.

İSLAM VE KADIN HAKLARI

Prof. Dr. Osman Eskicioğlu

 

            Kadın tarih boyunca din, felsefe, edebiyat ve hukuka konu olmuştur desek pek aşırı gitmiş olmayız. Mesela şairler, filozoflar, bilginler, yazarlar, sanatkârlar ve hatta peygamberler bile özel olarak kadından bahsetmişlerdir. Batıda Rönesans ve reform hareketlerinden sonra kadın konusu Fransız ihtilali ve sanayi devrimi ile daha da önem kazanmıştır. Kadını yüceltmeyi ve onun toplum içindeki görevini genişletmeyi, onun rolünü etkin hale getirmeyi amaç edinen feminizm hareketi de bu sıralarda doğmuştur. Yalnız bu konuda aşırı gidenlerde olmuştur.  Mesela Paul Janet ve Gabriel Seailles eserlerinde (1) August Comte’ a göre varlıklar içinde insan en yüksek kemali temsil eder; kadın ise, tapınılacak bir şey olmalıdır, diyerek adı geçen filozofun kadın hakkındaki düşüncesini naklederler.

Biz bu yazımızda, İslam toplumunda kadının gerçek yerinin ne olduğunu belirlemeye çalışacağız. Amacımız Doğu’yu veya Batı’yı yermek değil, tarihi yanılgıları, yanlış anlama ve uygulamaları bir yana bırakarak, ifrat ve tefritlerden uzak bir şekilde teorik açıdan genel olarak İslam’da kadın haklarından kısaca bahsetmektir.

İslam’ın hukuk anlayışı fizikten ziyade metafiziğe dayanır.(2) İslam hukukçuları insanın hukuka ehil olmasını, insanlarla Allah arasında geçen sözleşmeye dayandırırlar. (3) böylece hukukun sebebi ruhlar aleminde Allaha verilen ve onunla yapılan fıtri sözleşme olmaktadır. İnsan Allahın verdiği görevi bu sözleşme gününde üstlenmiş, diğer varlıklar ise üstlenmemişlerdir. Konuya ilgili olarak ayette şöyle buyrulmaktadır: (Biz) emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmeden kaçındılar. Onun sorumluluğundan korktular; onu insan yüklendi. (4) Burada geçen ‘emanet’ kelimesini Alusi, riayet edilmesi ve korunup muhafaza edilmesi gereken hukuk diye açıklamıştır. (5) Şu halde hukuki sorumluluğu ve başkanın haklarını koruma görevini üstlenen insan bu özelliği ile diğer varlıklardan ayrılmaktadır. Zaten diğer yaratıklardan ayrı olarak akıl sahibi olmasının sebebi de budur. Çünkü Allah ona akıl nimetini o bu görevi üstlendiği için vermiştir.(6) Bu sebeple yukarıda söylediğimiz gibi insanın hukuk sahibi olmasının sebebi teknik terim olarak ‘zimmet’ kelimesi ile ifade edilir ki; bu insan, hayvan, bitki ve cansız varlıkların koruma görevini üstlenmek demektir.

İşte bu görevi yerine getirebilmek için kişinin akıllı olması şarttır. (7) Hâlbuki Roma hukukunda akıl hukuk için şart değil sebep kabul edilmektedir. (8) Oysa sebep ile şart arasında önemli farklar bulunmaktadır. Aklı hukuk için bir sebep kabul etmenin bir sakıncası da sebep ortadan kalkınca netice de kalkacağı için sonradan ve ya doğuştan aklı başında olmayanların sanki hukuku yokmuş gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. İşte İslam hukuku ile roma hukuku, hukukun sebebi konusunda ihtilafa düştükleri işçin, kişiliğin başlangıcı meselesinde de ayrılmışlardır. Roma hukukunda şahsiyet doğumla başlatılırken, İslam hukukunda şahsiyet ve şahsiyetin haklar bölümü ceninin ana rahminde teşekkülü (yani zigot) ile başlatılır. Bunun için de cenin ana karnında olduğu halde, miras, vasiyet, mezhep gibi birtakım haklara sahiptir. (9)

Allah meleklere yeryüzünde halife yaratacağını bildirdiği zaman kadın erkek ayrımı yapmadı. (10) Bunun için Allah’ın yeryüzünde görevli memuru olması bakımından kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur. Kadın da aynı erkek gibi hak ve vazifelere ehildir. Bu yüzden İslam kadına dini, ilmi, idari, siyasi, iktisadi ve ailevi olmak üzere bütün hakları tanımıştır.

Siyasi haklardan kadın, erkek gibi seçme ve seçilme hakkında sahiptir. Hazreti peygamber ve Raşit halifeler zamanında kadınların bilimsel çalışma yapıp içtihat ettikleri, hüküm ve fetva verdikleri, hâkimlik yaptıkları, savaşa katıldıkları, yönetimin kararlarını etkileyecek siyasi faaliyette bulundukları tarihi bir gerçektir. (11) o bakımdan kuran ve sünnette kadını siyasi hayattan mahrum eden herhangi bir nas-delil- mevcut değildir. Yalnız Buhari’de  “İşlerini bir kadının yönetimine bırakan bir millet felah bulmaz.”12) Şeklinde bir hadis vardır. Bu hadise dayanarak İslam bilginlerinin çoğu, kadının velayet sahibi olmadığını ve dolayısıyla devlet başkanı olamayacağını söylemişlerdir.(13) “Hâlbuki ayette, mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirilerinin velileridirler.” (14) buyrularak kadının veli olduğu açıkça zikredilmektedir. Bu sebeple velayet hakkı İslam’da sadece erkeğe mahsustur demek, her zaman ve her yerde geçerli bir söz olmaz. Bu hususta nas –delil- yoktur. Eğer geçmişte böyle bir şey söylenmişse bu içtihada dayanmaktadır, yorumdan ibarettir, diyebiliriz. Hazreti peygamber bu hadisi İran’ın kisrası Şir Veyh ölüp de yönetime geçecek erkek evladı, erkek kardeşi olmayıp kızı Buran’ın hükümdar tayin edildiğini duyunca söylediği için (15) bazı bilginler, bunu yapan İranlılar felah bulmayacaklardır, şeklinde anlamışlardır. (16) eğer biz bu hadisi, kadın devlet başkanı olamaz, onun velayet hakkı yoktur manasına yorumlarsak, ayete ters düşmüş oluruz. Çünkü az önce söylediğimiz gibi, ayette mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir buyrulmaktadır.

Ayrıca kuranda Hz. Süleyman(17) ile Seb1a melikesi (Hükümdarı) Belkıs arasında geçen olaylar anlatılmaktadır. Belkıs devletini danışma ile yürütmekte, parlamentoysa sormadan hiçbir iş yapmamakta; böylece memleketi bolluk ve refah içerisinde yönetip gitmektedir. (17) bu ayetlerde bir kadın olan Belkıs’ın devleti güzel bir şekilde yönettiği haber vermekte, bu görevi yapamadığı, eksik ve aksak yaptığı hususunda hiçbir işarete rastlanılmamaktadır. Müslümanların bundan ibret ve örnek almaları istenmektedir. Hazreti Aişe’nin başkanlığında gelişen Cemel Vak’ası açık ve siyasi muhalefet hareketidir. Bu muhalefette Hz. Aişe’nin yanında büyük sahabeler de vardır. Büyük İslam hukukçularından olan Kasani de ‘Bedayia’ adlı eserinde kadının hükümdar ve hâkim olmaya yatkın olduğunu söylemektedir.(18)

Böylece kadının herhangi bir kamu görevi alma veya devlet başkanı olması hususunda delile dayanan bir engel yoktur. Geçmişteki menfi görüş ve uygulamalar, o günün gerektirdiği yorum ve ictihadden ibarettir, denebilir.

Bugün kadın konusunda müslüman ülkelerde yapılan tartışmalardan biri de onun çalışıp, çalışamayacağıdır. Kur’anı Kerimde bu hususta da Ayet-i Kerime mevcuttur. Kadının çalışabileceği ve kazandığının da kendisinin olacağı bildirilmektedir: “Erkekler için çalışıp kazandıklarından bir pay vardır, kadınlar için de çalışıp kazandıklarından bir pay vardır.” (19)

Hz. Ömer’in başkent Medine’de pazarı murakebe için Şifa binti Abdullah adlı bir kadını müfettiş olarak görevlendirdiği tarihlerde kayıtlıdır. (20)

Aile hayatında da kadın birtakım hak ve hürriyetlere de sahiptir. Evlenme konusunda tam bir serbestîye sahip olup, istediği erkekle evlenir ve bu hususta kararı kendisi verir. Çünkü ayette “Kadın başka bir eş ile evleninceye kadar” (21) demek suretiyle evlenme işinin kadın tarafından meydana getirildiği iade edilmektedir.

Ailede ev veya evlatlarla ilgili konularda kadın ve erkek aynı haklara sahiptirler. Düşüncelerini birlikte açıklayarak anlaşmaya varırlar. Bu hususta ayette : “Eğer ikisi (anne baba), anlaşıp danışarak çocuğu sütten kesmek isterlerse kendilerine günah yoktur.) (22) buyrularak anne-baba eşit tutulmuştur.

Kadın hakları dediğimiz zaman bu ifade henüz insan hakları gibi bir terim ve deyim haline gelmiş ve içeriği insanlar tarafından bilinen bir söylem değildir. Bugünkü hukuk kültürü, kadın hakları şunlardır, erkek hakları da bunlardır diyerek henüz bir tasnif ve ayrım yapamamıştır. Feminizm modacılığı ismiyle kadın hakları olarak ortaya atılan şeyin ne olduğu meçhuldür. Aslında kadın-erkek ayrımı yaparak, cinsleri karşı karşıya getirmek yanlıştır. ancak günümüzün pozitivist-maddeci düşünüşü, sınıfçı, çatışmacı ve kampçı toplum anlayışı ile kadın ve erkek karşı karşıya getirmek istenmiştir. Bu düşünüş, sermaye ile emeği birbirine düşman yaptığı gibi kadınla erkeği, karıyla kocayı da ayrı cephelere ayırmıştır. Halbuki kadın hakları da, erkek hakları da insan hakları içinde vardır.

Bizim bu yazıda kadın haklarından özel olara bahsetmemizin sebebi ve kadının dini, ilmi, içtimai, iktisadi, siyasi ve ailevi bir takımın haklara sahip olduğunu söylememizin nedeni, islamın kadına değer vermediği, kadını ikinci sınıf vatandaş saydığı ve kadının erkek için yaratıldığı gibi birtakım yanlış fikirlerin ortaya atılmasıdır. Kadın İslam nazarında erkek gibi bütün haklara sahiptir; erkek doğarken imtiyazlı, avantajlı kadın ise dezavantajlı olarak yaratılmıştır düşüncesi, İslam’a ters düşen bir anlayıştır. İslam’da üstünlük, avantaj ve imtiyaz ancak takva ile olur. Cinsiyet, ırkiyyet ve hüviyet farklılıkları insana bir şey kazandırmaz. Kazandırmadığı gibi aynı zamanda kaybettirmez de. Kadınların erkekler üzerinde hakları kadar vazifeleri, vazifeleri kadar da hakları olduğu ayetten anlaşılmaktadır. (23) buradan erkeklerinde kadınlar üzerinde hakları kadar vazifeleri olduğu ortaya çıkar. Zaten aynı ayette erkeklerin haklarının kadınların vazifelerinden bir derece fazla olduğu bildirilmektedir ki, bu aynı zamanda erkeklerin kadınlara karşı vazifelerinin de bir derece fazla olduğunu gösterir. Çünkü nimet – külfet dengesi hak ve vazife dengesini gerektirir. Ekmeden biçmek olmadığı gibi, vazife olmadan da hak ve alacaktan bahsedilemez. Kadınlar Cuma namazı kıldıklarında üzerlerinden öğle namazı sakıt olur. Yani Cuma namazı asıl (öğle) yerine geçer. Toplumun herhangi bir vazifesi ile görevlenmek ilk planda erkeğin işidir, kadının işi değildir, Cuma namazında olduğu gibi, üzerinde vacip olmasa bile, yaptığı takdirde caizdir, geçerlidir deriz. Yani kadının herhangi bir kamu görevini alması husussunda bir yasak mevcut değildir.

Eğer biz geçmişteki bazı üstatlara uyarak kadının velayet hakkı yoktur dersek ve bunu bugünküğ dünyada bir delile ayet ve hadise dayanmadan söylersek, bunun vebalinin altından kalkamayız. Fayda verelim derken zarar, kaş yapalım derken göz çıkarmış oluruz. Hiçbir alimin kendiliğinden bir şey söylemeye hakkı olmadığı gibi, yine kimsenin hiçbir kimseyi İslam dininden soğutmaya hakkı yoktur. İslamiyet kolaylık dinidir; zorlaştırılmaması, işin kolay kılınması husussunda birço9k ayet ve hadisler bulunmaktadır. Eşyada asıl olan da mübahlıktır. O sebeple herhangi bir konuda yasak bulunmadığı müddetçe o iş veya o şeyin yapılması veya kullanılması mübah kabul edilir. Kadınların öğretmen, hakim ve herhangi bir kamu görevini üstlenmesi husussunda ayette ve hadiste herhangi bir yasak yoksa, -ki yoktur- o takdirde kadının bu görevleri alması mübahtır diye hüküm verilir.

Kadın hakları derken aslında kadının vazifelerinden de bahsedilmesi gerekir. Çünkü hukuk hak ve vazifeyi, alacak ile borcu birlikte içerisine alan bir kurumdur. Böylece hukuk, iki kefeli bir teraziye benzer; onun iki cepheli ve iki taraflı olmasından dolayıdır ki, sembol olarak terazi alınmıştır. Hilmi Ziya Ülken’in İslam düşüncesi adlı eserinde söz ettiği gibi İslam hukuku hak ve vazife ikilisi üzerine oturtmuştur. Roma hukuku ise, sadece haklara objektif hak anlayışına dayanır. İslam hukuk mantığında her hakkın karşısında bir vazife ve her vazifenin karşısında da bir hak vardır. Kant’ın anlayışına göre ise, esas olan vazifedir. Bu bakımdan roma hukuku ile kant’ın anlayışı İslam hukukuna göre eksiktir. Çünkü İslam’da toplumum ayakta tutan kurul hak ve vazife dengesine dayanan hukuktur. (24)

Yalnız hak ve vazife terimlerine de dikkat etmek gerekir. Çünkü İslam hukukunda neye hak denilir ve neye vazife denilir, bugünkü hukukta ve kültürde hak nedir, vazife nedir, yoksa bunlar aynı şeyler midir, işte bu nokta çok önemlidir. Seçme ve seçilme hakkı dediğimiz zaman bugünkü düşünceyi ve zamanımızın siyasi kültürünün seçme ve seçilmedeki anlayışını dile getirmiş oluruz. Seçmek ve seçilmek bir hak mıdır, yoksa bir vazife midir? Buna yeniden bakmakta fayda vardır. Çünkü bunlar İslam nazarında bir hak değil, bir vazifedir. Bir alacak değil, bire borçtur. Onun için devletin herhangi bir kademesinde çalışan bir kimseye kamu görevi yapıyor diyoruz. O sebeple kamu ile ilgili bütün faaliyetler yerine getirilmesi gereken bir vazifedir, hak değildir. Burada hak ve vazife kavramlarını biraz fazla uzattık sanıyorum. Asıl konumuza dönecek olursak, kadın hakları konusunda şunu söylemek istiyorum. Kadın aynı erkek gibi İslam hukukunda hak ve vazifelere ehil olan bir mükellef–yükümlüdür.



(1) Paul Janet - Gabriel Seailles, Metlib ve Mezahip (Ter: Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır) Haznedar Ofset Matbaası 1978- İstanbul. S. 385

(2) Hilmi Ziya Ülken, İslam düşüncesi, Rıza Coşkun Matbaası, İstanbul, 1946, s.70, 82

(3) Mola Hüsrev, Miratül Usul, Amire Matbaası, İstanbul, 1890 (307), s.321

(4) Ahzab 33/72

(5) el-Alusi, Ruhu’l Meani, et-Tıbaatü’lMüniriyye, Beyrut, T.Y. XXII, 96

(6) Molla Hüsrev Miratü’l Usul, s. 321

(7) bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslamiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, Bilmen Basımevi İstanbul – 1967, ı, 228

(8) bkz. Molla Hüsrev, Mir’at s. 40, 45; Muhammed Ebuzzehra, İslam Hukuku Metodolojisi (Çev: Abdulkadir Şener), Fon Matbaası, Ankara, 1981, s. 53-56

(9) bkz. Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, Yeni desen Matbaası, Ankara, 1959, s. 51; Mola Hüsrev a.g.e.s.321; Muhammed Ebuzzehra a.g.e. s. 284

(10) bkz. Bakara Suresi, 2/30

(11) Hayrettin Karama, Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, İslami Araştırmalar Dergisi, sayı 4, s. 290

(13) bkz. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, Ebuzziya Matbaası, İstanbul, 1938, II.Cilt, 1349

(14) Tevbe 9/71

(15) bkz. Mehmet Sofuoğlu, Sahih-i Buhari Tercümesi, Ötüken Neşri, İstanbul, 1987, 94124

(16) bkz. Hayrettin Karaman, Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, İslami Araştırmalar Dergisi, V, Sayı 4, s. 290 4

(17) Neml 27/22-44

(17) Neml 27/22-44

(18) Alaüddin el-Kasani, Bedai’üs Senaiı, Dar’ül, Kütübi’l Arabi, Beyrut -1974, I, 262

(19) Nisa 4/32

(20) Muhammed Hamidullah, İslama Giriş, İrfan yayınları, (ter: Kemal Kuşçu) İstanbul–1973, s. 213

(21) Bakara 2/230

(22) Bakara 2/233

(23) Bsakara 2/228

(24) Hilmi Ziya Ülken, a.g.e. s. 82

 
 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.