. | DİYALOG DİNSEL ÇOĞULCULUK ve HAKİKATİ ARAMAK Prof. Dr. Osman Eskicioğlu* İnsana küfür yakışmıyor, insana
yanlış düşünce yakışmıyor, insana dostluk dururken düşmanlık yakışmıyor.
Başkalarını da düşünmek ve özgeci duygularla yaşamak varken, insanın bencil
olması, egoistlik yapması ve ben merkezli olması ona yakışmıyor. İnsan ünsiyet
etmeli, çevre ile barışmalı, kendisiyle, ailesiyle, toplum ve devleti ile barışık
olmalı; insan diniyle ve ilmiyle beraber yaşamalı, diğer dinler, diğer kültürler ve
diğer toplumlarla birlikte yan yana yaşamanın ve dengeli birey ve dengeli bir toplum
olarak, aşırılıkların en aza indirildiği bir dünyada insan olmanın ve insanca
yaşamanın zevkine ermelidir. Tabi bu duygu ve düşünceler, şimdilik dilek ve temenni,
istek ve arzudan ileri gitmeyen bir tür seslenmelerdir. Çünkü gerçekler böyle değil;
insanlar birbirine sanki düşman, toplumlar ve devletler de birbirini sömürmekle ve yok
etmeye çalışmakla meşguller. Bir dine mensup olan birey ve toplumlar, genelde öteki
dinler ve müntesipleri karşısında azından tarafsız kalacakları yerde karşıtlık
yaparak tavır alıyor ve taraf tutuyorlar. Bu durum üzülerek söylemeliyim ki,
Yahudi, Hıristiyan, Müslüman, Budist ve Hindu, kim veya hangi din mensubu olursa olsun
hemen, hemen herkeste vardır, diyebiliriz. Hemen ifade edelim ki, Kuran-ı Kerim
Yahudi ve Hıristiyanları örnek vererek bu tutum ve üslubu asla tasvip etmediğini açıklamaktadır.
“Yahudiler, “Hıristiyanların dayandığı bir şey yoktur” derken, Hıristiyanlar
da “Yahudilerin dayandığı bir şey yoktur”, dediler.”Oysa hepsi de kitabı
okuyorlar. Bilmeyenler de tıpkı onların dedikleri gibi diyorlar. İşte bundan dolayı,
ihtilafa düştükleri bu gibi şeylerde, Allah kıyamet günü aralarında hüküm
verecektir.[1] Necran Hıristiyanlarından bir grup Hz.
Peygamber’e geldiği zaman Medine’deki bazı Yahudi bilginleri de geldi. Derken bunlar
arasında bir tartışma çıkıp münakaşaya başladılar. Yahudilerde Rafi b.
Hureymile, Hıristiyanlara karşı siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz dedi. Bir
Necranlı da asıl siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz diyerek ona cevap verdi. İşte
bu olay üzerine bu ayet nazil oldu.[2] Yine bugün bazı cemaatlerin, biz
farklıyız, biz daha haklıyız ve bizim yolumuz daha doğrudur, dedikleri gibi,
Yahudiler, Yahudilerden başkası, Hıristiyanlar da Hıristiyanlardan başkası cennete
gidemeyecek, dediler. Allah ise bunlara, bu onların kendi kuruntularıdır. Onlara eğer
siz doğru iseniz kesin delilinizi getirin bakalım de, diye cevap vermektedir.[3] Ayrıca İslam’ın “ehl-i kitap” diye
isim verdiği Yahudi ve Hıristiyanlara karşı da ne kadar din hürriyeti sağladığı
ve adeta onların ibadet yeri olan manastır, kilise ve havralarını aynı müslümanların
Mescid ve camileri gibi koruma altına aldığı bir gerçektir. Bu hususta ayette Allah
insanlardan bir kısmının (kötülüğünü) diğerleriyle uzaklaştırmasaydı, içlerinde
Allah’ın adının çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler
yıkılırdı[4] denildiği için Elmalılı,
İslam’ın bu yerleri korumayı amaçladığını söylemiştir.[5] Zaten İslam’ın
getirdiği en büyük prensiplerden birisi de kim olursa olsun herkese din ve vicdan
hürriyetinin sağlanmış olmasıdır. Dinde zorlama yoktur.[6] Rabbin
dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi tümden inanırlardı. Yoksa sen inansınlar
diye insanları zorlayacak mısın?[7], buyrulmuştur. Dinsel çoğulculuk nedir ve bundan ne
anlamalıyız diyorsunuz. Açık söylemek gerekirse bana göre kendi dinlerinin kan
kaybetmekte olduğunu gören yarı ilah-papazlar, diyalog ve dinsel çoğulculuk adı
altında diğer dinlerle de iş birliği yaparak kendi dinlerine yeni bir hayat ve can
suyu sağlamanın yollarını aramaya çalışıyorlar. Böylece sanki onlar,
müslümanlara bir nevi bizi de tanıyın diyerek bir devletin bir devleti siyaseten
tanıması gibi bizi tanıyıp tasdik edin demektedirler. Çünkü Roma Katolik
Kilisesinin davetiyle 1962–1965 yılları arasında toplanan II. Vatikan Konsili
sırasında diğer dinlerlerle ilgili olarak alınan ve diyalog etrafında kümelenen
kararların, konsil dokümanlarında ilan edilmesiyle birlikte önce Katolik kilisesi ve
daha sonra da yavaş yavaş da olsa, Protestan kiliseleri tarafından, Müslümanlarla
diyalog ve İslam’ın/Müslümanların diğer dinlere bakışını konu alan çalışmalar,
deyim yerindeyse yağmur gibi yağmaya başladı. Ben bunu Avrupalıların sosyoloji çalışmalarına
benzetiyorum. Zira İbn Haldun’un sosyolojiye bakışı ile mesela Auguste Comte ve Saint Simon gibi düşünürlerin bakışı
arasında çok fark vardır. Bu yeni sosyologlar, bir taraftan toplumları anlamaya çalışırken
diğer taraftan da anladıkları kadarıyla onları şekillendirip yön vererek ekonomik
veya başka çıkar peşinde koşmuşlardır. Yani onlar insan doğasını, doğal olarak
zaman, mekân ve kültür farkından doğan toplumların kendilerine özel olan hareket ve
davranışlarını ve bu husustaki benzerlik ve farklılıkları tespit edecekleri yerde
menfaat peşinde koşmuşlardır, diyebiliriz. Hâlbuki bize göre bir işi yapmada olsun
ve dini bir emri yerine getirmede olsun niyet, amaç ve maksatlar çok önemlidir. Bu bir
niyet okuma meselesi değil, İslam ve müslümanların geçmişte Yahudi ve
Hıristiyanlara karşı nasıl davrandığı ve onlara karşı nasıl bir tutum
sergilediği, onlar ise ne yaptı ve neler yaptığı hususunda tarihin şahitliği
ortadadır. Her zaman söyleyip durduğumuz husus, İslam bayrağının dalgalandığı
yerde Yahudi, Hıristiyan, müslüman ve hatta ateist dinsiz olanlar, vatandaşlık
nimetini birlikte paylaşırlar. Hz. Peygamber bunu yaptı, Osmanlı da böyle yaptı. Hz.
Peygamber, Medine’ye göç eder etmez, burada yaşayan Yahudilerle sözleşme, Medine Sözleşmesi
yapmış ve çevrede bulunan Hıristiyan kabilelerle iyi ilişkiler kurmaya özen
göstermiştir. Daha sonra Müslümanlar -her hal ve şartta- bu prensibin gözetilmesine
çok önem vermişlerdi. Nitekim Abbasiler döneminde Irak’ta, Suriye’de, İran’da;
Endülüs Emevileri döneminde İspanyada, Portekizde ve Güney Fransa’da; Ağlabiler döneminde
Sicilya’da ve Güney İtalya’da; Selçuklular döneminde Orta Asya’da ve Anadolu’da;
Memlüklüler döneminde Mısır`da, Filistin’de Osmanlılar döneminde Anadolu Yarımadası,
Suriye, Mısır, Kuzey Afrika ve Balkanlar’da bu çoğulcu yaklaşımın ve birlikte
yaşama tecrübesinin mükemmel örnekleri sergilenmiştir. Müslümanların
bilhassa Yahudi ve Hıristiyanlara din hususunda gösterdiği tolerans, müsamaha ve hoşgörüyü
hiçbir din ve mensupları başkasına karşı göstermiş değildir. Avrupalıların ise farklı din, inanç ve
kültürden insanların birlikte yaşama konusunda pek başarılı tecrübeleri yoktur.
Aksine toptan yok etme, ya da planlı asimilasyonlarla kültürel azınlıkları
yurtlarından çıkarmaları ve kovmaları yolunda zengin tecrübeleri vardır. Aslında
bu alışkanlık, Batı’nın Roma’dan devraldığı bir mirastır. Roma, nasıl ilk
Hıristiyanları aç aslanların ağzına atarak bu dinin yayılmasına engel olmak
istemişse; Batı da, Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra, aynı geleneği sürdürerek
başka kültürden insanlara hayat hakkı tanımamıştır. Reconquista (İspanya’nın
yeniden zaptı) harekâtından sonra bu anlayış daha da yaygınlaşarak kıtada
Hıristiyan olmayanlara yaşama fırsatı vermeme noktasına ulaşmıştır. Bu fanatizmin bu fermandan sonra da Fransa’da
devam ettiği görülmektedir. Mesela Fransa’nın Narbonne Kenti Arşivi’nin 155.
sayfasında yer alan şu ilginç belge bu konuda tipik bir örnektir: 1612 yılı Nisan
ayında Fransa’nın Narbonne kentinde şiddetli bir kuraklık baş gösterir. Bu kuraklığın
sebebini araştıran kent meclisi, bunun nedeninin o sıralarda İspanya’dan kovulan küçük
bir müslüman grubun kent yakınlarına gelip yerleşmesi olduğu sonucuna vararak bu göçmenleri
deniz yoluyla kentten uzaklaştırma kararı alır. Philippe Senac, bu karar’ın eski
Fransızca ile yazılmış metnini neşretmiştir. (Philip Senac, L’İmage de l’autre,
7, Paris–1983). Daha bundan başka ehl-i kitabın veya Yahudi ve Hıristiyanların
sadece dinsel alanda değil, dini siyasi ve iktisadi alanlarda başkalarına karşı ne
kadar ikiyüzlü davrandıkları tarihen sabittir. İster diyalog deyin isterse plüralizm
veya dinsel çoğulculuk, ne derseniz deyin bu meselenin iki boyutu vardır. Bir defa
bundan maksad ilahi dinleri bir araya getirerek yeni bir din anlayışı ve yeni bir melez
ortaya koymak ise bu asla mümkün değildir. Bir defa başka dinlerle değil, birçok
İslam âlimi, aynı dinin İslam’ın mezheplerini yani farklı yorumlarını bir
meselede toplamak demek olan telfiki bile caiz görmemişlerdir. Belki böylece dün karma
ekonomi anlayışını ortaya koyanlar, bugünlerde karma din düşüncesini öne sürmüş
olabilirler. Her üç dinin çok faklı tarafları vardır; sistemler ve ortaya konan
anlayışlar ve hükümler hep kendisine özgüdür. Farklı şeyleri birleştirip bir
organizma meydana getirebilir misiniz? Taş arabasının tekeri otomobile lastik,
otomobilin direksiyonu da ata yular veya gem olabilir mi? Hayır, hayır, her sitsem kendi
bünyesi içersinde geçerlidir. İkinci olarak bundan maksad,
karşılıklı olarak bir araya gelmek, fikir teatisinde bulunmak ve birinin ötekinden
faydalanması ise bu düşünce zaten İslam’ın bir emrinden ibarettir. “Ey ehl-i
kitap de, bizimle sizin aranızda ortak olan söze geliniz; Allah’tan başkasına kulluk
etmeyelim; hiçbir şeyi O’na ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bazımız
bazımızı rab edinmeyelim. Eğer bunu kabul etmezlerse, şahit olunuz ki, biz Allah’a
teslim olmuş müslümanlarız, deyiniz.”[8] Burada çok önemli bir
noktaya dikkat çekilmektedir. Hıristiyanlara göre papa ve papazlar bir nevi rabdir.
Yani onlar şeriat koyarlar, onlar din adamlarıdırlar, haramı helal, helali de haram
edebilirler. Bunun için ayette “onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını (Yahudiler),
papazlarını ve Meryem oğlu İsa’yı (Hıristiyanlar) kendilerine rab edindiler.[9] Nitekim bu
ayetin manası hakkında meşhur Hatim-i Tâî'nin oğlu Adiy demiştir ki:
"Resulullah'a geldim, boynumda altından bir haç vardı ki, Adiy o zaman henüz
müslüman olmamıştı ve hıristiyandı, Resulullah Berâetün Suresi’ni okuyordu,
bana "ya Adiy şu boynundaki veseni at" buyurdu. Ben de çıkardım attım.
"Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler." anlamına olan
ayetine geldi, ben, ya Resulüllah, onlara ibadet etmezlerdi, dedim. Resulüllah buyurdu
ki: "Allah'ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız?
Allah'ın haram kıldığına helâl derler, sizde helâl saymaz mıydınız?" Ben de
"evet" dedim. "İşte bu onlara ibadettir." buyurdu.[10] Şu halde
İslam’da hüküm koymak, şeriat, kanun ve kural koymak, yani başkaları uysun diye
kanunlar çıkarmak sadece Allah’a mahsustur. İslam âlimlerinin ahkâm koymak, kanun
ve kural çıkarma hakları yok, ancak ayet ve hadislere dayanarak ictihad etme görevleri
vardır. İslam dininin Yahudi ve
Hıristiyanlığa din olması, peygamberi bulunması, ilahi olması gibi benzer yönleri
bulunmakla beraber çok önemli farklılıkları da vardır. Yahudilikte, Yehova’ya (Allah) inanılır.
Tektir. Fakat Tanrıya insan
özellikleri verirler. (Tanrı’nın oğlu vardır; güreşir; yorulur, dinlenir). ”Muhalefetün
lil havadis sıfatına eksik inanırlar”. Ayrıca Yehova, sadece Yahudilerin
tanrısıdır -tanrının seçkin ırkı Yahudilerdir-bundan dolayı milli dindir. Şirk
inancı var. Allah’ın sıfatlarına eksik inanılır. Hıristiyanlıkta,
Baba(Tanrı: yaratıcı) -Oğul(İsa: kurtarıcı) -Kutsal Ruh(Cebrail: Kutsayıcı)’tan
oluşan üçlü tanrı anlayışına (Teslis inancı) sahiptirler. ”Vahdaniyet
Sıfatına inanmazlar”. Ayrıca Tanrıya insan özellikleri verirler.(Tanrının
meleklerine kızı, İsa’ya oğludur derler) “Muhalafetün lil havadis sıfatına
inanmazlar” Şirk inancı var. Allah’ın sıfatlarına eksik inanılır. İslamiyet’te ise bir,
tek olan, hiçbir şeye benzemeyen, herkesin ve her şeyin Rabbi olan, O’ndan başka
Tanrı’nın olmadığına, en yüce ve en mükemmel varlığın Allah olduğuna Tevhit
inancı içinde, Allah’ın Zati ve Sübut sıfatlarına tam ve eksiksiz iman edilir. Yahudilikte Zebur ve
Tevrat’a inanılır. Fakat onlar İncil ile Kuran-ı Kerim’e inanmazlar, ya da eksik
inanırlar. Hıristiyanlıkta
Zebur, Tevrat’a(eski ahit) ve İncil’e (yeni ahit) inanılır. Fakat onlar, Kuran’a
inanmazlar ya da eksik inanırlar. İslamiyet’te ise
Allah’ın gönderdiği 4 Kitap’a inanılır. Fakat müslümanlar, ilk 3 Kitap’ın
sonradan bozulduğuna; Kuran-ı Kerim’in bozulmadığına ve kıyamete kadar
bozulmayacağına, her devirde insanların ihtiyaçlarına cevap vereceğine ve Kurandaki
ayetlerin hepsinin doğru ve gerçek olduğuna şüphe duymadan tam ve eksiksiz inanıp
iman ederler. Musevilikte Hz. Âdem’den(a.s.) Hz. Musa’ya(a.s.)
23 peygambere inanılır. Ama Hz. İsa’ya (a.s.) ve Hz. Muhammet’e(s.a.v.) inanmazlar.
Ayrıca Peygamberlerin 5 sıfatından olan günah işlememe özelliğine (İsmet) eksik
inanılır.(Hz.Davud’un içki içtiğini, zina ettiğini söylerler.) Hıristiyanlıkta Hz. Âdem’den(a.s.) Hz.
İsa’ya(a.s.) 24’üne inanılır. (David-Benjamin-Joseef-Abraham, Maria-)Ama Hz.
Muhammed’e (s.a.v.) inanmazlar, eksik inanılır. İslam Dini’nde Allah’ın gönderdiği
–Kuran’da adı geçen) 25 Peygamberin hepsine birden inanılır. Ayrıca
Peygamberlerin 5 sıfatına(onların günah işlemediğine, güvenilir olduklarına) tam
ve eksiksiz iman edilir. Musevilikte dünyaya önem verilir; Ahiret
ihmal edilir. Hıristiyanlıkta ahirete önem verilir;
Dünyayı ihmal edip el etek çekerler. Müslümanlıkta dünya ve ahiret dengesi
vardır. ”Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya; yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış”
sözüyle hareket ederler. Dünyayı bir sınav yeri, köprü, araç, fani, geçici bir
yer; Ahiret ise sınavın sonucu, hedef, amaç, baki, ölümsüzlük yeri olarak
görülür. Yahudiler ve Hıristiyanlar Allah’a
ibadet ederler.(oruç, hacc, sadaka vardır) Ama yanlış ve eksik ibadet ederler. Şirk
inancı içinde ibadet ederler. Müslümanlıkta Allah’a Tevhit
inancı içinde ve tam-doğru bir şekilde ibadet edilir. Ayrıca ibadette en önemli farkımız
Namaz kılmaktır. İslam’dan başka hiçbir dinde oruç ve sadaka gibi ibadet ve yardımlaşma
olsa da namaz kılmak yoktur. Namaz önemli bir ibadettir. ”Namaz, dinin direğidir.” Musevilik ve Hıristiyanlık belli
milletlere, belli mekâna, belli bir zamana ve çağa gönderilmiştir. İslamiyet ise bütün insanlığa,
milletlere ve bütün zaman ve çağlara gönderilmiş olup Çağlar üstü bir dindir.
Son ve mükemmel bir din olarak kıyamete kadar duracaktır. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta Din
adamları (ruhban) sınıfı vardır. Ruhban sınıfın çok imtiyazları olup kendilerini
Tanrının yeryüzündeki temsilcisi görüp Tanrı adına Günah Çıkarttırma-aforoz
etme gibi işler yapıp İnsan ile Allah arasına girerler. Din adamlarının söyledikleri,
Tanrı sözü gibi görülür. İslamiyet’te ise Ruhban sınıfı diye
bir din adamları sınıfı yoktur. Tanrı ile kul arasına kimse giremez. Kişi günahının
tövbesini Allah’a yapar. İslam’a kabul ve dinden çıkma işi kişilerin yetkisinde
değil Allah’ın elindedir. İslamiyet’te İslam Âlimleri olup bunlar Allah’ın
dinini yorumlar ama Allah’ın esas sözüymüş gibi bakılmaz, sadece, bir yorumdur,
kişi ister kabul eder veya kabul etmez. İslam âliminin dine girdirme veya dinden çıkarma
yetkisi yoktur. Elmalar, armutlar ve portakallar farklı
olduklarından toplanmadıkları gibi, bu dinlerden de bir araya getirilip bunda melez bir
din anlayışı ortaya çıkmaz. Fakat bundan maksat, birbirimizi tanıyalım, düşmanlıkları
bırakalım, mesela müsteşrikler oryantalistler asırlar boyu Hz. Muhammed ve İslam düşmanlığı
yapmışlardır, artık barışalım ve dost olalım demekse az önce yukarıda da söylediğimiz
gibi İslam’ın arzusu zaten bu yöndedir. Dünyayı krize veren, emperyalist ve sömürücü
kapitalist sermayenin pençesinden insanları ve devletleri kurtarmak için bu üç dinin
bir ayara gelmesinde fayda vardır. İnsanlar, iyi niyetli, samimi, hak ve gerçeği
arayan kimseler olduktan sonra mesele yoktur. Fakat biz, bu diyalog toplantılarının
bazı faydalar sağlasa da salon nezaketlerinden öteye geçemediği kanaatindeyiz.
İnsanlığın problemi dinlerden değil, dinlerini doğru anlayıp uygulamayan din
mensuplarından geldiği görüşünü taşıyoruz. Belki bu hususta müslümanlar ilk sırayı
teşkil ediyorlar. Biz bir makalemizde aynen şöyle yazdık: İslam, insana değer veren
dikkat edilirse müslüman demiyoruz, insanın dinini, canını, malını, ırz ve
namusunu korumayı bir zaruret bilen dindir. Manastırları, kiliseleri, havraları ve
mescitleri korumak İslam’da ayet ile sabit olmuş bir husustur. Din, bir bilim gibi olmadığı için,
din, dış duyularımıza değil, içimize gönlümüz ve kalbimize hitap ettiği için
yani din bir değer hükümleri kabilinden olup dışımıza, gözümüze ve kulağımıza
değil, içimize inancımıza seslenir. Onun için dinleri mukayese etmek, üstünlük yarışına
sokmak ve yarıştırıp da benim dinim daha hak demek veya kurtuluş ancak benim
dinimdedir gibi iddialarda bulunmak faydasız şeylerdir. Mesela müslümanlar bizim
namazda rükû var, sizin duanızda böyle bir şey yok gibi bir iddia ileri sürseler, bu
son derece gülünç bir şey olur. Fakat bir dinin hukuk, ekonomi, vergi, siyaset,
ticaret, idare ve aile gibi sebep ve netice bağıntısı diyebileceğimiz bilimsel
meseleler taraflarca tartışılabilir. Kuran ve sünnette bu hususlarla ilgili olarak
yüzlerce ayet ve hadisler vardır ki, bunlar bir takım emir, yasak ve tavsiyeler
getirmiştir. İslam’a göre mutlak hakikat, var ve bir
olan, tek, yüce Rab Allah’a kalben iman etmektir. Bu görev, bir müslüman için
hiçbir zaman ve mekânda ve hiçbir şart ve tehlike karşısında ve hiçbir yerde
yürürlükten kalkmaz. Ancak tehdit altında kalan, ölümle burun buruna gelen bir
mümin kalbi imanla dopdolu olduğu halde diliyle inkâr edebilir. Çünkü ayette “Her
kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse, ancak kalbi imanla dopdolu olduğu halde
zorlanan kişi müstesna ve kim küfre göğsünü açarsa onların üstüne kesinkes
Allah’tan bir gazap iner…”[11], buyrulmuştur. Bu ayet,
Mekke’de Yasir’in eşi Sümeyye’yi, inancından dönmediği için el ve ayaklarını
dört deveye bağlayıp parçalattıkları, kocası Yasir’i de çeşitli işkencelerle
öldürdükleri, fakat oğulları Yasir ise müşriklerin istedikleri şeyi diliyle tekrar
edip kurtulduğu zaman gelmiştir. Artık bu, bir zorlamadır. İslam âlimleri, bu ayeti,
bir kimse baskı altında kalarak kalbi imanla dopdolu olduğu halde dili ile şirk
kelimesini kullanmasında bir sakınca olmadığına delil getirmişlerdir.[12] Onun için
mutlak hakikat sadece kalpteki imandır; diğer tüm ameller zaman ve zemin şartlarına göre
düşebilir ve değişebilir diyoruz. İşte bu esasa dayanarak dinlerde mutlak hakikat
aramak yerinde bir davranış olmaz. Fakat biz müslümanlar, İslam’ın son din ve
evrensel bir din olması hasebiyle diğer dinlerde olmayan ve doğrudan hayatla ilgili,
insan ve toplumların hareket ve davranışlarıyla ilgili bir takım esasların Kuran ve
sünnette var olduğunu hem inanır ve hem de herkese söyler ve bunları
tartışabiliriz. Bizim diyalogcu papazlardan ve
misyonerlerden ve de dinsel çoğulcu taraftarlarından ve bu konularda yapılan çalışmalardan
asla bir rahatsızlığımız yoktur. Tam tersine belki bunların bilhassa
Hıristiyanları bize yaklaştırdığını ve bizi dinleme imkânı verdiğini düşünüyoruz.
Zaten İslam anlayışında ayetin açıklamasına göre, müminlere insanlar arasında en
çok düşman olan Yahudi ile müşriklerdir, sevgi bakımından ise en yakın olan
Hıristiyanlardır, bunun sebebi de Hıristiyan ilim ve din adamlarıdır.[13] Aslında batı
dünyası, her geçen gün İslam’a yaklaşmaktadır. Buna örnek ise her türlü eksik
ve aksaklarına rağmen demokrasiyi gösterebiliriz. Diğer taraftan onların artan
oranlı vergileri de zekât vergi sistemine bir tür yaklaşmadır. Tarihin akışı içinde
insanlığın geldiği bu noktada bu diyalog ve dinsel çoğulculuk düşünce ve
uygulamalarının çağın ihtiyacından doğan ve siyasi, sosyal, ekonomik ve ailevi
problem ve şarların zorladığı bir arayışlar olarak görüyorum. Bu açıdan
baktığımda da bu çalışmaları son derece basit, cılız, sığ ve göstermelik
buluyorum. Fakat müslümanlar mezheplerini dinin yerine koydukları, kendi meşrep ve
gruplarını İslam sandıkları ve de gerçeği Kuran ve sünnette değil, şahıslarda,
zatlarda ve kanaat önderlerinde aradıkları için, böyle bir diyaloga girip ve din tartışmalarını
kaldırabilecek müslüman sayısının üç beş kişiyi geçmeyeceğini de üzülerek
ifade ediyorum. Çünkü Türkiye’de İslam’ı yeniden anlama ve çağa göre
yorumlama konusunda verilen eğitim ve öğretimler son derece yetersizdir. Hatta yetersiz
değil, gözlerim yaşararak ve yüreğim kan ağlayarak söylüyorum ki, en büyük
engeldir. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite merdiven basamakları gibi birbiri
üzerine neden dayanmaz. İlkokullarda neden Kıran öğretilmez, ortaokul ve liselerde niçin
Arapça yabacı dil değildir, üniversitelerde sosyoloji, felsefe, ekonomi ve psikoloji
gibi sosyal bilim derslerinde İslam’ın görüşleri hangi sebeple dile getirilmez? Ben
düşünmeye çalışan bir vatandaş olarak gelecek hakkındaki sezgi ve duygularımı
ifade etmek isterim ki, idarede, ekonomide, eğitim ve öğretimde ve de ailede uygulanan
bu kurallar, bu eksik, hantal ve hatta zararlı yapılar insanlığı geleceğin sosyal ve
ekonomik tufanından kurtaramayacaktır. Bir taraftan hava, su ve toprak diğer taraftan
da dünyanın yapısal durumu insanı müthiş bir şekilde tehdit etmektedir. Çare ise
başka şey değil, evet tekrar ediyorum kesinlikle, kesinlikle başka şey değil, dün
imamlar ve mezhepler çağında olduğu gibi İslam’ı bugünün ihtiyaçlarına cevap
verecek şekilde yeniden yorumlamaktır. Zira bu israfa, bu eşyanın tabiatına ters düşmelere,
emanet olarak verilen tüm varlıkları hoyratça çarçur etmeye zaman ve mekân
dayanamaz hale geldi. Yalnız burada diyalogculara ve dinsel çoğulculuk
taraftarlarına bir tavsiyemiz var: Gerçeği ve hakikati, aşkla, şevkle ve samimi bir
şekilde arayınız, sen benden ziyade senin dinin ve benim dinimden ziyade, dünya
düzeninin artık ihtiyarladığını sadece insana değil, bu yapının tüm şubeleri
ile birlikte hayvan bitki ve cansız varlıklara da zararlı olmaya başladığını görerek,
problemlere çareler arayınız. Bunu Allah için yaparsanız, mutlaka başarıya
ulaşacak ve tüm insanlığın mutluluğa ermesine katkıda bulunmuş olacaksınız.
Şimdiden başarılar dilerim.
[1] Bakara 2/ 113. [2] İbn Kesir, Hadislerle Kuran-ı
Kerim Tefsiri, II, 5000. [3] Bakara 2/ 111. [4] Hac 22/ 40 [5] Elmalılı Tefsir, V, 493 [6] Bakara 2/ 256 [7] Yunus 10/ 99 [8] Ali Imran 3/ 64 [9] Tevbe 9/ 31 [10] Elmalılı Tefsiri, IV, 317 [11] Nahl 16/ 106. [12] Bak Serahsi, el-Mebsut, XXIV, 43 [13] Bak Maide 5/ 82
*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi
|
. |