi bile bir içtihat konusudur. İslam düşüncesinde içtihat edilmemiş bir alan yoktur, bütün hükümler ya içtihat veya icma ile sabit olmuşlardır. Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur sözü herhangi bir konuda ayet ve hadis gelmişse artık o konuda kıyas yapılmaz, kıyas ile amel edilmez, o ayet ve hadisle amel edilir demektir. Yani ayet ve hadis terk edilip onların taşıdıkları anlamlara ters düşecek bir şekilde sadece akıl yoluna gidilemez demektir. Üzülerek söylemek gerekirse bugün din denildiği zaman ve hatta İslam denildiği zaman akla gelen Hıristiyanlık ve onun terminolojisi söz konusu oluyor. Hıristiyanlık terminolojisi ile İslam yargılanamaz. İslam'da doğma olmadığını ifade eden Ahmet Hamdi Akseki şunları söylüyor: "... Kuran bütün bunları talim ederken hiçbir yerde "Dogmatizm" eseri görülmez. Çünkü Kuran, ancak insanın şuuruna, akıl ve muhakemesine hitap eder. s. XXVI... "Müslümanlıkta ahlaki vazifeler (Din)e istinat etmekle beraber akıl yine en büyük bir mevki ihraz etmektedir. Çünkü İslam'ın temeli akıldır, bütün hitapları akla müteveccihtir. İslam'da "dogma"  yoktur. Talim eylediği ahkâm ve düsturları serbest münazara ve münakaşa neticesi kabul etmek bu dinin en mühim esaslarındandır." s. 456 Netice olarak İslam'da resmi bir makam bir yorumcu yoktur, herkes ve her topluluk kendi içtihat ve yorumlarına tabi olacaklardır. Batılı müsteşrikler bile kabul etmektedir ki, İslam hukuku bir devlet hukuku değil, bir hukukçular hukukudur. Müslümanların geri kalmalarını sadece hukukçulara ve kelamcılara bağlayıp bunların yolunu terk ederek filozofların yolunu önermek ne kadar doğru bir davranıştır tartışılabilir. Mesele sadece eleştirmek ama ortaya bir şey koymamak ise o zaman diyeceğimiz bir şey yoktur. Fazlurrahman'ın maşallah eleştirmediği bir şey yok, ama sen ortaya ne koydun diye sorsanız ortada da bir şey yok. İslam'da denilebilir ki, hemen, hemen bütün bilgiler dilciliğe dayanır, çünkü Kuran Arapçadır. Fazlurrahman ise bu dilciliği kaldıralım diyor. Peki, bunun yerine ne koyuyorsun? Hiç bir şey koymuyor. Böyle felsefe olur mu?

Yazınızın "Türkiye'de, din üzerinde fikir üretmek isteyen insanlar, üzerlerinde aynı anda, hem hayattan dini bütünüyle kovmak isteyen otoritenin, hem de kendi din idrakini mutlaklaştıran kitlelerin ağır baskısını hissediyorlar. ve bilmeyenlerin çok, bilenlerin az konuştuğu bu ülkede... kısmına aynıyla katılıyorum. Allah sizden razı olsun. Ama din tevkifidir, naklidir dayanakları bizde Kuran ve sünnettir... Bunlar bu iki kaynak bilimle yeniden yorumlanacaktır, bugün bunun sıkıntısı çekilmektedir. Bugün İslam yeniden yorumlanmalıdır. Ancak İslam'ı bilenler yorumlayabilir. Bilen ise sarf, nahiv, Meani bedi beyan, belagat, usul-ü fıkıh, tefsir, hadis, sosyoloji, felsefe, ekonomi, psikoloji, matematik fizik, kimya ve astronomi gibi ilimleri tahsil etmiş kimsedir.  Aslında bu konuları böyle yazı ile konuşmak değil, karşı karşıya gelip birlikte imal-i fikr etmek gerekir.

Sizi epeyce meşgul ettim. Selam ve sevgiler.

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu

D.E.Ü. İlahiyat Fakültesi

İslam Hukuku Öğretim Üyesi

 

 

AKIL ve İSLAM

Beşir Ayvazoğlu  

Tercüman 23 Haziran 2003

  

Geçen hafta Prof. Dr Mehmet Aydın’ın bir kitabında rastladığım “zayıf akıl” kavramı üzerinde durmuştum. Hoca, İslam tarihinde vahiy-akıl ilişkisine dair teorik tartışmalara kelam ve felsefede belli bir seviyeye ulaşıldıktan sonra başlandığını, Mutezile kelamcılarının politikaya bulaşmaları, Batınilerin de bazı felsefi usul ve sonuçları kötüye kullanmaları yüzünde bu tartışmaların “iman-küfür” vadisine çekildiğini, bu yüzden İslam dünyasının zayıf akılla idare etmek zor5unda kaldığını, tahlil, terkip ve tenkidin belirleyici olmaktan çıktığını, felsefenin asırlarca kelama vb. sığınarak varlığını sürdürmeye çalıştığını söylüyordu.

İslam düşünce tarihinde Farabi-İbn Sina geleneğinin belli bir tarihten sonra kendine akacak bir kanal bulamaması ve tasavvuf geleneğinde aklın adamakıllı küçümsenmesi, bizi “zayıf akıl”la yetinmek zor5unda bırakmış ve zayıf akıl, yani tahlili, tenkidi ve terkibi felsefenin yokluğu, yeni yollar aramak ve yeni yorumlar denemekten çok, mevcutla yetinip bilinen yolda ısrarla ilerleme sonucunu doğurmuştur. Nass’lara tek ve mutlak bir anlam yüklenmesi ve “mevrid-i nass’da içtihada mesag var mıdır?” sorusuna peşinen “yoktur!” cevabı verilerek yorumun engellenmesi, Mehmet Aydın Hoca’ya göre, Müslümanların zaman içinde karşılaştıkları çok ciddi problemleri çözümsüz hale getirmiştir.

 

EVETTEN ÇOK HAYIR

 

Bu yazımla ilgili olarak İslam Hukuku Profesörü Dr. Osman Eskicioğlu’ndan uzun bir e-mail mesajı aldım. Bir gazete yazısında ele alınamayacak kadar çok meselede görüşlerini açıklayan değerli profesörün özellikle kendi alanını ilgilendiren nass ve içtihat konularında söylediklerini önemli bulduğum için okuyucularımla paylaşmak istedim.

Nasslara mutlak anlamlar yüklenerek yorumun engellendiği, böylece Müslümanların zaman içinde karşılaştıkları ciddi problemlerin çözümsüz hale geldiği iddialarına katılmayan Eskicioğlu şöyle diyor: 

Naslara tek ve mutlak bir anlam hiç bir zaman yüklenmemiştir. Mesela İmam Azamın öğrencileri Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve Züfer gibi şahsiyetler hocalarına evet demekten daha ziyade hayır demişlerdir. İslam kültüründe Allah'ın varlığı ve birliğinden başka hiçbir mutlak ve kesin hüküm yoktur diyesim geliyor. Çünkü zaruret halinde kalpteki imandan başka bütün yükümlülükler, namaz, oruç, şahadet kelimesi söylemek veya Müslüman olduğunu bildirmek gibi, bu ve buna benzer bütün sorumluluklar ortadan kalkar. İslam hukukunda içtihat sahasının cereyan etmediği hiç bir yer yoktur. Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur, sözünü anlamak istemeyenler veya anlayamayanlar sanki bu sözün düşünceyi durdurduğunu iddia ediyorlar. Bundan daha yanlış bir şey olamaz. Çünkü nassı anlamak da bir içtihattır.

 

NASS ve DOGMA

 

Eskicioğlu, “Nass” kelimesinin “dogma” anlamına gelmediğini, İslam’da tartışma olmadan hiçbir hükmün kabul edilmediğini, ancak üzerinde icma edilmiş hükümlere kesin hüküm olarak bakılabileceğini, hükmün uygulamaya konulup konulmayacağının ayrıca içtihat gerektirdiğini söyledikten sonra “Eğer bir ayet bir konuda bir şey söylüyorsa yani hangi amaçla söylenmişse işte o ayet o konuda nassdır” diyor.

İslam’da resmi bir makam ve yorumcu bulunmadığını, herkesin ve her topluluğun kendi içtihat ve yorumlarına tabi olmaları gerektiğini söyleyen Eskicioğlu’nun İslam ve akıl konusunda merhum Ahmet Hamdi Akseki’den iktibas ettiklerini ben de okuyucularıma sunarak tartışmayı bu alanların uzmanlarına bırakmak istiyorum:

" Kuran bütün bunları talim ederken hiç bir yerde "Dogmatizm" eseri görülmez. Çünkü Kuran, ancak insanın şuuruna, akıl ve muhakemesine hitap eder (…) Müslümanlıkta ahlaki vazifeler (Din)e istinat etmekle beraber akıl yine en büyük bir mevki ihraz etmektedir. Çünkü İslam'ın temeli akıldır, bütün hitapları akla müteveccihtir. İslam'da "dogma" yoktur. Talim eylediği ahkâm ve düsturları serbest münazara ve münakaşa neticesi kabul etmek bu dinin en mühim esaslarındandır."

 

*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.