.

Kur'ânın İktisadî (ekonomik) Tefsiri


Prof. Dr. Osman Eskicioğlu*

BAKARA SURESİ

 

Bakara Suresi / Ayet: 1–5

“Elif lam mim. Bu kitabın içinde şüphe yoktur. Muttakiler için bir hidayettir. Onlar gabya iman ederler. Salâtı ikame ederler ve kendilerini rızıklandırdıklarımızdan infak ederler. Onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler. Onlar ahirete de inanırlar. İşte onlar, rablerinden olan bir hidayet üzeredirler ve işte onlar kurtuluşa ermişlerdir.”

Kitab : Ketben diye iki deriyi çift sırım ile dikmeye derler.[1] Dikmekte olduğu gibi, kâğıt üzerinde harfleri sıra, sıra dizip yerli yerine yerleştirmek, toplayıp cem etmek demek olan yazmaya da Ketben denilmiştir. Sonraları nazım ve nesir gibi hafızalarda belli şekilde nakşedilip dilden dile intikal eden ifadelere de kitab adı verilmiştir. Kitab aslında yazmak anlamına ise de yazılan şeyler için de kullanılır. Kitab, Kuran’da hüküm, delil, ecel, sözleşme… gibi birçok manalarda kullanılmıştır.[2] Bunlardan bilhassa hüküm, delil ve sözleşme anlamları Kitab’ın aynı zamanda kanun demek olduğunu ifade eder.

Burada kendisinden kitab diye bahsedilen nesne Kuran’dır. Kuran-ı Kerim’im isimlerinden biri de Kitab’dır. Bu isim onun yazılı bir metin olduğunu ifade eder.[3] Kitab aynı zamanda mukavele yani yazılı sözleşme anlamına geldiği için[4] Kuran’ın, sözleşmeyi yapan müntesiplerini bağlayıcı bir metin olduğu anlaşılmaktadır.

Bundan sonraki ayette ise Kuran’ın muttakiler için bir yol gösterici olduğu bildiriliyor. Bu suretle Kuran’ın bağlayıcılığının dini olduğu, bundan dolayı da kazai olmadığı belirtilmiş bulunmaktadır. İsteyen insanlar bu kitaba inanıp onun getirdiği hükümlere tabi olurlar; istemeyenler de zorla ve baskı ile inandırılarak onlara bu hükümler uygulattırılmaz. Çünkü Kuran doğru yolu sadece muttakilere gösterir.

İttika : Vikaün kelimesi, viaün gibi, bir nesnenin konulup saklandığı kaba denir.[5] Vikaye, kötülük, zarar ve ziyanlardan korumak ve sakındırmak demektir. Yola çıkan kimseye Araplar, düşme tehlikesi olan yerlerde “ittekı” (kendini vikaye et, koru) derler.[6]

İttikaün kelimesinin aslı ivtikaün olup iftial babından gelmektedir. İftial babının binası mutavaattır. Yani bir şeyi kabullenmektir.[7] Bunun için ittika, başkasının korumasını kabul etmek ve kabullenmek demek olur. Böylece bu kelime ile cümlenin anlamı şöyle olur: Kuran, korunmak ve kurtulmak isteyenler ve bunu kabul edenler için yol gösterici bir delildir. Demek ki Kuran-ı Kerim, herkese değil, sadece kendilerine gösterilecek olan doğru yolu kabul edebilecekler için bir hidayet olup onların bu doğru yoldan gitmeleri için indirilmiştir. Yoksa Kuran-ı Kerim, onu kabul etmeyen ve peşin olarak reddeden kimseler için bir hidayet olmaz[8] ve onlara bir fayda da vermez.

İman : Güçlü yavuz deveye emun denir.[9] Böyle develerle yola çıkmak ve yeteri kadar yük yüklemekte endişe edilecek bir durum olmadığından ve insana güven verdiğinden emn maddesi güvenmek anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Böylece emn bir işte tehlike olmadığına kanaat getirmek demek olur. Eman, bir kimsenin korkusuz ve güvenilir bir ortamda bulunmasına denir.[10] Emanet ise korunması ve saklanması için bir kimseye bırakılan eşyaya derler.[11]

Âmene bihi: Onunla kendisini emniyete aldı.

Âmene aleyhi: Onun emniyetini birisine havale etti.

Âmene lehu: Onun sözüne güvendi.

Emene: Güven.

Burada korunmak ve kurtulmak isteyenlerin vasıfları sayılırken, onlardan kendilerini emniyete-güvene alanlar diye bahsedilmektedir. Böylece bunlar, besmele ile sosyal mukavele yapıp Fatiha ile hizmete koyulan ve kendilerine inam edilen kimseler olmaktadırlar.

Ğayb : Güneşin gözden kaybolmasına[12] dağların ve yüksek tepelerin arkasına geçip gözükmemesine denir.[13] Bunun ğurub’dan farkı, ğayb’da güneş ışınları vardır; ğurub’da ise ışık ve aydınlık yok olmuştur. Buna göre varlığı ve mevcudiyeti tesirleri ile bilinip belli olmakla beraber kendisi görünmeyen şeylere ğayb denir. Sonraları gözden ırak olan şeylerin hepsine ğaib denilmiştir. Halen mevcut olmayan fakat gelecekte meydana gelecek olan şeylere de ğaib derler. Zaten her gelecek bizim için bir gaiptir.

İşte böylece ayetteki onlar gabya inanırlar ifadesi, onlar geleceklerini güven altına alırlar anlamına gelir diyebiliriz. Çünkü bugünkü hal, geçmişin bir sonucudur. Hali hazırdaki yaptıklarımız da bize geleceğimizi hazırlar. Onun için günün zevklerini, heva ve heveslerini terk edip geleceğini düşünen ve ona göre hareket eden ve böylece doğru hareket etmiş olan kimseler, geleceklerini emniyet ve güven altına almış kişiler olurlar.   

İkame : Bu kelime kıyam kökünden gelir. Ayağa kalkıp dikelmek anlamına olduğu Fatiha’da müstakim kelimesini açıklarken geçmişti. İkame, bir şeyi yapmak, meydana getirmek, anlamında mecazi olarak kullanılır. Birçok kimsenin bir araya gelerek bir diğeri dikmelerine “diğeri ikame ettiler”, denir.

Salat : Bir şeyi ateşte ısıtıp pişirmeye sıliy denir.[14] Et, ısıtmak suretiyle pişirilerek kebap yapılır ve yenilecek hale getirilir.[15] Allah’a dua eden kimseler de kendilerini pişirerek olgunlaştırdıklarından dolayı duaya salât denilmiştir. Kuran’da insanların cehenneme gireceklerini orada kebap olacaklarını bildiren ayetler[16] aynı kökten saly maddesinden gelmektedir. Sonra salât kelimesi, Müslüman’ın günde beş defa yaptığı bedeni ibadetin adı olmuştur.

Namaz, insanın vakitlerini, dolayısıyla mesai saatlerini tanzim eden aynı zamanda sosyal bir kurumdur. Böylece “salâtı ikame ederler” ifadesini, ekonomik açıdan onlar çalışmalarını düzenli bir şekilde yaparlar şeklinde yorumlamak mümkündür. Öyleyse bu kitap, geleceklerini güven altına alan ve çalışmalarını düzenli bir şekilde yapan kimseler için bir yol göstericidir.

İnfak : Toprak altında olan köstebek (tarla faresi ve Arap tavşanı) yuvalarına nafak adı verilir.[17] Bu yuvalar, toprak altında bir tarafı kapalı, diğer tarafı ise açık olmak üzere iki kapılı olurlar. Kapalı tarafı dışarıdan görünmez. Yılan çıyan gibi herhangi bir düşman yuvaya girecek olsa, köstebek öbür kapıdan gizlice kaçar. Böylece kendisini kurtarmış olur.

İlk defa pazarlar, giriş ve çıkış kapıları olan üstü derilerle örtülü hol gibi kapalı yerlerde kurulmuştur. Satıcılar böyle bir dehlizin veya sokağın iki tarafına dizilirler; alıcılar da bir kapıdan girer, alış-verişlerini yapar ve öbür kapıdan çıkıp giderler. Bu pazaryerleri köstebek yuvasına benzetilmiş ve nafak denilmiştir. Daha sonra buralardan alınan nevalelere nafaka denildiği gibi, buraya götürüp bir şey satmaya da infak denilmiştir. Demek ki infak, bir fayda amacıyla mevcut malı her ne şekilde olursa olsun elden çıkarmaktır. Bu değiştirme mübadele için olabileceği gibi, üretim veya tüketime yönelik de olabilir. Zaten nafak azalmak, tükenmek anlamlarına da gelir.[18]

Rızk : Razkiye, Irak ile İran arasında bulunan bir memleketin adıdır. Buradan Arabistan’a parmak üzümü ve ak keten bezi giderdi. Birincisine razaki, ikincisine ise razkiye denilmiştir.[19] Sonra da yiyecek ve giyecek gibi faydalanılan her türlü şeye rızk denilmeye başlamıştır. Ragıp rızk kelimesinin kendisiyle faydalanılan şey anlamına konulduğunu, sonra nasip, hediye, mideye ulaşan gıda, azık ve yağmur anlamlarında kullanıldığını söyler.[20] Şu halde rızk, mideye ulaşan nasipten başka genel olarak insan ihtiyacını tatmin eden yiyecek, içecek, giyecek ve kullanacak maddeleri ifade eder, diyebiliriz.

“Kendilerine rızk olarak verdiğimiz şeyleri infak ederler” cümlesi, yaşama düzeninin esasını ifade etmektedir. Onun için bunun üzerinde biraz durmak istiyoruz.

Namaz kılanlarla yani düzenli çalışanlarla kendilerine rızk olarak verilen şeyleri harcayanlar, bir tek harf vav atıf harfiyle birbirine bağlanmış ve bir ellezi ism-i mevsulünde toplanmıştır. Vav harfi, yukarıda geçtiği gibi, birlikte oluşu gerektirir. Öyleyse bu cümleden şöyle bir anlam çıkarabiliriz. Sadece yaşama düzeninin kurulması yeterli değil; ayrıca çalışma ve iş hayatının da düzenlenmesi gerekir. Namaz sosyal bir kurum, infak ise ekonomik bir düzendir. Vav harfinin gelmesi ile birlikte bu iki kurumun bir arada toplanması, sosyal düzenle ekonomik düzenin ancak iç içe birlikte yaşayabileceklerinin bir zaruret olduğunu ifade eder. Bu sebeple sosyal düzeni ile ekonomik düzeni uyumlu ve ahenkli olmayan sistemler, değişim ve başkalaşım geçirmek zorunda kalırlar. Bu durum bugün ve az geçmişte uygulamalarda kendisini açıkça göstermekte, sosyalistler totaliter, kapitalistler de ekseriyetçi olmaya mecbur kalmışlardır.

İslam’ın ekonomik düzeni ise bugünkü iktisat düzenlerinden hiçbirisine benzemez. Onun kendisine mahsus sui jenerist bir düzeni vardır. Kapitalist ve sosyalist sistemlerin iyi tarafları İslam ekonomik düzeninde zaten var, kötü tarafları ise dışarıda bırakılmıştır, diyebiliriz.[21] İslam düzeninin hem ferdiyetçi ve hem de toplumcu bir sistem olduğunu söyleyebiliriz.[22]

İslam’ın kendisine özgü bir ekonomik sistemi olunca yine kendisine mahsusu bir sosyal düzeni de olması gerekir. İşte bundan dolayı namaz kılanlarla infak edenlerin bir tek vav harfi ile bir araya toplandıklarını söyleyebiliriz. Nasıl bir vücudun organları özel bir yapıya sahip iseler ve böylece aralarında bir ahenk bulunuyorsa bir düzenin sosyal ve ekonomik sistemleri de kendi aralarında uyumlu olması gerekir. Onun için birçok sitemlerden oluşturularak ortaya konan karma bir ekonomik düzenin ne kadar doğal olduğu tartışılabilir bir konudur.

Ayette önce namazdan sonra da infaktan bahsedildiğine göre sosyal düzenin ekonomik düzenden önce geldiğini söyleyebiliriz.  Çünkü ekonomik düzen sosyal düzene dayanır. Buna göre sosyal düzenini kuramamış toplumların ekonomik düzenlerini kuramayacakları açıktır.

“Rızıklandırdığımız şeylerden harcarlar”, denirken kelimenin başına min cer harfi getirilmiştir. Şimdi burada min harfinin ifade ettiği manaları yazarak bunlardan her birini ayrı, ayrı uygulamaya çalışalım. Min harf-i ceri şu anlamlara gelir.[23]

1- Mekânda başlangıcı gösterir.

2- Zamanda başlangıcı gösterir.

3- Maddede başlangıcı gösterir. (Bir şeyin hammaddesini dile getirir.)

4- Maddenin aslını gösterir. (Bir şeyin nereden alındığını gösterir)

5- Fi harfi anlamında zarfiyet için gelir.

6- Bedelliği gösterir; bir şeyin neye karşı yapıldığını gösterir.

7- Lam harfi anlamına gelir. Bir şeyin illet ve sebebini gösterir; niçin yapıldığını bildirir.

8- Ba harfi anlamında sebebi gösterir; neden ve niçin yapıldığını bildirir.  

1- Rızıklandırdığımız yerden itibaren harcamaya başlarlar demek, verginin üretim yerinde ödenmesi esasını getirmektedir. İşte bu durum, vergilerin aynı zamanda üretim yerinde alınacağına, mükellefin vergisini vergi dairesine kadar getirmek zorunda olmadığına işaret eder. Buna göre vergi memuru öşür vergisini mesela harman yerinde teslim alabilir. Bunun için halk, verecekleri öşrü hükümetin ambarlarına kadar götürmekle mükellef değildirler, diyebiliriz.[24] Önceleri Hz. Peygamber vergisini getirip verenlerden alıyordu. Fetih’ten sonra ise bazı yerlere vergi tahsil memurları gönderdi. Bu memurlara verdiği emirlerden onların mükellefin ayağına kadar gittiği anlaşılmaktadır.[25] Böylece harcama üretim yerinde başlar ve taşıma masrafları da devlete ait olur.

2- Rızıklandırdığımız zamandan itibaren harcamaya başlarlar ifadesinden verginin ne zaman verileceği prensibini anlayabiliriz. Zaten başka bir ayette de bu esas, “ürünün kaldırıldığı gün” ifadesiyle açıkça söylenmiştir.[26]

Bunlardan anlaşıldığına göre İslam ekonomisi, tasarrufa değil, daha çok sarfa-harcamaya dayanmaktadır, diyebiliriz. Bu yüzden mal, harcamak için üretilir; o sebeple de hiç bekletilmeden ihtiyaç duyulan yerlerde kullanılır.

3- Rızıklandırdığımız maddeden harcarlar denilmesinden verginin nakde değil, mala dayandığını yani para olarak değil, ayni olarak alınacağını anlayabiliriz. Vergilerin ayni olarak alınması gerektiği konusunda Elmalılı şöyle demektedir: “Her malın vacip olan vergisi kendi cinsindendir. Mesela altına altın, gümüşe gümüş, paraya para, hayvana kendi cinsinden hayvan, deveye deve, sığıra sığır, davara davar, ata at, hububatta kezalik buğdaya buğday, arpaya arpa… madenler ve saire hep böyledir.[27] Böylece vergiye konu olan nesne ne ise ondan ayni olarak alınması esastır. Fakat bunun değerini ödemeye de cevaz verilmiştir. Vergi memuru olarak Yemen’e gönderilen Muaz, kolaylık olsun diye, değer olarak da almıştır. Bu hususta Süfyan, Evzai ve Malik arasında farklı görüşler de vardır.[28] Şafii de bu görüştedir. Vergi hangi maldan alınıyorsa, aynen ondan alınır. Nakitten-paradan alınıyorsa yine nakit-para olarak alınır.[29] Vergilerin ayni olarak alınması mükelleflere kolaylık sağlar.[30]   

Burada açıklanması gereken başka bir husus daha vardır. Böylece burada rızık olarak verilmeyen şeylerin harcanmayacağı da ortaya çıkmaktadır. Onlar bu sebeple ne başkalarının mallarını harcarlar ve ne de kendilerine yasaklanmış olan şeyleri harcarlar. Ancak kendileri için rızık olan şeyleri harcarlar.

4- Rızıklandırdığımız şeylerin bir kısmını harcarlar demek, bireyin kendi rızkından bir kısmını ayırıp vergi olarak vermesi demektir. Bu bir taraftan verginin hâsıladan alınacağını bildirirken diğer taraftan da zekâtın sermayeden olacağına işaret etmektedir. Çünkü kar etsin, zarar etsin herkes, her yıl kendi gelirinden bir kısmını ihtiyaçları için ayıracağı gibi, yine kar etsin veya etmesin sermayesinden bir kısmını devlete vergi olarak verecektir.[31] Alış-veriş yapılan şeylerden yani sermayeden vergi olarak verileceği hakkında hadisler de vardır.[32]

5- Rızıklandırdığımız yerlerde harcarlar, ifadesinden geçim temin edilen, çalışıp üretim yapılan yerlere yatırım yapılacağına işaret edilmiş olabileceğini çıkarmak mümkündür. Böylece buradan iki esası ortaya koymak mümkündür.

a) Tüketimden artan malların israf edilmeksizin yatırıma kaydırılmaları gerekir.

b) Bir mala sahip olup ondan yararlanma o mala bakma ve hizmet etmeyi gerektirir.

6- Kendilerini rızıklandırdığımızdan dolayı bunun karşılığını vermek üzere harcarlar. Yani kazandıklarından vergilerini veririler veya yeniden üretime aktarırlar.

7- Kendilerine verdiğimiz rızıkları temin etmek için harcarlar. Mallarını geçim temin etmek ve üretim yapmak için harcarlar.

8- Kendilerine rızık verip güçlendirmemiz ve üretim imkânları tanımamız sebebiyle harcama yaparlar.

Görülüyor ki, buradaki min harfi sayesinde üretim, tüketim, mübadele, yatırım ve vergi hakkında birçok esaslar çıkarmak mümkündür.

Ma : Şey, nesne. Türkçemizde ma kelimesinin en güzel karşılığı nesnedir. Ancak biz bu kelimeyi kaybetmek üzere olduğumuzdan şey diyoruz.[33]     

Bu ma harfi, ellezi ism-i mevsulünün nekresidir. Yalnız maarife olan ellezi kelimesinin erkeği, dişisi, tekili ve çoğulu bulunmadığı halde bu ma harfinin şuurlu olanı vardır. Bu ise men kelimesidir. Yani ma kelimesi şuursuz varlıklar, eşya ve nesneler için kullanılır.[34]

“Rızıklandırdığımız şeylerden” denilmiş de; rızıklandırdığımız kimselerden denilmemiştir. Bu rızık olarak yaratılan şeylerin eşya olduğunu ifade eder. İnsan, sahip ve malik, eşya ise mal ve mülktür. İslam hukukunda insanın şahsiyeti, ana rahmine düşmekle başlar ve ölümle sona erer.[35] Ölüm dışında insanın şahsiyeti elinden alınamaz. Kölelik ve ücretli işçi olmak, hiçbir zaman şahsiyeti ortadan kaldırmaz. İslam hukukunda bir köle sahibi ile sözleşme yapma yetkisine sahiptir.[36] Roma Hukukuna göre ise kölelerin şahsiyeti yoktur. Köle bir mamelektir ve canlı bir resden-maldan ibarettir. Onlar hiçbir zaman şahsiyetli, personarum sayılmazlardı.[37]

İşçi de başkasının işinde çalışmakla kendisini satmış olmaz. Ancak o bedeninde var olan emeğini satar. Çünkü insanın şahsiyeti satılmaz ve insan başka bir insan için rızık değildir. İnsanlar, insanlar için yaratılmamış ve biri diğeri için mubah kılınmamıştır.[38] Bütün bunları “minmen” denilmeyip de “minma” buyrulmasından anlayıp çıkarmaktayız.

Ma harfinin diğer bir özelliği de umum ifade etmesidir.[39] Böylece rızıklandırdığımız her şeyden harcarlar, demek olur ki, bu bize aynı zamanda her şeyin insana ve onun için verildiğini gösterir.

Burada minma kelimesi takdim edilmiştir. Meful fiilden sonra geleceği yerde önce getirilmiştir. Böylece bu hasr ve tahsis ifade eder. Yani onlar ancak rızıklandıklarından harcarlar, başka şeylerden değil, anlamı çıkar. Min harfinin anlamını açıklarken buna özellikle işaret etmiştik. Ayrıca bu anlamlar, min harfinin bu takdim edilmiş şekli göz önünde tutularak verilmiştir. Bunun için cümleyi meal olarak rızıklandırdığımızdan infak ederler, şeklinde değil de infakı-harcamayı rızıklandırdığımız şeylerden yaparlar şeklinde kurmak bize göre daha uygun olur.

Verdiklerimizden harcarlar denilmeyip de rızıklandırdıklarımızdan harcarlar, buyrulmasının sebebi ise iktisadi faaliyette gayenin, üretimden daha çok tüketim olduğuna işaret eder. Elmalılı merhum böyle bir ayetin tefsirinde üretimin gayesinin infak ve tüketim olduğunu ifade etmiştir.[40] Zaten Kuran-ı Kerim de yeryüzündeki her şeyin insan için, insanın ihtiyaçları için yaratılmış olduğunu söylemektedir.[41] İktisatçılar da ekonomik faaliyetin temel gayesinin maddi refah ve ihtiyaçların giderilip tatmin edilmesi olduğunu söylüyorlar.[42] Gayeyi gerçekleştiremeyecek bol üretim faydadan çok, zarar getirir, diyebiliriz. Öyleyse üretim ile tüketim arasında bir denge bulunmalı ve üretim ancak tüketim kadar olmalıdır.

Arapçada fiiller, mazi ve muzari olmak üzere ikiye ayrılırlar. Emir ve nehiy kipleri mazi ve muzariye dâhildirler. Muzari, hali ve gelecek zamanı içine alırken, mazi de sadece geçmiş zamanı içine alır.[43] Burada muzari kalıbı değil de mazi kalıbı kullanılarak “rızıklandırdık” buyrulmaktadır. Böylece bu ifadeden her türlü harcamaların ancak üretimden sonra yapılacağı esasını çıkarabiliriz. Önce üretilir, sonra tüketilir, önce kazanılır, sonra harcanır. Bunun için bütçe yapılırken de geçmiş yılın gelirleri gelecek yılda harcanacak şekilde denk bütçe esası ekonominin temel felsefesine daha uygundur, diyebiliriz. Böyle bir uygulama zaten aynı zamanda Hz. Ömer’in de bir tatbikatıdır. Hz. Ömer vergi gelirlerinin ne yapılacağı hususunda şura meclisi (danışma kurulu) ile istişare ettiği zaman Hz. Ali’nin teklifi üzerine bunların bekletilmemesi, hemen halka dağıtılması prensip ve esası üzerinde icma ve ittifak (oy birliği) hâsıl olmuştur.[44] Artık bundan sonraki uygulamalarda vergilerin toplanıp ondan sonra harcamalara geçilmesi hususu bir usul ve yöntem olarak benimsenmiştir. İslam ekonomisinde bütçenin esasını gelirler teşkil eder. Onun için de ne kadar harcama yapılacağını yine gelirler tayin eder.[45]      

Mükelleflerden de vergi alınırken aynı metot uygulanırsa ekonomik faaliyetler arasında ahenk meydana gelir. Bu yüzden vergi, üretimden sonra alınır. Ticari mallarda, altın, gümüş ve varaklarda (kâğıt para ve kıymetli evraklarda) bir yıl geçtikten sonra vergi alınır.[46] Çünkü “biz onları rızıklandırdık” cümlesi mazi fiil kalıbı ile “infak ederler” cümlesi ise muzari fiil kalıbı ile getirilmiştir.

Yüce Allah, Kuran-ı Kerim’de kendisinden söz ederken ben, biz veya o gibi şahıs zamirleri ile bahseder veya Allah diyerek zatının ismini ya da sıfatlarının ismini zikreder. Bunlardan her birinin söylendiği yer diğerinden farklı olmalıdır.

 

Allah zamandan, mekândan, maddeden, sayıdan… uzak olduğu için ona izafe edilen her şey, mecazi olarak anlaşılmalıdır. Allah kelimesi, O’nun zatının ismidir. Üçüncü şahıs zamiri olan “O” da onun zatına işaret edebilir. Allah, kendisi ben derken de kendi z atını ifade etmiş olur. Kuran’da Allah’tan bahsederken yalnız Allah kelimesi veya O zamiri söylenmiş olsaydı, bunu başkası da söyleyebileceği için, Kuran’ın Allah sözü değil, bir başkasının da sözü olabileceği anlaşılabilirdi. Kuran’da hep ben veya biz kelimeleri kullanılmış olsaydı, o zaman da Hz. Peygamber’in kendisi her şeyin yaratıcısıymış gibi gözükebilirdi. İşte bu yanlış anlamaya meydan vermemek için, bazen aynı cümlede bile hem Allah diyerek kendi zatından bahseder, hem de biz deyip mütekellim kalıbı (birinci şahıs kipi) ile ifade eder. Belagat dilinde bu birinci şahıstan ikinci veya üçüncü şahsa geçmeye ya da üçüncü şahıstan ikinci veya birinci şahsa geçmeye iltifat adı verilir.[47] 

Allah bazı işleri, araya hiçbir vasıta koymadan bizzat kendisi yapar. O zaman kendisinden ben diye bahseder. Nitekim Allah Kuran-ı Kerim’de “İnsanı iki elimle yarattım”[48] ve “Ona kendi ruhumdan üfledim”[49] buyurmaktadır.

Eğer Allah vasıta kullanarak bir şey yapıyorsa, o zaman vazifelendirdiği bir melek veya insanı telmih ederek, biz tabirini kullanır. Mesela “Elbette biz diriltiriz, öldürürüz ve hepsinin varisleri de biziz”[50] ve “Biz Musa’yı Tur dağı yanında sağ tarafından nida ettik”[51] buyrulmaktadır. Aslında Allah sayı açısından ne birdir ve ne de çoktur. Havanın sıcaklığı, deniz suyunun tuzu az mı veya çok mudur? Yani şunu demek istiyoruz ki, Allah sayılır değildir. O, yalnız O’dur. O’nun misli gibi (yani O’na benzer) hiçbir şey yoktur.[52] Zaten işte bunun için Ebu Hanife Allah birdir, fakat sayılır değildir, demiştir.[53]

Bu ayette de Allah’ın zat ismi yerine “biz” zamirinin seçilmiş olması ile Kuran’ın Allah’ın sözü olduğuna işaret edilmiş, rızıklandırma işinin de sebepler aracılığı ile gerçekleştirildiğine dikkat çekilmiştir, diyebiliriz. Yani Allah, insanı kurduğu bir düzen içinde maddi sebepler aracılığı ile rızıklandırır. Bu düzen de toplumların sahip olduğu ekonomik ve sosyal düzenlerdir. Bu fiilin meçhul kalıbında gelmeyip malum olarak gelmesi ise toplumun ve devletin geçindirme gibi bir görevle yükümlü olduğunu gösterir, diyebiliriz. Bu sebeple İslam ekonomisinde bireylerin hayatları karşılıksız olarak devletin teminatı altındadır.[54] Nitekim bir devlet başkanı olan Hz. Ömer’in devletin vazifelerini çok iyi bilmesi sebebiyle koca karı ile aralarında geçen olay, çocuklara yemeleri için bir çuval un götürüp vermesi İslam tarihinde pek meşhur bir olaydır.[55] İslam ekonomisinde fakirlerin hayatları devlet gelirleriyle teminat altına alınmıştır. Zira Hz. Peygamber, Muaz’ı Yemen’e gönderdiği zaman ona zekâtı-vergiyi zenginlerinden alıp fakirlerine vermesini emretmişti.[56] Bunun için devlet bireylerin yaşamaları için gerekli olan sosyal düzeni temin edip kurmakla vazifelidir. İşte ancak böyle bir devlet Allah’ın verdiği görevde temsil vazifesini yerine getirmiş sayılabilir.   

Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeyleri harcarlar buyrulurken burada kullanılan “hum” (onlar) amiri de özel mülkiyetin esas olduğuna işaret eder diyebiliriz. Bu zamirin çoğul kullanılması ise özel mülkiyet bulunmakla beraber üretim veya tüketimin bütün bir toplum içersinde birbirine bağlı, kendi aralarında zincirlemeli ve kolektif olduğuna bir işaret olabilir.

İnfak ederler buyrulurken de bu fiil geniş zaman kalıbı ile getirilmiştir. Bu her ne kadar bir haber cümlesi olsa da burada inşa anlamını ifade etmektedir. Çünkü bu, infak ediniz demek olur. Böylece bu hal, infakın, adeta ayette anlatılan bütün vasıflarına sahip olarak yapılmasını emretmektedir.

Bunlardan başka yukarıda da belirttiğimiz gibi, burada harcamaların ancak kazandıktan sonra yapılması gerektiğine işaret edilmiştir. İnsanlar, evvela harcarlar sonra kazanırlar yerine, önce kazanırlar sonra da harcarlar prensibi getirilmiştir. Bu önce harcarlar, sonra kazanırlar sistemi bir çeşit faizdir. İslam ekonomisinde faiz sitemi yoktur. Onun için önce mal kazanılır, sonra o mal harcanıp tüketilir. O nedenle İslam ekonomisinde devlet böyle bir faizsiz düzende tüketim yardımı yapabilir; fakat tüketim kredisi açamaz. Çünkü infak kelimesi muzari olarak geldiği halde rızık kelimesi mazi-dili geçmiş zaman kipi ile getirilmiştir. Ortaklık esası üzerine kurulmuş olan İslam bankaları da tüketim kredisi açamazlar.[57] Böylece devlet bütçesinden de önce harcamalar yapıp sonra gelir temin etmeye çalışmaktan ziyade bunun tam aksine önce gelir sağlamak, sonra da harcamalar yapmak esas olmalıdır.

Burada infak kelimesi kullanılmakla hem üretime ve hem de tüketime yönelik çalışmalara işaret edilmiş, rızık kelimesi ile de asıl amacın tüketim olduğu belirtilmiş olmaktadır.

İnfak kelimesinin şuurlu varlıklara mahsus olan bir çoğul kalıbı ile getirilmiş olması harcama işinin, hep birlikte yapılan bir çalışma mahsulü olduğunu ifade eder, diyebiliriz. Böylece bu, üretim ile tüketimin topluca ve kolektif olarak yapılacağına işaret olduğu gibi, vergilerin de devletçe toplanıp ve yine devletçe dağılacağına dikkat çekilmiş olabilir. Bunun başka bir anlamı da devlet bütçesinin bir birey veya gruptan daha çok toplum tarafından birlikte hep beraber kolektif olarak hazırlanacağı demek olabilir.

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:      

1- İslamiyet kurtuluş yolunu sadece göstermiş olup oraya gitmeyi zorlamaz.

2- İslamiyet yazılı ve yazısız bir kural, kaide ve kanunlar düzenidir.

3- Tüm hareket ve davranışlar ve her türlü ekonomik faaliyet, geleceğe, yarına uyacak şekilde yapılır, böylece gelecek güven altına alınır.

4- Çalışma düzeni namaz vakitleri ile düzenlenmiş ve içtimaileştirilmiştir. 

5- Yaşama düzeni, zekât-vergi sistemi ile düzenlenmiş ve içtimaileştirilmiştir.

6- Ekonomik düzen ile sosyal düzen birbiriyle iç içe ahenkli olup belki sosyal düzen daha önemlidir.

7- Yaşama düzeni ile çalışma düzeni ve iş hayatı iç içe ahenkli olup belki çalışma düzeni daha önemlidir.

8- İslam ekonomisi daha çok bir harcama ekonomisi olup tasarruf etme, biriktirme ve saklama ekonomisi değildir. 

9- Vergi ancak üretim yapıldıktan sonra alınır.

10- Vergi üretimin yapıldığı yerde alınır.

11- Vergi, vergi alınacak mal ve paradan ayni olarak alınır.

12- Vergi verilecek ayni bir malın vergi miktarı nakde çevrilerek para olarak verilmesi de geçerli olur.

13- Herkesin kendisine yarayacak, faydalanacağı mal ve eşyaları vardır. Onun rızası olmadan malını alıp kullanmak helal değil, haram olur. Biz buna helal ve haram esası diyoruz.

14- Herkesin kendisine ait malları vardır. İslam ekonomisinde üretimde mülkiyet esastır.

15- Üretimin bir kısmı tüketime, bir kısmı da üretime ayrılır. Vergi, ürünün tüketime ayrılmış olan kısmından verilir.

16- Binaların, tesislerin ve yatırımların vergisi yoktur; bunlardan vergi alınmaz.

17- Bir mala sahip olmak, ondan faydalanma ve meşru bir şekilde tasarrufta bulunma hak ve salahiyetini sağlamakla birlikte bakım mükellefiyetini de beraberinde getirir.

18- Toplum, cemiyet ve devlet için önce geçindirme, sonra da çalıştırma esastır.

19- Mükellefler için önce çalışma sonra da çalıştığının ücretini alma esası vardır.     

20- Çalışma ve yaşama ayrı, ayrı bir düzene sahip olup bunlar birbiriyle ahenkli bir şekilde beraber yürütülür.

21- Mülkiyet hakkı, üretme gücünü çalışıp kazandırmak için tanınmış doğal bir haktır. Onun için üretimde mülkiyet esastır; herkes çalışıp elde ettiğinin sahibi olur.

22- İnsana ekonomik açıdan çalışan ve yaşayan bir varlık, mal ve eşyanın ise üretilen ve tüketilen şeyler olduğu söyleyebiliriz.     

23- İnsan sahip ve malik eşya ise mal ve mülktür.

24- İnsan başkasına kendisini, kişilik ve şahsiyetini değil, ancak emeğini verebilir.

25- Bütün mal ve eşyalar mülkiyete mevzudur.

26- İslam ekonomisinin gayesi gerçek ihtiyaçları gidermektir.

27- İslam ekonomisinin gayesi, daha ziyade insanı hayatta daha güçlü bir şekilde yaşatmaktır. İnsanın yaşaması çalışmasından önce gelir ve ondan daha önemlidir.

28- Vergi, üretimden sonra alınır. (Üretim tamamlanıp sona ermeden vergi alınmaz. Emeklerden ve iş gücünden vergi alınmaz.)   

29- Geçmiş yılın gelirleri gelecek yılda harcanır. Böylece gelir kadar gider olacağı için denk bütçe esası sağlanmış olur.

30- Herkes geçmişte kazandıklarını gelecekte harcar. Önce harcama ve sonra kazanma sistemi bir çeşit faiz sistemidir. İslam’da faiz sistemi yoktur. İslam ekonomisi faizsiz sisteme dayanır. 

31- Devlet ve toplum kendi çalışma ve yaşama düzenini kurup çalıştırmakla vazifelidir.

32- Bireyler ancak bir devlet ve toplum düzeni içersinde çalışıp yaşamak zorundadırlar.

33- Birey çalışıp yaşama faaliyetlerini yaparken devletle doğrudan ilişkiler yerine diğer bireyler ve diğer mal ve eşyalar ile ve onlar arasında bir ilişki kurar.

34- İslam ekonomisinde özel mülkiyet vardır. Bununla beraber çalışma ve yaşa faaliyetleri diğer bireylerle birlikte yapılır.

35- İslam ekonomisinde fiyatı artırarak veresiye alışveriş yapmak olmadığı gibi, faiz sistemi de yoktur. Ancak yaşamak için devletten yardım almak ve çalışmak için de kredi alma sistemi vardır.

36- Çalışma ve iş hayatı, bir plan içinde yürütülür. Devlet bütçesi toplumsal bir birliktelik ile içtimai olarak hazırlanır.

37- Tüketimden arta kalan malların israf edilmeksizin yatırıma kaydırılması İslam ekonomisinin esaslarından birisidir.

38- Tüketim ancak üretim kadar olmalıdır.

39- Üretimde ancak tüketim kadar yapılmalıdır.

40- Namaz, insanın vakitlerini ve dolayısıyla mesai saatlerini tanzim eden sosyal bir kurumdur.

41- İslam’ın da bir iktisadi sistemi vardır.

42- İslam düzeni ekonomisiyle birlikte hem bireyi ve hem de toplumu içersine alan bir düzendir.

43- İslam düzeni ne yalnız bireyi ve ne de sadece toplumu tutan bir sistem değil, tam tersine hem bireyi ve hem de toplumu, her ikisini aynı derecede ele alıp koruyup kollayan bir sistemdir.

44- Vergi, toprak ürünlerinde ürün kaldırıldığı zaman verilir.

45- Vergiler devlet tarafından tayin edilen memurların mükelleflerin ayaklarına kadar gitmek suretiyle alınıp toplanır.

46- Kişinin sahip olduğu mülkiyet hakkı ona malından faydalanmayı sağlarken aynı zamanda o mala bakma ve ona hizmet etme vazifesini de yükler.       

47- İktisadi faaliyetlerin gayesi, üretilen malları tüketerek ihtiyaçları gidermektir. Bu sebeple üretim, tüketim için yapılır.     

48- Ticaret mallarının üzerinden, altın, gümüş ve varakların (kâğıt para ve kıymetli evrakların) üzerinden ancak bir yıl geçtikten sonra vergi alınır.

49- İslam ekonomisinde bütçenin temelini vergi gelirleri teşkil eder. Bütçedeki harcama kalemlerinin miktarlarını bu gelirler tayin eder.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 29

 

“Yeryüzünde olan şeylerin hepsini sizin için yaratan o’dur”

Halkan ; Yaratmak. Halka, yuvarlak değirmi şeye denir. Kesmeden önce deri üzerine kalıbı koyup istenilen şekilde ölçüp işaretlemeye halk denilmektedir. [58] Sonraları bir şeyi yapmadan önce onun mahiyetini tespit edip şekillenmesini ve biçimlenmesini ayarlayıp planlamak “hilkat” kelimesi ile ifade edilmiştir.   

Kuran-ı Kerim’de insanın yaratılışından bahsedilirken ayette “Biz insanı karışmış bir nutfeden (yani sperma ile yumurtacığın karışmasıyla meydana gelen zigottan) yarattık”[59] “İnsan neden yaratıldığına bir baksın. Atılan sudan yaratıldı. O su bel ile göğüslerin arasından çıkar”[60] buyrulmaktadır. Fahreddin Razi, “(İnsan) dökülen meniden olan bir nutfe (zigot) değil miydi?”[61], ayetinin yorumunda şöyle diyor: “Allah buyuruyor ki, o insan erkeğin sulbünde ve kadının teraibinde (yani erkeğin spermi ve kadının yumurtacığında olan) az bir su değil miydi?”[62]

Bundan sonra insanın yaratılışı, otomatik bir oluşla, kendi kendine olmakla, artık varlık kendi kendine devam etmektedir. Böylece hilkatin takdirden farklı bir şey olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü takdir kâğıt üzerinde işlenen bir plan ve tespit edilen şekilledir. Hâlbuki hilkat ise deri üzerinde işlenmiş olan şekillerdir. Takdirde yaratma işi, henüz daha fiilen başlamamış ve mahlûkat yaratılmamıştır. Hilkatte ise yaratma işi fiilen başlamış ve yaratmaya başlama gerçekleşmiştir. Yalnız tezahürü için zamana ihtiyaç olabilir.

Allah bu ayette yeryüzünde olan her şeyi bizim için yaratmış olduğunu bildiriyor. Yani her şey bizim olacak şekilde sünnetüllah: Allah’ın koyduğu doğal kanunlara tabi tutulmuş olup zaman, bu kanunların gereklerini yerine getirmekten ibarettir. İşte Allah deriyi ölçülendirmiş, bizim usulüne göre faydalanmamız için yani varlıkların uyması gereken kanunlara ters düşmeden, onların en doğal bir şekilde hizmet etmeleri için tabiat bize sunulmuştur.

Leküm : Sizin için demektir. Buradaki “siz” den maksat, yeryüzüne halife kılınan ve Allah’ın Kuran’da anlattığı ve muhatap kıldığı insandır. Nitekim bundan sonra gelen ayetler[63] bu hususları açıklığa kavuşturacaktır.

Buradaki lam harfi[64] istihkak için gelmişse yeryüzünde olan her şeyin bizim hakkımız olduğunu ifade eder ki, bu, bizim yeryüzünde Allah’ı temsil etmemize karşılık olarak verilmiş olan bir ücrettir, diyebiliriz.

Lam ihtisas için gelmişse yeryüzünde olan her şeyin yalnız bize ait olduğunu bildirmiş olur ki, birinci manada insanın malik olduğu, ikinci manada ise insandan başka hiçbir varlığın mülkiyet hukukuna müstahak olmadığı ifade edilmiş olur. 

Lam talil için gelmiş ise yeryüzünde mevcut olan her şeyin, insanın var edilmesi sebebiyle yaratılmış olduğunu gösterir ki, o zaman her şey insan içindir esası ortaya çıkar.

Fahreddin Razi bu ayeti ibahacıların (yani İslam’ın haramlar ve yasaklar konusundaki bütün kısıtlamalarını kaldırarak her türlü davranışı helal ve serbest sayan aşırı gidenler ekolünün) delil getirerek, Allah her şeyi herkes için yaratmıştır. Böylece hiçbir şey asla bir kişiye mahsus olamaz, demelerine karşı şöyle bir cevap veriyor: Bu zayıf bir görüştür. Çünkü Allah Teala bu ayette kül ile külü mukabele etmiştir. Onun için bu bireyin birey ile mukabelesini gerektirir. Cemiye karşı cemi, çoğula karşı çoğul sığası kullanıldığı zaman bu, bir şeye karşı bir şey demek anlamına gelir. Neyin kime ait olacağı meselesi ise başka tafsili delillerle ortaya çıkar. Fıkıhçılar bu ayetten usul-ü fıkıhta da bahsettiğimiz gibi, eşyada asıl olan şeyin mubahlık olduğunu çıkarmışlardır.[65]

Yalnız bu iki görüşü bağdaştırmak ve aralarını bulmak da mümkündür. Her fert her şeye ayrı, ayrı değil, bütün insanlar, yeryüzündeki bütün mallara ancak kendilerine düşen pay kadar sahip olurlar. Herkesin özel mülkiyeti, toplumun mülkiyeti içinde mütalaa edilir. Yani İslam ekonomisinde mutlak mülkiyet yok, ancak sınırlı bir mülkiyet hakkı vardır.

Ma : Şey veya şeyler demektir. Bu kelimenin anlamı az önce yukarıda geçti. “Minma razaknahum” ayetinde uygulanan anlamlar aynen burada da geçerlidir.

Herkes kendi payına düşen şeyin sahip ve malikidir. Çünkü çoğul kalıbı, çoğul kalıbına mukabil kullanılmıştır. Şu halde insan malik, eşya ise mülktür. Zaten bütün mallar mülktür. Buna karşı bütün insanların da malik olacakları açıktır. Esasen eşyada asıl olan, onun mülk olmasıdır. Binaenaleyh hiçbir kimse sahip olduğu bir şeyin maliki olduğunu ispat etmekle mükellef tutulamaz. Belki onun sahip ve maliki olmadığını başkalarının ispat etmesi gerekir.

Fi : Zarfiyet için olup “de” anlamına gelir. Bundan başka maiyet, talil ve üzerine anlamlarına da gelir.[66]

Fi harfinin burada zarfiyet olduğunu kabul edersek o zaman mana, yerin içinde olan her şey demek olur ki, bu da kara, deniz, hava ve yeraltı servetleri demektir. Arz, yeryüzü demek olduğundan saydığımız bu tabakaları içersine almaktadır. Nitekim Elmalılı da bunların hepsini saymıştır. [67] Bazıları da yeraltı servetleri gibi, genel bir tabir kullanmaktan çok mesela madenler deyip isim olarak tasrih etmişlerdir.[68]

Fi harfine “üzerine” manası verdiğimiz zaman arz yuvarlağı olarak ifade edilmiş olur ki, yeryuvarlağının üzerinde olan her şeyin insanlar için yaratılmış olduğu ve onların mülkiyeti altında bulunduğu anlaşılmış olur.

Burada Allah yeri sizin için yarattı denilmeyip de yerin içinde olanları sizin için yarattı buyrulması, arzın kendisinin bizim için yaratılmış olmadığını gösterir.[69] Bu da insanların arzda aynı menkul mal mülkiyetinde olduğu gibi bir mülkiyet hakkına sahip olmayacaklarını gösterir. İnsanlar arza, arazinin kendisine değil de ancak üzerindeki olan şeylere sahip olabilirler. İşte bu husus İslam ekonomisinde toprak anlayışı ve toprak düzeninin temelini teşkil etmektedir.

Aslında bütün topraklar, toplum adına ve toplum olarak devletindir.[70] Çünkü toprağı kimse istihsal etmemiştir. Zira Allah ayette “Doğrusu insanın çalışmasından (ürettiğinden) başka bir şey yoktur” buyuruyor.[71] Hatta bu durum mesela Henry George gibi, bazı batılı düşünürleri, her şey hakkında mülkiyeti kabul ettikleri halde toprak mülkiyetini kabul etmemeye ve toprak mülkiyetini gayr-i meşru saymaya sevk etmiştir.[72] Eski Yunan’da ve Roma’da da toprak hakkında birtakım görüşler ileriye sürülmüş ve kanunlar çıkarılmıştır. Isparta’da Likürk kanunları, toprağın mülkiyetini devlete vermiş, Sezar da toprağa sahip olanların devlete vergi vermeleri gerektiği prensibini getirmiştir.[73]

İslam ekonomisinde toprak düzeni de yine kendine mahsus bir özellik arz eder. Toprağa sahip olmanın ilk şartı onu ihya etmektir. Bu konuda muhtelif varyantlı birçok hadis rivayet edilmiştir.[74]  Toprak işlenilip kullanıldığı müddetçe ona olan sahiplik de devam eder. Hz. Peygamber’in sahipsiz boş toprakların her şeyden evvel devletin malı olduğunu, fakat buraları ihya edenlerin ona sahip olacağını, ancak toprak üç yıl kullanılmayıp boş bırakıldığı takdirde bu hakkın düşeceğini dile getiren hadisi vardır.[75] Bunun dışında bireylerin arazilerini ellerinden almak, ancak onların kendi rızaları ile mümkündür. Hz. Ömer devrinde uygulanmaya başlayan “ikta” usulü[76] bile devlet başkanına fazla bir yetki vermemiştir.[77] “Devlet başkanı, kişilere ancak kendi tasarrufu altında bulunan ve emirlerinin hüküm sürdüğü yerlerden ikta yapabilir; sahibi ve müstahakkı meydanda olan toprakları ikta yapması sahih değildir.”[78] Ancak toprak sahibi arazisini kullandığını, ekip biçtiğini ispat etmesi demek olan vergisini (öşür veya haracını) devlete verecektir. Böylece İslam ekonomisinde arazi mülkiyeti ödenen vergi ile sabit olup elde bulunan tapu senetlerinin İslam’ın getirdiği bu anlayışa göre bir anlam taşımasa gerektir. Çünkü Allah, arzın ve arazinin kendisini mülkiyete mevzu yapmamıştır. Böylece mülkiyete konu teşkil eden şeyler, yerin üzerinde bulunan şeylerdir, diyoruz.

El-Arz : Yere denir.[79] Bundan sonraki ayette açıklanacağı üzere arz etrafı sularla kaplı olan yeryuvarlağının insanların yaşamalarına elverişli bulunan tabakasıdır. Bu tabaka dört kısma ayrılır: 

a) Denizler: Bunlar tam su tabakalarıdır.

b) Karalar: Üzerinde hava, su ve toprak karışımı olan yerlerdir.

c) Yeraltı sahaları: Toprak ve su karışımı olan yerlerdir.

d) Yerüstü Sahaları: Toprak ve hava karışımı olan yerlerdir.

Suyun bulunmadığı yerler, hayat için elverişli değildir. O halde arzın diğer sahalarında insanların mülkiyet hakları yoktur.

Bu ayette arazilerin pay edilerek bireylerin özel mülkiyetine girdiği ifade edilmiştir. Bu pay edilme işleminin nasıl yapıldığını bundan sonraki ayetler açıklayacaktır.

Cemian : Bir yere yığılmış olan hurma yığınına cem’ denir. Hurmayı değişik ağaçlardan toplayıp bir yere yığmaya cem’an: cem etmek denilmektedir. Buna benzetilerek avuçlamaya, parmakları bir araya toplamaya ve dağınık şeyleri bir araya getirmeye el-cum’ denilmiştir.[80] Bugün artık ne olursa olsun bir araya getirip toplamaya cem’ denilmektedir. Cemi’ ise bir araya getirilmiş ve bir arada toplanmış olan şeye denilmektedir.

Böylece yeryüzünde mevcut olan malları ayrı, ayrı değil de hepsini birden düşündüğümüz zaman işe daha çok yarayacağı açıkça ortaya çıkmaktadır. Zira mallar bir araya getirilince birbirini tamamlarlar ve böylece fayda daha çok artar. Bundan dolayıdır ki, kapalı ekonomi sistemini uygulamak bugün imkânsız hala gelmiştir, diyebiliriz. Bunun için herkes az çok açık ekonomiyi tatbik etmek zorundadır. Bir taraftan herkesin kendisine mahsusu bir malı varken diğer taraftan da bütün mallarla bir birlik şartı koşulmuş gibi olur. İşte mübadele, kiralama, ithalat ve ihracat sistemleri herkesin mülkiyetini korurken bir yandan da mallar arasındaki birliği sağlamak için konulmuş iki kurumdan başka bir şey değildir.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar  

1- Kara, deniz hava ve yeraltı sahalarında olan şeyler, mülkiyete mevzudur.

2- Yeryüzünün kendisi ile ona ait olmayan şeyler mülkiyete mevzu değildir.

3- Herkesin ve her topluluğun kendisine ait bir mülkü ve malları vardır.

4- Yeryüzündeki mallar birbirini tamamlayıcı mahiyette olduklarından ülkelerin kapalı ekonomi sistemini uygulamaları kendileri açısından zararlı olur.

5- Bir taraftan özel mülkiyet korunup kollanırken diğer taraftan da mübadele, icar, kiralama, ithalat ve ihracat gibi mal değiş tokuşunu ve malların dünyanın bir tarafından diğer taraflarına da hareket edip nakledilmesini sağlayan esasların konulup böylece mal bütünlüğünün gerçekleştirilmiş olması gerekir. Buna karşı konulmuş olan gümrük ve buna benzer her türlü engel ve muameleler İslam ekonomisinde gayri meşru olup yarardan daha çok zarar getirirler.

6- Kullanmayan, ekip dikmeyen kimselerin toprak ve arazileri ellerinden alınır. Bunun dışında rızaları olmadan kişilerin toprakları ellerinden alınmaz. Onların bu mallarını ellerinden almak hukuka aykırı olup özel mülkiyet hakkını zedeler.

7- Özel mülkiyetin, malların meşru yollarla başka kimselere devri ve nakledilmesi açısından aynı zamanda sosyal bir yönü de vardır.

8- İnsandan başka mülkiyete layık ve müstahak bir varlık yoktur. Her şey insan içindir.

9- Malların vasıflarına, ayrıcalıklarına ve türlerine göre, ayrıca bölge ve kıta şartlarına göre mübadele, ithalat ve ihracat gibi ekonomik olaylar doğal olup fayda sağlarlar.

10- İslam ekonomisinde toprak devletindir. Ancak bireyler onu kullanma hakkına sahip olurlar. Onlar bu toprağı elde tutup kullandıkları için kaldırdıkları ürünün onda birini devlete vergi olarak verirler.

11- Tarlasını üç yıl boş bırakan, ekip dikmeyen kimsenin arazisi elinden alınır ve bedeli kendisine ödenerek, toprak başka bir kişiye verilir.

12- İkta usulü ile devletten toprak alan kimseler, onu ihya etmek suretiyle sahip olurlar. Bu toprağın onda bir vergisini devlete verdikleri müddetçe onların bu sahipliği ve mülkiyet hakları da devam eder.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 30

“Ben arzda bir halife yapacağım”

İnni : Ben demektir. Allah, insanı halife yapacağından bahsederken, biz veya Allah demiyor da “ben” diyor. Bu suretle Allah insanı hilafet vazifesi ile görevlendirirken bir aracı ve vasıta kullanmayacağını ifade etmiş oluyor. Ancak burada aracı yapılan insanın bizzat kendisidir. Artık o, Allah tarafından aracı tayin edilmiş bir görevlidir. İnsan, Allah’ın yeryüzü görevlisidir. Bu konuda Kuran-ı Kerimde şöyle buyrulmaktadır. “Şüphesiz ki, yeryüzü Allah’ındır; O kullarından dilediğini ona mirasçı kılar.”[81] Böylece insanın doğrudan doğruya Allah’ın halifesi, yeryüzü görevlisi olması, onu bir yandan üstün mertebelere yükseltirken diğer yandan da çok ağır görevler yüklemiş bulunmaktadır.

İnsanın bir kişiliği vardır. Ona bu kişilik ve şahsiyet Allah tarafından verilmiştir. Hiçbir kimse insanın bu kişiliğini onun elinden alma gücüne, hak ve salahiyetine sahip değildir. Kişilerin şahsiyetleri ellerinden alınamaz. Bu sebeple kölelik bile sadece vatandaşlık hak ve vazifelerinden bir mahrumiyet olup asla kişilikten mahrumiyet demek değildir. Bunun için köle zimmet ve zilyet hukukuna sahip olup yaşama, evlenme, davacı - davalı olma ve kısas… gibi bir takım haklara sahiptir. Zaten köle en kemaliyle dini hakların hepsine sahip bulunmaktadır.[82] Küçük çocuklar da kişiliğe sahiptirler. Yalnız onlar bir tasarrufta bulunamazlar. Onlar velileri tarafından temsil edilip velilerine her alanda onları temsil etme yetkisi verilmiştir. Ancak hiçbir velinin çocuğun kişiliğine dokunma yetkisi yoktur.[83]    

Halifelikten maksat, Allah adına bütün yeryüzünü imar etmek, insanları idare etmek ve insanlar arasında Allah’ın emir ve tavsiyelerini uygulamaktır.[84] Bu Allah’ı temsil etme yetkisi ve devleti temsil etme yetkisi herkese verilmiş olan bir yetkidir.[85] Devlet içinde her birey, hiçbir aracı bulunmadan ve kullanmadan doğrudan doğruya devleti temsil etme yetkisine sahiptir. Bunun için her birey devlete karşı sorumludur. Amirlere karşı sorumluluk ise ancak mevzuata uygunluk çerçevesi içersinde olur. Onun için İslam ekonomisinde amirlere karşı sorumluluk yoktur. Yazılı da olsa amirlerin gayri meşru olan emirlerine uyup yerine getirenler sorumlu olurlar. Çünkü İslam ekonomisinde gayri meşru şeyleri emreden bir amire uyup itaat etmek yoktur.[86] Onun için ülü’l-emr olan hükümetler devleti her yerde temsil edemez. Yani hükümetler devlet demek olmayıp onlar sadece kendilerine yetki verilmiş olan yerlerde devleti temsil edebilirler. Mesela ekonomideki fiyatlar meselesi hükümetlerin işi olmayıp fiyatlar düşüp yükseldiği zaman bu konuda görevli olan hükümetler değil, teker, teker devletin temsilcisi olan bireylerdir. Hükümetlere fiyatlara müdahale etme hakkı verilmemiştir; onların böyle bir hakları yoktur. Bu konuda Hz. Peygamber’den çok şiddetli bir hadis rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber zamanında bir ara pahalılık oldu. Sahabiler Hz. Peygambere gelip ya Resülellah, fiyatlar yükseldi ve pahalılık oldu. Onun için fiyatlara müdahale edip narh koymaz mısınız, dediler.   

 Hz. Muhammed bunların ise onların bu teklifin şu sözleriyle karşılık verdi "Fiyat koyan, kıtlık ve bolluk yapan ve rızık veren Allah’tır. Allah'a yemin ederim ki, ben size kendiliğimden ne bir şey verebilirim ve ne de men edebilirim. Ben ancak bir hazinedarım; işleri emir olunduğum gibi yaparım; veren ise Allah’tır. Ben mal, can ve kan hususunda hiç kimsenin hakkını üzerime geçirmeden Allah'a kavuşmak istiyorum"[87] Bu yüzden hükümetlerin fiyat koyup narh tayin etmesi zulümdür. Çünkü fiyatların düşüp yükselmesi bireylerin üretim ve tüketim, böylece toplumda arz talep dengesinin kaybolmasından ileri gelir. Bu ise herkese yani devlete ait bir şeydir. O sebeple hükümetler buna karışamaz. Diğer taraftan bir malın fiyatını koyma hakkı sadece onun sahibine aittir. Kişiler mallarını kendi rızaları ile diledikleri fiyattan satabilirler. Onun için fiyat koyma hakkı mal sahiplerine verilmiştir. Bu hak onlara hükümetler tarafından verilmiş değildir. Bu sebeple hiçbir hükümetin kişilerin bu haklarını ellerlinden alıp fiyatlara müdahale etmesi meşru olamaz.

   Câilün : Ca’len yapmak demektir. Bu fiil, iki meful alır. Bir mefule teaddi ettiği zaman halk: yaratmak anlamına gelir.[88] Ca’l, tencereyi bezle tutup ocaktan indirip yerine koymaya denir. Bunun için kullanılan bezlere el-cuaale adı verilmektedir.[89] Sonraları bu kelime bir şeyi bir yerden alıp başka bir yere yerleştirmek anlamında kullanılmıştır. Bugün bir şeye bir hususiyet kazandırmak istediğimiz zaman bu kelimeden faydalanırız.

Bu ayette insanın yeryüzüne halife yapıldığından bahsedilmektedir. İnsanın esas bulunacağı yer, yeryüzü olduğu için onun buraya getirilip yerleştirildiğini ifade etmek üzere bu kelime kullanılmış olabilir. İnsan cennette bulunuyordu. Sonra tencerenin ocaktan alınıp sofraya konduğu gibi getirilip yeryüzüne konmuş ve kendisine bir takım görevler verilmiştir. Bu cailün kelimesinden bu anlamları çıkarmak mümkündür.

Diğer taraftan da zaten var olan insan yeryüzünde hilafet görevi ile vazifeli kılındı denilmektedir. Gerçekten burada ca’l kelimesi kullanıldığı halde başka yerlerde “Ben topraktan bir insan yaratacağım”[90] buyrulurken “halk” kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimenin kullanılması ile insanın bir taraftan devletin bir uzvu, diğer taraftan da kendi kişiliğini koruyan ayrı ve müstakil bir varlık olduğu açıklanmış olmaktadır.

Burada ca’l kelimesi ism-i fail kalıbında kullanılmıştır. İsm-i fail kalıbı daha çok gelecek zamanda sürekli olarak yapılacak işler için kullanılır. Bu suretle Allah, meleklere hem ileride yapacağı bir şeyi önceden haber verdiğini ifade etmiş hem de insanın bir defa var edilip bırakılmayacağına ve onun devamlı olarak bir gelişme içinde olacağını bildirmiş oluyor.

Allah, arıları da yüksek bir düzeyde yaratmıştır. Ancak arılar ilk yaratıldıkları günlerde ne biliyorlarsa bugün de onu biliyor ve onu yapıyorlar. Hâlbuki insanoğlu devamlı olarak değişip gelişmektedir ve her geçen gün bir başka yenilikler içinde olur. Dünü bugüne uymamaktadır. İşte bunu ifade etmek için ca’l kelimesi ism-i fail kalıbı ile getirilmiş olabilir. İnsanın yeryüzündeki hilafet görevi gittikçe genişlemekte ve her gün insanoğlu dünyaya daha fazla hâkim olabilmekte ve yeni, yeni hâkimiyet alanları da keşfetmektedir. Bu hal kıyamete kadar devam edecek; insanoğlu hiçbir zaman hâkimiyetin sonuna gelemeyecektir. İşte Allah insanın bu dinamizmini ca’l kelimesini, bu ayete ism-i fail olarak getirmekle bildirmiş oluyor. Bu gerçek bizi planlama ve standartlama sahalarında sınırlı davranmaya ve kayıtlar koymaya götürür. Planlama ve standartlama bahaneleri ile de olsa gelişmeyi önleyici, insanın teşebbüs kabiliyetini kırıcı buluş ve icatlara engel olucu kural ve kaideler konamaz. Hiçbir kimse insanın elindeki mutlak hilafet yetkisini kısıtlayamaz.

Ekonomiyi insanın daha çok malı tasarruf etmesi şeklinde kabul edecek olursak, onu hilafet görevini genişletmek biçiminde de tarif etmemiz her halde mümkün olur. Daha önce de geçtiği üzere halifelik, Allah adına bütün yeryüzünü en güzel bir biçimde imar etmek, insanları idare etmek ve insanlar arasında Allah’ın emirlerini uygulamaktan ibarettir.[91]

Câilün kelimesinin nekre olarak gelmesi Allah’ın insanı yalnız halife olarak var etmesiyle kalmayıp ona bizim bilmediğimiz başka şeyler de verdiğini belirtmektedir. Esasen gelecek zamana delalet eden bir ism-i failin nekre olarak gelmesinden daha tabii bir şey olamaz. Çünkü yapılacak olan şey, gelecekte olacaktır ve bu sebeple de bizim bunu bilmemiz mümkün değildir. Zira mevcut olmayan bir şey bilinemez. Öyleyse bu maarife değil, nekre olarak gelmesi uygundur.

Burada “innî” denilmesi de önemlidir. Ene: Ben denilmeyip de innî: gerçekten ben diye tekitli olarak getirilmesi hilafet görevini verme işinin ancak Allah’a mahsus bir şey olduğunu belirtmektedir.

Fi : Aslında bu kelime zarfiyet için olup “de” anlamına gelmekle beraber yukarıda geçtiği gibi başka manalara da gelir.[92]

a) Zarfiyet için gelir. O zaman yerin içinde bir halife koyacağım demek olur. Dolayısıyla yeraltı ve yerüstü sahaları insanın hükümranlığına verilmiş olur. Zarfiyette miyarda olduğu gibi istiap gerekmediği için[93] insanın her yere varmış olması gerekmez. Yalnız bu ifade ile insanın varma imkânına sahip olduğu anlaşılabilir. Bu bize kara, deniz, hava ve yeraltı sahalarının insanların emrinde olduğunu gösterir. Allah Kuran-ı Kerim’in birçok yerlerinde güneşi, ayı ve gökte olanları, denizleri, ırmakları ve yerde olanları, gece ile gündüzü insanoğlunun hizmetine sunduğunu ve bunların ücretsiz olarak onun için üretim yaptıklarını açıklamaktadır.[94]

b) Fi bazen lam manasında kullanılır. Bu takdirde “Ben inanı yer için halife yapacağım” onu yerin işlerini yapmak için görevlendireceğim, demek olur. O zaman burada insanın yeryüzünü imar etmedeki görevine işaret edilmiş olur.

c) Fi bazen de “ala” anlamına gelir. Bu takdirde ben insanı yerin üzerine halife kıldım anlamı çıkar. Böylece insanın yerin merkezine değil de sadece sathına halife olduğu ve orasını istilaen hâkimiyeti altına alacağı ifade edilmiş olur. Böyle olunca da insanın yeryüzünü imar etmek ve daha fazla yaşamaya elverişli hale getirmek gayesiyle kara deniz, hava ve yeraltı sahalarında görevli kılınmış olduğuna işaret edilmiş olur.

Arz : Yer demektir. Bunun Türkçedeki yurt, hatta yer kelimeleri ile akrabalığı olsa gerektir. Almancada “Erde”, İngilizcede “Earth” denilmektedir. Bu kelimenin Fransızcadaki tere kelimesi ile de yakınlığı olabilir.

Arz esasen davarların bacaklarından alt tarafa doğru olan kısmına denir.[95] Atın sırtına da sema adı verilir.[96] Yani aşağı yukarı bir vücudun bel hizasından alt tarafına arz, yukarı kısmına da sema denir diyebiliriz. Bunlar sonraları yeryüzünün ve gökyüzünün adları olmuşlardır. Daha sonra ise yer yuvarlağının ve gök boşluğunun adları olarak kullanılmaya başlanmışlardır.

Burada eğer fi harfinin zarfiyet için olduğunu kabul edersek, yeryüzü manası; istila için olduğunu kabul edersek, yerküresi manasının kastedilmiş olduğunu anlarız. Arz kelimesi bütün yeryüzünü içersine alacağı gibi, yeryüzünün bir parçasına da arz denilmektedir. Hatta daha küçüklerine kullandığımız arsa kelimesi de herhalde buradan gelmiş olabilir. İşte insan güneşin etrafında bulunan gezegenlerden üçüncüsü olan bu arzın yüzünde kara, deniz, hava ve yeraltı sahalarında halife kılınmıştır.

Arz kelimesinin harf-i tarifle gelmiş olması onun bilinen arz olduğuna delalet eder ki, bu bize insanın başka arzlar için yaratılmadığını gösterir. Nitekim başka yerlerde[97] “sizin için arzda yerleşme yeri ve meta vardır” buyrulmaktadır.

Yine bu kelimenin maarife ve tekil olarak gelmesi, insan (Âdem) oğlunun göklere gidip yerleşme imkânını şimdilik bulamayacağına işaret etmiş bulunmaktadır. Ancak bu yasak insanın oralarda seyahat edip dolaşmasına mani olmasa gerektir.

                  Halîfeten : Half, arka taraf demektir. Mukabili ise kuddam: Ön taraftır. [98] Bununla beraber karşı yöne de “half” denilmektedir. Buna göre “Yemin” (sağ) kelimesinin halfi “yesar” (sol) dır. Fevg (üst taraf) kelimesinin halfi ise taht (alt)dır. Önce geçene selef, sonra gelene ise halef denir. Bir görüşün karşısında olan görüşe de hilaf denilmektedir.

Burada “halife” kelimesi ism-i fail anlamında kullanılmıştır. Çünkü aynı kalıpta gelen ism-i mefullerin sonuna “t” harfi gelmez.[99] Bu harf, kelimenin ism-i meful olmayıp ism-i fail olduğunu belirtmek için gelmiş olabilir ve manada mübalağa ifade etmektedir.[100] Öyleyse bu kelimenin manası başkasının yerini alan halef olan demektir. Muhalif olan ve karşı çıkan anlamı da verebiliriz.  

İnsan yeryüzünde Allah’ın vekili ve onun memuru durumundadır. Çünkü Allah, yeryüzünü bir vasıta ile idare etmeyi murad etmiş ve insana kendi adına yeri idare ve imar etme görevini vermiştir. Artık insan yeryüzünde Allah’ın halifesi olmuştur. Bunun için bireyler kendi görevlerinde Allah için [101]vekâlet edecekleri gibi topluluklar da devlet olarak Allah’ı temsil ederler. Allah kelimesine toplum, cemiyet ve devlet anlamı verilmesi bu gibi ayetlere dayanır. Bununla beraber insan Allah’a haleflik yaparken aynı zamanda ona muhalefet de etmekte ve ona karşı gelmektedir. Zaten Allah’a isyan edebilen ve ona karşı çıkabilen tek varlık da inandır. Şeytan ise insandan değil, cinler âlemine mensuptur.   

İnsanlar ayrıca birbirlerine muhalefet etmekte de tek varlık durumundadırlar. Çünkü insanlar birbiriyle savaşmakta çeşitli fikirler yüzünden zıt cepheler kurmak suretiyle karşı karşıya gelmekte ve böyle ardı arkası kesilmeyen sonsuz bir çatışma içinde bulunmaktadırlar. Hatta bir tek insanın bile iç ve dış âlemi daima iki zıt kutbun çekişmesi ve çatışmasına benzer diyebiliriz. “İşte bizzat insanın kendisinde savaş olmaktadır. İnsan savaş meydanıdır; orada ya kazanır veya kaybeder.”[102]

İşte bütün bunların halife kelimesi ile ifade edildiğini söyleyebiliriz. Allah yeryüzüne insanı kendisine halife yapmış onu böylece aynı zamanda en üstün bir mertebeye çıkarmış ve birbirleriyle çatıştırarak muvazeneyi sağlamış ve dengeyi kurmuştur.

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Yeryüzünün sahipleri ortaklaşa ve kolektif olarak insanlardır.

2- Her bireyin ve her topluluğun bir kişiliği vardır.

3- Hükümetler devleti ancak kendi görevli oldukları yerlerde temsil ederler; her yerde temsil edemezler.

4- Hiçbir birey kişilikten mahrum edilemez.

5- Ekonomi, insanın hâkimiyet alanını geliştirip genişleten bir kurumdur.

6- Ekonomi insan nüfusunu artıran ve dolayısıyla yeryüzünün imar edilmesini sağlayan faaliyetler zinciridir.

7- İnsan devamlı olarak gelişme halinde bulunan bir varlıktır.

8- İnsan, kara, deniz, hava ve yeraltı sahalarına sahiptir.

9- Toplumlar, savaş yapmak suretiyle hâkimiyet alanları paylaşırlar.

10- Herkes kendi mülk ve mülkiyetinde düzenin icaplarına uygun olarak tasarruf yapabilir.

11- İnsan bir taraftan devletin bir uzvu ve organı, diğer taraftan da kendi şahsiyetini koruyup devam ettiren bir varlıktır.

12- Bireyler, amirlerin ve hükümetlerin gayri meşru olan emirlerini dinleme durumunda değildirler.

13- İnsan (Âdem) oğlu için yaşayıp hayat sürülecek yer yeryüzüdür.

14- İnsanın halifelik görevi, Allah adına bütün yeryüzünü, en güzel bir biçimde imar etmek, insanları idare etmek ve insanlar arasında Allah’ın emir ve tavsiyelerini uygulamaktan ibarettir

 

Bakara Suresi2/ Ayet: 36

“Bazınız bazınızın adüvvüdür.”

Bazuküm : Ba’z, bir nesnenin bir kısmı demektir.[103] Bir şeyin bir parçasına ba’z denildiği gibi, bir topluluğun bir kısmına da ba’z denir ki, Türkçede bunun karşılığında “kimi” kelimesi kullanılır. 

Ba’udat, aslında hayvanların, canlılar âleminin en küçük parçası demektir.[104] İçi boş, çok küçük bir hortuma sahip olduğu için ve yine küçük bir yapısı bulunduğundan sivrisineğe de baudat adı verilmiştir.[105] Bu kelime böylece Kuran-ı Kerim’de geçmektedir.[106] Bu kelime Türkçe meallerde sivrisinek diye tercüme edilmiştir. Bununla beraber kelime mübalağa kalıbında olduğu ve sonunda bulunan “t” harfi ile mübalağa ism-i meful kalıbında geldiği anlaşılmaktadır.[107] Bunun için bu kelime ziyade küçük, en küçük anlamlarına gelebilir. Bu sebeple baudat kelimesi bir canlının en küçük parçası veya canlılar âleminin en küçük canlı varlığı anlamına gelir ki, bu da en küçük hücre bakteriyi veya en küçük canlı olan virüsü[108] hatıra getirmektedir. Nitekim bu ayetin tefsirinde bazı müfessirler mikroptan söz etmektedirler.[109]  

Bu ayette insanların birbirlerine karşı düşman olacakları ifade edilmektedir. Canlılar âleminde bir denge vardır; bu denge onların birbirlerine karşı olan hareket ve davranışlarıyla sağlanır. Canlı varlıklar diğer canlı varlıklardan faydalanarak ve onları yemek suretiyle hayatlarını devam ettirirler. Eğer bu faaliyetlerini yapmazlarsa varlıklarını sürdüremezler. Daha kuvvetli olan canlılar kendilerinden daha aşağı ve çok daha zayıf olanları yiyip yok ederler. Kendileri de bir başkaları tarafından tüketilip yok edilirler.

Diğer canlı varlıkların kendi türleri arasında da savaş vardır. Fakat onların bu kavga ve savaşları insanlardaki kadar fazla değildir. Onlardaki bu mücadele insanlara göre daha az olup fazla savaş görülmez. Böylece bir tür, başka bir tür hayvanla savaşını sürdürür. Eğer başarılı olursa o, bu başarı derecesine göre hayatına devam eder. İnsan ise aklı sayesinde varlıkların en güçlüsü ve en kuvvetlisi olduğu için ve insan en donanımlı canlı bir varlık olduğu için hayatını devam ettirmek üzere mücadele vereceği bir başka tür bulunmadığından bu mücadele ve çatışma onların kendi aralarında olmakta ve bu durum hep böyle devam edip gitmektedir. İşte canlılar arasında bulunması lazım gelen denge, insan neslinde böyle sağlanmaktadır. İnsanlar arasındaki bu mücadele, çatışma ve savaşın, nüfusu düzenleme, insanları devamlı olarak çalışmaya sevk etme ve yarış yapmaya sürükleme gibi birçok faydaları da vardır. Bu meseleye tabiatta canlılarda var olan doğal ayıklama açısından bakacak olursak şöyle söyleyebiliriz. Bu doğal ayıklama ve tasfiye, diğer canlılarda türler arasında olurken insanlarda ise onların kendi aralarında olmaktadır. Onun için savaş gücünü kaybeden toplumlar yeryüzünden çekilip gider ve onların yerine daha kuvvetli olan nesiller gelir.   

Savaş korkusu insanları birbirlerine yaklaştırır ve hatta birleştirir. Böylece de sosyal düzende büyümeler ve gelişmeler meydana gelir. Yalnız burada savaş derken bundan sadece harbi anlamamak gerekir. Çünkü insanlar arasında dini, ilmi, içtimai, iktisadi ve teknik savaşlar da cereyan etmektedir. Hz. Peygamberin bu konudaki hadisi bize mücadele, çatışma ve savaşın kıyamet gününe kadar devam edeceğini bildirmektedir. “Ümmetimden bir taife kıyamete kadar hak yolda mücadele etmeye devam eder; hatta onlardan sonuncusu Deccal ile mücadele eder”[110]

Burada ba’z kelimesi muhatap çoğul zamirine izafe ederek geldiğinden bütün insanlığın bu mücadele, çatışma ve savaş düzeni içinde olduğunu söyleyebiliriz.

Bazınız bazınıza (bazınız için) düşmandır, denilmiştir. Burada “ala”: üzerine kelimesi daha uygun gibi gelirse de düşman olanların aslında kendi aleyhlerinde olduklarını, fakat bu düşmanlığın, kendilerine düşmanlık yapılan kimseler için ise onların lehinde olduğunu ifade etmek üzere lam (için) kelimesi kullanılmıştır, diyebiliriz. Aslında karşımızda bir düşmanın bulunması bizi motive etme açısından bizim lehimizedir. Çünkü düşman bizim uyanık olmamızı, iyi çalışmamızı ve çeşitli tedbirler almamızı, aramızda birlik ve beraberlik kurmamızı sağlar. Hâlbuki biz güçlenirsek, düşman bize düşmanlık ettiği için, onun bize olan bu düşmanlığı kendisine zarar verir. İşte bu yüzden “li ba’zın” : (bazınız için) denilmiş de “ala ba’zın” (bazınız üzerine) denilmemiştir, diyebiliriz. Böylece burada kendilerine nimet verilen kimselerin düşmanlık etmedikleri, ancak onların düşmanlığa uğradıkları ifade edilmiş olduğunu anlamak istiyoruz. Zaten “size kim saldırıda bulunursa, siz de ona yaptığı saldırının misli ile saldırın”[111] şeklinde gelen ayetin bu anlayışı desteklediğini, söyleyebiliriz.  

‘Adüvv : ‘Adv, bir yere koşmak, seğirtmek demektir.[112] Bir köpeğin avına koşması ‘adivdir. Birisini dövmek ve öldürmek gibi fiillerle onun üzerine seğirtmeye ‘udvan, denmiştir. Sonraları daha geniş anlamda karşı tarafı caydırmak, sindirmek ve yıldırmak maksadı ile yapılan her türlü davranış, “udvan” olarak tarif edilmiştir. İslam’da ve İslam ekonomisinde savaş dışından adavet etmek meşru sayılmamıştır. Sadece az önce bir ayette geçtiği üzere misli ile mukabele etmek vardır. Bu bakımdan bir tüccarın diğerini iflas ettirmeye çalışması, bir işletmenin diğerini veya bir fabrikanın diğer bir fabrikayı devre dışına çıkarması bir udvanlık sayılır. Hâlbuki bir tüccarın diğer bir tüccarı daha ucuz bir fiyattan satışa mecbur bırakması ise bir rekabet sayılır ve rekabet İslam ekonomisinde meşrudur.

İslam ekonomisinde “Allah alış-verişi helal kıldı”[113] ayeti ile ticaret ve alış-veriş serbest hale gelmiştir. Alış-veriş böyle olunca haliyle ticarette de rekabetin esas olacağı açıktır. Alış-verişte ve fiyatlar konusunda herhangi bir baskı ve yönlendirme kesinlikle normal olamaz. Hatta fiyatların, serbest rekabet prensiplerine göre arz ve talep kanunlarına uyarak gerçekleşmesi için malların serbestçe satılmasına mani olan engeller ortadan kaldırılmıştır. Çünkü Hz. Peygamber, malların Pazaryerine gelmeden yarı yolda karşılanmasını bile yasaklamış ve “Satılmak üzere pazaryerine getirilmekte olan ticaret mallarını yolda karşılamayınız”, buyurmuştur.[114] Hatta Buhari “Mal Sahibi Fiyatı Söylemeye Daha çok Hak Sahibidir, başlığı altında Hz. Peygamberin “Ey Naccar Oğulları, bana duvarınızın fiyatını söyleyiniz, buyurduğunu nakletmektedir.[115]

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Muhaliflerin düşmanlık yapmaları doğru yolda olanların lehine çalışır.

2- Doğru yolu tutanlar, kendi aralarında savaşmazlar, yarış yaparlar, rekabet yaparlar.

3- Doğru yolu tutanlar için düşmanlık yapmak asıl değildir.

4- Bir tüccarın başka bir tüccarı iflas ettirmek için çalışıp uğraşması, bir fabrikanın başka bir fabrikayı devre dışı bırakmaya çalışması bir düşmanlık sayılır ve bu kötü bir davranış olur.

5- Bir tüccarın malını diğer bir tüccardan daha ucuza satması veya onu daha ucuz bir fiyatla satmaya mecbur bırakması ise bir rekabet sayılır ve iyi bir davranış olur.

Bakara Suresi 2/ Ayet: 36  

“ve sizin için arzda bir zaman kadar bir müstakar ve meta vardır”

Lekum : Sizin için. Bu sizin için hitabı yine insanoğlunadır. Aslında burada insanın lehine yaratılmış olan bir şeyden bahsedilmektedir. Buradaki lam harfi mülkiyet için gelmiştir. Bu mülkiyet, geniş anlamdaki mülkiyet olup intifa hakkının da içersine alır.

Fi’l-arzı : Yeryüzünde demektir. Daha önce açıklanan anlamların hepsi burada da geçerli olabilir.

Müstakar : İstikrar kelimesi “karar” veya “kurr” kökünden gelen bir kelimedir. Kurr ise sakin olmayı, donmayı gerektiren soğuğa denir.[116]

Piyasa fiyatının gerçekleşmesinde amil olan arz ve talep değişmezse tam rekabet piyasasında istikrarlı bir dengeden bahsedilir.[117] İstikrarlı dengenin özelliğinden dolayı fiyatlar değişir; yükselir veya düşer. Fakat sonunda yine eski yerine gelir. İstikrarsız dengeler ise böyle değildir. İslam’ın getirdiği ekonomik düzende istikrarlı bir dengenin varlığından söz edebiliriz.

Güneşin kendi istikrarını temin etmek için akıp gittiğini bildiren ayet[118] istikrar kelimesinin anlam ve kavramını en güzel bir şekilde dile getirmektedir. Çünkü burada böylece hem donmak ve hem de durmaktan bahsediliyor. Hem hareket etmek ve hem de akmaktan söz ediliyor. Bu hareket etmek ve akmak, durmak için olan harekettir ve denge durumuna gelmek için yapılan bir akmadır. Bu şekilde güneş düşüp diğer yıldızlarla çarpışmamak için, onların çekimini (cazibesini) yenebilmek ve böylece kendi yerini koruyabilmek için yörüngesi üzerinde akıp gider. İşte güneş bu suretle istikrarlı dengesini sağlamış olur. 

İşte insan da yeryüzünde karar kılmış ve burası onun duracağı ve yaşayacağı bir yer olmuştur. Bu sebeple onun burada bir yer işgal etme hakkı vardır. Müstekarr ve meta’ kelimeleri tekil olarak kullanıldıkları halde sizin için denilmek suretiyle buradaki zamirin çoğul olarak getirilmesi, bütün inanların yeryüzüne ortak ve kolektif olarak sahip olacaklarına işaret edilmiştir, diyebiliriz. Bu hususta onların mutlak ve ayrı (parçalara bölünmüş) bir mülkiyetleri yoktur. Ancak bildiğimiz harp ve mübadele vasıtaları ile bu yeryüzünün parçalarından ve kısımlarından ebedi değil, geçici olarak faydalanma hakkına sahiptirler. Yani yalnız geçici olarak faydalanabilirler. Çünkü ülkesinin iç düzenini sağlayamayacak kadar aciz düşmüş olan devletler, başka devletler tarafından işgal edilir. Artık böylece sosyal ve ekonomik düzen yeniden kurulur. Mesela Osmanlıların Bizanslıları ortadan kaldırmaları bu doğal kanun ve kurallar neticesinde olmuştur.

Kar getirmeyen kurumlar da başka rakip kurumlar tarafından ortadan kaldırılarak malları daha çok yararlı hale getirilir. İslam ekonomisinde mutlak mülkiyet de olmadığı için hiçbir kimse geçmişteki mülkiyet hakkını gelecek için de sebep sayamaz ve gelecek için de devam ettiremez. Biz bu hususları müstakar ve meta’ kelimelerinin tekil olarak getirilmelerinden çıkarıp anlamak istiyoruz.

Meta’ : Kuyudan su çıkarmak için faydalanılan ipe mutat denir. Sonraları kullanılıp işe yarayacak ipe matı’ adı verilmiş ve kendisinden faydalanılacak her türlü şeye de meta denilmiştir.[119]     

Meta maldan farklı bir özelliğe sahiptir. Mülkiyete mevzu olsun olmasın, meta’da nedret sıfatı ve nadir bulunma özelliği söz konusu değildir. Mal ise Hanefiler tarafından şöyle tarif edilir. “Mal, insan tabiatının meylettiği, ihtiyaç vaktinde kullanılmak için depo edilebilen şeydir.”[120] Şafiiler malda depo edilme sıfatını şart koşmazlar.[121] “Allah, malı dünyada insanların ihtiyaçlarını gideren bir vasıta olarak yaratmıştır.”[122] Şu halde mal, insanın kendisine ait olmasını istediği, dolayısıyla talebe konu olabilen ve alınıp satılabilen her şeydir.

Karı ile kocanın birbirleri için meta’ olduğu Kuran-ı Kerim’de zikredilmektedir.[123] Fakat bunlar hiçbir zaman bir mal değildirler. İstimta’, eşyayı kullanmak demektir. Bazen meta’, da bu anlamda kullanılır. Ayette “sizin için yeryüzünde müstakar: karar kılınacak yer ve meta’, İstimta edeceğiniz şeyler vardır” buyruluyor. Bu iki kelimeyi Allah, bir leküm: sizin için zamirinde toplamıştır. Bu husus, yer işgal etmekle o yerden faydalanma, aynı zamanda birlikte olacağını ifade etmektedir diyebiliriz. Bu iki kavramı da ayrı, ayrı kelime ile getirmekle bunların farklı şeyler olduğu belirtilmiş olmaktadır.     

İstikrar, bir mekânda sadece yer işgal etmektir. Bu durumda o yere hiçbir zarar verilmez. Meta’ ise bir şeyi kullanıp faydalanmaktır. Burada faydalanılan şey, yıpranır veya tükenir. Bu malın tekrar eski halini alabilmesi için üzerinde emek sarf edilmesi gerekir. İşte burada bir şeyden faydalanma ona emek verme ile mümkün olduğu ortaya çıkıyor ki, bu İslam ekonomisindeki mülkiyet anlayışının esasına işaret etmektedir. Zaten insanın çalışmasından, emeğinden başka bir kazancı olmadığını bildiren ayet[124] de bunu teyit etmektedir. Böylece bir yere emek sarf etmek, o yerden faydalanmayı, o yerden faydalanmak da onun mülkiyete mevzu olmasını gerektirir. Meta’ın zail olması halinde mülkiyet hakkı da zail olur. Sadece istikrar hakkı kalır. Bu hak da ancak işgal müddeti kadar devam eder.[125] İşgal müddeti sona erince bu hak da düşer. Böylece burada gayrimenkul mülkiyetinin esası da istikrar ve meta’ kelimeleri ile ifade edilmiş olmaktadır.

Az yukarıda meta’yı mal ile karşılaştırmıştık. Burada da intifa ile istimta’yı karşılaştırabiliriz. İntifa, daha çok tüketim mallarından faydalanmaktır. Şarapta insanlar için menfaat bulunduğunu, fakat zararı daha çok olduğunu bildiren ayet[126] dikkate alınacak olursa, bu anlamın daha galip olduğu görülür. İstimta’ ise daha çok tükenmeyen mallardan faydalanmaktır. Burada “sizin için arzda müstakar ve meta’ vardır, buyrulurken daha çok gayrimenkullerden bahsedilmiş olmaktadır. Menkul malların elde edilmesi için gayrimenkulleri kullanmak da bir istimtadır. 

Bir gayrimenkulü elde bulundurma, faydalanmak içindir. Toprak, imar edilip işletilmeden önce işgal edilir. (Tahcir). Üç yıl boş tutulan bir topraktan işgal ve faydalanma mülkiyet hakkı düşer.[127] İşgal, toprağın etrafını sınır taşları ile veya çukur kazarak ya da baraj açarak çevirmek suretiyle olur.[128] İhya (imar) ise toprağı ziraata elverişli, işlenir hale getirmek demektir.[129]

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- İnsanlar, yeryüzünde yerleşirler ve orada yaşarlar.

2- İnsanların imar edilmemiş boş yerleri-toprakları işgal etme hakları vardır.

3- İnsanların imar ettikleri yerlerden faydalanma hakları vardır. İmar da işgal sayılır.

4- İmar işgal ile beraber olur. (Ayetteki bir tek vav harfi buna delalet eder.)

5- Yeryüzü ortak ve kolektif olarak bütün insanların yurdu sayılır. İnsanlar yeryüzünün kısım ve parçalarına ancak istihkak kazanarak sahip olurlar.

6- Yeryüzü parçalarına istihkak ve mülkiyetin sınır savaş ve müdahalelerle çizilir. (Bu anlam, ancak ayetin baş tarafından anlaşılan mana ile birlikte düşünüldüğü zaman çıkarılabilir.)

7- Her şeyin bir ömrü vardır. Hayatta kalma süresi sınırlıdır. Bu sebeple bütün düzen o ömür içinde düşünülmelidir.

8- Gayrimenkul malları kullanmak istimtadır. Menkul alları kullanmak ise intifadır, diyebiliriz. 

9- Gayrimenkul (toprak) mülkiyeti istimta (kullanıp faydalanma) ile beraber devam eder. Kullanıp faydalanma sona erdiği zaman mülkiyet hakkı da işgal müddeti olan üç yılın sonunda düşer.

10- İşgal (Tahcir) toprağın etrafının taşla sınır çizerek, çukur kazarak veya baraj açarak çevrilmesidir.

11- İhya (imar), toprağı ziraata elverişli, kullanılıp işlenir hale getirmektir. Ekilip dikilir ve faydalanılır bir duruma getirmektir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 43

“Salâtı ikame edin, zekâtı ita edin ve rükû edenlerle birlikte rükû edin”

Bakara Suresinin başlangıcında “Onlar salâtı ikame ederler ve kendilerini rızıklandırdıklarımızdan harcarlar” şeklinde bir ayet geçmişti.[130] Burada ise geniş zaman kipi yerine “ikame edin, ita edin ve rükû edin” diye emir kalıbı kullanılmıştır. Böylece namazın (yani zamanı değerlendirmenin) ve zekâtın (yani malları değerlendirmenin) farz olduğuna işaret edilmiştir.  

Zekat : Yaz ve kış mevsimlerinde ekinin yaprakları sıcaktan ve soğuktan sararıp kurur. Bahar gelince de o eski yapraklarını atar, yenilerini yetiştirip yeniden canlanmaya başlar. İşte bu canlanma haline “zekâ’z zer’u” (ekin canlandı, ekin yetişip gelişti) denir.[131] Zekât, sonraları hem ekinin eski yapraklarından, toz ve paslardan arınmasına benzetilerek temizlenip arınma, hem de bir şeyin gelişip büyümesi anlamında kullanılmıştır.[132]

İslam terminolojisinde “zekât” tabiri, her yıl devlete verilen vergi anlamında kullanılmıştır.[133] Kuran-ı Kerim’de “sadaka” kelimesi zekât anlamında da kullanılmıştır.[134] Hatta Maverdi Ahkâm-üs Sultaniye adlı eserinde sadaka zekât, zekât da sadaka demektir; her ne kadar kelimeler farklı olsa da maksat ve mana birdir, demektedir.[135] Hak kelimesi de böyledir; o da zekât anlamında kullanılmıştır.[136] Bunu da Muhammed Hamidullah söylemektedir.[137] Çünkü Kuran-ı Kerim’de ürün kaldırıldığı zaman onun vergisinin verileceği emredilerek “onun hasat günü hakkını verin”, buyrulmuştur.[138] Buradaki hak’tan maksat toprak ürünlerinden alınan onda bir nispetindeki vergilerdir.[139] Hak kelimesi zekât anlamında olup zirai mahsullerden onda bir oranında alınır.[140]

Zekâtın yıllık olarak devlete verilen bir vergi demek olduğunu gösteren başka bir delil de malların vergiye tabi tutulabilmesi için üzerinden bir yıl geçmesinin şart olduğunu gösteren hadis[141] ile Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ın zekâtını-vergisini sene sonunda verecek iken Hz. Peygamber’e gelip yılın evvelinde vermesi için izin istemesi üzerine kendisine müsaade edildiğini bildiren hadistir.[142]

Zekâtın terim olarak vergi anlamında kullanılması onun kelime anlamında geçen her iki kavramı da içine alır.

Birinci kavram bir yıl bekleyen sermaye ve mal, kirlenip pislenmiştir. Onu temizleyip arıtmak gerekir.[143] Bir yıl işletilmeden depo edilip bekletilmiş olan mallarda toplumun hakkı var denektir. Bu malların kırkta birinin vergi olarak devlete verilmeyle mal, hem bekleme kirinden ve pasından arınmış, hem de toplumun haklarından kurtulup temizlenmiş olur. İşte bunun için topluma-devlete verilen vergiye zekât adı verilmiştir.[144]

İkinci kavrama yani vergiye zekât adı verilmesinin ikinci sebebine gelince, aslında vergi demek, mallarda meydana gelen üreme ve artmanın topluma-kamuya (yani devlete) verilmesi demektir. Mesela normal olarak yüzde beş çoğalıp artmış olan bir malın yüzde iki buçuğu bireye kalırken, yüzde iki buçuğu da vergi olarak topluma-devlete gider. Maliye konularında bir otorite olduğunu Kitab-ül Emval adlı eseriyle gösteren büyük âlim Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam bu kitabında sadakanın ve zekâtın emirlere ve sultanlara yani devlete verilmesi konusunda bir başlık açıp bu konudaki görüşleri açıklamıştır.[145] Orada görüldüğü gibi vergilerin devlete verileceği hususunda pek çok hadis vardır. Ancak bazı durumlarda devlete verilip verilmeyeceği konusunda ihtilaf edilmiştir.[146] Üretim bir toplum tarafından tüm bireylerin katkılarıyla yapılmaktadır. Vergi, toplumun üretime yapmış olduğu bu katkının bir karşılığı olduğuna ve devlet de toplumu temsil ettiğine göre bize görüşümüze göre zekât-vergi devlete verilir görüşünü tercih ediyoruz.

Vergi niçin alınır ve bu vergi verme yükümlülüğü nereye dayanıyor diye sorduğumuz zaman karşımıza malın üretimi ve onun üreme kabiliyeti çıkmaktadır. Onun için nâmi olan yani üreyen ve üretilen mallardan vergi alınır.[147] Bu konuda Şevkini, şöyle diyor: Zekâtın sözlük anlamı nemalanma: üremedir; temizleme anlamına da gelir. Bu birinci anlama dayanarak zekâtın sebebinin, malın nemalanması yani onun üreme kabiliyeti olduğu kabul edilmiştir.[148] İslam hukukçuları parayı hükmen nami saydıkları için paradan da vergi alınmaktadır.[149]    

İşte böylece zekât, yıllık artış, yıllık nema demek olduğundan, artan bu nemanın vergi olarak verilmesi anlamına gelir. Eğer mal artmasa ve nemalanmasa bile yine de verginin verilmesi, mesela sermaye kar etsin veya etmesin, hatta sermaye zarar etse bile yine de zekâtın-verginin verilme mecburiyeti parların ve malların boş bekletilmeyip çalıştırılmaları içindir, diyebiliriz. Bu suretle zekât vergisi ekonomik hayatta birçok fonksiyon icra eder. Mesela bir taraftan sermaye sahiplerini iş yapmaya ve yatırıma zorladığı gibi, diğer taraftan da tekrar halka dönen ve fakir-fukaraya verilen bu zekât insanların satın alma gücünü artırarak bilhassa ekonomik kriz dönemlerinde piyasaya canlılık gelmesini sağlar ve krizin ağırlaşmasını önler. İşte bunun için de vergiye zekât adı verilmiştir diyebiliriz.

Zekât kelimesinin burada maarife: belirli olarak getirilmesiyle, verilecek olan vergilerin belli şeylerden ve belli oranda alınacağı ifade edilmiş olur. Böylece hangi mallardan ve ne miktarda alınacağı şâri’ (yani kanun koyucu) tarafından tayin edilmiştir. Buna göre zekât ticari mallardan ve paralardan kırkta bir oranında alınır ve daha çok alınmaz.[150] Zekât, mal ve paralardan alınır, ücret ve kira gelirlerinden alınmaz.

Şâri’ tarafından tayin edilmiş bulunan bu vergi oranları değiştirilemez. Bu sebeple İslam ekonomisinde hükümetler yeni bir vergi koyamazlar. Çünkü bu konuda Hz. Peygamber’in çok şiddetli bir hadisi vardır. “Meks yapan[151] (yani vergi oranını yükselten veya düşüren kimse) cennete giremez; meks yapan cehennemdedir.” “Aşir (kırkta bir yerine onda bir vergi alan memur) ile karşılaşacak olursanız, onu öldürünüz.”[152] Bu hadislerin açıklamasında Ebu Ubeyd, haksız yere aldığı bu vergiden dolayı öldürülür, der.[153] Ebu Yala ise “vergiyi artırmak halkın hukukuna zulümdür. Vergiyi azaltmak da Beyt-ül Malin (yani bütçenin) hukukuna zulümdür.” Şeklinde bir açıklama getirmiştir.[154]

Madenlerden beşte bir oranında vergi alınır. Fakat Kuran-ı Kerim’de bu nispeti bildiren bir ayet yoktur. Ancak bu oran, beşte bir nispetinde olması bakımından Kuran’da zikredilen elde edilen ganimetlerin beşte birinin vergi olarak devlete verilmesi oranına eşittir.[155] Böylece madenlerden ve yeraltı definelerinden beşte bir oranında vergi alınması hadisle sabit olmuş bir esastır.[156]

  Zirai mahsullerden vergi alınacağı hususu ayetle sabit olup[157] ne kadar vergi alınacağı meselesi ise hadislerle tespit edilmiştir. Hz. Peygamber, yağmur, nehir ve göze suları ile kendiliğinden sulanan toprak ürünlerinde onda bir, havuzlarla ve emekle sulanan ürünlerden ise bunun yarısı, yani yirmide bir vergi alınacağını bildirmiştir.[158]

Meralarda otlayan hayvanlardan[159] ticaret mallarından[160] altın, gümüş ve paralardan[161] bir de depo edilen yiyeceklerden olmak üzere vergi alınır.[162] Yalnız bunlardan vergi hâsıladan alınmayıp sermayeden yani üretim vasıtalarının bizzat kendilerinden alındığı için kırkta bir oranında alınır. Zaten Hz. Peygamber’in malınızın onda birinin dörtte birini yani kırkta birini veriniz şeklinde bir hadisi vardır.[163]

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, zekât kelimesinin maarife olarak gelmesi, verginin belli mallardan ve belli bir nispet dâhilinde alınacağını ifade eder. Öyleyse vergiye mevzu olacak ve olmayacak olan mallar ve vergi oranları başka ayetler ve başka hadisler ile ya da ictihad yöntemi ile belirlenip tespit edilecek demektir. Nitekim az önce açıkladığımız gibi bu durum, hadisler yardımı ile aydınlığa kavuşmuştur.

Yine burada “zekât” tekil olarak kullanılmış, “verin” emri ise çoğul kalıbı ile getirilmiştir. Bu da aynı namazda olduğu gibi, zekâtın kendi başlı başına bir tek kurum olduğu ve bu kurumun toplum tarafından birlikte yaşatıldığı esasını ortaya çıkarır. Bunun için vergiler, devlet tarafından toplanır ve yine devlet tarafından sarf yerlerine dağıtılır. Yani vergiler, belli mallardan, belli oranda, belli kuruluşlar tarafından toplanıp belli yerlere belli şekillerde dağıtılır.  

İtaen : el-Etvetü, gelmek, yürümek demektir.[164]  El-Etvetü kelimesi ile el-mecietü kelimesi birbirine yakın olmakla beraber, farklıdırlar. el-Etvetü, bir maksat ve gaye ile gelmektir. Meciet ise daha çok meydana gelmiş bir şeyin, bir durumun açıklanmasıdır ki, bu bir yer, bir iş ve bir zaman ile ilgili olduğunda kullanılır.[165]

               Îtâ kelimesi getirmek anlamınadır. Yalnız bu getirmek, bir yerden ve bir yönden getirmekten çok bir şeyi bir gaye için getirmektir. İ’ta ise yetiştirmek, ulaştırmak demektir.[166] Devenin ağaçtaki yapraklara yetişmesi için başını kaldırmasına i’ta denir. Yani i’ta bir şeyin bir kimseye verilmesidir. İta da bir şeyin bir kimseye bir gaye için verilmesi demek olur. Kuran-ı Kerim’de[167] cizye (baş vergisin)den bahsedilirken bu vergiyi verecek olanların sadece bir intikal ve ulaştırma görevi yapmadıklarına işaret etmek için i’ta kökünden gelen kelime kullanılmıştır, diyebiliriz. Çünkü bu vergiyi veren azınlıklar, toplanan meblağ üzerinde herhangi bir tasarruf yetkisine sahip değildirler. Onlar sadece bu vergilerini devlete intikal ettirmekle görevlerini yerine getirmiş olurlar.

Burada zekâtın verilmesi ise îtâ kelimesi ile ifade edilmiştir. Yani vergiyi zekât vergisini vermek bir gaye için olur. Çünkü zekâtı vermek demek, bir malı sadece bir yere götürüp vermek demek değildir. O mal verildiğinde nerelere ve nasıl harcanacağını da nazar-ı itibara almak demektir. Bir nevi zekât kurumunu yaşatmak anlamı taşıyan bu ifade vergilerin toplanması ve dağıtılması yani bütçenin yapılması işleriyle bütün Müslümanların birlikte çalışacaklarına işaret eder diyebiliriz. Bu maksatla ita kökünden gelen bir emir çoğul kalıbında kullanılmış buna karşı zekât kelimesi de tekil ve maarife olarak getirilmiştir. Böylece zekâtın kamu tarafından yürütülüp yaşatılan bir kurum olduğuna, bu kurumu çalıştıracak hükümetleri ammenin, kamu ve toplumun destekleme ve murakabe görevlerini yapacağına işaret edilmiştir. Mesela Muhammed Hamidullah’ın ifadesiyle söyleyecek olursak[168] devletin bütçe giderlerinden bahseden ayette geçen[169] fakirler ve miskinler faslını kimlerin teşkil edeceğini ve bunların tespiti hususunda asıl hükümetlerin değil, halkın görevli olduğunu ve bunlara düşecek miktar ve meblağı halkın bizzat teslim edebileceğini anlamak mümkündür. Zaten bunun bir örneğini Hz. Ömer’in uygulamasında görmekteyiz. Hz. Ömer devrinde kimlere devletçe yardım yapılacağı ve kimlerin fakir olduğu tespit edilip divan: defter adı verilen kütüklere yazılarak buna göre hak sahiplerine taksim yapılıyordu.[170]

Hz. Osman devrinde vergiye tabi malların zahiri ve Batıni diye ikiye ayrılmasından sonra[171] mükellefler altın, gümüş ve diğer paralarının zekâtlarını bizzat kendileri hak sahiplerine dağıtmaya başladığından, bu durum yanlış anlaşılmaya sebep olmuş, zekâtın bir iane ve atiyye olduğu zannedilmiştir. Hâlbuki bu ayette zekât kelimesinin tekil ve maarife olarak getirilmiş olması ve i’tâ yerine de iytâ kelimesinin çoğul olarak kullanılması herkesin kendi başına zekât dağıtması değil, bunun topluca yapılması gerektiğine ima edilmiştir, diyebiliriz.

“Rükû edenlerle birlikte rükû edin” cümlesi ile de bu söylediklerimiz adeta teyit edilmiş, “beraber” denilmek suretiyle bu işlerin aslında topluluk tarafından yapılmasının sanki bir zaruret olduğu dile getirilmiştir. Zaten bazı âlimler bu ifadeye dayanarak namazda cemaatin farz olduğunu ileri sürmüşlerdir.[172] 

Rükûan : Belin eğilmesine, yaşlı bir kimsenin ihtiyarlıktan dolayı belinin bükülmesine denir.[173] Rükû’ namaz kılarken ayakta elleri dizlere koyup öne doğru eğilmektir. Tevazu ifadesi olarak başı eğmek ve boyun eğmek anlamlarında da kullanılır. Burada namaz kılın ve zekât verin denildikten sonra “rükû edin” buyrulmuştur. Biz burada namazdan söz edildikten sonra tekrar “rükû edenlerle birlikte rükû edin” denilmesini, bu ifadenin ibadet ediyoruz, itaat ediyoruz demek olduğu gibi, birlikte hareket etmeyi ve işleri beraber yapmayı öğretmek için gelmiş olabileceğini anlıyoruz.

Cemaatle kılınan namazda imama uyulur ve onun vereceği emirlere göre hareket edilir. Bu sebeple onun meşru olan emirlerine uyulur. Burada aynı imamın ibadetteki emir ve komuta vazifesi gibi hükümetlerin sosyal ve ekonomik hayattaki görevleri hatıra geliyor. Böylece hükümetler önceden tespit edilmiş şeylerin emirlerini verip halka bunların uygulamasını yaptırırlar. Mesela burada konu zekât vergisi olduğu için hükümetin vazifesi, vergiyle ilgili olur. Hükümetler cinsi ve nispeti belli olan vergileri toplayıp sarf yerlerine harcarlar. Bunları toplama ve dağıtım zamanını tespit edebilirler. Ancak daha önce de geçtiği üzere hükümetler yeni bir vergi ihdas edemezler ve vergi nispetlerini de değiştiremezler.[174]   

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar

1- Zekât vergisi, topluluğun hakkı olarak nemalanan-üreyen mallardan alınır.

2- Zekât vergisi, topluluğun mallarının işgal edilmesine karşılık olarak alınır.

3- Zekât vergisi, zenginleri sermayelerini işletecek, onları işe sevk edecek ve çalışmaya zorlayacak bir şekilde konulmuştur.  

4- Zekât vergisi, halkın satın alma gücünü artıracak bir şekilde konulmuştur.

5- Zekât vergisi sosyal bir kurum olup bütün toplum tarafından yerine getirilir.

6- Vergilerin toplanıp dağıtılmasında herkesin kendine göre bir görev ve yetkisi vardır.

7- Toplum çalışma ve yaşamayı nasıl birlikte ve ortaklaşa yapıyorsa vergiyi de yine hep beraber topluca ifa eder ve yerine getirir. Halk, vergilerin verilmesi ve toplanıp dağıtılmasında hep birlikte hareket eder.

8- Birlikte çalışma ve yaşama düzeninin kurulmasıyla vergilerde de topluluk halinde hareket etme adeta zaruri bir hal alır.

9- Vergi, zenginlerin fakirlere dağıttığı bir iane olmayıp devletin zenginlerden aldığı bir toplum payıdır. Bu pay, zenginlerden onların toplumun imkânlarını kullandıkları için alınır.   

10- Zekât vergi sistemi alınış ve dağılış yöntemi sayesinde ekonomik krizleri önler ve piyasaya canlılık getirir.

11- Vergiler mallardan 1/5, 1/10, 1/20 ve 1/40 oranında alınır.

12- Şari tarafından tayin edilmiş olan vergi oranları değiştirilemez; yükseltilemez veya düşürülemez.

13- Hükümetler, yeni bir vergi kaynağı ihdas edip yeni bir vergi koyamazlar.

14- Vergiyi artırmak halkın hukukuna zulümdür. Azaltmak ise Beytülmalin yani bütçenin hukukuna zulümdür.

15- Vergiler, madenler ve yeraltı definelerinden 1/5, yağmur, nehir ve göze suları ile kendiliğinden sulanan toprak ürünlerinden 1/10, havuz suları veya çekme kuyu suları ile emek sarf ederek sulanan ürünlerden 1/20, meralarda otlayan hayvanlardan, ticaret mallarından, altın, gümüş ve paralardan ve depo edilen yiyeceklerden 1/40 oranında alınır.

16- Vergiler yıllık olarak alınır.

17- Vergiler devlete verilir.

18- Vergiler mükelleflerden devlet tarafından toplanır ve yine devlet tarafından sarf yerlerine harcanır.     

Bakara Suresi 2/ Ayet: 83

“Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz. Ana-babaya, hısımlara, yetimlere yoksullara iyilik edin. Namazı kılın, zekâtı verin”

Bunlar, İsrail oğullarına, Yahudilere verilmiş olan emirlerdir. Ancak bizden önceki dinler ve şeraitler de bizim dinimizde ve bizim kitabımızda yadırganıp kötülenmeksizin zikredilip anlatıldığı zaman bu anlatılan kısımlar bizim için de delildir ve hüccettir.[175] Onun için bu ayet-i kerimeyi buraya almış bulunuyoruz.    

Bu ayette kulluğun sadece Allah’a yapılacağı, ondan başka kimseye yapılmayacağı açık bir şekilde bildirilmektedir. Fatiha suresinde “İbadeti yalnız sana yaparız”[176] ayetinde de geçtiği üzere ibadet, niçin ve nedenini sormadan emre boyun eğmektir; mutlak itaattir. Bu da yanız Allah için olur. Buna kıyasen, öyleyse bütün davranışlarımız toplum için olmakta münasebetlerimizi doğrudan toplumla kurmakta ve diğer varlıkları toplumun birer temsilcisi olarak görmekte büyük yarar vardır.

Veled : İnsanların ve diğer hayvanların yavrularına veled denir.[177] Mesela kendisini doğuran devenin yanında gezip dolaşan deve yavrusuna “veled” denir. Doğurmaya veladet denildiği gibi ana-babaya ikisine birden vâlidân veya vâlideyn adı verilir.    

Ayette tensiye-ikil olarak kullanılmış olan bu vâlideyn kelimesinin kapsamına sadece ana ve baba girip büyük anne ve büyük babalar dışarıda kalır. Veled: oğlu kelimesine de torunlar dâhil değildir. Abb: Baba, Ümm: anne kelimeleri ise büyük baba ve büyük anneleri de içine alır. İbn: oğul ve bint: kız kelimeleri de torunları içine almaktadır. Bu hususta Kuran-ı Kerim’de açıklayıcı ayet vardır. “Babalarınız ve oğullarınız… faydalı olma bakımından onların hangisi size daha yakın bilemezsiniz.”[178] Burada geçen “Babalarınız ve oğullarınız” ifadesine müfessirler usul ve füru manası vermişlerdir ki, bu da bilindiği gibi, babanın babası, babasının… oğlun oğlu, oğlunun oğlu demektir. Öyleyse ebb: baba denilince hem baba ve hem de büyük baba ifade edilmiş olur. İbn denilince de hem oğul ve hem de oğlun oğlu söylenmiş olur.[179]    

Kuran’da özellikle ana ve babaya ihsan edilmesi emredilmektedir.[180] Ana ve babanın çocuklarını yetiştirme görevleri olduğu gibi[181] çocukların yani evlatların da yaşlandıkları zaman ana ve babalarına bakma görevleri vardır. Anne ve babalar çocuklarına Allah’ın bir emri olduğu için onun adına bakarlar. Çocuklar da yine anne ve babalarına Allah’ın bir emri olduğu için ve onun adına bakarlar. Yani aslında bu görev, çocuklara ve ihtiyarlara bakma görevi devletin olup devlet bu görevi, yakın akrabaları vasıta yapmak suretiyle yerine getirmektedir. Biz İslamiyet’in bu konudaki teori ve pratiğinin bu ve böyle olduğu görüşündeyiz.

Böylece İslam, çocukları bireyin kendi malı gibi kabul ettiğinden onlara ancak bir ücret karşılığı baktırma statüsünü uygulayan kapitalizmden ve aileyi ortadan kaldıran ve çocukları anne ve babaların elinden alarak devletin malı haline getiren komünizmden de ayrılmaktadır.[182] Zikrettiğimiz ayetlerden anlaşıldığına göre burada ayrı bir yol tutulmuştur. Çünkü çocuklara, yaşlılara ve düşkünlere bakma yükümlülüğü devlete verilmiş bir görevdir. Ancak devlet bu görevini, o yaşlı ve düşkünlerin yakınları vasıtası ile yerine getirir. Bu suretle ibadet, gerçek kulluk ve hizmet Allah’a, ihsan ve iyilikler ise insanlara yapılmış olur.[183]

Burada hazfedilmiş bir fiil olduğunu “ihsânen” kelimesinin mensup-üstün olmasından anlıyoruz. Bunun birkaç takdiri olabileceği, birinin de ahsinû: ihsan edin, şeklinde olduğu kaynaklarda nakledilmektedir.[184] Bu ana ve babaya ihsan edileceği hususunda evlatlara yapılmış olan bir emirdir ya da onların iyi bakılması hakkında kamuya-topluma verilmiş bulunan bir emirdir.

Bu ikinci hususu ile çocuk yetiştiren kimselere devletin yardım edeceği husus ortaya çıkar. Nereden fon ayrılacağını daha sonra sırası gelince anlatacağımız bu hüküm ile yaşlı-güvenlik kurumu (veya akile sistemi) getirilmiş olur. Bugün ihtiyarlık veya yaşlılık sigortası adı verilen bu sosyal probleme İslam ekonomisinde şöyle bir çözüm getirilmiş bulunmaktadır. İslam çocuklara, ana ve babalarına bakmalarını emretmiş ve ana ve babalarına bakanlara gerekirse devlet bütçesinden yardım yapılacağı öngörülmüştür. Diğer taraftan da burada nüfusun artmasına bir teşvik de vardır.

Ayette ana ve baba kastedilerek açıkça bu kelimeler kullanılmayıp da “vâlideyn” (doğuranlar) denilmesi ile ihtiyarlıkta bakılma hakkına sahip olmanın çocuk yetiştirme karşılığı tanınmış bir hak olduğu ifade edilmiş olmaktadır. Bu esasın varlığından dolayıdır ki, İslam kültüründe evlenip çoluk ve çocuk sahibi olanlar övülmüş olmayanlar ise yerilmiştir. İslam’da nikah: evlenmekten maksat çocuk sahibi olmaktır. Bu konuda Hz. Peygamber’den nakledilen bir hadiste onun doğurmayan kısır bir kadınla evlenmeyi yasakladığını ve kocalarını seven ve doğurgan kadınlarla evlenin diye emir verdiğini görüyoruz.

Bir sahabi Hz. Peygambere gelip asil, güzel ve fakat kısır bir kadın gördüm. Ben onunla evlenebilir miyim, diye sordu. Hz. Peygamber “hayır!” dedi. Adam, sonra ikinci defa geldi. Hz. Peygamber, yine izin vermeyip yasakladı. O, üçüncü defa geldi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, çok sevdiğin doğurgan biriyle evlen. Çünkü ben, diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla öğünürüm, buyurdular.[185]

Burada ana ve baba denilmiş olması da insanlar için evlenme kurumunun doğal olduğunu ve evlenme akdinin nesebi tespit etme gayesiyle yapıldığını ortaya koymaktadır. Bu konuda Kuran’da annelerin çocuklarını emzireceklerinden, annelerin yiyecek ve giyeceklerinin çocuğun kendisi için doğmuş olan baba üzerine olduğunu söyleyen başka bir ayet daha vardır.[186]

İhsân : Bu kelimenin kökü husn’dür. Hasene, dağın insan başı gibi öne çıkmış olan kısmına denir.[187] Ayrıca güzel yüzlü kadına da “hasnâ” adı verilir.

İnsanın hislerini hoşlandıran ve ilerinde acısı çıkmayacak olan her türlü hale “hasen” denir. Bu bakımdan bu kelime, insanın bütün duyu organları için kullanılabildiği gibi söylenen bir söz ve yapılan bir iş için de kullanılır. Hasene kelimesinin zıddı olan seyyie: kötü, çirkin de hislerimizin ölçüsüdür. Nitekim savap ve hata kelimeleri de fikirlerimizin ölçüsüdürler.

İhsan, ifâl babından gelir. İnâm kelimesinden daha geniş bir manaya şamil bulunmaktadır.[188] Nimet’te maddi refah esas olduğu halde ihsan denilince maddi ve manevi bütün, bütün hayat ve davranış bu kelimenin kavramı içersine girer. Mesela tatlı söz söylemek inâm değil, ihsandır. İhsan, iyiliğin son derecesi olup riayet edilmesi ve yapılması gerekli olan iyi ve güzel bir şey yapmak demektir.[189]

Allah bu ayetle anne ve babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara ihsan etmemizi emretmiş oluyor. Yani mükellefler, bunların yanız maddi ihtiyaçlarını gidermekle kalmayacak aynı zamanda manevi yönleri ile de ilgilenecek ve onların içyapılarını rencide edecek şeylerden sakınarak yakınlık ve saygı göstereceklerdir. Esasen bu sosyal kurumların yalnız maddi yardıma bağlanmayıp akrabalık bağları ile de takviye edilmesinin sebebi de bu olsa gerektir. Yoksa bir muhtaçlar yurdu açılır, onların giderleri devlet bütçesinden karşılanır, böylece bu iş sanki daha kolay bir şekilde çözüme kavuşturulmuş olurdu. Çocuklar için de bir çocuk bakım yurdu açılır ve onlar da orada yetiştirilirlerdi. Ancak böyle olmamış şefkatin, merhametin, sevginin kaynağı her türlü maddi ve manevi ihtiyaçların giderildiği yer olan bir aile düzeni kurulmuştur. İşte İslamiyet sadece inâmı: maddi yardımı değil, ihsanı esas aldığı için biyolojik ve psikolojik gerçeklerle desteklenmiş olan bir ana-baba ve çocuk ilişkilerini (yani aileyi) düzenlemiş, küçüklük ile yaşlılık problemlerini bu suretle bir çözüme kavuşturmuştur, diyebiliriz.

Ana ve babanın çocukları tarafından bakılmasının sebebini, onların hayata gelmelerinde vasıta olmalarına bağlayanlar vardır. Ancak bu doğru bir bakış değildir. Ana ve baba çocuklarını yetiştirdikleri için sonra onlar tarafından bakılmaya hak kazanmışlardır, dersek daha doğru olur.[190] Böylece çocuğun ana ve babası tarafından bakılması, sonra ana ve abanın da çocukları tarafından bakılmaları doğal bir yol olarak kabul edilmiştir. Ancak her zaman herkesim çocuğu olmayabilir. Bazen de çocukların anne ve babaları hayatta bulunmayabilirler. Bu sebeplerden dolayı çocuklar ana ve babalar bedeni ve mali düşkünlük ve sıkıntı içinde olabilirler. İşte bu takdirde toplumun böyle çocukları ana ve babaları yetiştirip bakacak bir kuruma sahip olması gerekir. İşte bu ayette bu sosyal kurumlara işaret edilmiş ve yakınlar, yetimler ve yoksullar olarak isimlenip sınıflandırılmıştır.

Diğer bir durum da ana ve babalar olabilir, çocuklar da bulunabilir. Ancak bunların yetişip gelişmesi için gerekli olan mali külfetin karşılanması hususunda bu üç kurum ile de desteklenmelidir. Ayetin tahliline devam ederek meseleyi biraz daha açıklamaya çalışalım.

Ana-baba ve çocuk yani aile kurumu, yakınlar, yetimler ve bir de yoksullar olmak üzere burada dört kurum vardır. Bu sosyal kurumlar birlikte mütalaa edildiği takdirde bir anlam taşır. Nitekim bunların hepsi bir “ihsân” kelimesinde toplanmış ve vav harfi ile atfedilmişledir. Zekât ayetindeki[191] sekiz kurum da bu harf ile birbiri üzerine atıf yapılmıştır. Yalnız burada aile kurumu adını verdiğimiz analık ve babalık olgusunu ifade eden “vâlideyn” kelimesi bunun diğer üç kurumdan daha önemli ve temel bir kurum olduğunu göstermek için, önce getirilmiş, sonra “ihsân” kelimesi getirilmiş, daha sonra da diğer üç kurum arka arkaya zikredilmiştir. Bu husus bize ana-baba ve çocuk yani aile kurumunun asıl olduğunu, diğer kurumların ise bir takviye mahiyetinde olduğunu göstermektedir.[192] O halde devlet bütçesi yapılırken ve fonlar ayarlanırken bunların da göz önünde bulundurulması gerekir.

Zi’l-kurbâ : Zi (zu) sahip demektir. Ancak buradaki sahiplik, mâlik anlamına gelen sahiplik değildir. Burada zî alaka ve münasebet bağları ile birbirine bağlı olanı ifade eder ki, mülkiyeti de içersine alır. Yalnız mülkiyet, başkasına devredilebilen eşya için kullanılır. Zî kelimesinin izafe ettiği şeylerin devredilebilir olması şart değildir. Zî, tekil bir kelimedir. Bunun bu ayette tekil getirilmesinin sebebini Alusi şöyle açıklıyor: Burada cins murat edildiği için zî tekil olarak getirilmiştir. Mastar olan kurbâ kelimesine izafe ederek gelmesi de her bir akrabayı içine ve kapsamına alması içindir. Böylece sanki burada akrabaların sayısı çok ola bile onların bir tek şey gibi olmalarına, binaenaleyh kendilerine yapılan ihsandan sıkılmamalarına bir işaret vardır.[193]    

Kurbâ : Kurub, vücuttaki boş veya böğür adı verilen uzuvdur.[194] Yakınlık ifade eder. Bu yakınlık aman, mekân ve nesep itibariyle olabilir. Burada ise nesep itibariyle olan yakınlık kastedilmektedir. Buna sıhrî yakınlık da girebilir.

İslamiyet’te akrabalık kurumu, ana ve babalık ile evlatlık kurumunu takviye için kurulmuş olan bir kuruluştur. Bunların miras ve evlenme bakımından durumlarına bir takım dereceler getirilmiştir.

Birinci derecede yakın olanlar: Ana, baba, oğul ve kızdır.

İkinci derecede Yakın olanlar: Anne ve babaların anne ve babaları ve onların anne ve babalarıdır. (Dedeler ve neneler). Torunlar ve onların çocuklarıdır.

Üçüncü derecede yakın olanlar: Kardeşlerdir.

Dördüncü derecede yakın olanlar: Amca, dayı, hala ve teyzeler; kardeşin çocuklarıdır. (Yeğenler).

Bu akrabalar, nesep yönünden yakın olup aralarında evlenmeleri haram kılınmıştır. Mirasa, bu derece ve kadın-erkek olmak bakımından farklı olarak varis olurlar.

Beşinci derecede yakın olanlar: Amca çocuklarıdır. Bunların arasında evlenme yasağı yoktur. Fakat bunlar mirasçı olabilirler. Aynı şekilde eş ve onun yakınları da sıhrî akraba sayılırlar.[195]

İşte yaşlanan ana ve babalara çocuklarının bakması gerekir. Eğer çocukları yoksa ya da zayıf durumda iseler, bu görevi daha yakın akrabalar yüklenir. Kimsesiz fakirlere de devlet hazinesinde ayrılan özel fondan yardım edilir.[196] Sahipsiz mallar ve varisleri olmayan miraslar bu fonda toplanır. Kasani böyle malların, fakirlerin ihtiyacında hastaların tedavisinde malı mülkü olmayan ölülerin teçhiz ve tekfininde harcanacağını söylemektedir.[197]   

Zi’l-kurbâ derken, zî : sahip kelimesinin tekil gelmesi, kurbâ : yakınlık kelimesinin de mastar olarak[198] gelmesi ile yakını bulunan kimselerin ihsan göreceği anlaşılmaktadır. Çünkü karîb denilmemiş, zi’l-kurbâ buyrulmuştur. Bunun başka bir anlamı da yakını olan kimselerin devletçe yardım görmesidir ki, yetim ve yoksullarla birlikte zikredilmesi bunu ifade eder diyebiliriz. Çünkü yetim ve yoksulların devlet bütçesinden yardım görecekleri ayet ile sabit olan bir husustur.[199] Yoksul kimse almış olduğu maaşı ile çocuklarını geçindirir. Yetimler de yine aldıkları maaşları ile annelerinin yanında büyütülürler. Düşkün ve zayıf olan bir akrabasına bakan kimse de devletten yardım almaya hak kazanmış bulunmaktadır.

Yakın akrabalara biri bedeni, diğeri de mali olmak üzere iki türlü yardım yapılabilir. Bunun birine hizmet yardımı, diğerine de mali yardım diyebiliriz. Nafaka yardımı daha çok erkek akrabalara hizmet yardımı ise daha çok kadın akrabalara yüklenmiş bir mükellefiyettir. Bu hususta erkeklere düşen vazife kadar kadınlara da görev düşmektedir.[200] Nafaka verme görevinin erkek üzerine olduğunu gösteren ayetler vardır.[201] Çocuk bakımı[202] ekmek yapımı, yemek pişirmesi ve ev işlerinin de kadın üzerinde bir görev olduğu da Hz. Peygamberin Hz. Ali ile Fatıma arasında görev taksimi yapmış, buna göre Hz. Fatıma iç hizmetleri ev işlerini yapacak, Hz Ali de dış işleri yapacaktı.[203] Bu iş bölümü bazı İslam hukukçuları tarafından da tespit edilmiştir.[204] Fakat kadının hizmet yükümlülüğü yoktur veya vardır konusunda fıkıhçılar ihtilaf etmişlerdir. İmam Malik, Şafii ve Ebu Hanife kadının çalışma mecburiyeti yoktur, derler.[205] Bu hususlar zaman ve zemine, kültür, adet, gelenek ve göreneklere göre değişebilecek bir husustur diyebiliriz. Mesela bugünkü düzenlerde bu yakınlar kurumunun görevleri hastalık veya malullük sigortaları ile karşılanmaktadır. Anlattığımız üzere İslam ekonomi düzeninde hastalık veya malullük sigortasının yerini yakınlar kurumu almaktadır, diyebiliriz. Ancak burada önemli fark, bu muhtaçların akrabaları tarafından bakılmalarının şart olduğudur.

Yetâmâ : Yetîm kelimesi hem insanlar ve hem de hayvanlar için kullanılabilir. Yalnız hayvanlar için anasız kalan bir yavruya denirken, insanlar için babasız kalan çocuğa denir.[206]  

Burada çoğul olarak getirilen “yetâmâ” kelimesi, bir topluluk ifade eden çoğul kalıbı ile değil de çokluk bildiren cemi mükesser kalıbı ile getirildiği için, her yetim kendi payına düşen hakkını ayrı olarak yalnız başına alır, diyoruz.

Babasız kalan yetim çocuklara mallarına dokunulmadan aynı babaları hayattaymış gibi bir yaşama ortamı sağlanır. Bunun için önce malları şahitler huzurunda tespit dilerek bir veliye teslim edilir. Veli, bu malları çalıştırıp gelirinden yetim çocukları geçindirir. Eğer kendisi zengin ise bu işi hiçbir karşılık almaksızın yürütür. Eğer muhtaç ve fakir ise örfe göre bir miktar ücret alır. Yetim çocuklar rüşte erip büyüyünce böyle korunmuş ve muhafaza edilmiş olan malları kendilerine geri verilir. Bunlar aynı zamanda ayetlerle sabit olmuş olan hükümlerdir.[207] Şayet yetimler işletilen mallarının geliri ile babaları sağlığında yaşadıkları bir hayat düzeyine sahip olamazlarsa o zaman bunlara devlet bütçesinden de maaş bağlanabilir.[208]

Yetimlere bu şekilde maaş bağlanması bugünkü hayat sigortalarının faaliyetlerine benzetilebilir. Ancak bu sigortalarla yetimler kurumunun arasında çok fark vardır. Sigortalı olan kişi, belertilen zamanlarda sigortaya periyodik olarak bir meblağ aidat, prim ödemektedir. Hâlbuki yetimler kurumunda böyle bir şey söz konusu değildir.

Sigorta kurumu, kuruluş bakımından, çalışması bakımından ve dayandığı prensipler bakımından İslam’a göre ve İslam’ın ekonomi anlayışına göre gayri meşrudur. Mesela bir hayat sigortasında akit yapan her iki taraf neyin akdini yaparlar. Bu konuda Kahire’de toplanan 7. İslam âlimleri kongresine takdim edilmiş bulunan güzel bir etüt vardır. Dr. Abdurrahman Tac tarafından yapılan bu çalışma daha sonra el-Va’yü’l-İslami mecmuasında makale olarak yayınlanmıştır.[209]  

İslam hukukçularından İbn Abidin kendi zamanında cereyan eden bir sigorta muamelesini yabancı ülkelerden mal getiren bir tüccarın malını nakil esnasında sigortaladıklarını, İslam nazarında bunun hükmünün ne olduğunun çokça sorulduğunu söyledikten sonra kendi görüşünü açıklamaktadır. Ona göre böyle bir sigorta İslam’a aykırıdır.[210] Aynı görüşte olan şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de sigortayı kumar ile karşılaştırarak sanki ona benzetmiştir.[211]

Yetimler devlet bütçesinden doğrudan doğruya hiçbir aidat ödemeden ve bir prim yatırmadan maaşlarını alırlar. Bu zaten onların haklarıdır. Gerçekten bu ödemeler onlara hiçbir zaman bir şeyin karşılığı olarak verilmemektedir. Aslında buradaki “ihsân” kelimesi, bu yardımın onlara hem velileri tarafından ve hem de devlet tarafından yapılacağını ifade eder.

Mesâkîn : Sükûn, rüzgar ve fırtınadan sonra ağaçların sallanmayıp durmalarına ve dingin olmalarına denir. Hayvanlar da koşuştuktan sonra durularsa bu sükûnet kelimesi ile ifade edilir. Hareketten sonra meydana gelen durgunluğa veya hareketsizliğe sükûnet adı verilir. Bilindiği üzere mesken de ev demektir. Dışarıda orada burada koşuşturup bir takım faaliyetlerde bulunduktan sonra eve gelip orada durup sükûnet bulunduğu için eve bu ad verilmiştir, diyoruz.

Mesâkîn, miskîn kelimesinin çoğuludur. Miskin ise hiçbir şeyi bulunmadığı için ve imkânsızlıklarından dolayı iş yapma ve hareket etme imkânına sahip olmayan kimse demek olur.[212] Fakir ve miskinin kim olduğu konusunda birtakım görüşler ortaya atılmıştır. Fakir, hasta ve muhtaç, miskin ise sıhhatli ve muhtaç olan kimsedir. Fakir Müslüman olan fakir, miskin ise gayri Müslim olan fakirdir. Fakir nisaba malik olmayan, miskin ise hiçbir şeyi bulunmayan kimsedir. Fakir hiçbir şeyi bulunmayan, miskin ise bir sanat sahibi olup parası az olduğu için alet ve makineleri bulunmayan bir kimsedir.[213] Kasani de Hz. Ömer’den naklederek miskin’in gelir ve kazancı olmayan bir kimse demek olduğunu söylüyor.[214]

Biz bu kelimelerin kök manalarını nazar-ı itibara alarak yukarıda Katade’nin görüşü olan fakir, hasta ve muhtaç; miskin ise sıhhatli muhtaç olandır, sözünü tercih ediyoruz. Buna göre fakir, çalışma gücü bulunmayan, miskin ise para gücü olmayan kimse demek olur.

Bu miskinlere ihtiyaçlarını giderme, kendilerine hareket etme ve iş yapma gücü kazandırılır. Böylece miskinler kurumu da devlet bütçesinden kendilerine yardım yapılacak olan kimseler arasında zikredilmektedir. Miskinler yetimlerden daha fazla bir avantaja sahip oldukları için onlardan sonra getirilmişlerdir. Çünkü miskin, herhangi bir işte çalışma hususunda birisi ile anlaşma yapıp kendisine kazanç sağlayabilir. Fakat yetim ise bu imkândan uzaktır.[215]

Yoksullara yardım onların geçmişte yapmış oldukları faaliyetlerine bir karşılık olmak üzere değil, gelecekte kendilerinden yararlanma imkânının doğması için yapılır. Bunun verilecek bir kredi, tüketim kredisi ile de sağlanabileceğini düşünenler olabilir. Bize göre İslam ekonomisinde buna kredi verme yerine bu işin sosyal yardım şeklinde ve böyle bir yöntemle bir çözüme kavuşturma yolu tutulmuştur. Kredi bir ödünç olup sonra ödenmesi gerektiğinden herhangi bir iş yapacak kimseye verilir. Zaten tüketim için ödünç verme gayri prodüktif olduğundan İslam bankasının böyle masraflar için bir kredi açması söz olamaz.[216]  

İslam ekonomisinin getirdiği bu yoksullar kurumunun karşılığında bugün işsizlik sigortaları kurulmuş bulunmaktadır. Ancak İslam düzeninde olduğu gibi bunlar, karşılıksız, âlemşümul yani herkese açık ve serbest iradeye bağlı değildirler. Çünkü sigortaya kayıt ettirme mecburiyeti vardır. Hâlbuki İslam ekonomisinin sahip olduğu kurumlarda böyle bir zorunluluk durumu yoktur. Ayrıca bu kurumlardaki yardımın bir prim karşılığı olmadığı zaten ayette geçen “ihsan” kelimesinden rahatlıkla anlaşılmaktadır. Çünkü ihsan demek, bir karşılık beklenmeden yapılan bir iyilik demektir. Nitekim bunun için de İslam ekonomisinde karşılıksız ödünç vermeye ve faizsiz kredi vermeye “karz-ı hasen” adı verilmiştir. Hasen ve ihsan aynı kökten gelir.[217]

Bütün bu açıklamalardan sonra şöyle bir esasa varabiliriz: Fakir çalışma gücü olmayan, hasta olup çalışamayan kimse demektir. Miskin ise parası olmayan onun için de bir iş yapamayan kimsedir. Bu sebeple fakire devlet bütçesinden geçim yardımı, miskine de sermaye yardımı yapılır.

“İnsanlara güzellikle söyleyin”

Nâs, ünâs : Bunlar insan kelimesinin çoğullarıdır. Ok attıkları yayın, atıcıya bakan tarafına insiyyün, karşı yöne bakan tarafına da vahşiyyün denir.[218] Yabancı olan birisine vahşi, yabancı olmayan kimseye de “enîs” denmesi buradandır. Birbirinden kaçmayıp yekdiğerine yaklaşan, böylece topluluklar meydana getirip bir hukuk düzeni kurmuş bulunan insana bu isim bundan dolayı verilmiş olabilir.

Nâs kelimesi çoğul olup çokluk ifade eder. Mükesser cemi olduğu için de teşkilatlı bir topluluğu ifade etmez. Dolayısıyla nâs, denilince Müslüman olsun olmasın, her insan, ayrı, ayrı kastedilmiş olur.

Kavlen : Söz söylemek demektir. Kavl ile kelam arasında fark bulunduğunu söyleyen dilciler vardır. Kelamın kavl’den daha dar kapsamlı olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi, bunun tamamen aksini söyleyenler de vardır.[219]

Kavl (söz) ağızdan çıkan anlamlı seslere denir. İnsanlar, karşılarındaki kişiler fikir ve hislerini sözle aktarırlar. Söylenen bu söz mutlaka bir anlam taşıdığı için, sözle bu sözün ifade ettiği fiil arasında bir uygunluk bulunmalıdır. Çünkü ayette “Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz”, buyrulmaktadır.[220] Söz vermek demek bir şeyi adamak demektir İnsan söz verdiği zaman bir şeyi adamış olur. Verilen bir söz ve adanan bir adak yerine getirilmediği zaman kişi sorumlu olur.[221]

Hüsn : Bu kelime yukarıda geçtiği üzere iyi şeyleri söylemektir, onun için iyi şeyleri ifade eder ve kötü şeyleri ifade etmez.

Allah’a ibadet etmekten ve sosyal kurumlardan bahsedildikten sonra burada insanlara hüsnün: iyiliğin ve güzelliğin söylenmesi emredilmiş bulunmaktadır. Alusi’nin naklettiğine göre İbn Cüreyc, “İnsanlara iyilik söyleyin”, ifadesinden, onlara Peygamber’in kitabınızda (Kuran’da) bulunan sıfatlarını öğretin, demek olduğunu dile getirmiştir.[222] Yani burada insanlara bir şey söylemekten maksat ilim öğretmektir, denilebilir. Öyleyse herkes, bildiğini bir başkasına öğretecektir. Kûlû: söyleyin kelimesi bir emir olduğuna göre, insanların öğretmek mecburiyetleri ve yükümlülükleri vardır. Bu söyleme işi de husnâ olarak yapılacağından eğitim ve öğretim de bir ibadet olup karşılıksız olarak ve hiçbir karşılık almadan yapılmalıdır.  

Bu bakış açısıyla burada iki önemli husus orta çıkmaktadır: Birincisi ilmin ve bilginin bir ücret karşılığı öğretilmemesidir. Bunun için doğruyu söylemek ve gerçeği anlatıp öğretmek karşılıksız olmalıdır. Bu işi yapanlar yani halka ilim öğretenler insanlardan bir ücret de almamalıdırlar. Zaten peygamberler de irşad ve davetlerinden dolayı insanlardan bir ücret istemediklerini ve onlar ücretlerini Allah’tan alacaklarını söyleyip durmuşlardır.[223] Gazali İhya adlı eserinde âlimlerin ilmi katiyen bir ücret karşılığında öğretmeyeceklerini savunmuştur.[224] Çünkü âlimler, insanlara hüsnü söylemekle mükelleftirler. İslam tarihi talebelerini hem okutan, hem de iâşe ve ibatelerini üstlenen ve bunları bizzat kendi servetlerinden karşılayan âlimlerle doludur.[225]   

İkinci bir husus ise telif ve buluş haklarının İslam ekonomisinde meşru sayılmamsıdır. Herkes bildiğini ve bulduğunu öğretmek, anlatmak ve gizlememek zorunda olduğuna göre telif ve icad hakkı diye alınan ücretler, neyin karşılığı olmaktadır. İlim ya da bilgi elle tutulur, gözle görülür bir şey olmadığı için, bir mal alınıp satılması her halde İslam ekonomisinde meşru ve mubah olmasa gerektir.

Bu bakımdan ilim para ile satılmayacağına göre icad ve keşiflerle meşgul olanlar, hemen, hemen bütün zamanını bu meşgalelerle geçirenler ve mesela öğretmenliği meslek edinen kimseler nereden geçineceklerdir? Hâlbuki Allah kimseye kendi gücünden fazlasını yüklemez.[226] Oysa bir âlimin hem ilim yaması ve hem de geçimini temin etmeye çalışması ona bir külfet değil midir? Bu, kişiyi kendi gücünün üstünde olan bir şeyle mükellef tutmaktan ibarettir. İşte bundan dolayı icad ve keşif sahiplerini ve ilim ve telif sahiplerini yani tüm bilginleri yetiştirip yaşatmak, onlara her türlü maddi ve manevi imkânları sağlamak devletin görevi olmalıdır. Zaten bugünkü uygulamalar da her ne kadar biraz farklı tarafları da olsa bunu göstermektedir. Muhammed Hamidullah, ilim adamlarına Hz. Peygamber zamanında devlet bütçesinden bir maaş bağlandığına dair herhangi bir delile rastlamadığını söylüyor.[227] Fakat sonraları ilim adamlarına devlet bütçesinden aylık ve ücretler bağlandığı da tarihi bir gerçektir.[228]

Âlimlere ilim öğrettikleri için değil, bu bilgiye sahip oldukları için, bu konuda millete ve devlete hizmet ettikleri için, devlet bütçesinden kendilerine maaş bağlanabilir.[229] Zekâtın fi sebilillah faslından ilim adamlarına harcama yapılabileceği hakkında görüşler vardır.[230]

İcad ve keşiflerini ortaya koyan kimseler, bunları bütün dünyaya arz etmiş olurlar. Böylece onlardan herkes faydalanır. Artık onlar kimsenin malı değildir. Eğer ihtira hakkı caiz görülecek olursa mal olmayan bir şeyde mülkiyet iddia etmek gibi bir şey olur ki, bu da mümkün değildir. Buna göre ilmin tapusunun olmadığını söylemeliyiz. İkinci bir husus da keşif, icad ve telif haklarını kabul ettiğimiz zaman toplumu bu eserlerden faydalanmaktan mahrum etmiş oluruz. Bu da insanlara “güzel söylemekle memur” olan kimselerin görev sorumluluğuna aykırı düşer.

Ayetin son bölümünde çalışmaların ve yaşamaların düzenlenmesi anlamında anladığımız, “salâtı ikame ve zekâtı ita” emirleri gelmektedir. Böylece burada sosyal yardımlaşmanın başka kurumlarla meydana getirileceği anlaşılmaktadır. Bu namaz ve zekât kurumlarının ibadet ve ihsandan sonraya alınarak tehir edilmesi de namaz ve zekâtın gayesinin sosyal düzen olduğuna işaret edebilir. Bunların bir vav harfinde toplanması ise bütün hepsinin bir arada yapılması ile neticeye varılabileceğine ve her hangi birinin yalnız başına kurulup bir fonksiyon icra edemeyeceğine delâlat eder, diyebiliriz.  

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar

1- Herkes, yalnız devlet düzeninin içinde çalışır ve topluma bağlı olarak mal ve hizmet üretir.

2- Birey, toplumun kendisine verdiği emirleri yerine getirirken diğer bireylere karşı da birtakım hak ve vazifeleri doğar. Bu hak ve vazifeler aslında tüm devlete karşı olan hak ve vazifelerdir.

3- Çocuklar ana ve babaları tarafından yetiştirilip büyütülürler.

4- Ana ve babalar yaşlandıkları ve bakıma muhtaç hale geldikleri zaman çocukları tarafından bakılırlar.

5- Diğer akrabalar da yaşlanmış ana ve babalara ve bakıma muhtaç çocuklara bu bakım konusunda yardımcı olurlar.

6- Bu bakıma yardım etme hususunda ana, baba veya çocuklar yoksa diğer akrabalar hemen devreye girerek bakım hizmetini üstlenirler.

7- Yakınlar akrabalarına bakarken devlet bütçesinden yardım alırlar.

8- Yetimler, ana ve babaları sağmış gibi yetiştirilip beslenip büyütülme hakkına sahiptirler.

9- Yoksullar, hangi sebeple yoksul olurlarsa olsunlar, devlet bütçesinden yardım alma hakkına sahip olurlar.

10- Yaşlı, hasta, çocuk ve yoksullara devlet bütçesinden yapılan bu yardımlar karşılıksızdır.

11- Herkes kendi bildiğini öğretmekle görevlidir ve bu onun doğal bir vazifesidir.

12- Sosyal güvenlik, halk eğitimi, çalışma ve yaşama düzenleri hep birlikte devlet düzeni içersinde gerçekleştirilir.

13- Fakir, hastalık gibi bir sebepten dolayı çalışma gücü olmayan, miskin ise parası bulunmadığı için, sermayesi, alet ve edevatı yok olması sebebiyle boş oturan kimsedir. Fakire devlet bütçesinden geçim yardımı, miskine de sermaye yardımı yapılır.

14- Bugünkü hastalık ve malullük sigortalarının yerini İslam ekonomik düzeninde yakınlar kurumu alır.

15- Hizmet ve bakım açısından sosyal kurumlar arasında esas olan aile kurumudur. Akrabalar, yetimler ve miskinler kurumları ise ikinci derecede olan yardımcı kurumlardır.

16- Aba ve babalar çocuklarına toplum ve kamu adına bakarlar.

17- Çocuklar da ana ve babalarına yine toplum ve kamu adına bakarlar.

18- Toplumdaki çocuk, yaşlı, fakir ve düşkünlere bakma görevi esas itibariyle devlete aittir.

19- Nimet, maddi ihtiyaçların giderilmesi ve tatmin edilmesini ve maddi refahın sağlanmasını esas alır. İhsan ise maddi ve manevi bütün hayatı içersine alıp bütün hareket ve davranışlarda iyilik ve güzelliği esas alır.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 85  

“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İşte içinizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında rezil olmak, ahirette ise onlar en şiddetli bir azaba sokulurlar”

Bu ayete ekonomik açıdan bakıldığı zaman düzenin bir kısmını benimseyip diğer kısmını kabul etmeyip uygulamayan kimselerin ve toplumların eninde sonunda eziyetli, sıkıntılı ve krizli bir hayatın ve çekilmez bir yaşam şartlarının içine giderecekleri kesin olduğu görülür.

 Her sistem kendi bünyesi içersinde geçerlidir. Onun için ekonomik düzen veya sosyal düzen ve neticede birey ve toplum olarak insan hayatı ancak bir bütün olarak mütalaa edildiği zaman bir işe yarar. Bu bakımdan bir düzenin kendi içinde çelişkileri olmamalıdır. Ayrı, ayrı ve başka, başka düzenlerden alınan parçalar, düzen içinde uyum ve ahengi önler, böylece bir takım doku uyuşmazlıkları meydana gelir. Eziyetler, sıkıntılar, krizler ve çatışmalar doğar. İşte bu sebepten dolayı tarihten bugüne düzenleri iyi ve kötü diye iki kısma ayırabilir ve iyi bir düzenin tüm olarak alınması ve uygulanması lazım geldiğini söyler, kötü düzenin ise yine tüm olarak itilip uzaklaştırılması gerektiğini dile getirmek isteriz.

Bu ayetten ekonomik olarak anladığımız esas, karma ekonomilerin kendi aralarında bir uyum ve ahenk olmaması dolayısıyla faydalı olamadıkları ve hatta zararlı olduklarıdır. Nitekim karma ekonomi kurallarını uygulayan ülkeler bir ilerleme ve gelişe sağlayamamışlardır. Bu açıdan baktığımız zaman Avrupa ve Amerika’nın ekonomik ilerlemelerinin kapitalizm ve liberalizm dönemlerinde olduğunu ve o devirlere rastladığını rahatlıkla söyleyebiliriz.   

   İslam ekonomisi de İslam düzeninin bir parçası ve onun bir iktisadi düzenidir. Bu İslam’ın ekonomik düzeni toplum tarafından tüm olarak kabul edilir veya reddedilir. Yoksa onun bir kısmını alıp uygularken diğer kısmını almayıp atmak fayda yerine zarar getirir, çöküş ve yıkılışa götürür. Ancak temel esaslardan ayrılmamak üzere düzen içersinde değişik görüş ve farklı uygulamalar da olabilir. Bundan dolayı ayette bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek diye söz edilmiştir. İşte bu sebeple Allah’ın varlığı ve birliği konusunda İslam inanç ve itikadında bir tek mezhep, hak mezhep bulunduğu halde amel ve uygulamada pek çok mezhepler vardır ve bunlar hak mezhep olarak kabul edilmişlerdir.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- İslamiyet’in getirmiş olduğu düzen kül halinde bütün olarak kabul edilir.

2- İlahi emirleri bütünüyle benimseyip kabul etmemiş bir sistemin kural ve kaideleri ile ve onun teori ve pratik esaslarıyla İslam düzenine ulaşmak mümkün değildir.

3- İslam ekonomisinde bazı görüş ve uygulamalarda bir takım farklılıklar olabilir. Bu farklılıklara karma ekonomi denemez ve böyle bir hüküm verilemez.

 4- Herkes bir düzen içersinde düşünüp araştırma yapmaya ve buna dayanarak vardığı sonuçlara göre hareket etmek zorundadır. 

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 104

“Ey iman edenler, “bizi güt” demeyiniz, “bize nezaret et” deyiniz ve dinleyiniz”

Bu ayetin “Ey iman edenler” hitabıyla başlaması, ilgili hükümlerin herkese ait olmayıp sadece Müslümanlara ait olduğuna işaret eder. Ayrıca “müminune” (inananlar) denilmeyip de “amenu”(iman edenler) buyrulması, isim-fiil farkı sebebiyle bu hükmün daha çok dünya ile ilgili olduğunu gösterir, diyebiliriz.

Bir ekonomik ve hukuk düzen baştan kabul edildikten sonra artık ona uymak zorunlu hale gelir. İnsanların Müslüman olup olmamaları serbesttir. Ancak bir defa İslamiyet’i kabul ettikten sonra onun dünyaya ait olan hükümlerine dünya hayatında uyup uygulamak zorunlu hale gelir.  İsteyen herkes istediği düzeni benimseyip uygulayabilir. Fakat herkes ancak bir düzen içersinde yaşamaya mecburdur. Bu sebepledir ki, bir nevi şirk diyebileceğimiz, anarşizm ve düzensizlik yasak olmalıdır. Onun için bu ayette insanların iradesi ve çalışmaları ile ilgili esaslar getirilmiş olmalıdır.

La tekûlû : Söylemeyin. Bu ifade demeyin anlamında bir nehiydir. Daha önce açıklandığı üzere[231] kavl maddesi, kişilerin ağızlarından çıkan ve kendilerini bağlayan sözdür. Bu ayette önemine binaen söze ilk önce nehiy ile başlanmıştır. Çünkü insanlar gevşek ve tembel olduklarından, kendi görüşleri ile değil, başkalarını taklid ederek hareket ederler, diyebiliriz.  Hâlbuki insan olmak demek, kendi iradesini kullanmak demektir. İrade ise başkalarını taklid ederek değil, ancak kendisi araştırıp içtihad etmek suretiyle gerçekleşir. İşte bunun için burada bundan dolayı, başkanlar muhatap tutulmamış ve onlara “sakın gütmeyin, nezaret edin” denilmeyip bütün halk ve bütün insanlar muhatap tutularak “El iman edenler, bizi güt demeyin, bizi murakabe et, deyin” buyrulmuştur.

Razi, “onların kandıkları onların olur, sizin kazandığınız ise sizin olur” ayetini[232] tefsir ederken herkesin çalışıp kazandığının faydası kendisine ait olduğundan başkalarını taklid etmenin batıl olduğunu, söylemiştir.[233]

Böylece herkesin aracı kullanmaksızın kendi görüş ve ictihadına göre hareket etmekle mükellef tutulmuş olduğu anlaşılmaktadır. Zaten Kuran-ı Kerim’de mukayese edip akıl yürütme ve kendi görüşü ile amel etme hususunda emirler de vardır.[234]

Burada ikide bir soru sorup durulması, her işi yaparken başkana danışılması, düşünmeden ve araştırma yapmadan ne söylenirse söylensin ona uyulması gibi şeyleri yasaklamak için, “demeyin” şeklinde bir nehiy getirilmiştir. Çoğul kalıbının kullanılması ile de bu işin, genel olarak bir düzen işi olduğu ve bu yasağa topluca uyulması, düzenin ona göre kurulması gerektiği belirtilmiş bulunmaktadır. Yani bu iş, bireyler tarafından ayrı, ayrı yapılacak yükümlülüklerden olmayıp topluca bir düzen ve bir sitem içersinde gerçekleştirilebilecek bir husustur. Onun için yasaklanan muhataplar hepsine birden çoğul olarak hitap edilmişlerdir.  

Ra’y : Hayvanı otlatmak ve düşmanını kovmak suretiyle korumak demektir.[235] Ri’y, hayvanın otladığı şey, ot ve çayıra denir. Riayet ise verilen talimata uymak, koyunların çobanlarını dinledikleri gibi dinleyip söylenenleri yapmak demektir. İşte böylece devlet düzeninde bu türlü bir güdülmeyi istemek, yasaklanmış bulunmaktadır. İnsan kanun, tüzük ve yönetmeliklere uyacaktır, ancak o, bunlara uyarken ve bunların açık olmayan tarafları ve boşluklarda kendi yorumuna göre hareket edecektir. Nasıl bir hâkim karar verirken kendi görüşüne göre karar veriyorsa insanlar da yaptıkları işlerde kendi görüş ve düşüncelerine, anlayış ve kavrayışlarına göre hareket ederler. Hz. Peygamber Muaz’ı Yemen’e vazifeli olarak gönderdiği zaman Kuran’da ve hadiste açık olarak bulunmayan mesellerde kendi görüş ve düşüncesiyle hareket edeceğini söylediği zaman Hz. Peygamber’den tasvip görmüşlerdi.[236]    

Bugün yeryüzünde birisi a) merkezden yönetim, diğeri ise b) yerinden yönetim olmak üzere iki türlü sistem uygulanmaktadır. Merkezi yönetim her türlü kararların ve emirlerin merkezden alınıp verildiği bir sistemdir. Diğer sistem ise kararların mahallinde ilk yetkililer tarafından verilmesi sistemidir. İslam ekonomisinde yerinden yönetim sistemi benimsenmiş ve esas alınmıştır, diyebiliriz. Hatta bu konuda Muhammed Hamidullah aynen şöyle demektedir: “Adem-i merkeziyet ve “dolaylı idare” usûlü kaide gibi durmaktadır.”[237]

Yukarıda söylediğimiz Hz. Peygamber ile Muaz’ın arasında geçen konuşma bu konuda açık bir delil teşkil eder. Muaz, Yemen’den başkan olarak size sorarım, demiyor; kendi görüşüme göre hareket ederim, diyordu. Buna göre her birey hareket ve davranışlarında tamamen kendi görüş ve kanaatiyle hareket eder. Eğer bir müçtehidi taklit etmek söz konusu olsa bile herkes müçtehidini kendisi seçecektir. Yoksa din, mezhep ve inanç bir mal gibi miras olarak intikal edemez. Yani miras Müslümanlığı veya evin, mahallenin, vilayet ya da bölgenin mezhep mirası bireylere fayda vermez.

“Nezaret (murakabe) et, deyin” emri ile yasaklanan merkezi sistem yerine adem-i merkeziyet veya yerinden yönetim sistemi getirilmiştir. “nazara” kelimesi başını bir yere çevirip bakma anlamına gelir. Zaten bunda murakabe anlamı vardır.[238] Nezaret düşünmek, tefekkür etmek, birisini zihinde tutup beklemek anlamlarına da gelir. Bu kelimeyi if’al babından okuyan kıraat de vardır.[239] O zaman bunun anlamı “mühlet ver, deyin” demek olur. Başka bir yerde sülâsi kökünden gelerek yine aynı anlamda kullanılmıştır. Mesela bir ayette eğer borçlu, borcunu ödeyemeyecek kadar fakir ise o, kazanıp zengin oluncaya, ödeyecek duruma gelinceye kadar ona mühlet vardır, buyrulmaktadır.[240]

Ra’y kelimesinde devamlı olarak bakmak, takip etmek ve gütmek anlamları vardır. Nezaret kelimesinde ise bakmak, murakabe etmek ve mühlet vermek anlamları vardır. Yani bunda serbest bırakmak asıl anlamdır, diyebiliriz.

Adem-i merkeziyet veya yerinden yönetim sistemi, asla anarşik bir durum meydana getirmez. Bu sistemde de birliğin temin edilmesi gerekir. İşte bu birlik nezaret ile yani devletin kontrol ve denetlemesi ile sağlanır. Mesela başkan çalışanların işlerine bir müdahalede bulunmadan bakıp gözetler ve denetleyip kontrol eder. Eğer yanlış davrananlar ve uygunsuz hareket edenler çıkarsa sadece gerekli bilgiyi vermekle yetinir. Yani yine karışmaz ve onları hiçbir zaman gütmeye kalkmaz. Burada başkan otomatik bir dokuma tezgâhını çalıştıran bir kimse durumundadır. Bir taraftan tezgâh kendi kendine çalışırken diğer taraftan nezaretçi de sadece kontrol eder ve gözetler. Ancak o, bir arıza meydana gelirse o zaman gerekli müdahaleyi yapar. Sonra faaliyeti yine otomatik hale, kendi kendine yürüme şekline getirir. Yoksa kontrol eden kişi arıza meydana geldi diye kendi eliyle çalışıp düzeltmeye başlamaz. Bu müdahaleden sonra da iş yine iyi gitmez, aksaklık ve bozukluk devam ederse artık memurun görevine son verilir. Bizim bu açıkladıklarımızın bir kısmını zaten Ebu Yusuf da Harun Reşit için yazmış olduğu Kitab-ül Harac adlı eserinde dile getirmiştir.[241]

İşte bir işin, bir kuruluşun ve bir toplumun başında bulunalar da böyle hareket ederler. Onlar hiçbir zaman işe müdahalede bulunmazlar. Kişilere sadece hata ve yanlışlarını söylemekle yetinirler. Eğer görevliler hatalarını kendileri düzeltirlerse mele yok, şayet devam ederler ve bir düzelme olmazsa, artık Ebu Yusuf’un da dediği gibi, onlar görevden azledilirler.

Yukarıda amirin memurları, başkanın iş verip çalıştırdığı kimseleri murakabe ve kontrol edeceğini söylemiştik. Hz. Peygamber, İbn-ül Lütbiyye (veya İbn-ül Utbiyye) yi, zekât memuru olarak Beni Süleym yöresine gönderdi. Bu adam Beni Süleym zekâtlarını toplayıp da Medine’ye gelince “Bu size aittir, bu da bana hediye edilendir”, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber minbere çıktı. Allah’a hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurdu: “Benim gönderdiğim bu memura ne oluyor ki, “Bu sizindir; bu da bana hediye edilmiştir”, diyor. Acaba o, basının ve anasının evinde otursaydı, ona bu mallar hediye edilir miydi? Canım kabzasında bulunan Allah’a yemin ederim ki, eğer bu kimse zekât mallarından bir şey alırsa, kıyamet gününde omuzlarında kükreyen bir deve veya böğüren bir öküz ya da meleyen bir koyun taşır olduğu halde Allah’ın huzuruna gelir.”[242]

Bu ayette “Bizi murakabe (kontrol) et, deyin ve dinleyin”, buyrulmaktadır. Sem’ kulaktaki işitme özelliğine, denir.[243] Kulağa da sem’ adı verilir.[244] O halde sem’ işitmek, dinlemek ve dinleyip itaat etmek demektir. Öyleyse halk başkanlarını dinleyecekler ve onlara itaat edip uyacaklardır. Zaten Kuran-ı Kerim’de “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ülü’l-emre (idareciler) de itaat edin”[245] buyrulduğu için emir sahiplerine itaat edip uymak farzdır. Kişinin kendi görüşüyle hareket etmesi demek hiçbir zaman başkanı dinlememek anlamına gelmez.

Burada “dinleyin” emri çoğul olarak söylenmiştir. Toplum bir nezaretçi tayin etmeye ve bir başka seçmeye ve işlerini bu başkanın denetimi altında yapmaya mecburdur.[246] Buna işaret etmek için fiil, emir kalıbında ve çoğul olarak getirilmiştir, diyebiliriz.

Bu emrin topluma verilmiş olması, toplumla başkan irtibatını ve başkanların halk tarafından seçileceğini ifade edebilir. Seçim yolu da biat usulüdür. Biat, itaat etmeye söz vermek demek olup seçmen seçeceği kimsenin elini sıkarak başkanını seçmiş olur.[247] Kuran-ı Kerim’de başkana biat edenlerin Allah’a biat etmiş olacakları dile getirilmektedir.[248] Hadislerde de Ubade b. Samit’in de biz Peygamber’i dinleyip itaat etmek üzere biat ettik, dediği nakledilmektedir. Hadisin metni şöyledir:

"Biz Allah Resulüne zorluk ve kolaylıkta, dinlemek ve itaat etmek üzere, emir sahipleri ile çekişmeyeceğimize, her nerede bulunursak bulunalım muhakkak orada hakkı yerine getireceğimize ve Allah yolunda hiç kimsenin kınamasından ve zemminden korkmayacağımıza dair biat ettik.”[249]   

Bu biat işi, daha çok siyasi-idari olduğu için burada tafsilata girmiyoruz. Ancak şu kadar söyleyelim ki, İslam’da herkesin, tüm kadınların ve erkeklerin bir başkana biat etmeleri mutlak görevleri olduğunu, Hz. Peygamber’in cemaatten ayrılıp boşta kalan kimseyi cahiliye üzere öleceğini haber verdiğini hatırlatmakla yetineceğiz.[250]

Bütün bunlardan sonra İslam ekonomisinde iş hayatının tanziminde merkezi sistem (gütme sistemi) yerine adem-i merkeziyet (murakabe ve kontrol sistemi ve yerinden yönetim) sisteminin getirilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Belirlenecek bir statü dâhilinde herkes, mesleki ve siyasi kurumunu ve başkanını seçer. Seçilen bu başkanlar da aralarında birini ittifakla başkan seçerler, İşte böylece genel başkan seçilmiş olur. Esasen ekseriyet istemine dayanmayan, belki tam tersine herkesin kendi görüşüne göre katıda bulunduğu bir halk idaresi böylece kurulmuş olur.   

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Devlet idare sisteminde merkeziyetçilik yok, yerinden yönetim vardır. Başka bir kimseyi taklid etmek ve başkanın talimatını bekleyip ona uymak da yoktur. Görevliler araştırarak vardıkları görüş ve verdikleri kararı uygulamaya koyarlar.

2- İdare sisteminde adem-i merkeziyet ve yerinden yönetim esastır.

3- Düzenin gereklerine uymayanların görevlerine son verilir. İstemedikleri halde zor ve baskı kullanarak uydurma yoktur.

4- Kişilik sahibi olan her topluluk başkanını kendisi seçer.  

5- Bir düzeni kabul ettikten sonra artık onun gereklerine uymak zorunluluğu vardır.

6- Herkes kendi başkanını aynı zamanda değiştirme hakkına da sahiptir. Bir başkan da kendi emri altında çalışan birisini değiştirebilir, onu çıkarabilir.

7- Herkes, kendi görüşüne göre hareket eder. Merkezi sistemde olduğu gibi, başkanın talimatını bekleyip ona uyma esası yoktur. Bir birey herhangi bir yanlış yaparsa başkan uyarıda bulunur. Başkana sormak suretiyle iş üretme ve çalışma esası yoktur.

8- Herhangi bir hata yapıldığı zaman başka bu yanlış yapanların görevlerine son verebilir. Fakat onlar çalışıp iş yaparken işlerine müdahale esası yoktur.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 110 

“Namazı ikame edin, zekâtı itâ edin, kendiniz için hayırdan neyi takdim ederseniz onun Allah’ın yanında bulursunuz.”

Çalışma zamanını ve mesai saatlerini düzenleyen namazı kılmak, yaşama düzenini ve yardımlaşmayı tanzim eden zekâtı vermek emredildikten sonra şimdi burada çalışma ve iş hayatının temel esaslarından biri daha açıklanmaktadır.

Bireyler yaptıkları işleri, iyi işleri toplumun nezdinde hazır olarak bulacaklardır. Birey bir insan olarak yaptıklarının karşılığını Allah’ın katında bulacağı gibi, ekonomik olarak yaptıklarını da yine Allah’ın yeryüzündeki halifesi, memuru ve temsilcisi olan toplumun yanında bulur.

Ve : Bu vav, atıf veya hal vavı olabilir. Bu harf sayesinde namaz kılmanın ve zekât vermenin şu temel şeklini anlamış oluyoruz: Namazı kılınız ve zekâtı veriniz; çünkü hayırlı ve faydalı olarak takdim ettiğiniz şeyleri Allah’ın yanında bulacaksınız. Veya her takdim ettiğiniz şeyi, Allah’ın yanında bulacak şekilde namazı kılın ve zekâtı verin, demek olur.

Her şey, toplum içinde ve toplum adına yapıldığına göre, karşılığın da yine ondan beklenmesinden daha normal bir şey olamaz. Besmele ayeti ve Fatiha suresinde geçen temel prensiplerin burada değişik ve farklı bir ifade ile desteklendiğini söyleyebiliriz. Burada namaz, zekât ve takdim edilen hayrın vav harfiyle atfedilmesi, bunların hep beraber bir arada bulunması ve aynı düzen içersinde işlenip cereyan edeceğini gösterir ve biz de böyle anlarız.

Mâ : Bu, ism-i mevsûldür ve her ne ki anlamına gelir. Bu kelime ism-i mevsûl anlamına geldiği zaman bir sıla ile sılalanmaya ihtiyacı vardır.[251] Onun bu ayetteki sılası da “tükaddimû” fiilidir.

Burada takdim edilen şeyin, insanın kendisi olmadığı, onun malı veya emeği olduğu bir gerçektir. İnsan kendisini takdim edemez; çünkü o kendisini harcama yetkisine sahip değildir. Bunun için kim kendisini takdim ederse denilmemiş, “kendiniz için takdim ettiğiniz şeyler”, denilmiştir. Bu mâ harfi umum ifade eden kelimelerden olduğu için[252] hem tekil ve hem de çoğula ait olabilir. Burada ise çoğul manasında olup takdim edilen her şey anlamına gelir.   

Li enfüsikum: Bu kelime “nefs”in çoğuludur. Nesf ise can, kan, ruh ve kendisi anlamlarına gelir.[253] Bu kelime burada kendiniz anlamına olup lâm harfiyle beraber “kendiniz için takdim ettiğiniz şeyler” demek olur.

Lâm harfi de temlik için gelir. Böylece burada herkesin yaptığına yine kendisinin sahip olacağını ifade eder. Ayrıca hasr ve tahsis ifade ettiği için burada emeğin dokunulmazlığına ve vergiden de muaf olduğuna delalet ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü daha önce geçtiği üzere vergi maldan alınır, fakat menfaatten alınmaz.[254] Bunun için emeğin karşılığı olan ücretlerden kesinti yapılması ve vergi alınması İslam ekonomisi açısından doğru olmayıp yanlış bir uygulamadır. Burada “leküm” : sizin için denilmeyip de “li enfüsiküm”: kendiniz için, buyrulması, mâ harfinin tekil olmayıp çoğul ve genel olduğunu gösterdiği gibi, herkesin kazancının ve elemeğinin tamamen kendisine ait bir şey olduğunu bildirmektedir, diyoruz.

Buradaki muhatap da insan yani çalışan ve sahip olan kişidir. İnsanlar yeryüzüne topluca sahip olurken bu ortak bir mülkiyettir. Ancak herkes, çalışıp kazandığına ve böylece meydana getirdiği şeylere bizzat kendisi doğrudan doğruya birey olarak sahip olur.

Takdîm : Kadem ayak, adım ve ayağı öne atmak anlamlarına gelir. Takdîm ise bir şeyi öne geçirmek demektir.[255] İnsanın gelecek için işlemiş olduğu herhangi bir şey, önceden yapıldığı için takdim edilmiş olur.

Burada fiil veya amel kelimeleri kullanılmayıp da takdim kökünden gelen bir fiilin kullanılmış olması, önce çalışmanın ve sonra sahip olmanın esas olduğuna işarettir diyebiliriz. Böylece önce borçlanıp sonra sahip olma yerine önce çalışıp kazanıp sonra sahip olma düzeni getirilmiştir. Böylece çalışma, kazanma ve harcama yani burada önce çalışma sonra da yaşama düzeninin esas olduğu ifade edildiğini anlamak mümkündür, diyoruz. Buna göre herkes gelecek için çalışacak, fakat halde ise geçmişte çalışıp kazandıklarıyla geçimini sağlayacaktır.

Burada takdim fiili, tefil babından getirilmiştir. Bu bab ise fiilde, failde veya mefulde bulunan bir çokluğu bildirmek için kullanılır.[256] İşte takdim kelimesinin bu babtan gelmesiyle bunun aman zaman ve peyderpey yapılan işler olduğu belirlenmiş olmaktadır. Bu bize takdim işinin maldan ziyade iş yapmanın ve çalışmaların-hizmet etmenin takdimi olduğunu gösterir. Çünkü insan günlük çalışır, her gün çalışır, bunun karşılığı olan ücretini ve veya hâsılayı ise ancak ay sonun ya da yılsonunda alır.             

Bu ayet üzerinde düşündüğümüz zaman üyeleri her ay periyodik olarak bir miktar para yatırmak suretiyle meydana getirilen bir ortaklık hatıra gelebilir. Bu ortaklık küçük olabileceği gibi, bütün bir toplumu içersine alabilecek kadar büyük de olabilir. Bireyler emek, mal ve paralarıyla bu kuruma herkes yapabildiği kadar değerlerini yatırırlar. Neticede hepsinin değerlerinin birleşmesiyle meydana gelen hâsıla veya mamulât, her üyenin yaptığı katkısı oranında aralarında ortak olur.

Tecidûhu : Onu bulursunuz. Vücd, çoğulu vicâd, sızıntı halinde akan bir su için bir çukur kazıp suyu böyle bir çukurda toplamak manasınadır.[257] ki, aslında mevcut olup fakat dağınık bir halde bulunan veya gizli olan şeyleri bulup ortaya çıkarmak demektir.

Takdim edilen şeyler başlangıçta peyderpey yavaş, yavaş verildiğinden dağınık durumda olup göze görünmez. Fakat suların oradan buradan gelip çukurda toplandığı gibi, bu kurumda toplanmakta ve orada (toplum ve Allah’ın yanında) hazır bulunmaktadır. Takdim edilen şeyler kastedilerek “onu bulursunuz” denilmekte böylece burada zamir tekil olarak gönderilmekte, bu şekilde o takdim ettiğiniz şeyleri bir arada birikmiş bir bütün olarak bulursunuz demek olur. Bulma fiili çoğul olup bulunan şey ise tekil olmasıyla sanki hâsıla bir tek bir bütün olup ondan herkesin bir payı bulunmaktadır. Eğer bu ürün bölünebilir cinsinden ise onu hak sahipleri kendi aralarında pay ederler. Burada yapılan benzetme ile ifade edecek olursak herkes, çukurda toplanan sudan kendi payına düşen hissesini alır. Eğer bu ürün bölünebilir cinsinden değilse, o takdirde hisse sahipleri müşterek olan bu mülkiyette kendi hakları kadar bir pay sahibi olurlar.    

I’ndallâhi : Allah’ın indinde, nezdinde ve onun yanında. Yani yaptığınız hayırlı işleri Allah katında bulacaksınız, demek olur. İnsan olarak yapılan hayırlar, geniş manada Allah’ın yanında bulunacak; insanın ekonomik varlık olarak yaptığı hayırlar yani faydalı şeyler[258] ise Allah’ın yeryüzündeki görevli memurları ve temsilcisi olan cemiyetin ve toplumun yanında bulunacaktır. Böylece bu kayıt ile yukarına sözü geçen kurumun ortaklaşa kurulmuş olan bir halk kurumu olduğu ortaya çıkar. Bu kurum bu şekliyle ne özel sektöre ve ne de devlet sektörüne benzer. O müşterek bir halk sektörüdür. Bu kuruluşun özellikleri ilerideki ayetler ışığında daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bununla beraber biz burada sadece bu ayete dayanarak bazı hükümleri düşünüp onların belirlenmesine çalışabiliriz.      

Burada mâ tükaddimû cümlesi mübteda, li enfüsikum cümlesi de haber olur, tecidûhu cümlesi de ikinci bir haber olur. Haber yalnız bir tane olmaz, birkaç tane olabilir.[259] Veya li enfüsikum tükaddimû fiilinin car ve mecruru yani mefulüdür. O zaman tecidûhu cümlesi mübtedanın haberi olur. Her iki şekilde de ekonomik bakımdan anlamlarda pek fark yoktur. Çünkü bu her iki yol da aynı sonuca yani bu takdim edilen şeylerin mülkiyeti onları takdim edenlere aittir neticesine götürür.

Min : Den. Bu kelime beyaniye veya tebiz için gelmiş olabilir.[260] Eğer “min” burada beyan için gelmiş ise, takdim edilen şeyin hayırlı–faydalı olmasının şart olduğu anlamı ortaya çıkar.

Min harfi burada tebiz için de gelmiş olabilir. O zaman hayrın hepsinin takdim edilmeyeceği, ancak bir kısmının takdim edileceği anlaşılır. Böylece herkes hayırdan kısım, kısım, parça, parça bir şeyler yapmış olur. “Hayr” kelimesi burada nekre olarak getirildiği için, belli ve bilinen faydalı bir iş değil, hayırlı ve faydalı olduktan sonra ne tür bir iş olursa olsun, bireyler istedikleri her hayırlı-faydalı işleri yapıp takdim ederler, demek olur. Hem bu suretle serbest teşebbüs gerçekleşmiş ve bireysel rekabet de ortadan kalkmış olur. Burada min harfinin tebiz için gelmiş olması ve hayr kelimesinin de nekre olarak söylenmiş olmasıyla serbest bir iş bölümüne işaret edilmiş olabilir. Eğer belirlenmiş bir iş bölümü esasına göre çalışma ve iş hayatı olsaydı, o zaman hayr kelimesi nekre değil, maarife olarak getirilirdi.

Kuran-ı Kerim’in pek çok yerinde nef’i ve zarar, husn ve sû’ hayr ve şerr, hakk ve bâtıl kelimeleri kullanılmaktadır. Bunların kullanıldıkları yerler ve ifade ettikleri manalara bakıldığı zaman şu husus ortaya çıkar. Husn ve sû’ ile, hak ve batıl kelimeleri daha çok afaki esaslarla ilgilidir. Yani bunlar insanın varlığı ile yakından ilgili olmayıp genel düzenin gereği olan hususlarla ilgili ayetlerde geçen kelimelerdir. Nef’i ve zarar ile hayr ve şerr kelimeleri ise insanla ilgili olup insanın başına gelen iyilik ve kötülükleri içersine alırlar. Nef’i ve zarar daha çok bir tek kişinin menfaati ve zararı olsa gerektir. Hayr ve şerr kelimeleri ise daha çok toplumla ilgili olup toplumun içersinde faydalı ve toplumun içersinde zararlı olan hususları ifade eder diyebiliriz. Onun için burada nef’i ve zarar geçici fayda ve zararları içine alır; hayr ve şer kelimeleri ise sürekli ve daha genel iyilik ve kötülükleri içersine alır, demek istiyoruz.        

Hayr :  Bu kelime develer içinde en çok doğurup ve en çok süt veren ve iyi olan yavuz develer sıfat olarak kullanılır. Sonraları sevilip tercih edilen her şeye hayr denilmiştir, ayrıca maddi varlığa ve çok mala da hayr denilmektedir.[261] Çünkü çok mal insanların tercihine mazhar olur. İşte yine buna dayanılarak şerrin karşılığı olan iyiliğe de hayr adı verilmiştir.

Buradaki hayr kelimesi mallar anlamına da gelebilir. O zaman bu, tasarruf edip de yatırım için verilmiş olan mallar anlamına gelir diyebiliriz. Veya şerrin karşılığı olan hayr manasınadır. O zaman da malı ve faydalı şeyi meydana getiren her hareket ve davranış demek olur. Yani hayr kelimesi Zilzal suresinde geçtiği gibi mala sıfat olabileceği gibi amele-emeğe de sıfat olabilir. Böylece insanlar için yararlı olan veya kendiniz için yararlı olan mal ve emekten-hizmetten ne takdim ederseniz onu Allah’ın nezdinde bulursunuz, demek olur.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Namazla kurulan çalışma ve mesai düzeni, zekât vergisiyle kurulan yaşama düzeni, bireylerin gelecek için çalışmaları sayesinde ve onlarla birlikte kurulup gerçekleşir.    

2- Herkes, gelecek için çalışır ve tasarruf eder. Herkes isterse tasarruflarını bir devlet bankasına (Mudarebe halk şirketine) emanet edebilir.

3- Çalışmalar ve üretim işleri özel mülkiyet ve serbest teşebbüs esaslarına dayanarak ortaklaşa, zincirin halkaları gibi birbirine bağlı olarak, toplu bir şekilde yapılır.

4- Zincirlemeli ve ortaklaşa bir çalışma sonunda elde edilen hâsıla ve meydana gelen üründe herkesin katkısına göre bir hissesi vardır.

5- Bireylerin, çalışmalara yaptıkları katkı, emek, sermaye veya mal şeklinde olabilir. Çalışmalara yapılan katkılar, faydalı olma özelliğini taşımalıdırlar.    

6- Çalışıp ortaklaşa olarak üretim yapma düzeni, kolektif olarak çalışan bir düzen olup bir çeşit halk ortaklığı olan bu kuruluşa ne bireyler ve ne de hükümetler müdahale edemezler.

7- Böylece İslam ekonomisinde kendisine mahsus bir üretim düzeni vardır. O nedenle bu üretim alanında bireyler, hükümetler ve diğer görevliler görevlerini bu düzene uygun olarak yerine getirirler ve kendi görüş ve kanaatlerine göre hareket etmede serbesttirler.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 134

“Onlar birer ümmet idi. Gelip geçtiler. Onların kazandıklarının kendilerinin, sizin kazandığınız da sizindir. Onların yaptıklarından siz sorumlu değilsiniz.”

Bu ayette her toplumun kesp ettiğinin-kazandığının kendisine ait olduğu bildirilmektedir. Biz daha çok “sizin kesbettiğiniz sizindir”, cümlesi üzerinde durmak istiyoruz.

Kesb : Yağın posasına, posa yığınına denir. Kesb, yaban meyvelerini, bir araya getirip yığmak, orada burada dağınık bir halde bulunan malları toplayıp yığmak demektir.[262] Bu kelime bize ekonomik olarak birçok esasların tespit edilmesine yardımcı olacaktır. Çünkü kesb, tabiatta mevcut olan faydalı şeyleri elde edip toparlayıp bir araya getirmektir.[263]     

Buradaki ümmet, cemaat ve toplum demektir.[264] Toplumun elde ettiği şeyler kendisine aittir denilmekle özel mülkiyetin bir esası konulmuş olur. Menkul mallarda mülkiyetin esası, onları ihraz etme ve elde etmedir. Yani serbest bulunan şeyleri kim toplayıp kendi malları arasına katarsa bunlar o kişinin olmuş olur. Artık başka kimseler bunları bir bedel karşılığı devralmak suretiyle sahip olabilirler. Gayrimenkul mallar için mülkiyetin sebebi ihya etmek kabul edildiği halde menkul mallar için ihraz: elde etme mülkiyetin sebebi kabul edilmiştir.[265]

Bu malı elde ederken harcanan emeğin az veya çok olması malın kolay veya zor elde edilmesi önemli değildir. Burada önemli olan kişinin o malı yerinden alıp kendi malları arasına katmış olmasıdır. Mülkiyet konusunda menkul mallarda mülkiyet için kesb: kazanıp elde etme yeterli olduğu halde gayrimenkullerde mülkiyet için işgal veya tesahüp kâfi gelmemektedir. Bir kimsenin toprağı taş, çukur, arık veya barajla çevirmesi mülkiyet için yeterli bir faaliyet değildir.[266] Çevrilen bir yer o haliyle ancak üç yıl kalabilir.[267]   

Yine burada arzın, yeryüzünün mülkiyeti değil de yeryüzünde olan şeylerin mülkiyeti ve onlara sahip olmanın esası daha açık bir şekilde görülmektedir.  

Ayette elde edilen şeylerle onlara malik olanlar çoğul olarak kullanıldığı için menkul mallarda özel mülkiyetin esas olduğu anlaşılır. Böylece herkesin kendi kazancı ve emeğinin kendisine ait olduğu açıklanmış olmaktadır. Burada failin çoğul olarak getirilmesi üretimin ortaklaşa toplu olarak yapılacağına işaret eder diyebiliriz.

“Onların amellerinden siz sorumlu tutulmazsınız” ifadesiyle de mülkiyetin sadece bir hak kurumu olmayıp aynı zamanda sorumluluk taşıyan bir kuruluş olduğu bildirilmektedir. Yani elde edilen malların kullanılması, elde ediliş yolları ve bir başka kişiye intikali bir düzen ve esaslar dâhilinde cereyan eder. Malların kendilerine göre ne hakları varsa verilir ve mallar hiçbir zaman heder edilmez ve israf edilmez.

Ayette kesbin amel ile tavsif edilmesiyle kesbin: elde etme hakkının kaynağının amel olduğuna işaret edilmiş olabilir. Böylece mülkiyetin esas kaynağının emek olduğu ortaya çıkmaktadır. Mülkiyetin esas kaynağının emek olduğu hususu “İnsan için kendi çalışmasından-emeğinden başka bir şey yoktur” ayeti[268] geldiği zaman daha geniş bir şekilde açıklanacaktır.

Aynı zamanda ayette gelir dağılımının adil bir şekilde yapılmasına, herkese kendi kazandığının aynısının verilmesine gelir dağılımını adil olarak ayarlamayan ülkelerin çabuk çöküp yok olacağına ve böyle ülkelerin hiçbir zaman ilerleyip önder bir ülke olamayacağına işaret edilmektedir.[269]

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Birey menkul malları elde etmekle onların sahibi olur.

2- Menkul mallar toplumda hep birlikte beraber olarak üretilip elde edilir.

3- Menkul mallar kim ve kimler tarafından üretilmiş ise onun ve onların olur.

4- Mülkiyet aynı zamanda sorumluluğu gerektiren bir kurumdur.

5- Mülkiyet Allah tarafından konulmuş olan kural ve kaidelerle yani şeriat çerçevesi dâhilinde tanınmış olan bir haktır. Onun için mutlak bir mülkiyet anlayışı yoktur; sınırlı ve kısıtlı bir mülkiyet hakkı vardır.

6- Gelir dağılımını adil bir şekilde ayarlamak herkesin ve her milletin kendi faydasına olur.

7- Gayrimenkul mallar için mülkiyetin sebebi, ihya ve imar, menkul mallarda ise ihraz ve elde etmedir.

8- Menkul mallarda özel mülkiyet esastır.

9- Özel mülkiyetin asıl kaynağı emektir.

10- Toplumda gelir dağılımı adil bir şekilde ayarlanır.

11- Gelir dağılımını adil bir şekilde ayarlamayan ülkeler kalkınıp ilerleyemez, çabuk çöküp yok olmaya mahkûm olurlar.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 139

“…O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, siizn amelleriniz de sizedir.”

‘Amel : Hareketli, işlek ve eşkin deveye ‘amle, denir.[270] Süngülerin göğsüne de ‘âmile adı verilmiştir.[271] Amel ise bilhassa bir maksatla yapılan iradi hareket ve davranışlara verilen bir isimdir.[272] Buna göre düşünmek ve üzülmek amel olmadığı gibi bir gaye ve maksat taşımayan hareket ve davranışlar da amel olmazlar. Bunlar olsa, olsa ancak fiil olurlar. Hayvanların hareketleri de amaçsız ve gayesiz olacağı için onlara da fiil denilir.[273] İnsanların birbirleri ile yaptıkları ekonomik münasebetlere de muamele adı verilmektedir.[274] Müfâale kelimesi ise daha çok hissi davranışlarla ilgili olan bir kelimedir, diyebiliriz.  

Burada “O, hem bizim Rabbimiz, hem de sizin Rabbinizdir” denilmek suretiyle Allah’ın toplulukları ayrı, ayrı terbiye ettiği; fakat terbiye eden bu varlığın tek olduğu ifade edilmektedir.

Bundan önceki ayette kesb: kazanıp elde etmek için de hayatta olanlarla daha evvel göçüp gidenler birbirinden ayrılmış; yaşayanlar bir zamir altında toplanmış olduğu halde, burada ise yaşayanların gruplara ayrılmış ve ayrı, ayrı oluşturulmuş kümeler olduklarını görüyoruz. Bütün insanlık âlemi yek pare bir varlık, tek bir varlık ve bir bütün değildir. Her bir toplum ayrı, ayrı varlıklardır. Dolayısıyla onların işleri de ayrı, ayrı olacaktır. Bu onları ayrı olmaları aynı Rabbin ve aynı yetiştiricinin eseri olmalarına engel değildir. Bir usta bile rahatlıkla birbirinden ayrı iki ev yapabilir. O halde Rab ve terbiye edici tek ve birdir. Bunun için her ne kadar düzenler birbirine benzese de toplumlar ayrı ayrıdırlar. Zaten ayrı, ayrı olan bu toplumlar kendi özelliklerini de koruyarak yaşamak durumundadırlar.           

Ayette “Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir” buyrulmakla çalışma ve iş hayatı bakımından her toplumun kendi işini kendi arasında yapacağına işaret edilmiş olabilir.

Diğer tarlatan da bütün insanlar yerküresinde üretim yapmaktadırlar. İşte bu üretimler her ne kadar yöresel olsa da onların bir de küresel tarafları da vardır. Bu yönüyle müşterek bir çalışma sonucu beynelmilel olarak üretilmiş olan bu mallar, mübadele yoluyla bütün bir beşeriyete ve tüm insanlığa şamil bir hal alır, diyebiliriz.

Bu sebepledir ki, İslam ekonomisinde bütün yeryüzü, mübadele alanı olarak kabul edilmiştir. Öyleyse mübadele beynelmilel olmalıdır, diyebiliriz. Zaten bu husus ilgili olan ayetler de vardır.[275] Hatta hac için dünyanın dört bir tarafından bir noktaya, Mekke’ye Kâbe’ye gelen hacılara mübadele yapmaları müsaade edilmiştir.[276] Hac aynı zamanda bir panayır ve beynelmilel bir ticarettir. Haccın ayrıca kültürel bir yönünün de varlığında şüphe yoktur.

İslam’ın ortaya koyduğu mübadele kanun ve kuralları ile ekonomik düzen ile siyasi sistemleri arasında tam bir ahenk ve uyum vardır. Mübadele konusunda milli sınırlar bir engel teşkil etmediği gibi, siyasi hayatta da iyilik ve yardımlaşma sınırları da dünya çapında genişleyebilir. “İslami devlet, toplumlar ve milletler arasındaki engelleri kaldırır. Aralarındaki bütün düşmanlıkları ve ihtilafları kaldırır ve hepsini bir kardeşlik- bir milletler ailesi haline getirmek ister.”[277]

Ayette “bizim amellerimiz bizedir” denilmekle her birimizin çalışması kendimize ait olduğu, yani herkesin kendi emeğine sahip olduğu ifade edilmektedir. Buna karşılık “sizin amelleriniz de sizedir” denilmekle ayrı, ayrı ameller üzerinde her grubun müşterek olarak sahip olma hakları olduğu anlaşılabilir. İşte burada birbirine zıt gibi görünen bu iki esasa dayanan bir düzene ihtiyaç olduğu bildirilmektedir, dersek aşırı gitmiş olmayız. Bu anlayış da mesela ortak yapılan bir işte herkesin kendi emeğini ve gücünü koyması, neticede elde edilen malların kesb haline dönüşmesi (yani malın o malı elde edenlere ait olması) ve serbest mübadele ve serbest piyasa sayesinde bütün dünyada dönüp dolaşan bir mal özelliğini kazandıran bir sistemin varlığını zaruri kılmaktadır.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- İnsanlar tek bir terbiyeci tarafından var edilip yetiştirilirler.   

 2-Toplumların ayrı, ayrı varlık ve şahsiyetleri vardır.

3- Çalışıp üretme her toplumun kendi içinde yapılır.

4- Herkes kendi emeğini ve gücünü toplumdaki çalışmalara katarak üretime katkıda bulunur ve yardım eder.

5- Ortaklaşa bir üretim sonunda meydana gelen hâsıla ve ürün toplum tarafından kazanılıp elde edilmiş olur.

6- Üretilip elde edilen mallardan herkes, kendisine düşen payı alır yani ürün ayni olarak paylaşılır.

7- Herkes, üretimden kendisine düşen payı istediği kimseye devredebilir.

8- Yeryüzündeki bütün mallar mübadele vasıtasıyla bütün insanların olma özelliğine sahip olur.

9- İslam ekonomisinde mübadele alanı bütün yeryüzüdür ve bütün yeryüzü olmalıdır.

 

   Bakara Suresi 2/ Ayet: 148

“Herkesin yöneldiği bir kıblesi vardır. Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olunuz, sonunda Allah hepinizi bir araya getirir”

Küllün : Bıçağın sırtına, kesmeyen tarafına “kellün”, denir.[278] Bir işin sonuna kadar varmaya benzetilerek işin tamamına “küll”, denilmiştir. İşe-güce yaramayan faydasız şeye de kellün adı verilir. “Kelâle” ise usul ve füruundan kimsesi bulunmayan, ana ve babası, çoluk ve çocuğu olmayan kimseye denir.[279] 

Küll kelimesi daha sonraları bütün veya hepsi anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu belirsiz olarak geldiği zaman her biri anlamına gelir. Burada bir düzen içersinde yaşayan bireylerden veya gruplardan her biri demek olur. Zaten bu hususta birçok görüşler vardır.[280] Her grubun ve her şahsın düzen içinde bir yönü ve bir işi vardır. Herkes kendi istikametine yönelir ve kendi işini görür.

Bu ayette özel teşebbüsün serbestliği ile mesleki teşekküllerin serbestliğine işaret vardır. Bireyin dilediği bir teşekküle girip çıkması serbest olduğu gibi, mesleki bir teşekkül kurması veya kurulu bulunan teşekküle son vermesi de serbesttir. Yalnız bu hareketlerin hep meşru bir düzen içersinde olması gerekir.

Buradaki lam harfi tahsis için gelmiştir. Yani her grubun ve her kesin kendisine mahsus bir yönü ve yöneti vardır yani bir işi vardır. Herkes ona yönelir ve görevi olan işini yapar. Bu suretle birey ve toplum, zincirlemeli bir şekilde yapılan çalışma düzeni ile kazanılıp elde edilen mallara kendisi sahip olacağı gibi, hareket ve davranışlarını, çalışmasını ve üretim yapmasını tamamen serbest teşebbüs içersinde yapacaktır. Böylece herkes kendi işini kendisi seçecek ve yine kendi görevini kendisi yerine getirecektir.

Viche : Vech, yüz demektir. Viche ise kişinin yöneleceği, yüzünü çevirip gideceği yere denir. Yön, taraf, yöneti, semt demektir.[281] Ayette insanlardan her birinin bir yönü olduğu bildirilmektedir. Viche kelimesi burada nekre olarak gelmiştir. Onun için herkesin bir yönü ve bir yöntemi olacağı ifadesi tekit edilmiş olmaktadır.

Bu ayet herkesin kendi işini kendisinin seçmesini dilediği hedefe yönelmesini esas almakla beraber burada herkes için tek yön kabul edilmiş bulunmaktadır. Yani herkes her işi yapmayacak herkes işini kendisi seçecek, birer iş yapacak ve bir işi neticelendirmeden başka bir iş yapmayacaktır. Böylece işbölümü esas olarak kabul edilmiş, bir iş yaparken diğer işleri de kendi inhisarı altına alıp başkalarına engel olmaz. Bunun için “Viche” kelimsi belirsiz olarak gelmiş ve tekil olarak kullanılmıştır.

Herkesin bir işi vardır, denileceği yerde, herkesin bir yönü vardır, buyrulmuştur. Çünkü bir yön, tektir. Fakat bu bir yönde giden çeşitli işler olabilir. O işlerin hepsini bir tek kişi de yapabilir. Mesela bu yön buğday üretimi olsun. Buğday üretiminde işbölümü vardır. Anacak burada birey değişik işler yapabilir. Burada iş bölümü teşvik edilmemiştir. Çünkü mallarda geçerli olan fiyat dengesi emekte kurulamaz ve işbölümü de her zaman gerçekleştirilemez.      

İslam âlimleri mal ile emeği ayrı ve farklı kabul ederek onları ayrı, ayrı kanun ve kurallara tabi tutmuşlardır. Fıkıhçılar da malları alış-veriş bahsinde alıp satarken, emeği de icâre bahsinde yani ayrı bir bölümde ele almışlardır. Emek asla mal gibi telakki edilemez ve ona benzetilemez. Aynı mal gibi alınıp satılamaz, emeği bedeli olan ücretlerin düşmesi veya yükselmesi için arz talep dalgalanmalarına tabi tutulamaz.[282]

Emekte işbölümü ancak ortaklık şeklinde gerçekleştirilebilir. Çünkü bir ortaklıkta işbölümü yapıldığı zaman ortakların tek hedefi olmuş olur. Bu takdirde küll kelimesi birey olarak değil, bir grup olarak anlamlandırılmış olur. Nitekim buna grup manası verenler de olmuştur.[283] Böylece aralarında bir ortaklık kurmuş veya bir kurumda birleşmiş olan kimselerden her birinin ayrı, ayrı işleri bulunmakla yani bir işbölümü olmakla beraber bir tek hedefleri bulunacağı anlaşılmış olur.

Küll kelimesine toplumlar anlamı verdiğimiz zaman ortaklaşa üretimde bulunan kimselerin tek hedefi olacağı ortaya çıkar. Bireyler manası verildiğinde ise herkesin üretimde bir hedefi olacağı ifade edilmiş olur. Neticede bu, ister birey halinde ister toplumlar halinde olsun, herkes veya grup birlikte mal üreterek topluma vermiş olurlar. Onlar kendi ihtiyaçları olan malları da toplumdan temin ederler. İşte bu anlamı ifade etmek için amel: işyerine viche: yön kelimesi getirilmiş, hem de tekil olarak ve belirsiz olarak getirilmiştir, diyebiliriz.    

Vely : Bir yağmur yağdıktan sonra arkasından ikinci bir yağmurun yağmasına, denir.[284] Birisinin arkasından gitmek, peşini takip etmek manasına gelir. Tevelli ise bir işin arakasından başka bir iş yapmak veya bir şeyin arkasından başka bir şey koymaktır. Konuştuktan sonra dönüp gidenler için vellâ müdbiran: sonra arkasını çevirerek dönüp gitti, denilir. Bu tabirden de anlaşılacağı gibi, bu kelime, geçişsiz bir fiildir. Fakat babının binası geçişli olmaya yeterlidir.

Geçişsiz olduğu zaman bu ayetin anlamı şöyle olur: Herkesin bir yönü vardır; kendisi oraya döner, yönünü kovalar, peşini takip eder, demek olur ki, bu, herkesin istediği işi seçeceğini ve herkesin kendi teşebbüsü ile serbestçe iş yapacağını ifade etmiş olur. Mesela planlamada pek çok hedef tespit edilir. Bireyler veya gruplar o hedeflerden birisini seçerler.

Eğer tevelli kelimesi geçişli olarak kabul edilirse o zaman herkes yönünü kendisi tayin eder, demek olur. Yani burada belli işler ve belli bir plan yoktur. Herkes kendisine göre bir plan yapar ve o plana göre hareket edip kendi yönünü tayin eder. Bütün bunlar serbest teşebbüs ve serbest plan esaslarını dile getirir.

Ayetin ikinci bir yönü de vardır. Buradaki “hüve” zamirini Allah’a gönderebiliriz.[285] O zaman yönü tayin edecek makamın kamu, toplum ve devlet olduğu ortaya çıkar ki, bu da devlet planlamasının varlığını ortaya koyar. Ancak devlet planlamasının nerelerde olup olmadığı hususu yeri geldikçe başka ayetler yardımı ile tespit edilir. 

Burada bir usul kaidesinden  bahsetmek yerinde bir hareket olacaktır. Eğer bir ayet gerek kıraat sebebiyle ve gerekse kelimelerin manası itibariyle farklı anlamlara delalet ediyorsa, o zaman anlamın birini bir hale, diğerini de diğer hale çevirmek gerekir. Mesela kadınların hayızdan temizlenmelerini bildiren ayetteki kıraat farkındaki durum böyledir. Mesela ayette “temizlenene kadar onlara yaklaşmayın” buyrulmaktadır.[286]

Bu ayetteki kelimeyi şeddeli ve şeddesiz yani “yattahharne” ve “yathurne” şeklinde okumak mümkündür. Mesela şeddeli okunursa kirlilik hali bitip temizlendikten sonra, yıkanmadan önce münasebetin haram; ancak kelime şeddesiz okunursa ilişkinin helal olmasını ifade eder. Şeddeli kıraat hayız müddetinin 10 günden az olmasına, şeddesiz kıraat ise 10 günde kesilmesine çevirmekle böylece iki kıraat arasındaki çelişki kaldırılmış olur.[287] Bu şekilde her iki anlam da kendi şartları içinde ayrı, ayrı doğru olmuş olur.

Bu ayette de iki mana vardır. Birisi plana göre hareket etmek, diğeri ise plansız, serbest hareket etmektir. Yani ekonomide özel teşebbüs mü yoksa devlet planlaması mı uygulanacak, sorusuna biz bunların ikisi de vardır diyoruz. Hangisinin nerede olduğunu, alanlarını ve sınırlarını başka ayetler ışığında tespit etmeye çalışacak, eğer ayetlerde bulamazsak istihsan metoduna başvurarak kendi görüş ve düşüncemize göre faydalı bir ayrım yapmaya gayret ederiz.[288] Mesela yol, su, elektrik, ibadethane ve park… gibi yerleri şehir planlamasına, bireylerin yiyip içmelerini, giyip kuşanmalarını ise serbest teşebbüse örnek verebiliriz.

Festebikû : İstibak edin, yarışın. es-Sebaku ve sebkatü koşu yarışlarında aralarında tespit ettikleri öndele tabir olunan uç noktaya ve bir koşu atının diğerlerinden önce buraya varmasına denir.[289] Buna göre herkes, tespit edilen hedefe ve noktaya doğru koşar ve ilk varan kişi yarışı kazanmış olur. Bununla beraber herkes yine oraya varmaya çalışır. Burada müsabaka ve yarış başkalarını geri itmekle değil, bütün gücünü sarf ederek, ilk önce hedefe varmaya çalışmakla kazanılır.

Toplumda herkes, refah ve mutluluğa vesile olan şeye doğru yönelecek ve koşacaktır.[290] Böylece herkes, kendi derecesini almış olur. Mesela herkes, malını daha iyi, daha kaliteli ve daha ucuza üretmeye çalışır. Fakat kimsenin daha pahalıya ve daha düşük kaliteli mal üretmesini istemez. Başkasının zayıflığından ve beceriksizliğinden faydalanmaya kalkmaz ve bunu düşünmez. Birinin yenilmesiyle değil, koşu yarışlarında olduğu gibi, birbirini geçmek suretiyle müsabaka ve yarış yapılır. İşte İslam bu şekilde olan bir yarışı emretmiş ve başkalarını geriletme şeklindeki bir yarışmayı ise yasaklamıştır.

Burada sebkat: öne geçme emri, iftiâl babından getirilmiştir. Bu, kendi kendine yarışma yani bugün dün yaptığından daha iyi ve daha ucuza yapma yarığı demektir. Malların maliyetini düşürme ve kalitesini yükseltmek için yapılan yarışma, neticede daha az kar ile yapılan yarışma kendi kendine yarışmadır. Herkes kendi yönünü tayin ettikten sonra da ekonomik yarışa devam edecektir.       

Bu emrin çoğul olarak getirilmesi de bu yarışmanın hep birlikte ve herkes tarafından yapılması gerektiğine işaret eder diyebiliriz. Yani herkes bir taraftan kendisiyle yarışırken diğer taraftan da kendi meslektaşları ve komşuları ile de yarışacaktır. Böylece bütün toplum hep birbiriyle yarışmış olur. Bugün sınıflar arasında mevcut olan çatışma sadece yıkıcı bir rekabetten ibarettir. Bunun yerine yapıcı rekabet getirilmelidir. Bu suretle sınıfları çatıştırmak yerine kitle ve toplum içinde herkes hayırda ve iyi işlerde yarışırken bütün toplum da gelişme ve ilerleme sürecine girer ve neticede bir kalkınmışlık ortaya çıkar.

Hayrât : Bu hayrat kelimesinin çoğuludur. Böylece anlam hayırlarda yarışın demek olur. Burada hayrât kelimesi hem çoğul ve hem de belirli olarak getirilmiştir. Bu şekilde bir toplulukta çeşitli hayır işleri olacak, hem aynı işte çalışanlar o işte hem birbirileriyle yarışacak hem de ayrı, ayrı iş yapanlar birbirileriyle yarışacaklardır. Mesela hayvancılık yapanların pamukçuluk yapanlarla hangimiz işini daha iyi yapacak ve görevini yerine getirecek diye aralarında yarışması buna örnek verilebilir. Çünkü zaten dişi kelimeler çoğul mana ifade ederler. Böyle olduğu halde bu kelimenin sonradan tekrar bir ek ile edilerek çoğul yapılması ve bir de belirli olarak getirilmesi ile bu çoğulun çoğulu olmuş ve istiğrak anlamını kazanmış olur ki, bu suretle bunda üç defa çoğulluk alameti belirlenmiş olur.

Hayr : Daha iyisi ve daha üstünü olan demektir.[291] Buna göre mana hepiniz daha iyi yapmak için yarışın demek olur. Daha iyi olan şey de üstün kaliteli olmakla birlikte fiyatı da daha ucuz olan şey demektir.       

Burada hayr kelimesi getirilmiş de menfaat kelimesi getirilmemiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi nefi’ kelimesi bireysel ve geçici olan bir iyiliği ifade eder. Mesela toplumun mallarını o toplumu meydana getiren bireyler, kendi aralarında paylaşsalar ilk bakışta sanki bundan herkes fayda sağlamış gibi görülür. Ancak ileride o topluluk dağılacağından ve bireyler de toplum olmadan yaşayamayacağından bu onlar için yarar değil, zarar; iyilik değil, kötülük; hayır değil, şer olur. Eğer herkes, toplum için kendi malından bir parça verse ve hayır yapsa bu da ilk bakışta bireyin zararına gibi görülebilir. Hâlbuki verilen bu parçalar toplanıp bir değer teşkil ederler ve toplumun yol, su, elektrik ve bir başka şey ve yerde yine toplum için harcanmış olur. Böylece bireyler de bu verdiklerinden kat kat fazlasıyla faydalanmış olurlar. İşte burada hayr kelimesinin kullanılmasıyla bireyin kendi şahsi çıkarında ve menfaatinde yarış yapmak değil, hayırda yarış, iyi ve faydalı şeyde ve biçimde yarış anlaşılmaktadır. Öyleyse yarışmanın ikinci esası da hayırda: hem birey ve hem de toplum için faydalı olan şeylerde yarış ve yararlı bir biçimde yarış olduğu anlaşılmaktadır.

Eynemâ : Eyne kelimesi nerede anlamına olup mekan için kullanılır.[292] Aslında bu eyyâne: ne zaman kelimesinin karşılığında kullanılır. Eyne kelimesine mâ da eklenince her nerede anlamına gelir. Mâ harfi umum ifade eden kelimelerden birisi olduğundan[293] bütün fiilleri ve eşyaları içersine alır. Bunun için de nerede ve ne işi yaparsanız yapın manasına olur. Yani buradan anladığımıza göre serbest bir yarışma düzeni kurulacak, o düzende herkes, iyilikte yarışacak ve sonunda nerede iş yapılmış olursa olsun toplum onu bir araya getirmiş ve değerlendirmiş olacaktır.

Tekûnû : Bu kevn kökünden gelen bir kelimedir. Kevn ortaya çıkmak, meydana gelmek demektir.[294] Bir şeyin deprenmesine, kıpırdanıp sallanmasına ve böylece varlığını belli etmesine tekevvün adı verilir.

Kâne, oldu, idi ve bulundu manalarına gelir. Buna göre cümle hangi işte bulunursanız bulunun ne işle meşgul olursanız olun ve nerede bulunursanız bulunun Allah sizi topluca getirir, şeklinde kurulur. Bu suretle bireylerin işlerini ve işyerlerini kendileri serbestçe seçeceği anlaşılır. Bunun için her birey işini ve işyerini kolaylıkla değiştirebilecektir.

Netice olarak herkes, işinde kendi isteği ile serbestçe çalışacak, iyilikte yarış yapacak, böylece birlikte yaşama ve gelişmeye yarım eden ve toplum yararına olan bir yarış düzeni kurulmuş olacaktır.

Burada Allah yaptıklarınızı bir araya getirir, denilmiyor da, sizi bir araya getirir buyruluyor. Çünkü gaye mal değildir, asıl gaye insanların birlik halinde bir toplum olarak yaşamalarıdır.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Her bireyin kendine göre bir işi vardır.

2- Herkes kendi işini kendisi seçer.

3- Herkes malı üretir ve topluma arz eder, verir.

4- İsteyenler emeklerini birleştirip beraber üretim yapabilirler.

5- Her birey, üreteceği şeyi ve şekli kendisi seçer.    

6- Gereken yerlerde plana uymak suretiyle serbest işler de yapılabilir.

7- Devlet planlaması olmayan yerlerde herkes, kendi işini kendisi planlar.

8- Birey mevcud olan işlerden birisini veya yapabileceği herhangi bir işi seçip yapar.

9- Her birey kendi kendine yarış yapar; daha kaliteli ve daha ucuza mal üretmek için uğraşır.

10- Aynı işi yapanlar kendi aralarında yarış ederler, daha iyi kaliteli ve daha ucuza mal üretmeye çalışırlar.

11- Ayrı, ayrı işlerde çalışanlar da yine kendi aralarında yarış ederler. Herkes kendi görevini diğerinden daha iyi yapmaya çalışıp bu hususta gayret gösterir.

12- Toplumun bireyleri toplum içersinde hem kendi ve hem de cemiyetin faydasına olan işlerde hep birlikte topluca yarış ederler. Birbirleriyle yardımlaşmada yarışırlar.

13- Bireyler, geçici menfaatleri için başkalarına veya topluma zararlı olacak işlerde yarış yapmazlar.

14- Bütün çalışmalar ve ürünler toplum içinde değerlenir. Her birey, iyilikte yarıştaki başarınsa göre toplum içersinde kendisine düşen payını alır.

15- Ekonomik düzende bireyin ve toplumun kalkınması, birlikte olur. Bu sebeple topluca hep beraber kalkınmaya ihtiyaç vardır ve onun için buna önem verilir.

16- İslam ekonomisinde devlet planlaması da vardır.

17- Emek mal demek değildir ve aynı kural ve kanunlara tabi tutulamaz. Bu sebeple fiyat dengesinin sağlanması için mallarda olduğu gibi, emekte arz talep kanunları çalışmaz ve emek bu dalgalanmalara tabi tutulamaz.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 155     

“Elbette sizi biraz korku, biraz açlık, birazda mallardan, canlarda ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz, Sabredenleri müjdele!”

Belâ : Bilv, incelmiş ve zayıflamış insan ve deveye denir.[295] Türkçede kullandığımız bileylemek kelimesi de bu kökten gelse gerektir. Sonraları bu bilemek şekline dönüşmüş olabilir. Bela ise insanın uğramış olduğu sıkıntı ve felakettir. İnsanı zayıflattığı veya bileyip keskinleştirdiği için belaya bu ad verilmiş olabilir. Belâ, bir kimseyi bir işte sıkıntıya sokup buna dayanma kabiliyetini denemek, sınamak, imtihan etmek ve böylece geliştirmek manalarına gelir.

İnsanların biraz korku ve açlıkla, mal, can ve gelir noksanlığı ile devamlı olarak terbiye edildiklerini ve bu sayede bilenip olgunlaştırıldıklarını ifade eden bu ayet yaşama düzeninin bir esasını ortaya koymaktadır. İnsanlar yeryüzüne sadece yaşayıp zevk alsınlar diye getirilmemiştir. Çünkü hayatın sıkıntılı, korkulu ve endişeli yönleri de vardır. En kıymetli şeyler en zor kazanılan sıkıntılar çekerek elde şeylerdir. İnsanoğlu devamlı olarak zaten tabiatla bir mücadele içersindedir. Tabiattaki mallar sıkıntı çekmeden ve emek harcamadan ihtiyaçları giderecek özellik ve kabiliyette var edilmiş değildirler. İlahi düzen böyle kurulmuştur. İnsanoğlunun bu konuda yapacağı bir şey yoktur.

Sıkıntıya sokacağız anlamını veren fiilin başındaki lam harfi ve sonundaki şeddeli nun harfi, bu sıkıntının mutlak olduğunu, zorunlu olduğunu ve bundan kurtuluş imkânının bulunmadığını bildirmek için gelmiştir, diyebiliriz. Bu yüzden insan, ihtiyacını hemen kolayca tatmin edememektedir. İnsan ihtiyacını gidermek için malları kullanılır hale getirinceye kadar birçok sıkıntı ve zorluklar çekmektedir. Mallar tabiatta hazır, hemen tüketilecek bir durumda bulunmazlar. Üretilmeleri ve çoğaltılmamaları gerekir. Ekonomi dilinde buna nedret kanunu adı verilir.[296]

İktisatçılar yeryüzündeki insana faydalı olan malları serbest mallar ve iktisadi mallar olmak üzere iki gruba ayırırlar.[297] Serbest mallar pek çok olup ihtiyaçtan fazla bulunurlar. İnsanlar bunları hiçbir emek harcamadan doğrudan kullanabilirler. Mesela teneffüs ettiğimiz hava böyle bir şeydir. İktisadi mallar ise ancak ihtiyaçlara yetecek kadar olup bunların üretilmesi ve kullanılabilir hale getirilmesi için emek harcanması ve enerji sarf edilmesi gerekir.

İşte insanların muhtaç oldukları mallar, ancak yeteri kadar yaratılmış ve fazla var edilmemişlerdir. Yeterli imkânları en iyi bir şekilde değerlendirmek suretiyle üretim yapılır. Zaten insanlar için çalışma düzeni de bu yüzden kurulmuştur.  

Bişey’in : Bir şey ile demektir. Bu bâ harfi ile belâ fiili geçişli hale getirilmiştir.  

Meşîet : Bu dilemek manasınadır[298] ki, bir şeyin olmasını istemektir. Şey ise olması istenmiş, tasarlanmış, olmuş veya olmamış her nesneye denilir. Fiiller, fikirler, maddeler, hisler meydana gelmiş olsun olmasın, varlığı düşünüldüğü müddetçe şeydirler.

İnsan da bir varlık olma bakımından şeydir. Ancak o bir dilek ve istek sahibi olma bakımından bir dileyici ve isteyici olma bakımından şey değildir. O halde insan bazen eşyanın içinde bazen de dışında düşünülmelidir. Buna göre insan eşya olarak düşünüldüğü zaman mülkiyete mevzu olabilir. Emek alış-verileri ve işçilik sözleşmeleri bu esasa dayanır. İnsan eşyanın dışında düşünüldüğü zaman ise o, mülkiyete mevzu olamaz. Bunun için onun şahsiyeti katiyen devredilemez Onun iradesi bölünemez, hiçbir zaman kendisinden ayrılamaz. Bu sebeple insan hiçbir zaman mal değildir.[299] 

   Ayette sizi ibtila edeceğiz denilmeyip de sizi bir şey ile belalandıracağız buyrulması ve şey kelimesinin belirsiz ve tekil olarak getirilmesi belaların topluca geleceğini yani korku, açlık, mallarda ve canlardaki eksilmenin ve gelirlerdeki azalmanın bireylere ayrı, ayrı değil de bütün topluma hep birden arız olacağını belirtmiş olabilir. Çalışma ve yaşama düzeni içtimai olunca düzen de birbirine bağlı olarak kolektif bir kuruluş olunca gelecek tehlike ayrı, ayrı kısımlara değil, bütün vücuda şamil olur. Vücudumuzun herhangi bir yerine bir iğne battığı zaman bunun acısını bütün vücut duyar. İşte ekonomik düzen de böyledir. Bu ana düstur ekonomik düzenin de böyle bir vücut gibi olduğunu gösterir. Öyleyse bireyler ortak tedbirler alacak, sıkıntı ve krizlere karşı durabilmek için birbirilerine daha çok yaklaşacaklardır.

Şey kelimesinin belirsiz olarak gelmesi de bu korku, açlık ve mal kıtlığı gibi belaların nereden, nasıl ve ne zaman geleceğinin belli olmadığına işaret eder diyebiliriz. Ancak insanoğlunun bu musibetlere karşı her zaman uyanık durup buna göre davranması gerekir.      

Havf : Dağ yörelerinde inişli çıkışlı olan yerlere “hayf” adı verilir.[300] Bu kelime değişik şeylere sıfat olabilir. Gözleri değişik olan, bir gözü mavi diğer gözü ise siyah olan ata hayf denir. Soyguncuların yol kemelerine elverişli olan alçaklı yüksekli kıvrımlı yollara, kayalıklı veya ağaçlı yollara mahûf adı verilir. Havf etmek korkmak demektir. Issız dağ yollarında bir sırtı dönerken veya bir çukuru geçerken acaba birisi benim yolumu kesti mi diye insanın içine doğan duyguya havf: korku denir.

Gelecek bir tehlike ihtimaline karşı tedbir alsın diye, insanın içine bir korku hissi verilmiştir. İnsanlar her zaman böyle çeşitli tehlikelerle karşı karşıyadırlar. Böylece bu duygu onları tedbir almaya sevk edip zorlar. Bu korku daha çok dışarıdan gelebilecek beklenmedik bazen de beklenen hadiselere karşı insanın içinde duyduğu bir endişedir. İnsanları faaliyete sürükleyen onları tedbir almaya zorlayan daima bu histir. Zarar etme, aç kalma, düşmanın saldırısına uğrama veya başkalarının ayıplama korkusu insanı çalışmaya ve bu hususta gayret göstermeye sürüklemektedir. Eğer bu korkular olmasaydı insanların çoğu hiç iş yapmaz ve çalışmaya koyulmazlardı.

Cû’ : Yemek zamanı geldiğinde insanın duyduğu açlık ve acılıktır. Bu midenin boş olduğunu ve yemek istediğini bildiren bir habercidir. Su ve cinsel ilişki ihtiyaçları da cû’ kelimesiyle ifade edilebilir. Bu havf’in aksine vücudun iç tarafından gelen ve içte olan tabii eksikliği haber veren bir duygudur. Korku, doğal tehlikeleri haber verir. Açlık da doğal eksiklikleri haber verir. Bu suretle insanlar önlem alarak kendilerini iç ve dış tehlikelerden korumuş olurlar. İşte burada hem havf, hem de cû’ kelimelerinin belirli olarak gelmesi, bu korku ve açlığın belli doğal duygulardan olduğunu ifade eder. Bazen korkuyu giderecek tedbirleri almak, açlığı giderecek imkânları yeterince bulmak pek mümkün olmayabilir. Hatta büyük bir kıtlık baş gösterebilir. İşte o zaman bu toplum için bir imtihan demek olur.

Naks : Bu eksiklik ve noksanlık demektir.[301] Naks etmek bir şeyi kesik eksilmek veya dolu bir kaptan bir şey alıp eksiltmektir. Bir şeyde meydana gelen azlığa naks denilir. Yukarıda korku ve açlıkta “şey” kelimesi kullanılmış, burada ise mal, can ve meyve hakkında naks kelimesi kullanılmıştır. Birincilerin artmasından ikincilerin ise eksilmesinden endişe edilir.  

Burada naks kelimesi de şey kelimesi gibi tekil ve belirsiz olarak getirilmiştir. Bu eksikliğin sosyal olduğunu ve bireylerden birisinin başına gelince herkese yayılacağını gösterir. Bu hususta toplumun durumu bileşik kaplara benzer diyebiliriz. Birisinin seviyesi düşünce hepsinin seviyesi düşer. Halkı zengin olan toplumların tüccarları da zengindir. Üretici zengin ise tüketici de zengindir. Naks kelimesinin belirsizliği bu eksiklik ve kıtlığın ne zaman, nerede ve nasıl meydana geleceğinin meçhul ve bilinmez olduğunu haber vermektedir, diyebiliriz.     

Mâl : Hayvanlara yük sarmak için sırtına dayattıkları çatal dayağa ve bu dayamaya “meyl” denir.[302] Daha sonra bu kelime eğik ve meyilli olan her şey için kullanılmaya başlanmıştır. Örümceğe de “mûle” denilmektedir.[303] Örümcek ağını ördükten sonra pusuya yatıp faydalanacağı avını yakaladığı için bu adını almıştır. Mûle demek mallanmış demektir. Buna göre örümceğin ağına düşen şey de mal olur.[304] Rağıb ise malı meyl kökünden almış ve şöyle bir fikir yürütmüştür. Mal’a devamlı olarak elden çıkmaya ve yok olmaya meyilli olduğu için bu ad verilmiştir. Bu hususta “Mal kahpenin biridir; bir gün attarın, diğer gün de baytarın evinde olur”, sözünü delil getirmiştir.[305] 

İnsanların kurdukları tuzaklara düşen veya ehlileştirilmiş olan hayvanlara mal denir. Meyveleri toplayıp yığmaya kesb denildiği gibi, bu yığılan şeylere de mal adı verilir. Gayrimenkuller mal değil, mülktür. Mal kelimesi Kuran-ı Kerim’de evlere yani gayrimenkullere karşı kullanıldığı için[306] mal adı yalnız menkullere yani taşınabilir eşyalara verilmelidir. Hayvanlar, arabalar ve buzdolapları gibi taşınabilir olan her şey maldır. Parçalanmadan bozulup dağıtılmadan yerinden sökülüp kaldırılıp taşınamayan şeyler ise mal değildir. Arap köylüleri ve göçebeleri de mal diye daha çok deve, sığır ve koyun gibi hayvanlara derlermiş.[307]   

“Allah malı dünyada inanların ihtiyaçlarını gideren bir vasıta olarak yaratmıştır”.[308] “Mal ismi ancak alınıp satılan bir kıymeti olan ve onu telef edenin değerini tazmin etme yükümlülüğü bulunan şeylerle insanın atmayıp muhafaza ettiği küçük madeni para ve benzeri şeylere verilir.”[309]

İslam hukukçuları malı diğer yönden değerli (mütekavvim) ve değersiz (gayri mütekavvim) olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. Kıymetli mal kullanılması meşru, bir ihtiyacı giderebilecek vasıfta ve istediğimiz zaman hemen emrimize amade olan maldır. Bunun için şarap, yerdeki birkaç buğday tanesi ve havada uçan kuş değerli mal sayılmazlar. Malı diğer yönden de menkul ve gayrimenkul diye iki kısma ayırmaktadırlar.[310]

 

                  Nefs : Can, ruh, kan manalarına gelir. İçmek için suyu yudumlamaya da nefes denir.[311] Sonraları alınan havaya ve soluğa da nefes denilmiştir. Alınan nefesten veya havanın şeffaflığından istiare olarak ruha da nefs adı verilmiştir.

Ayette nefs kelimesi şahıs manasına olup çoğul olarak kullanılmıştır. Böylece mallar ve canlardaki eksikliğin bir bela olduğu açıklanmaktadır. Bütün ekonomik faaliyetin gayesi malların ve nüfusun artmasıdır, diyebiliriz. Burada mal ile şahıs birlikte zikredilip ayrı, ayrı dile getirildiği için mali güç ile nüfus arasında bir alaka var demektir. Bir toplum fakirleşmeye başlayınca nüfusu da azalır. Zengin ülkelerin mal, para ve mülkleri ile beraber nüfuslarının da arttığı görülür. Bunun için doğal düzen budur ve böyledir, diyebiliriz. Bazen bunun aksine olan durumlar geçici olan hallerdir. İlerideki ayetlerde geleceği üzere[312] İslam ekonomisinde nüfus planlamasının yeri yoktur. Aile planlaması veya doğum kontrolü gibi şeyler memleket için zararlı olan uygulamalardır.

Ayette malların eksilmesinden sonra canların eksilmesinden bahsediliyor. Bir memleketin mali gücü azaldığı zaman nüfusunda da bir azalma meydana gelir. Böylece nüfus azalınca da ekonomik hareket hızını kaybeder ve sözü edilen semere ve meyvelerin de eksildiği görülür. Üretim sonunda elde edilen ürün de bu şekilde azalmış olur. Öyleyse malların azalmamasına dikkat etmek gerekmektedir. Bu sebeple hem nüfusun azalmaması ve hem de elde edeceğimiz ürünlerin rekoltesinin düşmemesi için bu hususta tedbir alınmasına ihtiyaç vardır.

Esasen gerek burada gerekse bundan önce korku ve açlık ile mal ve canların eksilmesi, bir vav harfinde toplanmış olması bunların iç içe olup birbirini tamamlayan şeyler olduğunu ifade etmektedir, diyebiliriz. Nüfusun artması ve eksilmesi hep birbirine bağlıdır. Böylece onların biri arttığı zaman diğeri de artar, azaldığı zaman diğeri de azalır.

Burada bir de semerelerin eksilmesinden söz edilmektedir Semere, meyveye, ağacın yemişine denir.[313] İnsanların meyvesi de çocuklarıdır. Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır. “Bir kulun çocuğu öldüğü zaman Allah meleklere kulumun çocuğunun ruhunu aldınız, öyle mi der. Melekler de evet derler. Allah kulum ne dedi diye sorar. O sana hamd etti ve istirca etti. ”İnna lillahi ve inna ileyhi raciun”= (Biz Allah içiniz ve ona döneceğiz, dediler) diye cevap verirler. Böylece Allah meleklere bu kulum için cennette bir ev yapınız ve ona hamd evi adı veriniz, buyurur.[314] Öyleyse yalnız bitkilerin meyvesi olmaz; insanların da meyvesi olur. İnsanların meyvesi onların çocuklarıdır. İşte bunu ifade etmek için semere kelimesi en sonda geldiği gibi emval kelimesinin hemen arkasında zikredilmiştir, diyebiliriz. Buna göre meyve hem mallara ve hem de insanlara ait olabilir diyoruz. Meyveyi bilimsel olarak şöyle tarif edebiliriz. Bir nesneye hiçbir eksiklik gelmeden kendi cinsinden bir şey meydana getirmesine İsmar, bu meydana gelen şeye de semere: meyve denir.

İnsanlar ile malların sanki ömürlerinin kısa ve geçici olması bakımından aralarında bir benzerlik vardır. Eğer hayattakiler ve var olanlar gittikten sonra onların yerlerine yenileri gelmezse kısa zamanda nesilleri yok olup tükenir. Bunun için insanların ve malların sayılarında artma ve çoğalma olmalıdır. İşte bu artan kısım ve yeni gelenler yok olan malların ve giden insanların yerlerini alırlar.

İşte insanları çalışıp uğraşmaya sürükleyen, onları bir takım hareket ve davranışlara götüren şey, kendi neslini devam ettirme duygusu ile kendisini yaşatacak olan vasıtaların azalması korkusudur. Allah öyle bir düzen kurmuştur ki, insanlar, çalışmadığı zaman mallarında ve nüfuslarında bir azalma meydana gelir. Bu azalma da insanlarda korku ve açlık duygusu yaratmakta, bu korku ve açlık ıstırabı insanları ebedi bir gayrete sürüklemekte ve bu devran böylece devam edip gitmektedir.

Bir devlet düzeni de ancak böyle olmalı; yani çalışanların malları ve nüfusları artmalı; çalışmayanların ise aksine azalmalıdır. Böylece biraz önce sözünü ettiğimiz korku ve ıstırap onları da çalışmaya sürüklemeli ve bu suretle hiçbir birey çalışmaktan uzak kalmamalıdır.

Burada adı geçen sıkıntılar Allah tarafından geldiği için hükümetlerin bu işlere müdahale etme yetki ve salahiyetleri yoktur. Bu bir hukuki mesele olmaktan daha ziyade sosyal bir mesele ve toplumsal bir olaydır, diyebiliriz. Onun için hükümetler sadece kendilerine tanınan yetkiler içersinde kalarak gelir dağılımının dengelenmesine hizmet ederler; korku, açlık, malların ve canların eksilmesinin, bütün topluma aynı nispette dağılması hususunda görev yaparlar. Yoksa onların bu doğal duygular üzerinde bir iktidar kurmaya ne yetkileri ve ne de güçleri vardır.

Bu olaylar hep doğal kanunların bir sonucu olarak cereyan ederler. Bunların hepsi bir düzen işi olup sebep-netice bağıntısı ve zincirine bağlı olarak meydana gelirler.[315]     

Ayetin sonunda da “bütün bu sıkıntılara dayananları yani bunları yenecek gayreti gösterenleri müjdele” buyrulmak suretiyle dünyanın ancak çalışma, koşma ve yorulma, çabalayıp gayret gösterme dünyası olduğu ifade edilmiş olmaktadır.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1-Mallar ve insanlar, onların sayıları ve nüfusları zamanla azalır; ancak insanlar çalışıp üreterek bu eksilmeleri telafi ederler.

2- Mallar ve insanlar zamanla yok olur ve ölürler. Yok olan bu malların ve insanların yerlerini artma ve çoğalma ile meydan gelen yenileri alır.

3- Malların ve insanların artması ve çoğalması daha çok çalışma ve üreme ile olur. Bunun dışında başka türlü artma ve üreme meydana gelmez.

4- Malların, meyvelerin ve insanların eksilmesine karşılık bireylerde korku ve açlık duygusu meydana gelir. İnsan bu duygu sayesinde çalışıp çabalar, üretip gayret gösterir.

5- Mallardaki ve inanlardaki doğal eksilmeye göğüs gerip sabredenler başarıya ulaşırlar.

6- Malların eksilmesi, insanların ölmesi, bireylerde açlık duygusunun meydana gelmesi ve insanların bu duygu sayesinde çalışıp üretme zorunda kalması hep doğal olaylardır. O sebeple devlet düzeni bu doğal esaslara karşı olamaz ve olmamalıdır. (Çalışmadan güven sağladığı için faiz yasaklanmalı, imar ve gelişmen dolayı meydana gelen rant ise emeksiz bir gelir olduğu için bireylere değil, sadece topluma ait olmalıdır).

7- Zenginlik ve refah, yoksulluk ve sefalet sosyaldir ve doğaldır. Onun için bir toplum tüm olarak kalkınıp ilerler veya gerileyip çöker.

8- Hükümetler doğal olan ekonomik düzeni ancak bekleyip korumaya çalışırlar; yoksa müdahale ederek onu kendi başlarına yürütmeye kalkışmazlar.

9- Ekonomik krizler sosyal bir özelliğe sahip olduklarından bütün toplumu içersine alırlar.

10- Mal, Allah’ın dünyada insanların ihtiyaçlarını gidermeleri için yaratıp var ettiği bir vasıtadır.

11- Bütün ekonomik faaliyetlerden maksat, çalışıp üretmenin alıp ve satmanın gayesi, nüfusun ve malların artmasını sağlamaktır.

12- Bir toplum fakirleşmeye başlayınca onun nüfusu da azalır.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 177

“Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz hayır ve itaat değildir. Fakat Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanan; malı akrabalara, yetimlere, yoksullara, yolculara, isteyicilere ve esirlere, sevmesine rağmen veren, namazı gereği gibi kılan, zekât vergisini veren, sözleştikleri zaman sözlerine sadık kalan, ihtiyaç ve sıkıntı hallerinde cihad ve savaşta sabredenler hayır ve itaate erenlerdir. İşte bunlar sadakat göstermiş olanlardır ve bunlar takva sahipleridirler.”

Bu ayet bize,

a) Allah’a dolayısıyla topluma ve kamuya,

b) Son güne dolayısıyla sorumluluğa,

c) Meleklere, ilahi güce ve hakkın kuvvetine,

d) Kitaplara, dolayısıyla toplum ve devlet düzenine,

e) Peygamberlere, dolayısıyla devlet görevlilerine ve elçilerine inanmak ve onların sağlayacağı güvenlik sınırları içersine girip kendimizi emniyete almaktan ve hiçbir zorlama yapılmadan malı,

a) Yakınlara, dolayısıyla yaşlılara (yaşlılık ve hastalık yardımı olarak),

b) Yetimlere, kimsesiz küçüklere (ölüm ve hayat yardımı olarak),

c) Yoksullara,

d) Yolculara,

e) Toplayıcılara,

f) Esir ve kölelere, gönül hoşnutluğu ile vermemizden bahsetmektedir.

Kendilerine ekonomik yardım yapılacak olan bu altı sınıftan ilk üç sınıfı, daha önce geçmişti.[316] Burada tekrar zikredilmeleri, bunların ayrı, ayrı birer kurum olduklarını gösterir, diyebiliriz.

 Ayetin son kısmında da,

a) Namazın gereği gibi kılınmasından,

b) Zekât vergisinin verilmesinden,

c) Söz verildiğinde bu sözlerin yerine getirilmesinden,

d) Darlık ve kıtlık zamanlarında ihtiyaçlara karşı, savaş sırasında da düşmana karşı dayanmaktan bahsedilerek iyi bir Müslüman’ın nasıl olacağı anlatılmaktadır.

Burada bilhassa bu özelliklerden birisi olan söz verildiği zaman sözü yerine getirmenin önemli olduğunu belirtmek isteriz. Alış-verilerde ve her türlü sözleşmelerde verilen söze sadık kalınmalıdır.

Ayette en son olarak da sayılan bütün bu evsafa sahip olanların doğru ve dürüst kimseler oldukları ve bunların gerçekten korunmuş ve kurtulmuş oldukları bildirilmektedir.

Burada mal vermekten maksat, verginin dışında olan bir yardımdır. Çünkü ayette zekât ayrıca zikredilmektedir. Kişi devlete verdiği zekâttan-vergiden başka bu kurumlara da verecektir. Hem bu veriş, ayetin sonundaki ifadeye göre zorunlu-mecburi bir veriştir. Bu zorunluluğun hangi derecede olduğu ahlaki ve hukuki bir mecburiyet olup olmadığı araştırılmaya değer bir husustur. Ancak Razi ayete mecburiyet manası vermiştir.[317]  

Bu konuda Hz. Peygamber’in birbirine zıt gibi görünen iki hadisi vardır. Hz. Peygamber, bir taraftan "Gerçekten malda zekâttan başka hak yoktur.", buyurmuş[318] diğer taraftan da yine "Gerçekten malda zekâttan başka bir hak vardır." buyurmuştur.[319] İbn Mace ve Tirmizi gibi kütüb-ü sitte sahiplerinden olan bu iki muhaddisin eserinde olan bu iki hadisi Ahmed Naim’in yaptığı şekilde birine bir mana diğerine ise başka bir mana vererek telif etmek mümkündür.[320] Böylece birinci hadis bir toplum hakkı ve kamu hakkı olan şer’i hukuki, mecburi ve zorunlu olan zekatı ifade eder, diyoruz. İkinci hadis ise yine birey birey toplum hakkı olan dini, ahlaki, vicdani ve ihtiyari olan sadakayı ifade etmektedir. O halde kişilerin ve zenginlerin mallarında halkın ve toplumun hakkı vardır. Bir nevi hayır ve sadaka olan bu hakkı zenginler gönüllerinden ne kadar koparsa onu ihtiyaç sahiplerine ve kurumlara verirler, diyoruz.

Bu durumu biraz daha açıklamak istersek şunları söyleyebiliriz. Birbirine zıt gibi görünen bu iki hadisten birincisi, zekat vergisinden başka bir verginin olmadığını ve zekattan fazla bir verginin konamayacağını bildirir. Yani bu zekat-vergi meselesi hukuki ve kazai bir hükümdür. İkinci hadis ise daha çok sadaka ve hayır mükellefiyetini açaıklamaktadır. Çünkü zekat vergisinin dışında yapılacak olan birçok hayırlar vardır. Bu da dinahlaki bir hüküm olur. Açıklamakta aolduğumuz bu ayet de mükellefin kazaen ve hukuken mecbur olmadığı, ancak dinen ve ahlaken mecbur olduğu bu harcamaları dile getirmektedir.

Hubbihi kelimesindeki zamirin üç yere gönderilmesi caizdir.

a) Allah sevgisinden dolayı verir,

b) Malı vermeyi sever yani malını verirken seve, seve verir,  

c) Mala kendi ihtiyacı varken malını sevmesine rağmen verir. Alusi’nin ifadesine göre seleften nakledilen bu son görüştür.[321] Biz de ayeti tercüme ederken bu anlayışa göre anlam verdik.

Bu harcamayı yapacak olanların, zekât vergisinde olduğu gibi, bir nisaba sahip olmaları şart değildir. Herkes kendi gücüne göre verir. Elinde bir ekmeği olsa bile kişi bunu kendisinden daha aç olan ve hiç ekmeği bulunmayan bir kimseyi görünce hemen onunla paylaşabilir.[322] 

Bu şekilde ayetin kısa bir açıklamasını yaptıktan sonra burada şimdi daha önce geçmemiş olan son üç kurum üzerinde biraz durmak istiyoruz. Bunlar yolcu, toplayıcı ve esir kurumlarıdır.

1- Yolcu Kurumu: Ayetin ifadesinde “yol oğlu” denilmektedir. Bu Mücahid’den bildirildiğine göre yolculardır. Katade’den bildirildiğine göre ise misafirlerdir.[323] Yanlarındaki azığı bitmiş olan yolculardır. Bunlara gidecekleri yere kadar ulaştıracak bir imkânı vermek gerekir.[324] Bu kurum müfessirler tarafından çeşitli şekillerde anlaşılmıştır. Ancak uygulamada “şehir olsun köy olsun meskûn bir yerden geçen bir kimsenin üç günlük yiyecek, içecek ve oturacak yerinin temini âdetinin” varlığını görüyoruz. “Geniş manada bu ıstılah, seyyah ve turistlerin geliş ve gidişleri ile ilgili olarak onlara istifade sağlayan her nevi iş ve hareketleri de ifade etmektedir. Yollar, oteller, yol emniyeti ile ilgili işler, turistlerin sağlık durumları ile ilgili tedbirler v.s.”[325] Bütün bu hususların devlet tarafından sağlanması gerekir.

İslamiyet turizme pek çok önem vermiştir. Bilhassa tarihi kalıntılardan bilgi ve dersler alınması için Kuran-ı Kerim’de birçok emir ve tavsiyeler vardır.[326] Turizme yalnız döviz bıraktığı için değil, ilmi, iktisadi ve kültürel bakımdan faydalı olduğu için önem vermek gerekir, diyoruz.

Yurt dışına çıkacak turistlere ve dışardan gelecek turistlere gezileri müddetince yapacakları masrafları yani yiyecek, içecek ve yolluk harcamaları devlet bütçesinden karşılanmalıdır. Bunlara bütçeden fon ayrıldığı gibi, isteyen vatandaşlar da yardım etmekle hayra katılmış olurlar. Tarihimizdeki yollar, yolların üzerinde yapılmış olan hanlar, kervansaraylar ve imarethaneler bunun en meşhur örnekleridir.[327]

Gerek Arapların ve gerekse Türklerin hükümetleri ve idareleri altında bulunan Müslüman ülkelerinin hepsinde yabancı, “garip”, yolcuları, “ibn-üs sebil”leri, meccanen geceletmeye ve gıdalar vermeye mahsus misafirhaneler açmak adetti. Mesela İspanya’da Arapların hükümetleri zamanında bütün anayollar üzerinde kapıları yolculara açık “menziller” yani umumi misafirhaneler mevcud olup “Ebna-i sebil” buralarda parasız yedirilir, içirilir ve yatırılırlardı.[328]

2- Toplayıcılar Kurumu: Tefsirler bunun fakir oldukları için dilencilik yapan kimseler olduklarını söylemektedirler. Hâlbuki ayetteki “es-sâilîne” kelimesi bunun bir kurum olduğunu ifade eder. Çünkü bu kelime toplumu ifade eden çoğul kalıbında ve belirli olarak gelmiştir. Yani bu bir hayır cemiyetidir. Bu cemiyet ve derneğin mensupları halktan yardım toplayıp muhtaçlara verirler. Bunun için isteyenler ister zengin olsun, ister fakir olsun arzu edenler onlara yardımlarını veririler. Nitekim Hz. Peygamber de “At üzerinde gelse de isteyen kişi için bir hak vardır” buyurmuşlardır.[329]    

Tarihimizde kurulmuş olan çeşitli konulardaki vakıflar[330] ve bugünkü muhtelif dernek ve cemiyetler bu kurumu temsil ederler, diyebiliriz. Mesela bizim görüşümüze göre faizsiz banka vakfını kurmak isteyenler de bu şekilde hareket ederek bütün İslam dünyasını dolaşıp yardım toplayabilirler.

3- Esir ve Köleler Kurumu: Buna azatlık kurumu da diyebiliriz. Savaşta elde edilen esir ve kölelerin hürriyetlerine kavuşmaları için kurulmuş olan böyle bir derneğe halk yardım eder. Dernek de kendi üzerine düşen görevini yerine getirir. Savaşta esir düşmüş olan kadın erkek hür köle Müslim gayri Müslim bütün vatandaşların esirlikten kurtulması için bu kurum harcama yapar. İslam tarihinde bunun birçok örnekleri vardır.[331]

Hürriyetine kavuşma dileğinde bulunan bir köleye efendisi mani olamaz.[332] Böylelerinin bedelleri devlet bütçesinden ve kurumu tarafından efendilerine ödenmek suretiyle köle özgürlüğüne kavuşturulur. Bütün kölelerin hür olmaları için bu kurumdan yardım edilir.

Köleler ancak savaşta alınan esirlerdir. Bunlar tam vatandaş olmadıkları için vatandaş hukukuna sahip değildirler. Bir vatandaşın himayesinde yaşayarak kendilerinin vatandaş haline gelmelerine imkân hazırlanır.

a) Köleler herkesin yapacağı mali yardımlarla azat edilirler.

b) Köle çalışıp kazanır, efendisine olan borcunu ödemek suretiyle azat edilir. Bu durumda o, zekâttan da muaf tutulur.[333]

c) Efendisinin kendisinden çocuk istemiş olduğu cariye (ümmü veled) de efendisi ölünce hür hale gelir.[334] 

d) Devlet bütçesindeki tahsisatla köleler hür hale getirilirler.[335]

e) Birçok suçların cezalarının karşılığı olarak köle azat edilir.[336]

f) Köle azat etmek en büyük mali ibadetlerden birisidir.[337]

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Herkesin mecburi olarak vereceği devlet vergilerinin dışında kendiliğinden yapacağı yardımlar için hayır kurumları kurulur.

2- Sosyal hayır kurumlarının yanında bir de iktisadi hayır kurumları meydana getirilir.

3- Aciz hale gelmiş yaşlılar, kimsesiz çocuklar, yoksullar, yolcular (turistler) fakirler ve yabancılar (esir ve köleler) hayır kurumları ile korunurlar.

4- Mesai saatlerini müşterek olarak topluca ayarlama, vergi kurumlarını topluca kurup işletme; başka bir ifade ile çalışma ve yaşama düzenleri her şeyin temelini teşkil eder.

5- Verilen sözlerin ve yapılan sözleşmelerin yerine getirilmesi zorunludur.

6- Başa gelen sıkıntılara dayanmak da bir hayırdır.

7- Darlık ve kıtlık zamanlarında ihtiyaçlara karşı, savaş sırasında da düşmana karşı dayanmak gerekir.

8- Borcunu efendisine ödeme sözleşmesi yapmış olan bir köleden (mükatepten) vergi alınmaz.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 180

“Birinize ölüm geldiği zaman eğer geriye bir mal bırakacaksa babasına, anasına ve yakın akrabasına meşru bir surette vasiyet etmek üzerinize yazıldı.”

Kitabet : Bakara suresinin başında geçtiği üzere bu kelime, yazmak anlamında olup derinin üzerindeki sırım dikişinin adı iken kağıt üzerindeki yazıya isim olmuş ve sonraları uyulması gereken kaide ve kurallar için kullanılmaya başlanmıştır.[338]

Bu ayette size böyle yazıldı şeklinde geçen bu kelime size böyle farz kılındı anlamına gelir.[339] Dolayısıyla burada vasiyet işinin gelişi güzel değil, belli bir düzen içinde yapılacağı bildirilmiş oluyor. Kelimenin meçhul olarak gelmesi bu hususun başka yerlerde daha açık olarak anlatılmış olduğunu ifade eder. Nitekim oruç için de size yazıldı[340] denildikten sonra “fe’l yesumhu”: (onu tutsun)[341] emri ile bu yazı açıklanmış bulunmaktadır. Mesela miras ayetleri[342] Allah size vasiyet eder diye başlamaktadır. İşte burada mücmel olarak bildirilmiş olan yazılma ifadesi başka yerlerde açıklanmış bulunmaktadır.

‘Aleykum: Size, üzerinize demektir. Bu kelime ile iki noktaya işaret edilmiş olabilir. Bunlardan birisi bu vasiyet hükmünün Müslümanlara ait olmasıdır.[343] Bundan önce geçen kısas ayetlerinde “Ey iman etmiş olanlar”[344] siye başlamış[345] bu söz ile de o hitaba işaret edilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla İslam ülkesinde oturan gayri Müslimler kendi miras hukuklarını uygulayabilirler, demek olur.

Bu ‘alâ kelimesinin delalet ettiği ikinci anlam ise vücubu yani vazifeyi ifade etmiş olmasıdır.[346] Bu bize vasiyetin bir hak değil, bir görev olduğunu bildirir. Burada vasiyetin vacip olup olmadığı konusunda âlimler arasında tartışma vardır.[347] ‘Alâ kelimesine göre vasiyetin şartlarına uygun bir şekilde yapılması farzdır. Yoksa vasiyet etme işi müstehap bir şeydir. Hatta bu hususta icma vardır.[348] Yani önemli olan vasiyetin şartlarına uymaktır. Gerçi burada bir husus meçhul bırakılmıştır. Bu mecburiyet dini midir, yoksa hukuki midir? Bunun müeyyidesi nedir, açıklanmamıştır. Yani kişi, münasip ve uygun bir şekilde vasiyet etmeyip de farklı bir vasiyet yapacak olursa bu vasiyet uygulanacak mıdır, bunun cevabı ayetlerde yoktur, bunu ancak Hz. Peygamber’in hadislerinden öğreniyoruz.         

Malların ancak üçte biri vasiyet edilebilir; bundan daha fazlası vasiyet edilemez.[349] Mirasçılara vasiyet edilemez.[350] Vasiyetin mirasçıların dışındaki kimselere yapılması gerekir. Zaten bu hususta icma vardır.[351]

Burada hatıra bir soru geliyor. Hukuken durum bu iken ayette anaya, babaya ve akrabalara vasiyet etmek niçin emredilmiştir ve bunun hükmü nedir? Müfessirler bu ayetin daha sonra gelen miras ayeti ile neshedildiğini söylüyorlar. Ebu Müslim İsfahani ise neshedilmediği görüşündedir.[352]

Biz bu hususlarda ayrıntılara girmeden ayetin bu şekilde gelmesinin faydasını dile getirmeye çalışacağız. Ölenin malını miras hukukuna göre mirasçılarına kendi rozası ile dağıtması, mirasçıları, bu malları bir armağan inancı ile seve, seve kullanmaya sevk eder. Allah’ın yaptığı bu taksimin ölen tarafından gerçekleştirilmesiyle arkada kalan mirasçılar arasında herhangi bir üzüntü ve kırılma meydana getirmez.[353] Akrabalık bağları sarsılmaz. Bir de bu ölen kişi vasiyet etmekle bir emri yerine getirmiş ve böylece sevap işlemiş olur. Bu şekilde hayatında kazanıp yığdığı malları mirasçılara bırakmakla bile, bir emri yerine getirdiği için yine hayır işlemiş olur. Burada ekonomik yönden önemli olan diğer bir husus da mallardaki tasarrufun öldükten sonra da devam edeceği inancı[354] ve mallarının yaşatılacağı istek ve arzusu bireyleri israftan korur ve böylece onları toplumun mallarını en iyi bir şekilde kullanıp korumaya sevk eder.

“Birinize ölüm geldiği vakit” yani birinizin ölüm alametleri belirdiği zaman ölümcüllü duruma gelip ölmesinden korkulduğu zaman demektir.[355] Bu kayıt ile vasiyetin mirasçılara ölüm sıralarında yapılacağı anlaşılır. Bu durum çeşitli hastalık ve kazalar yüzünden meydana geldiği gibi[356] çok yaşlanmadan dolayı da olabilir. Ölecek ve artık dünyadan gidecek olan kimsenin vasiyet etmesi öngörülmüştür. Yaşayacak ve dünyada uzun zaman kalacak olanın vasiyet etmesi, yerinde olamaz. Çünkü mallarda devamlı olarak değişiklikler artıp azalma ve çoğalmalar meydana gelir. Hâlbuki yakınlara pay üzerinde vasiyet değil de taksim üzerinde vasiyet etme vardır.

Tereke : Yavrusu çıkmış yumurtaya, yumurta kabuğuna terke denir.[357] Terk, bırakmak, boşlamak vazgeçmek ve bırakıp gitmek demektir. Mallardan faydalanmayı terk etmek de böyledir. Bir vazifeyi bırakmak da bu kelime ile ifade edilir.

 Daha önce de geçtiği üzere mallardan faydalanma hakkı birtakım vazifelerin doğmasına sebep olur. Bireyin mallarına bakması ve onları koruyup kollaması kamu yararı açısından aynı zamanda devlete karşı da bir görevdir. Ölecek olan bir kimse dünyadan ayrılmasıyla malından faydalanma hakkını kullanamadığı gibi, onlara bakma görevini de yerine getiremez hale gelir. Bu sebeple görevi devir teslim zarureti ortaya çıkar. Öyleyse kişi dünyadan ayrılırken bir yönüyle toplumun olan bu malları gerekli yerlere teslim ettikten sonra ayrılıp gitmesinde fayda vardır. İşte bunun için mirastan söz edilirken terk kelimesi kullanılmış olabilir.[358] Bu şekilde ölünün ayrılıp gitmesiyle mallardan faydalanma ve onlara bakma hak ve vazifesi mirasçılara devredilmiş olur.

Hayran : Daha önce açıklandığı gibi hayr, bol süt veren seçkin deveye ve sevilip beğenilen mala denir. Burada hayr, faydalı mal anlamında kullanılmıştır.[359] Bu kelime Kuranda birçok yerde geçmektedir.[360] Mal, insanların eğilim duyduğu ve para eden nesnelerdir. Hayr ise para etsin etmesin insan için faydalı olan şeylerdir. Din bakımından haram sayılan nesneler de maldır; fakat onlar hayr değildirler. İşte burada Kuran, “mal bırakırsa” demeyip de “hayır bırakırsa” demek suretiyle inanların neleri elde edip biriktirmeleri gerektiğini bildirmiş olmaktadır. Böylece insanların aynı zamanda daima meşru yoldan kazanmaları teşvik edilmekte ve günlük tüketimden fazla olarak üretilecek malların gelecekte işe yarayacak cinsten olmalarına dikkat çekilmektedir.

Vasiyet : Bir nesnenin işlenmesini bir adama ısmarlamak demektir.[361] El-vasyü, dağınık şeyleri bir araya getirip birleştirmek ve toplamak anlamına gelir.[362] Sahibi öldükten sonra malları darmadağınık ve başıboş kalmasın diye vasiyet etmekte onların idaresi ve çalıştırılması mirasçılara ısmarlanmaktadır. Sadece mallar üzerinde tasarruf edebilecek kimseye vasi, hem mallar ve hem de insanlar üzerinde söz sahibi olan kimseye ise veli denir. Buna göre vasi de yalnız mallar üzerinde yetki sahibi olan kişidir.

Malların gelişi güzel bırakılmayıp devir teslim biçiminde mirasçılara verilmesini emreden bu ayet ile miras ayeti arasında bir çelişki yoktur. Burada kimin ne kadar hakkı olduğu değil, hakların sahiplerine nasıl teslim edileceği açıklanmaktadır.

Valideyn : Anne ve baba demektir. Bunların, nene ve dedeleri kapsam içerisine almadıkları yukarıda geçmişti.  

Akrabîn : En yakın olan akrabalar demektir. Bunlar birinci derecede yakın olan akrabalardır.[363] Ana ve baba daha önce geçtiği için geriye çocuklar ve eş kalmaktadır. Bu Abdurrahman b. Zeyd’in babasından naklettiği bir görüştür.[364]

Burada her iki kelime valideyn ve akraîin kelimeleri bir lam harfinde toplanmışlardır. Bu durum ise oların eşit olarak mirasçı olacaklarını gösterir. Ancak ana ve baba ayrı, çocuklar da ayrı olarak gelmesiyle, buların hisselerinin de ayrı olacağı anlaşılabilir.

Burada mirastaki temel kaide şudur: Miras mallarının yarısı çocuklara, geri kalan yarısı da ana, baba ve eşe verilecektir. Dolayısıyla ana ve babalar, altıda birer alırlar. Eşlerin hakları da altıda bir olmakla birlikte, koca, karıya boşanma tazminatı olarak mihir öder. Koca, mirasçı olurken, bu mihri de geri alması gerekir; fakat o, mihri geri almaz, bunun yerine miras hakkı altıda birden dörtte bire yükseltilir. Karı mirasçı olurken ise kocasından altıda bir alacak, bunun yanı sıra mihri de geri verecektir. Mihri geri vermez, bunun yerine miras hakkı altıda birden sekizde bire düşürülür. Mihir, çocukların payından alınıp verileceği için bu payın tümünden alınıp verilir. Böylece anne ve baba eşit pay almış olurlar.

Anne ve baba arasındaki bu fark yalnız mihirden değil, aynı zamanda ailenin geçimini sağlamak, erkeğin-babanın görevi olmasından ileri gelir.[365]  

Akrabin kelimesinin işaret ettiği diğer bir mana da eğer en yakınları yoksa ondan sonra gelen yakınlar mirasçı olurlar demektir.[366] O zaman vav harfi ev kelimesi anlamında kullanılmış olur ki, bu da caizdir.[367] Bu hususta Nisa suresinin 3. ayetindeki vav harfleri de buna örnek olarak gösterilebilir.

Maruf: At yelesine ve horozibiğine denir.[368] At ve horozun cinsliği bunlar sayesinde bilinir. Sonraları bir şeyi tanımaya irfan denilmiştir. Bunun ilimden farkı ilimle bilme, bir şeyi özü esası ve yapısı ile bilmektir. Marifet ise bir şeyi diğerinden ayıracak vasıf ve özellikleri ile tanımaktır. Allah bizi ilim ile bilir. Biz ise Allah’ı marifet ile tanırız.[369]

Doğruluğu ve iyiliği herkes tarafından bilinip kabul edilen hususlara maruf denir. Şeriatın (Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyasın) bildirdiği ve onunla tespit edilen hususlar da maruftur.[370]

Burada “bi’l-maruf” kaydı ile herkesin, vasiyeti istediği gibi yapamayacağı; mirasın şeriatın koyduğu esaslar dâhilinde bölüneceği teyit edilmiş bulunmaktadır. Mesela vasiyetin mirasçılara ve üçte birinden fazla yapılmayacağı daha önce geçmişti. Ölene mirasçı olan bir kimse yoksa mallar devlet hazinesine kalır. Manevi evlat edinmek ve miras mallarını ona bırakmak doğru değildir.[371] 

Maruf kelimesinin ifade ettiği diğer bir mana da toplumun kendi ihtiyacına göre geliştirmiş olduğu örftür. İslam kanunlarına aykırı olmamak şartı ile bu örfe de uymak gerekir. Şeriat, bazı hususların tespitini örfe bırakmıştır. Mesela üretilecek malların cinsi ve çeşitleri, mallardaki standartlama hep örfe göre tespit edilir. İslam hukukunda örf de bir delil sayılır.[372]

Ayetin sonunda yine miras hükümlerinin isteğe bağlı bir şey olmadığını teyit ederek, “Bu muttakiler üzerinde bir görevdir” buyrulmaktadır. Bu ifade ile mallara karşı haklar olduğu gibi bir takım görevlerin de bulunduğu anlaşılmakta, mallardan faydalanıldığı kadar onlara hizmet etmenin de sorumluluğu ortaya çıkmaktadır. Başka bir nokta da mirasın meşru bir düzen içersinde yürütülmesi ve dağıtımda asla buyruklar dışına çıkılmamasıdır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, İslam’da özel mülkiyet vardır; mallar üzerindeki tasarruf hakkı tamamen bireye aittir. Ancak birey bu mallarını istediği gibi de kullanamaz. Sadece meşru yollarda harcayabilir.[373] Öldükten sonra kişinin mallar üzerindeki hakkı ise onların şeriatın gösterdiği şahıs ve yerler teslim edilmesinden ibarettir. İslamiyet’in bu şekildeki bir mülkiyeti tasarruf anlayışını her alanda açıkça görmek mümkündür.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Müslim ve gayri Müslim topluluklar mülkiyet düzenlerini kendi anlayışlarına göre kurarlar. İslam’ın mülkiyet düzeni ise yalnız Müslümanlara uygulanır.

2- Mülkiyet düzeni birey ve toplumlar için zorunludur. Birey toplum içersinde bulunduğu müddetçe onun mülkiyet düzenine uyar.

3- Ölmek üzere olan bir kimse mallarını gereken yerlere teslim eder.

4- İnsanlar kullanılması gayri meşru olan malları değil, meşru ve gelecek için faydalı olan malları biriktirirler. 

5- Miras, en yakın akrabalara intikal eder.

6- Miras taksimi mevzuata göre yapılır.

7- Mülkiyet sahibinin mallarına karşı hakları kadar da görevleri vardır.

8- Mallar gerçekte Allah’ındır; bireylerin mallar üzerinde Allah adına tasarruf etme hakları ve yetkileri vardır.

9- Malların korunup muhafaza edilmesi gerekir ve bu bir ibadet sayılır.

         10- Mal sahibinin, mallarının üçte birine kadar olan meblağın mirasçıların dışındaki şahıs ve kurumlara vasiyet etme yetkisi vardır.

         11- Tüketim ihtiyacından fazla olarak üretilmiş olan mallar gelecekte işe yarayacak ve faydalı olacak cins mallardan olmalıdır.   

         12- Mallar üzerinde söz sahibi olan kimseye vasi, hem malla ve hem de insanlar üzerinde söz sahibi olan kimseye de veli adı verilir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 188

“Birbirinizin mallarını aranızda batıl sebeplerle yemeyin ve insanların mallarından bir kısmını bile, bile günah ile yemek için o malları hâkimlere vermeyin”

Ekl : Yenen lokmaya üklet denir. Ekl etmek, lokma, lokma edip yemek demektir. Ateş odunu yedi denir.[374] Hayvanların yemesi de ekl kelimesi ile ifade edilir. Ekl, genel olarak her türlü malları yiyip tüketmektir. Mutlaka ağza alıp yemek şart değildir. Hâlbuki taâm kelimesinde ağza alıp yemek esastır.

Burada lâ te’külu: yemeyin diye nehiy edilmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ekl malın ağızla yenilmesi değil, alınması, gasp edilmesi veya gayri meşru yollarla elde edilerek tüketilmesidir. İhtiyacı tatmin ve tüketim mallarının en önemlisi yemek olduğu için bu şekilde ifade edilmiştir, diyebiliriz.[375]

Buradaki bu nehiy haramlık ifade etmektedir. Gazali, malın haram olma sebebini ya malın kendisinde ya malın kendisinde olan bir özelliğe veya malı elde etme yollarındaki bir eksikliğe bağlamaktadır. Madenler, bitkiler ve hayvanlardan yenilmesi haram olanlara örnekler verdikten sonra malı elde etmenin meşru yollarını açıklar.[376]

Buradaki yasak, sadece bireyin malını kendi kendine yemesi olmayıp malların haksız olarak yendiği bir toplumun var olmasıdır. Bireylerden birisi başkalarının mallarını yemeye kalkarsa devlet düzeni buna engel olacak haram malı yedirmeyecek veya yemek mecburiyetinde bırakmayacaktır. İyi düzen vatandaşları kötülüklerden alıkoyan düzendir. Nitekim iyi düzende kötülükler, kötü düzende de iyilikler ortadan kalkar. Bir ayetin işaretiyle anlaşılıyor ki[377] kötü düzen kötü kimseler için; kötü kimseler de kötü düzen içindir. İyi düzen iyi kimseler için; iyi kimseler de iyi düzen içindirler.

Emvaleküm : Mallarınız tabiri ile herkesin kendi malı olacağı ve özel mülkiyetin tanınacağı bildirilmektedir. Buradaki yasağın topluma hitap edilerek yapılması ve malların bireylere izafe edilmesi bize bireylere ait olan mallara hükümetlerin de dokunamayacağını gösterir. Çünkü böylece bu malların bireylerin olduğu anlaşılmaktadır.

Beyneküm : Aranızda deyimi ile mülkiyetin kendi aramızda olduğu yani aynı zamanda topluma ait bulunan bu malların idaresi ve onlardan faydalanma hakkı bireylere verilmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Her devletin kendi mülkü vardır. Bütün arazi ve mamelek devletin otoritesi altındadır.[378] Ancak bu malların ve toprakların idaresi ve işletilmesi bireylere verilmiş, onlardan gereği gibi faydalanılmak için bireylerin mülkiyeti altına alınmıştır. Bunun için mükellefler vergi verme görevlerini yerine getirdikleri müddetçe İslam’da toprak mülkiyetinin dokunulmazlığı vardır.[379] Sahibi malını satabilir, bir değer karşılığı devredebilir veya hibe edebilir. Yalnız bu ayette beyneküm: aranızda denildiği için yabancı uyruklu birisine satamaz, devredemez; yabancı uyruklu birine miras da düşmez.[380] Eğer yabancı uyruklu kimse İslam yurduna müstemen (pasaportla izinli olarak) gelirse ve zimmi (azınlık) olmayı kabul ederse ancak o zaman bir toprak satın alabilir.[381] Böyle bir kimse vatandaş olmadıkça toprak alamaz.

Menkul malların yabancılara satılması ve devredilmesi ise serbesttir.[382] Müslüman vatandaşlar aynı zekâtta olduğu gibi ticari mallardan kırkta bir gümrük vergisi verirler. Zimmî vatandaşlar ise yirmide bir verirler.[383] Yabancı uyruklu tüccarlardan da onda bir “ticaret öşrü yani gümrük”[384] vergisi alınır.[385] Ancak bazı hallerde ve olağanüstü durumlarda devletin yarar ve zararı göz önüne alınarak menkul malların da ithal ve ihracı kısıtlanabilir. Onda bir vergi de mesela beşte bire yükseltilebilir.[386] 

Bu beyneküm kelimesi hem eklin ve hem de emvaleküm kelimesinin zarf-ı müstakarrı olabilir. Birincisine göre mana, mallarınız aranızda haksın yere yemeyin,  demek olur. İkincisine göre ise aranızda sahip olduğunuz mallarınızı yemeyin demek olur ki, bu bize kimsenin olmayan sahipsiz mallarla, barış halinde olmadığımız düşman ülkelerin mallarını serbestçe elde edebileceğimize izin vermektedir.

Burada batıl tabiri ile de meşru mübadelenin serbest olduğuna işaret edilmektedir. Batıl kelimesinin anlamı, zail olmak, yok olmak demektir.[387] Mesela bir su kuyusunun körlenip kullanılmaz hale gelmesi gibi. Nitekim işsiz, güçsüz, boş gezen ve hiçbir işe yaramayan aylak kimseler battal denir.[388]

Mal mübadelesi, alış-veriş, hibe ve kira gibi muamelelerde ve her türlü sözleşmelerde mal sahibinin rızasının bulunması şarttır. Malın ücret ve bedelini vermiş olsak bile mal sahibinin rızası olmadığı müddetçe bu muamele hükümsüz sayılır. Bu durumda sanki adamın malı elinden gasp edilmiş olur. Bu da bireylerin malları üzerinde ancak şeriat çerçevesinde tam bir yetkiye ve serbestliğe sahip olduklarını göstermektedir. Çünkü onların bu haklarına asla müdahale edilemez.

Bu ayetteki batıl kelimesi başka ayetlerin de yardımı ile[389] mal sahibinin rızasını ihlal edecek her türlü mübadele ve muamelelerin hükümsüz olduğunu ifade eder.[390] Mesela hükümet zoru ile yapılan alış-verişler, taban ve tavan fiyatları tespit edilmiş malların mübadeleleri buna örnek olarak gösterilebilir. Fiyatların tespit edilmiş olduğu bir ortamda kişi malını o fiyattan satmaya mecbur edilmekte, böylece alış-verişteki serbestlik hakkı ve rıza şartı ortadan kalkmaktadır.

Hem malı elde ederken, hem de elde edilmiş bir malı başkasına devrederken ancak meşru yollardan gidilmelidir. Hırsızlık, hıyanet, gasp, kumar, faiz, fasit alış-verişler ve sefahat, israf ve bütün gayri meşru vasıtaların hepsi batıldır.[391] Ekonomik düzenin kuruluşunda bulunan aksaklıkların dışında kimse mübadeleyi mal sahibinin rızası olmadan gerçekleştiremez.

Burada malların batıl yolla mübadelesi, alınıp satılması ve yenilmesi nehiy edilmektedir. Böylece bu malların doğru yoldan hak ile devredilmesi gerektiğine işaret edilmiş bulunmaktadır.

İdlâ :  Kuyudan su çıkardıkları kovaya delv derler. İdlâen de su çekmek için kovayı kuyuya sarkıtmak manasına gelir.[392] Bu kelime sakaları suya salmak için de kullanılır.

Bu ayette bir benzetme vardır. Mallar kovalara, hâkimlere verilmesi de kovaların kuyuya salınmasına benzetilmiştir. Benzetmeden maksat, iki konudan birini, aralarındaki bir ilgi ve münasebetten dolayı, mana ve mefhumu daha kolay ve açık anlatabilmek için diğerine benzetmektir.[393] Burada benzetme yönü, su almak için kovanın kuyuya sarkıtılmasıdır. Yani bir fayda temin etmek için bir şeyi vermektir. Daha fazla bir menfaat temin etmek için malların hâkimlere verilmesidir. Yani hâkimlere rüşvet vermektir. Rüşvet vermenin kovayı kuyuya salmaya benzetilmesinin beş sebebini ve şeklini açıklayan Razi, ne suretle ve hangi gaye ile olursa olsun, malı hâkimlere rüşvet olarak verme anlamının zahire daha yakın olduğunu söylemektedir.[394]

Öyleyse bu ayet insanların mallarını yemek için hakemlere harcama yapmasını yasaklamaktadır. İşte böylece her türlü gayri meşru yollardan kazanmak için mallarda harcamalarda bulunmak yasaklanmış bulunmaktadır. Burada dikkat edilecek husus, bu yasağın, “rüşvet almayın” şeklinde gelmesinden ziyade “rüşvet vermeyin” şeklinde gelmiş olmasıdır. Kelime çoğul olarak gelmesiyle de bunun topluma yönelmiş bir yasak olduğu anlaşılır. Zira düzenin özelliği eğer bireyleri rüşvet vermeye zorluyorsa bundan yalnız o rüşvet veren kimseler değil, bütün toplum sorumludur. Bu çeşit rüşvetçi bozuk düzenleri ıslah etmek ya da yeni bir düzen getirmek için herkesin çalışması gerekir.

Burada dikkat edilecek çok ince bir nokta daha vardır. Rüşvet vermek sadece kötü bir işi yaptırmak ve haksız bir davranışa sebep olmaktan dolayı yasaklanmış değildir. Hâkime verilen mal, neyin karşılığı olarak verilir. Birey rüşvet vermekle kullanması, idare etmesi ve faydalanması için kendisine toplum tarafından emanet edilip verilmiş olan bir malı kötüye kullanmış olur. Bunun için rüşvetle yaptırılacak haklı veya haksız bir işin gerçekleşip gerçekleşmemesi belki o kadar önemli değil; hatta bunun ikinci bir husus olduğunu söyleyebiliriz. Ancak malı karşılıksız, boş yere, hem belki de istemeye, istemeye rüşvet olarak vermek veya vermeye teşebbüs etmek, bunun bir suç sayılması için yeterli bir sebep olur. Zaten Hz. Peygamber de bu konuda “Allah’ın laneti rüşveti veren ve alan üzerine olsun”, buyurmuşlardır.[395]     

Bu ayette başkalarının mallarını haksız olarak yemek için hâkimlere rüşvet vermek suretiyle onlardan yardım istemenin haram olduğu açıklanmaktadır. Hâkimin kararı hakikati değiştiremez. Hâkim istediği kadar hüküm versin. Bir şey haram ise haramdır; helal ise helaldir. Hâkimin verdiği hüküm helali haram, haramı da helal yapamaz. Hatta bu hususta icma bile vardır. Onun için bu konuda katiyen yanlış bir anlayışa gidilmemelidir.[396] 

Hukkâm : Hakimler demektir. Rüşvet verilecek kimseler olarak burada hâkimlerin adından bahsedilmiş, idareciler veya başkanlar zikredilmemiştir. Çünkü idareci ve başkanların bireylerin mallarına müdahale etme hakları yoktur. Hâkimler ise bireyler arasında çıkak her türlü anlaşmazlıkları çözümleyecek ve ileri sürülen davaları inceleyip bir hükme bağlayacaktır.[397] İdarecilerin işi de icra, kaza, murakabe ve kamu yararlarını koruyup kollama ve müdafaa etmektir.[398]

Hakeme : Atın geminden iki taraflı, çenelerini içersine alan demire denir.[399] Hakm, aslında menetmek anlamınadır.[400] Gemdeki bulunan demir, atı sağa sola veya onun istediği yere gitmekten çekip menettiği için bu adı almıştır. Oraya gitme, buraya git; oradan gitme buradan git; onu yapma, bunu yap şeklinde bir şeyden nehiy edip başka bir şeye sevk ettiği için hüküm ve karar verme işi de bu kelime ile ifade edilmiştir. Bu iş böyledir, şu nesne şöyledir, demek bir hükümdür. Bu aynı zamanda onun başka türlü olmadığını da gösterir. Hâkim veya hakem ise tarafların kendi aralarında çıkan mesele ve anlaşmazlıkların çözülmesi ve bu iş şöyledir, diye bir hüküm verilmesi için kendisine başvurulan bir kimsedir.

Davayı yürütecek hâkimler taraflarca seçilir. Davacı bir hakem, davalı da bir hakem seçer, bu iki hakem de meseleyi ele alıp inceler ve bir neticeye varırlar. Böylece bireylerin adalet işlerinde idareye değil de hakemlere başvurması kaza işleri ile icra işlerinin birbirinden ayrı olduğunu gösterir. Aynı zamanda devlet başkanı olan Hz. Peygamber iki kişi arasında çıkmış olan bir ihtilafı çözmek üzere Amr b. As’ı görevlendirmişti.[401] 

Bu icra (yürütme) organı ile kaza organı (adliye işlerinin) ayrı olması sebebiyle vilayet valilerinin yanında bir de kadı ve müftüler de tayin edilip görevlendirilmişlerdir. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Ubey b. Ka’b, Muaz b. Cebel… gibi kişiler bizzat Hz. Peygamber tarafından hakemlik yapmak üzere kendilerine yetki verilmiş olan kimselerdir.[402]

Burada hukkâm kelimesi çoğul olarak getirilmiştir. Hâkime rüşvet vermeyin denilmemiş, hakemlere rüşvet vermeyin buyrulmuştur. Böylece tek hâkimlik sistemi olmayıp birçok hâkimlerin bulunması gerektiği prensine işaret edilmiştir. Ayrıca bu çoğul toplum çoğulu olan cemi müzekker salim kalıbıyla gelmemiş, yığın-kalabalık çoğulu olan cemi mükesser kalıbıyla gelmiştir. Hem üçten ona kadar sayıyı içersine alan azlık çoğulu ile değil, üçten sonsuza kadar kapsamı olan çokluk çoğul kalıbı ile gelmiştir. Bunun için hakemlerin bir kurul ve heyet şeklinde olmamaları gerekir. Hakemlerin sayıları da serbest tutulmalı, ehil ve ehliyetli olan herkes, hakemlik görevini yapabilmelidir.

Rağıb el-İsfahani, karı ile koca arasında çıkan bir anlaşmazlığın ikisinin kendi akrabalarından birer tane tayin edeceği hakemlerle[403] çözümleneceğini bildiren ayette[404] hakim denilmeyip de hakem denilmesinin sebebini şöyle açıklıyor: İki hakemin ittifakla vermiş oldukları kararı, tarafların hiçbir yere başvurmadan uygulamaları şarttır.[405] Devletin resmi kadısı ise devletin kamu işlerinin yürütülmesinde adaletin gözetilmesini sağlayıp kontrol eder.

Ayette insanların mallarından bir kısmını günah ile yemek için, o malları hakemlere vermeyin denilmektedir. İsm : Günah kelimesi  Kuran-ı Kerim’de daha çok dini meselelerde kullanılmış, kazai hükümlerde kullanılmamıştır. Böylece burada batıl olarak denilmeyip de günah ile denilmesinin sebebi, dünyevi bakımdan hakemlerin verecekleri kararların geçerli olduğuna, günah olsa da onlara uymak gerektiğine bir işaret olabilir. Bundan dolayı burada batıldan değil, günahtan söz edilmektedir.

“İnsanların malları” denilmek suretiyle burada mülkiyetin dinle ilgili olmayıp insan olmakla ilgili bir kavram olduğu bildirilmiştir, diyebiliriz. Onun için Müslüman olsun olmasın herkesin ve her toplumun mülkü vardır ve onların malını, mülkünü ellerinden alıp yemek yasaktır, haramdır. Burada bir de “bile, bile” denilmektedir ki, bu da insanın farkında olmadan yaptığı hatalardan sorumlu tutulmayacağını göstermiş olabilir. Bunun için iş hayatında insanlar fazla vesveseye kapılmamalıdırlar. Bir araştırma yapmadan herhangi bir şey hakkında bu haramdır, günahtır diye kişinin elini kolunu bağlayıp çalışmaması, iş hayatının durması ve kazanma faaliyetlerinin aksaması doğru değildir. Çünkü iyi niyet bulunduktan sonra bilmeden yapılan hatalardan ve yanlış davranışlardan sorumluluk yoktur.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 

1- Ekonomik olaylar ve davranışlar bir düzen içersinde oluşup bu düzen ve düzenlemenin bir neticesi olarak meydana gelirler. Sadece iyi niyet ve iyi davranış yeterli olmaz, iyi bir düzenin de bulunması gerekir.

2- Herkesin kendi şahsi malı ve malları vardır. Herkes malını ancak mevzuat dâhilinde tasarrufta bulunabilir.

3- Hiçbir kimseye başkalarının mallarına dokunma imkânı vermeyen ve buna zorlamayan bir düzen kurulmalıdır.

4- Normal şartlar altında hiçbir kimse hükümetler bile kimsenin malına dokunamaz.

5- Vatandaşların kendi aralarında kamu görevlileri ile vatandaşlar arasında ve görevlilerin kendi aralarında çıkan anlaşmazlıklar hakemler yoluyla halledilir.

6- Hakemlerin rüşvet alıp süi istimalde bulunmayacakları bir düzen kurulmalıdır.

7- Mallar, rüşvet, karşılıksız ve haksız iktisap gibi yerlerde heder edilmemelidir. 

8- Her türlü anlaşmazlıklar hakemler yolu ile çözümlenir. Hakemler, bireyler ve taraflarca seçilmekle görevlendirilmiş olurlar.

9- Toplumun da bireylerin malları üzerinde hakkı vardır. Toplumların kendi aralarındaki mülkiyet dışarıya, düşmana ve yabancılara karşı tek bir mülk gibi birlikte savunulur.

10- Bütün insanların malları koruma ve kollama altındadır. Barış ortamında iken ve barış halinde bulunan insanların mülkiyet hukukuna saygı gösterilir.

11- Mülkiyette zilyetlik esastır. Mal kimin elinde ise o maldan faydalanma hakkı da o kişiye aittir. Farkında olmadan ve bilinmeden geçmiş olan haklardan dolayı bir sorumluluk yoktur.

12- Mülkiyet hukukuna riayet etme endişe ve korkusu iktisadi faaliyeti aksatmamalıdır. Bu durum çalışıp iş üretme konusunda hiçbir zaman bahane uydurma aracı yapılmamalıdır.

13- Yabancı uyruklu kişiler İslam yurdunda bir gayrimenkule, toprağa ve bir akara sahip olamazlar.   

14- Menkul malların yabancı uyruklu kişilere satılması, devredilmesi veya hibe edilmesinde her hangi bir sakınca yoktur.

15- Toprak mülkiyeti ancak vatandaşlara tanınmış olan bir haktır.

16- Mal mübadelesinde tarafların rızalarının bulunması şarttır. Rıza ise gönülde meydana gelen hoşnutluktur.

17- Malların hısızlık, hıyanet, gasp, aldatma, kumar, faiz… ve rüşvet gibi batıl-haksız yollarla mübadele edilmesi haramdır-yasaktır.

18- Rüşvet alarak yanlış hüküm veren bir hâkimin bu kararı gerçeği ve hiçbir durumu değiştirmiş olmaz; haramı helal yapmaz; hak ve hukuku ortadan kaldırmış olmaz.

19- Başkanlar, idareciler ve görevliler bireylerin mallarına karışamazlar. Kişilerin malları hakkında bir anlaşmazlık çıktığı zaman söz söyleme ve bir hüküm verme hakkı ancak hakemlere aittir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet : 193-195

“Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşı yapılır. Haram ay, haram aya karşılıktır. Hürmetler (saygı gösterilmesi gereken şeyler) kısas kuralına tabidir. O halde kim size saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın, (fakat ileri gitmeyin). Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir. (Mallarınızı) Allah yolunda harcayın. Kendi kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.”

Daha çok siyasi ve idari konuları içersine alan bu ayetin açıklamasına girişmeden sadece ekonomik açıdan bakarak yalnız esasları yazmak istiyoruz. Ancak şu kadar söyleyelim ki, büyük bilgin Serahsi’nin de ifade ettiği gibi, İslam’da mal için ganimet için savaş yapılmaz.[406]

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1-Savaş, fitnenin kalkması ve dinin yalnız Allah için olması, yani herkesin kendi dinine özgür bir şekilde inanması ve bu inancını yine özgür bir şekilde yamasını sağlamak sebep ve gayesiyle yapılır.

2- Dinde zorlama asla yoktur. Herkes Allah için kendi istek ve arzusu ile özgür bir şekilde inanır veya inanmaz.

3- İnanç ve fikir hürriyetini kendi vatandaşlarına bir hak olarak tanımayan devlet ve toplumlara karşı savaş açılabilir.

4- Yasaklar karşılıklı ve umumidir. Onun için bir toplumda bulunan bireyler ve guruplar aynı yasaklara uyarlar. Bir takım kimse ve gruplara uygulanmayan yasaklara başkalarının da uymama hakkı vardır.

5- Herkesin kendisini savunması, hem de kendisine yapılan taarruz ve saldırı nispetinde taarruz ederek savunması o kişinin en tabii bir hakkı hatta bir vazifesi olur.

6- Barış halinde bulunulan ülkelerle olan anlaşmazlıklar, hakemler yoluyla halledilir. Sulh ve barıştan anlamayan ve hakem kararlarına uymayanlara karşı silah kullanılabilir.   

7- Hak düzeninin kurulması ve insanların kendi cüzi iradelerini özgür bir şekilde kullanabilmelerini sağlamak için Allah yolunda önce mali savaşın verilmesi gerekir.

8- Bireylerin ve toplumların mallarını harcamamak ve kullanmamak suretiyle kendilerini tehlikeye atmaları yasaktır.

9- Savaş, şahsi veya milli çıkar çekişmeleri yüzünden değil, iyilikle kötülüğün, iyilerle kötülerin çelişmesi ve çatışması olarak yapılmalıdır.

10- Ekonomik savaş, bir menfaat çekişmesi olmayıp iyi düzenin korunması, kötülüğün, açlığın, sefaletin ve sömürünün yok olması için yapılır.  

11- Ekonomik saldırılara ancak ekonomik olaylar ve ekonomik yollarla cevap verilip karşı konulabilir.

12- İnsanlar birbirlerine ancak iyilikle bağlanırlar. İyilik yapma düzenini kuranlar insanları toplu olarak bir arada tutabilirler. İnsanlara kötülük yapmak, onlar arsında korku salmak ve endişe doğurmak bir fayda sağlamaz.

13- Savaş ancak mazlum insanların, ezilmiş ve sömürülmüş olan insanların haklarını korumak ve kurtarmak için yapılmalıdır. Bu konuda verilecek ilk savaş mali savaş olmalıdır.

14- Fitne ve sömürü sistemlerini ortadan kaldırıp yok edecek ekonomik bir düzen kurulmalıdır. Korku, endişe ve fitne düzeni yerine iyilik etme düzeni gelmelidir.

15-Menfaat çatışması ve çıkar çekişmelerinin yapıldığı bir düzen yerine

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 196

“…Kurban kesme imkânı bulamayanlar, üçü hacda ve yedisi de döndüğünüzde olmak üzere (on gün) oruç tutmak vardır. Bu kâmil bir ondur.”

Ayette kâmil bir ondan bahsedilmektedir. Rağıb “bir şeyin kemali”ni istenilen tüm vasıflarının tamam olması bir arada bulunması şeklinde, “bu tamam oldu” denildiğinde ise bunu da onun bütün lazım olan şeyleri bir araya geldi, bulundu şeklinde açıklamıştır.[407] Bizce bu ayetin ekonomik manası on sayısının kâmil bir sayı olarak, ele alınması ve böylece onlu bir sistemin kurulmasına işaret olarak yorumlanabilir. Çünkü her sayı, sayı olma bakımından tamdır, kâmildir. Ancak on ayısına kâmil denilmesi, onun başka bir özelliği bulunduğunu ifade edebilir.

Kamile: Tam, eksiksiz demektir. Kemal, bir nesnenin bütün parçalarının yerli yerinde yeterli ve tam olmasına denir.[408] Mesela bir kabın tamamen dolmuş olması gibi. Kabın eksik kalan kısmını doldurmaya ise ikmal adı verilir. Bir kimsenin büyürken ulaştığı en olgun noktaya da kemal adı verilir. Bu ayetten anladığımıza göre sayılar, demetlenerek ve paketlenerek gruplar haline getirilmekte ve böylece çeşitli sayılar sistemi doğmaktadır.

Bu ayeti okuyan inançsız kimselerin üç ile yedi on eder, bu zaten tam ondur. Bunu tekrar söylemeye ne lüzum var, dediklerini tefsirlerden öğreniyoruz.[409] Bu ayet sadece onların söylediği anlamı getirmiş olsaydı, dedikleri belki doğru olabilirdi. Hâlbuki bu ayetle onların anlayamayacağı bir mana, sayılar sistemini, onluk sistemini ortaya koyan bir anlam getirmiştir, diyebiliriz. Rağıb[410] bu konuda şöyle demektedir: Bu ayette on sayısının kamil olarak vasıflandırılması sadece yedi ile üçün on yaptığını bize söylemek değildir…Allah’ın burada on kelimesini kamil sıfatıyla tavsif etmesi, sözde bir istidrad (cümle-i mutariza, ara cümlesi, açıklama cümlesi)dır. Böyle söylenmesi on sayısının diğer sayı isimleri (sıfatları) arasındaki üstünlüğünü gösterir ve on rakamı, sayıların son bulduğu ilk düğüm noktası olup sayılar bununla tamamlanmakta, bundan sonra gelen sayılar ise evvelkilerin bir tekrarı olmaktadır. Bunun için on sayısı tam kâmil bir sayıdır. Razi de bu ifadenin faydalarını açıklarken bu söyleniş tarzının sayıların birler, onlar, yüzler ve binler olmak üzere dört şekilde sınıflandırıldığını gösterdiğini söylemektedir.[411]

İslamiyet’in bu ayetle onluk sayı sistemini benimsemiş olduğunu söyleyebiliriz. Mesela buna göre bir çoğunluk, onluk demet, onluk paket oluncaya kadar eksik kabul edilir. Dolmamış bir kap, dolduğunda onluk seviyeye geldiği, kemale erdiği söylenilir. Gerçekten Kuran-ı Kerim’de kullanılan sayılar onluk sisteme göre adlandırılmıştır. Mesela on tane ona özel bir ad verilerek mietün: yüz denilmiştir.[412] On tane yüze de elfün: bin denilmiştir.[413]   

Arapçadaki sayı isimlerinin genellikle anlamları yoktur. Yalnız bir, iki, on, yüz ve bin sayılarının anlamları vardır. Mesela bunlarda on kelimesinin kökü olan aşr, türetilerek birçok manalara gelir. Mesela aşiret, muaşeret, maşer ve işret gibi. On sayısının önemine örnek olmak üzere toplulukların onluk gruplar halinde teşkilatlandırıldığını söyleyebiliriz. Söz gelimi Türk askeri teşkilatında onbaşı, yüzbaşı, binbaşı ifadelerinin bu esastan alınmış olduğunu söyleyebiliriz. 

Kuran’da “Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişiyi yenerler.”[414] “Eğer sizden sabırlı yirmi kişi olursa iki yüz kişiyi yenerler”[415] buyrulmaktadır. Ayrıca bir iyilik yapana on iyilik verileceğinden[416] kâinatın son zamanları tasvir edilirken onlukların tatil edileceğinden[417] on fakir doyurmaktan[418] bahsedilmektedir. Biz bütün bu ayetlerin toplamına baktığımız zaman bunların onlu sisteme işaret ettiğini anlamak istiyoruz.

Bundan başka bir günlük namaz vakitleri, onun yarısı olan beştir. Bunlar cemaatle kılınan namazlardır. Vitir namazı ise altıncı olarak yalnız başına kılınan bir namazdır. Bir günde kırk rekât namaz kılınır. Bunlardan yirmisi farz, yirmisi de sünnettir. Farzların (sabah, öğle ve ikindi) on rekâtı gündüz, on rekâtı (akşam, yatsı ve vitir) de gece kılınır.

Arapçadaki çoğullar da onlu sisteme delalet eder. Esasen Arapçada iki çeşit çoğul vardır. Birisi cemi kıllet, azlık çoğulu olup üçten ona kadar olan sayılar için kullanılır. İkincisi de cemi kesret, çokluk çoğuludur ki, ondan yukarı olan sayılar için kullanılır.[419] Yine Arapçada otuz, kırk, elli, altmış, yetmiş, seksen ve doksan sayıları, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz ve dokuz sayılarının akıllılar için olan çoğul kalıbı ile cemi yapılırlar. Mesela hamsun: elli’nin mana olarak adı beşlerdir.

İslamiyet’te vergiler de beşte bir, onda bir, yirmide bir ve kırkta bir nispetlerinde alınır. Yani iktisadi ve içtimai düzen, onlu sistem üzerine kurulmuştur, diyebiliriz. Yukarıda da geçtiği üzere bir ayette[420] kıyamet gününden söz edilirken onlular tatil edildiğinde denilmiştir. Böylece kâinatın onlu sistem üzerine kurulmuş olduğu hissi bizde belirmiş bulunmaktadır. Böylece standartlar ve her türlü kuruluşlar onlu sistem üzerinden yapılmalıdır, şeklinde bir talepte bulunuyoruz.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Kâinat onlu sistem üzerine kurulmuştur. Toplum da onlu sistem üzerine kurulmalıdır.    

2- Ekonomik kuruluşlarda ve standartlarda onlu sistem kullanılmalıdır. 

  

Bakara Suresi 2/ Ayet: 197

“…Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. Bir de azık edinin. Muhakkak ki, azığın hayırlısı takvadır…”

Zad : Yolcuların yolda kullanmak için yanlarına aldıkları azığa denir.[421] Yolcular yüklerinden fazla olarak yanlarına almış oldukları bu azıklarını yolda yerler. Asıl yüklerinin üstüne fazla olarak eklenmiş olduğu için buna bu ad verilmiştir.

Kuran’da hacca niyetlenip yola çıkanlara yanlarına azıklarını almaları emredilmektedir.[422] Yemen’den gelen hacılar, biz Allah’a mütevekkiliz, derler ve azıksız olarak yola çıkarlar; bir de başka insanlardan istenirlermiş, Bunun üzerine hacılara yanlarına yolluk almalarını emreden bu ayet gelmiştir.[423] O halde azık hususunda kimseye yük olmamak gerekir.

Bu ayet insanların hac gibi bir farz ibadetin ifasında bile geçimlerini düşünüp hazırlık yapmaları gerekirken normal hayatta iken insanların geçimlerini temin hususunda elbette daha tedbirli davranacaklarına işaret etmektedir. Bu konuda izlenecek yol yatırımlar olabilir. Tüketim mallarından daha çok üretim mallarının harekette olması gerekir. İnsanlar hep bu gaye ile çalışırlar veya çalışmalıdırlar. Bununla beraber insanlar yıllık geçimlerini temin edecek tedbirleri baştan almaları gerekir. Herkes bir yıllık yiyeceğini baştan temin etmeli ve bu konuda tedbirli davranıp önlemlerini almalıdır. 

Yiyecek ve içecek ihtiyaçlarını günlük olarak temin etme sistemi insanları birçok sıkıntılara sokmaktadır. Bu şekilde kurulmuş olan bir düzende ekonomik krizler toplumda çok büyük etkiler meydana getirir. Onun için bu sistem bırakılmalı, bunun yerine malın vasıflarına göre hiç olmazsa aylık veya mevsimlik özelliği bulunan bir sistem getirilmelidir. Bu konuda hiç şüphesiz esas olan, bir yıllık ihtiyaçların depo edilerek hazır tutulmuş olmasıdır.

Bazı hayvanların hayatlarında şahit olduğumuz onların ekonomik faaliyetleri arasında bile bu depolama ve biriktirmelere rastlanmaktadır. Hâlbuki hayvanların hayatları ve yaşayışları tekâmül etme ve gelişme kanunlarından uzaktır. Mesela bunlardan arı sadece bir yıllık değil, belki yıllarca yiyeceği balı kovanına depo eder. Karıncalar da bir koca kış tüketecekleri yiyecek maddelerini toprak altındaki depolarına ambarlarlar. Hatta bazen onların yerin altında nemlenen buğday tanelerini çimlenip filizlenmemeleri için açık havalarda dışarıya çıkarıp güneşlettikleri görülür. Bazen de yeşermemesi için taneleri deldiklerine şahit oluruz. Mesela kişniş gibi tohumları bir kere delmenin filizlenmesine engel olmayacağını sezip de onları iki üç yerinden delmeleri gerçekten dikkate değer bir husustur.[424]  

Ayetteki tezevvedu: azık hazırlayın emri, çoğul olarak getirilmiştir. Bu fiilin mefulü hazfedildiği için[425] depolama ve ambarlama işinin birey tarafından mı yoksa toplum-devlet tarafından mı yapılacağı pek anlaşılmamaktadır. Yalnız bu kelimenin geldiği babın binası tekellüf için olduğundan[426] herkesin kendi yiyeceğini yavaş, yavaş kendisinin biriktireceğini düşünebiliriz. Fakat kıtlık ve herhangi bir afat sebebiyle meydana gelecek bir ihtiyaç için mal depolanmasını devletin yapacağını Yusuf Peygamber’in tavsiyesinden anlamaktayız.[427] Çünkü onun sözünde buğdayların başaklarında bırakılması emredilirken onu bırakın diye fiil çoğul, meful ise tekil zamiri olarak müfred getirilmiştir. Buradan da şu neticeye varıyoruz ki, herkes kendi yıllık yiyecek maddelerini hazırlayıp depo edecek, olağan üstü durumlar ve sebebi bilinip belli olmayan umumi krizler için ise devlet ambar ve silolarını her zaman dolu bulunduracaktır. Mesela yıllık yiyeceklerin mahallelerde ortak olarak yapılacak silo ve ambarlarda depolanıp saklanması gerçekleştirilebilir. Böyle bir müşterek ambardan herkes yiyeceğini, zaman, zaman ihtiyacı oranında alabilir. “Azığın en iyisi takvadır” denilmekle bu depolama işlerinde toplumsal bir yardımlaşma ve dayanışma bulunduğuna işaret edilmiştir, diyebiliriz.

Bütün İslam dünyasında özellikle ecdadımız olan Selçuklular ve Osmanlılar zamanında ekonomik alanda birçok yararları görülen vakıflardan bu konuda da faydalanmak mümkündür. Mesela ortak silo ve depolar için vakıflar kurulabilir. Bu depolarda hem devletin hem de bireylerin malları korunabilir. Bu malları koruyup kollama işinin de olabildiği kadar karşılıksız ve masrafsız yapılmasına çalışılır. Hem bu sayede “azık hazırlayın” emrine topluca uyma imkânı ortaya çıkmış olur. Yoksa herkesin kendi mallarını temin edip depolamakla uğraşması büyük külfetlere yol açabilir. Oysa böyle bir davranışın birçok ekonomik faydaları da olabilir. Mesela yiyecek maddeleri üzerinde meydana gelebilecek bir karaborsa böylece önlenmiş olur ve mallardaki fiyat istikrarı da kendiliğinden sağlanmış olur. Çünkü herkes yiyecek maddelerini en ucuz olduğu bir mevsimde temin eder. Depolamanın da çok ucuz veya bedava olması neticesinde üreticiler, mallarını hemen ellerinden çıkarıp vurgunculara kaptırmamış olurlar.

Ayrıca bu ayette hayır işlemenin ve depolamanın içtimai oluşuna işaret etmek için fiillerin çoğul kalıbı ile getirilmiş olduklarını söyleyebiliriz.        

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1-Zaruri olan tüketim malları önceden temin edilip yıllık olarak depolara konulmalıdır.

2- Her birey ihtiyaç maddelerini elinden geldiği kadar kendisi depolamaya çalışır.

3- Ayrıca toplumlar da ortak depolama sistemini kurup geliştirmeye çalışırlar.

4- İnsanın kendisini geçindirme hususunda başkalarına yük olması günahtır.

5- Ortak depolama sistemin gereklerine herkesin uyması gerekir.

6- Ortak depolama usul ve yöntemi ekonomik açıdan en iyi bir yol olarak kabul edilebilir.

7- Hac gibi yolculuklarda herkes, parasını, azığını, yiyecek ve içeceğini kendi yanına almalı ve hiçbir kimseye yük olmamalıdır.

8- Ortak depolama için yapılan masraflar, mallarını depoya emanet eden kişilere yükletilmemelidir. Takva bu suretle gerçekleşir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 198      

 “Hac mevsiminde Rabbinizden rızık isteyerek (ticaret yapmanız) size günah değildir…”

Bu ayet İbn Arabî’nin de dediği gibi hac mevsiminde hacılara ticaret yapmanın yasak olmadığına delalet eder.[428] Araplar, İslam öncesi hac aylarında Ukaz, Mecenne ve Zülmecâz gibi Pazar ve panayırlarda ticaret yapar böylece kazanıp geçimlerini temin ederlerdi. İslam gelince Müslümanlar bundan çekinmeye başladı. Mesela onlar Mina’da ticaret yapmazlardı. Bu şekilde onlar Arafat’tan indikten sonra ticaret yapmakla emredilmiş oldular. Hacıların, dini vecibelerini yerine getirdikten sonra çalışıp ücret almalarında, ihramlı iken ticaret yapmalarında bir sakınca yoktur. Ebu Davud, İbn Abbas’ın bu ayeti okuyup onlar Mina’da ticaret yapmazlardı. Bu şekilde onlar Arafat’tan indikten sonra ticaret yapmakla emredilmiş oldular, dediğini nakletmektedir.[429]

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Hacıların hac mevsiminde hacda iken ticaret yapmaları günah değildir.

2- Hacılar hacda ihramlı iken ticaretle meşgul olabilirler.

3- Hac büyük bir ibadet olmakla birlikte aynı zamanda ülkeler ve devletlerarası bir pazar ve ticaretin gerçekleşmesine vesile olan büyük bir panayırdır.

4- İhramlı iken alış-veriş yaparak ticarette bulunmak günah değildir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 204–205

“İnsanlardan kimi de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözü seni imrendirir ve o, kalbindekine Allah'ı şahit tutar. Oysa o, İslam düşmanlarının en azılısıdır. İş başına geçtiğinde yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli yok etmek için didinir. Allah da bozgunculuğu sevmez.”

Dünya hayatı: Yakın yaşayış. Dünya’ya bu adın verilmesinin sebebi, onun ahirete nispetle daha yakın olmasındandır.[430] Bu dünya kelimesinin mastarı dünüvv, yaklaşma demek olup zaman, mekân ve menzil için kullanılır.[431]

Buradaki dünya hayatından maksat, büyük âlim Alusi’nin de ifade ettiği gibi, dünya işleri ve geçim vasıtalarıdır.[432] Dünya işleri ve ekonomik meseleler hakkında güzel, güzel sözler söyleyip de fiilleri bunlara uymayan kimseler bu ayetin söz konusu ettiği kimselerdir. Böylelerine rastladığımız zaman ne iyi insan ve ne kadar doğru söylüyor, deriz. Dünya hayatı sözün zarfı olduğu zaman bu anlam çıkar. İkinci olarak böyle münafık tipli kimselerin halleri dış görünüşlerine göre hüküm verileceği için belki bu dünya hayatında beğenilebilir. Ancak bunların gerçekte nasıl oldukları daha sonra ortaya çıkar.[433]

İslam günümüzün yaşayışını geçmişteki çalışmaların bir neticesi olarak kabul eder. Bu sebeple de insanları daha çok gelecek için çalışmalara teşvik eder.[434] İslamiyete göre iki çeşit hayat vardır: Birisi günlük hayat (yakın hayat), diğeri ise gelecek hayat (ilerdeki hayattır, ahiretteki hayattır). Bu her iki hayat da önemlidir. O sebeple birisi diğeri için feda edilemez. Bundan dolayı hem bu gün hem de yarın için planlı ve programlı bir şekilde çalışmamız gerekir.[435]

Allah insanı cüzi irade sahibi yapmış ve kendisine günlük yaşayışın dışında birtakım görevler vermiştir. Kuran bu ayetle kendileri en büyük, azılı bir düşman oldukları halde insanlara dost görünen, geçici bir menfaat temin etmek için insanların hoşuna gidecek sözler söyleyen ve bu suretle onları kandırmaya çalışan, geçici hayatı seven birçok kimselerden korunmak ve şerlerinden emin olmak için uyarmaktadır.

Tevelli : Bir yağmur yağdıktan sonra ikinci olarak yağan yağmura vely adı verilir. Vesmî denilen ilkbahar yağmurundan sonra hemen onun arkasından yağan yağmura vely adı verilir.[436] Peşinden gitmek, arkasından gelmek ve takip etmek anlamlarına gelir.

Burada tevelli kelimesi kullanılmıştır. Vilayet ve ya velayet bir şeyi zapt edip tasarrufta bulunmak yani iktidar olmak demektir. Bu ayet, dünya hayatına idaresine ve iktisat politikasına ait yaldızlı laflar edip insanların hoşuna gidecek sözler söyleyip de işbaşına geçtiği zaman tahripkâr hareket eden, bütün insanların hayatına kıyan, çıkmazlara sürükleyen, düzende ve ülkede bozgunculuk yaratan münafık idarecilerin ve çirkin politikacıların özelliklerini dile getirmektedir.    

Gerçi tevelli kelimesi ense çevirmek, arka dönmek, sırt çevirmek anlamına da gelir. Bu takdirde ayet bize böyle kimselerin bizim yanımızda güzel, güzel konuşup da bizden ayrılıp uzaklaşınca neler yaptıklarını, sözleri başka ve fiilleri başka olup nasıl aleyhte hareket ettiklerini dile getirmektedir. Bu ayet bize münafık tipli insanların tatlı ve hoş sözlerine hatta dindarlıklarına bile aldanmamak gerektiğini hatırlatmaktadır. Böyleleri geçici güç ve kabiliyetleri ile insanları kendilerine çekerler. Bol vaatlerde bulunarak grupları arakalarından sürüklerler. Bugünkü iktisadi rejimlere dayanılarak yapılan vaatler de böyle gerçekleşmesi mümkün olmayan şeylerdir. Dünyaya ihtirasla bağlanan kimseler bunların arkasından gider. Gider ama umduklarını bulamaz ve her zaman elleri boş olarak dönerler.

Sa’y : Yürürken süratle gitmeye, koşmaya denir. Bu kelime herhangi bir işte durmadan istek ve gayretle çalışıp çabalamakta da kullanılır.[437] Bir hedef belirlemeden ve gaye tespit edilmeden yapılan çalışmalar, amel ve fiil kelimeleriyle ifade edilir. Yapılan bu amel ve fiil neticesinde elde edilen sonuçlar da kesbtir. Sa’y ise bir gayeye ulaşmak için çalışmak, gayret göstermek, istek ve arzu ile iş yapmaktır.    

Sa’y kelimesi emek anlamına da gelir. Nitekim eski Türkçede emeğe say denirdi.[438] Az emekle çok ürün elde etmek demek olan say-i ekal kanunu sözü de sa’y’in emek manasına geldiğini gösterir.[439]

İbtiğa’da sadece teşebbüs vardır. Amel’de de sadece çalışma vardır. Sa’y’de ise emekle beraber teşebbüs de vardır. Kuran bu ayette bazı kimselerin güzel sözleri ile insanları kandırdıklarını ve böylece iktidara geldiklerini iktidar olduktan sonra da bile, bile ve isteyerek bozgunculuk yaptıklarını çeşitli zulümlerle kan döküp mallara el koyup telef ettiklerini bildirmektedir.[440]

Fi’l-ardı : Yeryüzünde denilmek suretiyle böylelerinin şerlerinin bütün yeryüzünü kaplayacağına işaret edilmiştir. Ellerinden gelse bunlar, bütün dünyayı bozguna veririler ve yeryüzünde ne bir ekin ve ne de bir nesil bırakırlar. Burada bu ifade kullanılmakla gaye ve zararlarının manadan çok maddi olduğuna işaret vardır, diyebiliriz. Çünkü bunlar, manaya inanamadıkları için mananın düşmanı değil, maddenin düşmanıdırlar. Dolayısıyla bunlar, maddi varlıkları yok etmek için uğraşıp gayret gösterirler. Hem bütün yeryüzünü ve bütün maddi varlığı bozmak ve faydalanılmaz hale getirmek için çalışırlar.

İfsad : Bir şeyin tabii oluşundan çıkmasına denir.[441] Mesela meyvenin çürümesine fesad adı verilir. Her şeyin çürümesi ve bozulması bu kelime ile ifade edilir. İfsad ise çürütmek ve bozmak demektir. Mesela sağlıkla çalışan kurulu bir düzeni bozmak, işte ancak bu ikiyüzlülerin işi olabilir. Bunlar Allah’ı şahit tutarak iyi niyetli olduklarını iddia ederler. İnsanların hoşuna gidecek sözler söyleyerek onları ikna edip inandırırlar. Fakat ellerine imkân geçince de faydalı düzeni bozarlar. Düzeni birden değil, için, için yavaş, yavaş çürüterek bozarlar. Ekonomik düzenin böyle yavaş, yavaş bozulmasının sebebi, geçici heveslere kapılarak bu art düşüncelere alet olmaktır. İşte Allah, burada bu gibi kimselere karşı uyarmaktadır.

İhlak : Dağın yukarıdan aşağısına kadar olan kısmına yöresine helek denir.[442] Bu dağ yamacından aşağıya doğru yuvarlanmaya, düşmeye helak denmiş olabilir. Sonraları bu kelime kaybolmak, yok olmak, bozulmak, ölmek manalarında kullanılmaya başlanmıştır.[443] İhlâk da helak etmek demek olur.

Yukarıda yeryüzünü fesada verdiklerinden bahsedilmişti. Burada ise o kimselerin ekini ve nesli helak edeceklerinden bahsedilmektedir. Fesad, bir şeyin yavaş, yavaş bozulması; helak ise birden bozulması ve yok olmasıdır. Ekonomik düzeni tedricen bozmalarına, yani cansız âlemi yavaş, yavaş İfsad etmelerine karşılık insan nesli ve ekin gibi canlı varlıkları, fırsat bulunca, birden yok etmek isterler. Nitekim ayette “harsı ve nesli helak etmek için çalışırlar”, buyrulmaktadır. Gerçekten ekonomik düzen yavaş, yavaş bozulur. Halk da buna dayanarak hayata uymaya çalışır. Bu, sonuna kadar böyle devam edip gitmez; artık bir gün dayanılmaz bir hale gelir. Toplumda bu çekilmez sıkıntılar yüzünden bir patlama olur. Ayaklanma adı verilen bu ortamda insanlar ve ekinler imha edilir. Marks’ın tasvir ettiği kapitalist sistemin yıkılışı ile ilgisi bulunduğunu tahmin ettiğimiz bu anlamın gerçekleşeceği gün, o yıkılış günü gerçekten çetin olacaktır.[444] Bu, onlara göre iktisadi oluşun son merhalesi olup bundan sonra dünyanın sonu gelecektir.[445] Tabi bunlar bir iddiadan öteye geçemeyecek olan sözlerdir.

Haras : Toprağa tohum ekmek, tohumu yere serpmek demektir.[446] Daha sonra bundan alınarak ekin, tarla, kazanmak, tarlaya ekmek, cinsel ilişkide bulunmak anlamlarında kullanılmıştır.[447] Tarlada ekildikten sonra yeşerip büyümekte olan bitkilere de hars denir. Bütün bunlardan üretim vasıtaları manasına da gelebileceğini tahmin ediyoruz. Buradaki hars kelimesi Bakara 2/ 221 ayetinin delaletiyle kadın anlamına gelir diyenler de olmuştur.[448]

Nesl : Gök incirden çıkan süte nesel adı verilir. İnsanın çocuklarına da nesl denilmektedir. Kuran kadın için hars tabirini kullanıyor.[449] Nesl de çocuk yani evlatlar, demek olur.

Burada ekonomik olarak hars ve nesl kelimeleri bize iki ayrı şeyi hatırlatmaktadır: Bunlardan birisi olan hars, tarlayı yani üretim vasıtalarını, diğeri olan nesl de ürünü yani üretim maddelerini akla getirir. Başka bir anlam ile de bir tarafta insanların ihtiyaçlarını temin eden ekinler, mallar; diğer tarafta da insan nesli bulunur. İşte bu iki unsur, insan ve mal, ekonominin temelini teşkil ederler. Bu iki kelime bize üretim vasıtalarının, sabit ve değişken sermayelerini de hatıra getirir. Tabii düzeni bozmak, dünyaya huzursuzluk ve karışıklık getirmek isteyen kimselerin bu iki unsur, insan ve eşya, üretim vasıtaları ve ürünler, sabit ve değişken sermayelerin aleyhinde çalıştıkları ve onları yok etmek için uğraştıkları bildirilmektedir.

Ekonomik düzeni müdahale yoluyla düzeltmeye çalışan kimselerin buldukları çare, netice olarak helak ve ifsat etmekten ibarettir. Bir madde veya düzenin tabiatına ve esasına aykırı olarak, yapılan her davranış, bir yapım olmayı yıkım olduğu için onu hep helake götürür. Mesela mübadeledeki serbest rekabet arz ve talep dengesini kurar. Böylece en uygun fiyat gerçeklemiş olur. Çünkü bu fiyatla en çok üretim ve tüketim eşitliği gerçekleşmiş olur. Fakat bu doğal ekonomiye küçük bir müdahale bütün bunları tepetaklak eder.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Geçici çıkarlara ve menfaatlere aldanmak aslında zarar doğurur.

2- Geçici menfaat vadedenler aslında en azılı düşmandırlar.

3- Halkın hoşuna gidecek sözler söyleyip geçici menfaatler vaat ederek iktidar olmak isteyen ve görev almak isteyenlere bu fırsat verilmemelidir. 

4- Menfaat peşinde koşanlar bir gün insan neslinin ve eşyanın helakine sebep olurlar.

5- Üretim vasıtaları ve ürünler, insan nesli ve eşyanın selameti, gelecek için bir emniyet demektir.

6- Eşyanın tabii oluşuna ters düşen müdahaleler, bozgunculuktan başka bir şey değildir.

7- Düzenin tabii oluşuna aykırı gelen prensipleri uygulamak, o düzeni çöküşe ve yıkılışa götürür.

8- Emek, bir gaye ile çalışıp enerji harcamaktır.

9- Kötü insanlar işbaşına geçtikleri zaman bozgunculuk yapar, milli serveti çarçur eder ve insanların helakine sebep olurlar.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 208

“Ey iman etmiş olanlar, topluca selamet düzenine girin…”    

Dühul: Eve girmek demektir.[450] Ayette müminlerin silm’e girmeleri emredilmektedir. Silm’den maksat itaat etmek, boyun eğmek, barış ve İslam’dır.[451] Bu kelimeye ayrı, ayrı bu üç mana verilmiştir. Biz bunlar üzerinde fazla durmak istemiyoruz. Ayetin İslam’ın getirdiği düzene topluca girmeyi ve onu bir kül halinde kabul etmeyi emrettiğini söylemekle yetineceğiz.

Silm: Barışa ve barışmaya denir.[452] Bir düzen içinde bulunanlar, barış içersinde olurlar. Selm de kuyudan su çekilen bir kulplu kovaya denir.[453] Kulplu olduğundan kuyuya iner ve çıkarken güven ve selamet verdiği için bu adı almıştır. Merdivene de süllem adı verilir. Merdiven insanı yüksek yerlere tehlikesiz olarak ulaştırır. Bir malı eksiksiz ve kusursuz olarak götürüp sahibine vermeye de teslim adı verilir. Selam ise karşılaşan iki kinin birbirlerine zarar vermeyeceklerine dair yapmış oldukları bir anlaşmayı ifade etmek için kullanılan sözdür. Yani selam bir barışı bildirir.

İşte silm, böyle emin bir atmosferin içersine girmektir. Müslümanlar, herkesle beraber barış içersinde yaşarlar. İslam nazarında barış esas olup savaş ise geçici bir olay olarak kabul edilir.

Kâffeten: Hepsi birden, topluca demektir. Burada bu kelime, hem üdhulu: giriniz, hem de silm: barış kelimesinin hali olabileceğinden iki vecih söz konusudur.[454] Bu üdhulu kelimesinin hali olduğu zaman silm düzenine topluca girileceğini ifade eder. Silm’in hali olduğu zaman ise bir düzenin tüm olarak kabul edilmesi gerektiğini bildirir.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Selamet düzeni toplum tarafından kurulur.

2- Bir toplumda uygulanan sistem ve düzen bütün bireyler tarafından kabul edilir.

3- Bir düzenin gerekleri her bireye ve tüm bireyler her yerde aynı şekilde uygulanır.

4- Bir sistem ve düzenin bir kısmı kabul edilir diğer kısmı atılmaz. Düzenin hepsi tüm olarak kabul edilir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 215

“Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: Maldan harcadığınız şey, ebeveyn, yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular için olmalıdır. Şüphesiz Allah yapacağınız her hayrı bilir.”

Süâl : İstemek, dilenmek anlamına gelir.[455] Sehl, toprakları düz olan yere, ovaya denir. Sonraları kolaylık için kullanılmaya başlamıştır. Sele kelimesinin sehele ile ilgisi olsa gerektir. Çünkü insan bir şeyi sormakla ve sorarak öğrenip elde etmek, mesela kişi bir şeyi sordu ve öğrendi, bir nesneyi isteyip elde etti. O bunları hiç zahmet çekmeden kolayca kazanıp edinmiş olur.

Süal, ya bilgi edinmek, öğrenmek için sorup istemektir veya bir ihtiyacını gidermek için mal istenip dilenmektir. Süal kelimesi Kuran-ı Kerim’de bu her iki anlamda da kullanılmıştır.[456] Böylece bu kelime hem sormak ve hem de dilenmek manalarına gelir.  

Mâ : Bir soru edatı olup eşyalar için soru sormakta kullanılır; ne anlamanıdır.

: İsm-i işaret olup bu anlamınadır. Zâke şu, zâlike de o manasına gelir. Buradaki zâ kelimesinin ellezî: o şey ki, anlamında olduğunu söyleyenler de vardır.[457]

Buradaki soru, Arapça dilbilgisi kurallarında alışılan şekle uygun olarak gelmemiştir. Onun için de müfessirler bu konuda birkaç görüş ileri sürmüşlerdir. Burada neyin infak edileceği sorulmakta buna cevap olarak da kimlere infak edileceği söylenmektedir. Yani soru ile cevap arasında bir uygunluk yoktur. Onun için buna bu bir üslub-ül hakîmdir[458] diyenler de olmuştur.[459] Bu soru ya harcamanın kimlere yapılacağını veya ne gibi şeylerin harcanacağını öğrenmek için sorulmuş olabilir. Aslında sorunun üçüncü bir şekli de infakın niçin ve neden yapıldığıdır. Başkalarına harcama yapılmasının sebebi nedir, bunun için soru sorulmaktadır.[460] Bilhassa ekonomik bakımdan önemli olan bu konu başka ayetlerde de açıklanmaktadır.[461] Aslında bu başkalarına hayır olarak yapılan harcamalar yatırıma benzerler, bir çeşit yatırım gibidirler. Onun için de bunların karşılığı her zaman görülecektir.[462] Eğer biz bireysel geliri milli gelir içersinde düşünecek olursak ekonomik bakımdan çok önemli olan bu noktayı daha iyi anlamış ve kavramış oluruz.

İnfak daha önce de geçtiği üzere malları çarşı ve pazara götürüp satmak anlamına olduğu gibi, karşılık almadan bir şeye harcamak yapma ve yatırım yapmak anlamına da gelir. Bunun için ziraatçının tarlaya ektiği bir tohum ve kişinin çocuğuna yedirdiği bir yemek de infaktan başka bir şey değildir.

Burada infak fiili çoğul olarak hem de akıl sahipleri için kullanılan bir çoğul kalıbıyla getirilmiştir. Bu da infak işinin toplum tarafından müşterek bir şekilde yapılacağını göstermektedir. Esasen sorulan soruya da “soruyorlar” diye yine bu şekildeki bir çoğul kalıbı ile ifade edilmiştir. Yani infak kurumunun niçin, nasıl ve kimler için çalışacağını böylece bu infak sorusu yardımıyla daha iyi bir şekilde anlamış oluyoruz.

Bugün dünyanın birçok yerinde uygulanmakta olan emeklilik ve sigorta işlemleri insan hayatını garanti altına almak amacıyla yapılmaktadır. Hâlbuki bunlar İslam ekonomik düzeninde nafaka ve infak kurumları tarafından gerçekleştirilirler. Oysa emeklilik ve sigorta kurumları üyelerine maaş ve ücretlerinden yapılan kesintiler ve ödenen primler karşılığında yardım yapmaktadır.[463] Ya bu yardımların sebebi, önceden ödenmiş ve yatırılmış olan paralar ve maddi değerlerdir. Hem bu sigorta sisteminde insan hastalık, kaza, işsizlik, maluliyet, yaşlılık ve ölüm gibi (normal-doğal özelliklere) tehlikelere karşı sigortalanmaktadır.   

İslam ekonomisinde bugünkü anlaşılan ve uygulanan şekliye bir sigorta sistemi ve emeklilik tarzı yoktur. Mevdudi’nin de dediği gibi İslam’da faizli banka sistemi ve sigorta yöntemi yerine zekâtlı sistem ve devlet hazinesinden yardım etme esası vardır.[464] Yani İslam düzeninde maaş ve ücretlerden kesinti yapılması ve bunun karşılığında emeklilik adı altında geri ödeme yapılması diye bir usul ve bunu yapacak bir kurum yoktur. Yine aynı şekilde ödenen primler karşılığı yardım eden bir usul ve sigorta kurumu yoktur. Yukarıda söylediğimiz gibi bunun yerine nafaka kurumu vardır. İbn Abidin’de açıklandığı üzere nafaka, yiyecek-içecek, giyecek ve mesken gibi ihtiyaçların karşılanması demektir.[465] Yani netice olarak İslam ekonomisinde evlilik, hastalık ve bunun gibi zaruri ihtiyaçlar bu infak kurumu tarafından karşılıksız ve bedava olarak yerine getirilir.

İnfakın sebebi, evlilik, akrabalık ve mülkiyettir. Bunun için İslam ekonomisinde kadının, akrabaların, kölelerin (esirlerin) yani bütün insanların, hayvanların ve ağaçların hayatları sigortalanmış durumdadır. Onlar, hastalık, işsizlik ve malullük gibi durumlarda yardım görürler. Diğer taraftan hayvanlar ve ağaçlar da sahipleri tarafından bakılırlar. Sahipleri onları bakmakla mükelleftirler. Eğer onlar bu görevlerini yerine getirmezlerse mahallin amiri ve kadısı tarafından bakmaya mecbur tutulurlar, mal sahiplerine ya bak ya da sat diye emir verilir.[466]

Nafakanın farz olduğu ayetle sabittir. Bu konuda Kuran-ı Kerimde pek çok ayet vardır.[467] Hz. Peygamberin hadisleri de bulunmaktadır.[468]

İslam ekonomisindeki sigorta anlayışı ile liberal veya karma ekonomi sistemlerinin sigorta anlayışı arasında farklar vardır. Mesela liberal görün sigorta anlayışında bütün muhtaçlar sigorta kapsamına alınmaktadır. Ancak yapılan yardımlar hiçbir zaman ihtiyaçları karşılayamaz.[469] Hem bunlara göre sigorta yardımı ancak daha önceden ödenmiş olan bir değer karşılığı yapılır. Bu usul ise insanlar arasında sınıf farkının doğmasına sebep olur. Oysa İslam ekonomisinde yalnız para ödeyen kimselerin değil, bütün insanların hayatları garanti altına alındıktan başka hayvanların ve bitkilerin bile hayatları sigorta altına alınmıştır.[470] İslam düzeninde zaruri ihtiyaçların hepsi karşılıksız olarak temin edilir. Zaten İslam hukukunda infak-sigorta konusu geniş bir yer tutar.[471]

Üzerinde durduğumuz bu ayetten ve bütün bu açıklamamalarımızdan sonra anlıyoruz ki, İslam’ın infak sisteminde herkesi içersine alan bir sosyal güvenlik anlayışı vardır. Çünkü çalışanlar, çalışıp kazanırlar. Neticede üretimden elde edilen ürünler de tekrar üretim (yatırım) ve tüketim için harcanır. Yatırım ve üretim kısmına ayrılan mallara bunların meydana gelmesinde emek sarf edenler sahip olacaklardır. Bunun yanı sıra tüketime ayrılan mallar ise infak yoluyla hep birlikte bütün insanlar tarafından harcanırlar.

Kul : Söyle, de, soruya cevap ver, demektir. Süal, sormak ve istemek anlamına olduğu için süal edilen şeyin iki türlü cevabı vardır. Birisi sorulan şeye sözle cevap vermek, ikincisi de istenilen şeyi vermektir. Buradaki süal ise sormak anlamına olup istemek manasına olmadığından kul: söyle diye sözle cevap verilmektedir.    

Burada dikkat edilecek önemli bir nokta daha vardır. Size soruyorlar, siz cevap verin denilmeyip sana soruyorlar, sen söyle cevap ver, buyrulmaktadır. Böylece infak işlerinin hükümetin murakabesi altında yapılacağını anlamak mümkün olur.[472] Her ne kadar hükümetlerin ücret ve fiyatların teşekkülünde üretim ve diğer çalışmalarda bir müdahalede bulunma hak ve salahiyetleri olmasa da gerekli vergileri toplamak ve bunları gereken yerlere dağıtmak ve tüketimi kontrol etmek gibi ekonomide görevleri vardır.

Hz. Peygamber, Şüphesiz fiyatların ucuzlaması ve yükselmesi Allah’ın elindedir. Fiyatları ayarlayan da tutan da genişleten de Allah’tır. Allah’a yemin ederim ki, ben ne size bir şey veririm ve ne de mahrum edebilirim. Ben ancak bir hazinedarım, işleri emir olunduğum şekilde yaparım. Ben mal, can ve kan hakkında hiçbir kimsenin hakkının üzerime geçirmeden Allah’a kavuşmak istiyorum”, buyurmuşlardır.[473]   

Bu ayette daha önce de adları geçen beş kurum zikredilmiştir. Bunlar, ana-baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolcular kurumlarıdır. Bunlar burada bir arada sayılmakla beraber hepsi de bir lam harfinde toplanmışlardır. Bu husus, onların hepsinin aynı şekilde hakka sahip olduklarını ortaya koyar. Böylece tüketimde bir sosyal denge (şüyuiyet) esası sağlanmış olur.

Bunların dışında kalan yollardan transit gelip geçenler için de yapılacak kervansaray ve imarethaneler, oteller ve lokantalar sayesinde yolculara yiyip içme dinlenme ve geceleme ihtiyaçları temin edilir. Bu hususta da hiçbir ayrıcalık yapılmaz. Hasta, yaşlı ve yetim olanlara gelince bunlar da devlet hazinesinden maaş alma hakkına sahip olacaklardır. Ayrıca genel prensiplere uygun olarak kurulacak bir emeklilik kurumu ile de herkese eşit şartlarla yaşama sağlanabilir. Böylece tüketimdeki asli ihtiyaçlar normal olarak her birey için karşılanmış olur.

Asli ihtiyaçların dışındaki gereksiz masraflar ise zaten israf sayılarak haram kılınmıştır.[474] Bu sebeple ayette “hayırdan ne infak ederseniz”, denilmektedir. Buradaki hayır kelimesi her ne kadar mal anlamına gelse de[475] mal denilmeyip de hayır kelimesinin kullanılması önemlidir. Bununla insanların kendileri için gerçekten hayırlı ve faydalı olan şeyleri infak etmelerine işaret edilmektedir. Faydalı olmayan şeylere ve yerlere harcama yapmak infak sayılmaz. Mesela kumar için yapılan bir harcama ve rüşvet için harcama yapmak infak değildir. Bunlar, bir ihtiyacı tatmin etmedikten başka, ekonomi kanunlarına göre de zararlı olan şeylerdir. Onun için burada ihtiyaç, fayda ve marjinal fayda (son birim yararı) terimleri üzerinde biraz durmamız gerekir.  

İktisatçılar, ihtiyaç ve fayda üzerinde uzun, uzun durmuşlar, derin tahliller yapmışlar ve birbirinden ayrı görüşler ileri sürmüşlerdir. İnsanın ihtiyacı, onun kendisinde bulunan maddi ve manevi bir eksikliktir, diye tarif edilir.[476] Mal ve eşyanın insandaki bulunan bu eksikliği giderme özelliğine de fayda diyorlar.[477] İhtiyacın biyolojik, psikolojik, fiziki, fizyolojik ve sosyal olmak üzere çeşitli şekilleri olduğu da söylenmektedir.[478] İhtiyacın zamana, duruma ve teknolojik gelişmelere göre değişebileceği, gelir seviyesine, moda ve reklâmlara göre şekil değiştirebileceği ileri sürülmüş ve hatta ihtiyaçların sonsuz olduğu bile söylenmiştir.[479] Aslında ihtiyaç olmayan şeyler, ihtiyaçmış gibi kabul edilirse, ihtiyaçların böyle sonsuz olduğu doğru olabilir. Ancak bugün ekonomik hayatın bu kadar zor ve girift olması ve çekilmez bir hal almış olmasında bu yapay uyduruk ihtiyaçların payı çoktur. Artık insanın gerçek ihtiyaçlarının yeme, içme, giyme ve barınma gibi şeyler olduğu unutulmuş gibidir.[480]      

İhtiyaçların tatmin edilmesine fayda adı verildiğini söylemiştik. Bir ihtiyacın tatmini söz konusu olduğu için iktisatçılar yanlış düşünerek insana ararlı olabilen şeyleri de faydalı saymışlardır. Belki zararlı olan birçok şeyler ekonomik bakımdan ve ekonomi ilminde kullanılan anlamıyla faydalıdır. Mesela sığara, alkol, rakı, afyon, kokain kullanmak ve kumar oynamak gibi şeyler iktisatçılar indinde faydalıdırlar.[481] Böylece onlar yanlış bir yargıya varmışlardır. Hatta bu fayda anlayışı yüzünden ekonomiye ahlak ve sağlık kurallarına saygı duymayan bir ilim olduğu ithamı yapıldığını söylerler. Derler ki, aslında iktisat ilminin ahlaka saygısızlığı söz konusu değildir. Sigaranın ve eroinin bu maddeleri kullanmak ihtiyacını duyan insanlar için faydalı olduğu belirtilir. Zira bu şeyleri arzu eden kimselerin bir ihtiyacı giderilmiştir. Sağlığa zararlı veya ahlak kurallarına aykırı olması başka şey, hangi çeşit olursa olsun, bir ihtiyacın giderilmesinden bahsetmek başka şeydir.[482]

Böyle bir ihtiyaç ve fayda anlayışının iktisatçıların bireyci (individüalist) veya toplumcu (collectivist) bir zihniyete sahip olmalarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Zaten bugünkü ekonomik sistemler de ya bireyci veya toplumcudurlar. Bu her iki yolu birleştiren ise sadece İslam ekonomisidir. İslam düzeninde ne birey, toplum için; ne de toplum birey ve bireyler için feda edilir. Onun için bireye zarar olan bir şey topluma da zararlı kabul edildiği gibi, toplum için zararlı olan bir şey, birey için de zararlı sayılır. Böylece bireyin hakkı bireye, toplumun hakkı da topluma verilmekle bu birey ile toplum aynı zamanda birbirini tamamlayan iki unsur ve bir vücut ile vücudun organları birbirine bağlı olduğu gibi organik bir uzviyettirler.[483]  

İslam’ın hem bireyci ve hem de toplumcu olduğunu açıklayan Elmalılı da şöyle bir benzetme yaparak bu konudaki düşüncesini şöyle bildiriyor: Ferdi ve fert mülkiyetini boğan mutlak toplumculuk, azalarının bütün duyuları felce uğrayan ve yalnız gönlü basit ve fakat heyecanlı bir hatıra ile kıvranan bir bedene benzer. Toplumu ve toplum mülkiyetini boğan mutlak bireycilik de organları arasındaki ilişkileri çözülüp canı boğazına gelmiş ve gözleri havaya dikilmiş bir can çekişenin son demlerinde sekerat krizleri geçiren halini andırır.[484]      

Birey ve toplum bir kül halinde bütün yönleriyle beraber ele alınmadığı için bir taraftan faydalı gibi görünen şey, diğer taraftan zararlı olabiliyor. Bu sebeple insanın biyolojik ve psikolojik yönleri hiç nazar-ı itibara alınmadan ekonomik alanda fikir yürütmek yanlıştır. Mesela sığara ile alkollü içkileri ele alacak olursak, bu maddeler üretiliyor, bu sayede birçok kimseler iş buluyor, kazanıyor ve ticari hayatta da alınıyor ve satılıyor, böylece bireyler kazanıp zengin oluyorlar ve bu şekilde ekonomik hayata da canlılık geliyor. Bunun için de sığara ve içkiler faydalı şeylerdir. O sebeple de alınıp satılmalı, kullanılmalı ve bunlar serbest de olmalı öyle mi? Hayır, bu maddeler her ne kadar ekonomik alanda zahiri bir fayda getirmiş olsalar da aslında hem birey için ve hem de toplum için zararlıdırlar. Çünkü bunları kullanan kimseler hasta olmakta vücutlarında biyolojik ve organik arızalar görülmektedir. Avrupalı bir iktisatçı için insanların hasta olması da iyi bir şey olabilir. Çünkü doktorlar, yardımcıları ve hemşireler bu sayede iş bulurlar, hastaneler ve eczaneler durmadan çalışır. Ancak bu İslam’ın ekonomik düşüncesinde böyle değildir. İslam, tıp alanında hastalık, teşhis, tedavi, iş bulma hastaları iyi etme gibi çalışmalardan ziyade ilk başlangıçta koruyucu hekimliği hedef almıştır. İslam ekonomisinde insan birey ve toplum olarak kül halinde bir bütün olarak ele alındığı için ekonomik yönden olsa alkollü içkilerin imalini kabul etmez ve kullanılmasını asla kabul etmez. Bu husus hem ayet ve hem de hadislerle yasaklanmış bulunmaktadır.[485] Bireyleri hasta olan bir toplumun ile hasta olmayan bir toplum arasındaki milli gelir yüzdeleri karşılaştırıldığı zaman bu maddelerin faydalı mı, yoksa zararlı mı oldukları açıkça görülür.

Faydanın ihtiyacı karşılayabilmesi için elektrikte olduğu gibi kapalı bir devre meydana gelmesi gerekir. Mesela elma, toraktan dalları sayesinde usare olarak gelir, havadan alınan güneş ve karbondioksit ile birleşir ve zamanla bol vitaminli bir meyve halinde oluşur. Sonra insanlar tarafından toplanır, yenir ve midede sindirilir. Sonra kana karışır, yakılır, su, dışkı ve karbondioksit olarak dışarıya atılır. Böylece madde tekrar eski haline dönüşmüş olur. Bu hareket zincirinin bir tek halkası ihtiyaç giderilmemiş olur. Mesela sindirilmezse veya dışarıya atılmazsa fayda sıfır olur. Bazen de menfi fayda yani zarar doğar.[486]

  Esas konumuz yapılan bir infakın ihtiyaçları gidermesi idi. Aslında ihtiyaç olmayan belki de zararlı bir şey olan yerlere yapılan harcamaların infak sayılmayacağını yukarıda söylemiştik. İşte rüşvet ve kumar gibi şeyler için yapılan harcamalar böyledir. Kumar ve her türlü talih oyunları ile kazanç elde etmek İslam ekonomisinde yasaklanmıştır.[487] Kuran, şarap ile birlikte meysir adı altında talih oyunlarını da haram saymış[488] ve bunları büyük günah telakki etmiştir. Müfessirlerin dediğine göre cahiliye devri Arapları çok kumar oynamakta ve ailelerini, mallarını, mülklerini kumarda karşılık olarak ileri sürmekte idiler.[489] Zemahşeri meysir’i kumar diye tefsir ediyor ve bu ismi, bilhassa ok ile çekilen kur’a hakkında kullanıyordu.[490]

Kumar ekonomik yönden zararlı olup yersiz bir muameledir. Çünkü kaybedilen değerle kazanılan değer arasında fark vardır. Bunu marjinal fayda açısından düşünecek olursak bu fark açıkça görülür. Bu konuda Kuyucak marjinal faydayı açıkladıktan sonra kendi görüşünü şöyle belirtiyor: Fiyatlarda kullandığımız ölçü biriminin manası değişik kimseler için başka başkadır. Gerçekten herkesin bir liraya verdiği öne aynı değildir. Çünkü elde sarf edilmek üzere mevcut bulunan para miktarı yani ferdi gelir arttıkça para biriminin haddi-marjinal faydası azalır.

Bu basit keyfiyet birçok önemli ekonomik meselelerin açıklanmasına ve çözümlenmesine yardımcı olur. Mesela kumarın toplum için zararlı bir şey olduğunu buna dayanarak açıklayabiliriz. Gerçekten bir kişinin kumarda kaybettiği bin lira, dolayısıyla mahrum kaldığı fayda, kazandığı bin lira ile sağlayacağı faydadan daha çoktur.[491]

İnfakta dikkat edilecek hususlardan birisi de lüks ve israfa kaçmamaktır. Çünkü İslamiyet, her türlü lüks ve israfı haram saymıştır.[492] Bunun için tüketimde normal davranmalı ne eksik ve ne de fazla gitmeli, her türlü aşırılıktan sakınmalıdır. Ayette “Ey inananlar, Allah’ın size helal kıldığı temiz şeyleri haram etmeyin aşırı gidip haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez”, buyrulmaktadır.[493] Buna göre gösteriş istihlaki hastalığına kapılarak çeşitli ruhi depresyonlarını tatmine çalışanlar da günah işlemiş sayılırlar.[494] İnsanlara gösteriş olsun diye mal harcamada bulunanlar, Kuran-ı Kerim’de şiddetle yerilmişlerdir.[495]

İşte bu suretle İslamiyet’in lüks, israf ve her türlü gösteriş tüketimine temelden karşı olduğu anlaşılmaktadır. Bunun için lüks ve gösteriş talepleri bir ihtiyaç sayılmaz. Böyle bir talepte bulunan kimselerin bu isteklerini devlet karşılamak zorunda değildir. Daha doğrusu devletin böyle bir ihtiyacı temin etme gibi bir görevi yoktur. Fakat devlet ve hükümetler, çok kazanıp lüks ve gösterişte bulunan zenginler de bu yaşayışlarından dolayı bir yasak getiremez. Yani bu durum hukuki, kazai ve kanuni olmaktan daha çok dini, ahlaki ve vicdani bir olaydır. İsraf kişiden kişiye değiştiği ve Ahmet için israf olan bir şey Mehmet için israf olmadığı için bu konuda bir kural ve bir kanun maddesi getirilemeyeceğinden ötürü, israfa hukuk dışı bir olaydır, denilebilir. Yani yönetim, kamu görevlileri ve hukuk adamları israf için bir şey diyemez; ama halkın ayıplaması ve kınaması gibi bir müeyyide burada söz konusudur. Hem bu anlayış ile İslam toplumunda gayri İslami olanların inanmayanların ve gayri Müslimlerin istedikleri hayatı yaşayabilmeleri için çalışmalarına imkân verilmiş olmaktadır.   

Ayetin sonunda da “hayırdan ne yaparsanız, Allah onu bilir”, denilmektedir. Bununla yapılan hayır işlerinin devletin bilgisi dâhilinde yürütülmesi gerektiğine işaret edilmiştir, diyebiliriz. Aslında hayır işleri genel olarak bütün halkın ve herkesin kendi istek ve arzusu ile yapılıp yürütülür. Birey kendi kazandıklarından bir miktar ayırarak yukarıda adları sayılan kurumlara yardım edip harcamada bulunabilirler. Gerek yardımı yapan bu bireylerin ve gerekse kendilerine yardım yapılacak olan kimselerin devlet tarafından bilinmesinde yarar vardır. Dolayısıyla devlet düzeni içersinde bunların bilinmesi için, herkesin kendi gelir ve giderlerini gösterir bir defter tutması uygun olur.

Ancak bu defter tutma işi bu günün maliyesinde olduğu gibi, vatandaş için bir külfet olmamalıdır. Maalesef bugün sistemin icabından gelen bir yanlışlık yüzünden veri ve maliye memurlarının kontrol etme yetkileri vardır. Onlar mesela bir tarih hatası veya başka bir sebepten dolayı mükelleflere kat, kat mali ceza verirler. Hâlbuki ayetin ifadesine göre bilgi edinme işi devletin işi olarak gözükmektedir. Bu durumda yardımda bulunan kimsenin ifadesi doğru olarak kabul edilir. Onun kendisine ancak bilgi almak üzere soru sorulabilir. Bir hata ve yanlışlığın varlığını ispat etme külfeti bir iddiada bulunan memura düşer. Bu aynı zamanda İslam hukukunun bir prensibidir. Çünkü Hz. Ömer Ebu Musa el-Eşari’ye yazdığı mektupta “İddia edene ispat, inkâr edene ise yemin düşer” diyordu.[496]

Bu ayetten, daha birçok ayetlerden[497] ve peygamber’in hadislerinden[498] ve İslam tarihindeki uygulamalardan[499] anlıyoruz ki, tüketim meselelerinde sosyal dengenin sosyal dengenin sağlanması esastır. Bu konudaki bir hadisi burada zikretmek yerinde olacaktır. Hz. Peygamber şöyle buyurdular:  “Her kimin yanında binek fazlası bir hayvan varsa onu yanında bineği olmayana versin. Kimin yanında bir azık fazlası varsa, onu, azığı olmayana versin.” Ravi der ki, Hz. Peygamber o kadar mal çeşidi saydı ki, fazlalarda hiçbirimizin hakkı olmadığını sandık.[500]

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Tüketimde sosyal dengenin kurulması ve şüyuiyetin sağlanması esastır.  

2- Tüketimdeki sosyal denge, aile, emeklilik ve diğer kurumlarla düzenlenir.

3- Tüketimde kabul edilen ihtiyaçlar, asli olan ihtiyaçlardır.

4- Tüketimde gösteriş, lüks ve israf haramdır, günahtır. Fakat bu insanlara göre değişken ve farklı bir şey olduğu için yasaklanamaz. 

 5- Tüketimde gösteriş ve lüks harcama ihtiyaçları bireylerin kendi kazançlarından karşılanır.

6- Tüketimdeki hayır kurumları sayesinde bütün insanların hayatları, yetkili ve görevlilerin emir ve baskısı ile de hayvanların ve bitkilerin sağlıkları sigorta altına alınmıştır.

7- Hükümetlerin infak işlerini düzenleme ve denetleme gibi bir görev ve yetkileri vardır.

8- Mükellef tüketimde kendi harcamaları hakkında ne beyan etti ise o esas alınır. Bunun aksini iddia eden kimse bu iddiasını ispat etmekle yükümlüdür.

9- Bir mükellef tüketim harcamaları hakkındaki defterini kendisi için tutar. Bu yazılı belge hiçbir zaman onun aleyhine bir delil olarak kullanılamaz. Tutulan bu kayıtlar, bir ikrar sayılmazlar.

10- Ana-baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolcular tüketimde sosyal dengenin asıl temel kurumlarıdırlar.

11- İçki, eroin, kokain… ve afyon gibi vücut sağlığı açısından zararlı olan keyif verici maddeler ve bu gibi şeyler ekonomik açıdan faydalı sayılamazlar.

12- Fayda, hem birey ve hem de toplum açısından milli olarak düşünülmelidir.    

13- Birey için faydalı olan bir şey, toplum için de faydalı olmalıdır. Birey için zararlı olan bir şey toplum için de zararlı kabul edilmelidir.

14- Faydalı olmayan veya zararlı olan şeylere ve yerlere yapılan harcamalar nafaka: infak sayılamaz.

 15- Lüks ve gösteriş tüketimi için yapılan talepler, ihtiyaç sayılmazlar.

16- Nafaka, yiyecek, içecek, giyecek ve barınma ihtiyaçlarını karşılamaktır.

17- İslam ekonomisinden bütün halkın hayatı sigortalıdır. Ayrıca bir para alarak ve prim karşılığında sigorta yapan bir kuruluş yoktur.

18- İslam ekonomisinde bugünkü sigortanın yerini infak kurumu alır.

19- İnfakın sebebi, evlilik, akrabalık ve mülkiyettir.

20- İhtiyaç olmayan şeyleri ihtiyaç haline getirmek, ekonomik düzeni değiştirir ve bir takım zorlukların ortaya çıkmasına sebep olur.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 216

“…Belki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlı olur. Belki sevdiğiniz bir şey, sizin için şer olur.”

Bu ayet her ne kadar düşmanlarla savaşmaktan bahsediyorsa da buraya aldığımız kısım âmdır, geneldir.[501] O sebeple de her şey için ölçü olabilir. Mesela bir hastanın acı bir ilacı içmesi, onun hoşuna gitmez ama bu ilaç kendisi için faydalıdır.[502] His yönünden hoşlanmadığımız nice şeyler vardır ki, faydalı olduğunu ve hayır getireceğini ümit ederek onu yerine getiririz. Ve yine his ve duygu olarak zevk ve lezzet aldığımız pek çok şey vardır ki, onları yaptığımız zaman hem kendimiz ve hem de toplum için zarar ve sıkıntılar doğar.[503]

Bu ayet bize ekonomik davranışlarda ve İslami yapıda hislerle değil, akıl ve ilimle hareket etmek gerektiğini bildirmektedir. Hoşlanmadığımız ve istemeyerek yaptığımız şeyler bize hayır getirebilir. Her zorluğu bir kolaylık takip edebilir. Ancak gönlümüzün çektiği birçok şeyler de vardır ki, onların sonu hüsranla biter. Bir hastalıktan dolayı yapılacak bir ameliyat, belki korkunç görülebilir ama bunun sonu hayırdır. Yine insan zina yapmaktan büyük zevk alabilir; fakat bunun sonu uçurumdur. Bu yolla meydana gelen çocuklar gayri meşru olup toplumun başına dert açarlar.

Yani bizim hayatımızın bütün yönlerine hisler değil, akıl, irade ve ilim hâkim olmalıdır. Yoksa her his ve heves bizi neticeye götürmeyeceği için boş ve zararlı davranışlarda bulunmuş oluruz.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Ekonomik düzen hislere değil, ilmi esaslara dayanmalıdır.

2- Hislerin gemleneceği, aklın hâkim olacağı bir düzen kurulmalıdır.       

3- Hislerin gemleneceği, aklın hâkim olacağı bir ekonomik düzen kurulmalıdır.      

4- Hoşlanmadığımız şeyler içersinde bizim için iyilikler de olabilir. Hoşlandığımız şeyler içersinde ise bizim için kötülükler de olabilir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 217

“…Fitne katilden daha büyüktür…”

B ayet, Hz. Peygamber’in Abdullah b. Cahş’ı sekiz arkadaşı ile birlikte bir seriye olarak Batnınahle’ye gönderip Kureyşlileri gözetleyip haber getirmelerini emrettiğinde onlar gidip Amr b. Hadrami’yi öldürüp iki esirle geri dönmeleri üzerine o zaman Kureyş’te ve Müslümanlar arasında çıkan dedikodular sebebiyle gelmişti.[504] Ayette dinlerinden dönmeleri için Müslümanlara yapılan her türlü eziyet ve işkenceler dile getirilmektedir.[505]

Burada savaşın ve ölüm cezalarının temel sebebi ifade edilmektedir. Savaş, bozulmuş, yozlaşmış, dejenere olmuş ve hayatiyetini kaybetmiş kimseleri ortadan kaldırıp onların yerine daha güçlü sağlam ve ileri toplumları ve nesilleri getirir. Ölüm ise bireyler için daima mukadder olan bir şeydir. Mesela savaş olmasaydı, insanlar yine de öleceklerdi. Hatta o zaman onların ömürleri belki zannedildiği gibi daha uzun olmazdı. Zira dejenere olmuş ve tembelleşmiş bir neslin uzun ömürlü olması düşünülemez, onlar daha kısa ömürlü olurlar.[506]   

O halde savaş, toplumları gençleştirir, dinçleştirir ve onların yaşama azmini artırır. Fitne ise bunun tam tersine dejenere eder, toplumları yıkar ve artık hayat çekilmez bir hal alır. Bireyler artık her gün fitnenin acı ıstırabını çekerek yaşamaktan usanmaya başlarlar. Bunun içindir ki, milletlerarası olan bir savaş fitneyi ortadan kaldırır. Bir toplum içersinde uygulanan idam cezaları da fitneye son verir. Bundan Kuran-ı Kerimde “Kısasta sizin için hayat vardır” buyrulmuştur.[507]

Fetn : Bir nesneyi ateşle yakmak anlamına gelir. Fitne de altın ve gümüşü potada eritmek demektir.[508] Ortalığı yakıp yıktığı, potada eritir gibi insanları sıkıntı ve ıstırap ile erittiği için fitneye bu ad verilmiştir. Bu sebeple zaruri hallerde savaş meşru sayılsa bile fitne hiçbir zaman meşru kabul edilemez.

Bugün dünyada sürdürülmekte olan ekonomik savaş, fitneden başka bir şey değildir. Güçlüler tarafından anlaşmalı olarak kurulmuş bulunan bu sömürü düzeni bütün insanlığı tedirgin ve huzursuz etmektedir. Bu fitneyi yürütenler, karşılarına bir kuvvet çıkmasıyla fitnelerine son verilmesinden korkarak savaşın aleyhindedirler. Ama bunlar diğer taraftan da durmadan savaş silahları üretirler. Ancak bu savaşa karşı çıkan ve dünya barışından söz eden kimseler, her şeyden önce ekonomik fitnelerine bir son vermelidirler.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Fitne (ekonomide sistematik soygunculuk ve sömürü) asla meşru değildir.

2- Ekonomik fitneyi ortadan kaldırmak için savaş meşrudur.

3- Ekonomik fitneye son vermek için ölüm cezaları verilebilir.      

4- Ekonomik fitne düzeni tamamen tehlikeye düşürür.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 219

“Sana şarap ve kumardan soruyorlar. De ki: "Bu ikisinde büyük bir günah ve insanlara bazı yararlar vardır. Ancak günahları yararlarından daha büyüktür." Yine sana neyi başkalarına vereceklerini soruyorlar. De ki: afvi (ihtiyaçtan geri kalanı) Allah, düşünesiniz diye, ayetlerini size böylece açıklamaktadır.”

Hamr : Kadınların başlarına örttükleri başörtüsüne humr denir.[509] Üzüm suyunun köpüklenmesine başına beyaz bir örtü örtmüş anlamında tahammur adı verilir. Hamir ise maya demektir. Hamr da aslında örtmek manasında mastar olduğu halde çiğ üzüm şırasından keskinleşmiş ve sertleşmiş ve köpüğünü artmış olan şaraba isim olmuştur.[510]

Burada sana şarabı soruyorlar demek, sana içkiyi soruyorlar demek olur. Hamr’ın bu üzüm şarabına isim olması, bu kelimeyi has yani özel isim haline sokmuştur. Fakat hamr kelimesi anlamı dolayısıyla bir de genel olarak aklı örten (sarhoş eden) şey anlamında kullanılır ki, bu manada sarhoş edebilen her madde de hamrdır.[511]

Burada içki ve kumar hakkında onların ne sordukları açıklanmamıştır. Onların bunların mahiyetini mi yoksa kullanılmasının hükmünü mü sordukları belli değildir. Ancak verilen cevaptan anlıyoruz ki, bunların hükmünü yani helal veya haram mı oldukları hakkında sormuşlardır.[512] 

Maysir : Yüsür veya yesar’dan mimli mastar olarak kumar oynamak manasınadır.[513] Yesir, az şeye (ağırlığa ve çok az olup kolay kaldırılan yüke) denir.[514] Yapılması kolay olan işe de yüsür, denilmektedir. Kumarda kolaylıkla mal çarpıldığı veya çarptırıldığı için buna kolaylık anlamında olan kökten gelen bir kelime olarak maysir adı verilmiştir. Kumar ise zar gibi ne olacağı belli olmayan tehlikeli bir şeye bağlılıkla mal vermek veya almak demektir.[515]

İsm : Vesm, bir nesneyi tuz gibi dövüp ufaltmak ve atın, tırnağı ile yere vurup kazmasına denir.[516] İsm ise günah anlamına gelir.[517] Bu, yapılan bir işle kendi kendine veya başkasına kötülük yapmaktır. Zenb daha çok başkalarına karşı işlenmiş bir kötülük, ism ise insanın zararı daha çok kendisine dokunan bir şeyi yapmasıdır.

Kumarın ve içkinin zararı, daha çok, oynayan ve içene ait olduğundan faydanın karşılığı olan ism ile ifade edilmiştir. Bunlar bir hastalık gibi toplumu da sararlar. Menfaat geçici bir faydayı, darar veya be’s ise geçici bir kötülüğü ifade eder. İsm de kötülüğü ileride ortaya çıkacak ve devamlı olarak sürüp gidecek olan bir zararı bildirir.

Burada içki ve kumarın geçici faydaları olduğu bunun yanı sıra gelecek için büyük zararları da olacağı ism kelimesinin kullanılmasıyla açıklanmış bulunmaktadır. Bunun arkasından da zararlarının faydalarından daha büyük olduğu bildirilmektedir.

Müfessirler içki ve kumarın fayda ve zararlarından söz etmişlerdir. Eskiden içkinin faydaları arasında zayıfı kuvvetlendirmek, hazmı kolaylaştırmak, kalbi takviye etmek üzüntülü kimseyi teselli etmek, korkak kişiye güç vermek ve cimri kimseyi cömert yapmak gibi şeylerin bulunduğu sanılıyordu.[518] Hâlbuki bunların ve bunların yanı sıra da daha birçok zararlarının olduğu bugün tıbben sabit olduğu bir gerçektir.[519] İçkinin olsa, olsa içenin biraz geçici bir lezzet duyması ve satıcıların da ticaret yapıp kazanmalarıdır.[520] İçki imal edilip alınıp satılma yönünden ferdi geliri artırır, bu bakımdan faydalı kabul edilebilir. Ancak bu milli gelir açısından zararlı olur. Çünkü bu içki maddesi ile topluma yararlı olacak bir şey üretilmiş olmaz.

  Sadece kumara mı, yoksa kumar-takımı olan bütün talih oyunlarının hepsine birden mi, maysir denildiği hususunda iki görüş vardır. “Şu takva arlarından sakının, çünkü bunlar İran kumarıdır” şeklinde bir hadis nakledilmiştir.[521]  İbn Sirin, Mücahid ve Ata’lara göre içinde bir bahis (hatar) ve bir iddia bulunan her şey maysirdir.[522] Buna göre kumarın her çeşidine maysir adı verilir. Öyleyse piyango, at yarışları, sportoto… ve her hangi bir konuda bahse tutuşmak kumardır. Hatta bir hadiste çocukların aşık ve ceviz oynamaları bile maysirden sayıldığı açıklanmıştır.[523] İki kişiden birisi diğerine şu kadar yumurtayı yiyebilirsen şu senin olsun, demişti. Bunlar konuyla ilgili olarak Hz. Ali’ye başvurdular. Hz. Ali bu kumardır diye buna cevaz vermedi.[524]

Kumarın ekonomik ve sosyal yönden pek çok zararı vardır. Bakara 2/ 215. ayetin açıklamasında iktisatçıların kumar hakkındaki ekonomik görüşlerini nakletmiş ve bunun zararlı bir şey olduğu söylemiştik. Buna birkaç cümle daha ilave etmek mümkündür.    

 Ayette de ifade edildiği üzere içki ve kumar insanlar arsında düşmanlık, kin ve nefret duygularının doğmasına sebep olur.[525] Kumar bireyin servetini eriterek kendisini ve ailesini muhtaç hale düşürebilir. Kumar hırsı azami dereceye çıkarır, bireye verebileceği kısa süreli bir zevk onun sebep olacağı zararla asla karşılaştırılamaz. Kumarda ve piyangoda kazanılan bir para karşılıksız olduğu için de her haksız kazanç gibi kıskançlıkları davet eder ve insanların çalışma zevkini kaçırır.[526]      

Bu konuda Namık Zeki Aral’ın düşünceleri de şöyledir. Ekonomik kalkınma yatırımla olur. Yatırım da mutlaka tasarrufla olur. Kumar ise tasarrufun tam zıddı, hatta onun zehridir. Kumar, tasarrufu kemirip onun yok olmasına sebep olan zehirli bir kurttur. İnsan fıtratının iyi ve güzel yönleri olduğu gibi, zayıf ve kötü yönleri de vardır. Hatta kanmak için en kolay yol, kumar kuruntusuyla, kumara olan düşkünlüğü insan denilen yaratığın bu zayıf ve kötü yönlerinden biridir. Devlet toplum bireylerinin fıtrat ve yaratılışlarında var olan kötü bir düşkünlüğü kollayıp okşayarak bu kötü düşkünlüğü istismar etmek suretiyle kendisine mali-iktisadi kaynaklar sağlamak peşinde koşmaktadır. Bir devlet için bu, hata tabiriyle de ifade edilemeyecek kadar sakat ve tehlikeli bir politikadır.[527]

Mal memleketin imar edilmesi ve insan ihtiyaçlarının giderilmesi için Allah tarafından armağan edilmiş bir hediyedir. Onu kumarda harcamak ise yaratılış gayesinin dışında kullanmak demektir. Mal ticaret, ziraat, sanat ve başka türlü muamelelerle meydana geldiği için bunların dışında karşılıksız ve hiçbir emek harcamadan bir başkasının malını yemek elbette haramdır. Yine aynı şekilde tavlaya dört zar atmak veya bir kâğıt çıkarmak suretiyle başkalarının mallarını karşılıksız olarak almak ve yemek insanları tembelliğe sürükler. Kumar yüzünden binlerce ailelerin yıkılıp ocakların söndüğü ve zengin ailelerin refah ve saadette iken bir anda sefalete düştükleri biline bir gerçektir.[528] 

Kumar toplum için bir hastalıktır. Çünkü sosyolojik araştırmalar göstermiştir ki, ekonomik potansiyelin düştüğü devirlerde toplumların talih oyunlarına olan rağbeti daha çok artar.[529] Vücuttaki zararlı mikropların etkisiz hale gelebilmesi için bünyenin güçlenip kuvvetlenmesi gerekir. Yoksa zayıflıktan fırsat bulan bu mikroplar bir gün bünyeyi çökertebilirler. Kumar, piyango ve benzeri gibi talih oyunu virüslerin sosyo-ekonomik düzeni zayıflatıp hasta ederek öldürmelerine engel olunacak tek yol, ancak ekonominin doğal kanunlarını uygulamaktır.[530]

“Biz sana Kitabı her şeyi açıklamak için indirdik”[531] “Yaş kuru her şey açıklayıcı kitaptadır”[532] “Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik-noksan bırakmadık”[533]

Kuran-ı Kerim her şeyi bütün ayrıntıları ile birlikte anlatmaz. O ancak insanların doğru düşünüp anlayabilecekleri kural ve kaideler koyar. İnsan bu kurallara uyarak her konuda kendisi gerçeği bulur ve ona göre bir uygulama yapar. Bu yönteme İslam terminolojisinde fıkıh adı verilir. Ebu Hanife fıkhı şöyle tarif eder: “Fıkıh kişinin hak ve vazifelerini bilmesidir”[534] Öyleyse fıkıh bir insanın hak ve vazifelerini delillere dayanarak tespit etmesidir. Esasen buna fıkıh terimi olarak ictihad adı verilir. Yani bir konu hakkında İslamiyet’in emrettiği bir şekilde düşünmek ve ona göre karar vermektir. Bir insan fıkıh kitaplarında yazılı olan birçok şeyleri ilk anda hemen Kuran ve hadislerde bulamayabilir. Hâlbuki bu hükümler mutlaka ya bir ayete veya bir hadise dayanmak suretiyle ortaya çıkarılmıştır. Yoksa bu hükümler icabına göre, gelişi-güzel söylenmiş şeyler değildir.  

İslam’da hüküm konulurken hak ve vazifeler tespit edilirken takip edilen bir usul ve yöntem vardır. Ancak bu metodoloji sayesinde bütün problemler bir çözüme kavuşturulur ve İslam açısından her şeyin yeri tayin edilir. Bunun için İslam âlimleri usul-ü fıkıh adı altında bir ilim dalı ortaya koyup geliştirmişlerdir.  

İslam ekonomisinin esaslarını tespit etmek için gidilecek yol da budur. Böylece ekonominin bütün meselelerini İslami anlayış içersinde çözmek mümkündür. Ancak her şeyin Kuran’da çözülmüş olarak var olduğunu sanıp o şekilde aramak yanlıştır. Çünkü Kuran böyle tertip edilmiş bir kitap değildir. O her şeyi kanun maddeleri gibi yazmaz. Eğer öyle olsaydı bütün asırlara cevap vereceği için Kuran’ın ciltleri kütüphanelere sığmayacak kadar kabarık olurdu. Çünkü Kuran insanlığın her devirde ve her yerdeki ihtiyaçlarını karşılar; inanç, ibadet, ahlak, cemiyet, siyaset, iktisat, kadın, harp ve tüm ihtiyaçlar hakkında düzenleyici, ıslah edici esaslar getirir. İnsanları köle eden anlayışlarla savaşmak, akıl ve düşünceye hürriyet hakkı tanımak gibi prensipler ortaya koyar.[535]

Bu ayette müminlere istidlal ve akıl yürütme yolu öğretilmektedir. Hatta buna dayanılarak daha sonra âlimler tarafından iki usul kaidesi konulmuştur. Zararlıyı defetmek, faydalıyı celp etmekten önce gelir. İki zararlıdan daha evken olan tercih edilir[536], gibi kurallar mezhepler tarafından çeşitli isimlerle usulün ana prensipleri olarak kabul edilmiştir.[537]

Buna göre bir iş hakkında karar verirken geçici faydalarla ilerideki devamlı olan zararlar, az zararla çok olan zararlar, az fayda ile çok zarar karşılaştırılır, bunlardan hangisi yararlı ise o yönde bir neticeye varılır. Mesela tütünün faydaları ile zararları karşılaştırılır, eğer zararları daha fazla görülürse tütün içmek haramdır diye bir sonuca varılır. Yoksa Kuran-ı Kerim geldiği zaman tütün yoktu, o halde tütün mubah olmalı, demek, İslam dinini temelinden bilmemektir. Bunun başka bir tarafı da delillerin dördüncüsü olan kıyas metodunu inkâr etmek olur. Dolayısıyla böyle davranmak Kuran-ı Kerim’deki birçok ayeti anlamamak demektir.[538]

Bununla beraber birçok şeylerin helal veya haram oldukları hususu Kuran’da bildirilmiştir. Bunun sebebi ise bunların hepsini sayıp bitirmek değil, neyin faydalı ve neyin zararlı olduğu konusunda insanlara bilgi vermektir, diyebiliriz.

Ayette zararı çok olanın terk edileceği, faydası çok olanın ise alınacağı bildirilmektedir. Burada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Zarar ve fayda konusunda mesela içki, genellikle zararı çok olan bir nesnedir. Bazen de bunu faydası çok olabilir. O halde acaba bunun zararı fazla olduğu zaman terk edilip de faydası fazla olduğu zaman kullanılacak mıdır? Bu durumu biraz açıklamamız gerekir.

Hamr ve maysir kelimeleri burada cins isim olarak getirilmiş fayda ve zarar cinsleri arasında da mukayese yapılmıştır. Eğer hamr ve maysir kelimeleri tarif harfiyle getirilmeseydi, bir de bunlara ikil zamiri ile işaret edilmemiş olsaydı, o zaman zararlı olanı ile faydalı olanı arasında bir tercih yapma durumunda olabilirdik. Yani “fîhimâ”: içlerinde denilmeyip de “anhümâ”: onlardan denilseydi, o zaman bunları cins yerine “min” harfinin teb’îz için olmasıyla bazısı manasında anlardık. Hâlbuki ayette içlerinde denilmek suretiyle onlar (yani hamr ve maysir) zarar için zarf yapılmıştır. Zarflarda ise bu zarfların içersinde olan şeylerin nerede olduğu bilinemez. Çünkü zarf miyar gibi değildir.[539] Yani bunların hangisinde fayda ve hangisinde zarar olacağı bilinemez. Zira her birindeki zarar ihtimali fayda ihtimalinden daha çoktur. Dolayısıyla bazısından değil, tümünden (yani cinsinden) kaçınılması gerekir. Eğer bir yerde zarar ihtimali, fayda ihtimalinden fazla ise aksi gerçekleşmiş olsa da yine bundan kaçınılması gerekir. Bu standart ve norm davranışın bir sonucudur. İnsan her hareketini düşünerek ve neticeyi arayarak yapacak olsa, bunun üstesinden gelemez. Bu sebeple her olaya, ayrı, ayrı hüküm değil, benzer olaylara aynı hükmü uygulamak esastır.    

Yolculukta ramazan oruçlarını başka günlere tehir etmenin ve dört rekâtlı namazları ikişer rekâtlı olarak kılmanın sebebi, meşakkat, yani sıkıntıdır. İnsan yolcu iken o kadar sıkıntı çeker ki, diğer hallerinde bu kadar çekmez. Yolculuk adeta bu manada kullanılan sıkıntının yerini almıştır. Çünkü yolculukta sıkıntıda olma ihtimali, çok daha fazladır. Yolculuk denilince hemen sıkıntı hatıra gelir.[540] Bunun için oruç tutulmaz, bozulur. Ancak bu orucu bozmak için sıkıntıda olmak şart değildir. Mesela kişi evde mukim iken oruç bozamaz. Çünkü evde sıkıntıda olma ihtimali sıfırdır. Bunun için sıkıntıda olmak oruç bozmaya yeter sebep değildir.

Burada belirtilmesi gereken ikinci bir nokta da hükümetlerin şarap içenlere içirmemek, kumar oynayanlara da oynatmamak gibi bir müdahale etme hakkı olup olmadığıdır. Daha önce de geçtiği üzere[541] İslam, bir hukuk düzeni olup insanların iradelerini yok edecek bir biçimde polisiye tedbirler almak, İslam esaslarına aykırı düşer.

Şarap içen bir kişiye ceza verilmesi hususunda herhangi bir ayet yoktur. Ancak bu konuda Hz. Peygamber’in hadisleri vardır. Hadise göre şarap içene dayak cezası verilir.[542] Fıkıh kitaplarında hadd-i şürb veya hadd-i eşribe yani içme ve içki cezası olarak geçen bu mesele hakkında bilgiler ve hükümler vardır.[543] Hamr, yani şarap içene içtiğinden dolayı ceza verilir. Şarabın dışından herhangi bir içki içenlere ise sarhoş oldukları için ceza verilir. Sarhoş olmak, bütün dinlerde haram kılınmıştır.[544] Bunun için sarhoş oldukları zaman zimmî ve müstemen vatandaşlara da ceza verilebilir. 

Şarabın başka bir hukuki müeyyidesi de bunun devletin teminatı altında olmamasıdır. Mesela şarabı telef olan veya çalınan bir kimsenin şikâyetini yönetin dinlemez, mahkeme davaya bakmaz, telef eden de tazmin etmez.[545] Ancak zimmî için bu mubah olduğundan o, bu kaidenin dışında tutulabilir.  

Kumar için ise hükümet tarafından uygulanacak hiçbir ceza yoktur. Kumar oynamak, haramdır, günahtır. Ancak yönetimlerin buna ceza verme yetkileri yoktur. Yani bu olay hukuki-kazai ve şer’i bir yelem değil, dini-ahlaki ve vicdani bir hükümdür-eylemdir.

“Kumar haddi zatında kötü bir şey ise de devletin kumar oynayanları takip etmesinde sosyal bakımdan bir zorluk ve üstün zararlar bulunabilir. Gizli oynanan kumarın tahkikinin, araştırılmasının sebep olacağı zarar, oynayanlara çektirilecek cezanın sağlayabileceği menfaatten çok fazladır.”[546] Zira bunda insanların iradelerini serbestçe kullanmalarına engel olunacağı gibi, ayrıca devlete de takibi çok zor olan bir iş yüklenmiş olacaktır. Hem böylece bu suçtan sanık olanların bazısı cezalandırılırken bazısı da bilinmediği ve bulunmadığı için cezalandırılamayacaktır.

Kumarın hukuki müeyyidesi de devletin kumar ile ilgili olan hususları teminat altına almaması, bununla ilgili davalara bakılmaması ve alacaklıların alacağının tahsil edilmemesidir.

Ayette bildirilen fayda zarar kuralı bir düzenin temelini teşkil eder. Bu terazi, tam olarak kullanılabildiği takdirde bütün meseleler kolayca çözülebilir. Mesela bu kuralı uygulayarak fiyatlardaki devlet müdahalesini inceleyelim.

Daha sonraki ayetlerde geleceği üzere, İslam ekonomisinde narh koyma ve fiyatları ayarlama yoktur. Bir an devletin fiyatlara müdahale ettiğini düşünelim ve bunun fayda ve zararlarını araştıralım. Devletin fiyatlara müdahale etmesi ile birlikte geçici bir fayda sağlanabilir. Vatandaşlar o günün ihtiyacını isteklerine göre kolayca bulabilirler. Ancak bu husus gelecek için büyük zararların doğmasına sebep olur. Böylece fiyatların düşürülmesinde ve yükseltilmesinde hiç yoktan bir takım karlar ve zararlar ortaya çıkacaktır. Bu şekilde malların stoklanması ve karaborsanın da meydana gelmesine sebep olur. Normal fiyattan daha aşağıda tutulan fiyatlar, bazı ürünlerin üretilmemesine, yüksek tutulan fiyatlar da belki ihtiyaç olmayacak olan fazla ürünlerin üretilmesine sebep olabilir. Toprakların kabiliyetine göre ekilecek bir üründe tabii bir işbölümünün uygulanmasıyla az masrafla elde edilecek çok mal üretimi engellenmiş, mesela pamuk tarlasına pancar, tahıl tarlalarına da bostan ekilir hale gelmiş olur. Yani fiyatlara müdahale geçici bir fayda temin ederken geleceğe de büyük zararlar hazırlar. Ekonomideki arz talep dengesi bozulur. Bireylerin mülkiyet hakları da zedelenir. Böylece ekonomik düzen altüst olur. İşte bunun için yani fiyatlara müdahale etmenin gelecekteki zararları, hali hazırda sağlayacağı faydadan daha fazla olduğu için İslam ekonomisinde haram kılınmıştır, diye bir neticeye varıyoruz. Vergi nispetlerini yükseltmek veya düşürmek de aynı buna benzer.

İşte İslam ekonomisinin esasları tespit edilirken her şeyden önce, bu İslam düşünce tekniğinin iyice kavranması gerekir. Biz, bu çalışmalarımızda bunlardan ancak bir çeşni verebiliyoruz. İslam’ın bu düşünme mantığını ve metodolojisini öğrenmek isteyenler bununla ilgili ilimleri okumalıdırlar.    

215. ayetteki soru cümlesi, burada tekrar edilerek ne harcayacaklarını sordukları anlatılmaktadır. Birincisinde harcama yerleri gösterilmiş, burada ise gelirlerin kaynağı bildirilmiştir. Yine burada hükümetin idare ve kontrol yetkileri kabul edilmiştir.

Ayetin evvelinde fayda ve zarar hakkındaki hüküm bildirilmiş, ancak bunu yapıp yapmama hususunda bir yasak belirtilmemiştir. Burada da verilecek şeyler (vergiler) hakkında hükümler konulmuş ve hükümet başkanlarına şöyle, şöyle de diye emir verilmiştir. Söz icap ve teklifi içersine aldığı için bu ayet, hükümetlerin toplanacak vergide söz sahibi olduklarını ifade eder.

Afv : Suyun üstünde toplanmış bulunan çör çöpü ve pislikleri toplayıp atmaya denir. Alınıp atılan nesnelere de geride kalan temiz suyu da gene afv adı verilmektedir. Aynı şekilde koyunun yününü kırkmak afv olduğu gibi koyunun ve devenin tüylerinin çoğalıp büyümesine de afv denir. Otların kendiliğinden yetişip büyüyüp yerin yüzünü örtmesine afv adı verilir. Hayvanların davarların bu otları otlamasına da yine afv denilir. Sonraları malın iyisi, temizi ve fazla mal da yine bu kelime ile ifade edilmiştir. Suçun bağışlanmasına da afv denir.[547] Çünkü suçu işleyen kimseden bu suç silinip atılmaktadır. Sonuç olarak afv kelimesinin bu ayette dört manaya gelmiş olduğunu düşünebiliriz.

1- Hasat edilmiş, devşirilmiş mallar,

2- Malların en iyisi, temizi ve güzeli,

3- İhtiyaçtan arta kalan mallar,

4- Nemalanmış, çoğalmış mallar.

Bu dört manayı ayrı, ayrı düşünerek, her birini uygulamak suretiyle zekât vergisinin tahsil şeklini ortaya çıkarabiliriz. Zaten burada verginin nasıl verileceğinden, verginin keyfiyetinden sorulmuştur.[548]

1- Vergi, devşirilmiş ve toplanmış olan mallardan alınır. Yani vergi, üretimi tamamlanmış, menkul hale getirilmiş mallardan alınır. Bu yeraltından çıkarılan madenler tarlalardan elde edilen ürünler, meralarda yayılan hayvanlar, ticaret için bulundurulan ve aslında çoğalan elde mevcut mallardan vergi alınır, demektir. Sabit tesisler hasat (biçilmiş, toplanmış) malları olmadığı için bunlardan vergi alınmayacağı gibi, yatırım için yapılan harcamalardan da vergi alınmaz. Böylece gayrimenkul mallar vergiden muaf olduğu gibi emekler de vergiye tabi değildir. Mesela ekilen tarla ve ücreti verilen bir işçiden henüz üretim tamamlanmamış ve ürün elde edilmemiş olduğu için vergi alınmaz. İşçi kandı diye ücretinden kesmek ve böylece vergi almak üretim tamamlanmadan vergi almaktır ki, İslamiyet bunu kabul etmez. İşte bunun için bütün çalışmalar, vergiden muaftır. Ücretlerden vergi alınmaz.

2- Malların en iyisinden vergi verilmesi de bize vergi tahsili ile ilgili temel kurallardan birini gösterir. Yüzde itibariyle vergi nispetleri düşük tutulmuş olabilir. Ancak ayni olarak alınan bu vergi sisteminde alınacak payı seçme hakkı tahsildara aittir. Bu hususta tahsildarın sözünün geçerli olacağı ve onun dediğinin tutulacağı hakkında Hz. Peygamberin hadisleri vardır.[549]

Çiftçiler ürünlerini, çobanlar davarlarını, tüccarlar mallarını öbek, öbek yığarlar. Tahsildar (amil) gelir, belirtilen miktar kadar istediği yerden alır. Demek ki, afv kelimesiyle burada ikinci esas konulmuş oluyor. Mal sahibi mallarını taksim edip ayıracak, tahsildar da bunlardan istediğini seçecektir. Yani taksim hakkı mal sahibine seçme hakkı ise amile ait olur. Hz. Peygamberin Muaz’ı Yemen’e gönderdiği zaman insanların mallarının iyisini almama konusundaki tavsiyesini[550] mükelleflerin mallarından fazla almamaları gerektiği şeklinde anlıyoruz.

3- İhtiyaçtan arta kalanını vermek de[551] fakirlerin, vergi vermekten muaf tutulmaları gerektiği esasını getirir. Nisap derecesinin üstündekiler zengin, altındakiler ise fakir sayılır. Vergi, nisap derecesinin üstünde olan zenginlerden alınır, altında olanlardan alınmaz. Alınan bu vergiler, fakirlere ve toplumdaki ortak olan masraf yerlerine harcanır.

Herkesin az çok çalışması ve malların birbirine bağlı olarak üretilmesi sayesinde yıllık üretim topluca yapılmış olur. Elde edilen bu ürün hemen tüketilmez, depo edilip gelecek yıllarda harcanır. Yani yıllık artırılan kısımlar geçmiş yıllarda artırılmış olan kısımlara eklenir. Bundan dolayıdır ki, bu kısım yani yeni ürün, vergiye tabi değildir. Asıl vergi, kullanılmak için elde bulunan geçmiş yıllarda artırılıp yığılmış olan mallardan alınır. 

Bu geçmiş yıllarda elde edilen artık mallar toplumun olmakla beraber bireyler açısından bu mallardan harcama yetkisi farklıdır. Kimi bunlardan daha az harcarken kimi de daha çok harcayabilmektedir. Çünkü bu malları kullanma yetkisi, onların üretiminde ilk payı geçmiş olan kimseye verilir.

Toplumu meydana getiren bireylerin yarısı, mallar üzerinde ortalamanın üstünde bir harcama yetkisine sahip olur. Bunlar zengin kabul edilir. Toplumun diğer yarısı da ortalamanın altında bir harcama yetkisine sahiptirler. Bunlar da fakir kabul edilirler. Ortalama harcama vasat harcama kabul edilerek bu miktar ile bundan aşağı olan kısımlar vergiden muaf tutulur. Yani nisaptan az servete sahip olanlar fakir sayılan kişiler olup vergi vermezler. Buna karşılık ortalamanın üstünde bir harcama yetkisine sahip olanların diğerlerine göre ellerinde fazla mal var demektir. İşte bu fazla mal vergi olarak verilmelidir. Bunun için uygulanacak metot malın yüzde iki buçuğu alınır, diğer geri kalanı gelecek yıllarda kullanılmak üzere sahibine bırakılır.

Burada ikinci bir nokta daha vardır. Genel manada yiyecek, içecek ve para dışındaki mallar, vergiye tabi değildir. Çünkü bunlarda harcama yoktur. Bunun yanında ticaret malları ise para hükmünde olduğu için vergiye tabidir. Zira para, başka bir şeyi satın almak için verilen bir bedel, karşılıktır. Aslında ticaret malları da böyledir. Dolayısıyla ticaret malları bir tüccar için paradan başka bir şey değildir.

4- Vergi aslında nemalanan: yani üreyen mallardan alınır. Ticaret malları ile paranın hükmen nemalandığı kabul edilir.[552] Bunun için paraların ve banknotların da zekâtı vardır.[553] Böylece nemalanan mallar, hakikaten nemalanan ve hükmen nemalanan mallar olmak üzere iki kısma ayrılır. Hakikaten nemalanan mallar mesela tahıllar ve meyveler gibi olan mallardır. Bunlardan var oldukları için vergi alınır. Hükmen nemalanmış sayılan mallar ise mesela para ve ticaret eşyası gibi olan şeylerdir. Bunlardan da nemalanma nasıl ve ne zaman olduğu bilinmediği için yıl nazarı itibara alınarak vergi alınır.[554] Bir yıldan fazla depoda kalan yiyecek maddeleri ticaret malı olarak kabul edilir ve onlardan da vergi alınır. Böylece para ve yiyeceklerde bir nevi depolama ve biriktirme cezası verilmiş olur. Bu suretle vergiler, madenlerden, zirai ürünlerden, otlaklarda yaylak hayvanlarından, ticaret mallarından, paradan ve depo edilen yiyeceklerden alınır.[555] Bu sebeple İslam’da dolaylı vergiler, alım-satım vergileri…yoktur. Bir şeyin hükmen nemalanmış: üremiş kabul edilebilmesi için, onun hakkında nass (delil) bulunması gerekir.[556] Çünkü hükmen nemalanma istisna olarak konulmuş olan bir hükümdür. İstisnaya yani istisna olarak gelen bir olaya ve hükme ise başka bir şey kıyas edilemez.[557]

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Yaşamada geçici, keyif verici ve mest edici zevkler, asli ihtiyaçlardan değildirler.

2- Çalışmada emeksiz ve gayretsiz olarak elde edilen kazançlar (mesela kumar gibi) meşru değildir.

3- Geçici menfaatlerle bu menfaatler yüzünden ileride gelecek kötülükler ve zararlar karşılaştırılır; kötülük ve zararları daha çok olan menfaatler terk edilirler.

4- Daha büyük zarar ve kötülüklerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermemek için kötülüklere hükümetler tarafından müdahale edilmez.

5- Hükümetlerin kötü şeyleri tespit edip ilan etme yetkisi vardır. Bu kötülükleri yapanların bu husustaki davranışlarından doğan neticeler devletin teminatı altında değildir.

6- İyilik ve kötülükler tespit edilirken onların faydalı ve zararlı, sürekli ve geçici olma özelliklerinin ölçüleri esas alınır.

7- Hükümetin yaptırımcı gücü ve zoru ancak hükümetlerin yetkili ve görevli olduğu sahalarda kullanılabilir.

8- Vergilerin toplanmasında olduğu gibi dağıtım işleri de hükümetlerin kontrolü altında yapılır.

9- Vergi elde edilen ürünlerden alınır. Bu sebeple sabit tesisler ile insan emeği vergiye tabi değildirler.

10- Vergi üretim tamamlanıp mal tüketilecek bir hale geldiği zaman alınır.

11- Vergi alınırken vergi mallarını seçme hakkı vergi memurlarına aittir.

12- Vergi ancak zenginlerden alınır, fakirlerden vergi alınmaz.

13- Vergi tüketim mallarından ve menkul mallardan alınır.       

14- Vergi nemalanan: üreyen mallardan alınır.

15- Mallarda hükmen nemalanma sıfatı ancak delil ile tespit edilir. Nema olmayan mallardan vergi almamak esastır.

16- Vergi nisabın üstünde olan mallardan alınır. Nisabın altında olan mallardan vergi alınmaz. Çünkü bunlar miktar olarak ihtiyaçtan azdırlar. Bu sebeple de vergiye tabi tutulmazlar.

17- İslam vergi sisteminde dolaylı vergiler ve alım-satım vergileri yoktur.  

18- Vergi olarak verilecek malları ayırma hakkı vergi mükelleflerine aittir.

19- Yatırım için yapılan harcamalardan vergi alınmaz.

20- Hasat malı olmadıkları için sabit tesislerden vergi alınmaz.

21- Ücretlerden vergi alınmaz.

22- Elde tutulan paradan vergi alınır.

23- Her türlü ticaret malından vergi alınır.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 220

“…Bir de sana öksüzlerden soruyorlar. De ki: "Onların işlerini düzene koymak, karışmamaktan daha hayırlıdır. Eğer onlara karışırsanız kardeşleriniz olurlar. Allah, yararlı iş yapanı bozguncudan ayırır. Eğer Allah dileseydi sizi kesinkes sarpa sarardı…”

 Cahiliye devrinde insanlar zengin yetimlerin mallarına tamah ederek onlarla evlenir veya mallarının dışarıya gitmemesi için oğlu ile nikâhlarlardı.[558] Bunun için yetimlerin mallarını yiyenlerin karınlarına ateş doldurdukları[559] yetimlerin mallarına ancak güzellikle yaklaşmak gerektiği[560] gibi ve daha birçok ayetlere gelince [561] halk yetimlere yaklaşmayı, mallarını kullanmayı ve işlerini görmeyi bıraktı. Yanlarında yetim olanlar yetimlerin yemesini içmesini kendinden ayırdı ve onların yemeklerini dolaplarda saklamaya başladılar. Böyle davranmaları da onlara güçlük getirdiği için Hz. Peygamber’e gidip durumu arz ettiler ve bu ayet geldi.[562] Böylece onlar yetimlere karşı uzak durunca yetimlerin işi de karışıp zorlaştı, yani her iki taraf için güçlükler ortaya çıkınca sahabe Hz. Peygambere gidip yetimlerin durumunu sordular cevap olarak da bu ayet geldi.[563]

Ayette yetimlerin nasıl büyütüleceği hususunda hükümler getirilmiştir. Soruyorlar diye soranlar çoğul kalıbı ile getirildiği için yetimlerin bakılmasında ve mallarının korunmasında toplumun görevli olduğu anlaşılmaktadır. Bir yetime kimin ve nasıl bakacağı konusu önce şeriata göre tespit edilir. Çünkü çeşitli durumlarda farklı hükümler uygulanır. Çoğunun babası ölür, anası kalır veya her ikisi de ölebilir. Bütün bu hususlar İslam hukukuna göre belirlenir.

Yetimlerin kendilerinin yetiştirilip bakılması, terbiye edilip büyütülmeleri, mallarının da bakılıp korunması ve ticaret yoluyla artırılması bütün bunlar hayırlı olan işlerdir. Bunlar hem yetim ve hem de yetimin velisi için hayırlıdır.[564]

Ayette eğer onlara katılırsanız, karışırsanız denilmektedir. Bu katılma (halt) hakkında dört görüş vardır.[565]  

1- Yeme içme barınma ve hizmet hep yetimlerle birlikte ve beraber olur. Bu ihtiyaçlar aynı aile içersinde aile ile birlikte yürütülür.

2- Veliler, yetimlere bakmalarının karşılığı olarak ücret alırlar. Çünkü bu bir görevdir. Ancak zengin olanların buna karşılık bir ücret almaları caiz değildir. Fakat ayette belirtildiği üzere fakir olan veliler ücret alabilirler.[566] Ancak bazı âlimler her ikisinin de ücret alabileceğini söylemişlerdir.

3- Veliler kendi mallarını yetimlerin mallarına katarak bir nevi şirket kurup yetimlerin kanmasına ve mallarının da artmasına çalışırlar. 

4- Veliler, yetimlerle nikâhlanmak suretiyle onlarla sıhrî bir akrabalık kurabilirler.[567]

Ayeti nazar-ı itibara alarak bu görüşleri şu şekilde kompoze edebiliriz. Yetimlerin malları tespit edilerek bir yed-i emine veya hazineye teslim edilir. Çocuklar büyüyünceye kadar bu mallara dokunulmaz. Bu malları çalıştıracak birisi çıkarsa karı ve zararı kendisine ait olmak üzere çalıştırabilir.

Yetimlerin veliliğini kabul eden kimse bu malları çalıştırabilir. Geliri ile hem çocuklara bakar, hem de kendisi için harcamada bulunur. Ancak yetimin anamalına dokunamaz. Yetimlere yukarıda anlattığımız yardım kurumlarının yetimler faslından maaş bağlanır. Mesela yetimlerin anası sağ ise onun yanında bakılması için bu yola gidilebilir.

Herhangi bir sebeple evlenme yolu ile veya yakın akrabaların veli olmasıyla yetimin mallarını kendi malları ile karıştırma zarureti ortaya çıkarsa karıştırılabilir. Bu şekilde yetimler büyüdüğü zaman kardeş payı olarak haklarını geri alırlar. Bu husus ayette açıklanmayıp mücmel bırakılmıştır. Ayrıca bütün mallar bir şirket şeklinde düşünülerek bir nispet dâhilinde sözleşmelerle tespit edilebilir. En sonunda bu sözleşmelere göre mallar aralarında bölüştürülür. Yetimleri bu şekilde besleyip büyütecek olanlara da yetimler veya akrabalar faslından bir maaş bağlanabilir.       

Allah, müfsidi muslihten ayırıp bilir ifadesiyle, yetimlerin bakılması konusunda ortaya çıkacak herhangi bir anlaşmazlığın hakemler yoluyla halledilebileceğine hükümetlerin bu gibi işlerde yetkileri bulunmadığına işaret edilmiş olabilir. Allah isteseydi sizi sıkıntıya sokardı, tabiri ile de bu malları karıştırma işinin yalnız kolaylık gayesiyle müsaade edildiği belirtilmiş olmaktadır.[568]

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Yetimlerin durumu mevzuata göre tespit edilir. Meydana gelecek problemler ve taraflar arasında çıkan anlaşmazlıklar hakkında hakemlere giderek meseleler çözüme kavuşturulur. Bu işlere hükümler karışmaz.

2- Yetimlerin mallarına dokunulmaz. Yetimler, yardım kurumlarından yetimler faslıyla oradan alınacak yardımlarla yetiştirilip büyütülürler.

3- Yetimlerin yakınları yetimleri kendilerine kardeş yaparak onların mallarını kendi mallarına katıp karıştırabilirler. Daha sonra yetimler büyüdüğü zaman bu malları kendi aralarında müşterek olarak bölüşürler.

4- Yetimlerin hakları hakemler tarafından tespit edilir.

5- Yetimlere veli olan kimseler, onların mallarını alıp büyüdükleri zaman hiç eksiltmeden aynı miktar malı kendilerine teslim ederler.

6- Veliler, yetimlerle bir aile gibi beraber oturup yeme içme giyme ve barınma gibi ihtiyaçlarını birlikte giderip bütün ihtiyaç ve hizmetleri beraber giderip birlikte yaparlar.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 223

“Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza nasıl isterseniz öyle varın. Kendiniz için takdim edin…”  

Nisâün : Bir içim süte nüsve adı verilir. Nisâ kelimesi süt veren ve sütlü anlamında bu nüsve kökünden gelen bir kelimedir.[569] Bu çoğul bir kelime olup karılar anlamına gelir. Tekili ise imraetün’dür.

Türkçede erkek kadın kelimeleri ayrı iki cinsi ifade ederler. Koca karı kelimeleri de evli olan erkek ve kadınları ifade eder. Bu durum Arapçada da aynen böyledir.

Burada nisa: karılar kelimesinin süt anlamına olan bir kökten gelmiş olması karı ile kocadan olma ortak olan çocuklarına süt veren tarafın anne olduğunu gösterir. Adeta karı kocasının çocuğuna süt temin eden kimse demek olur. Ayette eşleriniz tabiri yerine nisanız: karılarınız denilmiş olması, çocuklara sür verme mükellefiyetinin kadınlara ait olduğunu bildirmektedir.    

Türkçedeki kadın sözü katmak kelimesinden alınmış olabilir. Türklerde dışardan evlenme esastır. Ocak (kılan) halinde yaşayan aşiret, dışarıdan gelin getirince onu böylece kendi ailesine katmış olur. Onun için hanımlara katılan kimse anlamında kadın adı verilmiş olabilir. Esasen gelin de her halde gelen kimse demek olsa gerektir. 

Karı, karık (karışmış) içine girip onunla bir olunmuş anlamınadır. Mesela başka bir sürüden gelen hayvanlara senin koçun benim koyunlarıma karışmış derler. Koç katımı ifadesi de Türkçede meşhurdur.

Kuran-ı Kerim’in bir kelimeyi kullanması onun menşeini de benimsemiş olduğunu ifade eder. Mesela eskiden tüccara simsar adı verilirdi… Hz. Peygamber bir gün tüccarların bulunduğu yere geldi ve “ey tüccar topluluğu” diye hitap etti. Zaten Kuran’da da pek çok yerde ticaret kelimesi kullanılmıştır. Onun için tüccara bu ad verilmektedir.[570] İşte nisa kelimesi de burada gelmekle ananın süt verme hak ve vazifesini ortaya koymaktadır ki, başka ayetler[571] ve hadisler[572] de bunu teyit etmektedir. Zaten diyaneten-din bakımından anaların süt verme gibi bir görevleri olduğu, çocuklarını emzirmeye yükümlü oldukları hakkında müçtehitler birleşmişlerdir.[573]

Nisâün (kadınlar) ve küm (sizin) kelimelerinin her ikisi de çoğuldur. Yani bir kadının bir tek kocası bulunacaktır. Her kadın çocuk yapıp kocasının çocuğuna süt verme durumundadır. Bu ayet bu ifade tarzı ile aynı zamanda evlenme ve aile kurumunu da ortaya koymaktadır.

Hars : Bu kelimenin esas manası ocaktaki yanık odunları bir araya getirerek tekrar yanmalarını sağlamak demektir. Türkçede buna ölçermek adı verilir.[574] Bu sonraları dağınık şeyleri bir araya getirmede kullanılmıştır. Bir adamın dört kadınla evlenmesine de hars denilir. Çünkü bunlar bir araya gelip bir arada oluşurlar. Tohumları tarlaya ekmek hars anlamında olduğu gibi, yetişmiş ekinleri biçip bir araya getirmek de hars kelimesiyle ifade edilir. Böylece bu kelime, bir araya getirme, yetiştirme, olgunlaştırma anlamını kazanmış olur. Bir araya getirme demek bir arada yetiştirme demek olduğu için kelime esasta bir-tekil olup çoğul anlamını taşımaktadır.  Razi hars kelimesinin tekil olarak gelmesini mastar olduğuna bağlayarak mahzüf bir muzaaf kelime takdir etmektedir. Hazfedilmiş bulunan bu kelime zevat (sahipler) kelimesidir. [575] Buna göre cümle hanımlarınız sizin için tarla (ekinlik) sahipleridir, şeklinde olur.

Bu ayette teşbih vardır. Kadınların uzvu tarlaya, erkeğin nutfesi-spermleri, tohuma ve çocuk da topraktan çıkan bitkiye benzetilmiştir.[576] Bu benzetme bize usuldeki kıyas metodunu hatırlatmaktadır.

Kıyasta ya iki şey birbirine benzetilir veya bir şeyin illeti tespit edildikten sonra bu illetin bulunduğu her yerde hüküm ve başka şeyler de geçerli kabul edilir.[577] Burada iki şey birbirine benzetilmiştir. Mesela burada tarla mülkiyeti ile kocaların karıları üzerindeki mülkiyeti karşılaştırılmaktadır, diyebiliriz. Kadınlar tarlalara benzediği gibi, tarlalar da kadınlara benzer. Kadınlar insan üretirken, tarlalarda nal ve eşya üretmektedirler. Her ikisi de önemlidir. Şimdi bu analojiden faydalanarak birçok esasları ortaya koyabiliriz.

1- Kadınlar erkeklerin malları değildir. Yalnız kadınlarla cinsel ilişkide bulunmak onlardan cinsel yönden faydalanma ve çocuk yaptırma hakkı kocalarına verilmiştir. Yoksa kadın ve erkek kişilik bakımından ayrı, ayrı hakka sahip olup her ikisi de eşittir.

2- Koca karısının nafakasını temin etmekle mükelleftir.[578] Sahibi tarlasına gereken hizmeti yapmakla yükümlüdür.

3- Koca karısını karılık dışında her hangi bir maksatla kullanamaz ve onu bundan başka bir şey için zorlamada bulunamaz. Kişi tarlasını tarlalık dışındaki herhangi bir hizmette kullanamaz ve onu tarlalıktan çıkaramaz.

4- Kocası karısını ihmal edemez. Onu uzun zaman buluşmadan-cinsel ilişki kurmadan bırakamaz. Bırakırsa kadının boşanma hakkı doğar. Kimse tarlasını boş bırakamaz; onu ekip değerlendirmek zorundadır. Kim tarlasını üç yıl ekip dikmeden boş bırakırsa onun bu yeri devlet tarafından elinden alınır.[579]    

5- Koca karısının sahip ve maliki değildir. Koca ile karısı arasındaki ilişki toplum ve cemiyet adına olmaktadır. Meydana gelen çocuk toplumun bir bireyidir ve ona mensuptur. Topraklar ve tarlalar da böyledir. Bireylerin tarlalar üzerinde menkul mallarda olduğu gibi tam eksiksiz bir özel mülkiyet hakları yoktur. Kişi tarlasını toplum adına onun izni ile ekip biçer. Meydana gelen üründen kendi ihtiyacı kadar kullanır, geri kalanını da topluma satmak suretiyle ürünü şüyulaştırmış olur. Bu sebeple o, tarlanın verdiği ürünü hiçbir zaman depo edip saklayamaz.

6- Erkeklerin kadınlarla evlenip bir aile kurmaları zorunludur. Kolektif istifraş yasaktır. Tarlalar da bireyler tarafından kullanılmalıdır. Hükümetlerin kolektif olarak ziraat yapmaları yasaktır.

7- Neslin karışık olmamsı için hiçbir kadın bir erkekten fazlası ile cinsel ilişki kuramaz. Ürünlerdeki haklarda bir karışıklık olmaması için de ortaklıklar açısından bir takım kayıtlar vardır.

8- Devletin karı-kocalık görevlerini yerine getiremeyen eşleri ayırma hakkı olduğu gibi[580] tarlalarını işletmeyen kimselerin bu topraklarını ellerinden alma hakkı da vardır.

Etyen : Bu kelimenin gelmek, getirmek ve varmak anlamlarına geldiği daha önce geçmişti. Etyen bir durumun ortaya çıkması veya çıkarılması demektir. Harsınızı (ürününüzü) getiirn, denilince bu eşlerinizle birleşerek çocuk yapın çocuk yetiştirin; tarlalarınızı işleterek ekinler yetiştirip ürünler elde ediniz, demek olur.

Hars kelimesinin burada tekil olarak ve çoğula izafe ederek gelmiş olması ya onun çoğul anlamını taşıdığını veya elde edilen ürünün sonunda toplumun malı olduğunu belirtmiş olur. Böylece herkes tarlasını istediği gibi ekip dikecek, fakat sonunda elde ettiği ürünü topluma getirecek manasını anlarız. O halde üretim mülkiyete dayanmakta, herkes kendi mamelekinde üretim yapmakta ancak ürün sonunda içtimaileşmiş olmaktadır. İşte bu suretle tüketimde sosyal denge sağlanmış olur.   

Hükümetlerin fiyatlara müdahale etme hakkı olmamasına rağmen bir yıldan fazla depoda kalan ihtiyaç maddelerinden vergi alınması prensibi ürün sahiplerini bir dönem içersinde mallarını satıp ellerinden çıkarmaya zorlamaktadır.

İşte burada hars kelimesinin tekil olarak kullanılması bir taraftan tüketimde sosyal denge esasını belirtmekte diğer taraftan da toprak mülkiyetini eşlerle olan ilişki şeklinde ifade etmekle üretimde mülkiyetin esas olduğunu da bildirmiş olur. Bu sebeple üretim vasıtaları bireylerin mülkiyeti altında bulunur. İslamiyet’in bu anlayışı sosyalist görüşe ters düşmektedir. Hâlbuki üretim bir hak değil, bir vazifedir. Üretim vasıtaları hakların kullanılmasında değil, vazifelerin yerine getirilmesinde işlevini yapmaktadır. Üretim vasıtalarının bakılıp korunması birey mülkiyetini zaruri kılmaktadır. Bunların bakılıp korunma görevi bireylere ait olunca faydalanma hakkı da yine onlara ait olmalı ve onlara verilmelidir. Öyleyse üretim vasıtaları bireylerin mülkiyeti altında olacaktır. Zaten görev kadar yetki prensibi de bunu gerektirir.[581]

Böylece etyen kelimesi kadınlarla cinsel ilişki tarzı ve şekli ile çocuk yetiştirme tarzı ve şeklini ifade etmektedir. Diğer taraftan tarlalar için de onları işletip ürün kaldırma esaslarını ortaya koymaktadır.

Ennâ : Bu kelime hem zaman, hem mekan ve hem de şekil ve biçim için kullanılan bir zarf edatıdır. [582] Nereden isterseniz oradan varın, ne zaman isterseniz o vakit varın ve nasıl isterseniz o şekilde varın, demek olur. Bu kelimenin anlamını daha iyi kavramak için meşiet kelimesinin manasını da görelim.   

Meşîet : Düşünülmüş ve tasavvur edilmiş nesneye şey’ün denilir.[583] Bunun meydana gelmiş olması şart değildir. İradede tahakkuk vardır. Meşiette ise planlama vardır. Bir kanun koymak meşiettir, irade değildir. İrade ise meşietin uygulanmasıdır. Allah için irade ile meşiet arasında büyük bir fark yoktur. Çünkü Allah her meşietini irade edecek bir güce sahiptir. Bununla beraber Allah bazı meşietini insanların meşietine bırakmış bulunmaktadır. Böylece külli meşiet içersinde bir cüz’i meşiet doğmuş bulunmaktadır.

Ayette nereden, nasıl ve ne zaman meşietiniz olursa tarlanıza o şekilde varın denilmek suretiyle, ekonominin en önemli bir esası ortaya konulmuş bulunmaktadır. Bu da yiyip içme ile ilgili olan geçim mallarının üretiminde serbest teşebbüsün değişmez bir esas olduğu hususudur. Hükümetin istediği şekilde bir ziraat yapılmaz veya hükümet ziraat işlerine karışmaz. Herkes kendi tarlasına istediği şeyi istediği biçimde ekebilir. Neyin nerede ve ne zaman ekilip dikileceğini hükümetler değil, bireyler karar verir. Bunun için mallarda serbest tasarruf esas olduğu gibi, ziraatta ve tüketim mallarında da serbest teşebbüs öngörülmektedir. Bununla birlikte bu hiç planlama yapılmayacak demek de değildir. Herkes tarlasının planını kendisi yapar. Fakat hükümet bu konuda bilgi veren bir müşavir durumunda olabilir.  

Dileme ve varma fiillerinin çoğul kalıbı ile gelmesi de yine bu planlamada herkesin katkısı bulunacağına işaret eder. Yani bireyler birbirilerine danıştıktan sonra yine biri diğerine haber vererek üretimde bulunurlar. Yalnız üretimde yer, zaman ve biçimin tayini ve tespiti tamamen müteşebbislere ait olup hükümetlerin bu konuda müdahale yetkileri yoktur. Diğer taraftan herkesin kendi tarlasında çalışması esas alınmıştır. Bu yüzden büyük çiftlikler yerine korpore edilmiş küçük çiftlikler ziraatta esas alınmıştır. Bu prensibi kıyas metodu ile bütün üretimler için kabul edebiliriz.

Burada hars kelimesinin tekil olarak kullanılması önemli olan başka bir hususu daha belirmektedir. Bu da evlenmeden önce bütün kadınların bütün erkeklere ait olmasıdır. Herkes onlara talip olup evlenebilirler. Evlenmemiş bir kadının evlenmesine kimse mani olamaz. Bu husus başka bir ayette onların evlenmelerine engel olmayın şeklinde açıkça ifade edilmiştir.[584] Dolayısıyla temellük bakımından kadınlar üzerinde erkeklerin de şüyuiyet hakları vardır. Kadınların da erkekler üzerinde yine aynı şekilde hakları vardır.     

Bir erkeğin dört kadınla evlenmesi konusu ayette geçen bir konu olup[585] bu bir erkek hakkı olarak değil, kadın hakkı olarak konulmuştur. Evlenmemiş kadınların evli erkekler üzerinde hakları vardır. Bunun gibi ekilmemiş boş tarlalar zerinde bütün vatandaşların şayian hakları vardır. Bunun için herkes boş bulduğu bir tarlayı işgal edebilir; ihya etmek suretiyle de ona malik olabilir. İşte bunlara işaret etmek için hars kelimesi tekil olarak getirilmiştir, diye düşünülebilir.

Burada dileme fiilinin kapsamını genişletmek mümkün değildir. Ayette istediğiniz gibi denilirken ekinlerinize istediğiniz şekilde varın, buyrulmaktadır. Öyleyse ekin olması şarttır. Bunun için tarla tarlalık vasfından çıkarılamaz. Yani bu durum umumi planlamada tespit edilen şeklin dışına çıkma yasağını ifade eder. Bu da imarda planlamanın tabii bir neticesidir. Nitekim evlilik kurumunun da böyle belli kalıp ve şekiller içersinde kurulması şarttır. Evlilikte cinsel ilişki serbestliğinin de bir hududu vardır. Mesela kişinin karısına arkadan arkaya ilişkide bulunmak şiddetle yasaklanmış bulunmaktadır. Hadiste Lut Kavminin işini yapan kimseyi görürseniz onu öldürünüz, buyrulmuştur.[586] Aynı bu şekilde tarlaların da tarla olarak kalması mecburiyeti vardır. Yani ekin ekmek şartı ile birey tarlasını istediği gibi kullanma serbestliğine sahiptir.

“Kendiniz için takdim edin” cümlesi ile burada daha önce açıklamış olduğumuz takdîm kelimesinin bütün manaları teyit edilmiş bulunmaktadır. Bunlar arasında üretimdeki harcamaların, ürün elde edildikten sonra yapılması, üretimin peyderpey olması herkesin kendi çalışıp ürettiğine sahip olması gibi esaslar getirilmiştir. Bunların yanı sıra hars kelimesi tekil olarak gelmekle birlikte çoğul anlamında olduğunu tekit için ve bu hususta yanlış anlamaya yer kalmasın diye herkesin çalıştığı kendisinin olacağı anlamında kendiniz için takdim edin, buyrulmuştur.      

Birey çalışır, onun halde çalışıp kazandığını gelecekte harcayıp tüketir. Ana-baba çocuk yetiştirir; daha sonra onlar yaşlandıkları zaman çocukları da kendilerine bakar. Yani İslamiyet’te ihtiyarlık sigortası problemi evlatların ana ve babalarına bakma mükellefiyeti ile çözümlenmiştir. Yoksa zengin olan kimseler yaşlandıkları zaman çocukları olmasa da bakılacaklarını düşünürlerse, çocuk yapma ve yetiştirme külfetine girmek istemezler. Bununla beraber çocuksuz olan kimseler de büsbütün terk edilmezler. Onlara da yaşama imkânı sağlanır. Nitekim çalışanlar kendi kendilerine bakarlar. Çalışmayanlar ise devlet tarafından bakılırlar. Ancak çalışanlar, daha fazla faydalanma imkânına sahip olurken çalışmayanların sadece asli ihtiyaçları temin edilir. Çocukları olanlar daha çok bakıma tabi tutulurken çocuğu olmayanlar ise terk edilmez. Böylece denge sağlanmış olur. Daha önce anlattığımız gibi yaşlılık maaşı yaşlının kendisine değil de onu bakan akrabalarına verilir. Yaşlılık kurumunun akrabalık kurumu diye ifade dilmesinin sebebi bu olsa gerektir.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Birbirine benzer olan kurumlar aynı hükümlere tabi tutulurlar.

2- Kadınlar nesil yetiştirir, tarlalar da ekin yetiştirirler.

3- Kocalar nafaka, tarla sahipleri de hizmet ile mükelleftirler.

4- Herkesin kendi karısı vardır. Herkesin kendi tarlası vardır.

5- Kadınlar çocuk yapıp onları emzirip yetiştirmekle mükelleftirler. Tarlalar da ancak ekin ve diğer ürünlerin yetiştirilmesinde kullanılırlar.

6- Kadınlarla kolektif olarak cinsel ilişki kurmak yasaktır.

7- Babaların çocukları üzerinde velayet, sahiplerinin de tarlaları üzerinde mülkiyet hakları vardır.

8- Birbirlerine karılık ve kocalık yapamayan eşler, ayrılırlar. Ekip dikmeyen ve tarlalarını kullanmayan kimselerin bu yerleri ellerinden alınır.

9- Evli olmayan kadınlarla usulüne göre evlenmek herkesin hakkıdır. Boş toprakları ve tarlaları usulüne göre işgal edip elde etmek yine herkesin hakkıdır.

10- Üretim vasıtaları bireylerin mülkiyeti altında olur.

11- Fiyat kurumu bireylere üretim hakkında bilgi verir. Buna göre herkes karlı bulduğu tüketim mallarını üretir. İaşede, beslenme ve geçinmede serbest teşebbüs esastır.

12- Tüketim mallarının üretim yeri, zamanı ve şekli üreticiler tarafından tespit edilir.

13- Bir yıldan fazla depoda kalan ihtiyaç maddelerinden vergi alınması prensibi ürün sahiplerini bir dönem içersinde mallarını satıp ellerinden çıkarmaya zorlar.

14- İslam’da toplum düzeni aile kurumu üzerine kurulur.

15- Yiyip içme ile ilgili geçim vasıtalarının üretiminde serbest teşebbüs esastır.

16- Herkesin çalışıp kazandığı kendisine aittir.

17- Birey, toprak ve tarlada umumi planlamada gösterilen esaslar dâhilinde serbesttir.

18- Bireyler yaptıkları ziraatların planlamalarında hükümetlerden müşavir olarak bilgi alıp faydalanabilirler.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 228

“…Kadınların meşru hakları kadar vazifeleri de vardır. Erkeklerin hakları kadınların vazifelerinden daha fazladır…”

Bu ayette geçen leh ve aleyh kelimeleri ile hak ve vazife ifade edilmektedir. Türkçede leyh ve aleyh kelimeleri kullanılsa da hukuki bir tabir olarak bunlara hak ve vazife demeyi daha uygun bulduk.

Burada Alusi’nin de belirttiği gibi, ihtibak sanatı vardır. Yalnız kadının hak ve vazifesinden değil, aynı zamanda kocanın da hak ve vazifesinden bahsedilmektedir. Ancak erkek kelimesi birinci cümleden ikinci cümlenin karinesi ile ikinci cümleden de birinci cümlenin karinesi hazfedilmiştir. Sanki ayette kadınların erkekler üzerinde hakları olduğu gibi erkeklerin de kadınlar üzerinde hakları vardır, denilmiş gibidir. Yalnız karı ile kocanın hak ve vazifeleri arasındaki belirsizlik yapacakları işin cinsinde değil, vücup ve gerekliliğindedir. Mesela karı ekmek yapıp yemek pişirdi diye koca da aynı şeyi yapacak değildir.[587] 

Burada birbirini tamamlayan iki temel kural konulmuş bulunmaktadır. Birinci kural herkesin hakkı kadar vazifesi olmasıdır. Başka bir deyişle vazife kadar hak vardır. Yani bir kimsenin yükleneceği vazifeleri ile hakları birbirine eşit olur.

İkinci kural da herkesin haklarının ve vazifelerinin birbirine eşit olmasıdır. Yani toplum içersindeki bireyler eşit haklara ve eşit vazifelere sahip değildirler. Yalnız herkesin hakkı kadar vazifesi vardır. İşte bu basit bir kuralı bir türlü kavrayamayıp devlet başkanı ile bir kapıcıyı eşit hak ve vazifelere sahip kılma çabaları, bugünkü çarpık düzenlerin doğmasına sebep olmuştur. Üretime artı değer katan bir fabrikatör ile çalışan bir işçinin üretim vasıtalarına eşit olarak sahip olmalarını düşünmek kadar gülünç bir şey yoktur. Çünkü birisi ürünün sorumluluğunu taşımakta kar ve zararı tekeffül edip üstlenmekte diğeri ise sadece çalışıp ücretini almaktadır. Doğacak herhangi bir zararın sorumluluğuna katılmayan işçilerin bunu üstlenen bir fabrikatör kadar bir hakka veya vazifeye sahip tutulması ekonomik düzenin dengesini bozar. 

Diğer taraftan bir teşebbüsün rizikosunu üzerine alan bir girişimcinin çalışmadan elde ettiği kara karşılık hiçbir riziko taşımayan sermaye sahibine faiz adı altında bir hak tanımak da eşitlik hastalığından gelmektedir. Burada faiz neyin karşılığı olarak verilmektedir, diye sormak gerekir. Bu yanlış anlayış ve uygulama son derece zararlı olup ekonomik dengeyi bozan bir faktördür. Bu hususta ileride faiz ayetlerinde daha geniş açıklamalar gelecektir.

Ayetin ifade ettiği diğer bir husus da hak ve vazifelerin örf ile tespit edilmesidir.[588] Bireyler hak ve vazifelerini istek ve arzularına uyarak kendileri koymaz. Hak ve vazifeler kanun (şeriat) ile tespit edilir. Yani İslam ekonomisinde hak ve vazifeleri Allah’ın koymuş olduğu hukuk düzeni belirler. Bu sebeple ancak mevzuatın tayin ettiği şekilde hak ve vazifeler vardır. Karı-kocada olduğu gibi, insanlar eşit imkânlara sahip olmadıkları için eşit hak ve vazifelere sahip olmaları da söz konusu olamaz.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar

1- Herkesin hakları kadar vazifeleri vardır.

2- Hak ve vazifelerin dağılışı bireyden bireye farklı olup değişkendir.

3- Hak ve vazifelerin statüsü ancak şeriat (mevzuat) ile tespit edilip düzenlenir.

4- Birçok hak ve vazifeler de örf ile tespit edilir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 233

“Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuğu sebebiyle, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır. Onun benzeri (nafaka temini) varis üzerine de gerekir. Eğer ana ve baba birbiriyle görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı (sütanne tutup) emzirtmek istediğiniz takdirde, sütanneye vermekte olduğunuzu iyilikle teslim etmeniz şartıyla, üzerinize günah yoktur. Allah'tan korkun. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür.”

Bu ayet ekonomi ile ilgili olarak birçok esaslar getirmiş bulunmaktadır. Burada çocuk emzirme müddeti iki yıl olarak bildirilmektedir. Başka bir ayette[589]  2,5 yıl (30 ay) olarak bildirilmiştir. Bu müddetin iki katı olan beş yıl da anne terbiyesinin sürdürüldüğü zamandır, diyebiliriz.

Ailede alınacak kararların geniş çaptaki istişare heyeti ile yapılmasına işaret etmek için teşâvür kelimesi kullanılmış müşavere kelimesi kullanılmamıştır. Teknik ifadesiyle bu kelime müfâale babından değil, tefâul babından getirilmiştir.

Ücretlerin hizmetten sonra teslim edilmesinin de caiz olduğunu göstermek için izâ kelimesi getirilmiştir. Çünkü iza edatı bir fiili muzariye çevirir.

Burada serbest pazarlıkla tespit edilen bir ücret yerine tarifeli bir ücretten bahsedilmektedir. Nafakada ve mehirde de aynı şey söz konusudur. Öyleyse bütün hizmet ve istihdamlardaki ücretler bir tarifeye tabi tutulmalıdır, diyoruz. Bu tarifeler ise tahsil, yaş baremleri ve diğer elemanlar şeklinde düzenlenebilir.

Ayette ücretlerin teslim edilmesinin şart koşulması emeği ile çalışan her türlü işçiye ödeme sistemini açıklamış olmaktadır. Burada çoğul kalıbının kullanılmış olması da bu tür hizmetlerin ve ödemelerin bir toplum düzeni içersinde gerçekleştirip yapılacağını ifade eder, diyebiliriz. Bu sebeple mesela ücretini alamayan bir işçi bu hakkını devletten isteyip alabilir. Devlet de çalıştırana müracaat ederek durumu bir neticeye kavuşturur. Bu sistem çalışan işçiye devlet bankasından çalışma kredisi verilmek suretiyle çalıştırılıp gerçekleştirilebilir. 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Çocuğa süt verme mükellefiyeti anneye aittir. Süt emzirme müddeti ise iki yıl veya iki buçuk yıl yani otuz aydır.

2- Kocalar karılarının ve çocuklarının yiyeceklerini ve giyeceklerini temin etmekle yükümlüdürler. Mesken ve barınma ihtiyaçları da buna dâhildir.

3- Çocuğun velayeti hakkı kocaya-babaya aittir. Buna karşı hidane hakkı da karıya-anneye aittir.        

4- Yiyecek ve giyecek hususları tarifeye tabidir. Karının orta bir nafaka ile geçimi kocası tarafından temin edilir.

5- Eğer kocanın normal ölçülerde nafaka temin etmeye gücü yetmiyorsa yetirmeye zorlanmaz. Eksik kalan taraflar devlet bütçesinden tamamlanır.

6- Ne karı ve ne de kocası çocukları yüzünden zarara uğrarlar. Hiçbir kimse bir başkası yüzünden zarara sokulamaz.

7- Miras, ileride doğması muhtemel olan bir mükellefiyete karşı tanınmış olan bir haktır.

8- Baba öldüğü zaman çocukların nafakası erkek akrabalar üzerine olur ve velayet hakkı da erkek akrabalara intikal eder. Ana öldüğü zaman da çocuğun bakımı kadın akrabaları tarafından gerçekleştirilir ve hidane hakkı da kadın akrabalara intikal eder.

9- Çocuğun sütü iki tarafın yani ana ile babanın anlaşmasıyla daha önce kesilebilir. Ancak burada kararın ittifakla alınması şarttır.

10- Ailede üç türlü karar vardır. Kocanın alacağı velayet kararları, kadının alacağı hidane kararları ve ortaklaşa ittifakla alacakları marufu (adet ve gelenek olan bir şeyi) değiştirme kararları.

11- Alınacak kararlarda anne ve babanın kendi aralarında diğer mirasçılara ve başka ehliyetli kimselere danışarak istişareyi genişletmeleri gerekir.    

12- Çocukları başka kadınların mesela sütannelerin emzirmeleri de geçerlidir. Ancak ücretleri bu sütannelerin kendi ellerine maruf bir biçimde örfe uygun olarak teslim edilmelidir.

13- Mala dönüşmeyen bedeni hizmetlerin ücretleri serbest pazarlık sistemi yerine tarife esası ile tespit edilmeleri daha uygundur.

14- Ücretler, özellikle mala dönüşmeyen hizmetlerin ücretleri tarifeye tabi tutulmalıdır.

15- İnsanları bir ücret karşılığında çalıştırıp iş yaptırmak meşrudur.  

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 236

“Nikâhtan sonra henüz dokunmadan veya onlar için belli bir mehir tayin etmeden kadınları boşarsanız bunda size mehir zorunluluğu yoktur. Bu durumda onlara müt'a (hediye cinsinden bir şeyler) verin. Zengin olan durumuna göre, fakir de durumuna göre vermelidir. Münasip bir müt'a vermek iyiler için bir borçtur.”

Ayette geçindirmenin mesela boşanmış bir karıya bakmanın da tarife ile tespit edilmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Sonra tarifenin de nasıl yapılacağı üzerinde durulmuştur. Mesela bu tarifenin zengin olan bir kişinin zenginliğine göre, fakir olan kişinin de fakirliğine göre değişeceği esası bildirilmiş bulunmaktadır. Aslında bundan sonraki ayette[590] eğer mehir tespit edilmişse, fakat karı ile koca arasında birleşme gerçekleşmemişse o zaman tayin edilen mehrin yarısının ödeneceği açıklanmaktadır. Buradaki mehirden maksat bir ücret değil, bir boşama tazminatıdır. Bu sebeple bu tazminat masrafının ne kadar olacağı hususu taraflarca serbest olarak tayin edileceği esası böylece ortaya çıkar. Ancak bu ödemenin ne kadar olacağı meselesi tespit edilmediği takdirde mevzuat, tamamlayıcı bir hüküm olarak bunu tayin edip belirlemiş olur.

Boşanma tazminatı anlaşma ile tespit edilmediği takdirde erkeğin mali gücü göz önüne alınarak tarife ile tayin edilir. Bu hususta kadının durumuna itibar edilmez. Çünkü ayette buna bir işaret bulunmaktadır. Zira bu bir ücret değil, sadece erkeğin boşama konusunda ölçülü davranmasını sağlayacak alınmış bir tedbirden ibarettir.  

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar

          1- İş sözleşmelerinde işten çıkarma tazminatı konabilir.

           2- Bu işten çıkarma tazminatının miktarı taraflarca anlaşarak serbest bir şekilde tespit edilebilir.

           3- Anlaşarak tespit edilmeyen bir tazminat işçiye işten çıkaran kimsenin gücüne göre ödenir, işçinin durumuna göre ödenmez.

           4- Mehir hükümleri ile iş sözleşmelerinin hükümleri karşılaştırılarak yeni yeni hükümler elde edilebilir.

           5- Gerektiği zaman iş sözleşmelerinde ödenecek işten çıkarma tazminatının asgari sınırı çizilip belirtilebilir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 240–241  

“Sizden ölüp de (dul) eşler bırakan kimseler, zevcelerinin, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda (sağlıklarında) vasiyet etsinler… Boşanmış kadınların, hakkaniyet ölçülerinde (kocalarından) menfaat sağlamak haklarıdır; bu, muttaki kişiler üzerine bir borçtur.”

Kocaları ölen ve boşanan kadınların alacakları mehir ve miras dışında başka hakları da vardır. Boşanan kadınların iddetleri süresince[591] dul kalanların ise bir yıl varisleri tarafından bakılmaları gerekir. Mesela onlar durduğu evde bir yıl kalabilirler.

Burada kıyas yoluyla iş hukukunu buna benzeterek birtakım hükümler çıkarabiliriz. Mesela bir yerde çalışan ve geçimini oradan temin eden bir işçi başka bir yerde çalışması yasak edilmesi şartıyla, işten çıkarıldığı zaman tarifeye göre üç aydan bir yıla kadar işsizlik tazminatı alma hakkına sahip kılınabilir. İfade ettiğimiz gibi bu ancak o, başka bir yerde çalışmadığı zaman böyle olur.  

Bu ayetler, zevce hukukunu tanzim ederken aynı zamanda bugün iş hukukunda bulunan esaslara benzer hükümler de getirmiştir, diyebiliriz. Yalnız burada önemli bir nokta vardır. O da karının kocasından başka hiçbir kimseyle cinsel ilişkide bulunmaması ve kocasının izni olmaksızın yabancı erkeklerle tenha yerlerde bulunup dolaşmamasıdır. İşte evlilik sözleşmesinin iş sözleşmesine benzetilebilmesi için işçinin başka bir yerde çalışma imkânı olmamalı ve işçi ile başka bir yerde çalışmayacağına dair sözleşme yapılmalıdır. İslamiyet’te bu sadece köleler için var olup[592] hür kimseler için ise cinsel ilişki yasaklığı dışında böyle bağlayıcı bir kayıt olmasa gerektir. Ancak gayri meşru olmakla beraber böyle bir sözleşme yapılacak olursa ondan sonra doğacak olan hukuku bu esaslar tespit edecektir.

Daha önce geçen ayetlerin açıklamasında da bildirildiği üzere hukuk kendi sitemi içersinde doğruluk veya yanlışlık kazanır. Hiçbir hukukun sonuçları uyum sağlayamayacağı,  karşıtlık ve terslik meydana geleceği için başka bir hukuk sisteminde uygulanamaz.

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar

1- İşçinin başka bir yerde çalışmasını yasaklayan bağlayıcı sözleşmeler, işe son verildiği zaman iş tazminatı hakkının doğmasına sebep olurlar.

2- Sözleşme ile başka bir işte çalışması ve başka bir iş yapması yasaklanan işçi işten çıkarıldıktan sonra belli bir müddet için geçinme tazminatı almaya hak kazanır.

3- İşçi tazminatları bir mevzuat ile tespit edilir.

4- Tazminatın miktarı, işçinin durumuna göre değil, işverenin mali gücüne göre ayarlanır.

5- Başka kimselere iş yapmamaya ve çalışmamaya dayanan bir iş sözleşmesi yalnız kölelerle yapılır; bir de karı-koca arasında cereyan eder. Kadınlar başkalarıyla cinsel ilişkide bulunamadıkları gibi, köleler de sahiplerinden başkalarına çalışmazlar. Böyle bir sözleşmeyi meşru sayan toplumlarda bu iş sözleşmeleri evlilik anlaşmasına benzer hukuki sonuçların doğmasına sebep olur. 

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 245

“Kim bu Allah’a ödünç (karz-ı Hasen) veren? Allah da ona bunu kat, kat artırıp verir. Allah az verir, çok verir. Ona döndürüleceksiniz”

  Kuran’da kredi ve bankadan bahseden birkaç ayet bulunmaktadır.[593] İşte onlardan birisi de bu ayettir. Müfessirler bu ayete çeşitli manalar vermişlerdir.[594] Allah’a karz: ödünç vermeyi Allah yolunda harp etmek, cihad için malını vermek, mal harcamak, mükellefin mecbur olduğu vergiyi vermesi, bireyin verginin dışında hayır yapması ve Allah yolunda vacip olan infak çeklinde anlayanlar vardır. Onların verdikleri bu manaların hepsi mecazidir. Biz ise kelimelerin tahlili ve bazı anlam ve haberlerin yardımı ile halkın ödünç olarak para yatırıp ödünç olarak para çektiği tamamen devlet eliyle çalışan bir kredi kurumunu (yani bankayı) anlıyoruz. Bizim anladığımız bu mana ise hakiki manadır. Hakiki mana asıldır ve önceliklidir; mecazi mana ise ikinci derecede olup sonra gelir.[595]  

Men : Bu kelime burada şahıs için bir soru edatıdır.[596] Kim anlamına gelir. Karz-ı Hasen vereceklerin kişiler olduğunu ifade etmek ve kim olursa olsun, her kim ki, denilmek suretiyle herkesin karz-ı hasen: karşılıksız ödünç verme durumunda olduğunu bildirmek için gelmiştir.

Zâ : Bu demektir. Zâke şu, zâlike de o, demektir. Burada yakın için olan zâ kelimesi kullanılmıştır. Umumluk daha geniş bir çapta alınmış, bu gördüğünüz kimselerden kim olursa olsun, denilmek suretiyle karz-ı hasen kurumuna genişlik verilmiştir. Bu kelimenin burada başka bir anlamı da şu olur ki, bu içinizden kim karz-ı hasen verirse denilmekle kredi işlerinin daima birbirine yakın olan kimselerin kendi aralarında yapılması gerektiğine işaret edilmektedir.     

Ayette “men yakridullahe” veya “ellezi yakridullahe” denilebilirdi, fakat böyle denilmeyip de “men zâ ellezi yakridallahe” buyrulması ellezi kelimesindeki belirliliği ve men kelimesindeki umumiliği cümlenin anlamında bir araya toplamaktadır.

Bu kelimenin tekil olarak kullanılması, herkesin koyduğu mevduat nispetinde kredi alma hakkına sahip olacağını da ifade eder. Çünkü bu ayette Allah, kredi verenin bu verdiğine karşılık ona kat, kat artırarak vereceğini söylemektedir.  

Karz: Bu kelime, kesmek, kırpmak manasına gelir. Kurûdat, kesintiye denir.[597] İnkıraz, bir şeyin arkasının kesilmesi, sonunun gelmesidir. Karz, günlük ihtiyaçtan arta kalan altın ve gümüş (para) kesintisinin başkasına verip kullandırılmasıdır. Bu karz muamelesi deyn (borç) den farklıdır. Deyn’de mal borcu olduğu halde karz’da para borcu doğmaktadır. Deyn çeşitli sebepler yüzünden meydana geldiği halde, karz, sadece ödünç vermekten doğar. Ayrıca bir tarafın sermaye, diğer tarafın ise emek koyduğu ortaklığa da karz ortaklığı adı verilir.[598] Çünkü ödünç vermede olsun bu ortaklıkta olsun aynı şey yapılmaktadır. Bu olayın her ikisinde de emek sahibine sermaye temin edilmekte, böylece kendisine para-sermaye verilen işçi emeğini değerlendirme imkânı bulmaktadır.

Karz verme işi, iki şekilde olabilir. Rizikoyu ya borç veren taşır; bu takdirde artık bu bir ödünç verme değil, bir şirket olur. İslam hukukunda buna şirket-i mudarebe adı verilir.[599] O zaman sermaye sahibi kara ortak olur. İslam bankasının oluşması hakkında düşünüp fikir yürütenlerin çoğu, bu kar-zarar ortaklığını ileri sürmektedirler.[600] İkinci bir şık da rizikoyu parayı ödünç alan borçlunun taşımasıdır. Bu durumda ödünç para veren kişinin yapılan işten bir kar payı almaya hakkı olmaz. Bu açıkladığımız her iki şık da meşru ve muteberdir. Rizikoyu bu borçlu taşıdığı halde sermaye veren kişinin kara ortak olup bir fazlalık almasına İslam ekonomisinde faiz adı verilir. Faiz ise İslam’da şiddetli bir şekilde yasaklanmış bulunmaktadır.[601]   

Demek ki karz kelimesi çalışana kredi (sermaye) vermek anlamına gelmektedir. Az önce anlattığımız gibi, bu bir ortaklık veya faizsiz borç (ödünç) verme şeklinde olabilir. Biz kredi kelimesinin karz kelimesinden alınmış olduğunu kabul ediyoruz. Aslı ve kökü Arapça olan bu kelime batı dillerine kredi şeklinde geçmiş olabilir. Kredi kelimesi batı dillerinde itibar anlamını taşımaktadır.[602] Arapçada ise altın kesintisinin artıklarını çalışan kişiye sermaye olarak vermek demektir. Hiç şüphesiz bu da bir itibardır.

Ödünç olarak alınan bir şeyin daha sonra teslim edilmesi ve alınıp verilen şeylerin cinslerinin bir olması dolayısıyla, karz muamelesine faizli bir alış-veriş gözüyle bakanlar olmuştur. Ancak bu doğru değildir. Çünkü kredi menfaatin hibe edilmesidir. Onun için bu alış-verişe benzemez. Alış-veriş muamelesinde alıcı ve satıcı alıp verdikleri şeyleri bir daha geri vermemek üzere almaktadırlar. Hâlbuki kredi ise böyle değildir. Kredi mesela bir hayvanı başkasına emanet olarak vermek gibidir. Emanet bir hayvanı alan kişi kullanıp faydalanıyor ve sonra yine onu (aynisini) teslim ediyor.[603] Karz yani ödünç verme işi başlangıçta ariyet, işin sonunda ise bey’i sarf (para alış-verişi, para değişimi) olan bir muameledir.[604] Ariyet ise bir nesnenin kullanma ve faydalanma hakkının geçici ve karşılıksız olarak başkasına temlik edilmesidir. İslam hukukuna göre ariyet bir sözleşmeden ibarettir.[605]

Allah’a ikrazdan bahsedilmektedir. Burada mecaz vardır.[606] Mecazi ifade ise aradaki bulunan bir münasebet ve yakınlıktan dolayı kullanılır.[607] Allah kelimesinin Kuran’da bazı yerlerde toplumu, kamuyu, devleti ifade ettiğini daha önce söyleyip açıklamıştık.[608] Yalnız burada şu kadar söyleyelim ki, toplumun haklarının Allah’a izafe edilmesi ve toplumdan, devletten, kamudan mecazi olarak Allah diye bahsedilmesi, Molla Hüsrev’in de ifade ettiği gibi, bunların tehlikesinin büyük olması umumun menfaati bulunması, bireye mahsus olmamaları ve Allah indinde şerefe sahip olmaları sebebiyledir.[609] Öyleyse Allah’a ikraz, devlete-kamuya ikraz demektir.

Her birey artırdığı mevduatını ayrı ayrı olarak devlet bankasına yatırır. Buna karşı devlet bankalarından da usulüne göre kredi verilip dağıtılır. Bu şekilde bu ayetle banka ve kredi işlerinin devlet eliyle yürütüleceği esası ifade edilmiş olur. Burada bireylerin kendi aralarında karz vermeleri değil, kredilerin devlet eliyle dağılması prensibi konulmuş bulunmaktadır. İslam ekonomisinde nakit ve para işlerinde yegâne salahiyetli merci devlettir. Devlet bu işi, bir devlet bankası durumunda olan beytülmal yani hazinenin yardımlarıyla yapıp yürütür.[610] 

Devletin çalıştırma ve yaşatma görevleri şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Devlet zekât vergisini alacak ve bununla halkın yaşama düzenini kuracaktır. Diğer taraftan da halkın mevduatlarını kabul edecek ve bununla da çalışma hayatını düzenleyecektir. Halktan zekât vermekle yükümlü olan mükellefler bu vergilerini devlete verirler. Tasarruf yapıp mevduat artıranlar da bunları devlet bankalarına yatırırlar.

Bu anlattıklarımızla aynı görüşte olan İslam iktisatçıları bulunduğu gibi[611] İslam tarihinde halkın devletten kredi aldığına dair uygulanmış örnekler bulmak da mümkündür. Mesela Hz. Ömer, Osman ve Ali dönemlerinde devlet hazinesinden faizsiz ödünç verildiği hakkında haberler vardır.[612] Abbasi halifeleri zamanında da halka beytülmalden borç para verilir ve hatta borçlu hayatta iken borcunu ödeyemezse bıraktığı mirastan vasiyetine göre bu borcun tahsili cihetine gidilirdi.[613] 

Hz. Ömer döneminde Basra valisi olan Ebû Musa el-Eş’arî, Medine’ye göndereceği hazine parasını, halifenin iki oğluna karz-ı hasen olarak vermiş ve bununla mal alıp, Medine’de satabileceklerini bildirmiştir. Ancak Medine’ye geldiklerinde halifenin bunu etik bulmaması ve kârın da beytülmale teslim edilmesi gerektiğini söylemesi üzerine, yapılan müzakere sonunda, böyle bir kredinin kullanımı “mudarabe (emek-sermaye ortaklığı)” olarak değerlendirilmiş ve kâr Ömer’in iki oğlu ile beytülmal arasında paylaştırılmıştır.[614]

Bugün faizli düzende bankanın çalışmasını gerçekleştiren ve mevduat yatırılmasını sağlayan amil faizdir. Faiz olmasa halk parasını bankaya yatırmaz. İslam ekonomisinde bankanın çalışmasını sağlayan esas ise devlet hazinesinde ayrı bir fon olan borçlular faslı ile[615] kredi alma hakkının tanınmış olmasıdır. Devlet bankasına mevduat yatıran bir kimse yatırdığı bu mevduat kadar kredi alabilme imkânına sahip olmalıdır.

Faizsiz bankanın çalışma masraflarının devlet hazinesine yükletilmesi fikrini savunan Müslüman iktisatçılar vardır.[616] Buna göre mesela hastane gibi kamu görevi gören yerlerde çalışan kamu görevlileri maaşlarını nasıl devletten alıyorlarsa, bankalarda çalışan kimseler de alabilirler. İşte devlet bütçesindeki borçlular faslı bu iş için tahsis edilebilir. Bunun yanı sıra bütün İslam dünyasında özellikle Selçuklular ve Osmanlılar zamanında bütün iktisadi teşekküllerin çalışma şekli olan vakıfların usulü faizsiz banka da uygulanabilir.

İkraz : Bu kelime if’âl babından gelir. Yani kredi vermek demektir. Biz bunu devlet bankalarına mevduat yatırmak manasında anlıyoruz.

Karzen, bir karz denilmiştir. Buradaki karz mastar değildir. Eğer bu mastar olsaydı ikrazen şeklinde gelirdi. Bu kelime isimdir[617] ve kredi demektir, mevduat demektir. Belirsiz olarak gelmiş olması, bankalara yatırılacak mevduatın da belirsiz olduğunu ifade eder. Çünkü bankaya şu kadar bir para tevdi edeceksin diye bir zorunluluk yoktur. Herkes kendi imkânı nispetinde serbest bir şekilde mevduat sahibi olabilir. Hâlbuki namaz (salât) ve zekât kelimeleri ne oldukları ve ne kadar oldukları belli ve bilinir olduğu için belir olarak gelmişlerdir. Zira zekâtın vergi nispeti yüzde olarak belirlenmiş bulunmaktadır.

Hasenen : Bu kelime karz kelimesinin sıfatıdır.[618] Yani bu karz öyle bir kredidir ki, verildiği zaman başa kakılmamalıdır.[619] Sırf Allah rızası için verilmeli, karşılığında da bir şey beklenilmemelidir.[620] Bu ifade ile haram olan faizli kredilerle devlet bankaları tarafından düzenlenmeyen ortaklık kredileri dışarıda bırakılmıştır. Böylece hasen kelimesi hiçbir karşılık beklenmeden yapılmış olan bir hayrı ifade eder. Böylece faizli karz, karz-ı hasenin zıddı olarak karz-ı seyyie olmaktadır. Çünkü o fayda yerine zarar getirir. Malları artıracak üretime katkı yapacak yerde daha eksiltir ve krizlere sebep olur.

Ortaklık şeklindeki karz ise karz-ı hasen olmamakla beraber o da aynı zamanda hayırlı bir karzdır. Çünkü kar ortaklığı şeklinde kurulan bu çeşit karz şirketi kendi ortaklarına faydalı olduğu gibi ayrıca toplum için da yararlı olur.  

Ayetin sonunda karz veren kişinin verdiği karzını Allah’ın kendisine kat kat artıracağı açıklanmaktadır.[621] Dünyada insanlığı en çok yoran boğuşturup çarpıştıran, kamplara bölen kavgaların kökü, yeme içme meselesidir. Kendileri patlayasıya yiyip de Allah için yedirmekten, vergi vermekten kaçınan, toplumdaki muhtaçların ihtiyacını düşünmeyen harisler insanlıkla alakası olmayan zavallılardan başka bir şey değildirler. Bütün bunlar ben yiyeyim, sen yeme diye kavga ederler. Böylelerinin yüzündendir ki, sedler yıkılır, yecüc ve mecüc arzı tahrip eder.[622] İnsanlığı nerelere sürüklediği belli olmayan bu izim sistemlerinin bu krizler ve bu sıkıntılar yüzünden bu hastalıklar tüm insanları ilgilendiren ortak bir mesele haline gelir.

Toplumda refahın sosyal olduğu gibi, sefaletten doğacak bela ve musibetler de sosyaldir, içtimaidir. Zalimlerin zulmü yüzünden doğan fitneler, bütün bir toplumu kaplar.[623] İşte karz-ı hasen kurumu, kendisinin yokluğundan doğacak fitneleri ortadan kaldırdığı gibi bu sayede toplumun refah seviyesi de yükselir.[624]  

Ayetin anlamına göre kurulacak bir kredi mekanizmasından bireyler yararlanacak, bu sayede ferdi gelir artacak ve milli gelir de yükselecektir. Böylece verilmiş olan faizsiz kredi kat, kat artmış olur. Bu durumu bir örnekle daha güzel açıklayabiliriz.  

Bir kişi çalışıp ürettiği bir malı bin liraya satmış olsun. Bunun beş yüz lirasını kendi ihtiyaçları için harcasın. Geri kalan beş yüz lirasını da cebinde saklasın. Bu böyle devem ettikçe tedavüldeki bulunan paraların bir gün adamın cebinde toplandığı görülür. Bu paraların piyasadan çekilmesi demektir. Paralar böylece piyasadan çekilince halkın elinde alım gücü kalmaz. Bu şekilde alım satım aksar, üretim ve tüketim dengesi bozulur, işsizlik baş gösterir ve çalışanlar iş bulamayıp boş gezmeye başlarlar. Böylece tasarruf edilip artırılmış olan bu beş yüz lira harcanacağı gibi, belki ayrıca borca da girebilir. Hâlbuki artırılan bu mevduat ceplerde saklanacağına devlet bankalarına yatırılırsa ve banka tarafından da halka kredi olarak geri dönerse halkın eline geçen bu alım gücü bir taraftan üretime diğer taraftan da tüketime sarf edilirken bir kısmı da yatırım harcamalarına gidecek ve böylece yeni yeni iş sahaları doğacak birey kendi yatırdığı meblağın birkaç katını elde etmiş olacaktır. Neticede ferdi gelir artacak, milli gelir de artacak ve böylece ülkenin imarı da gelişmiş olacaktır. 

İşte biz verilen kredinin onu veren için kat, kat artırılmasını bu şekilde anlıyoruz. Bu kat, kat artma işinin dünyada olacağına işaret etmek için de ayette “Allah kıtlık verir, bolluk verir” buyrulmuştur.  

Halkın tasarruf ederek biriktirdiği ve devlet bankalarına koyduğu mevduatların kredi olarak yine halka dağıtılmasında şöyle bir metot uygulanabilir. Bankalarda mevduatın bulunması artan ve artırılan değerleri ifade eder. Piyasada fazla malların bulunması yani arzın artması, fiyatları düşürür. Malların azalması ise yani talebin artması da fiyatları yükseltir. Tasarrufların tüketim mallarına kaydırılması ve böylece malların artması sebebiyle fiyatlar düşeceğinden bu durum en sonunda piyasayı krize götürür. Çünkü mallarda bir doyma meydana gelmiştir. Hâlbuki tasarruflar tüketim mallarına değil, yatırıma harcanmalıdır. İşte halkın devlet bankalarında yatırıp biriktirdiği tasarruf mevduatı, yatırım kredisi olarak dağıtılırsa, yatırımlarda doyma olmadığı için, fiyatlarda bir değişiklik meydana gelmeyeceğinden, bir kriz durumu meydana gelmez. Çünkü insanın yatırım mallarına olan ihtiyaçları sonsuzdur. Bunlar denge durumunda olan bir piyasada yatırım hacmi ve tasarruf miktarının birbirine eşit olduğunu bildiren ekonomik kuraldan doğar.[625] 

Demek ki, halk tasarruf ettiği parayı bankaya yatırdıkça, aynı zamanda piyasaya o nispette boş iş gücü arz etmiş olur. Buna karşılık banka da mesela bir müteahhide kredi açmak suretiyle bu iş güçlerine istihdam imkânı sağlamış olur. Böylece işçiler iş bulmuş ve çalışıp kazanmış olurlar. Onlar kazandıkları paralarından bir kısmını yine bankaya yatırırlar. Banka tekrar kredi açar ve bu sirkülasyon böylece hep devam edip gider. İşte bu olgu böyle devam ettikçe verilen karz kat, kat artmış olur.

Bu karz-ı hasene yani güzel ödünce dayalı güzel düzenin çalışması için, kredinin faizsiz olması şarttır. Çünkü kredinin faizli olması demek, parayı Ahmet’ten alıp Mehmet’e vermek demektir. Artık böyle bir davranış işin sonunda bir grubun emeğini başka bir gruba ciro etmeye dönüşür. İşte bu suretle neticede bir sömürü düzeni doğmuş olur. Böyle bir düzende artık kredi kurumu faizsiz kredide olduğu gibi işsizlere iş bulma şeklinde değil, bunun tam aksine çalışanları sömüren bir çark haline gelir. İşte bundan dolayı ayet bize alınacak tedbirleri şöyle hatırlatmaktadır.

1- Verilen krediler faizsiz olmalıdır. Böylece hem kredi alanların sayısı artar ve hem de emek istismarı olmaz.

2- Kredi çalışana verilmelidir. Böylece sermaye istismarı olmaz.

3- Kredi, bankada tasarruf mevduat sahibi olan kişilere verilmelidir. Böylece tasarruf eden kimseler mevduatlarını kendileri değerlendirmiş olurlar.

4- Banka, para ve kredi işleri devlet eliyle yürütülmelidir. Böylece faiz tehlikesi de ortadan kalkmış olur.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1-Her topluluk, kendi kredisini kendisi kullanır.  

2- Kredi işleri devlet eliyle yürütülür.

3- Kredi işleri faizsiz olarak yürütülür.

4- Kredi artık değerleri faaliyete geçirir.

5- Kredi emek mübadelesini (istihdamı) sağlar

6- Herkes bankaya yatırdığı mevduat nispetinde istikraza (kredi çekmeye) hak sahibi olur.

7- Kredi yatırımlara yönelik olmalıdır.

8- Tasarruf mevduatı artık emek arzını gösterir.

9- Zekât vergisi ile yaşama düzeni, kredi kurumu ile de çalışma düzeni sağlanır.

10- Kredi faizsiz olunca, kredi alanlar çoğalır ve böylece emek istismarı olmaz.

11- Kredi çalışana verilmelidir. Böylece sermaye istismarı önlenmiş olur.

12- Kredi tasarruf mevduatı sahiplerine verilmelidir. Böylece tasarruf eden kişiler mevduatlarını kendileri değerlendirmiş olurlar.

13- Kredi işleri devlet eliyle yürütülünce faiz tehlikesi de ortadan kalkar.

14- Kredi menfaatin hibe edilmesidir. Bu sebeple alış-verişe benzemez.

15- Kredi başlangıçta bir ariyet, işin sonunda ise bir para değişi yani bir çeşit sarf olan bir muameledir.

16- Krediler devlet bütçesinden verilir.

17- İslam bankasının kredi kaynaklarından biri de halkın yatırmış olduğu mevduatlardır.    

18- Hastane gibi kamuya hizmet veren yerlerde çalışan kamu görevlilerinin maaşlarını devletten aldıkları gibi faizsiz bankalarda çalışan memurlar da ücretlerini devlet bütçesinden alabilirler.

19- Faizsiz bankanın çalışma masrafları devlet hazinesi tarafından karşılanır.

20- Faizsiz bankanın çalışma statüsü hakkında bilgi edinmek için vakıfların çalışma tarzından faydalanılabilir.  

21- Faizli bir düzende bankanın çalışmasını sağlayan amil faizidir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 247

“Peygamberleri onlara: Bilin ki Allah, Talut'u size hükümdar olarak gönderdi dedi. Bunun üzerine: Biz, hükümdarlığa daha layık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur, dediler. "Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir" dedi.

Bu ayet ekonomiden daha çok idare ve siyasetle ilgilidir. Başkanlığın tayin ve verasetle değil, seçimle işbaşına geleceğini, siyasetin yani idare sanatının ilimle yürütüleceğini, başkanın kendi gücü ve kudreti ile insanlara tesirli olup düşmanlara karşı durabileceğini[626] ve başkanın halk tarafından seçilebileceğini ifade etmektedir.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Servet sahiplerinin, zenginliklerinden dolayı insanları idare etme ve iktidar olma hakları doğmaz.

2- İktidar ilim ile gücün olur. Siyasi sahada ilim ve güç sahipleri söz sahibi olurlar.

3- Her ehliyet, ancak kendi alanında geçerli olur ve hak sahibidir.

4- İktisadi faaliyetlerde sermaye sahipleri söz sahibi olurlar.

5- Sermaye sahiplerinin siyasi alanda ilim ve güç sahiplerine tahakküm etmeye hakları olmadığı gibi, iktidarın da ekonomiye müdahalesi olamaz.

6- Zenginlerin iktidarı emirleri altına almaya hakları yoktur.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 156

“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır…”

İslam dini her ne olursa olsun zorlamayı, bir şeyi zorla yaptırmayı kabul etmez. İnsan bütün fillerini kendi gönlü ile dileyerek yapmalıdır.[627] Bu konu ile ilgili başka ayetler de vardır.[628] Deliller, tabii kanunlar ve açıklamalar sayesinde hak batıldan, iyilik kötülükten, doğruluk sapıklıktan ayrılıp meydana çıkmıştır.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar

1- Dinde zorlama yoktur. Din, başkalarına zorlama yapmaz. Başka kurumlar da din üzerinde baskı ve zor kullanamazlar.

2- Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırıp seçmek için çalışmalar yapılır. Bu çalışmaları engelleyenlere karşı savaş açılabilir. İyi ile kötü açıklanır İsteyen doğru yolu tutar. Dileyen de yanlış yolda gidebilir. Bu konularda hükümetlerin bir baskı yapma hak ve salahiyetleri yoktur.

3- Ekonomik düzen toplumun serbest iradesi ve isteği ile kabul edilip kurulur. Bir düzen ve sistem zor kullanarak getirilip gerçekleştirilemez.

4- Bir devletin bayrağı altında yaşayan farklı topluluklar kendileri için istedikleri bir ekonomik düzeni kurabilirler.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 262–266

“Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir.

 Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur.

Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.

Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarf edenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisinti düşer (de yine ürün verir). Allah, yaptıklarınızı görmektedir.

 Sizden biriniz arzu eder mi ki, hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu, arasından sular akan ve kendisi için orada her çeşit meyveden (bir miktar) bulunan bir bahçesi olsun da, bakıma muhtaç çoluk çocuğu varken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, bahçeye de içinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek yakıp kül etsin! (Elbette bunu kimse arzu etmez.) İşte düşünüp anlayasınız diye Allah size ayetleri açıklar.”

Bu ayetler ekonomik açıdan birçok esaslar getirmiş bulunmaktadır. Biz burada bazı açıklamalar yapmak istiyoruz.

Fahreddin Razi’nin de açıkladığı gibi, buradaki infakın cihat için yapılan harcamalardan mecburi vergiye ve hayır ve sadakaların her çeşidine kadar içine aldığı hususunda görüşler vardır.[629] Hastane ve sığınak yapımı gibi kamu yararına ve ihtiyacına olan yerlere harcama yapmaktan söz edenler de olmuştur.[630]

Ayetlerde malı şahıslara izafe ederek “mallarını” tabiri kullanılmakla, özel mülkiyetin varlığı teyit ve tekit edilmiş bulunmaktadır. Kuran’da mal kelimesinin tekil olarak gelip de çoğul olan bir kelimeye izafe ederek, mallarda özel mülkiyeti kaldırıp toplumsal mülkiyeti destekleyen mâlüküm: sizin malınız şeklinde gelmiş bir ifadeye hiçbir yerde rastlanmaz.

İnfakın (bir bakıma verginin) mükellefler tarafından devlete kendi istek ve arzuları ile verilmesi, büyük bir ibadettir. Böylece vergi işinde halkın görevlendirilmiş olduğu, verginin toplanmasında ve dağıtılmasında onların topluca hareket edeceği bildirilmiş olmaktadır. Aslında bütçenin bu şekilde hazırlanmasında bütün halk katkıda bulunmuş olur.

Ayetlerdeki harcama işi mutlak olarak ifade edilmemiş, Allah yolunda denilmiştir. Sâbil, çamur v.s. taşıdıkları şeye derler. Türkçede tezkere (veya gezkere) denir.[631] Gözleri örümcek ağı gibi perdeleyen ağarma hastalığına da sebel adı verilir.[632] Memleket içersindeki bölgeleri ağ şeklinde birbirine bağlayan devlet yollarına sebîl, denir. Ülkeleri de birbirine bağlayan kervan yollarına da sebîl adı verilir. Mecazi olarak da toplulukları birbirine bağlayan her türlü imkân ve vasıtalara sebil adı vermeyi düşünebiliriz.

Allah’a yani kamuya-topluma ve devlete harcama yapmaktan söz edilmeyip de Allah yolunda, toplum-devlet yolunda harcama yapmaktan bahsedilmesi bize toplumdaki her türlü ulaşımı sağlayan yolların yapılması da devletin görevi olduğunu hatırlatıp bildirmektedir. Nitekim bu masraf için devlet bütçesinden bir fon ayrılmış bulunmaktadır.[633]   

Bir ülkedeki yollar, vücuttaki sinir ve damarlara benzer. Hücreler ve organlar ayrı, ayrı birer yığın oldukları halde sinirler ve damarlar yardımı ile beslenen bir vücut haline gelmiştir. Toplumda bulunan bireyler, köyler, şehirler, bölgeler ve ülkeler birbirleri ile yollar sayesinde birleşerek bir vücut haline gelirler.

Bireyleri ve toplumları birbirine bağlayan, insanlar tarafından kurulmuş birtakım kurumlar vardır. Bunlar bireyin kendisinde mevcut olan fikir, his, irade ve ünsiyet melekeleridir. Bu özellikler toplumda dil, sanat, teknik ve hukuk kurumları olarak kendilerini gösterirler. Teknik ile gerçekleşen her türlü ekonomik olaylar, hareket ve davranışlar irade bölümünde yerlerini alırlar.

İşte Allah yolunda harcamaktan söz edildiği zaman toplumu birbirine bağlayan fikri, hissi, ameli (iradi) ve insani bütün bağlar ve her türlü haberleşme ve ulaşım imkânları ortaya çıkar. Devlet bunlar sayesinde oluşur. İslam’ın anlayışına göre devlet, hükümet zoru ile oluşturulmuş bir kurum değildir. Tam tersine devlet, bütün bireylerin hatta en az devlet başkanı kadar, yaşaması için çalıştıkları ve gerektiğinde seve, seve canlarını bile verdikleri maşeri bir varlıktır.

Bu ayetler bireylerin kendi istekleri ile devlet hizmetinde nasıl vazife alacaklarını ortaya koymaktadır. Arzu edenler, askerlik ve vergi gibi mükellefiyetlerin dışında olan her türlü devlet hizmetine katılabilirler. Kuran’da birçok ayetler[634] ile Hz. Peygamber’in hadisleri, her Müslüman için askerlik hizmetini, köleler ve kadınlar müstesna olmak üzere, mecburi kılar.[635] Bu ayetlerde ise bireylerin hep kendi istekleri ile yapacakları hizmetlerden bahsedilmektedir.

Bir anne, çocuğuna gösteriş olsun diye süt vermediği gibi, bireyler de devletlerine başkalarına gösteriş için hizmet etmez. Bir anne çocuğuna sevgisi ve bağlılığı ile bakar; birey de devletine bağlı olduğu için severek hizmet edip hiçbir takdir ve taltif beklememelidir. Onlar hareket ve davranışlarında sadece Allah’ın rızasını ve devletlerinin varlığını hedef tutarlar. Bunun dışında başka bir karşılık beklemezler. Ayetlerde de bu hususlar açıklanmış ve gösteriş için harcama yapanlar şiddetle yerilmişlerdir.

Üzerinde durulan başka önemli bir nokta da yapılan iyiliklerin başa kakılmamasıdır. Bireylere ve vatandaşlara yapılan iyiliklerden ötürü gönüller incitilmemelidir. Hatta yapılan iyilikten sonra başa kakmalar ve gönül incitmeler yapılacağına, iyi bir söz ve tatlı bir dilin daha iyi olduğu bildirilmiştir.  

Düşmana karşı savaş kazanan komutanların, memleketini iyi idare etmiş hükümetlerin herhangi bir krizin atlatılmasında rol almış bulunan ilim adamlarının yaptıkları bu hizmetlere karşı bir hak iddia etmelerini İslamiyet reddeder. Böyle iyilikler bir iyilik sayılmamaktadır. Herkes elinden geldiği kadar toplumuna hizmet eder. Gerekirse malını ve canını bile verir. Ancak bu yaptıklarına karşı diğer bireylerden asla bir şey beklememelidir.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Herkes, bireyler arasında dini, ilmi, iktisadi ve sosyal bağların kurulmasında görevli olup bu hususta çalışmakla mükelleftirler.     

2- Kamu hizmetlerindeki bir mükellefiyet inanmış bir vatandaş olmanın verdiği bir hak ve vazifedir.

3- Hiçbir kimsenin yaptığı hizmetler karşılığı olarak devlette bir pay sahibi olduğunu iddia etmeye hakkı yoktur. Hiçbir kimse bu konudaki çalışmalarını istismar edemez.

4- Devlet hizmetleri bir karşılık almak veya gösteriş yapmak için değil, devlete bağlılık sebebiyle yapılır.

5- Toplumda her türlü ulaşım imkânını sağlayan karayollarının yapımı devletin asli görevleri arasındadır. 

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 267

“Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye layıktır.”

Yâ : Bu kelime hitap edatıdır. Belli ve bilinen şahıslara seslenmek için kullanılır. İki faydası vardır: Birincisi, muhatap olan kişilerle muhatap olmayan kimseleri birbirinden ayırmaya yardım eder. Bu ayette muhatap alınan kişiler Müslümanlardır. Onun için Müslüman olmayanlar bu ayetin getirdiği hükümleri uygulamakla mükellef değildirler. Onlar burada anlatılan vergi ile mükellef değil, onların ödeyeceği vergi başkadır.

Bunun ikinci faydası ise muhatapları uyarmak ve dinlemeye davet etmektir. Böylece size sesleniyorum, duyun ve dinleyin demek olur. Bu suretle bu harf ile vergi ödeme konusunda yanlış yollara sapmamaları için muhataplar uyarılmışlardır.

Eyyühâ : Bu müphem bir isimdir, münadadır. Esasen bu kelime kendisine seslenilen kişiyi açıklamak ve belirtmek için gelir. Kelimenin sonundaki hâ zamiri ise, önce müphem ismi sonra bilinen, belirli muhatabı uyarmak için gelir. Aslında bu iki isim bir muhataba delalet eder… Bu kelimenin faydası kapalı bilinmeyenden açık olana ve bilinene geçmekte bir nevi tekit vardır. Yani kendisine seslenilen kimseleri ayırma yaparken dikkati çekip dinleyicilerin susup dinlemeye geçebilmeleri için zaman kazanmak maksadı ile uzatılmaktadır.[636]  

Ellezîne : Bu men kelimesi gibi ism-i mevsuldür ve kimseler demektir. Menden farkı bunun belir olmasıdır. Onun için buradaki muhataplar gelişigüzel sıradan kimseler olmayıp Kuran’a ve İslam dininin getirdiklerine inanmış olan kimselerdir. Burada özel olarak bu hüküm imanla ilgili olduğu için men kelimesi kullanılmamış ellezine kelimesi getirilmiştir, diyebiliriz.

Bu kelimenin ellezî diye tekil getirilmeyip de ellezine şeklinde çoğul getirilmesinin sebebi ise bu işin birey olarak tek başına yapılması yerine toplum olarak hep beraber yapılmasına işaret etmektir. Yani siz vergilerinizi ayrı, ayrı değil, topluca verin demek olur. Ey iman etmiş olanlar denilmek suretiyle burada iman kelimesinin kullanılması İslam düzenine girip kendilerini bu düzende emniyete almış olan kimselerin bu güvende olmalarına karşılık görevleri sadedinde bir vergi mükellefiyetinin konulduğunu açıklamaktadır. Yani verginin, bir güvenlik karşılığı olarak, devletin ekonomik hayatı, üretimi ve tüm iş hayatının güvenliğini sağladığı için alındığını ifade etmiş olmaktadır.

Bu ifadenin iman etmiş olanlar şeklinde mazi fiil ile söylenmiş olması İslam dinini resmen kabul etmiş anlamında olup içinden ve kalbinden inanmış ve inanmamış olmasının dışarıda tutulduğunu gösterir. Onun için mümin denilmemiş, iman etmiş olanlar şeklinde buyrulmuştur. Böylece bu İslam düzenini benimseyenler bu düzenin gereklerini yerine getirirler demek olur. Benimsemeyenler ise bu düzene girmemiş olurlar. İslam’da bir düzene girip girmeme serbestliği ve özgürlüğü vardır.[637] Ancak İslam düzenine girdikten sonra da artık o düzenin gereklerini yerine getirme zorunluluğu vardır. 

Reşit olan kişiler din hürriyetine sahiptirler. On beş yaşına girmiş olan bir kimse istediği dini seçme hakkına sahiptir. Bir kimse İslam dinini seçtikten sonra artık onu terk edemez ve onun herhangi bir emrini inkâr edemez. İslam düzeninden çıkmak, yani onun gereklerini inkâr etmek (irtidat) dini-siyasi bir isyan olduğu için[638] bunu yapan kimseler İslam ülkesinde yaşama hakkını kaybederler.[639] Eğer bunlar İslam yurdunu terk edip kaçıp gitmezlerse ölüm cezasına çarptırılırlar.[640] İşte ayette “iman etmiş olanlar” buyrulmakla hem İslam düzenine girmede bir mecburiyet olmadığı ifade edilmekte, hem de bir defa iman etmenin de yeterli olduğu ve artık onun İslam düzenine girdiğinin kabul edildiği bildirilmiş olmaktadır.

İnfak ediniz: İnfak demek, malları pazara götürüp satmak veya çocuklara yedirmek ya da her ne suretle olursa olsun, harcama yapmak demektir. Bu infakın aynı zamanda zekât yani İslam devletinin vergisi demek olduğu hususunda da nakiller vardır.[641]

Burada îtâ kelimesinin kullanılmayıp da infâk kelimesinin kullanılması ve çoğul olarak getirilmesi harcama yerlerinin de yine toplum tarafından hep beraber tespit edileceğini yani bütçenin toplum tarafından yapılıp hazırlanacağı esasını getirmektedir. Bu sebeple harcama yerleri toplum tarafından tespit edilecek ve herkes, vereceği infakı harcama yerlerine teslim etmekle görevli tutulacaktır. Ya da kurulacak bir vergi (zekât) kurumu ile bu harcama biçimi ve şekli toplum tarafından yürütülecektir. Bu konuda hükümetlerin ise sadece bir kontrol etme hak ve salahiyetleri olup bütçeden ancak kendileri için ayrılan kısmın harcamasını yapabilirler.

İslam’da hükümetin teşekkülü de bugünkü durumdan farklıdır. İslam ekonomisinde halk kuruluşları ve toplulukların başkanları, hükümet idaresinde görev alırlar. Vergi işleri ve bütçelerin uygulanmasının iyi gidip gitmemesinin denetimini bu görevliler ve hükümet birlikte yaparlar.

İşte infak işi böylece devlete sadece vergi vermek şeklinde ortaya çıkmamakta bunun yanı sıra vergilerin topluca verilip yerlerine dağıtma biçiminde belirlenmektedir. Yani burada mükellef bir taraftan hem devlete vergi borcunu vermekte diğer taraftan hem de devlet adına bu malları gereken yerlere teslim etmektedir.  

Min : Bu den, dan manasına gelir. Burada tebiz için gelmiştir. Yani malın bir kısmını infak edin demektir. Bu kelime belirsiz bir isim üzerine gelirse o şeyin cinsinden herhangi bir kısmına şamil olur. Burada ise min, mâ kelimesinin başına gelmiştir. Mâ nekre bir kelimedir. Buna göre mükellef harcamayı mallarının istediği tarafından yapabilecek demektir. Diğer taraftan en iyisinden[642]denilmek suretiyle bu harcamanın malların en güzel tarafından yapılacağı ortaya çıkar. Buradaki harcayın emri sadece yükümlülere ait olan bir buyruk olmayıp mükelleflerle beraber bu vergileri toplayıp dağıtanları da içersine alır. Çünkü harcama işi ancak bu suretle tamamlanabilir. Gerek memur, gerekse mükellef mallarını güzelini seçip harcayacaklardır. Bu ayette en güzelinden denilmeyip de güzelinden buyrulması, malların en güzeli değil de orta kaliteden alınıp verileceğini bildirir.    

Burada Tayyib kelimesi habis kelimesinin karşılığı olarak kullanılmıştır. Bu iki kelime zıt anlamda olarak başka ayetlerde de geçer.[643] Habis, bozuk, pis, kirli demektir.[644] Tadı, kokusu güzel, hoş olanlara da mesela meyvelere Tayyib denilir.[645] Pis kokanlara da habis denilir. Besleyici, yapıcı ve oluşturucu her şey tayyibdir, faydalı olan her şey tayyibdir. Zararlı, yıkıcı ve bozucu olan her şey de habistir.

Kâinatın düzeni yapıcılık ve yıkıcılık, yapıcılar ve yıkıcılar olmak üzere zıt iki şey ve taraflar üzerine kurulmuştur. Yeryüzünde bazı canlılar vardır; onlar yapmakla görevlidirler, yapıcıdırlar ve yaparlar. Bazı canlılar da vardır ki, onlar da yıkmakla görevlidirler, yıkıcıdırlar ve yıkarlar. Hiç şüphesiz yıkılması gereken şeyleri yıkmak da iyi bir görevdir. Ancak bir şey yıkılabilir ve yapılanı yıkmak kolaydır. Dolayısıyla asıl görev yıkmak değil, yapmaktır. İşte yapıcılığa hizmet eden şeylere Tayyib, yıkıcılığa hizmet eden şeylere de habis denilmektedir. Kanda bulunan akyuvarlar yapıcıdır, tayyibdir. Vücuda bir mikrop girdiğinde akyuvarlar mikroba yanaşırlar, onları içlerine alırlar ve eritirler. Bu sebeple onlara vücudun bekçileri demek de doğrudur. Mikroplar ise zehirleyici oldukları için habistirler. İffet evlenmeye zorlar, dolayısıyla yapıcı olduğu için tayyibdir; buna karşılık ise fuhuş, evlenmeyi önler, buna göre o yıkıcı olduğu için habistir. Malların iyisi vardır kötüsü vardır; kusursuzu vardır, kusurlusu vardır. İyi ve kusursuz mallar yapıcı ve faydalıdırlar; kötü ve kusurlu mallar ise yıkıcı ve zararlıdırlar. Mesela bazı çürük olan mallar vardır, bunlar zararlıdırlar, yenildiği aman bile mideyi bozarlar, bunlar habistirler.

Allah malların tayyibini, iyisini ve güzelini verin demekle bozuk ve çürük malların vergi olarak verilmemesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu ayet, Hz. Peygamber zamanında bazı kimselerin döküntü, bozuk, çürük-çarık şeyleri vermeleri üzerine gelmiştir.[646]  

Buradaki harcamayı devlete vergi vermekten öte daha geniş ve daha genel olarak da düşünmek mümkündür. O zaman bu ayeti şöyle anlayabiliriz. Standarda uymayan düşük kaliteli ve bozuk malları kullanıp harcamamalı, elverişli, üstün kaliteli ve iyi malları kullanıp tüketmelidir.

Bu harcama emrinin çoğul olarak getirilmesi, malların kalite ve cinsleri üzerinde toplumun kontrol etme haklarının bulunduğunu ifade eder. Hükümetlerin fiyatlar üzerinde bir müdahale haklarının bulunmaması onların mallar üzerindeki denetim hak ve vazifelerini ortadan kaldırmaz. Hükümetler yiyecek ve içecekleri her zaman kontrol ederler. Hatta bu konuda İslam tarihinde kurulmuş ihtisap (veya hisbe) teşkilatı adıyla bilinen bir kurum vardır. Bunun görevleri, çarşı, Pazar ve sokakları teftiş etmek, İslami hükümlere aykırı olan fiil ve davranışları yasaklamak, hamallara, hayvanlara ve her türlü taşıtlara gücünden fazla yük yüklemeyi menetmek, yol ve sokaklarda yıkılmak üzere olan yapıları yıkması için sahiplerine emir vermek suretiyle meydana gelebilecek tehlike ve kazaları önlemek, yenilecek ve içilecek şeylere hile karıştırılmasını, eksik ölçü ve tartı kullanılmasını menetmek gibi daha çok belediye hizmetlerini görmektir.[647] Bu teşkilatın gayesi bütün düzende İslam hukukunun tam uygulanmasını sağlamak ve Allah’ın kelimesini yüceltmektir.[648]

Aynı zamanda devlet ve hükümet başkanı olan Hz. Peygamber’in çarşı ve pazarları bizzat denetlediğini görüyoruz.[649] O bir gün bir yiyecek satan tüccarın yanına geldi. Adama nasıl ve kaça sattığını sorduktan sonra, elini yiyecek maddesinin – (bunun buğday olduğu söylenmektedir,[650])-  içine sokup kontrol ettiğinde, yığının iç kısımlarının yaş olduğunu görünce, nedir bu hal, dedi? Satıcı üzerine yağmur yağdığını söyledi. Hz. Peygamber de öyleyse bu yaş olanları müşterinin görmesi için niye üstüne koymuyorsun, dedi ve Aldatan bizden değildir, buyurdular.[651]

Her satıcı piyasaya çıkardığı malın kalitesini, müşterilerine söylemek zorundadır. O malın fiyatını istediği gibi tespit edebilir. Buna kimsenin bir diyeceği yoktur. Ancak hiçbir satıcının hiçbir alıcıyı aldatmaya ve kandırmaya hak ve salahiyeti yoktur.

Bunun için malların asgari kalitesi ve standartları devlet tarafından tespit edilir. Mallara kalitesine göre bir isim verilir ve hangi kalite malların nerelerde kullanılacağı toplum tarafından tayin edilir. Piyasaya mal getiren üreticiler, tespit edilen bu adları kullanırlar. Artık bu asgari kalitenin altında mal satan tüccarlar müşterilerinin rızalarını almadan sattıkları için, yapılan alış-veriş akdi iptal edilebilir. Satın alınan mal ise mevcut olduğu kadarıyla geri verilir. Malın bedeli de müşteriye iade edilir. Kalite düşüklüğü mal için bir kusur sayılmalıdır. Çünkü kalite düşüklüğü fiyat düşüklüğünü gerektirir. Fiyat düşüklüğünü gerektiren her vasıf ise bir kusurdur.[652]   

Alış-verişte esas olan her iki tarafın da rızalarının bulunması ve gönülden hoşnut olmalarıdır.[653] Ne alıcı satıcıyı ve ne de satıcı alıcıyı kandırabilir. Bundan dolayı müşteriye mutmain olsun diye Ebu Hanife’ye göre bir tüccarın malın maliyet fiyatını müşteriye söylemesi gereklidir.[654]

Böylece bu ayet bizi mallarda normlaşmaya ve standartlaşmaya götürmektedir. Bunun için bizi bu konuda devletin müdahale şekli ve nispeti üzerinde düşündürmektedir. İnfak satmak manasına da geldiğinden yukarıda geçtiği gibi Tayyib olan malları kullanıldıkları yere göre Tayyib olan mallar satışa çıkarılabilir, şeklinde anlarız. Böyle düşündüğümüz zaman neticede bu esas ortaya çıkar. Bu da ancak malların kalitesini müşteriye bildirmekle sağlanabilir. Bu konuda İslam hukukundaki hıyar-ul ayb hükümleri uygulanır.[655]  

Ayette kesp etmiş olduğunuz şeyler denilmektedir. Küsb : zeytinin yağını alıp geriye kalan posa yığınına denir.[656] Kesp etmek kimsenin mülkü olmayan menkul malları toplayıp bir araya getirmek ve ona sahip çıkmaktır. Bunlar üzerinde sarf edilen emeğin derecesi önemli değildir. Elde dilmiş ve bir insanın elinde olmaları, bunlara sahip çıkmak için yeterli olur. Menkul mallarda mülkiyet, kimsenin olmayan şeyleri bir araya getirip toplamak anlamını taşır.  

Bu şekilde elde edilen malların mübadele yoluyla değiştirilmeleri de mümkündür. Dolayısıyla bunlara menkul mallar gözüyle bakıp onun hükümlerini uygulayacağız. Buradaki mâ (şey) kelimesi umum ifade ettiği için bütün menkul şeylerin mülkiyete konu olabileceğini gösterir. Menkul malların taşınma ve depo edilebilme gibi iki özelliği vardır.[657] Bu özellikten dolayıdır ki, bize göre elektrik ve akan su mal sayılmazlar.

Bu ayet çalışıp kazanmanın mubah olduğunu gösterir. Kazanma da malların mübadelesi ve hizmetlerin mübadelesi olmak üzere iki yönden gerçekleşir.[658] 

Ayetteki kesb: kazanma kelimesinin mazi kalıbında gelmesi, ism-i fail veya ismi-i meful kalıbında gelmemesi, mal üzerindeki mülkiyet hakkını, bir defa kazanma ile doğduğunu bildirir. Yani menkul malı bir defa elde eden kişi artık onun sahibi olur. Bu sahipliğin devam etmesi için onun tekrar, tekrar elde etmesi şart değildir. Çünkü emirler fiilin tekrarını gerektirmez.[659] Mastara delalet eden her fiil mazi ve muzari filler ve ism-i failler bile[660] yapılan işin tekrar, tekrar yapılmasını gerektirmez.[661]

Şu halde mülkiyeti kazanma yollarından biri ile kim bir mal elde ederse o, onun demektir. Artık devletin bu husustaki görevi ancak bu mülkiyeti ve mülkiyet hakkını koruyup kollamaktan ibarettir. Bunun için mesela bir mal çalınmış olsa bunun bir usul dairesinde tazmin edilmesi gerekir.[662] Hz. Peygamber Veda Haccı hutbesinde can, mal, ırz ve namusun dokunulmazlığını ilan etmiştir.[663]

İnsanların hayatında her kazanç birçok kazançların dolaşım katkısına borçludur. Hiçbir bireyin kazancı düşünülemez ki, onda toplumun bir tekeffülü ve diğer bireylerin bir iktisap alakası karışmamış olsun[664] İşte verginin sebeplerinden birisi de bu olsa gerektir.

Ayete dikkatle bakacak olursak iki çeşit vergi olduğunu anlarız. Birisi bireyin tamamen kendi emeği ile kazandığı mallardan verdiği vergi. Mesela sermaye ve ticaret mallarından verilen vergiler gibi. Çünkü buradaki kesbin ticaret demek olduğu hakkında da nakiller vardır.[665] Diğeri ise arazi vergisi diyebileceğimiz toprak mahsullerinden alınan vergidir.

Para, altın, gümüş, ticaret malları ve depo edilen yiyeceklerden vergi alınır. Yalnız bunlara sahip olan mükelleflerin ortalamanın üzerinde bir servete (nisaba) sahip olmaları gerekir. Mali gücü ortalamanın altında olanlardan vergi alınmaz.

Gelir vergisi sisteminde ücretlerden de vergi alınmaktadır.[666] Bilindiği gibi İslam vergi siteminde özel bir şekilde uygulanan varlık: servet vergisi vardır. Ayette kesp edilmiş: elde edilmiş ve kazanılmış bulunan mallardan vergi alınacağı bildirilmiş bulunmaktadır. Zaten bunun için mâ kesebtüm: kazandıklarınızdan, denilmiştir. Bu sebeple kazanma inden dolayı vergi alınmaz. Buna göre ücretlerden vergi kesilmesi yersizdir. Çünkü ayette min kesbin: kazanmaktan buyrulmamıştır. Burada verginin bireyin mülkiyetine geçmiş olan kazanılmış mallardan alınacağı ifade edilmiştir. Öyleyse kesb edilmiş mallar mükellefin elinde bulunduğu müddetçe vergi vermeye devam eder. Bireyin zenginlik durumu ortalamanın altına düşünceye kadar o, vergi vermeye devam eder. Artık ortalama seviyenin altına düşünce vergiden muaf olur.   

Ayette insanın kendi gücü ile kazandığı malların iyisinden vergi verilmesi yerine, Allah’ın yerden bitirdiği ürünlerin her çeşidinden verilmesi hususu bildirilmektedir. Bunun sebepleri vardır. Elde ettiğinden dolayı verilen sermaye vergisi ile yerin bitirdiği mahsulden alınan arazi vergisi birbirinden farklıdırlar. Birisi bireyin bir toplum içersinde elde etmiş olduğu bir kazançtır. Bu aynı zamanda devletin sağlamış olduğu bir güvenlik ortamında elde edilmiş olan bir kazançtır. Diğeri ise bir arazi vergisi olup toprağın topluma, kamuya ve devlete ait olmasından dolayı bu devletin aldığı bir nevi kiradır. Devlet bizzat kendisi bir arazi kullanmaz, ekip dikmez. Fakat toprağı düşman saldırısından korumak devletin görevidir.

Ayette kazanılan malların iyilerinden, yerden biten ürünlerin ise kendilerinden verilmesi emredilmiş bulunmaktadır. Birinci kısım mallarda yani bireyin kazandığı mallarda nisap şartı aranırken yerden kaldırılan ürünlerde bu şart aranmamaktadır. Bu Ebu Hanife’nin görüşüdür. Ona göre kaldırılan ürün az olsun çok olsun öşür vergisi alınır.[667] Diğer müçtehitler ise toprak mahsullerinde beş vesk yani bin kilodan az olan mallardan vergi almazlar.[668] 

Vergide toprak ürünleri ile diğer malların üzerinden geçecek olan zaman bakımından da fark vardır. Çünkü her iki verginin yani öşür vergisi ile zekât vergisinin sebepleri ayrı ayrıdır. Öşür vergisinin sebebi üretim vasıtası olan topraktır.   Toprak üretici olduğu için her üretimde vergi verilmesi gerekir. Üretim olmazsa mesela herhangi bir afat sebebiyle ürün elde edilmezse vergi alınmaz.[669]

Zekât vergisinin sebebi ise nisaptır. Çünkü zekât, nisaba izafe edilmiştir. Mesela Hz. Peygamber, mallarınızın onda birinin dörtte birini (yani kırkta birini) veriniz, buyurmuşlardır.[670] Aynı zaman dilimi içersinde nisapların çoğalması ile vergi ödeme de çoğalır ve mükellef, zengin sınıfına girmiş kabul edilir. Zira İslam ekonomisinde vergi ancak zengin olanlardan alınır. Fakat insanların zenginlik dereceleri farklıdır. Bu sebeple Allah, zenginliği nisapla tayin ve tespit etmiştir. (Yani bir kimse kaç nisaba sahip ise o kadar zengin sayılır ve o bu nispette vergi verir. Mesela nisap para olarak 100 bin TL ise 200,000 (iki yüz bin) liralık bir mala sahip olan kişi 2 nisaba sahip demektir) Ancak zenginliğin gelişmesi de yenilenen ihtiyaçları giderecek olan nema (üreme) ile olur. Bu suretle malın aslı baki kalmış olur ve mükellef zengin olmuş olur. Bu şekilde onun vergi vermesi kolaylaşmış olur.   

Bu anlayışa göre nema, zenginlik ve vergi verme kolaylığını gerçekleştirerek vergi ödeme görevinin şartı olmuş olur. Ancak nema gizli bir iş olduğundan onu meydana getiren sebep onun (kendisinin) yerine geçmektedir ki, bu sebep de dört mevsimi içersine alan yıldır. Gerçekten bir yıl içersindeki mevsimler çoğalma ve üreme sebebiyle ve her mevsimde meydana gelen talep değişmeleri yüzünden kıymetin mevsimlere göre uygun bir şekilde artmasından dolayı malın nemalanmasına büyük etki yaparlar. İşte bu sebeplerden dolayı vergide bir yıl şart olmakta, yıl yenilendikçe nema da yenilenmekte nemanın yenilenmesi ile de verginin asıl sebebi olan mal, nisap miktarına ulaşarak yenilenmektedir.

Netice olarak yıl yenilendikçe vergi verme görevi de yenilenir. Yalnız burada önemli olan bir nokta vardır. Bir hüküm olarak vergi verme işi, yılların geçmesi ile değil, asıl sebep olan nemanın yenilenmesi iledir. Vergi için nema sebep yıl ise şarttır. Nema yoksa vergi de yok demektir.[671] Bütün bu açılamalardan sonra vardığımız sonuç zekât mallarında bir yılın geçmesi şart olduğu halde öşür mallarında böyle bir şart yoktur. Mesela topraktan yılda üç defa ürün kaldırılsa üç defa vergi alınır. Yani burada zaman şart değildir; önemli olan ürünün kaldırılmasıdır.[672]

    Toprak ürünleri ile diğer mallar arasında görülen bu iki fark ayette açıkça belirtilmemekle beraber ifade tarzı bu iki vergi sisteminin farklı olduğunu bildirmektedir.

Ahracnâ: Biz çıkardık, demektir. Huruc, dühul kelimesinin karşılığıdır. Haraca çıktı demektir. Ahraca ise çıkardı anlamına gelir. Böylece bir şeyi başka bir şeye dönüştürüp meydana getirmeye de ihrac denilmektedir. Burada toprağın bitki haline gelip yerden çıkarıldığını ifade eder.

Ayette ifadenin bizim çıkardığımız şeklinde buyrulması toprak ürünlerinin yetiştirilmesinde bireyin emeğinden ziyade toplumun-devletin daha fazla rol oynadığını gösterir. İnsanlar, canlı varlıkları yapma gücüne sahip değildirler. İnsanlar bu konuda sadece yetime ortamını sağlayıp hazırlarlar. Böylece bu ortamda bitkiler doğal olarak kendiliğinden yetişirler. Bu nedenledir ki, bu tür mallarda bir taraftan devletin hakkı olduğu gibi diğer taraftan yetiştirmede emek harcandığı için bireyin de hakkı vardır. Devlet, toplumun kendi payına düşen hissesini alır, bireyi de meşru mülkiyet hakları içersinde geri kalan malda serbest bırakır. Ayetin evvelinde sizin kazandığınız mallar diye söz edilirken burada bizim çıkardığımız mallar denilmesi, devletin topraktan elde edilen mallar üzerinde diğer mallara göre daha çok bir hakka sahip olduğuna işaret etmektedir. Yalnız bu vergi oranlarının ne kadar olacağı hususunda ayetlerde hiçbir hiç bir açıklama bulunmamaktadır. Bu yüzde oarnları hadislerle tespit edilmiştir. Toprak ürünlerinden 1/ 10 veya 1/20 oranında bir vergi alınırken[673] emek ürünü olan mallardan ise 1/40 oranında bir vergi alınır.[674]   

İhrac kelimesinin nâ: biz zamirine izafe edilmesi ürün yetiştirme işinin bir takım sebep ve vasıtalara dayandığını ifade eder. Bu vasıtalar toprak, su, güneş ve havadır. Bu dört unsur, eskilerin ifadesiyle anasır-ı erbaa, eski yunandan beri her şeyin aslı sayılmıştır. Bunların bulunmasında ve meydana gelmesinde insanın hiçbir katkısı yoktur. Buradaki verginin artırılması buna bağlı olsa gerektir. Bu bakımdan bugün seralarda yetiştirilen ürünlerden bireyin emeği daha çok geçtiği için, yarı vergi alınabilir veya hiç vergi alınmayabilir. Çünkü sera yapan kimse toprak, su ve ısıtma işlerini kendi emeği ile yapmaktadır. Biz bunu taşıma su ile suni olarak sulanan arazilerden kendiliğinden tabii olarak sulanan arazilerin yarısı nispetinde (1/10, 1/20) vergi alındığını[675] göz önünde tutarak söylüyoruz.

Ayetin bildirdiği hususlardan birisi de vergilerin ayni olarak alınmasıdır.[676]     

Leküm : Sizin için, denilmiştir. Buradaki ihracın insanlar için olması şarttır. Bu kelime sayesinde yerde hayvanlar için biten ot ve saman gibi şeylerin vergiye tabi olmadıkları anlaşılmaktadır. Bunların vergisi buralarda serbestçe otlayan hayvanlardan alınır.

Buradaki leküm kelimesi bize verginin başka bir esasını daha bildirmektedir. Vergi, bir üretim devresinde sadece bir yerden alınır. Bir örnek vermek gerekirse mesela eğer demir filizlerinden vergi alınıyorsa artık demir ocaklarından vergi alınmaz. Eğer zirai ürünlerden vergi alınıyorsa un değirmenlerinden vergi alınmaz.

Sizin için çıkardığımız tabiri ile vergi alınması için, birey mülkiyetinin bulunmasının şart olmadığı ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple ormanlardan elde edilen malların da zekâtı-vergisi vardır. Mahsulü ister ziraat şeklinde, ister kendiliğinden biten yabani meyveleri toplamak şeklinde olsun elde edilen ürünlerden mutlaka vergi vermek gerekir. Vergi nispeti az olsun, çok olsun, vergi tespit edilen % üzerinden verilir. Şu halde orman ürünlerinden de vergi verilmesi lazımdır.

Meralarda otlayan hayvanlardan da vergi alınır. Bu hayvanların otladıkları şeyler bizzat bizim için yaratılmış gibi gözükmese de onların etleri ve sütleri bizim için olduğundan vergi alınır. Bunlara harcanan emek çok kabul edildiği için vergi nispeti kazanılan mallarda olduğu gibi 1/40 olarak değerlendirilir. Bu yüzden böyle hayvanların yılın yarısından fazlasını meralarda otlayarak beslenmeleri şarttır. Altı ay veya altıdan daha fazla bir zaman için ahırlarda beslenen hayvanlarda vergi yoktur.[677] Bu leküm kelimesi ile hayvan yiyecekleri, mülkiyet dışında bırakılmış bulunmaktadır. Nitekim ot, su, ateş ve tuz üzerinde mülkiyet olmayacağı, bunların bireyler arasında ortak mal olmaları hususunda Hz. Peygamber’den hadisler rivayet edilmiştir.[678] Bu konuda İbn Mace metni aynen şöyledir: “Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş. Bunların bedeli haramdır.” Hz. Ayşe, Hz. Peygamber’e ya Resülellah, men’i helal olmayan şey nedir diye sordu. “Su, tuz ve ateş” buyurdular. Hz. Ayşe, ben dedim, ya Resülellah, haydi suyu biliyoruz, fakat şu tuz ile ateşin durumu nedir, dedi. Ey Hümeyra, dedi Hz. Peygamber, kim bir ateş verirse sanki o bu ateşin pişirdiği şeyin hepsini tasadduk etmiş gibi olur. Kim bir tuz verirse o, bu tuzun tat verdiği şeyin hepsini sadaka vermiş gibi olur. Kim bir Müslüman’a suyun bulunduğu bir yerde bir bardak su verirse o, sanki bir köle azat etmiş gibi olur. Kim bir Müslüman’a suyun bulunmadığı bir yerde bir bardak su verirse o, sanki ona can vermiş gibi olur.”[679]    

Ancak bununla beraber kendi özel tarlalarında otlatmak suretiyle besledikleri hayvanlardan daha fazla vergi almak, tarladan ürün almaya mani oldukları için, bunların vergilerini bir kar daha artırmak bize göre mümkün olabilir.

Mine’l-Ardı : Yerden, buyrulmaktadır. Bu yer kelimesi verginin kaynağını tespit etme bakımından önemlidir. Yukarıda da belerttiğimiz gibi, arazi vergisi üretimde toprağın payını vermek demektir. Toprak aslında toplumun, kamunun ve devletindir. Devlet kuvvetleri onu düşman elinden kurtarıp almıştır ve aynı zamanda şimdi bekçiliğini yapmaktadır. Ebu Hanife’ye göre devletten izinsiz olarak bir yeri ihya eden kimse o yere sahip olamaz.[680] Bunun için bir bireyin bir toprağı kendi kendine temellük etmeye ve mülkiyeti altına almaya hakkı yoktur. Yalnız onu kullanma hakkına sahip olur. Kişi toprağı kullandığı için de oradan elde ettiği ürünlerden onda birini kira payı olarak devlete verir.

Aslında bu ayetteki kesb: kazanma ile ihrac: çıkarma işleri iç içedir. Kazanma toprak ürünlerinde de vardır. Ticari kazançlarda da ihraç vardır. Çünkü ekonomik olaylarda temel dayanak hep topraktır. Bilindiği gibi insan her işini toprak üzerinde yapmaktadır. Bu ayette her iki verginin aynı emir altında yani infak ediniz emrinde toplanmış olması bize bu vergilerin temelinin hep aynı olduğunu gösterir. Burada “bundan ve şundan” der gibi, ayrı, ayrı minmâ kelimesi getirilmesi ise bunların vergi nispetlerinin ve tarh şekillerinin farklı olduğunu gösterir.

Bu vesile ile burada ekonomide kendisinden çokça sözü edilen gelir dağılımına kısaca deyinmek isteriz. Avrupalılara göre üretim vasıtaları tabiat, emek, sermaye ve teşebbüs olmak üzere dört çeşittir.[681] İslam ekonomisinde de üretim vasıtaları dört olarak kabul edilebilir. Ancak bu vasıtaların taksim şekli ve oluşumları İslam ekonomisinde farklı bir durum arz eder.

İslam ekonomisinde tabiatın yerini toprak alır. Toprak denildiği zaman toprak, su, güneş ve hava hep birlikte anlaşılır. Allah geceyi gündüzü, güneşi ve ayı[682] yerde olanları ve göklerde bulunanları tolu olarak[683] bütün inanların faydasına var etmiştir. Onun için bunların özel mülkiyet altına alınmaları söz konusu değildir. Hiçbir kimse güneşini ve havasının kullandığı için başkasından bir ücret isteyemez. Yine hiçbir kimse kuyudaki duran suyu veya arıkta akıp gitmekte olan bir suyu atamaz. Kendisinden artıp böylece başkasına verdiği bir su için bir ücret ve karşılık bekleyemez.[684] Diğer taraftan doğal olarak kendiliğinden meydana gelen bitki ve hayvanların kaynağını tabiat teşkil etmekle beraber, bunlar ancak ihraz edildikten sonra mal haline gelip sermaye kategorisine girebilirler.  

İslamiyet’le diğer sistemler arasında sermaye ve sermayenin çalıştırılması hususunda da bir takım ayrılıklar vardır. Sermaye, malın üreticiden tüketiciye akabilmesi için ara yerleri dolduran ve üretim ile tüketim arsındaki dalgalanmaları karşılayan bir mal yığınından ibarettir.[685] Sermaye depo edilmiş olan faydalı bir mal yığınıdır.[686] Sermayeyi, geçmişte mal ve madde haline gelmiş olan ve gelecek için üretimde harcanan bir emektir, diye tarif edenler de vardır.[687] Bu tarif, İslamiyet’in mülkiyet konusunda “insan ancak emeğine sahip olabilir”[688] getirdiği esas açısından doğrudur. Kısımları ayrı, ayrı konulara tabi tutulduğu için sermayeyi döner ve sabit olmak zere iki kısma ayırabiliriz. Sabit sermaye imarla ilgili olduğundan[689] döner sermayeden farklıdır. Tesis diyebileceğimiz bu sabit sermaye imar ve ihya ile elde edilir. Bu toprak üzerinde emek harcanarak yapılmış olan bir mülktür. Bunlarda özel mülkiyet vardır. Toprakta ise bunlarda olduğu şekliyle özel mülkiyet yoktur. Yalnız ihya sebebiyle toprak tesislerin bir cüzü haline geldiği için tesis sahibinin mülkiyeti-tasarrufu altına girmiş ayılır.

Sermayenin ikinci bölümü, döner sermaye adını verdiğimiz bölümdür ki, asıl sermaye de budur. Bu da üretime bizzat katılan ham madde ve ilk maddedir. Bunun ham yarı mamul ve mamul olması İslam açısından bir önem taşımaz. Kazanılan mallar üzerinde bir işlem yapılıp veya yapılmamış olması mülkiyette bir fark meydana getirmez. Çünkü mülkiyet bölünmez; yarı mülkiyet diye bir anlayış yoktur.

İslam hukukundaki mudarebe şirketi bize İslam ekonomisinin sermaye anlayışı hakkında biraz bilgi vermektedir. Rizikosuz ve emeksiz bir kazanç olan faizin yasak olduğu bilinmektedir. Bir tarafın sermaye diğer tarafın ise emek koyduğu mudarebe şeklinde olan şirkette zararı tamamen sermaye çeker.[690] Bu durumda emek sahibi de bedava çalışmış olur. Yani hiçbir riziko çekmeyen ve emek harcamadan kazanç getiren bir sermayenin İslam ekonomisinde yeri yoktur. Bu hususta temel kural şudur: “Her nimet bir külfet karşılığıdır.”[691] Bu sebepledir ki, hiçbir riziko kabul etmeksizin toprağı kiralamak da aynı sermayeyi yani parayı kiralamak gibi kabul edilmiştir.[692] Bu yüzden Hz. Peygamber’in hadsilerinde toprağı kiraya vermenin yasaklandığını görüyoruz.[693]Ebu Hanife de aynı görüşü paylaşmakta ve savunmaktadır.[694]

İslam ekonomisinde emek ile teşebbüs birlikte düşünülür ve buna çalışma diyebiliriz.[695] Dünya ve ahirete taalluk eden her hususta insanlığın mutluluğu için tavsiye ve irşatlarda bulunan ve tek gayesi insanların saadet ve selameti olan İslamiyet, diğer emir ve tavsiyeleri arasında çalışmayı da teşvik etmiş ve tembelliği ise men etmiştir.[696]Auguste Comte, insan tabiatındaki “çalışmanın” ve “emek sarf etmenin” tabii olmadığını ve tabiatımıza yapılmış bir aşı olduğunu söylüyor. Bu aşıyı insana terbiye, örf, anane denen faktörler yapıyorlar. Yalnız bu hususta en çok rol oynayan amil dindir. İnsanlık ancak dinin terbiyesi ile çalışmaya alışmıştır. Çalışkanların mükâfat görecekleri vadi ruhlar üzerinde derin tesirler yapmıştır. Son zamanlarda iktisat sosyolojisi ile uğraşan bilginlerin dinin bu yönünü kabul ettiklerini görüyoruz.[697]

İslam hukukçuları çalışıp emeği ile geçinenleri özel işçiler ve genel işçiler diye iki sınıfa ayırmışlardır.[698] Mesela günlük, haftalık, aylık ve yıllık olarak tutulan işçiler böyledir. Bugünkü memurlar da bu sınıfa girerler. Zira onlar devletin işçileridirler. Genel işçi ise yalnız iş sahibine çalışması şart olmayan, istediği herkese çalışabilen bir işçidir. Mesela terzi, berber ve köy çobanı bu usul ile çalışan kişilerdir.[699] Bu iki ayrı işçinin ayrı statüleri ve ayrı hükümleri vardır. Mesela özel işçi yapılacak bir iş bulunmadığı için çalışmayıp boş otursa da ücret ve maaşını alır. Genel işçi ise iş yapmaz ve herhangi bir çalışmada bulunmazsa bir ücret almaya hak edemez.

Kuran’da sekiz yıl ücretle çalışmaktan[700] su çekmenin ücretinin ödenmesinden[701] eğrilmiş, yıkılmak üzere olan bir duvarı doğrultmanın[702] babanın süt veren kadınlara ücretlerini tediye etmesinden[703] bahsedilmektedir. Bundan başka işçi ve işveren sınıflarının bulunmasının tabii olduğu, toplumdaki sınıflardan hiçbirinin diğerinin geçimini sağlamadığını, gelir dağılımının ve her grubun geçiminin toplum-devlet düzeni tarafından gerçekleştirildiğini anlatıp açıklayan ayetler vardır.[704]

Hicret olayında Sevr dağındaki mağarayı bulmak için Hz. Peygamber ile Ebu Bekir’in Deyl Kabilesinden Kureyş’in dininden olan birisini kılavuzluk etmek üzere ücretle tuttuklarını Hz. Ayşe haber vermektedir.[705]

Bu ayetlerin ve hadislerin mefhumundan anlaşıldığına göre emeğinden, bilgisinden, hem emeğinden ve hem de bilgisinden birlikte faydalanmak için işçi tutmak doğal bir yoldur. Ne suretle olursa olsun, ister fikir işçisi olsun, ister beden işçisi olsun, bunlar insan oldukları için birbirinden farksızdırlar. Mesela beden işçilerinin ortaya koyduğu işgücü, aynı bir makine gücü gibi kabul edilemez.  

Ücret bir menfaat karşılığı alınmaktadır. İcar ise menfaatin temlikidir. Ücret bütün tarih boyunca iktisatçıları düşündürmüş, hakkında bir takım nazariyeler yürütülmüş bir konudur. Biz bu hususta sadece İslam’ın getirdiği esasları söylemekle yetineceğiz. İslam’ın bütün “işveren”lere uymalarını emrettiği ücret seviyesi odur ki, işçi, işverenin yediğini yesin, giydiğini de giysin. Bu ise işverenlerle işçinin, hayatın zaruri ihtiyaçlarında ekonomik bakımdan eşit duruma gelmesi demektir.[706] Burada İslam’ın böylece tüketime getirmiş olduğu sosyal denge esasını tekrar hatırlatmak isteriz.

Klasik veya liberal görüş toprağa rant veya kira, tesis ve ilk maddeye (yani sermayeye) faiz, işçiye ücret ve müteşebbise de kar tanımaktadır. İslamiyet ise böyle bir bölüştürmeyi asla kabul etmez. Zira burada zararın kime ait olacağı açıkça görülmemektedir ve belli edilmemiştir. Müteşebbis yükleniyor gibi görünmektedir. Hâlbuki onun elinde bunu karşılayacak imkânı yoktur. Böylece bu zarar topluma kalmakta bu arada müteşebbis de ezilmektedir. Bir taraftan sermayenin tesisler kanadı yıpranma payı olarak kira veya kar hakkına sahip olurken (çünkü başka türlü çalışma olmaz ve üretim çarkı işlemez), diğer taraftan ilk maddeyi teşkil eden döner sermaye kanadı da hiç yıpranmaya uğramadan aynı kaldığı halde faiz almaktadır. Ancak bu faiz denen karşılık, nedir ve neyin karşılığı olarak verilmektedir? Bu hiçbir şeyin karşılığı değildir ve bu çalışmanın, emeğin sömürülmesinden başka bir şey değildir. İşte bundan dolayı İslamiyet faize haksız bir kazanç olduğu için şiddetle karşı çıkmıştır.

İslam ekonomisinde öngörülen bir bölüştürme ise şöyle olabilir. İslam toprağı kamunun-devletin kabul etmekte, bunun karşılığı olarak da ona toprak ürünlerinden vergi almak hakkı tanınmıştır. Tesisler ise o tesisleri yapıp meydana getiren kişinin mülkü olur. Buna göre bu mülk sahibi bu tesislerin kirasını alır. Emek sahibi işçi de emeğinin karşılığı olarak ücretini alır. İlk maddeyi koyanlar yani döner sermayenin sahibi olanlar ise kar ve zarara sahip olmaktadırlar. Böylece sermaye bu karını rizikoya karşılık olarak, kar ve zararı birlikte üstlendiği için almaya hak kazanmıştır.

Bu İslam ekonomisindeki bölüştürmede toprak kirası olarak devlete verilen vergi sanki rizikosuz ve emeksiz bir kazanç olan faize benzer gibi gözükmektedir.  Yukarıda söylediğimiz gibi devlet arazi vergisini toprağa sahip olup onu koruduğu için almaktadır. Çünkü toprakta menkul mallarda olduğu şekliyle bir özel mülkiyet anlayışı ve uygulaması yoktur.

Yemm : Bu deniz demektir. Necid ülkesinde bir akarsuyun adıdır.[707] Aslında durgun olarak akan suya ve denizin taşmasına denir. Teyemmüm ise kalbin bir tarafa akması, bir şeye meyletmesi ve bir şeyi yapmak istemesidir.

Ayette kötü malları vermeye kalkışmayın yani kalbiniz bunu yapmak istemesin denilmektedir. Burada var olan çok ince bir manayı hadislerin yardımı ile daha kolay bir şekilde anlamaktayız. Vergi memuru vergi almak için mükellefin yanına geldiği zaman mükellef, bütün mallarını ortaya koyar, Vergi olarak vereceği malları da ayırıp gösterir. Memur ise alacağını bunlar arasından seçer.[708] Yani verilecek vergi mallarını ayırma hakkı mükellefin, seçme hakkı da memurun olur. İşte bu anlamı ifade etmek için ayette malların kötülerini vermeye kalkmayın ve gönlünüzden böyle bir şey geçmesin buyrulmuştur. Mükellef böyle bir isteğini bilfiil gerçekleştiremez. Çünkü seçme hakkı memurundur. Memur ise vergiden % aldığı için kendi menfaatini kaçırmak istemez. Öyle ise mükellef böyle bir şeyi düşünmüş olsa bile onun bu arzusu ancak gönlünde kalır. Bunun için kalitesiz malları vermeyi kastetmeyin, denilmiş olabilir.

Habis : Yukarıda etçiği gibi bu, bozuk, pis ve kirli demektir.[709] Ayette tayyib kelimesi belirsiz bir kelime olan mâ’ya izafe ederek gelmişti. Bu her ne kadar izafe ederek gelse de yine belirsiz sayılır. Fakat habis kelimesi ise burada belirli olarak gelmiş bulunmaktadır. Bu sebeple habis, bozuk olan bir malın belli ve bilinir olması gerekir. Buradan şunu anlıyoruz ki, standartlıma yapılırken hangi malların bozuk sayılacağı belirlenecek ve bozuk olan malların vasıfları açıklanacaktır. Sağlam olan malların kalitesi ise doğal olarak bırakılmış olacaktır; bu çok önemli bir husustur. Çünkü belli vasıflara sahip aynı kalitede bir mal imal etmek fabrikasyon dışında zordur. Ancak şu vasıfları olan ve şöyle mallar bozuktur demek, kolaydır.

              Bozuk çıkan dolayısıyla kalitesinden düşürülen mallara bozuk damgası vurulur. Bu suretle eksik, kırık, çatlak, düşük ve kusurlu mallar, belirlenmiş olur. İşte böylece ayet standartlamanın temel kuralını getirmiş bulunmaktadır. Şu halde vasıfları bozuk olan kusurlu mallar sayılıp dökülecek, kusursuz mallar ise tayyib: normal ve iyi kabul edilecek değildir. Yukarıda tayyib kelimesinin neden belirsiz olarak geldiği hakkındaki açıklama burada daha iyi anlaşılmaktadır. Baştan bildirilip belirtilmemiş olan eksik ve kusurlar, zaten çok, çok az oldukları için, malın kalitesini düşürecek anlamda bir kusur sayılmazlar.

 Minhu : Ondan buyrulmuştur. Burada sanki minhuma: o ikisinde denilmesi daha uygun gibi görünmekte olduğu halde minhu: ondan diyerek tekil zamiri kullanılmıştır. Dolayısıyla her iki vergi de aynı esasa bağlı mütalaa edilip kabul edilmiştir. Aslında bu iki vergi yani ziraat ve kesb vergileri temel vergilerdir. Aralarında sadece tahsil şekli bakımından, bir de nispet ve tarh bakımından fark bulunmaktadır. Yoksa bunların vergi olmaları bakımından her ikisi de aynı esasa dayanır. Bunlar başta tek infak emri altında toplandığı gibi şimdi de bir tekil zamiri ile ifade edilerek bu anlam teyit edilmiştir, diyebiliriz.   

 İnfak etmeye kalkışmayın, denilmek suretiyle verginin devlete verileceği hususu desteklenmekle birlikte onun toplanıp dağılması yolunda bütün toplum kapsamı içerisine alınmaktadır. Burada dikkat edilecek başka bir husus daha vardır. Yukarıda kesb edilen malların tayibinde verin, denildiği halde burada habis malları vermeye kalkmayın buyrulması her iki malı, hem kazanılmış olan malları ve hem de yerden biten malları içerinse alır. Allah’ın yerden bitirdiği mallarda habis olanları bulunmayacağı için “yerden sizin için çıkardığımız” denilmiş olabilir.  Allah’ın topraktan bitirdiklerinden bizim için olanlar bizimdir. Onlarda bir eksiklik yoktur. Habis olanlar ise bizim olmaz. Onlar da diğer canlıların olur. İşte topraktan çıkan malların bu kısmına yani insan yiyeceği olmayan bitkilere vergi yoktur.

 Öşür vergisinde sebep toprak olduğu için kasten toprağa ekilen yetiştirilip elde edilen üründen vergi alınır. Mesela toprakta kendiliğinden çıkmış ot, çubuk, kamış v.s. gibi hayvan yiyeceklerinden vergi alınmaz. Fakat bunları yetiştirmek için özel olarak toprağa ekilen ve çıkan üründen onda bir veya yirmide bir vergi alınır.[710]    

Bu yüzden ayette Tayyib: iyi kelimesi sadece kesbe izafe edildi. İhrac (topraktan bitirme) kelimesi ise mutlak olarak getirilmiştir. Kesb (insanın kazandığı) mallarının Tayyib olmayanları da vergiye tabidir. Hem kendi cinsinden olan malın yüzde oranında bir vergiye tabidir. Daha az bir yüzde ile değerlendirilemez. Ziraat ürünlerinin ise yalnız Tayyib: iyi olanları vergiye tabidir.

Verginin kalitesi düşük olan mallardan verilmesini yasaklayan cümlede ise vergiye konu olan her iki çeşit malın aynı hükme tabi olduğunu belirtmek için “ondan habis olanını infak etmeye kalkmayın” buyrulmuştur.

Gâmid : Yüksek yerlerin arasında bulunan alçak ve çukur yere gâmıd denir.[711] Bu kelime anlaşılması zor ve kapalı olan söz için de kullanılır. Göz yummaya da igmâd adı verilir. Bu göz yummak kolaylık göstermek anlamında bir istiaredir.[712] Alış-verişte satılan bir malın biraz şaşkın olması sebebiyle müşterinin tüccara fiyatın biraz düşürülmesi veya malın çekiden biraz fazla olarak artırılması hususunda kullandığı bir sözdür.[713]

Alış-verişte fiyatın doğal olarak kararlaşması için malın görülmesi, müşteriye gizli kalmaması gerekir. Aynı şekilde satıcı da fiyatı öğrenecek, piyasayı anlayacak, bundan sonra malının kalitesine göre bir değer koyacaktır. Hz. Peygamber’in malını satmak üzere pazara gelen üreticinin yolda karşılanmasını yasaklayan hadisleri vardır. [714] Daha yüksek bir fiyatla satış vaat ederek piyasayı bilmeyen böyle üretici köylülerin mallarını almak haramdır.[715]

Üreticinin aldatılmaması için pazara gelip piyasayı ve fiyatları iyice öğrenmesi ve malının kıymetini buna göre değerlendirmesi gerekir. Bu sebeple Hz. Peygamber bu hadisi ile pazara ulaşmadan satılan malların fiyatlarının muhayyer olduğu ve satıcıya (üreticiye) bu hususta hak tanındığını bildirmektedir.[716]

Burada böylece ticaretin temel kural ve esaslarından birisi daha konulmuş bulunmaktadır. Mübadelede fiyatlar tamamen serbesttir; hiçbir kimse malını rızası olmadığı halde konulan narh ve fiyatla satmaya icbar edilemez; bunu yapmaya kimsenin hakkı yoktur. Narh konulması ve fiyatın tespit edilmesi, ticaret mallarının saklanmasına, malların saklanması fiyatların yükselmesine, fiyatların yükselmesi de fiyatların yükselmesi de fakirlerin zarar görmesine sebep olur.[717]

Satışa arz edilen malların alıcılar tarafından bütün evsafıyla bilinmesi ve hiçbir yerinin gizli kalmaması gerekir. Bu ticaret mallarının vasıflarının alıcı tarafından bilinmesi hususu, kalitenin tespiti bakımından temel prensip kabul edilebilir. Alıcı malda bir kusur bulduğu zaman onu iade etme hakkına sahiptir.[718] Böylece alış-veriş, her iki tarafın karşılıklı rızaları ile serbest olarak anlaşmaları sayesinde gerçekleşmiş olur.[719] Onlar esaslarla çelişmeyen herhangi bir şart üzerinde anlaştıkları zaman bu anlaşma onlar için geçerli olur. Artık böyle bir anlaşmayı feshetmek doğru olmaz.[720]    

Müşteri malın üretim maliyetinin ne kadar olduğunu da bilmelidir. Satıcı da malını ben bunu şu kadar paraya mal ettim diyerek sözlü ifadede bulunur. Bütün bunlardan sonra satıcı malını istediği fiyattan satabildiği gibi alıcı da istediği fiyattan satın alabilir. Mübadele sözleşmesi bu şekilde gerçekleştikten sonra artık her iki tarafında caymaya hakkı yoktur.

İşte iğmâd kelimesi bize malın bu kusurunu bilseydim, almazdım dedirtecek gibi hususların bulunmaması gerektiğini ifade eder. Bu da ancak malın kusurlu olması ve maliyetin pahalıya çıkmasına bağlıdır. Satıcı da kaliteyi düşürecek kusurları ve malın ilk maliyet fiyatını söyleyeceği için aldatma ve anlaşmazlığın kaynağı ortadan kalkmış olur.

Bu kelime ile burada bir de vergi verirken kusurlu malların verilmemesi esası getirilmiş bulunmaktadır.

Tuğmidû fîhi : Onun hakkında göz yumduğunuz. Yani ancak göz yumarak aldığınız, denilmekle, size pay olarak düşse, beğenip almayacağınız bir malı siz de vermeyin diye bir ihtarda bulunulmuş olabilir. Burada bir zarf harfi olan fî’nin kullanılması malın her tarafı kusurlu olmasa bile sadece bir tarafında kusur bulunsa, bunun bütün mala teşmil edileceğini dolayısıyla sözleşmenin bozulabileceğini bildirmektedir.[721]

Burada alış-verişteki hıyar-ul ayb (mal kusurlu çıktığı zaman iade etme serbestliği), muamelesinin ikinci şartı konulmuş bulunmaktadır. Kusuru sonradan anlaşılan bir malın tamamı iade edilir. Kişi, ya hiç indirim yapılmadan ilk fiyatla kusuru katlanarak malı alır, iade etmez veya tüm olarak geri verir; sağlam olan malların seçilip ayrılarak kusurlu olanların geri çevrilmesi olmaz. Çünkü mutlak olan bir alış-veriş sözleşmesi malın tamamının sağlam ve iyi olmasını gerektirir.[722] Fîhi kelimesindeki fî harfi bize bunu bildirir. Çünkü zarfın taşıdığı özellikten dolayı, mazruf zarfın her tarafını kaplamadığından, kusur malın bir yerinde olsa da yüz buruşturarak alınır. Öyleyse kusur bir yerde bulunsa bile malın tamamı geri verilir, alınmaz. 

    Ayetin sonunda bilin ki, Allah gani ve hamid’dir, buyrulması, bize vergi işlerinin kamu-devlet tarafından düzenleneceğini ve ayetin başında geçen infak emrinin devlete vergi verin anlamında olduğunu gösterir.

El-Ğınâ : İhtiyacı olmamak, ihtiyacı az olmak demektir.[723] Kocası ile tatmin olan, başka birine ihtiyaç duymayan, kendisi çok güzel olduğu için süslenmeye ihtiyaç hissetmeyen kadına da ğâniye denir.[724]   

Ğaniliği şöyle tarif edebiliriz: İhtiyaçlarını tatmin edecek imkânlara sahip olup bir talepte bulunmayan kimseye ğani: zengin, ihtiyaçsız denir. Müstağni kelimesi de buradan gelir. Fakr ise bunun zıddıdır; ihtiyaçlarını tatmin edecek imkânlara sahip olmadığı için talep halinde olan kimselere de fakir adı verilir.

İslam ekonomisinde talep esas olarak tüketim malları için kabul edilir. Bundan dolayı tüketim malları kendi ihtiyacına yeter olmayan kimselere fakir denir. Üretim mallarına ise ihtiyacı doğrudan değildir ve üretim mallarına olan ihtiyaç sonsuzdur. Yine bundan dolayıdır ki, zengin ve fakirliği, üretim mallarının azlığı veya çokluğu ile tarif etmek mümkün değildir.

Ayetin sonunda Allah’ın ğani olduğu bildirilmektedir. Gerçekten Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Diğer taraftan devlet de statik bir yapıya sahiptir. Sadece bireylerin işlerini görüp onlara hizmet ettiği için vatandaşların vergilerine ihtiyacı vardır. Yoksa devletin kendisinin neye ihtiyacı olabilir. Buradan şu neticeye varıyoruz ki, zirai ürünlerden alına vergi, her ne kadar toprak hakkı olarak alınsa da yine bireylerden alınmış demektir. Bu yüzden de bireylerin hizmetlerinde harcanır. Zaten devlet bu gelirleri başka bir yerde harcayamaz.

Gerçekten vergi, ortak hizmetlerin görülmesinde kullanılır. Mesela yüz kişiden alınmış olan vergi ile bir yol yapılmış olsun. Böylece verilen bu para yüz misli artmış demektir. Çünkü vergi veren vatandaşların her biri bu yolu kendi malı gibi kullanırlar. Herkes bu yoldan kendi özel mülkü gibi faydalanır. Mesela yine bir bekçi tutulur. Bu bekçi bütün yüz kişinin mallarını bekler. Eğer herkes ayrı, ayrı bekçi tutmuş olsaydı, bunun yüz misli kadar bir para ödemek zorunda kalacaklardı. İşte devlete verilen vergiler örneklerde görüldüğü gibi, kat, kat artarak yine mükelleflere geri döner. 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1-Müslümanlarla zimmîlere uygulanacak vergi sistemi aynı değildir, farklıdır.

2-Vergi topluca verilir ve dağıtılır.

3- Vergi devletin güvenlik hizmetleri için alınır.

4- İslam düzenine girip girmeme serbestliği vardır.

5- İslam düzenine girenler onun vecibelerini yerine getirirler.

6-Vergi devlet tarafından toplanır ve gereken yerlere dağıtılır. Bu işlerin iyi gidip gitmediğini hükümetler kontrol eder.

7- Devlet hizmetlerini bütün halk başkanın emri altında olarak yürütür.

8- Vergi mallardan ayni olarak alınır.

9- Vergi vasat kalitenin üstünde olan mallardan verilir.   

10-Vergi zenginlik ortalamasının üstünde olanlardan alınır.

11- Zenginlik durumu ortalamanın altına düşen kimse, vergi vermekten muaf tutulur.

12- Mallar faydalı yerlerde harcanır.

13- Malların standartları toplum tarafından tespit ve kontrol edilir.

14- Kimsenin malı olmayan taşınabilir ve depo edilebilir şeyler elde edilmek suretiyle mülkiyet altına alınmış olurlar. Bir mal kimin elinde ise onun olur.

15- Menkul malların bir defa elde edilmesi mülkiyet için yeter sebeptir.

16- Menkul mallarda mülkiyet hakkının devam edebilmesi için her yıl düzenli olarak vergilerin verilmesi gerekir.

17- Menkul malların elde edilmesi ve harcanması bir toplum tarafından birlikte, bir düzen içersinde ve topluluk halinde gerçekleştirilir. Böyle bir durum özel mülkiyeti asla ortadan kaldırmaz.    

18- Toraklardan elde edilen ürünlerden üretim vergisi alınır.

19- Toprak ürünlerinden alınan vergilerle diğer mallardan alınan vergiler, esasta ve temelde bir ve aynı nispet, nisap ve tahakkuk bakımından ise farklıdırlar.

20- Kazanma yolu ile elde edilen malların vergileri, yıldan yıla tahakkuk eder ve nisaptan aşağıda olan mallardan vergi alınmaz.

21- Arazi vergileri üründen alınır ve her ürün kaldırımında vergi alınır.

22-  Arazilerden alınan vergi nispetleri daha fazladır.

23- Mal üretim döneminde tüketilecek duruma gelinceye kadar bir takım kademelerden geçer. Bir maldan herhangi bir kademede bir defa vergi alınır. Bir maldan bir yılda iki defa vergi alınmaz.

24- Altı ay veya daha fazla bir zaman meralarda otlayan hayvanlardan vergi alınır. Fakat hayvan yemlerinden vergi alınmaz.

25- Verginin dayandığı temel unsur topraktır.

26- Normal şartlar altında vergiler 1/5, 1/10, 1/20 ve 1/40 nispetlerinde alınır veya hiç alınmaz.

27- Toprak kamunun-devletindir. Ziraat vergileri devletin topraktan aldığı bir kiradır.

28- Tesis sahibi kira, döner sermaye sahibi kar, çalışan emek sahibi de ücret alır.

29- Vergi bir ibadet olarak ifa edilip yerine getirilir.      Mecburi olan vergi ise gayri Müslimlerden alınan maktu vergilerdir. Müslümanlar vergilerini kendi gönül rızalarıyla verirler. Hükümetler de bu konuda kontrol görevlerini yerine getirirler.

30- Mallar piyasaya standart olarak sürülür. Eğer alıcılar malın kalitesini/fiyatını bilmezlerse satış sözleşmesini feshedebilirler. Yani malın kalitesinin bilinmemesi sözleşmenin feshedilmesi için yeter sebep olabilir.

31- Malların standartları ve kaliteleri, mallarda kusur sayılabilecek vasıf ve özellikler bir, bir sayılmak suretiyle tespit edilir. İyi vasıflar ise söylenmekten ziyade malın isminden anlaşılır.

32- İnsan yiyeceği olarak kullanılmayacak kadar bozuk ve kalitesi düşük olan ürünlerden vergi alınmaz.

33-Mübadelede kişinin aldığı malın maliyet fiyatını öğrenme ve bilme hakkı vardır. Bunun dışında fiyat her iki tarafın serbest bir şekilde anlaşmaları ile gerçekleşir.

34- Bir mal kusurlu çıktığı zaman buna bağlı olan bütün mallar da kusurlu sayılır. Bu sebeple aynı sözleşme ile alınan bu malların tümü artık ya geri verilir veya bu kusurlar yok sayılarak anlaşılan bu ilk fiyatla bütün mallar kabul edilir. Yani defolu mallar ile iyi mallar birbirinden ayrılarak sağlam mallar alınıp kusurlu mallar iade edilmez veya fiyattan da herhangi bir indirime gidilmez.

35- Toplanan vergiler, bu vergileri verenlerin ortak hizmet alanları için harcanır.

36- Hiçbir mükellefin ödediği vergi, onun kendisinin faydalanmayacağı yerlerde harcanmaz.

37- Bütün iktisaplar ancak bir toplum içersinde gerçekleştirilip yapılır. 

38- Vergi olarak verilecek bir malı ayırma hakkı mükellefin, ayrılan bu mallar arasından vergiyi seçip alma hakkı da memurundur.

39- Ticaret malları da vergiye tabi olan mallardandır.

40- Hükümetler, çarşı ve pazarları bizzat denetleme hak ve salahiyetine sahiptirler.

41- Çarşı ve pazarlarda yiyecek ve içecekleri, her türlü hareket ve davranışları kontrol edecek bir teşkilat (el-Hisbe) kurulabilir.

42- Bir mal için kalite düşüklüğü kusur sayılır. Kalite düşüklüğü de malın fiyatını düşürür. Fiyat düşüklüğünü gerektiren her vasıf ve özellik de kusur sayılır. 

43- Alış verişte esas olan her iki tarafın, alıcı ile satıcının serbest olarak rızalarının bulunmasıdır.

44- Menkul malların taşınma ve depo edilebilme gibi iki özelliği vardır.

45- Menkul bir malı bir defa elde eden kimse artık onun sahibi olur.  

46- Üretim yapılıp da ürün bitmezse ve herhangi bir afat sebebiyle ürün elde edilmezse vergi alınmaz. 

47- Vergi alınması için zekât mallarında bir yılın geçmesi şart olduğu halde öşür vergisi verilen mallarda böyle bir şart yoktur. Çünkü her ürün kaldırıldığında onun vergisi hemen verilir.

48- İslam ekonomisinde ayrı, ayrı kanun ve kurallara tabi tutulduğu için sermayeyi sabit sermaye ve döner sermaye diye ikiye ayırmak mümkündür. 

49- Mudarebe şirketinde meydana gelen zararı tamamen sermaye üstlenir.

50- İslam ekonomisinde işçiler özel işçiler ve genel işçiler olmak üzere ikiye ayrılırlar.

51- İş yapsın yapmasın, çalışsın veya çalışmasın özel işçilerin ücret almaya hakları vardır. Genel işçiler ise ancak çalıştıkları takdirde ücret alabilirler. 

52- Malını pazaryerine getirmekte olan bir üreticiden, onu pazar fiyatlarını öğrenmeden hemen yolda karşılayıp malını almak günahtır.

53- Satışa arz edilen malların hiçbir gizli tarafı kalmadan, bütün vasıflarının alıcılar tarafından bakılıp görülmesi ve görülüp bilinmesi gerekir.   

 

Bakara 2/ Ayet: 268

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vaat eder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.”

Bu ayette şeytan nefis veya başkalarının vergi vermenin ve harcamalarda bulunmanın insana fakirlik getireceğini iddia ettikleri bildirilmektedir. Hâlbuki Allah bu görevlerini yapan kimselere dünyada kat, kat vereceğini ve öbür dünyada da bağışlayacağını haber vermektedir.[725]

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Yalnız benim olsun diye vermemek ve cimrilik yaparak toplumu düşünmemek bir şeytanlıktan ibarettir. Adıl fukaralığın temeli budur. Topluma ait olan görevlerin yapılması tamamen bireylerin kendi yararlarınadır.

2- Toplumun haklarına tecavüz etmek bir nevi fuhuştur ve şeytan işidir.

3- Devlete karşı olan görevlerin ifası halinde bireylerin işledikleri kusurlar bağışlanır. Bunun için birçok kusurlar ve suçların çoğu takipsiz kalır.

4- Vergilerini veren kimseler, aslında verdiklerinin karşılığını kat, kat alırlar.   

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 269

“Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse ona birçok hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.”

Bu ayette geçen hikmet kelimesi hüküm, hükümet, ihkâm manaları ile ilgili olarak mastar ve isim olur. Hikmetin pek çok tarif ve tefsirleri yapılmıştır. Elmalılı çeşitli görüşleri toplayıp bunlardan yirmi üç tanesini açıklamaktadır.[726] Alusi ise muhtelif görüşler naklettikten sonra daha çok ilim üzerinde durmaktadır.[727]

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Ekonomik gelişmeler ilmi hareketlerle sağlanır.

2- Ekonomik olaylar, hareket ve davranışlar ilmi olmalıdır.

3- Ekonomik düzendeki ilmi davranışlar üretim alanında malların ve ürünün pek büyük bir şekilde artmasına sebep olur.

4- İlim, her ekonomik hareketin bütün tesirlerini hesap edip ekonomik oluşlara kumanda etme imkânıdır.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 270

“Nafakadan her ne harcadınızsa veya ne adak adadınızsa Allah onu bilir. Zalimlerin yardımcısı yoktur.”

Veriler vergiler iyi kötü, az çok, açık gizli, hak veya batıl olarak ve her ne suretle verilirse verilsin, Allah onu bilir. Allah mali veya bedeni olarak, adanan adakları da bilir. Vergilerini vermeyen, mallarının kötülerinden veren, adadıkları adakları yerine getirmeyen, adaklarını günaha çeviren, böylece eşyayı yerinde kullanmayarak zulüm yapmış olan kimselerin başına öyle bir bela verir ki, artık onları kimse kurtaramaz. Yapılan her türlü hizmetlerin ve toplanan vergilerin de yerine harcanmış olması gerekir.[728]

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Toplumdaki bireylerin, mesela vergi gibi, mali mükellefiyetlerinin yanında bir de bedeni görevleri de vardır.

2- Herkes malının bir kısmını muhtaçlara vermek zorundadır.

3- Herkes muhtaç olanlara bedeni ile yardım etmek zorundadır.

4- Herkes malı ile toplum hizmetlerine katılmak zorundadır.

5- Herkes bedeni ile toplum hizmetlerine katılmak zorundadır.

6- Devlete verilen vergilerin ve her türlü hizmetlerin yerinde harcanması gerekir.

7- Yapılan her türlü mali ve nedeni hizmetlerin bilinmesi için bir kütüğe kayıt edilmesi uygun olur.

8- Devlete karşı mali ve bedeni görevlerini yerine getirmeyenler başkalarının hakkına tecavüz etmiş olurlar. Bunun için onlar zalim sayılırlar.

9- Mali ve bedeni görevlerini yerine getirmeyenler, devletin koruma görevinden yararlanma hakkını kaybederler.

10- Gizli tutulan mallar, devletin teminatı altında değildir.

11- Vergisi ödenmeyen mallar devletin teminatı altında değildir.

12- Gayri meşru iktisap ve kazançlar devletin teminatı altında değildir.

13- Haram mallar devletin teminatı altında değildir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 271

“Eğer sadakaları açıktan verirseniz ne ala! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.”

el-Bedv : Açık sahraya, dümdüz uzanan ovaya denir.[729] Badiye, çöle, kendisinde bulunan şeyi açıkça gösteren yere denir. Böyle yerlerde oturan kimselere de badi adı verilir.[730] Badiyü’r Ra’y ise derinlemesine düşünmeden ilk olarak hemen bir görüşe sahip olmaktır.[731] Şu halde bedv gizli ve kapalı olmanın zıddına açık ve meydanda olmak demektir.

Devlet gelirleri bir yerde toplanır. Sonra bunlar nerelere harcama yapılacaksa buradan oralara sarf edilir. Böylece basit şekilde devlet bütçesi gerçekleşmiş olur. Toplanan bu gelirlerin dağıtım işi çok önemlidir. Bu konuda iki yol uygulanabilir. Birincisi bireylere yapılacak olan harcamalar, ikincisi ise toplumla ilgili olan mesela yol, su, elektrik gibi, kamu harcamalarıdır. Bu harcamalar herkesin gözü önünde açık bir şekilde yapılır. Böylece herkes neyin nerede ne kadar ve nasıl harcandığını bilir. Mesela devlet eliyle kurulacak olan vakıf kurumları buna örnek olarak gösterilebilir.

Ayette sadakaların açık yapılmasından bahsedilmektedir. Buna göre verilen vergilerden kurulacak olan bir vakıf açık ve şeffaf olmalıdır. Mesela vakıflar asırlar boyunca insanların ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını insanların gözleri önünde açık ve şeffaf olarak yardım ederek gidermeye çalışmış kurumlardır. Yoksa burada sadece sadakanın açık olarak verilmesi istenmese gerektir. Yani burada sadakaları açık ederseniz sözü ile sadakaları açıktan verirseniz sözü üslup bakımından farklı şeylerdir. Öyleyse burada sadakanın verilmesinden daha çok harcanması ve bu harcanmanın da açık olarak yapılmasına onun açık ve şeffaf olmasına vurgu yapılmaktadır, asıl söz konusu olan budur, diyebiliriz.

İn : Bu kelime beş çeşit manaya gelir. Onlardan birisi de şartiyye olmasıdır.[732] Eğer manasına gelir. Burada vergilerin hem gizli, hem de açık yapılabileceğini gösterir. O halde açık olanların hükümleri ile kapalı olanların hükümleri birbirine uygulanabilir, demektir. Biz buradan şunu anlıyoruz ki, bütçenin fasılları arasında birinden diğerine aktarmalar mümkün olduğu gibi, bir fasılda değişik şekilde değerlendirmeler de düşünülebilir. Hz. Ömer kalpleri ısındırılanlar (“müellefe-i kulub”) faslını artık buna ihtiyaç kalmadı, gayesiyle kaldırmıştı.[733] Buna göre fasıllar arasında aktarmalar mümkündür, diyoruz. Ayrıca bir fasıl başka bir türlü de değerlendirilebilir. Mesela fakirlere yıl içinde doğrudan doğruya dağıtma yerine bunlara düşen pay ile yine kendilerine yardım edecek bir vakıf kurulabilir.

Bu fiilin çoğul olarak gelmesi bu işlerin hükümetler tarafından değil de toplum tarafında ve toplum adına şura, ekonomik şuralar tarafından yürütüleceğini ifade eder. Vergi veren kimseler verdikleri vergi nispetinde bütçede söz sahibi olurlar. Buna göre herkes, vergi gelirlerini yüzde olarak fasıllara dağıtır. Bunlar kendi puanları ile çarpılır, toplanır, ortalaması alınır ve yine yüzdelere çevrilir. Böylece bütçe nispi olarak yapılmış ve meydana getirilmiş olur. Toplanan gelirler de bu şekilde nispi olarak dağıtılmış olur.

Sadaka : Sağlam ve doğru mızrağa sadk adı verilerek tavsif edilir.[734] Tek olan hakikatten ayrılmayıp bu gerçeği tutmaya da sadakat denir. Bu insanın kendi içindekini gerçeğe uygun olarak söylemesidir ki, yalan ve yanlışın karşılığıdır. Kocanın karısına verdiği mihire saduka denilir. Bu kocanın karısına olan sadakatini ifade ettiği gibi aynı zamanda karının da kocasına olan sadakatinin bir karşılığıdır. Devlete verilen vergilere, veren kimsenin devletine karşı gösterdiği bir sadakat sembolü olduğu için, sadaka adı verilmiştir, diyebiliriz.

Kuran-ı Kerim’de zekât ile sadaka aynı manada kullanılmıştır. Bu konudaki görüşünü Maverdi şöyle açıklamaktadır. “Zekât sadaka, sadaka da zekât demektir. Bu kelimeler farklı ama maksat ve mana biridir.”[735] Böylece zekât maldan alınan vergi tarafını temsil eder ki, zenginlerden alınıp fakirlere verilir. Çünkü Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel'i Yemen'e görevli olarak gönderirken ona, "...zekatı (vergiyi) zenginlerinden al, fakirlerine ver." diye emir vermişti.[736] Yani vergi alınan tarafın da verilen tarafın da devlete olan bağlılığını dile getirir. Yalnız biz burada zekatta esas olan malın, sadakada esas olan ise insanın göz önünde bulunduğunu söylemek istiyoruz. İnfak ise sadece müslüman vatandaşların ödediği bir vergi olarak anlaşılabilir.

Ayette “eğer sadakalrı açık yaparsanız” buyrulmaktadır. Burada sadaka kelimesi çoğul olarak kullanılmış ve lam-ı tarig ile belirli hale geteirilmiş ve sizin sadakanız diye izafetle belirli yapılmamıştır. Halbuki yukarıda[737] hep “malları” veya “mallarınız” şeklinde izafetle getirilmişti. Önceki ayetlerde[738] sadakanın verene veya dağıtana izafe edilmesi bunun bir kamu hakkı olup bir birey malı olmamasından ileri gelir, diyebiliriz.

Buradaki fiilin çoğul olarak gelmesi ise herkesin sadakalarını ayrı ayrı değil, hep birlikte dağıtmaları gerektiğini gösterir. Artık toplanıp bir araya getirilmiş ve bir tek mal haline gelmiş olan bu gelirleri büütn toplum ortaklaşa olarak dağıtır. Gerçi bırada meful de çoğul olmakla ayrı ayrı düşünüldüğü zaman herkesin dağıtacağı kısmı kendi istediği gibi dağıtacağı anlaşılabilir. Ancak bu da bütçede herkesin verdiği vergi kadar söz sahibi olduğunu ifade eder.

Diğer taraftan sadakanın izafe edilmemesi ve cemi müennes salim kalıbında getirilmesi de onun bütün halk tarafından ortaklaşa olarak yerine getirildiğini ifade eder. Burada bu çoğulun belirli olarak getirilmesi de bunun bilinen belli gelirlerden ibaret olduğunu bildirir. Yani bu sadaka gelişi güzel sadakalarla ilgili olan bir hüküm değil, devlet bütçesi ile ilgili bir konu olsa gerektir.

Ayrıca sadaka kelimesinin cemi müennes salim kalıbında ve belirli olarak getirilmesi bütçelerin çok olduğunu ve bu çok sayıdaki bütçelerin hepsinin bu ayetin hükümlerine tabi olacağını gösterir. Bu da toplumların ayrı ayrı, kademe kademe bütçeleri olacağını bildirir.

Bir toplumun vergi toplayıp dağıtabilmesi için o toplumun bir şahsiyete sahip olması gerektiği kanaatindeyiz. Molla Hüsrevin de dile getirdiği gibi zimmet veya şahsiyet, insanı hak ve vazifelere ehil kılan br vasıftır.[739] İslam hukukçuları bu konuyu ehliyet ve zimmet adı altında anlatmışlardır.[740] Ancak bugün yeni türkçede özel ve tüzel kişilik diye adlandırılan bu hakiki ve hükmi şahsiyetin insan ve insan toplulukları ile ilgili olduğunu burada da hemen söylemeliyiz. Başka hukuklarda olduğu gibi İslam ekonomisinde mallara şahsiyet verilemez. Mesela Roma hukukunda tesisler de birer hükmi şahıstırlar.[741]İslam’da ise hak ve vazifelere ehil olma, alacaklı ve borçlu, davalı ve davacı olabilme yetkisi yani şahsiyet yalnız ve sadece insanlara verilmiştir. İnsan birey olarak hakiki bir şahsiyete, özel kişiliğe sahiptir. Bireylerin meydana getirdiği bazı yerleşim birimleri ve bazı toplumlar da hükmi şahsiyete yani tüzel kişiliğe sahiptirler.

Kuran-ı Kerim’in birey ve toplumlara hitap şekillerinden faydalanarak İslam idare sisteminde insan topluluklarını küçükten büyüğe doğru birey, aile, mahalle, köy, bucak, ilçe, il, bölge ve devlet şeklinde sıralamak mümkündür. Bize göre bunlardan birey, özel kişiliğe; mahalle, bucak, il ve devlet ise tüzel kişiliğe sahiptirler; diğer toplulukların ise kişilikleri yoktur. Bu kişide başlayıp devlete kadar giden birimlerin karşılığı olarak Kuran-ı Kerim’de şu kelimeleri buluyoruz.

Birey     : Nefs[742]                    Aile    : Ehl-ü Beyt[743]

Mahalle: Aşiret[744]                  Köy   : Ehl-ü Karye[745]

Bucak   : Kabile[746]                 İlçe     : Belde[747]

İl            : Şa’b[748]                    Bölge: Ehl-ü Medine[749]

Devlet    : Kavm[750]

İslam hukuk sisteminde bireye kişilik tanınması konusunda icma ve ittifak vardır.[751] Bilhassa Bakara suresinin 286. ayeti bireyin kişilik sahibi olduğuna leh ve aleyh kelimelerini kullanarak açıkça delalet etmektedir. Çünkü orada kişinin kendi çalışıp kazandıkları kendi hakkı ve kendisinin; kazandırıldıkları ise kendisinin değildir. O onlara sahiplenmemeli, onları kazanan sahiplerine verme işi onun görevi olmalıdır.

Böylece kişinin şahsiyeti olduğu, ancak ailenin kişiliği olmadığı anlaşılmaktadır. Zira aileye dayanan bir anlaşma olduğunu, onun adına herhangi bir hukuki işlem yapıldığını tarihen tespit edemiyoruz. Ayetlerde de buna delil olabilecek şekilde beyt: ev’den söz eden bir şeye de rastlayamadık. Tam tersine evin kişiliği olmadığını gösteren işaretler vardır. Mesela evin kendisinden bahsedilmeyip evin sahipleri diye söz edilmekte ve evin sahipleri muhatap alınmaktadır.[752]

Mahallenin şahsiyeti vardır. Buna Kıran’da aşiret denilmektedir.[753] Mahallenin şahsiyeti olduğunu, bu kelimenin cemi müzekker salim kalıbı ile vasıflandırılmasından anlamaktayız. Çünkü bu ayette “ve enzir aşiretek-el akrabin” (ve en yakın akrabalarını uyar) buyrulmuştur.[754] Fatiha suresinde geçtiği üzere cemi müzekker salim kalıbı ayrı, ayrı toplulukları ifade eder. Bunun mahalleye delaleti ise mesela Elmalılı[755] oymaktan bahseder. Oymak aileden sonra gelen bir kuruluştur. Kuran’da da bu kelime mahalle yerinde kullanılmıştır.[756] Cevheri bunu kişinin yakın topluluğu diye açıklıyor. Rağıb ise Müfredat’ında[757] bireyin kendi sayelerinde çoğalmış olduğu akrabalarıdır. Yani onlar kişi için tamsayı konumundadırlar, demiştir. Mesela Beni Haşim ve Beni Muttalib mahalleye örnek olabilecek topluluklardır. Osmanlılar devrinde de mahallenin şahsiyeti olduğunu tarihi eserlerden öğrenmekteyiz.[758]

Köylerin şahsiyeti yoktur. Kuran’da bu ehl-ül karye (köy halkı) diye geçmektedir.[759] Bugünkü mevzuatta köylerin şahsiyeti vardır. Köylerin ayrı bir bütçe uygulaması bunun açık delili olur.

İslam ekonomisinde bucaklara kişilik verilmiştir. Bunlara Kuran’da “kabile” (Bucak) adı verilir.[760] Bucakların Selçuklular ve Osmanlılar zamanında da kişiliği olduğu tarihçiler için malumdur.

İlçelerin şahsiyetleri yoktur. Bunlar bağlı oldukları iller adına hareket ederler. Biz bu yerleşim birimleri için Kuran-ı Kerim’de “belde” kelimesinin zikredildiğini görüyoruz.[761] Bugün olduğu gibi illerin şahsiyetleri vardır. Biz Kuran’da geçen “şa’b” çoğulu “şuub” kelimesini ilin karşılığı olarak kabul ediyoruz.[762]

Bölgelerin şahsiyetleri yoktur. Bunlara Kuran’da “ehl-ül Medine” adı verilir.[763] Aslında bölgenin şahsiyeti olmadığını bu isminden de anlamak mümkündür. Çünkü ayette medineden yani bölgeden bahsedilmemekte, medinenin-bölgenin sahiplerinden bahsedilmektedir. 

Devletin şahsiyeti vardır. Buna Kuran’da “kavm” adı verilmektedir.[764] Nuh, Hud, Salih ve Lut peygamberlerin kavimlerinden (devletlerinden) bahsedilmektedir.[765] Firavun’un, Hz. Musa’nın Ad ve Semud’un, Hz. İbrahim ve Tübba’in kavminde söz edilmektedir.[766] Anlaşma yapmış olan bir kavmin-devletin bu anlaşmasına saygı göstermenin gerekliliği açıklanmaktadır.[767] Alusi, Arapların idari kuruluşları hakkında bilgi vermektedir.[768] Ancak bu konu ekonomiden daha ziyade İslam’ın idare sistemiyle ilgili olduğu için, üzerinde bu kadarcık durmuş olduk.

Bireyden devlete kadar uzanan kuruluşlardan kişiliğe sahip olanların gelir ve giderleri vardır. Bireyin nafakası kendisine aittir. O çalışıp kazanır, kendi kendisini besler. Yani onun gelir ve giderleri kendisine aittir. Kişinin böyle kendi kendini beslemesi belki sadaka sayılmayabilir ama ancak onun aile içersindeki mükellefiyeti başkalarına mesela çocuklarına bakması ise sadaka kabul edilebilir. Çünkü o, bu görevini toplum adına yapar. O halde bireyin bir taraftan çalışıp kazanmakla gelirleri olur, diğer taraftan da hem kendisine ve hem de başkalarına bakmakla da giderleri vardır.

Mahallenin gelir ve giderleri sadaka mahiyetindedir. Kuranda mahalle gelir ve giderleri yine mahalleye bırakılmakla birlikte bu serbest yardımlaşma şeklinde düzenlenir. Mesela yakın komşuların birbirleriyle yardımlaşmaları böyle bir yardımlaşmadır.[769] Bunun yanı sıra bucak bütçesinden mahallelere dağılmak üzere bir fon da ayrılabilir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bucağın kişiliği bulunmakla onun bütçesi de olacaktır. Bucağın gelirlerini para, sermaye, meralarda otlayan hayvanlar ve depo edilen yiyeceklerden alınan vergiler teşkil eder. İllerde doğrudan doğruya bütçeden bahseden ayetlerde bunu daha geniş olarak ele alacağız.

İllerde de bütçe vardır. Bunun gelirini ekinler, tarlalar, ormanlar ve standartlarda alınan vergiler meydana getirir.

Devletin de bütçesi vardır. Devlet gelirlerini madenler gümrükler (yani ticaret vergisi, ticaret öşrü) askerlik bedelleri, (cizyeler) ve ganimet vergileri meydana getirir.[770]

Daha önce de söylediğimiz gibi bütçelerin kademe, kademe olup sayılarının çokluğunu bu açıklamalardan sonra daha iyi anlaşılmaktadır.

İşte sadaka kelimesinin cemi müzekker salim kalıbında gelmesi ayrı ayrı eşya (yani bütçe) topluluğunu ifade eder. Buradaki tarif lamı istiğrak manası için geldiğinden bunların çokluğunu bildirmiş olur. Yani sadakalar denilince burada bucak, il ve devlet bütçeleri akla gelir.

Neimmâ : Bu ne kadar iyi anlamına gelir. Bu kelimenin aslı ise nimet’tir. Nimet de maddi refah demektir.[771] Öyleyse ni’me kelimesi de maddi iyilik ve refah manasını ifade eder.

İhfâ : Gizlemek saklamak demektir. Hâfiye, havâfî : kuş kanatlarını kasıp yumduğu zaman gizlenip görünmeyen yeleklerine denir.[772] İç kanatları demektir. Bir şeyin kendisi bilinip görünmezse ona hafi denir. Türkçede bunun karşılığı olarak kapalı kelimesi kullanılır. Bu açıdan ihfâ kelimesi iki manada kullanılır. Birisi açık olan bir şeyin kapalıya çevrilmesi, mesela basına açık olan oturumların, sonradan gizli yapılması buna örnektir.  Daima kapalı yapılan şey ise mesela eşlerin cinsel ilişikleri örtülü ve kapalı yapılan bir fiildir. Aslında bu bilinir ama, fakat kapalı ve örtülü yapılır.

Kapalı demek gizli demek değildir; gizlilik bilinmeyen bir şeydir. Kapalı ise bilinir, fakat görülmez. Karı kocanın münasebetleri buna örnek olabilir. Çünkü bu bilinen bir şeydir. Gizlilik ise mesela zinada olduğu gibi, bu hem görülmez ve hem de bilinmez bir şeydir.

Ayetteki ihfa kelimesi de her iki manaya da gelebilir. Şahıslara verilecek mallar kapalı olarak verilmeli ve fakat gizli olmamalıdır. Yani ne kadar olduğu ne zaman ve nerede verildiği bilinmeli; ancak bu kimseye duyurulmamalı ve ilan edilmemelidir.

“Eğer onu (yani sadakayı) ihfa ederseniz, kapalı tutarsanız” denilmekle in şartiye edatı kullanılmakla bunun açık veya verilmesinin meşru olduğu anlaşılır.

“Onu fakirlere verirseniz” denirken burada i’tâ kelimesinin kullanılmayıp da îtâ kelimesinin kullanılmış olması bu işte genel bir dağılımın bulunduğunu göstermiş olabilir.

Fakirlere verilen bu mallar onların belli ihtiyaçlarına yönelik olabilir. Gerçi mal, bir kişiye verildikten sonra artık o onun mülkü haline geldiği için tasarrufu ve kullanılması hakkında kimsenin bir diyeceği olamaz. Ancak yapılan yardımlar nakdi değil, ayni olarak yapıldığından bunları kullanış gayesinin dışına çıkılması böylece kısmen de olsa önlenmiş olur.

Fakr : Çukur, çukur kazmak demektir.[773] Fâkır, mefkûr : omurga kemikleri kırılmış, beli çökmüş olan adama denir ki, eksik manasınadır. Yani bu ihtiyaç demek olur. Mesela susuz insan fakir sayılır, suyu bulunan insan da zengindir. Çünkü bu kişinin suya ihtiyacı yoktur.

Sadakaları fakirlere verirseniz, buyrulmaktadır. Fakirlerin durumları birbirinden farklı olduğu için, bu kelime kırık çoğul ve tarif harfi ile getirilmiştir. Bu harf-i tarif fakirliğin belli ve belirli olduğunu ifade ettiği gibi istiğrak-bütün manasına da gelebilir. O zaman bunda bütün fakirlerin hissesi olduğu bildirilmiş olur. İşte bu kelimenin belirli olarak gelmesinden anlıyoruz ki, mükelleflerin yoksullara ayrı, ayrı verecekleri sadakalar asla zekât değildir. Çünkü onlar ilgililer tarafından belirlenmiş olan fakirler değildirler.

Devlet bütçesinden yardım alan fakirler belirlenmiş olmalıdırlar. Ancak bunun aleni değil, kapalı tutulması gerekir. Uygulanan idari taksimata göre mesela mahalle başkanları kendi bölgesinde oturan fakirleri ve bunların fakirlik derecelerini zekât mütevellisine bildirir. Zekât mütevellisi bu bilgiye dayanarak mahalli bütçeye çevredeki fakirlerin de konulmasını sağlar. Böylece yerel fakirler tespit edilmiş olur. Tabi yardım dağıtımlarının da buna göre yapılması gerekir. Yalnız bunlar yapılırken yardım alan fakirleri rencide etmemek için olan şeyleri afişe değil, kapalı tutmak lazımdır.

Buradaki fakirler statüsüne diğer ayetlerde geçen[774] hak sahipleri de girer. Bunlar genel olarak fakirler, yoksullar, vergi memurları, müellefler, köleler, borçlular, yolcular, yetimler ve yakınlardır.

“Onu kapalı tutar ve fakirlere verirseniz” denilmek suretiyle, kişilere yapılacak yardımların kapalı tutulacağı bildirilirken vakıflar gibi kurumlara yapılacak yardımların ise açık tutulacağı gösterilmiş olur.

Bu sizin için daha hayırlıdır. Yani sadakaları fakirlere kapalı olarak vermek daha iyidir.[775] Sadakaların açık veya kapalı olması konusunda Hz. Peygamber’den hadisler de rivayet edilmiştir. [776] Ayetin evvelinde sadakaları açık yapmanın pekiyi olduğu söylendi. Biz bunu vakıf tesisleri yapıp gelirlerini hak sahiplerine dağıtmak şeklinde anladığımızı orada söyledik. Burada ise kapalı yapmanın ve fakirlere böylece kapalı vermenin daha hayırlı olduğu bildirilmektedir.

Şu halde vergilerden vakıflar kurmak tesisler meydana getirmek ve ülke imarını geliştirmek iyi bir şeydir. Bunun yanı sıra da fakirlerin günlük ihtiyaçlarını karşılamak, onları doyurmak ve halkın geçimini sağlamak ise daha hayırlı bir iştir. Böylece insanın gösterişe kapılarak yalnız imara kaymaması, iaşe dediğimiz halkın beslenmesine de önem verilmesi esası da burada kendisini göstermektedir.

“Allah günahlarınızdan bir kısmını örter.”, yani yapmış olduğunuz kötülükleriniz vergi kurumu sayesinde ortadan kalkar. Çok önemli olan bu hususu burada biraz açıklamak isteriz.      

Biz insanlar olarak toplum halinde yaşamak zorundayız. Yapmış olduğumuz bütün işlerde her zaman toplumun araç ve gereçlerinden faydalanıyoruz. Mesela üzerinde yaşadığımız toprak, ulaşımı sağlayan yollar, hayatımızın kaynağı olan su ve her türlü saldırılardan bizi koruyan güvenlik ortamı…bütün bunlar ancak toplum sayesinde var olup ve bunlar kamunun ortak malları olup biz bunlardan her zaman yararlanıp duruyoruz. Toprak bizim kendi emeğimizin ürünü değildir. Bunun için topraklar birey olarak sadece bize ait olan şeyler değildir. Onu para ile satın aldığımızı düşünsek bile tam değerini ve karşılığını verdiğimiz iddia edebilir miyiz? Ona bizden daha fazla para veren çıkabilirdi ve böylece toplumun eline bizim verdiğimizden daha çok para geçerdi. Bundan başka toprak kolay bulunan ve çabuk üretilebilen bir nesne değildir ki, üretiriz, alırız, satarız şeklinde düşüncelere sahip olsak. Toprağı düşman saldırılarından koruyan devlettir. Biz toprağı para ile satın aldığımız zaman bir defa para verip geçiyoruz. Devlet ise onu devamlı olarak her an koruyup beklemektedir.

Toprağı işletip üretim yaparken tohum, ilaç, gübre, makine, su…ve daha başka maddeler kullanırız. Acaba bunların gerçek sahipleri kimlerdir, biz onları bulduk mu yoksa aracılara mı harcamalar yaptık ya da karşımıza çıkan bir başkası mıdır?

İşte bütün hareket ve davranışlarımızda alış-verişlerimizde ve günlük yaşayışımızda hiç ücret ödemediğimiz veya eksik ödediğimiz daha birçok şeyler vardır. Bazen hak sahibini tam olarak bulamadığımız da olabilir. Öyleyse biz toplum olarak yaşarken başkalarının hak ve hukuku üzerimize geçiyor, dolayısıyla bu durumda her hal-ü karda topluma borçlu kalıyoruz demektir.

Standart mallarda satıcının lehine olmak üzere sadece kusurların söylenmesini yukarıda anlatmıştık. Acaba alıcı o vasıfları, olduğu gibi gerçekten öylece biliyor mu? Yoksa o bunları tam bilmediği için aldanıyor da hakkı bize geçiyor mu? İşte bütün bunlarda anlaşılıyor ki, biz, hiçbir şeyin bedelini ve ücretini yüzde yüz tam olarak ödeme imkânına sahip değiliz. Hem biz bu işleri yaparken diğer tüm bireylerin aracılığı ile yapıyoruz. Mesela kamunun-devletin ve herkesin ortak malı olan toprağı alıp mülkiyetimize geçirip kullanıyoruz. Öyleyse toplumun ve kamunun hakkı bir şekilde ve bir biçimde bizim üzerimize geçiyor demektir.

İşte devlete vermekte olduğumuz vergiler bütün bu hakları ve günahları temizleyip silip süpürmektedir. Çünkü haksız olarak bize geçen malların karşılığı vergi mükellefiyeti sayesinde topluma geri dönmektedir. Aslında kamunun-devletin vergiler yoluyla elde etmiş olduğu kar ve kazanç, zarar ve kayıplarından daha fazladır. Esasen karın da haksız bir kazanç olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bunda yani karın meydana gelmesinde bireyin hiçbir emeği geçmemekte ve alın teri bulunmamaktadır. Fakat bununla beraber kara bir ihtiyaç ve hatta zaruret vardır. Çünkü meydana gelen zararlar bu kar ile elde edilen rezerv ile karşılanacaktır.[777] Zira her zarar, bir menfaat karşılığındadır.[778] Hz. Peygamber bu konuda “Yanında mevcut olmayan bir malın satışı ve tazmin edilmeyen (zarar ve riziko çekmeyen) bir malın karı helal olmaz”, buyurmuşlardır.[779] Öyleyse ticaret malları bu yoldan ürediği ve başkalarının hakkı geçtiği için, vergi verilmesi gerekli hale gelmiştir. İşte zekâtı-vergisi verilmemiş olan bir mal, bunun üzerinde başkalarının ve halkın hakkı bulunduğu için zekâtla temizlenmediğinden kirli-pis kabul edilir.

Biz üretim vasıtalarını elimizde bulundurmamız sebebiyle başkalarına engel olmuş ve onların fakir kalmalarına neden olmuş olabiliriz. Yani düzenin yetersizliğinden dolayı fakir, fakir olarak kalmakta, zengin ise daha da zengin olmaktadır. Hiç şüphesiz bu da bir seyyie, kötülük, bir eksiklik ve günahtır. İşte verilen vergi, bütün bu eksik ve aksaklıkları ortadan kaldırır, kirlenen ve pislenen malları tertemiz hale getirir. Zaten onun için İslam’da vergiye temizleyici anlamında zekât adı verilmiştir.

Böylece burada verginin toplum hizmetleri ve toplum haklarının yanı sıra gelir dağılımını düzenleyici ve adaleti gerçekleştirici bir rol oynadığı da ortaya çıkmaktadır. Burada görülüyor ki, verginin çok yönlü faydaları vardır. Bu sebeple vergi yüzdesinin çok ölçülü, ne az ve ne de çok fakat tam yerinde olarak tespit edilmesi gerekir. Verginin az veya çok alınması, ekonomide bir takım zararların doğmasına sebep olur. Böylece alınan kötü vergi toplumda yıkıntı ve çöküntüler meydana getirir. İyi vergi ise bunun tam aksine topluma birçok yararlar sağlar ve toplumun yücelip yükselmesini katkı yapar.[780] Çünkü verginin alınış ve dağılış şekli ekonomik faaliyetin temelini teşkil eder. Vergi, kan dolaşımını sağlayan ve kanı ciğerlerde temizleten bir kalb durumundadır. Paranın da devir ve tedavülünü sağlar, serveti kir ve pastan temizletir. Malları da zararlı olmaktan çıkartıp faydalı hale getirir.   

“Allah bütün amellerinizden haberlidir”. Yapılan bir hareket, işlenen bir iş ve her türlü davranış eğer kötü ve zararlı ise ne kadar gizli olursa olsun, bunun zararı topluma mutlaka akseder. İşte bu zararı ortadan kaldırmak için zekât kurumunun çalışması gerekir.

Bu ayetten anlaşıldığına göre fakirin fakirliği, kendi yüzünden olmadığı gibi, zenginin de zenginliği yalnız kendi gayretiyle gerçekleşmiş olmaz. İslamiyet’te fakirlik bir suç kabul edilmediği için fakirler eksik aksak ve günahkâr kişiler olamaz. Onun için fakirlere yardım edilir ve onlara yardım etmek İslam ekonomisinde ayrıca sevaptır. Zengin kimselerin ellerindeki para ve mal varlıkları da sadece onların kendi eserleri ve yalnız kendi emekleri olamaz. Zaten böyle kabul edildiği için onlardan zekât vergisi alınmaktadır. Yani devlet zenginin kazancına bir nevi ortak olmaktadır.

İslamiyet serbest mübadele sisteminin eksik ve aksak yönlerini bildiği için topraktaki özel mülkiyetin arızasını ve kötülüğünü bildiği için, ancak bu yöntemin faydası zararından daha çok olduğu ve başka çıkar yol da bulunmadığı için bu usulü kabul ettiğinden meydana gelen açık ve arızaları, eksik ve aksaklıkları vergi yoluyla kapatmaktadır. İşte böylece dengelenmiş, nirengi noktaları belirlenmiş eksiksiz bir düzen ve kusursuz bir ekonomik düzen ortaya çıkmaktadır.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1-Gelirler yani vergiler, ya bizzat fakirlere dağıtmak suretiyle veya üretim yapan kurumlar tesis etmek şeklinde olmak üzere iki yoldan harcanır. 

2- Vergilerle meydana getirilen kurumlar, sabit tesislerdir. (Yani vakıf statüsünde olan tesislerdir).

3- Devlet bütçesinden yardım alanlara hakları kendilerine bunu afişe etmeden örtülü-kapalı olarak teslim edilir.

4- Bütçeden yardım alanların hakları kendilerine verilmesi hususunda ihmal edilmez.

5- Vergi verenler bütçeyi ortaklaşa olarak birlikte hazırlarlar.

6- Vakıf tesislerinin gelirleri bütçedeki gösterilen kendi yerlerine harcanır.

7-  Vergi mallardan alınır ve bireylere öylece dağıtılır.

8- Vergi mükellefiyeti şahıslara yükletilir.

9- Vergiler toplum tarafından toplanır ve yine toplum tarafından yerlerine dağıtılır.

10-  Kişiliğe sahip olan her toplumun kendisine mahsus ayrı bir bütçesi vardır.

11- Bütçelerin işleyiş şekilleri hep birbirlerine benzerler.

12- Muhtaç durumda olanlar, bütçeden yardım almaya hak kazanırlar.

13- Vergi, kendisinden kurtuluş imkânı olmayan haksız iktisaplar için bir çeşit kefarettir.

14- İyilikler ve kötülükler mevzi olarak durmaz ve yerinde kalmaz; bütün bir toplumu sarar ve her tarafı kaplar.

15- Vergi ekonomik hayatta meydana gelen açık ve arızaları, eksik ve aksaklıkları ortadan kaldırıp giderir.

16- Vergisi verilmemiş olan mallar kirlidir ve pistir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 272

“Onları doğru yola iletmek senin üzerine vazife değildir. Ancak şu kadar var ki, Allah dilediğini doğru yola iletir. Hayır olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allah'ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak verdiğiniz ne varsa; karşılığı size tam olarak verilir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız.”

Leyse : Olumsuzluk için konulmuş olan bir kelimedir.[781] Bunun mastarı ve muzari fiili yoktur.

Burada leyse kelimesinin getirilmesi ile bu, sen hiç hidayet edemezsin anlamına gelmez. Bu, doğru yola getirmek görevi sana düşmez, sen bununla mükellef değilsin, sen sadece yol gösteririsin, demektir.[782] Doğru yolu tutturacak ise ancak Allah’tır.

Aleyke : Senin üzerine demektir. Burada ilk muhatap Kuran-ı Kerim’in kendisine indiği Hz. Muhammed’dir Sonra onun yerini alan başkanlar, sonra dini tebliğ etmekle görevli âlimler, daha sonra da tebliğ etme işinde âlimlere yardımcı olan bütün Müslümanlar gelir.[783] 

Bu hüküm her birey için ayrı, ayrı geçerli olduğundan aleyke diye senin üzerine denilmiş, sizin üzerinize denilmemiştir. 

Hüdâhum : Onların hidayetleri. Yani onların doğru yola gitmeleri sana ait değildir, demek olur. Fatiha suresinde geçtiği üzere hidayet iki manaya gelir. Birisi doğru yolu göstermek, diğeri ise doğru yola götürmektir. Fatihada olduğu gibi burada göstermek değil, götürmek manasınadır. Bu yolda görevli olan kimselerin mükellef olmadıkları hidayet budur. Yoksa doğru yolu söyleyip göstermek bütün peygamberlerin asıl vazifesi olduğu gibi, bu aynı zamanda bütün Müslümanların üzerine de farzdır.

Ayette hidayet kelimesi çoğul zamirine izafe ederek hidayetleri denilmiştir. Hidayete erdirmek senin görevindir, denilmemiştir. Yani hidayet işi, doğru yolu tutma işi bütün toplumla ilgili bir şeydir. Bu ifade ile burada toplumların zorla İslami vergiye tabi tutulmayacakları, İslami yolun zorla empoze edilmeyeceği açıklanmaktadır. Diğer taraftan burada her toplumun bütçelerini kendileri yapacağı ve devlet başkanının yapılan bütçenin uygulamasında nezaretçi durumunda olacağı esasına işaret edilmiştir.     

Yine hidayet kelimesi Müslüman olma anlamına da geliyordu. Çünkü Kuran’ın ancak muttakilere hidayetçi olduğu bildirilmiş bulunuyordu.[784] O halde vergi vermeyen toplumlar İslamiyet’in dışına çıkmış olurlar. Böylece bunlar ya zimmî (azınlık) hukukunu kabul edip mecburi vergiyi verecekler veya İslam yurdunu terk edeceklerdir. Çünkü burada infakları yerine hidayetleri denildiği için zekât (vergisini) vermekle, Müslüman olmak aynı kabul edilmiştir.[785]

Lâkin : Bu kelime daha önce geçen cümlelerin manasına zıt olarak bir açıklama yapmak için gelir.[786] Buna istidrak, (daha iyi anlama, açıklama, düzeltme, telafi etme) denir. Burada iki istidrak vardır. Birisi doğru yola götürmek işinin Allah’a ait olduğudur. Diğeri ise doğru yola götürme işinin bir mecburiyet olmayıp dileme, isteme işi olmasıdır.

Men yeşâü : Dilediği kimseyi. Birey isterse Allah onu doğru yola götürür. Onun için hidayet bireyin kendi ihtiyarı ile olur. Böylece o ister, Allah da takdir eder.[787]

Ayetin bu ifadesinden vergi sisteminin bir mevzuatla düzenleneceğini, mükelleflerin vergilerini bu mevzuata göre ödeyeceklerini, hükümetlerin zorla fazla vergi toplayamayacaklarını, Müslümanların vergilerini kendi istekleri ile vereceklerini, verdikleri vergilerin bir ibadet olduğunu, bunun aslında topluma karşı yerine getirilmesi gereken bir vecibe olduğunu anlamak mümkündür.   

Hayırdan neyi infak ederseniz kendi lehinize olur, buyrulmaktadır. Bu konu ile ilgili olarak daha önce birçok ayet geçti.[788] Böylece bu ayetler muhtelif tekitler ifade eder. Burada yine vergi verenlerin, verdikleri verginin, tekrar kendilerine döneceği söylenmektedir. İnfakın hayra matuf olacağı bildirilmiş ve infakın mükelleflerin istediği    

Ve harcamadaki görüşleri ile yapılacağına işaret edilmiştir.[789]

“Böylece hayra dair her ne verirseniz, karşılığı size tamamen ödenir ve asla haksızlığa uğramazsınız”. Yani verilen vergilerin fayda bakımından tekrar bireylere dönmesi ve hiçbir kimseye faydası dokunmayan bir mükellefiyetin yüklenmemesi gerektiği bu ayetlerde açıkça ifade edilmiştir. Burada önemli bir noktaya işaret etmekte fayda vardır. Herkesin topluma yapmış olduğu harcama, kendisine düşen faydalanma payından daha fazla olmamalıdır. Eğer fazla olursa bireyler zarara uğramış olurlar. Buradan şöyle bir esasa varıyoruz ki, hiçbir kimse kendi aleyhine olacak bir fedakârlıkta bulunmaya zorlanmamalıdır.

Şimdi bu ölçü ile savaşı el alıp inceleyecek olursak, mesela savaşa katılan bir kişi ya kazanır veya kaybeder. Mesela kazanırsa yaşar, fakat kaybederse ölür. Öyleyse savaşan kimse çok iyi savaşmak durumundadır. Çünkü savaşa giden bir nevi ölüme gidiyor demektir. O, devletinin sahip olduğu toprakları savunacak ki, devleti yaşayabilsin. Onun kendisi ölse bile soyu ve devleti yaşayacaktır. Nasıl olsa insan bir gün gelip ölecektir. Ancak burada önemli olan şey sahip olduğumuz ömrün en iyi ve en faydalı bir şekilde değerlendirilmesidir. Eğer ölmek büyük bir hayır getirecekse bu uğurda hayatını ve canını veren kişi en iyi değerlendirmeyi yapmış demektir.[790] Öyleyse hak için ölenler bir zarar değil, ancak fayda sağlamaktadırlar. Bunun için savaşa katılanlar büyük bir rizikoyu yüklendikleri için bunun karşılığını mutlaka almalıdırlar.  

    Bir hukuk terimi olarak savaş Allah (kamu, toplum ve devlet) yolunda can, mal, dil ve bunlardan başka şeylerle çarpışmada kudret ve varlığın harcanmasıdır.[791] Kuran’daki bazı ayetlere[792] baktığımız zaman sanki savaş farz-ı ayın gibi gözükmektedir.[793] Yine bazı ayetlere[794] bakıldığı zamanda da savaşın farz-ı kifaye oldu anlaşılmakta ve öyle hüküm verilmektedir.[795] Ancak burada bu iki görüşü uzlaştırarak şöyle bir neticeye varmak da mümkündür. Vatanı müdafaa etmek herkesin bir görevidir. Fakat savaşa bizzat bedenen katılıp katılmama konusunda serbestlik vardır. Yalnız İslam düzeninde askerlik yapmayanlar ve savaşa katılmayanlar devlete bunun bedelini ödemek durumundadırlar. Zaten gayri Müslimlerden alınan cizye vergi de bundan başka bir şey değildir.

Selçuklular ve Osmanlılar askeri teşkilatlarında bu usulü uyguladıkları için[796] Tarihte büyük imparatorluklar kurdular. İngiltere, Rusya ve Amerika’nın da bugünkü seviyelerine gelmelerinde bu sistemi benimsemiş olmalarının bir katkısı bulunduğunu kabul ediyoruz.

Burada herkesin yapmış olduğu infakın faydalanmasından daha çok olmayacağı esasını bir de savaş üzerinde düşünelim. Savaşa katılanlar hayatlarını kaybetmek gibi büyük bir riziko ile karşı karşıyadırlar. İşte bunun içinidir ki, savaşta elde edilen ganimetlerin beşte biri devlet bütçesine kalırken[797] beşte dördü de savaşçılar arasında paylaştırılır.[798]    

Savaş yapılması için birtakım zaruri sebeplerin bulunması gerekir. Mesela ganimet almak için savaş yapılmaz.[799] Eğer savaşa karşı taraf sebebiyet vermişse o yenildiği takdirde savaş masraflarını ondan almak en doğal bir haktır. İşte ganimet de bundan başka bir şey değildir. Yani bunun için ganimetin bir bakıma savaşta yapılmış olan masrafların bir karşılığı olarak alındığını söyleyebiliriz. Savaşı da zaten bireyler yaptığı için ganimeti almak da onların hakkı olur. Bu bakımdan savaşan kimselerin elde edecekleri faydanın yaptıkları katkıdan daha fazla olduğu düşünülebilir. Eğer onlar ölürlerse bu da onlar için bir nevi tüccarın zarar etmesine benzer. Yani elde edilen kar onların olacağı için uğranılan zarar da yine kendilerine ait olmalıdır.

Bir tüccar da ancak ödediği vergi nispetinde faydalanma hakkına sahip olmalıdır. Bu kural bizi, vergilerde birçok esasları ortaya koymaya veya konulmuş olan esasları bulup ortaya çıkarmaya götürmektedir.

1- Bir tüccar ancak ödediği vergi nispetinde kredi alma hakkına sahip olur.

2- Bir tüccar ve pazarcı, ödediği vergi nispetinde belediyenin mevki yerlerinden yer tutup alış-veriş yapma hakkına sahip olur.

3- Bir tüccarın malları, ancak ödediği vergi nispetinde sigortalanmış demektir.

4- Bir tüccar ancak ödediği vergi nispetinde devlet bütçesinin yapımında söz sahibi olabilir.

Bunların, bir tüccarın ancak toplum için yapmış olduğu harcamalardan kendi payına düşen faydalanma hisseleri olduğunu söyleyebiliriz. Bir tüccar bunların dışında verdiği verginin sağladığı kamu hizmetlerinden de faydalanabilir. Bundan başka onun malını satabilmesi için halkın elinde alım gücünün bulunması gerekir. Alış-veriş mekanizmasının çalışabilmesi, sirkülâsyonun sağlanabilmesi yani tüccarın iş görebilmesi için üreticilere ve tüketicilere de ihtiyaç vardır. İşte tüccarın verdiği bu vergi ile kendisine yine ticaret yapabilme ortamı sağlanıp hazırlanır. Eğer devlet bir çalışma ve yaşama düzenine sahip değilse, bir tüccarın birilerinden malı alıp diğerlerine satması mümkün olmaz. Dolayısıyla bir tüccar, ticaret yapamaz. İşte bir tüccarın verdiği vergi böylece devlet düzeni sayesinde fazlasıyla kendisine geri dönmektedir. Hiç şüphesiz bu fayda, milli gelir kabilinden bütün tüccarlara hep birden olan bir faydadır. İşte ayetteki hayırdan ne harcarsanız sizin içindir, sözünden biz böyle bir faydayı anlamaktayız.    

  Toprak sahipleri de yine tüccarlar gibi ödedikleri vergi nispetinde milli gelirden ve devlet düzeninden faydalanma imkânına sahip olurlar.

1- Bir ziraatçı, ödediği vergi nispetinde su, elektrik ve ilaçlama gibi vakıf hizmetlerinden ve yardımlarından faydalanma hakkına sahip olur.

2- Ziraatçı, ödediği vergi nispetinde çalışma kredisi alma hakkına sahip olur.

3- Ziraatçı, ödediği vergi nispetinde toprağın istimlâk bedelini alma hakkına sahip olur.

4- Ziraatçı, ödediği vergi nispetinde bütçenin yapımında söz sahibi olabilir.

Diğer taraftan ziraatçı, bütün vatandaşlarda olduğu gibi, devletin kamu hizmetlerinden de faydalanır. Tabi bu da onun kendisine geri dönen faydadan başka bir şey değildir. Bir tüccar ticaretini devletin kendisine sağladığı bir ekonomik ortam ve şartlarda yaptığı gibi, ziraatçı da yine bu sayede meydana gelen bir işbölümünün yardımı ile üretimini artırabilir. Zaten üretim işbölümü sayesinde artar.[800] Ekonomik hayatta bir işbölümü olmasa ziraatçı her şeyi kendisi yapmak zorunda kalacağı için çok sıkıntı çekecek ve neticede elde ettiği ürün de az olacaktır. Hâlbuki onun geliri işbölümü yüzünden artıp daha çok olur. Bundan başka devlet onun tarlasını ve ürününü tecavüzden koruyup beklemektedir. İşte o bütün bunlara karşılık olarak elde ettiği ürünün onda birini devlete vergi olarak verir, onda dokuzu da kendisine kalır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ziraatçının da devlete verdiği vergi, fazlasıyla kendisine geri dönmektedir.

Yaptığımız bu açıklamalar aynıyla madenciler için de geçerlidir.  

1- Bir madenci verdiği vergi nispetinde kredi alma hakkına sahip olur.

2- Madenci verdiği vergi nispetinde maden vakıflarından faydalanma hakkına sahip olur.

3- Verdiği vergi nispetinde madenciye öncelik hakkı tanınır.

4- Madenci devlet bütçesinin yapımında verdiği vergi nispetinde söz sahibi olur.

Hanefilere göre erimesi mümkün olan madenlerden beşte bir oranında vergi alınır.[801] Taş, kireç, firuze gibi, toprak cinsinden olan ve erimeyen şeylerden vergi alınmaz.[802] Ayrıca zift ve petrol gibi sıvı olan maddelerden de vergi alınmaz.[803] Kuranda madenler hakkında bir ayet yoktur.[804] Bu konudaki hükümler daha çok hadislerle tespit edilmişlerdir.[805]

Hanbelîlere göre erisin ve erimesin her türlü madenden vergi alınır. Çünkü bu madenlerden faydalanılır.[806] Biz de bu görüşü benimsemek istiyoruz. Zira mal anlayışının ve tarifinin gereği budur.

Sanayi teşebbüsleri karma teşebbüsler olup ziraat, ticaret ve madenciliği içersine alırlar. Bunların hükümleri ziraat, ticaret ve madencilikten meydana gelen karma oranına göre tespit edilebilir.

 Bireyin çalışması ile faydalanmasının birbiri ile orantılı olması esası, bugünkü meseleler hakkında hüküm vermemize de yardımcı olur. Buna göre mesela birey çalışır, o çalıştıkça da fayda kendisisine geri döner. Çalışan bir kimse dürüst çalıştıkça geliri azalan bir meslek bu esasa aykırı düşer. Bu hususun daha iyi anlaşılması için burada bir iki örnek vermeye çalışalım.

Mesela bugünkü avukatlar çekişmeleri ve anlaşmazlıkları halledip kaldırmakla görevlidirler. Ancak bunların gelirleri toplumdaki anlaşmazlıklarla doğru orantılıdır. Vatandaşlar arasında ne kadar çok çekişme ve kavgalar olursa avukatların ücretleri de o derece artar. Bu demektir ki, iyi bir hizmet vererek adli vakaları azaltan ve çekişmeleri ortadan kaldıran bir avukatın ücreti azalır. Böylece iyi hizmet etmenin ve iyi niyet taşımanın karşılığı kaybetmek olmaktadır. İşte böyle bir sistem yukarıda anlattığımız faydalanma esasına ters düşmektedir. Onun için İslam adliye teşkilatında böyle bir avukatlık kurumuna benzer bir şey göremiyoruz.

Kuran-ı Kerim’de anlaşmazlıkların daha çok hakemler yolu ile bir çözüme kavuşturulacağı hakkında uyarılar bulunmaktadır.[807] Hukm kelimesi Arapçada hem hükmetmek ve hem de ihtilafları halletmek manalarına gelir.[808] Adiye işlerinin yürütülmesi, bilhassa Hz. Ömer devrinde gelişmiştir. Onun Ebu Musa el-Eşari’ye bu konuda yazdığı mektup muhakeme usulünün esaslarını teşkil etmektedir.[809]

Biz kaynaklarda avukatlığı ifade eden veya onu karşılayabilen bir kelime ve terim bulamıyoruz. Kadı, hâkim (hakem), şahid, müddei (davacı), müddeâ aleyh (davalı), kâtib-i adil (noter) gibi kurumlar muhakemenin elemanlarıdır.[810]

İslam hukukundaki vekâlet kurumunu avukatlıkla bir kabul edenler olabilir. Evet, İslam hukukunda vekâlet verme ve vekâlet etme vardır. Hem bu vekâlet kurumu ayet[811] hadis[812] ve icma ile sabittir.[813] Vekâlet bir adiden ibarettir.[814] Akid yapılması caiz olan yerlerde vekâlet verilebilir. Caiz olmayan yerlerde ise vekâlet vermek caiz olmaz. Alış-veriş, borç ve alacak, hukuk, davalı ve davacı olma işlerinde vekâlet verilir.[815]

Bugünkü uygulamada adliye meselelerinde avukatlardan başkası vekil yapılmadığı gibi müvekkili savunanların sayıları da mahdut tutulmakta ve en tabii bir hak olan vekâlet verme hakkı böylece kısıtlanmış olmaktadır. Netice olarak diyebiliriz ki, avukatlık statüsü ile İslam hukukundaki vekâlet statüsü birbiriyle uyuşmaz ve hatta bazı yerler taban tabana zıttır. Hatta yukarıdan beri anlattığımız faydalanma esası bakımından avukatlık sistemi İslamiyet’in getirdiği çalışma ve faydalanma esasına ters düşmüştür, diyebiliriz. 

İslami anlayışa uygun olarak şöyle bir statü geliştirmek mümkündür. Hakemlik yapacak olanlar önce belirlenir. Herkes kendisine bir hakem seçer. Hakemler kendilerine bağlananlar sayısınca ücret alırlar. Vatandaşlar arasındaki anlaşmazlıklar ister az olsun ister çok olsun, hakemler aynı ücreti alacağından onlar yaptıkları hizmetten daha fazlasıyla kendilerine geri dönmüş olur. Çünkü onlar boş kalan vakitlerini de başka işler yapmakla değerlendirmiş olurlar.

Bugün doktorlar sağlık hizmetlerini gereği gibi yapıp hastaların sayısını azaltsalar ve uygulanan sisteme göre onların ücretleri de azalacağı açıktır. Bu durum ise açıkladığımız faydanın geri dönme esasına aykırı düşmektedir. Onun için aile doktoru gibi herkes bir doktora bağlanır ve kendi sağlığı için bir doktor tayin ederse mesele kendiliğinden çözümlenir. Böylece doktorlar hasta etmemek için bütün güçleriyle çalışırlar ve ücretlerini alırlar. Bu hususu ileride gelecek olan el-üsvetü kelimesinin bulunduğu ayetlerde[816] daha geniş bir şekilde ele alacağız. Çünkü el-esvü yaraya ilaç koymak ve konan ilaç manasına gelir. El-üsvetü de kendisiyle şifa bulunan kimseye denir. (Manevi tabibe denilir.)[817]  

Makine ve motor tamircilerinin durumu da buna benzer. Onlar da makineleri iyi ve bozulmayacak bir şekilde tamir edip işlerini güzel yaptıkları zaman yapacak başka iş bulamayacakları için böylece kendilerini işsizliğe mahkûm etmiş olurlar. Bu konuda bazı ülkelerde bu arızaları giderecek şöyle bir sistem geliştirilmiştir. Parça parası makine sahiplerine ait olmak üzere tamirciler yıllık bakım ücreti alırlar. Makineler az arıza yapsa da çok arıza yapsa da onlar aynı ücreti alırlar. Böyle bir sistemin İslami esaslara yakın olduğunu söyleyebiliriz. Tam uygun değildir, ama yakındır. Çünkü bunun da eksiklikleri vardır. Zira alınan ücretlerin zamanla değil de hâsıla ile veya hizmetle orantılı olması lazımdır. Mesela asansör bakımının ücreti asansörün iniş ve çıkış sayısı ile orantılı olarak olabilir ve bu hususta ölçü olarak elektrik sayacından yararlanılabilir. Böylece usta aleti ne kadar sağlam yaparsa o kadar çok ücret almış olacağından o, her zaman iyi ve sağlam yapmaya devam edecektir.

Öğretmen ve ustalar öğrenci ve çırak yetiştirmekle aynı zamanda kendilerine rakip çıkarmış olurlar. Bu da kendi emekleri aleyhinde bir görev yükümlülüğü ortaya çıkarmış olur. Bundan dolayı bu sistem İslam’ın eğitim öğretim, usta-çırak ve emek-ücret anlayışına aykırıdır. Onun için öğretmen ile ustalar da kendilerinden okuyan ve öğrenen öğrenci ve çırak nispetinde ücret ve maaşlarını almalıdırlar. Mesela kurulacak bir okul kendisine yapılmış olan vakıf gelirleri ile çalışır. Okulun her türlü giderleri bu vakfın gelirleri ile karşılanır. Tarihte bunun pek çok örnekleri vardır. Mesela İbrahim Kafesoğlu’nun da söylediği gibi, Selçuklular zamanında kurulan Nizamiye medreseleri böyle ve bu usulle çalışan bir üniversite idi.[818]

İşte çalışma ve is hayatında her zaman uygulanır olması gereken bu esas hiçbir zaman unutulup göz ardı edilmemelidir. Bir kişinin yaptığı her hayır mutlaka kendisine geri dönmelidir. Çünkü hiçbir kimse kendi aleyhine olacak bir şeyi yapmadığı gibi böyle bir işle de görevlendirilemez.

İş hayatında tanınmış olan bir serbesti de verimliliği artırır. Bunun için bir işçi istediği zaman işi bırakabildiği gibi, işveren de istediği zaman işe son verebilmelidir. Mesela işçiyi çıkarma hakkına sahip olan bir işverenin yanında çalışan bir kimse, hiçbir zaman işten çıkarılmaz, belki işte tutulur. Hatta kendi isteği ile ayrılmış olsa bile daha sonra tekrar işçi olmak isteyip müracaat ettiği zaman hemen işe alınır. İşte bu durum aslında işçinin lehine olan bir davranıştır. Hâlbuki mecburi çalıştırma statüsü esasında işçinin lehine değil aleyhine olan bir durumdur. Çünkü o, ne kadar çok çalışırsa çalışsın, gayret gösterirse göstersin ve emek harcasın az çalışanlardan daha fazla farklı bir maaş alamayacaktır. Fazla olarak gösterdiği gayret ve titizliğinin karşılığını göremeyecektir. İşte bunun için bugün sosyal siyaset adı altında işçilere bu anlamda tanınmış olan hakların İslami esaslara aykırı olduğunu söyleyebiliriz. Elbette çalışan kişinin ücreti yükselmeli ve emek harcayan, gayretli kişinin pirimi artmalıdır. Bunun için iyi çalışsın, kötü çalışsın, çalışsın ve çalışmasın herkesin ve bütün işçilerin ücretlerini artırma ve primlerini yükseltme geleneğinin İslam ekonomisine göre yanlış olduğunu söylüyoruz.       

Burada şunu ifade etmek isteriz ki, işçiye yardım etmek ve onu korumak başka şey, işçiyi işverene karşı kışkırtmak ve mülkiyette onu işverene ortak bir hale getirmek başka şeydir. Bu yanlış statü bizi, işçi ile işveren arasında her iki taraf için de serbestlik hakkını koyup uygulamaya zorlamaktadır.

Yine bu yanlış uygulama bizi işçi-işveren, amele-patron yerine denge esasına dayalı bir iş ortaklığı sistemini ortaya konup geliştirilmesine götürmektedir. Mesela bu konuda İslam hukukunda düzenlenmiş ortaklıklar vardır. Bunlardan birisi mudarebe şirketi[819] diğeri ise müzaraa şirketidir.[820] Bundan başka müsakat şirketi de bu konuda örnek alınabilecek ortaklıklar arasındadır. Bunların her birinin ayrı ayrı statüleri ve ayrı ayrı hükümleri vardır. İşte biz bunları nazar-ı itibara alarak işçi ve işveren statülerine yeni bir düzenleme getirebiliriz.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Doğru yola ancak davet edilir. Doğru yola götürme işi insanların görevi değildir. Hiçbir konuda insanları zorlamak ve baskı yapmak yoktur.

2- Mesela vergi vermek gibi mükellefiyetlerde gevşeklik göstermek ve görevleri yerine getirmemek cezayı değil, kamu hizmetlerinden mahrumiyeti gerektirir. Kişinin o konudaki ehliyetini düşürür.

3- Kamu hizmetleri gönüllü olarak yapılır.

4- İslam düzenini kabul etmek veya etmemek yani reddetmek serbesttir. 

5- Her topluluk bütçesini kendisi yapar.

6- İslamiyet vergi mükellefiyetini zorunlu kılmıştır.

7- Vergi vermeyen bir Müslüman İslam’dan çıkmış sayılır.

8- Hükümetlerin zorla fazla vergi alma hak ve salahiyetleri yoktur.  

9- Hiçbir kimse yapmış olduğu bir hizmetten dolayı devlette ortaklık iddiasında bulunamaz.

10- Kimse kendi aleyhine ve zararına olan bir işi yapmaya zorlanamaz ve bununla mükellef tutulamaz.

11- Herkes verdiği vergi nispetinde kamu hizmetlerinden faydalanır.

12- Herkes verdiği vergi nispetinde kredi alma, mallarının sigortalanması, vakıf hizmetlerinden faydalanma bütçenin yapımında söz sahibi olma haklarından yararlanır.

13- Çalışan bir kimse emeği nispetinde ücret alır.

14- Tasarrufta bulunanlar yaptıkları bu tasarruf kadar bir hakka sahip olurlar, kredi alma hakkına sahip olurlar.

15- Doktorlar mali sağlık, avukatlar milli barış, öğretmenler milli kültür, tamirci ve bakımcılar milli üretim nispetinde bedel ve karşılık alırlar.

16- Bir bireyin çalışıp kazanmakla gelirleri, kendisine ve başkalarına bakmakla da harcamaları ve giderleri vardır.

17- Mahalle başkanları kendi bölgelerinde oturan fakirleri ve bunların fakirlik derecelerini zekât-vergi mütevellilerine bildirirler.

18- Vergi verenlerin vermiş oldukları bu değerler, kredi alma, vakıf hizmetlerinden faydalanma, mallarının sigorta edilmesi ve bütçelerin yapılmasında söz sahibi olma gibi yollardan tekrar kendilerine geri döner.    

19- Ganimet savaşta yapılmış olan masrafların bir karşılığıdır.

20- İnsanoğlunun elde edip faydalandığı her şey maldır. Böyle olan her şeyden mesela zift, petrol, taş, eriyen ve erimeyen bütün madenler gibi mallardan vergi alınır.

21- Öğretmen ve ustalar kendilerinden okuyan ve öğrenen öğrenci ve çırak sayısı nispetinde ücret ve maaşlarını alırlar.

22- Çalışan ve fazla mesai yapan işçilerin ücret ve primleri artar.

23- Üreticiler verdikleri vergi nispetinde devlet hizmetlerinden faydalanma hakkına sahip olurlar.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 273

“Harcamayı Allah yolunda çalışmaya koyulmuş olup öteye beriye koşup kazanamayan fakirlere yapın. Dilenmekten çekindikleri için bilmeyenler onları zengin zannederler. Sen onları simalarından tanırsın. Onlar iffetlerinden ötürü insanları rahatsız edip bir şey istemezler. Siz malınızdan bunlara ne harcarsanız Allah onu muhakkak bilir.”    

Li’l-Fukarâi kelimesindeki Li harfi, Beyzavi tefsirinde de anıldığı üzere yukarıda geçen ayetin [821] kazandığınız şeylerin temizini infak edin emrine bağlıdır.[822]

Buraya kadar nelerden harcama yapılacağından ve vergi verileceğinden, verginin niçin ve nasıl verileceğinden veya genel olarak nelerin nafaka verileceğinden, nelerin alınıp satılacağından, nasıl harcanacağından ve satılacağından bahsedilmişti. Şimdi ise bu ayette harcamaların kimlere yapılacağından söz edilmektedir. En son malların kime gideceği anlatılmaktadır. Gerçi nasıl bir harcama yapılacağı anlatılırken fakirlere vermekten bahsedilmiş ise de orada fakirlerin bir tarifi yapılmamıştı. Burada ise fakirin tarifi yapılmakta ve infakın kime ait olduğu bildirilmektedir. 

Bu Li harfini hayırdan ne infak ederseniz fiiline de bağlayabiliriz. O zaman açık olarak verilen sadakaların sarf yerleri bu fakirlerin şümulü dışında kalır. Yoksa açık yapılan sadakaların da (yani vakıf hizmetlerinin) fakirlerle ilgili olduğu anlaşılır. Yani mallar ya kapalı olarak fakirlere verilecek veya fakirlerin açıkça faydalandığı kurumlar meydana getirilecektir.  

Li harfi temlik için gelmiş olabilir. Buna göre sadakaların fakirlere kapalı olarak verilmesi gerekir. Ayeti böyle anlamak daha uygun gibi gelirse de o sadece bu manada olsaydı, fukara kelimesinin Li harfi ile gelmemesi ve yukarıda geçen “onu fakirlere veriniz” cümlesindeki fakirler kelimesinden bedel olması gerekirdi. Hâlbuki Li harfi ile beraber gelmesiyle onun bedel olmadığı anlaşılmaktadır.  

Burada temlik için gelen bu lam harfinin vergi konusunda çok önemli bir delaleti vardır. Buna göre verilen vergiyi temlik etmeden sadece bir menfaat temin etmekle bu görev yerine getirilmiş sayılmaz. Mesela bir fakire ben sana bir elbise yapacağım onu giyeceksin satmayacaksın gibi veya gel şu lokantada yemek ye ben parasını vereyim şeklinde yapılan yardımlar zekât (vergi) yerine geçmez. Ayrıca şartlı olarak verilen zekâtlar da zekât yerine geçmez. Bu satışlarda da böyledir. Bu gibi davranışlar mülkiyet hukuku ile bağdaşmayan hallerdir.   

Bu Lam harfi tahsis için gelmiş olabilir. Bu durumda zenginlere zekât verilmeyeceği ve sadece fakirlere verileceği hususu ortaya çıkar. Gerçekten kapalı olarak verilen zekâtların zaten fakirlere ait olması gerekir. Bunun için herkes zekâta saymak üzere fakirlere yardımda bulunabilir.

Lam harfi talil için gelmiş olabilir. Bu takdirde kendilerini Allah yolunda hasreden insanlar bulunsun diye infak edin anlamı çıkar. Bu durumda ne temlik olur ve ne de tahsis bulunur. Kendilerini Allah yolunda hapseden ve istenip dilenmeyen bu onurlu kimseleri meydana getirmek, ancak bu iyilere kendi kendimize infak etmek suretiyle gerçekleştirilebilir.

Li harfi Ba harfi anlamında gelmiş olabilir. O zaman fakirlere fakir olmalarından dolayı yani muhtaç olmaları sebebiyle infak ediniz, manası anlaşılır. Bunun için insanların ihtiyaçlarının temin edilmesi gerekir. Mademki insanın yapısında bu ihtiyaç duygusu var ve ihtiyaç içtimaidir, öyleyse bu infak yapılmalıdır.

Fakr : Çukur demektir.[823] Bu insandaki bir eksikliği yani ihtiyacı ifade eder. Öyleyse fakir kendi ihtiyaç ve eksiklerini kendi başına giderme imkânına sahip olamayan, başkalarına ve başka şeylere muhtaç olan kimse demektir.[824] Bununla beraber fakir örfte kendi ihtiyaçlarını giderecek mallara sahip olmayan kimsedir. Bu ihtiyaç ise asli ihtiyaç yani normal hayatın gerektirdiği bir ihtiyaç olup[825] zaruri olan ihtiyaç değildir. Fakir, ğanin tam karşıtı olan bir kelimedir.

Ayet harcamanın fakirlere yapılacağını, fakirler için yapılacağını ifade etmekle ekonomik faaliyetin insanlara ait bir olay olduğunu belirmiş olmaktadır. Sonra ihtiyaçlarını insanın kendisinin gidereceğini ve böylece kendisine vesayet yapılmayacağı da anlaşılır. Yani kendilerine yardım yapılan kimselere bu yardım temlik edilecek, bunun tasarrufunda, kullanım ve tüketiminde bir tavsiye yapılmayacak ve malın tasarrufunda kendisinin cüzi iradesine asla dokunulmayacaktır. Bundan dolayıdır ki, mecburi bir tasarruf mekanizması olan sigorta primlerinin kesilmesi, İslam ekonomisinde yeri olmayan uygulamalardır. Zaten İslam düzeninde ferdi ve sosyal sigorta tamamen karşılıksız olarak devletin teminatı altındadır.[826] Bütün vatandaşların hayatları devlet hazinesi ile sigortalanmış durumdadır. Vergi dışında kimsenin malına dokunulamaz. İşte bundan dolayı ayette fakirler için denilmiş de fakirlik için denilmemiştir, diyebiliriz.

Buradaki tarif harfi ile fakirlerin belirli kimseler olması gerektiği bildirilmektedir. Bunun için kimlerin fakir olduğu toplum tarafından belirlenir. Ortalamanın üstünde bir servete sahip olanlar zengin, ortalamanın altında bir servete sahip olanlar ise fakir sayılır. Mesela herkesten mal beyannamesi alınıp bu beyannamelere dayanarak servet sahipleri sıralanır. Ortalamanın üstünde olanlar zengin, altında olanlar ise fakir kabul edilir. Zenginlik ve fakirlik servetle ilgilidir; yoksulluk ise gelirle ilgilidir. Yoksullar da gelir beyannameleri ile tespit edilir. İşte buradaki tarif harfi bize bunları hatırlatmaktadır.

Tarif harfi istiğrak için gelmiş de olabilir. O zaman bütün fakirlere devlet gelirlerinden pay ayrılacağı manası anlaşılır ve bu pay onlar arasında taksim edilir.

Fukarâ’ kelimesi fakir kelimesinin çoğuludur. Bu kelimenin çoğul olarak gelmesi fakirlerin fakirlik hallerinin birbirinden farklı ve bunların sınıf, sınıf veya derece, derece olduğunu gösterir. Böylece bu ayetle fakirlerin grup, grup olduğu anlaşılır. Razi bunların ayette geçen Allah yoluna koyulma, çalışıp kazanmaya imkân bulamama, iffetlerinden dolayı zengin gibi görünme, kendilerini ancak bilenlerin tanıması ve dilenmeme gibi beş özelliğini açıklamaktadır.[827] Ancak bu fakir gruplarını başka ayetlerin yardımı ile de daha kolay bir şekilde tespit edebiliriz.

Cins itibariyle gruplar; yolculuk, yetimli, yoksulluk, hastalık, yaşlılık ve memurluk gibi sebepler yüzünden fakir olan kişiler ayrı, ayrı sınıflarda toplanırlar.[828]

Çevre ve yerleşim birim yerleri itibariyle de fakirler ayrı, ayrı gruplar meydana getirirler. Mesela bucak veya il gelirlerindeki bunların hisseleri buralardaki fakirlere harcanır. Fakirler ayrıca fakirlik derecelerine göre de bir tasnife tabi tutulabilirler. Çok fakir durumda olanlara daha çok hisse verilebilir.

Bu fukara kelimesi fakîrûn: fakirler diye akıllı çoğul kalıbında gelmemiş kırık çoğul kalıbında gelmiştir. Buradan anlaşılıyor ki, bu fakirler bir dernek ve cemiyet gibi teşkilatlı bir topluluk değildirler. Yukarıda geçtiği gibi bunun sebebi, fakirlere verilecek hisselerin kapalı tutulması olsa gerektir. Eğer bunlar bir dernek ve bir kulüp etrafında toplanmış olsalardı açıklanmış ve meydana çıkmış olurlardı.  

Ellezîne ismi mevsûlü ile tavsif edilmekle akıllı çoğul kalıbı kullanılmıştır. Çünkü buradaki vasıflar açık ve bellidir. Devlet hizmetinde bulunanlar tarif ve tavsif edilmektedirler. Bunların ellezîne kelimesi ile tavsif edilmeleri onların belirli ve bilinen kimseler olduklarını gösterir. Ayrıca çoğul olarak gelmesi de bunların âmilîne (vergi memurları) ve sâilîne (hayır ve sadaka toplayıcıları) görevlilerinde olduğu gibi bir topluluk teşkil ettiklerini bildirir, diyebiliriz.   

Uhsırû : Hasır olundular. İçine eşya konan ambara hasîr, denir.[829] Bir nesneyi bir yere kapatmak bu kelime ile ifade edilir. Muhasara etmek ve edilmek de buradan gelir. Burada başka yerden ve işten alıkonmuş[830] Allah yolunda hasredilmiş anlamında kullanılmıştır. İsmi fail yerine ellezine ile birlikte mazi fiil getirilmesi bu hasr işinin devamlı değil, bir görevlendirmeden ibaret olduğunu gösterir. Böylece devlet işlerinde bir hizmet yapacakların kendilerini bu işe hasredecekleri tasvir edilmektedir. Elmalılı da bu konuda ayetin hükmünün âm olduğunu bu şekilde nöbet bekleyen askeri öğrenci yetiştiren öğretmeni ve bütün amme hizmeti gören kamu görevlilerini içerisine aldığını yazmaktadır.[831]

               Burada mazi fiil ile belirli mevsul kullanılması bu memuriyetin baştan tevdi edilmiş olacağını ifade eder. Ancak burada hem çoğul ve hem de meçhul kalıbının getirilmesi bu görevlendirme işinin toplumsal bir şey olduğunu ortaya koyar. Bu kelime if’âl babından getirildiği için yasak ifade ettiğinden kendilerine görev verilen kimselerin, bu hasrolma özelliklerinden dolayı, başka bir iş yapamayacaklarını düşünebiliriz. Zaten onlar kendilerini devlet hizmetine verdikleri için kazanmakla ve geçim işleriyle uğraşmazlar.[832]  

: İçinde demektir. Burada Bâ yerine Fî harfinin kullanılması verilen görev içersinde bir serbestlik bulunduğunu gösterir. Mesela kendisine öğretmenlik görevi verilen bir kimse öğretmenlik yapacak ve kendisini tamamen bu göreve verecektir. Ancak kimler, nerede ve nasıl görev yapacaklar bu konularda da tamamen bir serbestlik vardır. Mesela Fatih Medreselerinin vakfiyesinde öğrencilerin sabah kahvaltısında ne yiyecekleri dahi belirlendiği halde ders müfredatı ve programları hakkında tek kelime bile söylenmemiştir. Çünkü ayette sebîl kelimesi tekil olarak ve başında fî edatı ile gelmiştir. Fî kelimesi ise zarfiyet için olup zarfın her yerine aynı derecede şamil olur.

Demek oluyor ki, görev yetki ve belgesi toplum-kamu tarafından verilecek, böylece devlet hizmeti yapanlar yardım alma hakkına sahip olacaklar, ancak görevin yer ve şeklini, nasıl yerine getirileceğini kendileri tasarlayıp tayin edeceklerdir. Burada fakir kelimesinin delaletini genişleterek görevlilerin yalnız kendi şahsi ihtiyaçlarını değil de bizzat devlet görevini ifa ederken muhtaç oldukları araçları da fakir kelimesinin içersine katmayı düşünebiliriz.     

Sebîl : Örümcek ağı şeklinde olduğu için bu adı alan[833] ve yerleşim birimlerini, bölgeleri birbirine bağlayan yola denir. Ağın toplam adı olduğu için çoğul olarak değil, tekil halinde kullanılıp bütün yollar kastedilmiş olabilir.

Devlet yolu denildiği zaman devletin değişik bölgelerini birbirine bağlayan ulaşım imkânları kadar devletin çeşitli uzuvlarını birbirine bağlayan yani bireyleri birleştirip tek vücut haline getiren vasıtaların tümü hatıra gelmektedir. Aslına bakacak olursak bireyler ayrı ayrıdır. Fakat bu yolların yardımı ile birleşerek tek varlık haline gelirler. Neticede böylece bir birlik, toplum ve devlet ortaya çıkmış olur. İşte ayette “Allah’ın yolu” tabiri ile bütün vasıtalar ve sebepler kastedilmiş olduğunu anlayabiliriz. Burada bizzat izafe edilen şeyler sebepler olduğu için, sebîlünâ: yani bizim yolumuz denilmemiş, sebîlü’llahi: toplumun-kamunun-devletin yolu denilmiştir. Besmele ayetinin tefsirinde geçtiği üzere bismillah yani toplum-kamu ve devlet adına olduğu gibi bir de burada sebîlü’llahi: yani toplum-kamu ve devlet uğruna esası vardır.

Sebîl kelimesinin tekil kullanılması devlet hizmetlerinin birbirine bağlı olup bir bütün teşkil ettiğine, böylece bunların hepsinin hep birlikte yerine getirilmesi gerektiğine ve bu hizmetlerin bir nizam ve düzen, bir uyum ve ahenk içersinde yapılması gerektiğine işaret edilmektedir. Böylece bir düzen bir bütün halinde çalışır. Bir makine de tüm parçaları ve dişlileri ile birlikte bir araya gelip yine birlikte bir bütün olarak çalışır. Yoksa bu parçaların ayrı, ayrı ve kopuk çalışması hiçbir anlam taşımaz ve hiçbir fayda sağlamaz.

Fî harfinden sonra sebîl kelimesinin tekil olarak gelmesi devlet hizmetlerinde işbölümünün doğal olarak kolektif bir şekilde toplu olarak meydana getirileceğine işaret eder, diyebiliriz.

Burada bir noktayı daha açıklamakta fayda vardır. Yukarıda biraz değindik ama sanki burada daha geniş bir açıklama yapmaya ihtiyaç vardır. Acaba kamu görevlileri, yaptıkları görevlerinin dışında başka bir iş yapmayacaklar mıdır? Yani onların görevlerinin dışında başka bir iş yapmaları yasak mıdır? İslam ekonomisinde bunun hükmü ve esası nedir? Ayetteki “ihsâr” kelimesi her ne kadar bunun yasak olduğu hissini veriyorsa da bu yasaklığın işin icabından mı[834] yoksa bu şer’i (kanuni) bir yasak mıdır, bu husus pek anlaşılmamaktadır. İşte bu soruyu bundan sonra gelen cümle cevaplamakta ve böylece bu husus açıklığa kavuşmaktadır.   

“Bunların ülkede kazanmaya güçleri yetmez”

İstitâa : Bu, tav’un kökünden gelen bir kelimedir. Tav’ ise devenin yedeğe gelmesine denir.[835] Deve kendi kendine yedeğe gelirse tav’ denilmekte, zorla çekmek suretiyle gelmesine de kürh denilmektedir. Böylece tav’ kelimesinin zıddı kürh kelimesi olmaktadır.[836] İtaat ise başkansın yedeklemesine tabi olmaktır. Tav’da bir işi isteyerek yapmak vardır. İtaat’te ise başkasının isteğini yerine getirme vardır. İstitâa, tav’ kökünün istif’âl babından gelmiş şeklidir. Bu kendi kendine yetebilmek manasınadır ki, güç yetmek diye tercüme edebiliriz.

Bu anlayışa göre bunlar aslında kendi kendilerine geçinmek için çalışırlar. Ancak buna güçleri yetmez. İşte böyle olan fakirlere yardım edilir. Bunların istedikleri halde kendilerini geçindirmemelerinin iki sebebi olabilir. Birincisi gelir dağılımındaki aksaklık yüzünden aldıkları ücret giderlerini karşılayamaz bir hale gelmiş olabilir. İkincisi de bunlar devlet hizmetine kapandıkları için çalışıp kazanmaya güçleri yetmeyebilir.

İstitâa kelimesi, bunların bu işi yapabildiklerini ancak başaramadıklarını ifade etmektedir. Demek ki, bir devlet görevlisi için başka bir iş yapmama diye bir şey yoktur. Fakat buna güç yetirip yetirememe meselesi söz konusudur.

Lâ kelimesi nefi istikbal içindir. Öyleyse kamu görevlileri üzerlerine almış oldukları bir vazifeyi tamamen yapmadan başka bir işle meşgul olamazlar. İşte bunun için istemeyenler denilmemiş de gücü yetmeyenler buyrulmuştur.

Darben fi’l ardı : Bu bir yere kazanmaya gitmektir. Burada kazanmak için ülkede veya yeryüzünde dolaşmaktan bahsedilmektedir. Çünkü mübadele sayesinde verim on misli artar. Dolaşıp mallara uygun müşteri bulmak ve uygun iş yerleri temin etmek esas kabul edilmiştir. Görevliler ise hizmet süresince bulundukları yerden ayrılamazlar. Buna göre onların bir kazanç temin edemeyecekleri doğaldır. Dolayısıyla bunlar bütçeden pay alma hakkına sahip olurlar.

Darben kelimesinin belirsiz olarak gelmesi, başka hiçbir yere gidememe durumunun bir ifadesidir. Demek ki mesleki bir ehliyet alıp biat usulü ile bir görev yüklenen kimse artık o görev yerini terk edemez.

Cahil, onları, dilenmekten çekindikleri için, zengin zanneder, buyrulmaktadır. Burada cahil kelimesi kullanılmıştır. Kendisinde hiçbir yol, yolak bulunmayan belirsiz ve nişansız sahraya mechel adı verilir.[837] Bir şeyi tanıyıp bilmek ikanı olduğu halde tembellik veya inatçılık yaparak öğrenmemek, bilmemek ve bilmek istememek cehalettir. Burada bilmeyenler denilmemiş de cahiller buyrulmuştur. İsteyenler araştırıp bu gibilerin muhtaç olduklarını öğrenip bilebilir. Araştırma ve öğrenmek istemeyenler de onları ğani: zengin zanneder.

İhtiyaçlarını kendisi gideren kimseye ğani denir. Aslında kamu hizmetlerini yüklenen kimseler bu görevlerini malları ve canları ile yapma durumundadırlar. Böyleleri devletten yardım alma şöyle dursun, bu uğurda bütün imkânlarını bile harcarlar. Nitekim Ebu Hanife böyle yapmış, verdiği derslerden dolayı bir ücret almamış ve bilakis daha birçok fakir öğrencileri kendi parası ile okutmuştur.[838]

“Sen onları simaları ile tanırsın”

Sîmâ kelimesi, sime yani veseme kökünden gelir.[839] Bedene basılmış olan dağlamaya vesm adı verilir.[840] Otlağa salınmış olan hayvanların belirlenmesi ve tanınması için onlar dağlanmakta ve damga basılmaktadır. Bu damga bir işaret ve alamettir. Bu hayvanların kime ait olduklarını bildirir. Tevsîm ise nişan ve rütbe takmaktır. Askerlerin taktıkları rütbeler de simadır. Kuran-ı Kerim’de secdelerin insanların yüzünde bir iz meydana getirdiğinden ve böylece bir sima oluşturduğundan bahsedilir.[841]  

“Sen onları simaları ile tanırsın”, cümlesine iki türlü mana vermek mümkündür. İhtiyaç ve fakirlikten dolayı üzerlerinde bir belirti mesela yüzlerinin saı ve elbiselerinin eski olması gibi bir alamet bulunur.[842] Başka bir deyişle resmi görevliler bu görevlerini ispatlayacak bir işaret, bir arma taşırlar demektir.

Buradaki sima kelimesi mutlak olarak kullanılmıştır. Yüzlerindeki simaları denilmemiştir. Bunun için görevliler kendilerine biat edenlerin sayısını belgeleyen ve dolayısıyla ne kadar yardım alacaklarını gösteren bir rozet, küçük bir alamet taşıyabilirler. Mesela bu bir yüzük de olabilir. Nitekim Hz. Peygamberin mühür yerine kullandığı bir yüzüğü vardı.[843] Bu yüzük mührü korumak ve onu kaybolmaktan uzak tutup kurtarmak maksadı taşıyordu. Hatta bugün bile yüzük bir belirti alameti olarak nikâh ve nişan için kullanılmaktadır. Osmanlılar zamanında da ilmiye sınıfının bir alameti olmak üzere sarık giyilirdi.

Taaffüf : Bu iffetten türemiş bir kelimedir. Muz meyvesine afaf denir.[844] Değerli, fakat korumamız için ihtimam isteyen bir meyve olduğundan bu adı almış olabilir. Kadının eşinin dışında kimsede gözünün olmamasına da iffet denilir. Bir kişinin kıymetli eşyasını başkalarından ve başkalarının zedeleme ve tasallutundan korumasına teaffüf denir. Burada şahsiyet sahibi ve vakarlı olmak kendi değerini bilmek iffet kelimesi ile ifade edilmektedir. Böylece devlet hazinesinde olanların her zaman ve her safhada iffetlerini korumaları ve şahsiyetlerini asla ayağa düşürmemeleri konusunda daha dikkatli olacakları ortaya çıkar.

Onları sen tanırsın denilmek suretiyle fakirleri bulup çıkarma maaşlarını bağlama mükellefiyetinin başkanlara ait olduğu bildirilmektedir. Herkes gereken yerlere mal beyannamelerini verince zengin ve fakirler kendiliğinden ortaya çıkar. Kamu görevlileri de ehliyet ve biat sistemi ile sabit olur. Ehliyet yaş ve tahsille tespit edilir. Görevlilerin ehliyetlerini tespit ederek maaşlarının ödenmesi işi hükümetlerin vazifesidir. Burada senden istemezler denilmeyip insanlardan istemezler buyrulması, burada hükümetten yardım talep etme hakkının tanınmış olmasına kapalı bir işaret olabilir.

Kamu görevlileri belgeleri ile müracaat ederek istihkaklarını alırlar. Böylece bütçede kadro tahsisi ve tespiti ve de her görevlinin ismini yazarak kadro tanzimi gibi külfetlere katlanmadan maaşlar dağılabilecektir. Başkan biat edenlerin (yani kendisine bağlanıp emrine girenlerin) sayısını ve ehliyet derecesini gösteren görev belgesine bakarak ne kadar maaş alacağını hesapladıktan sonra devlet hazinesine bir çek yazar. Görevli de gidip bu çek ile maaşını oradan alır. Maaşlar böylece sahiplerine dağılmış olur.[845]

İlhâfen : Yorgan ve çarşaf gibi örtünülüp bürünecek şeye lihâf adı verilir.[846] Bir ağacın etrafını sarmaya, insanların bir dağın etrafını sarmasına ilhâf denilir. Dağ dibinde ve dağ eteğinde bulunan köylere de (çevirip örttükleri için) aynı kökten gelen isimler verilir.[847]

Ayette bu kelime kullanılmakla sanki dilencilerin insanın etrafını sararak vermeye adeta nasıl mecbur ettikleri tasvir edilir. Geri kalmış ülkelerde ve normal işleyip çalışmayan düzenlerde işler, görevlinin etrafında dört dönmekle ve dilenmek suretiyle yürütülür. İffetli kimseler ise buna asla tenezzül etmezler. İslam toplumu böyle dilenenlere değil, iffetli olup devletten bir şey beklemeyenlere  vazife verir. Bu, vazife istenmez verilir kuralının bir uygulamasından ibarettir. Kuran-ı Kerim bu ayetle vazife göreceklerin talip olmalarını değil, iffetli kalmalarını istemekte, halkın ise vazifeyi arayıp bulup ehline vermesini emretmektedir.[848] İslam düzeninde görevlerin başında iffetli insanlar bulunur. Çünkü halk ve başkanlar böylelerini arayıp bulup yerli yerine koyarlar. İslami olmayan düzenlerde ise ilhafen dilenenler işbaşındadırlar. Dolayısıyla bütün işler ilhafen yoluyla el etek öperek ve yalvararak ancak yürütülebilir.  

Devlet gelirleri dağıtılırken kişilere görevlerini ifa edecek kadar tahsisat verilir. Kişiler bu imkânları kendi ihtiyaçları ile birlikte kullanırlar. Bunun sınırını tayin etmek tamamen görevliye aittir. Artık burada hizmet ile şahıs bütünleşmiş olup birbirinden ayrılmış değildir. Bu husus devlet başkanları için de böyledir. Zaten idareciler devlet malından kendileri için yeteri kadar harcarlar. Aslında bu mana bu ayetten açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü verilen şeyler şahsın kendisine temlik edilmiştir. Artık o bütün hizmeti ve malları kendi işi gibi yürütüp idare eder. Cahiller onları zengin zanneder, denilmekle zengin oldukları takdirde devlet hazinesinden bir şey almayacakları da anlaşılmaktadır. Zaten başka bir ayette zengin olan kimsenin kamu hizmetinden dolayı ücret almayacağı, fakir olanın ise örfe göre bir miktar alacağı veli veya vasi olan kişi örneğinde açıklanmaktadır. Orada “zengin olan (veli veya vasi) yetimin malından iffetli davransın (yemesin), fakir olan ise örfe göre alıp yesin” buyrulmuştur.[849] Nitekim Hz. Peygamber de devlet gelirlerinden kendi ihtiyaçları kadar bir harcamada bulundukları kaynaklarda açıklanmıştır.[850] Hatta bundan olsa gerektir ki, Hz. Peygamber vefat ettiği zaman Hz. Ebu Bekir onun geri kalan mallarını miras olarak mirasçılarına verip dağıtmamış, hazineye bırakmıştır.[851] Hâlbuki diğer taraftan Hz. Peygamberin kendi geçimi hususunda ticaretle meşgul olduğu ve birkaç yerde arazileri de bulunduğu İslam Tarihi kitaplarında anlatılmaktadır.[852]          

Başkanlar da yetimlerin mallarına bakan veliler gibi velidirler. Serahsi’nin açıklamasına göre yetimin velisinde olduğu gibi, devlet başkanı zengin ise bir ücret almaz; eğer fakir ise ihtiyacı kadar hazineden kendisine bir maaş bağlanır.[853]

Raşid halifelerden Hz. Ebu Bekir, şuranın kendisine tahsis ettiği maaşı almış, ölümü sırasında ise kızı Hz. Aişe’ye bunun beytülmale geri verilmesini vasiyet etmiştir. Hz. Ömer ihtiyacına yetecek kadar bir şey almış; Hz. Osman da kendisi zengin olduğu için hiç ücret ve maaş almamıştır.[854]

Hz. Ömer Hz. Peygamber’in ashabını toplayarak maaş konusunda şuraya bir talepte bulundu. Ben ticaretle geçinen biriydim. Siz beni devlet başkanlığı ile görevlendirdiniz. Hazineden bana maaş bağlanması konusunda ne dersiniz, dedi. Mesele konuşulup Hz. Ali’nin fikri kabul edilerek Hz. Ömer’e yıllık altı bin dirhem (bazı kaynaklarda beş bin) tahsisat ayrılmıştır.[855]

Böylece devlet başkanları için üç çeşit bir uygulama yapılmış ise de biz, ihtiyaçların hazineden karşılanması demek olan Hz. Peygamber’in tatbikatını esas alıyoruz. Nitekim hazinenin hazine-i hassa bölümü başkanın masrafları ve diplomatik temaslarda yapılacak harcamalar ve hükümdarlara gönderilecek hediyeler için kullanılıyordu.[856]

Ayette “hayırdan neyi infak ederseniz Allah bilir”, buyrulmaktadır. Bunun için toplanan vergilerin, yapılan yardımların ödenen maaşların yani bütün gelir ve giderlerin ne kadar olduğu hesap edilip bilinmelidir. Herkes aldığını ve verdiğini yazı ile kayıt edip bir ihtiyaç karşısında istendiği zaman gerekli mevkilere sunmalıdır.

Ayetin umumi muhtevasından ve fukara kelimesinin kullanılmasından kamu görevlilerinin vasat bir hayat orta bir hayat tarzı sürecekleri anlaşılabilir. Nitekim Hz. Peygamber, Ebu Bekir ve Ömer’in böyle sade bir hayat yaşadıkları tarihen sabittir. Bir kamu görevi maddi menfaat için değil, Allah rızası ve insan-toplum-devlet sevgisi için yapılır. Ancak devlet hizmetleri maddi bakımdan cazip hale getirilebilir. Fakat tabi bu başka bir şeydir. Hatta infakların kapalı olmasının sebeplerinden birisi de bu olsa gerektir, diyebiliriz. 

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar

1- Kamu hizmetleri bireylere verilir. Bu görevlerde yapılacak masraflar da kendilerine temlik edilir. Bu kamu görevlileri verilen devlet hizmetlerini aynı kendi özel işleri gibi yerine getirirler. Onlar kendilerine verilen görev bedellerinin sarf yer ve şekillerini kendileri tayin ederler.

2- Devlet bütçesinin gayrimenkul giderlerinin dışındaki harcamaların (yani menkul malların ihtiyaçları için yapılacak harcamaların) yetkisi görevliye verilir.

3- Kamu görevlisinin kendi mameleki ile hizmet için verilmiş olan tahsisat her ikisi birleştirilerek görevlinin merinde olur.

4- Zengin olan kimselerin zekât (devlet yardımı) almaya hakları yoktur. Devlet hizmetleri herhangi bir meslek gibi bir kazanç vasıtası yapılamaz. Her bir devlet hizmeti için mali bir tahsisat ayrılır.

5- Kendisine verilen bir devlet hizmetini yerine getirebilmesi için kamu görevlisine hazineden bir tahsisat ayrıldığı gibi, hem kendisi ve hem de bakmakla yükümlü olduğu kimseler için bir nafaka tahsis edilir.   

6- Bütün ekonomik faaliyetler hep insan için yapılır. Bunun için insanın dışındaki varlıkların hepsi birer vasıtadan ibarettir.

7- Zenginlik derecesine (nisaba) ulaşamayan kimseler fakir sayılırlar. Bir toplumdaki fakirler o toplum tarafından belirlenir.

8- Fakir olan kimseler cinslerine, derecelerine ve çevrelerine göre gruplara ayrılırla.

9- Fakir kişiler gizli bir şekilde belirlenerek sınıflanmazlar ve dernek gibi bir topluluk da meydana getiremezler. 

 10- Kamu görevleri yetkililere açık olarak verilir. Kamu görevlileri kendi aralarında gruplar teşkil ederler.

11- Görevliler hizmet mahallini terk edemezler. Bunun için de devlet gelirlerinden bir pay alma hakkına sahip olurlar.

12- Bir görevli görev alanını bulunduğu çevre içersinde kendisi tayin edip belirler.

13- Toplumda bir tek düzen bulunur. Bu düzen de toplumun varlığını meydana getirir.

14- Kamu görevlileri bu görevlerini aksatmamak şartı ile kendi özel işlerini de yapabilirler. Bir görevlinin şahsi bütçesi ile hizmet bütçesi birleşik halde bulunur.

15- Kamu hizmetlerinde görevli olan kişiler kendi şahsiyetlerini ve onurlarını korumalı, bu sebeple halkın dilencisi durumuna düşmemelidirler.

16- Kamu görevinde çalışan herkese mesleki derecesini gösteren ve görevini bildiren bir tanıtma, kimlik kartı veya nişanı (rozeti) verilir. Görevli bu kart yardımı ile devlet bütçesinden hak ettiği istihkakını alır.

17- Kamu görevlilerini tespit edip onların istihkaklarını kendilerine dağıtmak hükümetlerin görevidir.

18- Kamu görevlisi olan kimseler orta halli, vasat bir hayat seviyesinde yaşamlarını sürdürürler.

19- Bir toplumda bulunan herkes, mal beyannamelerini gereken yerlere verince o toplumda bulunan zengin ve fakirler kendiliğinden ortaya çıkar.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 274

“Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler.”

Burada malların infakından, harcanmasından yani yatırımdan veya tüketimden[857] veya pazara götürüp satmaktan bahsedilmektedir. Ellezine diyerek çoğul edatı kullanılmakla üretim, tüketim ve mübadelenin toplumsal ve sosyal olduğuna işaret edilmiş olabilir.

Ellezîne belirli bir kelime olduğu için onun burada kullanılması ile üretici, tüketici ve satıcı kimselerin belli topluluklar olduklarına işaret edilmiştir. Men yünfikune: infak edenler yerine, ellezîne yünfikune: infak edenler diye buyrulması, bunlara delalet edebilir. Böylece ekonomik faaliyetlerin ancak belli topluluklar halinde olacağı bildirilmiş bulunmaktadır. Emvalehum: malları kelimesi ile de özel mülkiyetin esas olduğuna, bunun çoğul olarak kullanılması ise müşterek ve müşterek tüketim hallerinde bile özel mülkiyetin var olduğuna işaret edilmektedir. Bunlar daha önce geçmiş mallar olup burada tekit olarak tekrar edilmiştir, diyebiliriz.

Mallarını leyl ve nehar infak ederler, buyrulmaktadır. Burada ilk mana ile bu iki kelimeden gece ve gündüz anlaşılır. Ancak bu anlamı genişletmekte fayda vardır. Çünkü burada gerçekten sadece gece ve gündüzleyin infak etmekten söz edilmiş olsaydı sirran ve alâniyeten’de olduğu gibi nekre olarak leylen ve nehâran denilmesi gerekirdi. Hâlbuki belirli olarak bi’lleyli ve’n nehâri şeklinde buyrulmuştur. Zaten sirran ve alâniyeten kelimeleri kavram olarak leyl ve nehâr’ı ifade edebilirdi ve bunun açıkça tekit edilmesine ihtiyaç kalmazdı. Sonra bu harcamanın çoğu gündüz yapılacağı için önce leyl değil, nehâr kelimesi getirilirdi. Müfessirler, her vakti içersine alması için gece ve gündüz denildiği; kapalı infak etmenin açık infak etmekten daha üstün olduğunu belirtmek için de gecenin gündüzden sirran kelimesinin de alâniyet’ten önce getirildiği görüşündedirler.[858] Bütün bunlar bizi leyl ve nehâr kelimelerinden asıl maksadın sadece gece ve gündüz olmayıp burada daha geniş bir anlam bulunduğu anlayışına götürmektedir.

Leyl, bir nesnenin, bir vücudun kısım ve parçalarına verilen bir isimdir. Bir nesnenin bir kısmı diğeri üzerine bingeştiği zaman Araplar elbese leylün leylen derlermiş[859] Böylece bir günün karanlık kısmına yani karanlık parçasına leyl (gece) denilmiştir. Nehr ise su yatağına, çay ve ırmağın aktığı yere denir.[860] Sonra bu kelime mekân alakasıyla dere içersinde akan şeye (ırmağa) isim olmuştur. Yani nehr mastar olarak akmak demektir. Zaten nehâr da bu kökten gelen bir kelimedir. Yani nehâr: gündüz, ışığın akıp dağıldığı bir zaman parçasının adıdır.[861] Bunun için Nehar denildiği zaman hatıra ışık gelir. Leyl nehâr’ın; gece ise gündüzün karşılığıdır.

Bu açıklamalar bize burada leyl’den maksat ekonomik olarak maddenin; nehâr’dan maksat ise enerjinin ifade edilmiş olduğu düşüncesini vermektedir. Bu düşüncemizi aşağıdaki şu ihtimaller şeklinde sıralayabiliriz.

1- Madde harcaması, enerji harcaması;

2- Mal harcaması, emek harcaması;

3- Üretim için yapılan harcama, tüketim için yapılan harcama;

4- Barınma harcaması, geçinme harcaması;

5- Ayni harcama, nakdi harcama.

Bu harcamalar Ba harfi ile ifade edilmiştir. Bu harf, vasıtalardan önce gelir. Vasıtaların hususiyetinde ise uzuvlarının yerli yerince kullanılması esastır, buna ihtiyaç ve hatta zaruret vardır. Leyl ve nehâr’dan asdeec gece ve gündüz anlaşıldığı takdirde burada Ba harfinin gelmiş olmasıyla vasıta olan bu gece ile gündüzün yerli yerinde kullanılması, yani çalışma ve yaşama saatlerinin, çalışma ve dinlenme zamanının bir düzen içersinde ayarlanması gerektiğine işaret edilmiş olabilir. Burada bu kelimelerin belirli olarak gelmiş olmaları belli malların harcanmasına benzer özellikleri ifade ettiği gibi çalışma saatlerinin de belli bir şekilde düzenlenmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Böylece infak edilecek mallar ve hizmetler tarifelendirilmiş, belirlenmiş ve herkese ayrıcalık yapmadan aynı şekilde bu tarife içersinde verilmiş olur.
               İşte bu ayete dayanarak biz zamanın geçmesini ve kullanılmasını bir harcama kabul ediyoruz. Bu sebeple uyumak da bir harcama ve bir infaktır. Bu işin bütün bir toplum tarafından yapılması gerekir. Yani çalışma ve mesai saatleri belirlenecek dinlenme ve uyuma vakitleri tespit edilecek toplumda bu vakitlere birlikte girilecek ve yine birlikte çıkılacaktır. İşte dini, idari, içtimai ve iktisadi yönleri bulunan namaz kurumu bu gece ile gündüzün kullanılış ve tüketiliş şeklini tayin edip belirler. Böylece günde beş vakit kılınması icma ile sabit olan farz namazlar[862] mesainin başlama ve bitme zamanlarını ve bir de uyuma ve uykudan kalkma vakit ve saatlerini tayin edip belirler.

Sirran : Bu gönülde ve kalpte gizli tutulan söze denir.[863]Serîr ve sürûr kelimeleri de aynı kökten gelir. Serîr, taht, koltuk; sürûr ise kalpte gizli bulunan sevinçtir.[864] Kuran’da sürûr kelimesi nazrat kelimesi ile beraber zikredilir.[865] Nazrat yüze vurmuş ve onu güzelleştirmiş olan sevinçtir. Sürûr ise içte saklanan, dışarıya vurulmamış olan sevinç ve ferahlıktır. Sirr da gizli tutulması gereken bir şeydir. Mesela cimaya sirr denilir.[866]İsrâr ise birisine sirr açıklamak anlamına gelir.

Alâniyeten : Bu da ılvân kelimesinden gelir. Ilvân ise kişilerin kendilerini veya işlerini tanıtmak için mektupların üzerine vurdukları başlığa denir.[867] Bir şeyi açığa vurmaya da i’lân denir. Alâniyeten kelimesi sirr’ın karşılığıdır.[868]

Harcama işlerinin gizli ve açık olmasını tespit eden bu ayet leyl ve nehâr’ın aksine bu sirran ve alâniyeten kelimelerini belirsiz olarak getirmiştir.

İ’lân ve isrâr için belli bir sistem ve belli bir yöntem ve metot yoktur. Bunlar her çeşit vasıta ve imkânlarla yapılabilir. 

Bu yardım kimlere açık verilecek ve kimlere gizli verilecek bu konuda Kuranda bir hüküm yoktur. Yalnız burada önemli bir nokra vardır. Mükellefler kendi sermayelerinin ne kadar olduğunu hazineye bildirmeyebilirler. Ancak sermayesini bildirmeyen kişi sigortalı olma ve kredi kullanma gibi ödenen vergi nispetinde faydalanılan haklardan istifade edemez. Bununla beraber o, vergisini uygun gördüğü yerlere kendisi verebilir. Eğer ileride onun vergisi verilmedik malları bulunduğu ortaya çıkarsa bunu böyle zanneden maliye memuru kendisine vergi talebinde bulunduğu zaman onların vergisini gizli olarak verdiğini açıklayabilir. Böylece o iki defa vergi vermekten kurtulmuş olur.

Hz. Osman malları zahiri mallar ve batıni mallar olmak üzere iki kısma ayırdı. Zahiri mallar, ziraat ürünleri, meyveler, hayvanlar ve madenler gibi mallardır. Batıni mallar ise ticaret malları, altın, gümüş, para ve defineler gibi değerlerdir.[869] Buna göre bazen devlet başkanları hangi çeşit malların gizli ve hangi çeşit malların açık olarak verileceğini tespit ederek ilan edebilirler. Biz bu anlamı sirran ve alâniyeten kelimelerinin belirsiz olarak gelmelerinden çıkarmaktayız.

Yardıma hak kazananların tespit edilme işi de yine bir düzen içinde sağlanıp gerçekleştirilir. Kendilerine açık olarak verilecek olanlar belli bir sistem içersinde düzenlenir ve açık olarak yapılır. Gizli olarak verilenler ise bizzat veren kimseler tarafından tespit edilip verilirler.

Kişilerin istihkakları ihtiyaçlarına göre tespit edilir. Onların kendi geçimleri bir ihtiyaç sayıldığı gibi üzerine alıp yaptıkları iş için olan masrafları da bir ihtiyaç kabul edilir. Bunları tespit edenler arasında ise başta mahalle muhtarları olmak üzere idari kuruluşuna göre çeşitli başkanlar bulunur.

Burada ellezîne yünfikûne: harcama yapanlar, cümlesinde harcama şekilleri toplanmış bulunmaktadır. Bu bize herkesin hem gece hem gündüz; hem açık ve hem de gizli olarak harcama yapması gerektiğini göstermektedir. Nitekim ayetin son kısımlarında bunlar için Rableri katında ücretleri vardır, denilmektedir. İsterlerse gizli olarak yaptıkları harcamaları açıklamak suretiyle devletin sigorta ve kredi gibi verdiği geri dönen karşılıktan faydalanma imkânına sahip olabilirler. Böylece onlar harcamalarının yarısını sirran (gizli olarak), yarısını da alâniyeten (açık olarak) yapabilirler.

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır merhum bu ayetin tefsirinde şunları yazmaktadır. Bu şekildeki harcamalarda malların faydalanmaya tahsis edilmesiyle ihtikâr ve iddihardan (toplayıp saklamadan), vurgunculuk ve yığıcılıktan korunması ve tedavülün hızlandırılması gibi, hayati, mali ve iktisadi hikmetler vardır. Dikkat edilecek en önemli nokta birey ekonomisi ile toplum ekonomisini birleştirmektir. Toplumun genel düzeni bütün servetin tedavülüne engel ve bireyin bencillik duygularını kamçılamaya elverişli olduğu zaman toplumda çöküntünün başlamış olduğunu bilmek lazım gelir. İşte o zaman müminlerden mal sahiplerine bu konuda yüksel görevler düşer ki, bu bütün kazançlarını harcamaya kadar gidebilir.

Burada Kuran harcamayı (tüketimi) ahlaki ve içtimai değeri ile birlikte bundan daha çok, ekonomik görüş açısından öğretip her şeyden evvel bize şunu gösterir ki, kazanmaya ve üretimi düzenlemek için ilk önce üretimin gayesi olan tüketimi düzenlemek, tedavülü hızlandırmak ve genelleştirmek lazımdır. Zamanımızda iktisatçıların “tüketim: konsumasyon” tabir ettikleri infak, genel olarak ikiye ayrılır. Birisi ferdi ve içtimai (bireysel ve toplumsal) hiçbir faydası olmayan boş veya zararlı harcamalardır ki, sadece tüketmek için tüketim olan bu harcamaları Allah yasak etmiştir. Diğer ise herhangi bir hayati ihtiyaca yönelik bulunan harcamalardır ki, malı hayata çevirmek demek olan bu harcamalar haddi zatında tüketim değil, üretimin bir gayesidir.[870]             

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, vergi ve diğer harcamalar ekonomik düzende refahı sağlamakta ve herkesin çalışıp yaşamasını gerçekleştirmektedir. Ayrıca siyasi düzenin milli hâkimiyeti savunmasına, yurdun düşmandan korunmasına da yardımcı olmakta ve böylece korku ve sıkıntılar ortadan kalkmaktadır. Zekât yani vergi düzenini kuramamış toplumların hem siyasi düzenleri bozuk olup iç ve dış güvenlikleri sarsılmakta hem de ekonomik düzenleri bozuk olup yoksulluk, açlık, sefalet ve hastalık çekerler.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:  

1- Ekonomi bir toplum düzenidir.

2- Toplu üretim ve toplu tüketim vardır.

3- Bireyler emeklerini harcayarak topluma verirler. Bunun karşılığında mal alırlar.

4- Özel mülkiyet toplum düzeninin içersinde mütalaa edilir.

5- Çalışma ve dinlenme, belirli zamanlarda yapılır. Vakit toplum tarafından ayarlanıp düzenlenir.

6- Sabahleyin uykudan kalkıp uyanma, çalışma, dinlenme ve geceleyin yatma saatleri belli ve belirlidir. Bu saatlerde topluca çalışılır ve yaşanır.

7- Harcamalar, madde-enerji, emek-mal, üretim-tüketim, geçinme-barınma, ayni ve nakdi harcamaları gibi çift çifttir.

8- Harcamalar (verilen vergiler) açık ve gizli olmak üzere iki çeşittir.

9- Açık harcamaları (zahiri malların vergilerini) devlet toplar ve devlet dağıtır.

10- Gizli harcamaları (Batıni malların vergilerini) herkes, kendisi yerlerine verip dağıtır.

11- Mal beyanında bulunmamak suç sayılmaz.

12- Mal beyanında bulunanlar gizli harcama (vergiyi halka kendisi verip) yapsa bile devlet yardımlarından (kredi alma ve sigortalı olma gibi) faydalanırlar.

13- Toplumdaki muhtaçların tespit edilmesi idari kuruluşa uygun olan bir yolla gerçekleştirilir.

14- Devlet başkanı bazı malların vergilerini halka gizli olarak verilip dağıtılmasına karar verebilir. Bazı malların da açık olarak verilmesini isteyebilir.

15- Vergi sistemini gereği gibi düzenleyip ayarlayan bir toplumun ekonomik düzeninden kriz, korku ve sıkıntılar gider ve böylece refah ekonomisi gelmiş olur.

16- Toplumda tüketimi iyi bir şekilde düzenlemek üretim kadar ve hatta ondan daha fazla önemlidir. Çünkü üretimin gayesi tüketimdir. Zira üretim tüketim için yapılır.

17- Üretim, tüketim ve mübadele hareketleri hep birer sosyal olaydırlar.

18- Uyumak, dinlenmek ve zamanı kullanmak ve vakit geçirmek hep bir harcamadır.

19- Birey ekonomisi ile toplum ekonomisi birleştirilip bir araya getirilir.

20- Üretip kazanma sistemini düzenlemek için ilk önce üretimin gayesi olan tüketimi düzenlemek, tedavülü hızlandırmak ve genelleştirmek gerekir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 275

“Faiz yiyen kimseler, şeytanın çarptığı kimse nasıl ayakta duruyorsa öyle dururlar.”

Bundan önceki ayette olduğu gibi burada da müpteda olarak ellezîne kelimesi ile başlanmış,  atıf harfi olan vav getirilmemiştir. Böylece vergilerden yalnız verenlerin değil, başkalarının da faydalanacağı bildirilmiş olmaktadır. Eğer vergilerden sadece verenlerin faydalanması esas olsaydı, önceki ayet vav harfiyle gelip “fukara” kelimesi üzerine atfedilirdi. Hâlbuki böyle olmamıştır. Çünkü fasıl yeri ile vasıl yeri birbirine zıttır.[871]  Öyleyse vergi kendisiyle sadece verenlerin iş gördüğü ve herkesin verdiği kadar faydalandığı bir şey değildir. Bunun için devletin hizmetlerine karşılık vergi alması yani faydalanma teorisi İslamiyet’in vergi teorisine aykırı düşmektedir. İslam ekonomisinde vergide iktidar teorisi esastır. Onun için zekât: vergi zenginlerden alınır ve fakirlere verilip dağıtılır. Zira Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderdiği zaman zenginlerinde al ve fakirlerine ver, buyurdular.[872]

Toplumda vergi verenler başkadır; direkt olarak faydalananlar başkadır. İşte bundan dolayıdır ki, İslam ekonomisinde devlet hiçbir zaman zenginlerin kurdukları bir şirket değildir. Kredi ise bu vergi sisteminin tersine çalışır. Mevduat sahipleri krediden faydalandıkları gibi fazla vergi ödemek fazla kredi almaya sebep olur. Ancak burada vergi, kredi ihtiyacının ne kadar olduğunu tespit etme bakımından bir rol oynar; yoksa vergi kredindin bir sebebi değildir.

Ayette faiz yiyenler de ism-i mevsulün cemi müzekker salim kalıbı ile getirilmiştir. Öyleyse faiz, bir kurum meselesidir. Yani faiz, zekât kurumuna karşı zıt bir kurum olup ona ters bir fonksiyon icra eder. Ellezîne yünfikûne: zekât verenler, denildikten sonra ellezîne ye’külûne er-ribâ: faiz yiyenler buyrulması ve burada atıf harfi olan vavın getirilmemesi ile anlıyoruz ki, bu ayet öncekinden ya bedeldir veya başka bir şeydir. Bedel olmayacağına göre başka bir şeydir. Çünkü fasıl, valsa zıttır.[873] Yani demek oluyor ki, faiz ile zekât ayrı, ayrı ve birbirine zıt şeylerdir.[874] Bu zıtlıkları şöyle sıralayabiliriz.

1- Zekât, zenginlerden alınır, fakirlere verilir. Faiz ise fakirlerden alınır zenginlere verilir.

2- Zekât fazla sermayenin eksiltilmesidir. Faiz ise fazla sermayenin daha da artırılmasıdır. Yani faiz, eksi zekâttır.

3- Zekât, milli gelir dağılımını düzenleyip dengeler. Faiz ise milli gelir dağılımının dengesini bozar.

4- Zekât, ekonomik faaliyetleri artırır, mükellefleri yatırımlara sevk eder. Faiz ise ekonomik faaliyeti yavaşlatır ve yatırımları frenler.

Bununla beraber burada adı geçen sadece bireylerin alıp verdiği faiz değil, zekât gibi kurumlaşmış olan faiz kurumlarıdır. Yani faizin asıl kaynağı olan müessesler ve bankalardır. Daha doğru bir ifade ile faizli sistemin bizzat kendisidir. Onun için burada ellezi ye’külü’r ribâ: faiz yiyen denilmemiş, ellezîne ye’külâne’r ribâ: faiz yiyenler buyrulmuştur. İsm-i fail kalıbının kullanılmayıp da sıla ve mevsul ile getirilmesi de faiz alıp verme ve faizli düzeni kurma işinin yasaklığını ifade eder. Yoksa faizli bir ekonomik sistem, kurulup çalışmaya başladıktan sonra işlemesi doğaldır.    

Böylece bu iki ayette[875] ayrı iki sistem olan zekâtlı sistem ile faizli sistem ortaya konup anlatılmaktadır. Bunların ayrı, ayrı birer sistem oldukları, ellezîne kelimesinin belirli olmasından; ikisinin bir arada yaşayamayacağını da fasledilmiş olarak gelmelerinden anlaşılır. Öyleyse faizli sisteme önem verilirse zekâtlı sitem ortadan kalkar, eğer zekâtlı sisteme önem verilirse bu defa faizli sistem ortadan kalkar. Yani zekât, faizi yok eder. Bunun içindir ki, İslami düzende faiz yalnız Müslümanlara değil, zimmî vatandaşlara bile yasaktır. Mesela onlar bir faizli banka kurup işletemezler.

Hz. Peygamber İslam tabiiyetine giren zimmî olan Necran Hıristiyanlarına faiz alıp vermemek üzere zimmetlerini kabul etmiş ve buna göre onlarla sözleşme yapmıştı.[876]

Her ne suretle olursa olsun İslam yurdunda faiz haramdır. Savaş yurdunda ise bir Müslüman ile bir harbi arasında faiz müsaadesi vardır.[877] Hz. Peygamber “Dar-ı harpte Müslüman ile harbi arasında faiz olmaz,” buyurmuşlardır.[878]

Önceki ayetteki zekât, vergi ve sadakayı ifade eden infaka karşı, burada ekl: yemek kelimesi kullanılmıştır. el-ekletü, kaşımak, sürtmek, kazımak, aşındırmak anlamlarına gelir.[879] Mesela iki nesnenin birbirini sürterek aşındırmasına ve tüketmesine denir.

Aslında ekl de infak gibi bir harcamadır. İnfak, mal ve emek üretimi için yapılan bir harcama yani yeni bir üretime yöneltilmiş bir harcamadır.[880] Ekl ise bitirip tüketmeye denir, bu tam tüketime yönelik bir harcamadır. Burada faizi ahiz ederler (alırlar) denilmemiş, faizi ekledderler (yerler) buyrulmuştur. Böylece bu kelime bize çok önemli bir noktanın anlaşılmasına yardım etmektedir.

Üretim ve tüketim olayları bir toplumda çeşitli basamak ve safhalardan geçer. Bunlar birbirine bağlı olan zincirin halkaları gibi bir elden diğerine geçer. Mesela bir yerde yoğunlaşırken diğer yerde dağılırlar. Doğal bir oluş olduğu için bunların bir haksın veya kötü yönlerinin bulunduğu düşünülemez. Çünkü bugün burada depolanan bir mal yarın elbette çıkarılıp harcanır. Depoda bulunan bir malın falan veya filan şahsa air olması da önemli değildir. Önemli olan depo edilmiş bulunan malların dağılıma tabi tutulduğu zaman nerelere gittiğidir ve hangi şahısların eline geçtiğidir. Öyleyse bir şeyin kime ait olduğu ve kimin elinde bulunduğu o kadar önemli değil, bir şeyin tüketimi, harcanıp yenmesi önemlidir. Mesela bir tüccarın fazla malı olması bir değer taşımaz. Ancak bu fazla mallar gelişi güzel harcanır, israf edilir ve saçıp savrularak tüketilirse işte bu kötüdür. Yani malın en son kullanılış şekli çok önemlidir. Bunun içindir ki, İslam düzeninde ve İslam ekonomisinde üretim ve mübadelede özel mülkiyet ve serbest rekabet kabul edilirken, tüketimde bu serbestlik kaldırılmış, zekât ve israf emir ve yasağı ile tüketim dengesi sağlanmıştır. İşte burada bu hususların ifade edilebilmesi için ahz kelimesinin yerine ekl kelimesinin kullanılmış olduğunu söyleyebiliriz.

Eğer gerçekten faiz sadece bir servet birikimi ve dolayısıyla bir sermaye dolaşımından ibaret bir şey olsaydı her hangi bir zararı olmazdı. Çünkü fakirler çalışır, zenginler de çalıştırır ve böylece toplumda bir refah ekonomisi meydan gelirdi. Hâlbuki faiz, üretim vasıtalarının şurada veya burada bulunmasına tesir eden bir faktör ve kurum olmayıp bizzat tüketime etki yapan bir faktördür. Zaten faiz toplumda üretime hiçbir katkısı bulunmayan işsiz, asalak ve atıl emekli bir sınıfın doğmasına sebep olur.[881]  

Milli gelirin kullanılmasında faizin oldukça önemli menfi bir rolü vardır. Mesela faiz yok iken milli gelir ile şu işler yapılır. Mevcut tesislerin bakımı yapılır. Mevcud insanların bakım ve geçimleri temin edilir. İmar ve tesisler geliştirilip büyütülür ve toplumdaki nüfus artıp çoğalır. Depolardaki stok yapılmış malların miktarı da böylece artar. Bütün bu olaylar olurken ve işlemler yapılırken bir de ortaya faiz faktörü çıkarsa o zaman bu gelir payları azaltılıp faize aktarılır. Öyleyse faiz üretim faktörlerinin gelirlerini azaltır, milli gelir tüketimini kısıtlar ve yatırımları durdurur. Mesela burada tarihten bir örnek vermek gerekirse merkantilist anlayışta iş hayatını canlı tutmak için kanun yolu ile faiz hadleri düşük tutulmuştur.[882]     

Diğer üretim vasıtalarının payları kesin olmayıp duruma göre zamanla azaldığı veya çoğaldığı halde sermayenin hakkı olduğu iddia edilen faiz kesindir. Faizin karşılanabilmesi için önce diğer paylardan kesintiler ve kırpmalar yapılır. Sonra eğer faiz yetiştirilemezse ana sermayeden alınıp karşılanır. İşte bu yüzden tüccarların ellerinde bulunan sermaye, faiz yüzünden azalır. Eğer sermaye mevcud değilse bu defa fakirlerin zimmetinden yani fakirleri borçlandırmak suretiyle karşılanır. Demek ki, faiz bu haliyle ağacı kemirip yıkan bir kurda benzer. Çünkü o milli geliri kemirip tüketir. İşte bunun için ayette faizi alırla” denilmemiş, “faizi yiyenler” burulmuştur, diyoruz. 

Ribâ: Terbiye kelimesinin açıklaması daha önce geçmişti.[883] Bir şeyi yavaş, yavaş geliştirip olgunlaştırmak anlamına geliyordu. Ribâ kelimesi de bu kökten gelen bir kelimedir. Ziyadeleşmek, fazlalaşmak, artmak anlamlarına gelir.[884] Şeriat dilinde ise riba, bir muavaza akdi zımnında ıvazsız kalan herhangi bir fazlalık demektir.[885] Buna göre faiz, karşılığı, bedeli olmayan bir fazlalıktır. Daha geniş bir anlamda faiz, milli gelirdeki bir artı ve fazlalıktır. 

Yıllık üründen herkes kendisine düşen payını aldıktan sonra geriye arta kalan fazlalık birikerek milli serveti meydana getirir. Demek ki, ihtiyaçtan arta kalan milli servet bir nevi riba yani artan mal ve değerlerdir. Bu milli servet ya depolara konularak saklanıp biriktirilir veya tesisler yapılarak ülke imarının gelişmesinde kendisini gösterir. Buna göre ister mülk olsun, ister ticaret malları olsun bunların hepsi geçmişteki ihtiyaçlardan geri kalan artık ve fazlalıkların birikiminden ibarettir. İşte bu artan değerleri ekl etmek demek bunu yiyip bitirmek ve tüketmek demektir ki, bu ayette asıl yasaklanan şey de budur. Bu artan değerin yenilip bitirtilmesi şu şekilde olur. Eğer bir mal ve mülk kar getirebilecek bir tüccarın ve kullanacak bir şahsın elinde olmazsa zamanla çarçur olup gider. Böylece işte bu yolla milli servet de yok olup gider. Zaten bize göre bu ayetteki kelimenin akıllı çoğul kalıbında ellezine şeklinde gelmesiyle faizli sistem, bu milli servetin çarçur edilip tüketildiği bir sistemdir. Çünkü bütün servetin faiz sayesinde zamanla yavaş, yavaş üretim ve tüketime hiçbir ihtiyacı ve katkısı olmayan kimselerin elinde toplandığı görülür. Asıl muhtaç olanlar ise imkânsız ve çaresiz hale düşer. İşte bu suretle milli servet mahvolup gider.[886]   

Esasen bir malın, bir servetin hiçbir müdahalede bulunulmadan durup dururken çoğalıp artması bir ribadır, faizdir. Bir mal ancak kendisine bir emek eklendiği zaman çoğalıp şekil değiştirebilir. Hâlbuki faizde bir emek harcanmadan artıp çoğalma vardır ve buna göre hareket edilir. Aslında bu açıdan bakıldığı zaman tüccara tanınmış olan kar da böyle bir şeydir. Ancak karın faizden farklı yönleri de vardır. Ticarette sermaye bir riziko çekmektedir. İşte kar bu riziko karşılığı tanınmış olan bir haktır.[887] Onun için kar servette azalmaya değil artmaya yönelik bir faktördür. Zira kar, malın değerinde bir artışa sebep olur. Faiz ise servette azalmaya ve azaltmaya yönelik bir rol oynar. Demek ki, netice olarak ribanın-faizin biri birey, diğeri toplum açısından olmak üzere iki anlamı vardır. Riba-faiz, toplum için milli servetteki bir artış demektir. Birey açısından ise bir emek ve riziko karşılığı olmadan şahsın servetinin artıp çoğalmasıdır.

Ekl kelimesi bir yandan milli hâsıladaki artışı yiyip bitirme manansa diğer yandan da bireyin kendi servetindeki artışı yiyip tüketme anlamına gelir. Burada ise daha çok milli hâsıladaki artışın yenilip bitirilmesi kastedilmiş olabilir. Çünkü riba kelimesi tekil ellezine kelimesi ise çoğuldur. Bunun için burada toplumun faaliyetinden bahsedilmiş olsa gerektir.   

Ayetin bu bölümünden anladığımız manayı şu şekilde özetlemek mümkündür. Milli gelirdeki artış imara, nüfus artışına, refah ve yedek mal stoklarına kaydırılacak yerde faize aktarılır. Bu defa adı geçen bu yerlerde zorunlu olarak yapılacak olan bir kısıtlamadan dolayı bir takım aksaklıklar meydana gelir. Bu aksaklıklar işte milli gelirin yok olmasına sebep olurlar. Tam burada bu konuda Hz. Peygamber’in faizin daha ziyade servetin azalmasına se­bep olan bir şey olduğunu ifade etmek üzere[888] «Malının ek­serisi ribaya dayanan hiç bir kimse yoktur ki, onun işinin neticesi azlık ve fakirliğe müncer olmasın»[889] «Faizcinin kazancı üzerinden kırk sene geçmez, muhakkak mahvolur»[890], buyurduklarını nakletmek tam yerinde bir hareket olacaktır.   

Faizi kar gibi meşru görenler “ticaret faiz gibidir” demişlerdi.[891] Yalnız karı değil, hatta kira ile ücreti bile aynı kabul edenler çıkabilir. Böylece kar, kira ve ücretin faiz gibi oldukları, bunlar meşru sayılıp da faizin gayri meşru görülmesinin yanlış olduğunu iddia edenler bulunabilir. Burada hemen söyleyelim ki, arada bazı benzerlikler bulunmakla beraber farklar da vardır. Faiz, kira, kar ve ücretten tamamen farklı bir şeydir. Kira ve ücret bir şeyi kullanıp faydalanmanın karşılığıdır. Yani bunlar ayni malın değil, menfaatin karşılığıdır. Kar da sermayenin çektiği rizikonun karşılığıdır. Kira ve ücret aslında menfaatin temlik edilmesidir.[892] Burada fayda veya menfaat dediğimiz şey, bir evin kiralanması gibi bir aynin menfaati, bir işçinin ücretlendirilmesi gibi emeğin menfaati olabilir. Yalnız kira ve ücret, kira ve hizmet sözleşmelerinde menfaatin-faydanın bilinmesi ve belli olması şarttır.[893] Mesela meyvesinden faydalanmak için bir ağaç ve sütünden faydalanmak için bir inek kiralanamaz. Çünkü meyve ve süt ayni olan bir maldır, menfaat değildir. Faiz ise ancak bir aynin menfaatinin kiralanması olabilir. Yalnız buradaki menfaat da belli değildir. Onun için böyle bir faiz sözleşmesi İslam ekonomisinde batıl-hükümsüz sayılır. Bunlar arasında başka bir fark da mesela ücretlerdeki artışlar refahı yükseltir ve nüfusun çoğalmasına sebep olur. Kiralardaki artışlar da yeni, yeni iş alanları açarak yatırımların hızlanmasına katkıda bulunur. Kar ise malların çoğalmasına ve daha çok malların depo edilmesine yardım eder. Faiz ise bütün bu ekonomik faaliyetleri eksi etki yaparak azaltır. Sanki faiz, ücret, kira ve kar faktörlerinin yaptıklarına ters yönde bir etki yapar. İşte bunun için biz “faiz yiyenler” cümlesini milli gelirdeki artışı yok edenler diye çevirmek istiyoruz.[894] Biz bu faizin milli gelirdeki artışı kemirip eksilttiğini veya yok ettiğini şu denklemle daha güzel açıklamış oluruz. 

Artan Milli Gelir – Faiz = Refah +Nüfus Artışı + Depolanan Stok Mal + İmar

Bu denklemde faizin milli geliri kemirip eksilttiği çok açık bir şekilde görülmektedir.

Ayette faiz yiyenlerin şeytanın çarpmış olduğu kimsenin kalktığı gibi kalkacakları bildirilmektedir. Burada faiz yiyenler sanki saralının duruşu gibi ayakta durmaktadırlar. Böylece faiz yiyen bir toplum saralı bir hasta gibi krizlere tutulacak demektir. Tıp dilinde saraya epilepsie adı verilir. Epilepsie bir semptom-belirtidir. Sinir dokusunun anormal, aşırı ve zaman, zaman görülen deşarjı demektir. Bu hastalıkta şuur, geçici veya devamlı olarak kaybolur. Hasta bir kütük gibi yere devrilir. Bundan sonra horultu ve derin bir uykuya dalar. Vakasına göre 5 dakikadan yarım saate kadar süren bu uyku döneminden sonra hasta şaşkın bir ifade ile sersemleşmiş bir halde ve doğal bir şekilde ne olduğundan habersiz olarak uyanır. Bazı vakalarda uykuyu şiddetli bir (konfüzyon) takip eder. Uykudan kalkan hasta etrafına saldırır. Bağırır, çağırır, cinayet işler ve intihar bile edebilir.[895]    

Bu çeşit hastalıklar sinir sistemine olan hâkimiyeti kaybettirir. Bu hastalıklardan bir kısmı nörolojik, bir kısmı da psikolojiktir. Bugün bu hastalıklar tıp fakültelerinde nöroloji ve psikiyatri kürsülerinde tedavi edilmektedirler.

Faizli sistemin sağlık durumu, şuurunu kaybetmiş ve ne yaptığını bilmez bir delinin sağlık durumuna benzer. İşleyişi ve çalışması aynı onun davranışı gibidir. Psikiyatrik hastada görünüşte hiçbir araz ve belirti görülmeyebilir. Fakat bazı zaman onun çok güçlü olduğu hareketlerinden anlaşılır. Ancak bu hastanın dengesi yerine olmaz, anormal davranışlar sergiler. İşte milli gelirin gereken yerlerine açıkladığımız şekilde dağılmasını engelleyen faizli sitem de böyledir. O kendi kendini kemirmektedir. Bir gün gelecek bir kütük gibi yere devrilecektir. Fakat insanlar bugün bunun pek farkında değildirler. Ekonomik bedenin ve bünyenin azalarında beliren felçler faizin eserinden başka bir şey değildirler. Zaman, zaman nöbet krizleri de gelebilir. Hatta 1930lardaki krizin sebebi araştırılmış John Maynard Keynes gibi doktorlar faiz teşhisini koyarak tedaviyi faiz hadlerinin düşürülmesinde bulmuşlardır.[896] Bugün de bütün dünyadaki ekonomik bünyelerin, ekonomik düzenlerin sara hastalığına tutulup bayılma ve krizler geçirme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Ayetler:

1- Faizli sistem zekâtlı sistemin zıddı ve karşıtıdır.

2- Faizli sistem, ücreti, karı ve yatırımları kısar, en sonunda bunları tamamen ortadan kaldırır.

3- Faizli sistem, ekonomik dengeyi ve ekonomideki ahengi bozar. Bunların işlerliğine son verir.

4- Faizli sistem ile zekâtlı sistem ikisi bir arada yaşayamazlar.

5- Faiz bir toplum işidir; birey işi değildir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 275

“Onların bu halde olmaları, “alış-veriş aynı faiz gibidir” demeleri yüzündendir. Hâlbuki Allah alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır.”

 Faizli sistemin ekonomik düzeni mefluç hale getirmesi ve dengesini bozmasının sebebi, alış-veriş ile faizi aynı görmeleri ve öyle uygulamalarıdır.

El-Bev’u : El uzatmak manasınadır.[897] Bey’ satmak emektir. Ayrıca almak anlamına da gelir.[898] Alıcı ile satıcı akit yaparken birbirlerinin sağ ellerini tutarak toka ederler. Böylece verdikleri sözlerini hareketleri ile de ifade etmiş olurlar.[899] Bu el tutma işi başkan seçiminde de yapılır ki, buna biat adı verilir.[900] Biat (Bey'at): Ulu’l emre bağlılık sözü vermek demektir. Rasulullah, önemli dini-siyasi olaylar arifesinde veya İslamiyet’i kabul eden kimselerle ilk defa görüştüğünde biat almıştır. Biat, genelde el sıkışma şeklinde olmuştur.[901]

Biatte başkan seçilenin eli üstte, seçmenin eli altta olarak başkanı dinleme ve itaat etme sözleşmesi yapılırdı. Hâlbuki alış-veriş, icar ve kira gibi akitlerde ellerin her ikisi de düşey olarak tutulur. Başkanı dinleyip itaat etmek için söz verme demek olan biat ve ihtiyaçları gidermek için yapılan alış-veriş aynı zamanda bir toplantı yeri olan mabetlerin yanında yapılırdı. Halk gidip hem mabette ibadetini yapar ve hem de ihtiyaçları için alış-verişte bulunurdu. Hatta Kuran-ı Kerim’de hacdan ve cumadan bahseden ayetlerde de aynı resim tasvir edilmekte; bir taraftan hac ve Cuma ibadetlerinden bahsedilirken diğer taraftan da faydalanmadan, ticaretten, alış-verişten söz edilmektedir.[902] Yine bundan dolayı eski mabetlerin bir kısmına (kilise adı verilen Hıristiyan mabedine) biyat, çoğulu biya’ adı verilmektedir.[903]

İşte bey’ sözlük olarak bir akit ve bir sözleşmedir; terim olarak ise bu bir alış-veriş ve mübadele sözleşmesidir. Bu mübadele sözleşmesi sözleşmeye, alınıp satılan şeye, paraya ve paranın miktarına göre ayrı, ayrı kısımlara bölünür. Alış-veriş, alınıp satılan şeye göre şu kısımlara ayrılır:

1- Malın mal ile değiştirilmesine mukayada (trampa)

2- Paranın para ile değiştirilmesi ne sarf  (Kambiyo)

3- Malın para ile değiştirilmesine bey’ (Trade)

4- Paranın mal ile değiştirilmesine selem, adı verilir. Bunların her birerinin ayrı, ayrı hükümleri vardır.[904] 

Bundan başka satılan şeye göre icare, hizmet ve kira sözleşmeleri de vardır. İcare veya kira sözleşmelerinde menfaatin satımı gerçekleşir. Mesela bir insan emeğini satar ve onun karşılığında ücret alır. Hayvanını, arabasını veya evini kiraya verir ve bunların kargışlığında da bedelini alır.[905] İslam hukukçuları alış-verişi (el-bey’i) iki tarafın kendi rızaları-gönül hoşnutluğu ile talep edilen bir malı yine talep edilen bir mal ile değiştirmeleri (mübadele etmeleri)dir, şeklinde tarif ediyorlar.[906]

Bey’de ve mübadelede tam bir temlik vardır. Onun için kayıtlı ve muvakkat-geçici olan temlikler mübadele sayılmaz. Hibeler, tam ve devamlı olan bir temlik olduğundan bey’ sayıldığı gibi, gayrimenkullerin iareleri de bey’ sayılabilir. Çünkü bunlardan hibe karşılığı ve bedeli sıfır olan bir satıştır; ariyet de yine karşılığı ve bedeli sıfır olan bir icaredir.[907] 

Ribâ kelimesi rbv kökünden gelir. Arapçada bu kelime rbv, rby ve rbb olarak birbirine yakın anlamlarda kullanılır. Yüksek yer, artma, su yüzüne çıkma gibi anlamlar ifade eder.[908] Bunun ilk manası ise daha önce söylediğimiz gibi deriyi, yağını yavaş, yavaş emdirmek suretiyle hâsıl etmektir. Bu manalar ile ribâyı, bir şeyin zamanla yavaş, yavaş artarak büyümesi şeklinde düşünebiliriz.  

Bu anlayış ile bir kimsenin malının, başka bir kimsenin yanında zamanla artıp büyümesine ribâ denilebilir. Ayrıca milli gelirde zamanla meydana gelen artışa da riba denir.

Ancak ticari karlar bu tarifin içersine girmez. Çünkü ticari karlardaki artış, zamanın geçmesiyle değil, bir muamele neticesinde doğar. Bunda ani bir oluş ve muamele cereyan eder ve hemen bir kar meydana gelir. Alıp satarken elde edilen karda bir zaman düşünsek bile buradaki artan şey, malın kendisi değil, fiyatı ve değeridir. Mesela üç liraya alınan bir şey beş liraya satılmaktadır. Burada artan şey malın kendisi değil onun değeri ve fiyatıdır.

Emeğin karşılığı olarak alınan (verilen) ücretlerin biriktirilmesi de bir ribâ değildir. Bu ancak bir iddihar: yani biriktirmekten ibarettir. Yoksa bu bir artma değildir, emeğin kendisi artmamıştır. Sadece karşılığı ve bedeli olan ücret biriktirilmiştir. Faydalanmanın karşılığı ve bedeli olan kiralar da böyledir. Burada da faydalanma aynı kalır ve hiçbir zaman artmaz. Sadece bunun karşılığı olan kira birikir. Öyleyse kira da bir ribâ değildir.

Ribâ, alınan 1000 liranın veya 1000 kilo buğdayın belli bir zaman sonra mesela 1100 lira ve 1100 kilo buğday olmasıdır. Burada artan bizzat paranın ve buğdayın kendisidir. İşte faiz denen şey budur ve milli gelirdeki artış da böyledir. Milli gelir toptan artmıştır. Hem bu malın kendi cinsinden bir artmadır. Hz. Peygamber aynı cinsten olan mallar değiştirildiği zaman peşin ve aynı miktarda olmaları gerektiğini buyurmuştur. Bu konudaki “Buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla, tuz, tuz ile, altın, altın ile, gümüş, gümüş ile değiştirildiği zaman misli misline denk ve peşin yapılır. Fazlası ise faizdir.”, şeklindeki hadisi meşhurdur.[909]  

Esasen kar ile faiz arasında bir fark bulunduğu faizciler tarafından da kabul edilmektedir. Çünkü bütün iktisat kitaplarında faiz, sermayenin bir payı olarak gösterilmektedir.[910], kar da müteşebbise ayrılmaktadır.[911] Böylece kar ile faizin ayrı, ayrı şeyler olduğu görülmektedir. Yalnız İslam’ın dışındaki görüşler faizi, mesela liberalizm ve kapitalizm gibi, ya meşru görüyor veya sosyalizm ve komünizm gibi görüşler ise gayrimeşru sayıyorlar.

Ayetin ifadesine göre faizi kar gibi meşru sayanlar felç ve sara gibi kötü bir hastalığa tutularak krize tutulacaklardır. Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta vardır. Onların bu kriz belasına uğramaları, faiz alıp vermeleri yüzünden değil, faizi meşru saymaları sebebiyledir. Demek oluyor ki, faizin kendi kötü etkisinin dışında bir de meşru sayılmasından dolayı toplumda ayrıca çöküntüler meydana gelir. Bu çöküntüleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1- Faiz meşru sayılınca herkes kendisini rizikoya sokmadan, oturup kolay kazanmanın yollarını araştırır. Böylece toplumda çalışarak kazanma yerine sömürerek kolay kazanma felsefesi doğup yerleşir.

2- Faizin meşru sayıldığı bir toplumda parası olmayanlar, paralı olanların kendilerini sömürdüğünü gördükçe sadece sömürenlere düşman olmakla kalmazlar; doğrudan doğruya toplum düzenine düşman olurlar ve onu yıkmaya çalışırlar.

3- Faizin meşruiyeti insanda bir an evvel servet edinip köşeyi dönüp yan yatmayı hedef alan bir duygu uyandırır. Artık herkes gayrimeşru da olsa bir hendek atlama yarışına başlar. Meşru çalışma yerine gayrimeşru mal kazanma yolları tutulur.

4- Faizin meşru olduğu yerlerde kimse kimseye faizsiz bir borç vermez olur. Faizli ve teminatlı borç verme zorluğu dolayısıyla toplumda sermaye akışı yavaşlar dolayısıyla işsizlik meydana gelir ve neticede krizler baş gösterir.

5- Faizli sistem zenginin fakiri ezdiği bir sistem olduğu için bunun meşru kabul edilmesi toplumda zenginleri de merhametsiz hale getirir. Bu yüzden insanlar eti için kesilen bir koyundan farksız duruma düşürülürler.[912]   

Görülüyor ki, faizin zararları yalnız kendisinin meydana getirdiği zararlardan ibaret değildir. Bunun yanı sıra toplumun siyasi ve iktisadi düzeni bozulmakta ahlaki ve insanlık duyguları körelmekte, böylece toplum gerçekten cin-şeytan çarpmışa dönmektedir. İşte Kuran-ı Kerim bu durumun faizin meşru görülmesiyle meydana geldiğini açıklamakta, “Böyledir, çünkü onlar, alış-veriş aynı faiz gibidir, demişlerdi”, diyerek onların bu görüşlerini sebep olarak göstermektedir. “Zalike bi ennehum”, derken buradaki bi harfi sebebiye için gelmekle[913] bu mana daha açık bir şekilde anlatılmıştır.

Benzetmelerde asıl kural zayıf olan tarafın kuvvetli olana benzetilmesidir. Bazen de insanlar kuvvetliyi zayıfa benzetirler. Bu çeşit benzetmeye teşbih-i maklub adı verilir.[914] Ayette faiz taraftarları, alış-verişi faize benzetmişlerdir. Yani bir nevi teşbih-i maklub yapmak istemişleridir. Ancak bu benzeyen ile benzetilen arasında ortak bir vasfın bulunması gereklidir. Onun için farklı olan şeyler birbirine benzetilmezler. Böylece bu faizciler faizin asıl olduğunu farz ve iddia etmişlerdir.[915]  Onlar faiz ticaret gibidir diyecekleri yerde (tabi bu iddia da yanlıştır), ticaret faiz gibidir, demişlerdir. Bu benzetmedeki hataları göstermek için ticaret ile faizi karşılaştıralım.

1- Bey’, mülkün veya menfaatin tam temlikidir. Bu muamelede kar da ve zarar da etme ihtimali vardır.

Karz, (misli olan bir malın ödünç olarak verilmesi)[916] muvakkat bir zaman için mülkün temlikidir. Bunda da kar ve zarar etme ihtimali vardır. Eğer kar ve zarar, mülkü temlik edene ait olursa bu bir şirket olur yani mudarebe şirketi olur.[917] Eğer kar ve zarar temellük edene yani ödünç alana ait olursa bu da karz-ı Hasen adını alır. Bunların her ikisi de meşrudur. Eğer kısmen de olsa kar bir tarafın, zarar da diğer tarafın olursa, bu mutlak bir faiz olup gayri meşrudur. 

2- Ticaret, alma ve satma gibi, iki akit ile üretici, tüketici ve tüccar olmak üzere üç kişi arasında cereyan eden bir mübadeledir.[918] Faiz ise bir akid ile yalnız iki kişi arasından geçer. Bunun için birincisinde yani ticarette tüccar, üretici ve tüketiciyi buluşturma gibi bir hizmet yapar. İkincisinde yani faiz akdinde ise böyle bir hizmet söz konusu değildir.

3- Kira akdinde zaman faktörü menfaati ölçme vasıtası olarak kullanılır. Faizde ise zaman, artışın bizzat sebebi sayılmaktadır.

4- Ticarette malın fiyatı ve değeri artar. Faizde ise zimmet artar, ödenmesi gereken borç paranın miktarı artar.

5- Ticaretteki kar, zararı karşılamak için, kiralardaki ücret de amortismanı, aşınma ve yıpranmayı karşılamak için verilir. Faizde ise ne riziko, ne aşınma ve yıpranma vardır. Öyleyse faiz niçin verildiği belli olmayan karşılığı bulunmayan bir fazlalıktır.[919]   

Faiz ile kar arasındaki bu farkı iyice kavrayabilmek için burada gelir dağılımı formülüne tekrar dönmek istiyoruz. Batı üretim biçiminde elde edilen artı değer ve gelir fazlası, dört üretim vasıtası arasında bölüştürülür. Emek ücret, toprak kira, sermaye faiz ve müteşebbis de kar alır. Biz bu tasnifin yanında meseleyi daha iyi anlayabilmek için ikinci bir tasnif yaparak, tüccara kar, tesislere kira, emek sahibine ücret ve para sahibine de faiz verilmiş olduğunu düşünelim.

Herkesin kendi mesleğinde kalmaya mecbur olduğunu kabul ederek düşünelim. Yani tüccar, tesis sahibi, işçi ve sermaye sahibinden her biri kendi işinde kalsın ve kendisine düşen payı yine kendi işi için harcasın, başka bir yere aktarmasın. Mesela işçi faizciliğe, sermaye sahibi de tesis kurmaya kalkmasın. Şimdi bu hipoteze dayanarak neticenin ne olacağı hakkında düşünmeye çalışalım.

Ücretle çalışan işçiler aldıkları fazla ücreti ihtiyaç ve refahları için harcasınlar. Onların refahları artınca nüfusları da artar. Nüfusları artınca fazla iş gücü bulunur. Fazla iş gücü bulununca emek ucuzlar. Böylece ücret denge durumuna gelir ve emeğin gerçek payı olur. Tüccar sağladığı kar sayesinde sermayesini artıracak ve artırdığı sermaye kadar mal depo edecektir. (Tüccarın para depo edemediği hipotezini kabul ediyoruz.) Fazla mal bulunması fiyatların düşmesine sebep olacak ve bu da tüccarın karını azaltacaktır. Buna göre tüccarın sermayesi bir noktada denge durumuna gelecek ve alınacak kar haddi ancak masrafları karşılayacak kadar olacaktır. Böylece tüccarın payı olan kar, kendiliğinden meydana gelip tespit edilmiş olur.    

Tesis sahipleri aldıkları kira ile amortisman ve yıpranmalarını karşıladıktan sonra artırma yapacaklardır. Başka yere bir aktarma yapmayacaklarından dolayı yeni yatırımlara girişecekler ve böylece tesisler çoğalacaktır. Tesislerin çoğalması ile kira hadlerini düşürecek; kira hadleri düşünce tesis sahiplerinin gelirleri de düşecektir. Bir noktada denge sağlanacak ve bu nokta tesis sahiplerinin payını tayin ve tespit etmiş olacaktır.

Biz bu kıyasta üç faktör arasında birinden diğerine aktarmanın yapılmadığını kabul ettik. Aslında bu faktörler arasında aktarma yapıldığı zaman bu durumda hiçbir değişiklik meydana gelmez. Çünkü her üç faktör denge haline geldiği zaman aktarmalar kendiliğinde durmuş olacaktır.

Bu üç faktörün bu şekilde anlatılmasından sonra para sahibine verilen faizi ele alalım. Verilmiş olan faiz, para sahibinin parasını artırır. Tedavülde bulunan para sınırlı ve mahdut olduğu için sermaye sahiplerinin parasının artması demek, başkalarının parasının azalması demektir. Bunun anlamı ise şudur, eskiden faiz haddi mesela yüzde beş iken şimdi yüzde yediye çıkar. Çünkü parayı kullanan kimseler, daha çok paraya ihtiyaçları olduğu halde az bir paraya sahiptirler. Faiz haddi ne olursa olsun, bunlar kredi almaya mecbur olurlar. Hâlbuki bu para sahibi için ise böyle bir durum yoktur. Zira paranın depo edilmesi, istif edilmesi bir külfet olmadığı gibi daha fazla faize vermek için bekletmek imkânı da vardır. İşte faiz ile diğer faktörler arasındaki asıl fark buradadır. Kar, kira ve ücretler yükseldiği zaman piyasa bunları düşürmeye çalıştığı halde faiz için böyle bir ayarlama olmaz. Bu sebeple faiz dengenin daha da bozulmasına yardım eder. Faizli muamele devam ettikçe ekonomik denge de artan bir hızla bozulmaya devam eder. Sonunda bütün ekonomik düzen bozulur. Sosyal huzursuzluklar baş gösterir. İşte bundan dolayı faiz ticaretin bir benzeri değildir.

Faizli düzenden iktisadi dengenin kurulması çok zordur. Ücret, fiyat ve kiralar durmadan artar. Borçlar da artmaya devam eder. Böylece kararsız bir denge ortaya çıkar. Bu açıklamalar bey’ ile ticaretin hiçbir zaman faize benzemediğini göstermektedir.[920]

Burada ticaret faiz gibidir, diyenler, ayetin başında geçen faiz yiyen kimselerdir. Faiz yiyenleri, “milli gelir toplumundur”, “milli gelir sermayenindir”, diyenler olmak üzere iki kısma ayırmak mümkündür. Bunlardan birincisi, milli geliri, üretim faktörlerine ve bireylere dağıtmayıp bu toplumundur, demektedirler. Buna göre milli geliri idareciler harcamaktadır. Böylece idarecilerin, pay sahiplerinin milli gelirdeki haklarını yedikleri bir gerçektir. Bu düşünceyi sosyalist görüş temsil etmektedir.

Diğer grup ise milli geliri sermayenin bir hakkı kabul ederek onu faiz halinde zenginlere ve bankerlere verir. Bu görüşü savunan kapitalist düşünce biraz yumuşamakla üçüncü bir grup olarak karma ekonomi adı altında ortaya çıkmıştır. Bunların her birinin ortak felsefesi faizin kar gibi ya da karın faiz gibi olduğu görüşüdür. Bu üç ekolü şöyle özetleyebiliriz.

1- Hem karı ve hem de faizi yasaklayan sosyalist görüş

2- Hem karı ve hem de faizi meşru sayan kapitalist görüş

3- Hem karı ve hem de faizi yarı meşru sayan karma ekonomi görüşü.

 İslam ise bunlardan apayrı bir yol izlemektedir. İslam ekonomisi karı tamamen serbest, faizi ise tamamen yasaklamakla kapitalizmden bunlarda, yarıcılık değil de hepçilik esası uygulamakla karma görüşten ayrılmaktadır. Bunu da şöyle formüle etmek mümkündür. Karı tamamen serbest, faizi ise tamamen yasak sayan İslami görüş[921]

Misl: Ayak üzere dikilip durmaya ve yere yapışıp yatmaya müsûl derler.[922] Hatta döşeğe de mis?l denilmektedir. Kuran-ı Kerim’de de aynı kökten gelen tem?s?l kelimesi heykel manasına gelir.[923] Misl bir şeyin dengine, aynısına denir. Benzerine ise mesel denir.[924]

Ticareti faize denk tutmak demek bunların her ikisini aynı hükme tabi tutmak demektir. Bu da kapitalistler gibi ya her ikisini meşru saymak veya sosyalistler gibi her ikisini de gayri meşru kabul etmek ya da karma ekonomiciler gibi kayıt altına alarak ikisini yarı meşru saymakla gerçekleştirilir.

Burada ticaret faize benzetilmiş de faiz ticarete benzetilmemiştir. Hâlbuki faiz ticarete benzetilerek, faiz ticaret gibidir, denilseydi cümlenin gelişine daha uygun düşer gibi gelirdi. İnsan ilk bakışta böyle düşünebilir. Ancak bu ayet bu şekilde getirilmekle kapitalistler kadar sosyalistlere de cevap olmaktadır. Çünkü faiz kötü ise ona benzeyen ticaret de kötü olmalıdır. Faiz yiyenler denilirken kapitalistler, ticaret faiz gibidir diyenlerden söz edilirken sosyalistler hatıra gelir. Yiyenler denildiği için de kapitalistlerin sömürüde ileri oldukları, diyenler denildiği için de sosyalistlerin fitnede ileri oldukları düşünülebilir. Bununla beraber hem sömüren hem de yaygara yapan fitneci aynı ibare içinde geldikleri için aynı derecede haksız ve batıl yoldadırlar.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Bey’ (mübadele), mülkiyetin veya menfaatin başkasına temlik edilmesidir.

2- Alış-veriş (mübadele), iki tarafın kendi rızaları ile gönül hoşnutluğuyla talep edilen bir malı yine talep edilen bir mal ile değiştirmeleridir.

3- Karz, mülkiyetin başkasına geçici olarak temlik edilmesidir.

4- Kar, zararı karşılar, malın değerindeki bir artıştır, fiyat farkıdır.

5- Faiz rizikoyu üzerine almaz, milli gelirdeki artıştır, malın aynen artmasıdır.

6- Faizin asıl zararı, yan tesirleridir. Çalışmadan kazanmayı, karşıdakini sömürmeyi, tembelliği, fakirliği, düzensizliği ve ihtilalleri doğurur.

7- Kar ile mal, ücret ile emek ve kira ile tesis stabildir, istikrarlıdır. Bunlar hem kendi aralarında ve hem de diğerleri ile bir arada dengeyi sağlarlar.

8- Faiz ile kredi instabildir. Yani bunlar hem kendi aralarında bir denge sağlayamazlar ve hem de diğerlerinin dengesini bozarlar.

9- İslam dışı diğer sistemler, faiz ile karı aynı kabul etme görüşü üzerine dayanırlar.

10- Faizin bizzat kendisi zararlı olduğu kadar, faiz ile karı aynı kabul etmenin ve aynı görmenin de ayrıca zararları vardır.

11- Faiz yüzünden toplumun siyasi ve iktisadi düzeni bozulur, ahlaki ve insanlık duyguları körelir, böylece toplum gerçekten cin-şeytan çarpmışa döner.

12- İslam sistemi ise ticareti helal, faizi de haram kılmıştır.

13- Sistemlerden birisi (kapitalizm) faiz ile karı meşru; diğeri (komünizm) her ikisini gayri meşru; bir diğeri (karma ekonomiciler) de yine her ikisini yarı meşru saymışlardır.

14- Bu sistemlerden bir kısmı, faiz yüzünden sömürüde ileri gitmiş, bir kısmı da bozgunculukta ileri gitmiştir.

15- Milli gelirdeki artış, imara, nüfus artışına, refaha ve yedek mal stoklarına yöneltilecek yerde faize aktarılıp kaydırılmaktadır.  

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 275

“Hâlbuki Allah, alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır.”

Cümlenin başında vav harfi getirilmiştir ki buna vasl adı verilir. Vav harfi, kelimeyi kelime üzerine, cümleyi de cümle üzerine atıf yaptığı gibi, ikinci cümlenin birinci cümleye hal vaki olmasını da sağlar.[925] Bu cümle bir başlangıç cümlesi olabileceği gibi[926] hal cümlesi de olabilir.[927] İnsanın vaziyetine, üzerinde bulunduğu durumuna hâl denir.[928]

Bu hal cümlesi, onların yaptıklarının yanlış olduğunu bildirmekle beraber, ayrıca genel bir kural da ortaya koymaktadır. Tabii bir düzen hiçbir zaman insanlar tarafından değiştirilemez. Allah’ın helal kıldığını onlar nasıl haram derler; haram ettiğini de nasıl helal edebilirler?      

Ayetin bu bölümü faizli sistemin karşısında olan faizsiz sistemin özelliklerini çok veciz bir şekilde ifade etmektedir. Faizli sistem değil, zekâtlı sistem esastır. Alış-veriş tamamen serbest faiz ise tamamen yasak, zerresi bile haramdır. İşte Allah böyle bir düzen kurmuştur.[929]  

Yukarıda bey’ ve ribâ kelimeleri hakkında oldukça bilgi verilmişti. Burada da helal ve haram kelimelerinin anlamlarını hatırlayarak ayetin manasını çözmeye çalışalım.

Hall, hulûl : Donmuş bir şeyin çözülüp erimesine denir.[930] Bu aslında düğüm çözmek demektir.[931] Nitekim ayette “Dilimdeki düğümü çöz”, buyrulmuştur.[932] Bu kelime yüklerin çözülmesinden istiare edilerek gelmek, konmak, girmek manalarında kullanılmıştır. İşte helal Allah tarafından yapılmasına izin verilip müsaade edilmiş ve üzerinden nehiy-yasak-haram düğümü kaldırılmış mubah şeye denir.[933]

Haram ise yasak olan nesne, kullanılması yasak olan şey demektir.[934] Harîm, yasak edilmekle asla yapışılıp dokunulmaz olan nesneye denir. Evin çevresinde ve yöresinde, eve mahsus olan ve başkalarının mülkiyeti atkına alması yasak olan yere harim-üd dar: evin harımı denir. Yerde kazılan kuyuların da harimi vardır. Onun için başkaları gelip de bir kuyunun hemen yanı başında bir kuyu kazamaz. Buna da harim-ül bi’ri: kuyunun harimi denilmektedir.[935] Nitekim Türkçede de ev, bağ ve bahçenin etrafında duvarların üzerine konulan çalı-çırpıya harım denilir. İşte haram, Allah tarafından katı bir emir ile yapılması yasaklanmış olan şeylerdir.[936]

Helal ve haram birer hükümdür. Bunların helal ve haram edilmelerine sebep teşkil eden illet de kendi manalarında saklıdır. Bünyeye uygun olan, faydalı ve münasip şeyler, helal kılınmış; bünyeye uygun olmayan, zararlı ve yabancı şeyler ise haram kılınmıştır.

Ayette helal kelimesi if’al, haram kelimesi ise tef’il babından getirilmiştir. Buradan helal edilen şeyin normal bir şekilde helal edildiğini, haram edilen şeyin ise çokça yani şiddetli bir şekilde haram kılındığını anlamaktayız. Çünkü tefil babı bunu gerektirir.[937] Bundan da şu netice çıkar ki, bazı olağanüstü durumlarda ve bazı şartlar altında helal olan ticarete izin verilmeyebilir. Fakat yasak olan bu faize hiçbir zaman izin verilemez. Onun için faizin en küçük zerresi bile yasaktır.

“Allah alış-verişi helal etti.”, cümlesi “faizi haram etti”, cümlesinden daha önce getirilmekle de ticaret serbestliğinin faiz yasağından daha önemli olduğu bildirilmiş olmaktadır. İşte bunun için ticaret helal kılınmıştır. Hiçbir suretle devamlı olarak yasaklanamaz ve kaldırılamaz. Faiz ise şiddetli bir şekilde yasaklanmıştır. Onun için faize hiçbir suretle ruhsat verilemez ve müsaade edilemez.

Burada “helal kılındı” ve “haram kılındı” denilmeyip de “Allah helal kıldı” ve “Allah haram kıldı” buyrulmuştur. Bunun iki sebebi olabilir: Birisi bu helal kılma ve haram kılma işinin ancak Allaha ait bir şey olduğunu ve bunun doğal düzenin bir icabı olduğunu bildirmektir. Bu hususta insanların yapabilecekleri herhangi bir şey yoktur. Bu yaratılış kanunlarının bir gereği olarak böyledir, diye fiil Allah’a izafe edilmiştir, diyebiliriz. Diğeri ise bu helal etme ve haram kılma işinin önemine binaen Allah’a izafe edilmiş olduğu düşünülebilir.

Böylece burada devletin bu serbestliği getirmesi ve yasaklığı koyması gerektiği belirtilmiş olur. Yani İslam ekonomisinde ticarete serbestlik tanıyan ve faize de yasaklık koyan devlettir. Bu da tekrar söylemek gerekirse İslam düzenini kabul etmiş olan bir devlettir. İslami olmayan devletler ise yine devletlik yetkisini kullanarak ticareti yasaklayabilir ve faize serbestlik getirebilir. İslam’ın buna diyeceği bir şey yoktur. Ancak böyle devletler bunu yapmakla doğal düzeni terk etmiş ve vatandaşları şeytan çarpmışa dönmüş olan bir düzeni getirmiş olurlar.

Ticaret yapmanın serbest ve helal, faiz alıp vermenin ise yasak ve haram olduğunu bildiren bu ibare, vav harfi ile bitişik yani vasl olarak getirilmiştir. Öyleyse bu her iki hususun ancak bir arada bulunması bir anlam ifade edebilir. Mesela İslam ekonomik düzeninin kuruluşu ancak bu suretle gerçekleşir. Yoksa bunlardan birisi bulunur, diğeri bulunmazsa bu düzen İslami olmaktan çıkar. Zira bu iki esastan her biri diğerini tamamlamaktadır. İşte bu hal, İslam’ın ekonomik sistemini diğer sistemlerden ayırıp farklı kılan en önemli esaslardan birisidir.        

Faizin yasaklığı tamamen uygulanabilir bir olaydır. Çünkü bu bir yapmamaktan ibaret bir işlemdir. Faiz alınıp verilmez, böylece iş olur, biter. Ticaret serbestliği ise böyle değildir. Onda bir oluş ve bir hareket vardır; onun şöyle olması be böyle olması söz konusudur. Bu şöyle veya böyle olma hareket ve davranışının esasına gelince işte İslam ekonomisi bu konuda serbest rekabet ve serbest pazarlık esasını getirmiştir. Başka ayetlerden de anlaşıldığı gibi, mübadelede, bir alış-veriş sözleşmesinde tarafların rızalarının bulunması yani gönüllerinin hoşnut olması şarttır.[938]      

Ticaret ile faiz arasındaki farkı iyice anlayabilmek için irade ile rıza arasındaki farkı bilmemiz gerekir. Kelam ilminde Allah’ın iradesi ve rızası ile ilgili bir konu vardır. Günah bir fiilin işlenmesinde Allah’ın iradesi vardır amma rızası yoktur. Allah’ın iradesi, meşieti ve takdiri bütün fiillere taalluk eder, fakat kötü şeylere taalluk etmez.[939] Allah, kullarının küfrüne asla razı olmaz.[940]    

Kumar da aynı böyledir. Kumarcının karşı tarafa kaptırdığı para, kendi iradesi ile olmuştur. Ancak o bu para kaptırmaya razı değildir. Hâlbuki o kumarhaneye kendi iradesi ile gitti ve kumar oynadı. Eğer gitmek istemeseydi, oraya gitmez ve oynamazdı. Fakat o kendi isteği ile gitti, kumar oynadı ve kaybetti. Hâlbuki o kaybetmek istemiyor, kazanmak istiyordu. O kendi rızası ile gönül hoşnutluğu ile kaybetmedi. İşte Allah da insanları yaratırken kendi iradeleri ile hatta kötülük de yapabilecek bir şekilde yaratmış; onlara cüzi irade vermiştir. Küfür de böyle Allah’ın iradesi ile olur. İşte faiz de aynı bunlara benzer. İnsan kolay, kolay faiz vermez; o mecbur kaldığı için faiz verir. O bunu kendi iradesiyle verir, fakat onun buna rızası yoktur. Hatta hiçbir kimse kendi istek ve arzusu ile seve, seve faiz vermez.[941]        

Bey’ ve icare ayni bir malın ve menfaatin rıza ile başkasına temlik edilmesidir.[942] Hiçbir kimse ellerindeki malların hepsini bizzat kendisi kullanıp tüketmez. Hemen, hemen herkes, elindeki malını ucuz veya pahalı olarak bir başka mal ile mübadele etmek durumundadır. Burada rıza dışı olan bir şey yoktur. Çünkü piyasa tamamen serbest olarak arz talep kanunları dengesiyle kurulur. Faiz ise buna benzememektedir. Zira faiz, sermaye temin etmek için verilir. Bu sebeple birey sermaye malını elde edebilmek için fazla, fazla faiz ödemek durumunda kalır. İşte o, bu fazlalığı gönül hoşnutluğu ile seve, seve vermez.       

Eğer bir şey aynı kendi cinsinden olmak üzere zamanla artıyorsa buna riba adı verilir ve bunun bizzat kendisinde faiz var demektir. Mesela bir ortaklıkta veya başka bir şeyde eğer bir taraf kazanıp kar ediyor, diğer taraf ise kaybedip zarar ediyorsa bu da faiz olur. Ancak eğer kar ile zarar taraflara dağılmayıp ortak oluyorsa burada faiz yoktur. Riziko taşımadan elde edilen karlar, aynı zamanda bir emek karşılığı da değilse bunlar da faiz olurlar. Hele sadece zaman faktörü yüzünden elde edilen karlar tamamen faiz olurlar.[943]  

Hz. Peygamber faiz hakkında hadislerinde şöyle buyurmuşlardır. “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, faiz yemeyen hiçbir kimse kalmayacaktır. Eğer faiz yemese bile, ona eserinden (tozundan) dokunacaktır.”[944] “Faiz yetmiş üç çeşittir.”[945]

Ticaret malı satan bir kimse parasının bir kısmını tahsil etse geriye kalan alacağı için fiyatını artırsa bu faiz olur. Ancak borç ödenmediği takdirde alış-veriş akdini bozup parasını iade ederek malını geri alırsa bu sözleşmenin feshi olup İslam hukuk terminolojisinde ikale adını alır.[946] Yani bu faiz olmaz.

Faiz sisteminde karın bir tarafa zararın da bir tarafa yüklenmesi, hiçbir riziko taşımadan kazanma, zamanla paranın para kazanması gibi, temel kurallar vardır. Bu muameleler, haksız iktisaba sebebiyet verdikleri için İslam ekonomisinde yasaklanmışlardır.[947]

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Bir şeyi helal ve haram kılma hakkı Allah’a aittir. Hiçbir kimse kendiliğinden helal ve haram hükmünü veremez.

2- Alış-veriş tamamen serbesttir ve serbest mübadele esası vardır.

3- Bünyeye uygun olan, faydalı ve münasip şeyler helal kılınmış, bünyeye uygun olmayan, zararlı ve yabancı şeyler ise haram kılınmıştır.

4- Bazı hallerde ve olağanüstü durumlarda bazı şeylerin alış-verişi yasaklanabilir. Fakat faize asla müsaade edilemez.

5- İslam ekonomisinde devlet, faiz yasağı ve ticaret serbestliği esasının işlerliğini sağlamakla görevlidir.

6- İslam ekonomisinde faiz yasağı ile ticaret serbestliği biri diğerinde ayrılmayan iki unsurdurlar.

7- Ticaret irade ile yapılır, bunda rıza-gönülde meydana gelen hoşnutluk da vardır. Faiz ise böyle değildir. Birey faizi kendi iradesiyle verse bile onun buna rızası yoktur.

8- Riziko taşımadan elde edilen karlar faiz olur.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 275

“Bundan böyle kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelir de son verirse, artık geçmiş olan kendisine aittir.”

Va’z : Öğüt vermek, iyi ve kötü şeyler hakkında sözlü hatırlatma yapmak demektir.[948] Bir şeyin kötülüğünü anlatmak vaazdır.

Faizin zararlarını ve kötü neticelerini insanlara anlatmak bir vaazdır. Allah bize burada faizin zararlarını anlatmakla vaaz etmektedir.

Burada aynı zamanda vaazın nasıl yapılması gerektiği de öğretilmektedir. Bir şeyden sakındırmak için önce onun zararları açıklanmalıdır.

İntihâ : Dere suyunun son bulduğu yere tenhâ denir.[949] İntihâ, esleyip-dinleyip geri durmak, son vermek, vazgeçmek demektir. Bu kelime bireylerin faize kendi kendilerine son vermeleri için iftial babından getirilmiştir. Faiz birey için haramdır; ama yasak değildir. Toplum için ise yasaktır. Bunun için İslam ekonomisinde devlet, bir cemiyet haline gelmiş, müesseseleşmiş olan faiz kurumlarını kapatır. Bu şekildeki bir faizciliği yasaklar. Ancak Ahmet’in Mehmet’e faiz vermesi gibi münferit, kendi başına kalan hususlarda bir şey yapamaz. Ancak böyle olan faiz anlaşmaları mahkemeye intikal ederse mahkeme bu davalara bakmamakla devlet faizi korumamış olur.

“Artık geçmiş olan kendisinindir”, denilmekle faiz yasağı hükmünün makabline şamil olmadığı bildirilmektedir.[950] Böylece bu yasaktan önce yapılmış olan faiz sözleşmelerinin feshedilmeyeceği açıklanmış oluyor. Bu yasak öncesi yapılmış olan fiillerin haram olmadığını bildirir, diye bir düşünceye kapılmak yanlıştır. Çünkü yasaktan evvel, yani bildirilmeden önce zaten haramlık ve helallik söz konusu olamaz. Ancak daha evvel faiz sözleşmesi yapılmış, fakat henüz ödeme yapılmamış durumda ise faizci sadece sermayesini alır, faizi ise almaz, geri bırakır.[951] Ayette de geçtiği üzere Haram ve yasaktan sonra geriye kalmış olan faizler alınmaz bırakılır, sadece sermaye alınır.[952] Bu durum bugünkü hukukta da böyle olup kanunlar makabline şamil tutulmazlar.

Ayette faizin şahsın kendisine ait olacağı, temlik için olan lam harfi ile ifade edilmiştir. Böylece gayri meşru iktisaplarda bile mülkiyet hakkının zedelenmeyip var olduğu anlaşılmaktır.  

Burada İslam ekonomisinin çok önemli bir esası daha ortaya çıkıyor. Toplumdaki kötülükler iyiliklerle kaldırılır. Mesela gayri meşru yoldan kazanç sağlayanların mallarını ellerinden almak yerine, meşru kazanç elde etme yollarını desteklemek gerekir.

Demek ki, bu ayet ile bir mal, geçmişte haksız olarak elde edilmiş olsa bile şimdi hakka yöneltmek şartıyla meşruluğu tescil edilmiş olabilir. Böylece toplum daima iyiye doğru yöneltilmiş olur.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Bir şey yasaklanmadan önce onun zararlı olduğu söylenmeli ve zararları da açıklanmalıdır.

2- Faizin kötülükleri ve zararları insanlığa anlatılmalıdır.

3- Faiz, birey, birey olarak herkese haramdır. Tüm olarak topluma ise yasaktır.

4- Faizin zararları maddi olup herkesin kendisine raci olur.

5- Faizin zararları, (mesela ekonomik hayatta sebep olduğu krizleri) kendisini tam olarak göstermeden önce bazı belirtileri ortaya çıkar.

6- Faizin kötülükleri Allah tarafından anlatılarak nehyedilmiştir.

7- Faiz, bireyler için yasak değil, haramdır.

8- Mülkiyetten maksat, malların daha faydalı hale yöneltilmesidir. Ancak bir malın faydalı tarafa yöneltilmesi için, onun meşru yoldan kazanılmış olması şart değildir.

9- Mülkiyet sadece geçmişin bir neticesi olarak değil, aynı zamanda geleceğin faydası için de konulmuş olan bir haktır.

10- Bilinmeden, farkına varılmadan gayri meşru yoldan elde edilen mallara hakka dönmek şartıyla, mülkiyet hakkı tanınabilir.

11- Şimdiki halde düzelmiş olan kimselerin hakları kötü geçmişlerinden dolayı kısıtlanamaz.

12- Ceza vermenin ve tazmin ettirmenin gayesi geleceğe ibret olmaktır, yoksa geçmişi düzeltmek demek değildir.

13- İyilikler kötülükleri ortadan kaldırır.   

14- Faizsiz düzen faizli düzenin geçmişteki kötülüklerini, faizin yol açtığı zararları ortadan kaldırır.

15- Yaptırımcı önlemler ve zorlu tedbirler almak faizin sebep olduğu kötülükleri ortadan kaldırmaz.

16- Toplumdaki kötülükler iyiliklerle yok edilmelidirler. Böylece meşru yolda olan kimseler desteklenince gayri meşru yolda olanlar da kendine gelip düzelirler.    

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 276

“Allah faizi mahveder (eksiltir), sadakaları ise artırır.”

Mihâk : Ayın sonundaki üç geceye, ayın sabah ve akşam güneş ışığının etkisiyle gizli kalıp görünmez olmasına denir.[953] Sonraları bir şeyin tesirini izale edip belirsiz hale getirmek manalarında kullanılmıştır.[954] Kuran-ı Kerim’de ise [955]kâfirlerin ve faizin mahkından bahsedilmektedir. Mesela küfür kıyamete kadar devam edecektir. Ancak imanın ışığı karşısında sinmiş ve silinmiş gibi gözükür, sözünde mahk ile mahv’in farkı anlaşılabilir. Mahv, bir şeyin eserinin tamamen silinip ortadan kalkmasına denir.[956] Mahk ise görünürde yok olup tesirsiz-etkisiz hale gelme anlamınadır.

Bu ayette Allah’ın faizin bereketini gidereceğini ve faizli malı eksilte, eksilte tüketeceğini bildirmektedir.[957] Yani İslam düzeninde İslam ekonomisinin kanunları uygulanınca faizin tesiri ve faizde artıp çoğalma yok olur ve ortadan tamamen kalkmış gibi gözükür. Bu kelimenin muzari olarak gelmesi, bu işin kıyamete kadar sürüp gideceğini, Allah’a isnat edilmesi de bu işin mutlaka olacağını; faizin dolunay, yarımay ve hilal devrelerini geçiren ayın gözden kaybolduğu gibi, silinip yok olacağını ifade eder.[958]  

Faizin yok edilmesi iki yolla gerçekleştirilebilir. Faizsiz bir kurumun faizli bir kurumu, faizsiz düzenin faizli düzeni ortadan kaldırması yoludur. İkincisi ise faizli sitemin kendi içersinde kendi kendini yok etmesidir. Bu durum Hz. Peygamber’in “Faiz, daha çok servetin azalmasına sebep olan bir şeydir”, şeklinde tavsif buyurdukları bir hadisin neticesi olarak meydana gelebilir.[959]   

Burada evvela faizin yok olmasından ve onu Allah’ın yok etmesinden bahsedilmesi ikinci yok oluşa yani faizin kendi kendini yok edeceğine işarettir. Bu ifade aynı zamanda ekonomik bir esas da ortaya koymaktadır. Faizli bir sistemde üretim vasıtalarından yeteri kadar faydalanılamaz.[960] Yatırımlar kısıtlanır, gelir dağılımında dengesizlikler meydana gelir.[961] Bu yüzden fakirler daha çok fakir, zenginler de daha çok zengin olmakla toplumda isyan ve ihtilaller çıkar ve sistem kendi kendini ortadan kaldırır.

Ayette mahk kelimesi kullanılmakla bu kelimenin gündüzleyin ayın güneş ışığından kaybolup görünmemesi anlamına geldiğinden faizli sitemin faizsiz sistemle yok edileceği fikri akla gelmektedir.

Bir toplumda faizin meşru olması demek, zenginler fakirlerin servetlerini azaltıp kendi servetlerini artırıyorlar demektir. Bir adamın 1000 lirası olduğunu, diğerinin de 500 lirası bulunduğunu düşünelim. Para ihtiyacının da 750 lira olduğunu farz edelim. Buna göre 1000 lirası olan kimse 500 lirası bulunan kişiye 250 lira vererek bir yılı böyle geçirsinler. Gelirde hiçbir artış olmadığını kabul ederek yüzde on (%10) faiz üzerinden gelecek yıl için her ikisinin parasını hesaplayalım. 1000 lirası olan kimsenin yılsonunda 1025 lirası olduğu, 500 lirası olan kişinin ise 475 lirası kaldığı görülür. Bu böyle devam ettiği müddetçe bir gün gelir, bütün paranın tamamen zengin kişinin elinde toplanmış olduğu görülür.

Artık bundan sonra halkın elinde zenginin işçilere ürettiği malları satın alma gücü kalmayacaktır. Bu defa zengin parayı tekrar iade etmek için halkın elinde bulunan gayrimenkulleri satın alacak ve ülkede mülkiyet yerine kira sistemi kurulacaktır. Bu ise malların itinasız, gelişi güzel kullanılmasını doğuracak ve ülke gittikçe fakirleşmeye başlayacaktır.

Zenginler bu sefer de gayrimenkulleri borçla halka geri verecek ve yine faiz almaya devam edecektir. Böylece halk devamlı olarak borçlu, zenginler ise alacaklı bir durumda bulunmakla toplumda birbirine zıt iki sınıf doğmuş olur.

Bu sistem başlangıçta zenginlik devirlerinde çalışır gibi gözükebilir. Ancak çeşitli sebepler yüzünden doğan kriz devreleri gelmeye başlayınca halk, istediğini bulmaz bir duruma düşer ve bütün suçu zenginlere atarak bir halk direnişi başlar. Çeşitli bahanelerle yer, yer ayaklanmalar ortaya çıkar Bunun neticesinde ya komünizm gibi bir devlet yönetimine ya da faşizm gibi bir dikta rejimine gidilir. İşte böylece faizli sistem kendi kendini mahk etmiş, yani ortadan kaldırmış olur.

Diğer taraftan bireyler arasında buğuz hâkim olur. Toplumda karşılıklı güven hissi ortadan kalkar. Zenginlerle fakirler arasında haset ve kıskançlık duyguları gelişerek kin ve nefret haline dönüşür. Neticede düşmanlıklar meydana gelip sınıf kavgaları başlar. Böylece toplum her yönüyle yıkılışa gider.[962]

Faizin milli gelir artışındaki mahk: eksiltme etkisi ise marjinal fayda (son birim yararı) teorisiyle açıklanabilir. Serbest rekabet neticesinde milli gelir dağılışında kira, kar ve ücretler marjinal faydayı azami yapacak şekilde dağılır. Bu dağılım hem kişiler ve hem de üretim faktörleri bakımından en iyi bir şekilde gerçekleşir. Mesela tesisini en ucuz kiraya veren kimse aldığı bedeli gayrimenkule çevirir. Dolayısıyla böylece toplumda en düşük kira piyasası doğmuş olur. Mübadelede en az karla satış yapan bir tüccar, sürümden kazanarak en çok karı sağlamış olur. Dolayısıyla o, böylece en çok ticari sermayeyi kendi elinde toplamış olur. En çok iş yapan kimseler en fazla ücret almaya hak kazanırlar. Dolayısıyla böylece işler en düşük ücrete razı olan kimselerin elinde toplanmış olur.

Faiz ise bir kabiliyete göre değil de sadece daha evvelki sermaye yığılışına göre verildiğinden tesadüfen birisinde biriken sermaye bu şahsın kendi kabiliyeti ve yarışması olmaksızın artarken diğer kişilerin sermayesi ise azalır. Böylece faiz yalnız kendi alanında değil, diğer bütün sahalardaki azami marjinal fayda dengesini bozup ortadan kaldırır.

Tam bu noktada John Maynard Keynes hatıra geliyor. Ona göre üretin inkısamdan-bölüşümden önce gelir. O yüzden emek ve sermayenin istihdamını temin etmek gerekir. Bunun için de faiz hadlerini düşürmeli ve sermayenin verimliliğini artırmalıdır. Bu tedbirler sayesinde üretim mallarına tahsis artar, milli gelir yükselir ve bireyler de çalışma imkânı bulmuş olurlar.[963]

Diğer taraftan faizsiz sistemin faizli sistemi yok etmesi de yine aynı şekilde ekonomik kanunlar açısından açıklanabilir. Faizsiz sistemde zenginlerden sermaye vergisi alınmakta ve bu fakirlere-halka karşılıksız olarak dağılmaktadır. Böylece halkın elinde faizcilerin tuzağına düşmeyecek kadar bir imkân bulunmuş olur. Artık hiçbir kimse yaşamak için faiz alma durumunda kalmaz. Bu durum ise faizcileri imkânsız ve işsiz bırakır. Faizciler olsa, olsa çok karlı bir iş yapan kişilere kredi verme yolunda çalışabilirler. Yalnız zamanla bu kapı da kapanmak durumunda kalır. Çünkü buna karşı karz-ı hasen- faizsiz banka kurumu kurulmuş olup böylece iş yapacak müteşebbislere faizsiz kredi sağlanır. Böyle bir durum karşısında hiçbir kimsenin faizsiz kredi dururken gidip de faiz ile kredi almaya yanaşmayacağı son derece doğaldır. Eğer alan olsa bile faizin maliyete intikal etmesi sebebiyle bu davranışın faizsiz çalışan bir kurum ile rekabet etme imkânı bulamayacağından güneşin ayı görünmez hale getirdiği gibi faizsiz sistem de faizli sistemi mahk edip ortadan kaldırır.  

Sadaka : Mızrağın doğru ve sağlam vasfını, sadk kelimesi ile ifade ederler.[964] Kocanın karısına veya karının kocasına sadakati karşılığı olan mihire de aynı kökten gelen saduka adı verilir. 

Devlete verilen vergilerde iki özellik görülür. Birisi malın nami olması dolayısıyla devletin artıp çoğalan milli gelirden pay alması anlamına gelir ki, bu zekât kelimesiyle ifade edilmektedir. Diğeri ise Müslüman vatandaşın kendi beyanına göre yukarıda kendisinden söz edilen nami malın zekâtını vermesi devlete olan sadakatini ifade etmektedir. Zaten bu anlamda zekât sadaka demek olur.[965]

Ayette Allah’ın sadakaları artıracağı bildirilmektedir. Böylece içersinden sadaka verilmiş olan malların artacağı anlaşılmaktadır.[966] Sadaka veren kişilerin mallarının artacağı hakkında birçok hadisler de vardır. Vergisini tam veren ve hayır yapan kimseler, herkesin sevgisini kazanır ve taraftan destek görür. Hem bütün fakirler kendisine yardımcı olur. Böylece bu kişi maddi ve manevi yönden zinde bir şekilde kazanmasına devam edip gider.[967]

Sadaka kelimesi burada hem müennes çoğul, hem de belirli olarak getirilmiştir. Bu suretle vergilerin grup, grup ve belirli olduğuna işaret edilmiş bulunmaktadır. Böylece her bucak, il ve devlet ayrı, ayrı bütçelere sahip olur.[968] Ayrıca mallar normal şartlar altında beşte, onda, yirmide ve kırkta birden başka bir vergiye tabi tutulmazlar.

İrbâ : Bu, ribâ kelimesinin ifal babından gelen şeklidir. Bunun tefil babından getirilmeyip de ifal babından getirilmiş olması verilen sadakaların parça, parça değil de topluca verilmesi ile izah edilebilir. Bu da bizi toplanan her verginin o yıl içinde harcanması gerekeceği sonucuna götürür. İşte bu sebepten dolayı İslam ekonomisinde bütçeler gelirler yapılır, muhammen bütçe yapılmaz ve harcamaları gelirler tayin eder.[969] Nitekim Hz. Ömer zamanında Hz. Ali’nin görüşü üzerine toplanan vergilerin hepsinin halka dağıtılması, bütçe fazlası olarak geri bırakılmaması konusunda danışma kurulu ittifak etmiştir.[970]

Burada ikinci cümle, birinci cümle üzerine vav harfi ile atfedilmiştir. Bu bize göre biri olmadan diğerinin de olamayacağı anlamını taşır. Eğer bir toplumda faizli sistem varsa, orada faizli sistem çalışamaz demektir. Bunun tam aksi olarak zekâtlı sitemin bulunduğu yerde de faizi sistem yürümez. Mahk kelimesi ile zekâtın faizi ortadan kaldıracağına işaret edilmiş olmakla beraber sadakaların artırılacağını bildiren cümlenin tehir edilmesi, zekâtlı sistemin getirmesi için faizli sitemin kaldırılması ile işe başlanabileceğine işaret edilmiş olabilir.

Demek ki, faizli sistemden zekâtlı sisteme geçmek için iki yoldan da gidilebilir. Birisi önce zekât emredilir, sonra da faiz yasaklanır. Zaten Hz. Peygamber zamanındaki uygulama böyle olmuştur. Zekâtın hicretten önce Mekke’de farz kılındığını söyleyenler bulunduğu gibi[971] hicretten iki yıl sonra yani 624 yılında Medine’de farz kılındığını söyleyenler de vardır.[972] Bilindiği gibi faiz ise daha sonra Hz. Peygamber’in son zamanlarına doğru yasaklanmıştır. Hz. Peygamber’in veda Hutbesinde[973] faiz yasağını tüm insanlara ilan ettiği bilinmektedir. Faiz ayetinin[974] nüzul sebebini açıklayan tefsirler, bunun Taif’in fethinden sonra[975] nazil olduğunu söylerler.[976] Bundan başka Hz. Peygamber’e gelen son ayetin faiz ayeti olduğunu söyleyenler tefsirler de vardır.[977]

Bütün bunları açıkladıktan sonra şu neticeye varıyoruz ki, İslamiyet’in ilk devrinde önce zekât emredilmiş, sonra da faiz yasağı getirilmiştir. İkinci yol ise önce faiz yasaklanır, sonra da zekât kurumu getirilir. Böyle ani bir devrimin zamanımızda bile moda olması dolayısıyla bunun daha kolay gerçekleştirilebileceği düşünülebilir.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar: 

1- Bu faizli sistem ebedi gidemez; bir gün gelir ortadan kalkar.

2- Faize karşı olan mücadele, dünyanın sonuna kadar devam eder.

3- Faiz bir gün kendi kendini yo edip ortadan kaldırır.

4- Faiz aşırı sermaye birikimi sonucu sömürü, kargaşa ve ihtilallere sebep olur.  

5- Zekât, faizi ortadan kaldırır.

6- Faiz, önce parayı sonra menkul malları, sonra da iş yerlerini tekelinde toplar. Böylece sömüren ve sömürülen sınıflar meydana gelir. Faiz devleti de ele geçirip zenginler teslim eder. Artık devlet sermayenin devleti olur. İç kargaşa, isyan, ihtilal ve savaşlar ortaya çıkar. Neticede faiz yüzünden diktacı rejimler işbaşına gelir.

7- Faiz mübadeleyi yavaşlatır, tedavülü frenler ve milli gelirin azalmasına sebep olur.

8- Faiz, marjinal faydayı azami dereceye yükselten serbest rekabet dengesini ortadan kaldırır ve böylece milli gelirin düşmesine sebep olur.

9- Zekât marjinal faydayı azami dereceye yükselten serbest rekabet dengesini kurar ve böylece milli gelirin kat, kat artmasını sağlamış olur.

10-  Zekât azami sermayeleri sınırlandırdığı için aşırı sermaye birikimlerini önler ve sermaye sahiplerini teşebbüslere ve yatırım yapmaya zorlar.

11- Her kuruluşun yani kişilik sahibi toplumların ve yerleşim birimlerinin (mesela bucak, il ve devlet gibi) ayrı, ayrı bütçeleri vardır.

12- Vergiler belirlenmiş olup bunların nispetleri zaman ve mekâna göre değişmez.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 276

“Allah pek kâfir ve çok günahkâr kimselerin hiçbirini sevmez.”

Habâb : Suyun veya kumun derinliklerine, köpüklerin ve kabarcıkların suyun derinliklerinden çıktığı yere denir.[978] Devenin bir yere çöküp bir türlü kalkmak istememesi haline, onun kumun derinliğine gömülüp kalmasına benzetilerek ihbâb adı verilir. Habbe dane demektir. Ekin başağını aşağıya doğru eğip indirmiş olması ve toprağın derinliklerine ekilmiş olması sebebiyle bu ad verilmiş olabilir. Gönlün bir yere saplanıp oradan ayrılıp uzaklaşmamasına muhabbet, sevgi ve sevmek denir. Bu anlamda muhabbet bir tercih ifade eder. Ancak tercihte bir nesneyi diğeri üzerine seçme vardır. Bunda ise bir şeyi, diğerlerine karşı bir seçme vardır. Böylece muhabbette bir çeşit hasr bulunur.

Allah’ın bir şeye muhabbet etmemesi o işten hoşlanmadığını ve orada ilahi hayrın bulunmadığını ifade eder. Bu ayette Allah’ın hiçbir keffâr ve esîm’den hoşlanmayacağı bildirilmektedir.      

Keffâr : Tohumu toprağa eken ziraatçının adı olan kafir’den gelmektedir. Burada Faizin haramlığını kabul etmeyip helal sayan kimse anlamına gelmektedir.[979] Bu kelimenin burada Allah’ın kendisine verdiği nimeti nankörlük yapıp fakir ve muhtaçlara infak etmeyen anlamına geldiğini söyleyenler de vardır.[980] Buna göre malını saklayan, beyanda bulunmayarak vergisini vermeyen kimse keffar olarak tavsif edilmiştir. İşte bu kelime ile vergilerin, mükellefin kendi beyanı üzere verileceği teyit edilmiş bulunmaktadır.

Esîm : Hızlı gitmek mümkün iken gitmeyip yavaş, yavaş sağa sola sallana, sallana giden insan e hayvanın haline müâsim, denir.[981] Gidilmesi gereken yollardan gitmeyip eğri büğrü yollara sapmaya, doğru yoldan ayrılmaya ism: günah adı verilmiştir. Burada faiz alıp veren kimseye esîm, denilmektedir.[982] Böylece küfretmiş olduğundan dolayı zekât yani vergi vermeyeni ve şeriatın dışına çıkmış olduğundan dolayı da faiz alıp vereni Allah’ın sevmediği açıklanmaktadır.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1-    Vergi, mükellefin kendi beyanına dayanılarak alınır.

2-     Faiz alıp vermek, düzenin dışına çıkmak demektir.

3-Faiz haram olduğu halde onu helal saymak kişinin küfrüne sebep olur.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 277

“Gerçekten iman edip Salih ameller işleyen, namazı kılan ve zekâtı veren kimselerin, Rableri katında mükâfatları vardır.”

Bu ayet inne harfi ile başlamıştır. İnne tekit harfidir. Dinleyicilerin durumuna göre sözler tekitli olarak getirilir.[983] İnne harfi, itiraz eden, kabul etmeyen muteriz kimselere cevap olan cümlelerde de kullanılır.[984] Genellikle insanlar faizsiz düzenin kurulamayacağı ve bundan bir netice alınamayacağı düşüncesindedirler. Evet, faiz kötü bir şeydir ama başka çare de yok derler. Allah ise zekatlı sistemin yeterli olduğunda bir şüphe bulunmadığını, ancak bunun başka kurumlarla teyit edildiği zaman bir anlam taşıdığını bildirmektedir.

Burada iman etmiş olmak, Salih ameller işlemek, namaz kılmak ve zekât vermek gibi dört kurum zikredilmektedir. Salih amel yarayışlı iş, amel demektir. Belli bir standart ve norm üzere faaliyet göstermek ve çalışmaların iş bölümü içersinde birbirini tamamlaması, amel-i salihtir. Burada Salih kelimesi hem müennes çoğul, hem de belirli olarak getirilmiştir. Bu, işlerin grup, grup olarak organize edilmesi ve standardizasyona tabi tutulması gerektiğine bir işaret olabilir.   

Mesela çalışmalardaki mesai saatleri namaz vakitleri ile düzenlenebilir.

Bu dört kurum, birbirine vav harfi ile bağlanmışlardır. Bunun anlamı, bu zekâtlı sitemin ancak bu kurumlarla birlikte alışabileceğini gösterir. İşte bu dört temel diğere dayalı olan faizsiz sistem yeterli olup ayrıca faizli sitemden hiçbir şeye gerek yoktur.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Faizsiz sistem kendi kendine yeterlidir.

2- Faizli sisteme ihtiyaç iddiaları yanlış ve yersizdir.

3- Zekâtlı yöntem bir sitemdir. Sadece bir iş değildir.

4- Çalışmada işbölümü, tamamlanmış iş, uygunluk ve standardizasyon temin etmek esastır.

5- İşler grup, grup olarak organize edilir.

6- ş hayatında çalışmalarda mesai saatleri namaza vakitleri ile düzenlenir.

7- Vergilerle hem ekonomik düzensizlikler giderilir, hem de toplumun müşterek harcamaları sağlanır.

8- Faizsiz sistemin esaslarını düzenin kendisi, uygun işler, ortak mesai ve vergiler meydana getirir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 278

“Ey iman etmiş olanlar, Allah’a ittika ediniz, eğer mümin iseniz faizden geri kalanı bırakınız.”

 Bundan önceki ayetlerde vergiden ve faiz yasağından bahsedilmişti. Bu ayette ise faizli devreden, faizsiz devreye geçiş ile ilgili hükümler getirilmektedir. Buradaki hitap müminleredir. Yabancıların ve zimmîlerin kendi aralarında faiz alıp vermeleri bu ayetin hükümlerine tabi değildir.

Faiz yasaklandığı andan itibaren daha önce yapılmış olan faiz sözleşmelerinden henüz alınmamış olan faizlerin alınmayıp terk edilmesi gerekir.[985] Bu ifadeden faizli sözleşmelerin fasit, faiz şartının ise batıl olduğu sonucuna varıyoruz. Bu durumu şu şekilde açıklayabiliriz. Sözleşme fasit olduğu için alacaklının alacağını hemen isteme hakkı doğar. Eğer sözleşme sahih olsaydı, alacaklı vakit gelmeden alacağını isteyemeyecekti. Eğer batıl olsaydı alacağın kaybı halinde mislini talep etme hakkı olmayacaktı. Faiz şartı ise batıl olduğundan daha önce ödenmiş olan faizler hibe mahiyetinde olup geri talep edilemez. Faiz şartı fasit olsaydı, o zaman daha önce ödenmiş olan faizleri geri isteme hakkı doğardı. Eğer sahih olsaydı sözleşme ya tümden iptal edilirdi ya da ödenmiş olan faizlerin de ödenmesi gerekirdi.

Burada faizin terk edilmesi imanlı olma sıfatına bağlanmaktadır.[986] Böylece bu hükmün, faizli sistemi bırakanlara ait olduğu anlaşılır. Eğer alacaklı faizi de talep ediyorsa o zaman faiz sözleşmesi batıl olup sermayenin bile geri verilmesi düşünülemez. Bu hüküm faize karşı alınmış olan en güçlü tedbirdir. Çünkü alacaklı faizi istediği takdirde borçlu hem faizi hem de sermayeyi vermeyecektir. Alacaklı tarafından herhangi bir dava açılsa bile hâkim böyle hüküm verir.           

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar;

1- Faizli borçlanma sözleşmesi, esasta batıldır. Alacaklının sermayesi de kaybolur.

2- Alacaklı faizden vazgeçtiği takdirde sözleşme fasit hale gelir. Bu sebeple alacaklı sermayesini hemen talep edebilir.

3- Faiz şartı batıldır. Bunun için ödenmiş olan faizler geri istenemeyeceği gibi henüz ödenmemiş olan faizlerin de artık ödemesi gerekmez.

4- Faizsiz düzeni kabul ettikten sonra tekrar faiz alıp vermeye başlamak İslam düzeninden çıkmak demek olur.

5- Faizli sistemden faizsiz sisteme geçildiği zaman henüz ödenmemiş olan faizler alınmayıp geri bırakılır.

6- İslami sistem ile faiz bağdaşmaz.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 279

“Eğer böyle yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından savaş açılacağını biliniz.”   

Geri kalan faizleri terk etmeyip almak isteyenler, devlete isyan etmiş gibi, kendilerine savaş açılacağını bilmelidirler. Yani böyle yapanlar, Allah ve Resulü ile savaş yapma durumundadırlar. Bunlar faiz yasağına saygı göstermemekle sanki irtidat etmiş gibidirler. Ebu Hanife’ye göre bunların irtidat halinde iken kazanmış oldukları mallar Müslümanlar için bir ganimet teşkil eder. Şafiye göre ise zaten bütün malları ganimettir,[987] onun için kendilerine verilemez. Yani faizi yasak telakki etmeyenler veya faizli muamelelere devam edenler, devletin hükmünden ve teminatı altından çıkmış sayılırlar.[988] Bütün malları yağma edilse bile artık İslam devleti onu korumaz. Böylece Kuran-ı Kerim faize karşı en şiddetli bir tedbiri almış bulunmaktadır.

Burada İslam’ın müeyyide sistemi ile ilgili çok önemli bir hüküm getirilmiştir. İslamiyet’te ceza (mesela hırsızlık, zina, iftira, sarhoşluk ve kısas gibi)     pek az bir yerde uygulanmaktadır. Bunların dışında kalan (mesela gasp ve faiz gibi) hususlarda ise sadece tazmin cezası verilir. Bu suçlara devam edenler için ise isyan gerekçesiyle vatandaşlık hakları iptal edilerek mal ve canlarına yağma edilir.[989]

Ayette Allah’ın ve Resulün savaşından bahsedilmektedir. Bu ise daha önce geçtiği üzere tevil yoluyla devlet ve hükümeti ifade eden iki kelime olduklarından buna göre faizi meşru görenlere karşı İslam devlet düzeni içersinde hükümetlerin harekete geçmesi gerektiği bildirilmektedir.[990]   

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Faiz yasağını kabul etmeyenler, İslam devletine isyan etmiş sayılırlar.   

2- Faizde ısrar edenlerin can ve mal emniyetleri ortadan kalkar.

3- İslam devleti faize karşı hükümet vasıtası ile mücadele eder.

4- İslam devletinde bütün güçler, genel güvenliği korumakla görevlidirler.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 279

“Eğer tövbe derseniz, (faizden vazgeçerseniz), sermayeleriniz sizin olur.”

Bu cümle ile tövbe edenlerin yani faizden artık tamamen yüz çevirenlerin sermayelerinin kendilerine ait olduğu açıklanmaktadır. Tevbe kelimesinin kullanılması sadece bir borcun faizinin istenmemesini değil, bütün faiz alacaklarından vazgeçilmesini gerektirir. Borçlu, alacaklı kendiliğinden faiz istemese bile başka yerlerden faiz almaya devam eden bir alacaklının sermayesini ödemez. Bu mana Tevbe kelimesinden anlaşılmaktadır. Böylece faiz çalıştıran kimselerin ele geçmiş olan paraları ganimet olup helaldir.[991]

Ayette “rüûs-ü emvâlikum” mallarınızın rüusu yani başları şeklinde bir ifade kullanılmaktadır. Gerek ticarette ve gerekse borçlanmada ilk konulan mala, başmal, sermaye denilir. Ortaklıklarda sermayedeki artma ve eksilme alacaklıya; borçlanmalarda ise sermayedeki artma ve eksilme borçluya aittir.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Bir alacaklı sermayesini alabilmesi için bütün faizlerden başka alacaklarından doğan faizlerden de vazgeçmiş olması şarttır.

2- Faizci faize devam ediyorsa alacağını vermemek günah değildir.

3- İslam devleti faizcilik yapanların mallarını himaye edip korumaz.

4- Ticaret, borçlanma ve diğer hususlarda ilk konulan mala başmala, anamala sermaye adı verilir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 279

“Böylece ne zulmetmiş ve ne de zulme uğramış olursunuz.”

Birey, borçlulardan alacağının faizini almamakla zulmetmekten kendisine verilen sermayeyi de eksiksiz, tam olarak ödemekle, zulme uğramaktan kurtulmuş olur.[992] Bu ifade ile faiz almaya devam eden bir kimsenin sermayesinin kendisine ait olmadığı anlaşılır.[993]

Zâlim : Vakitsiz sağılan süte zalim denir.[994] Toprakta kazılan su kuyusu yerinde olmazsa zalemtü’l arza : ben yere zulmettim derler. Zulmün manası bir şeyin karışık, karanlık ve yerli yerinde olmayışıdır. Zulmetmek, zamanda mekânda miktarda ve vasıfta uygunsuzluk yapmak demektir.

Ayetteki zulümden maksat miktardaki uygunsuzluk yani alacak miktarının eksik veya fazla olmasıdır. Bu cümle mülkiyeti kabul, faizi ise reddeden İslami sistemin bir başka şekilde ifadesidir. Esasen İslam’da mülkiyet emeğe dayanır.[995] Bu mülkiyet hakkının korunması için faiz yasaklanmıştır. Çünkü faiz mülkiyete rıza dışı bir taarruz vasıtasıdır. Yani faiz serbestliği mülkiyet hakkının korunması değil, mülkiyet hakkının ortadan kalkması demektir. Borçlunun faizi istemeye, istemeye vermesi bu şekilde bir anlayışı gerektirir. Sosyalistler mülkiyeti sistem vasıtasıyla siyasi güçlere; kapitalistler ise mülkiyeti faiz vasıtasıyla zenginlere çiğnetmektedirler. İslamiyet ise bu her iki yolu da kapamıştır.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Borçlanma muamelesinde sermaye alacaklının, faiz (yani kar) ise borçlunun hakkıdır.

2- Faiz mülkiyeti zedeler.

3- Mülkiyete tecavüz etmek zulümdür. Faizde mülkiyete tecavüz vardır.

4- Faizsiz sistemde borçlanma muamelesinde alacaklıya sermayesi, borçluya da karı verilmekle haksızlıklar ortadan kaldırılmıştır.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 280

“Eğer borçlu, zor durumda ise, bir kolaylığa kadar bekleme vardır.”

Yesîr : Az şeye (ağırlığı çok az olup kolayca kaldırılan yüke) denir.[996] Usr ise bunun zıddıdır.

Bir iş yapılırken sıkıntı çekmeden normal şartlarla ifa edilebiliyorsa bu durum yüsr; eğer sıkıntı çekerek zorlukla yapılıyorsa buna da usr, denir. Ayette borçlu güç durumda ise kolaylanıncaya kadar mühlet verileceği bildirilmektedir. Bu ifade faizden vazgeçmenin alacağını hemen isteme hakkının doğacağına işaret eder. Bundan sadece borçlunun güç durumda olması istisna edilmektedir. Bununla beraber burada mühletin kimin tarafından verileceği hususu meçhul bırakılmıştır.

Eğer hem alacaklı ve hem de borçlu her ikisi de genişlikte iseler borç hemen ödenir. Eğer borçlu genişlikte ise yine hemen ödenir. Alacaklı genişlikte, borçlu darda ise bu borç da faizli bir sözleşmeden doğmuşsa alacaklı bu parasını borçlu ancak genişliğe kavuştuğu zaman tahsil edebilir. Yani faizli muameleye girişmiş olan kişi darda olan kimseye borç verirken alacağını çok daha tehlikeye sokmuş olur. Eğer hem alacaklı ve hem de borçlu her ikisi de darda iseler bu durumda mühleti devlet verip borçluya karz-ı hasen ikraz ederek alacaklıya ödemede bulunabilir.

Burada bilinmesi gereken ikinci bir nokta zorluk ve kolaylık kavramlarıdır. Ayette bunların her ikisi de belirsiz olarak kullanılmıştır. Böylece zorluk ve kolaylık kavramlarının alacaklı ve borçlunun durumuna göre hâkim tarafından takdir edileceği ve bunların daha önce şeriat tarafından tespit edilmediği ortaya çıkar.

Ayette nazıratün kelimesinin de belirsiz olarak gelmesi borçlunun kısmen ödemesi taksit, taksit ödemesi gibi ve faiz dışında olan başka külfetleri yüklenmesi şeklinde düşünülebilir.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Faizden vazgeçen kimse alacağını borçlunun ancak genişlikte olması halinde istemeye hakkı vardır.

2- Borçluya tanınacak bir mühlet ve onun borcu ödeme şekli hâkimin takdirine bağlı olan bir husustur.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 280

“Bilseniz tasadduk etmeniz sizin için daha hayırlıdır.”

Tasadduk etmek faizin zıddıdır. Faiz servet sahiplerinin başkalarının emeklerini sömürmesidir. Kendi servetlerine haksız olarak servet katmalarıdır. Tasadduk ise servette mevcut olan emeğin hakkını sahibine geri vermektir ki, mallardaki haksızlıkları ortadan kaldırır.

Burada tasadduk etmenin (yani borçlulara borçlarını ödemeleri için bütçeden yardım yapmanın) mühlet verip bekletmekten veya alacağını almaktan daha hayırlı olduğu ifade edilmiştir.[997] Bunun daha hayırlı ve daha faydalı olduğunu anlayabilmek için ekonomi ilminin bilinmesi ve milli gelirin ferdi gelirdeki aksinin düşünülmesi gerekir.

Bu cümle alacaklının borçtan vazgeçmesi şeklinde de anlaşılabilir. Ayetteki yeri sanki bu manaya daha yakındır. Bu ifade ile alacağın zekâta mahsup edilebileceği de gösterilmiş bulunmaktadır. Buradaki tasadduk kelimesi çoğul olarak geldiği için yukarıda da değindiğimiz gibi darda olan borçluların borçlarını tasfiye etmek üzere karz-ı hasen vermek devletin vazifesi olduğu anlaşılabilir.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Zekât faizin zıddıdır.

2- Bir alacak zekâta mahsup edilebilir.

3- Devlet darda olanlara bütçeden yardım eder.

4- Bireylere borçlanma yerine devlete borçlanma daha iyidir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Ey iman etmiş olanlar, muayyen bir vade ile borçlandığınız zaman onu yazınız”

Ayetin “Ey iman etmiş olanlar” diye başlaması ile bu borçlanma hükümlerinin Müslümanlarla ilgili olduğunu, Müslüman olmayan kimselerin bu hükümlerle yükümlü olmadıklarını, gayri Müslimlerle yapılacak borçlanmaların da bu hükümlere tabi olmadığını, borçlanma işinin bir toplum işi olduğunu, bir bireyin diğerine borçlanması yerine borçlanmaların devletin kefaleti altında yapılacağını ve İslam düzeninde bütün toplulukların kendi aralarındaki borçlanmaları ayrı, ayrı tekeffül edeceklerini anlamak mümkündür. Bu ifadenin bu manalara nasıl delalet ettiğini daha önceki ayetlerde açıklamıştık.[998]

Burada izâ edatı kullanılarak borçlandığınız zaman denilmektedir. İzâ da in gibi şart ve ceza için gelir. Fakat bu in’den farklıdır. İn edatı yalnız şart için geldiği halde izâ hem şart ve hem de zarf için gelir.[999] Bu izâ kelimesinin burada şartıye olduğunu cevap cümlesinin başına gelen fa harfinden anlamaktayız. Çünkü şart edatının cevaba bir tesiri yok ise o cevabın şartın cezası olduğunu bildirmek için başına bir fa harfi getirilir.[1000] Ayette cevap cümlesi, fektübûhu : onu yazınız emridir; şart cümlesi ceza cümlesine sebep teşkil ettiği için kendisine şart denilmiştir. Ceza da sebebin bir neticesi olarak meydana gelir.[1001] Buna göre borçlanma bir sebep onu yazmak ise neticedir. Yani borçlanma işi ve borçlanma sözleşmesi, ancak netice olan yazmadan sonra gerçekleşir. Demek ki, borçlanmaların yazı ile tevsik edilmeleri şarttır. Zaten borçlanmada esas borcun vadesinin belli olması ve bir de onun yazı ile tevsik edilmesidir.[1002] Bu sebeple yazı ile tevsik edilmemiş olan sözlü borçlanmalar bu hükmün dışında kalır.

Faizli veresiye borçlanmalarının yasaklığı bildirildikten sonra bunun hemen arkasından veresiyelerin yasak olmadığını bildirmek için bu borçlanma ayeti gelmiştir.[1003]

Borçlanmalar vadeli ve vadesiz olmak üzere iki kısma ayrılabilir. Vadeli borçlanmalara deyn, vadesiz borçlanmalara ise karz adı verilir. Karz ile deyn birbirinden farklıdır. Karz, kişinin mesela altın, gümüş, arpa, buğday gibi şeyleri ödünç olarak vermesidir ve burada zaman yani vade söz konusu değildir. Deyn’de ise vadenin belirlenmesi gereklidir.[1004] Bunun için karz’da alacaklı alacağını her zaman talep etme hakkına sahip olduğu halde, deyn’deki alacaklı vadesi gelmeden alacağını isteyemez.[1005] Karzda alacak borçluda bir vedia (emanet) gibi durmaktadır. Bu çeşit borçlanmaların fertler arasında değil de devlet aracılığı ile yapılacağı hususu daha önce geçen karz-ı hasen ayetinde bildirilmiştir.[1006] Bu ayet ise karzdan çok deyn şeklindeki bir borçlanmanın hükümleri ile ilgilidir. Çünkü lügatçiler karzı deynden az yukarıda anlattığımız şekliyle ayırmışlardır.[1007] Aslında deyn karza göre daha genel, karz ise deyne göre daha özeldir ve bu sebeple her karz bir deyn olduğu halde her deyn karz değildir.[1008] Ancak bu ayet vadeli borçlardan söz ettiği için karz şeklindeki borçlanmaların hükmü dışarıda bırakılmıştır, diyebiliriz.

Mübadele peşin ve veresiye olması bakımından dört şekilde cereyan eder.

1- Aynin ayn ile mübadelesi, (ayni bir malın ayni bir mal ile değiştirilmesi demek olan trampa şeklindeki mübadele) ki, bunun borçlanma ile ilgisi yoktur.

2- Deynin deyn ile mübadelesi. (Bu İslam hukukuna göre hükümsüz olup ayetin konusu dışında kalır).

3- Aynin deyn ile mübadelesi. (İslam hukukunda buna selef adı verilir. Mal peşin olup para ise belirli bir zaman için veresiye olan bir borçlanma şeklidir.)

4- Deynin ayn ile mübadelesi. (Buna İslam hukukunda selem adı verilir. Para peşin, mal ise belirli bir zaman için veresiye olan bir borçlanma şeklidir.) İşte bu borçlanma ayetinin getirdiği hükümler son iki şık ile ilgilidirler.[1009]     

Karzda ikrâz denilerek[1010] ifâl babı kullanıldığı halde burada tedâyün denilip tefâul babı kullanılmıştır. Tefâul babı iki veya daha fazla kimselerin aralarında olacak bir borçlanmayı gösterir. Çünkü bu babın binası iki veya daha çok kişilerin aralarında yaptıkları ortak bir iş içindir.[1011] Burada kelimenin bir de çoğul olarak getirilmesiyle borçlanmanın bireyler arasında cereyan edeceği, bireylerin birinci derecede alacaklı ve borçlu olacakları ve devletin ise buna kefil olacağı anlaşılır. İşte deyn kelimesi tekil olduğu halde fiilin çoğul olarak gelmesi borçlanmanın kamunun-devletin kefaleti altında olduğunu tefâul babından gelmesi de borçlanmanın birinci derecede alacaklı ve borçlu olan kimselerin arasında cereyan ettiğini gösterir. Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai ve Ebu Davud’un rivayet ettikleri bir hadiste Hz. Peygamber borçların devletin teminatı altında olduğunu bildirmişlerdir. “Ben her müminin kendisine kendisinden daha yakınım. Bu sebeple kim bir borç bırakırsa onu ödemek benim üzerimedir. Kim de bir mal bırakırsa o da varislerinindir.” buyurmuşlardır.[1012] Bu hadisin başka bir varyantı da şöyledir. “Kim ölür de bir borç bırakırsa onun bu borcu Allah ve Resulüne aittir. Kim de ölür ve bir şey bırakırsa o da varislerinindir.[1013]

Ayette “bi deynin” bir borç ile borçlandığınız zaman denilmekle deyn bir vasıta ve bir alet durumuna sokulmuştur. Karzda ise böyle yapılmamıştır. Mesela karzın bizzat kendisi ikraz ediliyordu ve devlet tarafından ikraz ediliyordu. Deyn ise burada daha çok şahsa yükletilmiş ve borçlanmak için bir vasıta olarak getirilmiştir. Karzda birey verdiğini daha çok aynen almak durumundadır. Çünkü bunda bir çeşit ariyet sistemi cereyan eder. Deyn’de ise borç ayn değil, zimmetle ilgili bir borçtur.[1014] Onun için bu bir hizmet veya ayn olabilir. Ancak bu eski bir aynin iadesi değil de tamamen yeni bir ayndir. İşte bu sebeple sadece “deynen” denilmeyip “bi deynin” denilerek ba harfi ile getirilmiştir, diye düşünebiliriz.

Deyn kelimesi belirsiz olarak getirilmekle borçlanmanın şekli ve miktarı serbest bırakılmıştır. Borçlanma selem olsun, selef olsun büyük olsun küçük olsun[1015]edası mümkün olan her şey, ister emek ister mal olsun, borçlanma konusu olabilir. Bunun ne miktarı ve ne de şekli hiçbir biçime tabi tutulmadığı için deyn kelimesi mutlak olarak getirilmiştir. Bugünkü hukukta cereyan eden ve çeşitli borçlanmaları, mesela poliçe[1016] bono senedi[1017] yazlı ve sözlü resmi borçlanmalar gibi, değişik hükümlere bağlayan sistem, İslam hukukunda reddedilmiş, karz dışındaki bütün borçlanmalar bu ayetle aynı hükümlere bağlanmıştır.

Deyn kelimesi, din kökünden gelir. Din ise hesaplaşma demektir. O halde bir şeyin deyn sayılabilmesi için onun rakamlara dökülebilmesi, başka bir deyişle para ile değerlendirilip ifade edilebilmesi gerekir. Para ile ifade edilemeyen borçlara Kuran-ı Kerim’de mağrem adı verildiğini görüyoruz.[1018]       

İlâ : Bu kelime zamanda mekanda ve fiilde son gayeyi bildirmek için gelir.[1019] Burada borçlanma zamanının tayin edilen vadenin sonuna kadar devem ettiğini gösterir. Ecel kelimesinin kullanılması ile de müddetle ilgili olmayan borçlanmaların dışarıda bırakılmış olduğunu anlıyoruz. Esasen deyn belli bir zaman için yapılan borçlanmaları içersine almakta iken tekrar belli bir müddete kadar sıfatı ile tavsif edilmesi, bu hükümlerin müddeti belli olan borçlara ait olduğunu tansis etmektedir. Yahut deyn yukarıda da söylediğimiz gibi vadeli ve vadesiz borçların her ikisini de içersine alır. Karz ise sadece vadesiz borçları içersine alır.   

Bu ilâ kelimesi bize borcun eda halindeki durumunun adı olmayıp edaya kadar geçen müddetin hali olduğunu gösterir. Yani burada bir alacağın tevsik edilmesinden çok bir borcun tecil ve tehiri söz konusudur. İşte burada bir alacaklının hakkı kadar bir borçlunun hakkı da korunmaktadır. Tabi bu da borcu geç ödeyebilme hakkıdır. Bu yüzden zaman deyn için bir miyar yapılmış ve eda hemen ödenecek borcun değil, son vade zamanının miyarı olmuştur. Buradan şu sonuca varıyoruz ki, müddet dolduğu zaman deyn karza dönüşür. Yani alacaklı da isterse alacağını hemen talep edebilir. Ancak o isterse bu alacağını tehir de edebilir. Bu durumda borçlu da talep edilmeden hemen ödemekle mükellef olmadığı gibi alacaklı da hemen talep etmekle mükellef değildir. Kendisine lazım olduğunda istediği zaman talep eder. Borçlu da talepten evvel istediği zaman ödemede bulunabilir.

Ayette alacağın talep edilme zamanı demek olan ecel kelimesi tekil olarak getirilmiştir. Çünkü bir akit için bir vade tayin edilir. Bu sebeple bunun bir zaman zarfı ile ifade edilmesi doğru değildir. Mesela ben sana borcumu Mart ayı içersinde ödeyeceğim, şeklindeki bir sözleşme yanlıştır. Zira tayin edilen vade, ödemenin yapılacağı zamanı değil, talep hakkının doğacağı zamanı tespit etmektedir.[1020]     

 Ecel kelimesinin belirsiz olarak gelmesi ile de vade zamanının uzun olsun kısa olsun ve ne vakit olursa olsun, muteber olduğunu, bu hususta sözleşme sahiplerinin tamamen serbest tutulduklarını anlamaktayız. Böylece bu kelime ile vadenin tek olması şartı ile ne biçim olursa olsun muteber sayılacağı bildirilmektedir.

Borçlanmanın ve borcun yazılmasını gerektiğini bildiren fektübûhu: cümlesi onu yazınız diye emir kalıbı ile getirilmiştir. Emirler gereklilik ifade ettiklerinden bunun mutlaka yazılacağı anlaşılır. Yazılmadığı takdirde günah olur, hatta bu, cezayı bile gerektirir veya sözleşme hükümsüz olur. Buradaki izâ kelimesinden sözleşmenin hükümsüz hale geleceğini anlamaktayız. Ayrıca fesada sebep olduğu için günah da olabilir.

Yazınız emrinin çoğul kalıbında getirilmesi ile yazma işlerinin birlikte yani bir toplum tarafından yapılacağı düşünülebilir. Bu suretle bu nevi borçlanmaları tespit edecek özel bir kurum getirilmiş oluyor ki, bugünkü noterlik (kâtibiadil) kuruluşu herhalde buradan gelmektedir.[1021]

Burada yalnız “yazınız” denilmeyip de “onu yazınız” şeklinde buyrulması bize neyin yazılacağını gösterir. Bu zamir ya borca gider[1022] veya tedâyün mastarına gider. Bu zamir tedâyüne yani borçlanmaya gittiği takdirde borçlu, alacaklı, borcun çeşidi ve ödeme tarihinin yazılacağı ortaya çıkar. Borca gittiği takdirde borcu ödeme tarihi ile birlikte yazınız manası çıkar.[1023] Bu iki çeşit anlayışın iki ayrı duruma uygulanması şöyle olabilir:

Birinci halde genel bir borçlanma söz konusudur. Burada her şeyin yapılması gerekir. İkinci halde ise bireylere verilen borçlanma cüzdanlarına borç ve ödeme tarihi yazılır. Burada mesela borçlanma föylerinin, kısa bilgiler içeren belgelerin doldurulması gibi, miktar göstermek yeterli olup ayrıntılara gitmeye gerek kalmaz.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Borçlanma sözleşmelerinin yazılı olması şarttır.

2-Borçlanma sözleşmeleri bireyler arasında yapılır.

3-Borçlanma sözleşmeleri devletin teminatı altındadır.

4-  Borçlanma şekillerinin tespitinde bireyler serbesttirler.

5- Borçlar şahıslar arasındaki zimmetle ilgilidir.

6- Borçlar aynı zamanda nakit ile ifade edilebilmelidir.

7- Borçlanma sözleşmesi talebin geciktirilmesi, yani tecil ve tehir anlamına gelir.

8- Borçlanma sözleşmesi alacak için bir sebep teşkil etmez, alacak için sözleşmenin gereği olan fiilin gerçekleşmiş olması lazımdır.     

 9- Borçlanma sözleşmelerinde borç vadesinin bitiş zamanı gösterilir.

10- Borcu talep zamanının gösterilmesi yerine bir şart da konabilir.

11- İslam’ın borçlanma kanunlarına aykırı olan borçlanmalar gayri meşrudur. Mesela poliçe ve bono ile olan borçlanmalar böyledir.

12- Borçlanma sözleşmesi alacaklının hakkı kadar borçlunun hakkını da ifade eder. Borcun vade tarihine kadar tehir edilmesi borçlunun bir hakkıdır.

13- Borçlanma sözleşmelerinin yazılması için bir yazı kurumu (kâtibiadil-noterlik) kurulur.

 14- her şeyi yazıp gösteren serbest borçlanma sözleşmeleri geçerlidir.

15- Bir isim ile de olsa standart tespit edilmiş olacağı için standart malların borçlanma sözleşmeleri de geçerlidir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Hem aranızda adaletli bir kâtip yazsın.”

 Burada yazma işlerinin nasıl olacağı anlatılmaktadır.[1024] Sözleşmeyi yapanlar, kâtibe (kâtibiadil’e-notere) söyledikten sonra kâtip de yazacaktır. Buradaki emrin üçüncü şahıs kalıbında gelmiş olması bu anlamı ifade edebilir.    

Beynekum : Aranızda kaydı ile yazılma işinin resmi bir yerde ve bir makamın huzurunda değil de her yerde ve her katibin yanında serbestçe olabilmesi ve yapılabilmesi anlaşılır.

Kâtib : Noter-kâtibiadil, demektir. Bu ismi fail kalıbıdır. İsm-i failler bir işi meslek haline getirmiş kimseler için kullanılır. Men yektübü: kim yazarsa denilmeyip de böyle söylenmiş olması kâtipliğin bir meslek olduğunu göstermektedir. O halde bu yazı işleri gelişi güzel kimseler tarafından değil de yazma ehliyetine sahip olan kimseler tarafından yürütülmesi gerekir. Hem bunların mevzuatı bilmeleri şarttır.[1025] Zaten bugün de noterlik için aynı şekilde bir ehliyet istenmektedir. Böylece bugünkü noterlik kurumunun hem aynı zamanda İslami bir kuruluş olduğu ortaya çıkmaktadır. Bugünkü şekliyle avukatlık kurumunun ise İslam’ın meslek anlayışına aykırı olduğu daha önce açıklanmıştır.[1026]

Katip kelimesinin belirsiz olarak gelmesi ile herkesin veya devletin özel noteri bulunması yerine kim olursa olsun, ehliyete sahip olan herkesin bu yazma işini yapabileceğini anlamak mümkün olur.

Bi’l-adli : Adalet ile. Buradaki ba harfi ilsâk için gelmiştir. Bu, yazma işinin ancak adaletle olacağını gösterir. Bunun iki yere taalluk etme ihtimali vardır. Birisi yazma işinin adaletle olacağını ifade ederken, diğeri ise kâtibin adil olmasıdır ki, bu, İslam hukukundaki tezkiye kurumuna işaret edebilir.[1027] Böylece bazı meslekleri icra edebilmek için kişinin adalet sahibi olma vasfının bulunmasının şart olduğu meydana çıkar ki, kâtipler, noterler bunlardan biridir.

Adalet kelimesinin belir olarak gelmesi tadildin belli bir statü ile tespit edileceğini ve burada böyle bir metotla sabit olan bir adaletten bahsedildiğini ifade eder. O halde kâtiplik-noterlik serbest bir meslek olmakla birlikte böylece adalet sıfatının bulunması da şart koşulmuştur.

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar

1- Toplum sözleşme yazılarını ehliyetli kâtiplere (kâtibiadillere-noterlere) yazdırırlar.

2- Kâtiplerin-noterlerin tezkiyeli, yani onların ellerinde adil olduklarını tasdik eden bir belgenin bulunması şarttır.

3- Ehliyetli olan her kâtip sözleşme senetlerini yazabilir.

4- Sözleşme metinleri, bir yer ve zaman tahdidi yapılmadan her yerde ve her zaman yazılabilir ve sahiplerine verilebilir.

5- Adalet sıfatının tasdiki yani kişinin tezkiye edilmesi işi belli kural ve kaidelerle yapılır ve bu belirli kişilere (makamlara) sunulur.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Kâtip yazmaktan kaçınmasın.”

El-ebâü : Bu kamışlık, sazlık demektir.[1028] Kamışlıktan ve sazlıktan geçme zorluğuna benzetilerek ibâ, inat etmek, direnmek, kaçınmak anlamında da kullanılır. Kuran-ı Kerim’de şeytanın secde etmekten kaçınması aynı kelime ile ifade edilmiştir.[1029] Burada da kâtibin yazmaktan kaçınmaması gerektiği buyrulmaktadır. Böylece kâtiplerin yazmaya mecbur oldukları ortaya çıkmaktadır. Gerçekten ayetin devamında kâtibin bir zarara uğratılmayacağı söylenmekle kendilerine ücretlerini vermemek ve ödememek suretiyle zarar verilmemesi gerektiği bildirilmektedir.[1030]

  Kâtibin yazmayıp kaçınması halinde ne yapılacak; bir ceza mı verilecek yoksa sadece kâtiplik ehliyeti mi elinden alınacaktır. Sonra kâtibin alacağı bu ücret nasıl tespit edilecektir. Ayette kâtibin yazmaktan kaçınmayacağı bildirilmekle ücret için serbest pazarlık yapılmayacağı ifade edilmiştir. Çünkü yazıp yazmamak serbest olsaydı, ücret de serbest pazarlık sistemi ile tespit edilebilirdi. Ancak kâtip yazmaya mecbur olduğu için, ücret söz konusu yapılmadan önce yazacak demektir. Öyleyse kâtibin ücreti aşağıda açıklaması geleceği üzere ya tarifeli ücret sistemi ile ödenir veya bu onlara devlet tarafından bir maaş olarak verilir.

Ayette kâtip kelimesi belirsiz olarak tekrar edilmiştir. Böylece bu onların ayrı, ayrı kâtipler olduğunu ifade etmekle bir kâtibin yarım olarak bıraktığı bir yazıyı aynı zamanda diğerinin tamamlayacağını da gösterir. Aynı meslek sahipleri kendi aralarında rekabet yaptıklarından birisinin yapıp eksik bıraktığı bir şeyi diğerleri tamamlamayabilir. İşte burada bunun yasak olduğu bildirilerek her kâtibin her ne suretle olursa olsun yazmaya mecbur olduğuna işaret edilmiştir, diyebiliriz. Bu kâtiplik görevini aynı zamanda yabancılar da yapabilirler.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Ehliyetli kâtipler (kâtibiadiller-noterler) istenilen şeyleri yazmak zorundadırlar.

2- Ehliyetli kâtiplerin, tarafların serbest pazarlık sistemi ile kendi aralarında bir ücret tespit etmeleri geçerli değildir.

3- Bir kâtibin yazıp da herhangi bir sebeple yarım bıraktığı bir yazıyı başka bir kâtibin tamamlaması gerekir. Kâtipler kendilerine müracaat edildiği zaman yazmak zorundadırlar.

4- Kâtip sadece yazmakla mükelleftir.

6- Kâtipliği, kâtibiadillik ve noterlik mesleğini yabancılar da yapabilirler.  

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazsın”

Bu cümlenin ayetin sonunda gelmesi daha uygun gibi görünürken takdim edilerek burada gelmesi, yazma mükellefiyetinin bilmek özeliğinden ileri geldiğini gösterir. Hem bu ifadeden kamu hizmetlerinin görülmesi, alınacak bir ücret karşılığı olmayıp sahip olunan bir mükellefiyetten, yükümlülükten doğduğu düşünülebilir. Ayrıca Allah’ın öğretmesinden söz edildiği için yazma usulü ve resmi yazının kamu tarafında yani devletçe tespit edileceği anlaşılabilir. Yazılacak her türlü resmi yazılarda ve sözleşmelerde devletin tayin ettiği bu yazı şekli ve biçimine uyulur, bir devlet içersinde değişik yazılar değil, bir çeşit yazı kullanılır diyebiliriz.     

Bu ayette eğitim ve öğretim işlerinin bazı esaslarının da getirilmiş olduğunu görüyoruz. Öğrenim konusu hemen olmayıp uzun bir zaman ihtiyaç gösterdiği için ilam kelimesi yerine talim kelimesi tercih edilmiştir. Bir de öğretim işleri toplum-kamu-devlet tarafından düzenlenip yürütülür ve denetlenip kontrol edilir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber Medine’ye hicret edip orada İslam devletini kurduktan sonra Saffa ve diğer mekteplerde eğitim ve öğretim işlerini bizzat kendileri yürütmüşlerdir.[1031] Tarihte Müslümanların eğitim sistemi parasız olarak yürütüldüğü için okumak isteyen herkese bütün okullar açık tutulmuştur.[1032] Devlet bu görevini eskiden vakıflar yoluyla yerine getirmiştir.[1033] Bu hususta ayrıca devlet bütçesinden de yardım yapılabilir.  

Bireyin can, mal, ırz ve namus güvenliği ve hakları devletin teminatı altında olduğu gibi, onun mesken, eğitim ve öğretim hakları da vardır. Aç olan kişinin doyurulma, çıplak olanın giydirilme, hasta kimsenin tedavi edilme, korkak kimsenin de emniyet ve güvence altına alınma hakları vardır. İşte bu hakların hepsi aynı derecede olup bunlar İslam devletinin teminatı altındadırlar.[1034]  

Devlet yazı yazmayı öğretir ve en iyi öğrenen kişilere kâtiplik belgesi verir. Bu kâtipler mesela amil statüsünde olup yazsalar da ve yazmasalar da devlet bütçesinden maaş almaya hak kazanmış olurlar. Böylece hiçbir kâtip devletin kendisine bir icazet verip maaş bağlaması sebebiyle artık bu yazma işinden kaçamaz ve yazmak zorunda kalır.

İslam düzenindeki bu kâtiplerle bugünkü noterler arasında bazı farklar da vardır. Bugün noterler noterlik işinden başka bir şey yapmadıkları halde kâtipler yapabilirler. Kâtiplere bu kâtiplik maaşının dışında başka gelir kaynakları sağlama hususunda kendilerine bir yasak yoktur. Noterler ücretlerini yazı yazdıran kişilerden yani müşterilerinden aldığı halde kâtipler maaşlarını devlet bütçesinden alırlar.

Burada Allah’ın öğrettiği gibi yazsın emri ile, bu şekilde yazmayan katiplerin katiplikten çıkarılarak belgelerinin iptal edilerek ellerinden alınacağı düşünülebilir. Ayetteki fa harfi de kendilerine müracaat edilince vakit geçirmeden hemen yazacaklarını gösterir. Zira yapılacak iş sözleşmeyi bekleyemeyeceği gibi, sözleşme de yazma işini bekleyemez. Öyleyse bu durum kâtibin talep anında hemen yazmak zorunda olduğunu gösterir.

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1-Borçlanma sözleşmelerinin kâtipler tarafından yazılması konusundaki yazı şekli ve biçimi devlet tarafından tespit edilir.

2- Borçlanma sözleşmelerindeki yazışmalar resmi yazı ve biçimi ile yazılır.

3- Eğitim ve öğretim işlerini düzenleme, yönlendirme ve kontrol etme gibi görevler devletin görevleri arasındadır.

4- Yazı yazmayı öğrenen kişilere devlet tarafından belge verilir ve bunlar kâtiplik görevini yapabilirler.

5- Bu yazma görevi öğrenme karşılığı ve verilen belge karşılığı olarak yapılır. Yoksa bu bir ücret karşılığı değildir.

6- Kâtip olan kişi yazı için kendisine müracaat edilince vakit geçirmeden hemen yazar. Yoksa o kendiliğinden yazmaz.

7- Kâtip olan kişi müracaatın hemen arkasından yazmaya başlar ve bu yazma işini asla geciktirmez.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Borçlu olan kimse imla etsin.”

Borçlanma sözleşmelerinin yazılması emredildikten sonra burada şimdi kimin yazdıracağından bahsedilmektedir. Böylece yazılı sözleşmelerin ikinci esası orta çıkmaktadır.

Mellün : Bu kelime oku ateşe tutup doğrultmak, yürümek, elbiseyi çatıp ilmek anlamlarına gelir.[1035]Bir dikiş dikilmeden önce ilmik atarak onun nasıl dikileceği ayarlanıp tespit edilir ve dikiş buna göre yapılır. İşte imlâl kelimesi imlâ kelimesinin aslı ve müradifi olup[1036] ezbere yazdırmak manasına olduğundan[1037] kâtibin nasıl yazacağını bildirmektedir. Borçlu olan kişi söyler, kâtip de aynı borçlunun söylediği şekil ve biçimde aynı o gibi yazar.

Bu kelimenin temlîl şeklinde değil de imlâl biçiminde gelmiş olması, müsveddelerin katibe birden, tüm olarak verileceğini, katibin sadece bu ilk verilen bilgileri ve söylenilen şekli kağıda geçireceğini ve değişiklik yapmayacağını, aynı yazıda böyle bir şeyin bulunmayacağını ifade eder. Bu sebeple her ne kadar yazı bitmeden sözleşme tamamlanmış sayılmasa da takrir verdikten sonra caymak geçerli değildir. Kâtip ancak verilen takriri aynen yazıya geçirmekle yükümlüdür. Fakat alacaklının da yani tarafların muvafakati (onayı-oluru) alındıktan sonra bir değişiklik yapılabilir ve bu değişiklik maddeleri ise ayrı olarak yazılabilir.

Ayette borçlu kavramının “ellezi aleyhi’-hakku” (üzerinde hak bulunan kimse) şeklinde ifade edilmesi önemlidir.[1038] Çünkü bu ifade hem alacaklı ve hem de borçluyu içerinse alır. Şöyle ki, borçlu belli bir borcu ikrar ettiği için üzerinde hak bulunan bir kimse olur. Alacaklı da alacağını belli bir müddet sonraya ertelediği için yine o da üzerinde hak bulunan bir kimse olur. Böylece her iki tarafın da birbirilerine borçlu oldukları anlaşılmaktadır. O halde ana borcun ifadesi borçlu tarafından yapılacak, buna karşılık borcun ödenme müddeti ise alacaklı tarafından ikrar edilecektir. Alacaklı ve borçludan her birini ifade etmek için burada men yerine ellezi kelimesinin kullanılmış olması aynı zamanda borçlanmaların bireyler arasında cereyan ettiğini bildirir. İşte yukarıda borçlanmadaki tefâul babı ve çoğul sığası ile tedâyentüm (borçlandığınız zaman) denilmiş, burada ise belirli gelmesi ve tekil kalıbının kullanılması ile arasındaki ayrılık bu suretle giderilmiş olur. Yani yukarıda borcun, toplumun kefaleti altında olduğunu, burada ise asıl borçluların özel mülkiyet esasları dâhilinde bireylerden ibaret olduğunu dile getirmektedir.

“Rabbi olan Allah’tan ittika etsin de o haktan hiçbir şeyi eksik etmesin.”

Borçlu yazdırırken kâtipten veya başka birisinden değil, yalnız Allah’tan korksun ifadesinde hile ve oyuna saparak veya bazı yabancı kayıtlar koydurarak, olayın halde ve gelecekte cereyan edecek hukuki statüsünü değiştirmesin.[1039]

Borcun doğru olarak itiraf edilmemesi borçlunun alacaklılar tarafından tecavüze uğramasına sebep olur ve devlet mütecavizleri aramaya koyulur. Bu hileli ve tehlikeli durumlar toplumu yorduğu gibi bireylerin toplum içersindeki güvenlerini de sarsar. Neticede bunun zararı da yine bireylere geri döner.

              Burada Allah ve Rabb kelimelerinin kullanılması bize devletin can ve mal güvenliğini sağlama görevini, hak ve hukuk tanımayan mütecaviz kimselere karşı yapmayacağını ve onların güvenliklerini sağlamayacağını hatırlatır. Yasaklara uyamayan kimselerin o yasaklardan yararlanma hakları yoktur. Can ve mal mülkiyetine saygılı olmayan bu yasadan faydalanamaz. “Hürmetler, haram ve yasaklar karşılıklıdır.”[1040] Saygı gösterilmesi gerekli olan her şeyde kısas cereyan eder.[1041] Canda ve malda saygı gösterene saygı gösterilir; göstermeyene de gösterilmez. Çünkü bu ayet mallara da şamil olur.[1042]   

              Bahs : Su nasibi olmayıp sulanmadığı için ziraatı hemen yağmurun arkasından yapılan tarlaya denir.[1043] Eksik ve noksan yapmak anlamına gelir. Bir şey bahs etmek demek yeterince ölçememek veya değerlendirememek demektir. Buradaki borcun eksik olarak ifade edilmesindeki yasak, burcun esasını zedeleyecek ileride anlaşmazlıklara yol açacak kaçamaklı ifadelerin kullanılmasıdır. Yoksa borcun kendisini etkilemeyecek, şahitlerin beyanları ve hakemlerin hükümleri ile ortaya çıkabilecek hakların söylenmemesi eksik yapmak demek değildir. Mesela unutmak, bilmemek veya ihmal etmek gibi hususlar affedilebilir. Bahs ise borcun kendisinden bir eksiklik yapacak şekilde davranmaktır. 

               Hakk : Üç yaşını bitirmiş, dörde basmış olan deveye hıkk adı verilir ki, bu devrede binilip kullanılmaya elverişli hale gelmiştir.[1044] Böyle bir deve şimdiye kadar beslenip bakılmış ve büyütülmüş yani sahibinden hak almış ve şimdi ise vazifeye ehil hale gelmiştir. Artık bu durumda hak ve vazifeye layık olan bu deveye yiygi verilecek, böylece o beslenecek ve kendisine yük sarılıp taşıtılacaktır. Burada insanın hak ve vazifeli olması, devenin gerek beslenmesinde ve gerekse hizmet etmesinde hak ve vazifeli olmasına benzetilmiş ve dolayısıyla alacaklı ve borçlu, hak ve vazifeli kılınmıştır.

Borçlanmada mükellefin yükleneceği külfetin belli olması için hakk kelimesi burada belirli olarak getirilmiştir. Bu yüzden belirsiz borçlanmalar hükümsüz olur. Borçlanma sözleşmelerinde borçlu ve alacaklı, borcun cinsi ve miktarı ve ödeme zamanı mutlaka belirtilmelidir.      

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Kâtip borcun tespitinde hiçbir rol oynamadan kendisine söylenenleri aynen yazmakla görevlidir.

2- Borcun esasını borçlu ödeme müddetini ise alacaklı beyan eder. Borçlu ve alacaklı beyanlarını bitirdikten sonra yazma işi henüz tamamlanmamış olsa da tarafların cayma hakları yoktur.

3- Borç sözleşmesinin tamamlanması için şahitlerin dinlenmesi ile kâtibin resen yazması yeterli olup sonun imza gerekli değildir.

4- Borçlanma toplum içersinde olur. Fakat borçlu ve alacaklı olan bireylerdir. 

5- Hak kelimesi, hak ve vazifeyi, alacak ve borcu içersine alır.

6- Borçlanma senedinde borç ve alacak, ödeme tarihi, borçlu ve alacaklı belirtilir.

7- Şeriatın tayin etmiş olduğu belli esasların sözleşme senedinde yazılmış olması şart değildir.

8- Borcun evsafı ve borçlanmanın şekli yazıda kesinlikle belirtilir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Eğer üzerinde hak bulunan kimse (borçlu), akılsız, bunamış olursa yahut kedisi söyleyip yazdıramayacaksa velisi dosdoğru söyleyip yazdırsın.”

Noterlik kurumu anlatıldıktan sonra şimdi burada velayet kurumu dile getirilmektedir. Velayet, bir kimsenin başka bir kimse üzerinde can ve mal hakkında sözünün geçerli olmasına derler.[1045] Eğer borçlu malını israf ve telef eder; hafif akıllı ve geri zekâlı biri yahut çocuk, deli e çok yaşlı bir durumda ya da dilsizlik, fazla tutukluluk ve cehalet gibi herhangi bir sebepten dolayı bizzat söyleyip yazdırmaya gücü yetmez bir kimse ise onun velisi yazdırır.[1046]

Ayette burada cümle fa harfi ile başlamaktadır. Fa vav harfi gibi kendisinden sonra gelen cümleyi kendisinden önce gelen cümleye bağlar. Ancak ondan farklı olarak fa’da tertip söz konusudur.[1047] Bazen ikinci cümle birinci cümleyi tafsil eder. “Borçlu olan yazdırsın”, cümlesinde küçük çocuk, bunak, yaşlı ve akıl hastası olan kimselerin kendilerinin mi, yoksa onlar adına başkalarının mı yazdıracağı hususu açık değildir. Bu cümlede ise istisnalar zikredilerek birinci cümlenin açıklaması yapılmıştır. Yalnız cümle açıklama cümlesi olduğu için bize iki hususu belirtmektedir. Birincisi velayet kurumunun genel bir kurum olup yalnız borçlanmada değil, küçük ve zayıflar için her türlü muamelede geçerli olduğunu bildirir.

Cümlenin bir açıklama cümlesi olduğunu gösteren fa harfinin ikinci manası ise şudur: Sefihlik, zayıflık ve yazdırmaya gücü yetmeme cümlesi bir istisna cümlesi olsaydı, ona başkaları kıyas edilmezdi. Çünkü istisna üzerine kıyas yapılmaz.[1048] Hâlbuki burada cümle kıyas yapılabilecek bir şekilde getirilmiştir. Çünkü bu tafsil fa’sı bize kıyasın yapılabileceğini göstermektedir. Bunun için kayıp, hasta veya dil bilmeme ve konuşamama gibi durumlar başkalarının yani velilerin yazdırmasına meşru bir mazeret teşkil ederler.   

Borcun ikrarı genel vekâlete bağlanmamıştır. Bu yüzden özür bulunmadıkça borç bizzat borçlu tarafından takrir edilecektir. Burada genel vekâletnameyi kayıtlama gibi bir durum düşünülebileceği gibi zayıf, hasta ve yazdırmaya gücü yetmeyenlerin takrirlerinin geçerli olmadığı anlaşılabilir. Yoksa genel olarak hiçbir mazeret söz konusu olmadan da vekâletin caiz olduğu hükmünü çıkarabiliriz.

Borcu yazdırmak borçlunun görevi olup o bundan kaçınamaz. O halde faile yapılan tafsil de aynı hükümlere tabi tutulmalıdır. Bunun için sefihin ve zayıfın velileri, borcu yazdırmakla mükelleftir ve bu görevden kaçamazlar. Demek ki, buradaki yazdırsın emri velayet kurumunun çalışmasını icbar eder bir emirdir. Yoksa bu velayete izin veren bir hüküm değildir. Böylece bu, bize genel vekâlet kurumunun kayıt altına alınmadığını gösterir.

Burada malların kusurlu sayılması ile ilgili olan bir hususa da işaret edildiğini söyleyebiliriz. Bir malın kusurlu sayılması o malın bu eksik ve kusurundan dolayı piyasada değerinin düşmesine bağlıdır. Kusur, malın faydasından da bir eksiklik getirecek derecede olmalıdır. Yoksa mesela güzellik açısından bir eksiklik kusur sayılmaz. Bu nokta alış verişteki malı görmeden almaktan dolayı meydan gelen cayma hakkı yani hıyâr-ur ru’yet (görme muhayyerliği) ile açıklanabilir.[1049]  

Karz borçlanmasında borcun nevi ayn olmayıp misliyyattan bir mal veya para olduğu için[1050] görmeden dolayı caymaya, zarar verecek derecedeki vasıflar kusur sayılmaz. Ancak kusurdan dolayı caymaya (hıyâr-ul ayba) girebilecek vasıflar ise[1051] kusur sayılır. Yukarıda geçtiği üzere tüccarların nazarında fiyat düşüklüğünü gerektiren her şey,  kusur sayılır.[1052] Bundan dolayı bu ayette bahs: eksiklik kelimesi kullanılmış ve eksiklik meydana getirmeyen vasıfların borçlanmalarda ve tediyede söz konusu yapılmayacağı ifade edilmiştir. Mesela bir alacaklı paranın bütün veya bozuk olmasını ileri sürerek ya da yırtık olduğunu iddia ederek parayı almaktan kaçınamaz. Yine bunun gibi mesela buğday alacaklısı olan bir kimse bu buğday küçük tanelidir, ben bunu kabul etmiyorum diyemez. Ancak çürük veya fazla taşlı diye kabul etmekten kaçınabilir.

Bu bakımdan malların standart olmasında çok büyük kolaylıklar vardır. Standartlamada mal ve eşyalar bütün evsafıyla belirlenmiş olacağından belli bir borçlanma yapılacaksa sadece malın adı söylenmekle yetinilir. Buna karşılık eğer standart dışı bir borçlanma yapılacaksa o zaman malın vasıflarını uzun, uzun yazma mecburiyeti vardır. Bu yazma külfeti kişileri standart muamelelere zorlamakta, ancak hiçbir zaman mecbur etmemektedir. Bu İslam düzeninin temel kurallarından biridir. Bireyleri kanunlara korku ile değil, kendilerine sağlanan faydalarla uydurmak gerekir. Yine uymazlarsa o zaman cezalandırılırlar.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Kişi devlete ve kâinat düzenine karşı sorumlu olur.

2- Kişi ancak kendisinin riayet ettiği haklardan faydalanabilir.

3- Kişi başkalarının hakkına saygı göstermediği zaman kendi hakları da devlet tarafından korunmayabilir.

4- Borçlanma sözleşmelerinde borcun esasını zedeleyen her şey yazılır.

5- Borçlanmalarda görmemekten dolayı caymayı (hıyar-ur ru’yet) gerektiren vasıflar kusur sayılmaz.

6- Borçlanmalarda bir kusurdan dolayı caymayı (hıyar-ul aybı) gerektiren vasıflar kusur sayılır.

7- Standart malların borçlanma sözleşmelerinde yalnız hükümlerini zikretmek yeterli olur.

8- Standart olmayan malların borçlanma sözleşmelerinde bütün vasıfları anlatılır. Anlatılmamış olan sözleşmeler, devlet teminatı altında olma hakkını kaybederler.

9- Velayet, bir kimsenin başka bir kimse üzerinde can ve mal hakkında sözünün geçerli olmasıdır.

10- Velayet Kurumu genel bir kurum olup yalnız borçlanmada değil, küçük ve zayıflar için her türlü muamelede geçerlidir.

11- Bir malın kusurlu sayılması o malın bu eksik ve kusurundan dolayı, piyasada değerinin düşmesine bağlıdır.

12- Bir eksiklik meydana getirmeyen vasıfların borçlanmalarda ve ödemelerde söz konusu yapılmaması gerekir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Üzerinde hak bulunan borçlu eğer bir safih veya zaif ya da söyleyip yazdıramayacaksa velisi dosdoğru söyleyip yazdırsın.”    

Sefîh : Sefh, kepek demektir.[1053] Rüzgârın ağaç dallarını eğmesine, teseffüh denir.[1054] Sefih ise hafif akıllı olan kimsedir. Rüzgar ne taraftan eserse o tarafa eğilen kendi zarar ve faydasını gözeterek hareket etmekten çok, dış etkilerin altında kalan ve aklını kullanarak kendi kendine karar veremeyen kimsedir. Malını saçıp savuran kimsedir.[1055] Böyleleri takrir verirken başkaları tarafından kandırılabileceği için bunların haklarını kendileri adına velileri kullanır. Dolayısıyla sefihlik hukuki bir durum olup keyfi olarak takdir edilemez. Belli bir hukuk prosedürü-izlek içinde tespit edilir. Mesela bir kimseye sefih hükmünün verilebilmesi için hâkim kararı gerekir.[1056] İşte insanın kendi aklını kullanarak haklarını koruyamayacak bir durumda olması velayet kurumunun çalışması için yeter sebeptir.

Sefîh kelimesinin sıfat-ı müşebbehe kalıbında gelmesi sefihlik vasfının devamlı olmasını gerektirir. Sefihliğin bazı hallerde var, bazı hallerde yok kabul edilmesi düşünülemez. Artık bir kimse sefih ise o her işte sefih kabul edilir. Bu sebeple bir mükellef, medeni haklarını kullanmada ya bir ehliyete sahiptir ya da değildir. Bu ikisinin arası olmaz.

Zaîf : Zı’fün, katlamak, za’fün ise zayıflık demektir.[1057] Za’fün bedenen zayıflık olunca[1058] zaîfün de bedenen zayıf bulunan kimse demektir ki, burada küçük çocuk veya yaşlanmış ihtiyar anlamına gelir.[1059] Buna göre sefîh, aklı zayıf, zaîf ise bedenen zayıf olan kimsedir. Ayette sefih ve zayıf kişilerden sonra üçüncü olarak bir de yazdırmaya gücü yetmeyen kimseden söz edilmektedir. Bu dilsiz ve bilgisiz[1060] pepe[1061] olduğu gibi, kör, sağır, hasta veya yolcu da olabilir.

Sefîh ile zaîf kelimeleri aynı kalıptan geldikleri halde üçüncü vasıf olan güç yetmeme, değişik bir üslup olarak cümle ile ifade edilmiştir. Buradan şu esası çıkarabilir ki, sefih ile zayıfın yani zayıf akıllı, malının saçıp savuran çocuk veya bunma haline gelmiş olan ihtiyarların velileri, onların izni ve düşüncesini almadan hareket edebilirler. Gücü yetmeyen kimsenin, yani dilsiz, bilgisiz ve pepe gibilerin velileri asıl borçlunun gücü yetmediği yerde onun görevini yapabilirler. Borçlu, bir noktaya kadar kendisi yapmaya yetkili olup ondan sonra velisine sen devam et diyebilir. Yani bu çeşit velayetlerde veliler, bir nevi vekil durumundadırlar. Asilin gücü yetmediği yerde vekilin işi başlar. Ancak bu yine de vekâlet değil, velayet kurumudur. Hem kişilerin velilerini azledip değiştirmeye hak ve yetkileri yoktur. Burada vekâlet kurumu ile ilgili bir hüküm daha ortaya çıkmaktadır. Müvekkil yapamayacağı bir iş için vekil tayin etmez. Bilakis yapabileceği şeyler için vekil tayin edebilir. Çünkü asaleten yapılması caiz olmayan bir şeyin vekâleten yapılması hiçbir suretle caiz olmaması gerekir. Böyle acziyet hallerinde iş, bir başkasına havale edilebilir. Bu bir vekâlet değil, velayettir. İşte İslam düzeninde bugünkü avukatlık sistemi yerine velayet kurumu getirilmiştir.[1062]      

 Avukat vekil değil, bir çeşit velidir. Çünkü avukat, müvekkilin kendisinin güç yetiremediği hususların savunulması için tevkil edilmiş bir kimsedir. Vekâlette kişi kendisinden daha zayıf olan birini kendi işlerini tedvir için görev verebilir. Fakat avukatlıkta ise kendi haklarını kendisinden daha çok bilgili olan kimsenin savunması esastır. Onun için avukatlıkta vekâlet, velayet ve müşavirlik gibi üç vasıf toplanmış bulunmaktadır. Bunların ise birbirinden farklı hükümleri bulunduğu için bu tür bir sözleşme İslam hukuku açısından batıl sayılır. Mesela herhangi bir konuda avukat ikrar etse sanık ise inkâr etse durum ne olacaktır. Sanık avukatın yanında ikrar edip de sonra inkâr etse durum ne olacaktır. İşte bunlar avukatlıkta birbiri içine girmiş çözümü güç olan girift işlerdir.    

Velinin adaletle yazdırması söz konusudur. Yani veli sadece savunucu bir durumda olmayıp hakkı teslim edici olacaktır. Dolayısıyla o karşısındakini haklı bulduğu zaman onun hakkını vermek zorundadır. Bu da bugünkü avukatlık statüsüne ters düşen ayrı bir noktadır. Çünkü avukat müvekkilini sadece hakkını korumakla görevli olup aleyhine olan bir beyanda bulunması suç teşkil eder.

Hukukun kendilerine velayet hak ve vazifesi verdiği kimselere veli denir. Daha önce de geçtiği üzere[1063] vely : Bir yağmur yağdıktan sonra bunun arkasından ikinci bir yağmurun yağmasına denir.[1064] Bu yakınlık ve takip ifade eder. Bunun için dost anlamında da kullanılır. Veli, çocuğun, bunağın, malını saçıp savuran delinin ve (dilsiz, bilgisiz, kör ve sağır gibi) gücü yetmeyen kimsenin arkasında dolaşıp takip eden ona bakan ve kollayıp gözetleyen kimse demektir. İslam hukukunda velilik, akrabalık, kölenin sahibi olmak, köleyi azat etmek ve başka olmak gibi dört yoldan biri ile gerçekleştirilir.[1065]

İmamet yani başkan olmak sıfatı veliliği gerektirdiğine göre[1066] idari taksimattaki yani yerleşim birimlerindeki başkanlıklara uygun olarak en küçüğünden en büyüğüne kadar velilik silsilesi var demektir. Mesela bir beldenin başkanı o beldenin velisi, bir vilayetin velisi o vilayetin valisi (burada vali kelimesinin aynı kökten gelip bu anlamda olduğuna dikkat edilmelidir), bir devletin velisi, o devletin başkanıdır. İslam devlet düzeninde, idari teşkilatlar arasında en büyük veli devlet başkanıdır.[1067]     

 Bütün başkanlar kendi başkanlığı altındaki bireylerin her türlü haklarını korumakla görevlidirler. Buna göre velayet kurumu aynı zamanda siyasi bir kuruluş olup bu siyasi kuruluşların kendi mensuplarının haklarını koruma ve savunma görev ve yetkileri vardır. İşte bu sebepten dolayı ayrıca avukatlık ve savcılık gibi kurumlara İslam düzeninde ihtiyaç yoktur.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- İnsanın aklını kullanarak kendi haklarını koruyamayacak bir durumda olması velayet kurumunun çalıştırılması için yeter bir sebeptir.

2- Dilsiz, bilgisiz, kör, pepe, sağır, hasta, yolcu ve bu gibi kimselere veli tayin edilebilir.

3- Hukukun kendilerine velayet hak ve vazifesini verdiği kimselere veli denir.

4- Müvekkil, yapamayacağı bir iş için vekil tayin etmemeli, tam tersine o ancak yapabileceği bir iş için vekil tayin etmelidir.

5- Velayet, kişinin bizzat kendisi tarafından kullanılamayan hakların bir yakını tarafından kullanılması demektir.

6- Borç sözleşmelerini borçlular adına onların velileri yapabilir.

7- Küçük çocuklar ve sefihler (mallarını akıl, mantık ve ekonominin gereklerine göre kullanamayan kimseler) her türlü işlerinde velileri tarafından temsil edilirler.    

 8- Bir noktadan sonra işlerine güç yetiremeyen kimselerin bu işleri bu yerden itibaren velayet ve temsil yolu ile yürütülür. 

9- Alacaklının alacağı için kendisi veya başka bir kimse tarafından temsile ve ikrara gerek yoktur.

10- Vekil, ancak müvekkilin gücü yetebilen işleri yapabilir, yetmeyen işleri yapamaz.

11- Veli, velisi bulunduğu kimseye sorup danışmadan onun yapabileceği her şeyi yapma hakkına sahiptir.

12- Avukatlıkta vekâlet, velayet ve müşavirlik işleri hep birbirine karışmış durumdadır. Bunları ayrı, ayrı kendilerine mahsus statüleri bulunduğu için avukatlık sözleşmesi İslam hukuku açısından hükümsüzdür.

13- Bütün haklar velayet yolu ile korunur.

14- Herkesin özel bir velisi vardır. Bu mükellefin idarede yani siyasi alanda seçip tayin ettiği başkanıdır. Küçükten büyüğe doğru bu başkanlar silsilesi siyasi kuruluşu meydana getirir.

15- İslam düzeninde idari teşkilatta en büyük veli devlet başkanıdır.

16- Veliler, belli bir müddet için vazifeli olup görevlerinden azledilemezler.

17- Veliler velisi bulundukları kimselerin haklarını savunmakla birlikte karşı tarafın hakkını da teslim etmek zorundadırlar.

18- Bireylerin hakları velayet (siyasi kuruluş) tarafından korunur.

19- İslam düzeninde velayete dayanan siyasi kuruluşlar aynı zamanda bireylerin haklarını, can ve mallarını, mülkiyetlerini savunma görevini de üstlenirler.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun.”

Noterlik ve velilik kurumları açıklandıktan sonra şimdi burada şahitlik kurumunun esasları getirilmektedir. 

Şehd : Peteğinde bulunan gömeç balına şehd denir.[1068] Bu balın göz önünde olup bozulmadan ve hile yapmaktan korunduğu için bu adı almış olabilir. Göz önünde bulunan şeylere şahid, gözden ırak olan şeylere de ğaib derler. Müşahede etmek gözle görmek demektir. Olaylar gözle görüldükten sonra peteğin balı koruduğu gibi hafıza, bellek tarafından korunurlar. İşte buna yani bir nesnenin hakikatine muttali olup kesin bilmeye şehadet denir.[1069] Bu kelimenin ayette şehîd şeklinde sıfat-ı müşebbehe kalıbında gelmesi şahitliğin de noterlik ve velilik gibi bir meslek olduğunu göstermektedir. Yani buna göre şahitlik de ehliyeti gerektiren bir meslek olmaktadır. Bu ehliyetin şartlarından birisi de abt ve hıfz’dır. Zaten şahitlikte şüphe ve töhmeti kaldırmak, hata ve unutma ihtimalini yok etmek için en az iki kişi şahit tutulur.[1070]            

Bireyler şahitlik ehliyeti bakımından üç kısma ayrılabilirler. Bunlardan birincisi tezkiye edilmiş, adil ve şahitlik yapmaya ehil olan kimselerdir. Hâkimler böyle kimselerin şahitliğini kabul etmeye mecburdurlar. İkincisi de adalet sıfatları zedelenmiş, şahitlik ehliyetini yitirmiş olan kimselerdir. Bunlara mecruh adı verilir ki, bunların şahitliği kabul edilmez. Üçüncü kısım ise adil veya gayri adil oldukları belli olmayan meçhul kimselerdir. Hâkim bunların şahitliğini ister kabul eder, isterse kabul etmez.[1071]

Ayette min ricâlikum : Adamlarınızdan denilmekle şahitlik için İslam, adil, baliğ, erkek ve hür olmak gibi şartlar koşulmaktadır.[1072]

Şahitlik yapmak bir hak değil, daha çok bir görevdir. Erkek ile kadın arasında iş bölümü bulunup vazife alanları ayrı, ayrı olduğu için erkeklerin göreceği işlerde erkeklerin, kadınların göreceği işlerde de kadınların şahit tutulması normaldir. Bu yüzden mesela ceza ve kısas gibi yerlerde kadınların şahitliği kabul edilmez.[1073]  Doğum, bekâret ve kadınlara ait işlerde de erkeklerin görmeleri mümkün olmadığı için buralarda erkekler şahit tutulmaz. Şahitlikte en az iki kişi şart iken[1074] bu gibi yerlerde bir tek kadının şahitliği bile geçerlidir. Zaten bu konuda Hz. Peygamber’in hadisleri de vardır.[1075] Nikah, talak, vekalet, ve vasiyet gibi hukuki meselelerde ve mali hususlarda ise erkekle kadın birlikte şahitlik yapabilirler.[1076] 

Bireyler şahit tutulurken şahitlik yapmaları kendilerinden istenir.[1077] Yani borçlanma, nikâh ve vekâlet gibi, hukuki meselelerde şahit olacak kimselerin, bile, bile gelip şahitlik yapmaları gerekir. Ayrıca “sizin adamlarınızda” ifadesi ile şahitlerin idari taksimata göre mahalle, bucak, vilayet ve devlet içersinde olacakları anlaşılır. Müslümanların şahitleri Müslümanlardan olur.[1078] Ebu Hanife’ye göre gayri Müslimlerin birbirlerine karşı yapacakları şahitlikler de kabul edilir.[1079]

Şehideyni : İki şahit demek olan bu kelimenin belirsiz olarak gelmesi şahitlerin serbest olup şahit olabilecek herkesten ve her kişiden istenilen şahısların şahit tutulup gösterilebileceğini ifade eder. 

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Toplumdaki hukuk düzeni şahitlik kurumu üzerine kurulur.

2- Şahitlik yapmak bir ehliyet işidir.

3- Şahitlerin Müslüman, adil, akıllı, baliğ ve hür olmaları şarttır.

4- Şahitlik yapmak, bir hal değil, vazifedir.

5- Borçlanma sözleşmelerinde iki şahidin hazır bulundurulması gerekir.

6-  Borçlanma sözleşmelerinde iki şahitler şahit olduklarını bile, bile hazır bulunurlar.

7- Her toplumun şahitleri kendi aralarından tutulur.

8- Şahitlik yapmada sadece erkekler görevlidirler.

9- Şahitler mükellefler tarafından serbestçe tayin edilirler.

10- Kadınlara mahsus alanlarda kadınlar şahitlik yapar ve hem tek bir kadının şahitliği geçerli olur.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Eğer iki erkek bulunmazsa, bir erkek ile iki kasını (şahit tutun).”

Bu ayet şahitlik hususunda kadınların da ehliyete sahip olduklarını gösterir. Ancak kadınlar şahitlik yapmaya zorlanamazlar. Aynı bu gibi kadınlar savaşa katılmaya da ehildirler; ancak onlar savaş yapmak zorunda değildirler. Aslında burada temel bir kural ortaya konmaktadır. Kadın ile erkek arasında bir işbölümü vardır. Evin içi ve ev işleri kadının, evin dışındaki işler, dış işleri ise erkeğindir. Hz. Peygamber’in Hz. Ali ile Fatıma arasındaki işleri taksim ederek ev içindeki görevleri kızı Fatıma’ya, ev haricindeki işleri de damadı Hz. Ali’ye verdiği kaynaklarda yazılıdır.[1080]  Şu halde kadınların evlerinin dışında çalışma zorunlulukları yoktur; ancak isterlerse çalışabilirler. Demek ki, kadınlar dış işlerde aynı erkekler gibi eda ehliyetine sahiptirler; ancak bu onların üzerine erkeklerde olduğu gibi, bir vücup ve bir görev değildir. Erkekler de ev işlerinde kadınların dış işlerde olduğu gibi bir mecburiyetleri yoktur. Şu halde az yukarıda söylediğimiz gibi kadınla erkek, karı ile koca arasından bir işbölümü vardır.

Ayetin bu kısmı tafsil için olan fa harfi ile başlamıştır. Bu buradaki olan hükmün genel olduğunu gösterir. Şahitlerin iki erkek olacağı söylendikten sonra acaba kadınlar şahitlik yapmazlar mı diye akla gelen bir soruya işte bu genel hüküm cevap vermektedir. Yani kadınlar şahitlik yapmaya ehildirler. Ebu Hanife de ceza ve kısasın dışında bütün hukuki meselelerde bir erkek ile iki kadının şahitliklerini kabul eder. Şafii ise bu hükmü yalnız mali konularda kabul eder.[1081]

Burada dikkat edilecek önemli bir nokta vardır. Şahitlik esasen erkekler tarafından yapılıp bu konuda en az iki erkek şahidin bulunması gerekir. Eğer şahitler iki erkek olmazsa bir erkek ve iki kadın şahit olmak üzere, üç kişi şahitlik yapacaklardır. Aslında şahitlik yapmak, erkeklerin görevidir. Bu ayet bedel yolu ile kadınların da şahitlik yapabileceklerini bize öğretmektedir. Bir asıldan onun bedeline geçildiği zaman o şeyin yarısı alınır. Mesela abdest asıl, teyemmüm ise bedeldir. Buna göre abdestte dört aza yıkanırken teyemmümde iki aza mesh edilmektedir. Şahitlikte de bir erkeğin yerine iki kadının tutması da bu kabildendir. Yoksa hiçbir zaman kadın erkekten eksik onun yarısı demek değildir. Çünkü bazı yerlerde kadının şahitliği asıldır. Mesela bundan önceki bölümde de geçtiği gibi nesebin tespitinde bir tek kadının şahitliği tam şahitlik (iki erkeğin şahitliği) olarak kabul edilir.

Kadınların şahitliği sadece erkekler bulunmadığı zaman geçerli değildir. İki erkek bulunsa bile bir erkek ile iki kadının şahitliği yine geçerli olur. Çünkü ayette bu nefi umumun nefyidir; yoksa nefinin umumileşmesi değildir.[1082] Öyleyse bir erkek yerine iki kadının şahitlik yapması zaruretten dolayı tanınmış bir ruhsat olmayıp esasen meşrudur.

Kadınla erkeğin şahitlik yapma alanlarının ayrılmış olması da gösterir ki, şahitlik yapmak hak değil, bir vazifedir.

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- İki erkek şahidin yerine bir erkek ile iki kadının şahitlik yapması geçerli sayılır.

2- Kadınlar kamu görevlerinde yalnız başlarına bırakılmazlar.

3- Kadınlar şahitlik yapabilirler; ancak şahitlik yapmaya mecbur tutulamazlar.

4- Ehliyetli olmak şartıyla her türlü iş için istenilen herkes şahit tutulabilir.

5- Eda ehliyeti bulunup vücup ehliyeti olmayan yerlerde kadınların yetkileri yarılanır. İki kadın bir erkek yerine geçer.

6- Şahitlik yapmak hak değil bir vazifedir.

7- Erkeklerin şahitlik yapamayacakları yerlerde bir kadın iki erkek yerine geçer.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Şahitlerden razı olduklarınız arasından (bir erkek ile iki kadını şahit tutun)”.

Bu ayet sayesinde istediğimiz kimseleri şahit tutabileceğimiz anlaşılmaktadır. Burada  “terdavne” (razı olduğunuz) kelimesi, çoğul olarak geldiği için toplumun razı olup kabul etmesi gerekir. Ancak burada toplum adına yetkili olan ve toplumu temsil eden kimse ve kimselerin bilinmesine ihtiyaç vardır. Bilindiği gibi burada borçlu, alacaklı, kâtip, gerekirse veliler ve son olarak da şahitler vardır. İşte bu kimselerin hepsi şahitlik yapacak kişileri onaylama hususunda ittifak etmelidirler. Davalı, davacı, kâtip veya şahitlerden birisi bir şahidin şahitliğini kabul etmezse rıza ortadan kalkmış olur. Böylece de toplumun rıza şartı gerçekleşmemiş olur. Bu hususta kadın şahitle de aynı hakka sahiptirler.              

Ayette “şahitlerden” denilmektedir. Böylece şahitliğin bir ehliyete dayandığı nas, delil ile ifade edilmiş bulunmaktadır. Şahit kelimesinin topluluk çoğulu değil de yığın-kalabalık çoğulu ile getirilmesiyle şahitlerin bir teşkilat kuramayacakları ve bir dernek altında toplanamayacakları ortaya çıkar. Kelimenin belirli olması ise daha önce geçtiği gibi, toplumda ancak belli kimselerin yani adil oldukları bilinen tezkiye edilmiş kişilerin şahit tutulacaklarına işaret edilmiş olabilir. Çoğul olarak gelmiş olması da her toplumun şahitlerinin kendi aralarından olmasının bir esas olduğuna bir işaret sayabiliriz.

a) Erkek ve kadın şahitler, ehliyetli olup belli kimselerden seçilirler. Eğer cümle tehir edilmeseydi bu durum kapalı kalırdı.

b) Kadınlara da şahitlik ehliyeti verilir. Kadınların bizzat kendilerinin adil olup şahitliğe ehil oldukları gösterilir. Bu cümle daha önce gelseydi bu mana verilemezdi.  

c) Kadınların da aynı erkekler gibi şahitlikte razı olup olmama hak ve salahiyetleri vardır.  

d) Eğer bu cümle daha önce gelseydi tafsiliye fâsı bir erkek şahidin yerini iki kadın şahidin tuttuğunu değil de kim olursa olsun razı olunan şahitleri gösterir ve kadınların da şahitlik yapabileceği hükmü genel bir kaideye bağlanamazdı.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Şahitlik yapabilecek kimseler, önceden toplum tarafından belirlenirler.

2- Şahitler topluluğu diye bir teşkilat kurulamaz ve şahitler kendilerini temsil eden bir dernek kuramazlar.

3- Her toplumun mesela mahalle, bucak ve vilayet gibi yerleşim birimlerinin kendi şahitleri vardır.

4- Bir iş hakkında şahit tutulurken tarafların yani kâtibin, şahidin ve varsa velinin şahit olan kimsenin şahitlik yapmasına rıza göstermede ittifak etmeleri gerekir.

5- Kadınlara da şahitlik yapma belgesi verilir.

6- Kadın şahitler de erkek şahitler gibi diğer şahitlerin şahitlik yapmasını kabul edip etmeme konusunda söz hakkına sahiptirler.

7- Kadınların şahitlik yapma belgeleri genel olup ceza ve kısasın dışında her yerde geçerlidir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Kadın şahitlerden birisi şaşırırsa diğeri hatırlatsın.”

Burada cümle en harfi ile başlamıştır. Bazı zaman bu en harfinden lâm hazfedilir.[1083] Bu sebeple bu cümle bir illet cümlesi olup[1084] kendisinden önce geçen hüküm, bir erkek şahidin yerine iki kadın şahidin konmasının sebebi olan, biri unutursa diğerinin hatırlatmasını açıklamaktadır. Yani bir erkek şahidin yerine iki kadın şahidin tutulması kadının şahitlik ehliyetinin eksikliğinden ileri gelmez. Sadece kadınlar toplum işleri ile pek meşgul olmadıklarından, alınıp satılan şeylerle ilgilenmedikleri için ve bu tür yerlere de sık, sık katılmamaları sebebiyle olayları unutabilirler. Bunun için bir kadın yerine iki kadın olsun ki, eğer ileride birisi unutursa diğeri hatırlar ve şahitlikleri tam ve eksiksiz bir şekilde ifa edilip tamamlanmış olur.    

İki erkeğin şahitliğinde bunlardan her biri aynı şeyi ayrı, ayrı söylemeleri gerekirken, bir erkek ile iki kadının yaptığı şahitlikte ise kadınlardan birisinin olayın yarısını, diğer kadının da diğer yarınsı hatırlaması yeterlidir. Bu kadın şahitlerden biri, “ben bunu hatırlamıyorum” dese, diğeri ise ben hatırlıyorum, bu şöyledir”, dese bu şahitlik geçerli olur.

Bir başka deyişle şahit tutulurken ya iki erkek şehit tutulur ya da bir erkek ile iki kadın şahit tutulur. Şahit dinlenirken ise bir erkekle bir kadın şahitlik yapsalar ve kadın şahit olaydan hiçbir şeyi unutmamışsa şahitlik geçerli olup bu şahitliğe dayanılarak hüküm verilebilir. Çünkü Kuran’daki bir erkek yerine iki kadının şahit tutulması, şahit dinlenirken değil, şahit tutarken verilmiş bir emirdir. Birisi unutursa diğeri hatırlatsın demek suretiyle şahit dinlenirken her iki kadının da aynı şeyi söylemelerine gerek yoktur.

Bundan dolayıdır ki, ihdâhuma: o ikisinden birisi kelimesi iki defa tekrar edilmiştir. Yani biri diğerine hatırlatmaktan çok birinin unuttuğunu diğeri anlatacaktır.[1085]   

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Kadınların şahitlik yapma ehliyetleri tamdır, eksik bir tarafı yoktur.

2- Kadınlar toplumun kamu işleri ile ilgilenmek ve onları üstlenmek zorunda değildirler.

3- Kadınlar üstlerine görev olmadığı için toplum meselelerini hafızalarında tutamayabilirler.

4- Her kadın şahit ayrı, ayrı hakemlere şahitlik yapar.

5- Bir kadın şahidin doğruluğundan emin olarak söylediği sözler, diğer kadın şahidin tasdik etmesine ihtiyaç kalmadan muteber sayılır.

6- Bir kadın ile bir erkek şahit olarak dinlenebilir ve bu şahitlik tamam sayılır.      

7- Şahitlik yaparken her kadın, karşı şahidi kabul edip etmemekte ayrı, ayrı hak ve salahiyete sahiptir.

8- Şahitlikte tecezzi (kısımlara ayrılma, bölünme ve parçalanma) caizidir. Böylece olayın bir kısmını bir şahit tarafından, diğer kısmı da diğer şahit tarafından açıklanıp ispat edilebilir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Şahitler de çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar”

Düâ : Bir kimseyi bir nesneye sevk etmek anlamında kullanılır. Davet ise bir adamı yemeğe ve ziyafete çağırmak demektir.[1086] Daha sonra düa bir kimsenin diğer kimselerden bir şey istemesi veya bir yere çağırması anlamında kullanılmaya başlanmıştır. İddia ve dava kelimeleri de aynı bu düa kökünden gelir.    

Şahitlik meselesinde biri şahit olmak, diğeri de şahitlik yapmak üzere iki görev vardır. Bunlar teknik olarak şahitliğin tahammülü ve edası diye tabir olunur.[1087] Mesela bir borç sözleşmesi yapılırken şahitlerin bulunması şahit olmaktır. Bir adamın hırsızlık yaptığını gören kişinin mahkemede hâkimin huzurunda bu gördüğünü söyleyip açıklaması ise şahitlik yapmaktır. Bunların her ikisi de aynıdır.

Şahitlere buyurun şahit olunuz veya şahitlik yapınız diye davet edildikleri zaman bu daveti kabul edip gelmeleri gerekir. Bu şahitlerin bir davet almadan gelmeleri ise yerinde bir davranış değildir. Ancak onlar şahitlik için davet edildikleri zaman davet edildikleri yere gitmeleri bir vecibedir ve bir görevdir.[1088] bu toplumsal bir görev olmakla İslam hukuku terimi olarak farz-ı kifayedir. Hatta şahitlik yapacak bir kimse bulunmadığı zaman ve belirli kimselerin şahitlik yapması da gerekiyorsa buna farz-ı ayın olur, diyenler de vardır.[1089]

Ayette şahitlik yapılacak yer hakkından herhangi bir açıklama yoktur. Mesela borçlanma sözleşmeleri ve her türlü sözleşmeler mahalle mescitlerinde yapılabilir. Daha önemli olan sözleşmeler ise bucak merkezlerinde veya Cuma mescitlerinde yapılabilir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, adliye ve mahkeme işlerini mescitte yapmış, bu işler dört halife devrinde de hep mescitlerde yürütülmüştür.[1090]  

Az önce bu ayeti tefsir ederken geçtiği üzere ibâ kelimesi geçitlere imkan vermeyen kamışlıktan kinaye olarak istenilen her şeyi yapmamak üzere, direnen bir kimse için dayatmak, kaçınmak ve çekinmek anlamlarında kullanılır. Burada emir verilerek şahitlik yapsınlar denilmemiş, çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar, buyrulmuştur. Yalnız bu ifadeden şahitler şahit olmaya veya şahitlik yapmaya davet edildikleri zaman kaçınmasınlar, gitsinler manası anlaşıldığı gibi, şahit olmaya ve şahitlik yapmaya gitsinler fakat davet edildikleri yere varınca eğer bu görevi tam olarak yapamayacakları düşüncesine kapılırlarsa onlar şahitlik yapmak zorunda değildirler, bu işten cayabilirler, anlamı da çıkabilir. Böyle bir hakkın kendilerine tanınmış olduğunu belirtmek için bu ifade emir biçiminde gelmeyip emir kalıbına çevrilmiş ve burada meful de hazfedilmiştir.

Ayette şahitler kelimesi yine çoğul ve belirli olarak getirilmiştir. Böylece buna dayanarak her topluluğun belli ve ayrı, ayrı şahitleri bulunacağını anlayabiliriz.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:  

1- Borç sözleşmelerinin yazılması, mahkeme ve adliye işleri belli bir mecliste yürütülür.

2- Şahitler şahitlik yapmak üzere davet edildikleri zaman meclise ve mahkeme salonuna gelmek zorundadırlar.

3- Şahitler şahitlik yerine ve mahkeme salonuna ancak davet edilirlerse gelirler.

4- Şahitler sözleşme meclisine veya mahkeme salonuna geldikleri zaman kendilerinde bir şüphe uyanır ve içleri rahat olmazsa şahitlik yapmaktan çekilebilirler.

5- Şahitlik yapma işi bir ehliyete dayanır ve her topluluğun ayrı, ayrı şahitleri vardır.  

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Küçük olsun, büyük olsun, o borcu (veya hakkı), vadesi ile birlikte yazmaktan usanmayı.”

Seâmet : Bir nesneden bıkmak, bezmek, usanmak anlamına gelir.[1091] Bu kelimenin mahreçleri aynı olması dolayısıyla anlam bakımından se’ben kelimesiyle ilgisi vardır. Se’ben, boğmak, bunaltmak, tulumu sıkıp bağlamak anlamına gelir.[1092]

         Bu ayette alacak ve borçların, hak ve vazifelerin, az olsun çok olsun, büyük olsun küçük olsun, kısa vadeli veya uzun vadeli olsun, bunların yazılacağı bildirilmekte, “vadesine kadar yazın”, buyrulmaktadır. Bu ifadeden iki çeşit anlam çıkabilir. Birisi yazılma işinin vade sonuna kadar yapılabileceği, ikincisi ise sözleşmede vade tarihinin bildirilmesidir. Alusi[1093] birincisini katiyetle reddederek ancak borcun vadesiyle beraber yazılacağı şeklindeki manayı kabul eder. Yani borcun vade sonuna kadar borçlunun zimmetinde bulunduğunu bildirmek demek olan vadesiyle beraber yazılmasını savunur. Öyleyse borç, borçlanma senedi ile doğmaktan çok başka sebepler yüzünden mesela fiili bizzat yapmakla meydana gelir. Borçlanma senedi alacağın tarihini bildirir.

Usanıp sıkılmayın, üşenmeyin diye gelen emir yine çoğul olup topluma hitap etmektedir. Bu sebeple yazma işleri kamu hizmetleri arasında yer alır. Yukarıda da söylediğimiz gibi borcun yazılması, tarihi belirtip borcun ödenmesi için bir tecil ve tehirdir. Yani borç senedi alacağın tevsiki için değil, borcun tecil ve tehiri için hazırlanır.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Her türlü hukuki işlerin yazılma işi ve faaliyeti kamu hizmetlerinden sayılır.           

2- Küçük büyük, az çok, kısa veya uzun vadeli olsun her çeşit borç sözleşmeleri yazı ile tespit edilip kayda geçilir.

3- Borçlanma senetleri, alacağın tecili için bir delil sayılır. Fakat bunlar yalnız başlarına bir alacağı tevsik edemezler.

4- Müddeti ve vadesi gelmiş bulunan alacaklar borç senedi ile delillendirilmiş olmazlar.

5- Vadesiz borç ve alacakların tevsiki, şahitler ve diğer delillerle yapılır.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Bu Allah’ın yanında adalete daha uygun şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmememiz için daha elverişlidir.”  

Sözleşmeleri bu şekilde yazmak daha adaletli ve daha sağlam olur. Ayrıca meydana gelecek şüpheler de ortadan kalkar ve böylece bu muamele üç çeşit faydayı içersine almaktadır.[1094] Bu yazma işi Allah’ın yanında adalete daha uygundur.[1095]

Eğer biz burada Allah kelimesini kamu ve toplum anlamında tevil edecek olursak, borç sözleşmelerinin yazılması devlet için en uygun yol olduğu, devletin ancak bu çeşit borçları teminat altına alacağı ve bu senetlere-sözleşmelere dayanarak hüküm verileceği anlaşılır. Bu yazma emri ile evlenmelere varıncaya kadar devletin teminatı altında olan her türlü sözleşmeleri içersine alır diyebiliriz.

Burada aksatu kelimesi adalete en uygun anlamında kullanılmıştır. Bu ifade başka uygun yolların da bulunduğunu gösterip onların da devletin teminatı altında olduğunu belirttiği gibi, kâtibiadil tarafından yazılmış bulunan senetlerin başka bir ispata gerek kalmaksızın muteber sayılacağını gösterir.

Yazılı olan borçlar ve her türlü haklar aksi ispat edilinceye kadar muteber sayılırlar. Yazılı olamayanlar ise aksi ispat edilinceye kadar muteber sayılmazlar. Bunun için yazılı bir hakkın yokluğu, yazısız olarak iddia edilen bir hakkın ise varlığı ispat edilmeye ihtiyaç gösterir.

Yazmanın ikinci fonksiyonu şahitliğin bu sayede daha sağlam bir hale getirilmesidir. Mesela sözleşmeler yazı ile tespit edildikten sonra olduğu gibi korunmuş ve unutulmaktan korunmuş olurlar. Bu ayet bize aynı zamanda sözleşme nüshalarından birinin şahitlerde bulunmasını dikkat çeker[1096], alacaklı, borçlu ve kâtipte de bulunmasının gerekli olduğuna işaret eder. İşte şahitler bu yazılı belgelere dayanarak beyanlarda bulunurlar.

Bu açıklananlardan şu esaslara ve neticelere varıyoruz ki, İslam ekonomisinde yazı ile şahitlik birlikte iş görür ve bunlar birbirini tamamlarlar. Yazılı senetler, şahitlerin hafızalarını tazeler ve onların yanıltılarını düzeltir. Şahitler de senetlerin doğruluğunu söyleyip beyana muhtaç yerleri varsa bunları açıklığa kavuştururlar.

Bu ayet bize borçlanma ve borçlanma dışındaki sözleşmelerin yazışma hükümlerini getiriyor. Buna göre borçlanma sözleşmelerinde özel bir şahitlik yazışması dışındaki her türlü resmi muamelelerin yazılmış olması gerekir. Hatta bu ayet toplumla ilgili her hususun böyle özel sicillerde tutulması esasını getirmiştir. Bunun burada üç sebebe dayandığını söylemek mümkündür:

a) Daha önce düzenlenmiş olan yazılar, her türlü anlaşmazlıklarda en sağlam bir belge olurlar. Bu belgeler bütün şartlarda devletin teminatı altındadırlar.

b) Şahit olan kimselerin şahitlikleri yazılı belgelere dayandığı müddetçe en muteber bir delil sayılırlar.

c) Kişilerin her türlü beyanları vaktinde yazılmış olan belgelere dayandığı için aksi ispat edilinceye kadar geçerli sayılırlar.

Bu sebeple her türlü sözleşmelerin yazılması gerekir. Ancak bundan sadece peşin olan alış-veriler istisna edilmiştir.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Her türlü borçlar ve haklar, yazı ile tespit edilirler.

2- Yazı ile tespit edilmiş olan borç ve haklar, aksi sabit oluncaya kadar muteber ve geçerli sayılırlar.

3- Yazılı olmayan borç ve haklar aksi sabit oluncaya kadar muteber sayılmazlar.

4- Şahitler yazılı belgelere dayanarak şahitlik yaptıkları zaman onların ifadeleri reddedilmez, sözleri kabul edilir. Böylece yazılı bir belgeye dayanan ifadeler, dayanmayan sözlere tercih edilirler.

5- Kişilerin geçmişe ait olan beyanlarının geçerli sayılabilmesi için o zaman yazılmış olan yazılı belgelere dayanmaları şarttır.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Ancak aranızda hemen devredeceğiniz bir alış-veriş müstesnadır. O zaman bunu yazmamanızda bir sakınca yoktur.”

Ticaret : Kar etme düşüncesiyle mal üzerinde bir tasarrufta bulunmaya denir. Bu aslında normal bir alış-verişten ibarettir. Yalnız bir ihtiyaç için faydalanma gayesi ile bir mal satın alındığı zaman buna ticaret adı verilmez. Çünkü burada bir kar etme amaç ve gayesi yoktur.[1097]        

Ticaret peşin ve veresiye olan alış-verişleri içersine alır. Ayette hazır ticaret denilmekle karşılıklı her iki bedelin de göz önünde ve elde bulunmasını gerektirip alıcının malı alması, satıcının da parayı alması gibi olan peşin alış-verişleri içerinse alır.[1098] Ayrıca burada bu hükme sadece ticaret malları diyebileceğimiz menkul mallar girse gerektir. Çünkü ticaret kelimesi ve hazır ticaret ifadesi buna işaret edebilir. Bunun için bey’ ve şirâ kelimeleri ile ifade edilen gayrimenkul alış-verişleri yazılıp resmi tescillere geçirilebilir. Hemen teslim edilmeyen menkul malların alış-verişleri de yine böyle yazıya geçirilir.

Yazılma mecburiyeti bulunmayan peşin alış-verişlerin ikinci şartı da bunu alıcı ile satıcıların kendi aralarında devretmiş olmalarıdır. Buna göre alış-veriş peşin olsa bile vekâletle yapılan alış-verişlerin yazılacağı esası ortaya çıkar. Mesela mudarebe ortaklığında bu ortaklığı yürüten şahıs, hangi şekilde olursa olsun bütün alıp sattıklarını defterine yazar. İşte vekâleten yapılan ticaret sözleşmelerinin yazılması gerekeceği “aranızda devredeceğiniz” ibaresinden anlaşılmaktadır.    

Peşin olarak yapılan ticaret alış-verişleri peşin olduklarından dolayı ileride sözleşme şartlarının unutulup da taraflar arasında bir çekişme ve anlaşmazlık çıkmasında uzak olduğu için[1099] yazma mecburiyeti yoktur. Yalnız bunların bile yazılmalarında ekonomik açıdan birçok faydalar bulunabilir.[1100]

Ayetin bu cümlesi, istisna-i muttasıl veya munkatı olup buna göre burada ayrı, ayrı hükümler ortaya çıkar.[1101] Daha önce de geçtiği üzere istisna cümlelerine kıyas yapılmaz.[1102] Bu yüzden icare ve kira sözleşmeleri, ticari olmayan malların alış-verişleri bu hükmün dışında kalır diyebiliriz. Yalnız bir üreticinin tüccara sattığı mal ile tüketicinin tüccardan aldığı mal bir ticaret malı olup bunlar peşin oldukları zaman yazılmalarına gerek yoktur.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Ticaret malları sahipleri tarafından peşin olarak alınıp satıldıkları zaman böyle peşin olan ticari sözleşmelerin yazılmasına gerek yoktur. 

2- Peşin olmayan yani veresiye olan ticaret alış-verişlerinin yazılması şarttır.

3- Başkalarının adına vekâleten yapılan ticaret alış verişleri yazıya geçirilir.

4- Ticaret malı sayılmayan gayrimenkul alış-verişlerinin tescil edilmeleri şart olduğu için peşin olsa bile yazıya geçirilmeleri gerekir.

5- Her türlü sözleşmeler yazıya tabi tutulur.

6- Sözleşmelerin yazılma şartları asıl, şahit tutulma şartı ise istisnaidir. Bunun için yalnız yazmaya izin verilen yerlerde yazılmayabilir. Fakat bunun dışında yazılıp yazılmayacağı belli olmayan yerlerde bile yazılır. Şahitlik ise bunun aksine olup şahitlik emredilen yerlerde şahit tutulur. Emredilmeyen yerlerde ise tutmaya gerek yoktur.     

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Alış veriş yaptığınız zaman şahit tutun.”

Peşin olsa bile bir alış-veriş yaptığınız zaman şahit tutun[1103], sadece yazı ile iktifa etmeyin. Bu emir mubayaa, icare ve şira sözleşmelerini içerinse alır. Çünkü ticaret malları kimin elinde bulunuyorsa onlar onun kabul edilir. Ticari olmayan malların elde bulunması zilyetlik için yeterli değildir. Mesela bu bir ariyet veya emanet olabilir.

Borçlanmada olduğu gibi bu mubayaa da tefâul babından çoğul olarak getirilmiştir. Buna göre alış-verişler bireyler arasında cereyan etmekle birlikte devlet adına olup tüm alış-verişlerin devletin teminatı altında olduğu ortaya çıkar.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Ticari olmayan malların alınıp satılması da yazışmaya tabi tutulur.

2- İcare ve kira sözleşmeleri de yazışmaya tabi tutulurlar.

3- Mubayaalar şahitlerin önünde aleni olarak herkese açık bir şekilde yapılır.

4- Mal ve gayrimenkul alış-verişleri bireyler arasında cereyan edip devlet adına ve devletin teminatı altında gerçekleşir.           

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Kâtibe ve şahide bir zarar verilmesin”

Bir kimsenin kendi varlığına veya malına gelen bir eksiklik durret veya darâret kelimeleriyle ifade edilir. Anadan doğma kör olan kimseye de darir, denir.[1104] Şu halde zarar vermek demek, eksikliğe uğratmak demektir. Böylece ayette kâtibe ve şahide zarar verilmesi yasaklanmaktadır. Bunlar karşılıksız olarak kâtiplik ve şahitlik külfetini yüklenmekle zarara uğradıkları gibi, bu görevi yaparken kendi işlerini bırakmakla da ayrıca bir zarara uğramış olabilirler. Bu sebeple kâtip ve şahit yüklendikleri bu göreve karşılık ücret alabilirler diyenler de vardır.[1105] 

Ayetteki darar kelimesi muzaaf olduğu için hem malum ve hem de meçhul olarak okunabilir. Böylece bu kelimeye iki türlü mana vermek mümkün hale gelir. Bu kelimeyi malum olarak okuduğumuz zaman kâtip ile şahidin eksik yazmak ve doğruyu söylememek suretiyle taraflara zarar vermeleri yasaklanmıştır. Kelime meçhul olduğu zaman ise yukarıda anlattığımız mana yani kâtip ile şahide zarar verilmemesi anlaşılır. Zaten bu her iki türlü kıraat de rivayet edilmiştir. Ancak “ve in tefalu” (eğer bunu yaparsanız) kelimesi ikil gelmeyip de tef’alu şeklinde çoğul söylenmiş olması ile ikinci kıraat olan kâtip ve şahide zarar verilmemesi anlamı daha fazla güç kazanmaktadır.[1106]     

Ayette kâtip ile şahide ücret verilir denilmemiş, “Kâtibe ve şahide bir zarar verilmesin” buyrularak bu ifade getirilmiştir. Çünkü kâtip ile şahidin işi sadece kâtiplik ve şahitlik yapmaktan ibaret değildir. Böylece onlar bir taraftan bu devlet hizmetlerini yürütürken diğer taraftan da kendi özel işlerini de yaparlar ve çalışıp kazanırlar. Geçimlerini asıl kendi işlerinden sağlarlar. Böylece buradan bir devlet hizmeti olan kâtiplik ile şahitliğin ücretsiz ve karşılıksız yapılacağı esası ortaya çıkmaktadır.

Burada sanki kamu görevlilerinin tabi olacakları bir statü belirlenmektedir. Buna göre devlet hizmetlerinin yürütülmesinde esas olan ücret ve maaş almamaktır. Ancak bir zarar görmemesi için bu görevi yapan kişiye çalıştığı kadar bir ücret verilebilir. Yetimlerin velileri ve devlet başkanlarında olduğu gibi, zengin olanlar hiç ücret almaz; fakir olan kimseler ise alabilirler.[1107] Burada ortaya çıkan bu statü şöyle uygulanabilir. Bir defa yetkili olanlar mahalle, bucak, il ve devlet başkanlarının verdikleri görevleri yapmak zorundadırlar. Bunlar çağrıldıkları zaman hemen gelirler ve çalışırlar. Çalıştıkları müddetçe de ücret almaya hak kazanmış olurlar. Görevden ayrıldıkları zaman da diğer vatandaşlar gibi artık devletten alacakları bir şey yoktur.  

Zarara sokulmaz kelimesi meçhul olarak kullanılmış ve ücretin kim tarafından verileceği bildirilmemiştir. Yukarıda şahit tutunuz diye ifadenin çoğul olarak getirilmesiyle burada kâtip ile şahidin ücretlerinin devlet tarafından ödeneceğine bir işaret olarak anlayabiliriz.   Eğer devlet ödeyebilecek bir durumda değilse bu taraflarca da ödenebilir. Burada taraflardan hangisinin ödeyeceği de belli değildir. Aralarında anlaşarak ödeyeceklerini düşünecek olursak, eğer alacaklı verirse, o hem borç verecek ve hem de kâtibin ücretini vereceğinden herhalde bu bir haksızlık olur. Eğer borçlu öderse o da faiz vermiş olur. İşte bu sebepten dolayı burada böyle masrafların kamu giderlerinden karşılanması herhalde en çıkar yol olsa gerektir. Eğer bu devlete bir külfet teşkil edebilir denilecek olursa biz buna şöyle cevap veririz. Eğer devlet verirse bu sayede borç verme ve sözleşme yapma kolaylaşır ve ekonomik hayata hareket ve canlılık gelir. Böylece milli gelir de artar, dolayısıyla böylece devlet verdiğinin karşılığını almış olur.

İşte İslam’ın getirmiş olduğu bu sağlam ve külfetsiz olan sözleşme sistemini en ileri bir sistem olarak kabul edebiliriz. Çünkü noter masrafı ve şahit ücreti birçok muamelelerin yazısız ve şahitsiz kalmasına sebep olabilir. İslam ise yazıyı ve şahitliği mecburi tutarken bunların masraflarını da devlet bütçesine yüklemektedir. Böylece bugün devletin sözleşme yapanlarda harç ve vergi alması sistemi ile noter ve şahitlik masraflarını karşılayan İslam ekonomik sistem ve devlet düzeninin farklı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kâtip ve şahitlerin ücretleri neye göre takdir edilir, değer ve miktarı ne olur, ayette bu hususlar açıklanmamıştır.  Ancak “Kâtibe ve şahide bir zarar verilmesin” tabiri ile bunlara verilecek bir ücretin dışarıda alacakları ücretten daha az olmaması ortaya çıkar. Ücretler zaten başka ayetlerden de anlaşılacağı üzere ilme[1108] tecrübeye[1109] kabiliyete[1110] ve çalışkanlığa[1111] bağlıdır.

İlim tahsil ile tecrübe de yaş ile elde edip kazanılır. Herkes için bu ölçülere göre bir barem tayin edilir. Hakemlik ve şahitlik için ayrılmış olan tahsisat bu barem dereceleri ve harcama nispetinde hak sahiplerine paylaştırılır.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Kâtip (noter) ve şahitler bireylere karşı hizmetlerini ücretsiz ve karşılıksız yaparlar.

2- Kâtip ve şahidin zararları karşılanır.

3- Kâtip ve şahitler çalışma ücretlerini devlet bütçesinden alırlar.

4- İslam düzeni ve ekonomik sistemindeki memurluk statüsü bugünkünden farklı olup kâtip ve şahidin statüsüne benzer.

5- Kâtip, şahit ve bütün hizmetlilerin ücretleri genel bütçeden karşılanır.

6- İslam idare sisteminde başka bir iş yapmamayı esas alan çalışsa da çalışmasa da ücret hakkı tanıyan bir memurluk anlayışı olmasa gerektir. Ancak var olan bu devlet hizmetlerini yerine getiren görevlilere yaptığı bu hizmet kadar ücret verilir..

7- Sözleşme masrafları devlet tarafından karşılanamadığı zaman sözleşme yapan taraflarca ödenir.

8- Ücretler mesleki ehliyete göre ve harcanan zaman nispetinde paylaştırılıp dağıtılır.

9- Ücretler ilme, tecrübeye, kabiliyet ve çalışkanlığa göre ayarlanıp dağıtılır.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Eğer böyle yaparsanız (kâtibe ve şahide zarar verirseniz) bu sizi fasık yapar, kural dışına çıkarır.”

Ayette eğer böyle yaparsanız yani kâtibe ve şahide zarar verirseniz[1112] bu sizin için fısk olur, yani sizi kanun ve kural dışına çıkarmış olur, buyrulmaktadır. Buradaki muhataplara çoğul olarak hitap edilmiştir. Bu durum kamu görevlilerinin ücret ve maaşlarının devlet bütçesinden ödenmesi hususunda bir delil ve işaret olabilir.

Fısk : Taze hurmanın kendisini koruyan kabuğundan dışarıya fırlayıp çıkmasına fısk derler.[1113] Kamuyu, toplum ve devleti koruyan ve onun devamını sağlayan kanun ve kuraların, sistem ve düzenin dışına çıkanlara ve doğru yoldan ayrılanlara fasık adı verilir. Kâtip ve şahide daha geniş bir anlam ile düşündüğümüz zaman kamu görevlilerine bir zarar verildiği zaman koruyucu kabuğundan ayrıldığında hurmanın başına gelen o toplumun da başına gelir. Artık bu hurma havanın, rüzgâr ve yağmurun etkisiyle bozulur, eriyip çürüyüp yok olup gider. Böyle yapan bir toplumda da kanun ve kurallar çiğnenir, düzen bozulur, artık bir yıkılış ve çöküş baş gösterir.

Görevliler bu görevlerini yerine getirirken can ve mal güvenliği gibi iki sorun ile karşı karşıyadırlar. Bir taraftan kendilerine ücret verilerek mali güvenlikleri sağlanırken diğer taraftan da onların can güvenliği hakkında da gereken tedbirler alınır. Mesela kendisini savunma yetkisi verilebilir. Silah taşıma hakkı verilebilir. Zaten eğer görev başında kendisine bir şey olursa o şehit sayılarak geride bıraktığı çoluk çocuk ve evlatlarına iki misli yetim yardımı yapılabilir.

Öyleyse İslam idare sisteminde v ekonomik düzeninde kâtip şahit ve tüm kamu görevlilerinin can ve mal güvenlikleri sağlanacak, kendilerine ücret verilerek mali zarar verilmeyecek ve can güvenlikleri de çeşitli tedbirler alınarak sağlanacaktır. Bu yapılmadığı takdirde toplum düzeni bozulur, kargaşa meydana gelir, yıkılış ve çöküşler baş gösterir.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Kâtip ve şahidin, kamu görevi yapan memurların bu görevlerini yerine getirirken uğrayacakları maddi zararlar tazmin edilip karşılanır.

2- Kâtip ve şahidin uğrayacakları mali zararlar devlet bütçesinden karşılanır.

3- Kâtip, şahit ve tüm kamu görevlilerinin can ve mal güvenlikleri sağlanır.

4- Kamu görevlilerinin ve bütün memurların hayatları, can ve mal güvenlikleri devletin teminatı altındadır.

5- Kamu görevlilerine görevlerinin başında iken bir şey olursa onlar şehit sayılarak geride bıraktığı yakınlarına çift yetim maaşı bağlanabilir.

6- Toplumda bulunan bütün kamu görevleri kâtip ve şahit statüsüne göre düzenlenebilir.

7- Eğer kamu görevlilerinin can ve mal güvenlikleri sağlanmazsa karışıklıklar ortaya çıkar, düzen bozulur ve toplum yıkılıp çöker gider.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 282

“Allah’a ittika ediniz”

Yani Allah’ın sizi korumak için koymuş olduğu kanun ve kurallara, düzen ve sisteme uyunuz, buyruklarını tutup yasaklarından kaçınız.[1114]  

Allah Kuran ile ve bu ayetlerle bilgiler verip insanlara öğretmektedir. Allah bütün bunları anlatmakla sizin faydanıza olan hükümleri kaide ve kuralları size öğretmektedir.[1115] Yani buralarda verilen bilgiler ekonomik ve sosyal kanunlara dayanır. Bu doğal kanun ve kurallar kainatı var eden, dizayn edip tasarlayan ve bilen yaratıcı tarafından bildirilmektedir.  Bu sebeple bu tabii ve doğal olan kanun ve kurallara aynen uyulması gerekir. Bunlara uyulmaması halinde ise uymayan kimselerin, birey ve toplumların bizzat kendileri zarar görür.

Allah her şeyi bilir. Yani Allah bu kendisinin koyduğu ekonomik ve sosyal kanunları bile, bile söyleyip anlatmaktadır. Allah bütün dünya ve ahiretin faydasına olacak şeyleri bilmektedir.[1116] Onun için Allah bu ekonomik ve sosyal kanunları bile, bile emretmektedir.

Bu borçlanma ayeti burada son bulmaktadır. Bu ayet Kuran-ı Kerim’de en uzun bir ayet olup faizin hemen arkasından uzun, uzun açıklamalarda bulunarak, borçlanma ile ilgili olan hükümleri getirmiştir. Aslında bu hükümlerin de faiz ile yakından bir ilgisi vardır. Bu ayet borçlanmaları şahit ve yazı şartına bağlamış, şahit ve yazı masraflarını da devlet bütçesine yüklemiştir. Hatta borcun bizzat kendisi de devletin teminatı altında bulunmaktadır. Böylece borçlanma işleri hem sağlama alınmış, hem de külfetsiz bir hale getirilmiştir. Parça, parça anlattığımız bu borçlanma ayetinden sonra bu ayetin genel mefhumuna dayanarak şu esasları çıkarabiliriz.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Para basma hakkı devletindir.

2- Kâğıt parayı yalnız devlet çıkarabilir. Kâğıt para bir mevduat karşılığı çıkarılır veya bu açılan bir kredidir.

3- Faizsiz olan bankayı devlet işletir. Devlet halktan mevduat kabul edebilir ve halka kredi açabilir.

4- Devlet iyi niyetli olan üçüncü şahıslara karşı sahte paraların karşılığını ödemek zorundadır.       

 

Bakara Suresi 2/Ayet: 283

“Eğer sefer halinde olur da bir kâtip bulamazsanız o takdirde kabzedilmiş bir rehin gerekir.”

Burada borçlanma işlerinde rehin alma yolu gösterilmekle yazı-noter hükümlerine bir istisna yapılmıştır. Eğer bu rehin ayeti tam bir istisna cümlesi olsaydı; hal vavı ve şart için olan in harfiyle gelmeseydi, istisnaya kıyas yapılamayacağı için[1117] rehin yalnız yolculukta ve kâtip bulunmadığı zamanlarda geçerli olurdu. Bu sebeple yolculukta olsun ikamet halinde olsun, kâtip ister bulunsun, ister bulunmasın, rehinle alış-veriş yapılabilir.[1118]Yani rehin olayı sadece yolculuğa mahsus olan bir iş değildir. Buna göre kâtip bulunmazsa başka sebepler yüzünden makim iken de rehin hükmü yine geçerlidir.[1119] Nitekim Hz. Peygamber’in mukim iken demir zırhını rehin vererek bir Yahudi’den veresiye bir miktar yiyecek maddesi aldığı Hz. Aişe tarafından nakledilmiştir.[1120]      

Rehin ayet, hadis ve icma ile sabit olan bir husustur. Hazarda ve seferde geçerlidir. Bu ayette seferle kayıtlanması rehinin çoğunlukla yolculukta olmasından kaynaklanır.[1121] Mücahid ve Dahhak ayetin zahirine bakarak rehin usulünün yalnız yolculukta olduğunu iddia etmişlerdir.[1122]

Burada bir kâtip bulmazsanız, denilmektedir. Bu kâtip herhalde resmi kâtip (noter) olsa gerektir. Çünkü sadece yazı yazan bir kişi olmak yeterli değildir; bu yazıyı noterlik ehliyetine sahip olan kişilerin yazması gerekir. Tarafların yolculukta bulundukları yerin ve bölgenin kâtibinin yazması yeterli olup geçerlidir. Bunu da kâtip kelimesinin belirsiz olarak gelmesinden anlamaktayız. Demek ki, şahitlik için şahitlerin toplumun kendi aralarından olması şartı kâtiplik için aranmamaktadır. Onun için başka bölge ve vilayetlerin kâtipleri de yazabilirler. Ancak yazılan yazının bir nüshası yazıldığı yerin arşivinde tutulup saklanmalıdır.

Yolculukta olup da kâtip bulamama durumunda borçlanmalarda rehin almayı gerektirir.

Rehn : Bu hapsetmek demektir. Türkçede buna tutu adı verilir. Rehantühu lisânî: ona dilimi tuttum yani konuşmadım, demektir.[1123] İslam hukukunda rehin bir malın alınması mümkün olan bir hak karşılığında tutulup hapsedilmesi diye tarif edilmektedir.[1124]

Rehin bir hak karşılığı olarak elde tutulan bir şey olduğuna göre yani bir nevi şahitlik yaptığına göre bunun başka insanlar tarafından tanınıp bilinmesinde fayda vardır. Bu sebeple rehin tutulan şey, ticaret malı ve para olmamalıdır. Çünkü ticaret malı kimin elinde bulunursa onun mülkü sayılır. Rehin tutulacak olan şey, toplulukça veya toplumun muhasebe defterlerinde kime ait olduğu kayıtlı ve belli olmalıdır.

Rehin tutulan malın kıymeti karşılığında tutulduğu borcun miktarına aşağı yukarı uygun gelmelidir. Çünkü rehin, şahit hükmünde bir senettir. Rehin olan malın başına herhangi bir şey gelirse borç ödemiş sayılır. Eğer rehin borçtan fazla bir değere sahip ise rehini elinde tutan kişi bu fazla kısmı karşı tarafa öder. Eğer az ise borca mahsup edilir. Geriye arta kalan borcu ise borçlu öder.[1125]

Ayette kabzedilmiş bir rehinden söz edilmektedir. Bu rehinin teslim edilmesinin şart olduğunu gösterir. Zaten rehinden asıl maksat borçlunun bir an evvel borcunu ödemeye koşmasını temindir. Bu da ancak rehinin alacaklının elinde bulunması ile mümkün olur.[1126]

Kabza : Bir avuç veya bir tutam nesneye denir.[1127] Kabz, ele geçirmek, avuçlamak demektir. Rihânün makbûzah: tutulmuş, ele alınmış rehin anlamına gelir. Öyleyse burada rehinin, menkul bir mal ve teslim edilmiş olması gerekeceğini anlayabiliriz. Az önce de söylediğimiz gibi, rehin teslim alınmadıkça rehin sözleşmesi tamamlanmış olmaz. Gayrimenkullerin alınıp satılması, bir başkasına devredilmesi bir yazıyı ve şahitleri gerektireceğinden bunların rehin olarak verilmesi uygun olmasa gerektir.

Bu rehin ayetlerinin borçlanma ayetinden sonra ve ona atfedilerek getirilmiş olması hüküm bakımından birbiri ile ilgili olduğunu gösterir. Rehin, bir nevi borçlanma sözleşmesidir. Çünkü rehin borçlanma sözleşmesini bildiren ayetin manası içinde söylenmiştir. Bu cümlede hazif vardır. Ayetin aslı birbirinize borçlandığınız zaman eğer yolcu iseniz kâtip de bulamazsanız kabzedilmiş bir rehin şeklinde olsa gerektir. Böylece rehinde borçlanma hükümlerinin cari olacağı görülür.

Buna göre rehini şöyle tarif edebiliriz. Rehin, karşılıklı borçlanmadan ibaret olan bir sözleşmedir. Yani rehin bir borçtur. Bunu elinde tutan kişi ondan faydalanabilir ve o, ona bakmakla görevlidir. Ölürse, kaybolursa veya herhangi sebeple yok olursa ödemek zorundadır. Bu konuda Hz. Peygamber’in bir hayvan rehin olduğu zaman ona binilir, bir davar rehin olduğu zaman sütü sağılır, şeklinde hadisleri vardır.[1128]

Rehin bir emanet durumundadır. Rehinden maksat, sözleşmenin sağlamlaştırılmasıdır. Fakat bir faydalanma ve kar elde etme muamelesi değildir. Rehin veren izin verse bile rehin malını kullanmak helal olmaz. Çünkü bu menfaat sağlayan bir karz durumunda olur; oysa menfaat sağlayan karzın faiz olduğu söyleyenler vardır.[1129]

Verilen rehin kadar alacaklı olma esası bize devlet bankası ile yapılan muamelelerde mevduat hacmi nispetinde kredi açma ve kredi alma hakkına sahip olmanın meşruluğunu hatırlatmaktadır. Çünkü rehinsiz sözleşmeler, yazdırma işi ve şahit bulma gibi ağır şartlara tabi tutulduğu halde rehinli sözleşmelerde bu şartlar kaldırılmıştır. Böylece rehinli sözleşmelerde kolaylık gösterildiği açıkça görülür ki, bu İslam ekonomisinin mübadele sisteminde rehinli borçlanmayı teşvik ettiğini ortaya çıkarır.

Rehinsiz olarak avanslı veresiye ve taksitli satışların faizden uzak kalmaları mümkün değildir. Aslında olmadık ve olgunlaşmadık bir malın satışını Hz. Peygamber yasaklamıştır.[1130] Selem ve selef alış verişlerinin caiz sayılabilmesi için bir takım şartlar ileri sürülmüştür.[1131] Rehinli bir alış-veriş ise hiçbir şart koşulmadan müsaade edilmiştir. Zira satıcı alacağından hem emin olmakta ve hem de en az alıcı kadar kar etmektedir. Birinin diğerini istismar etmesi de söz konusu değildir. Bu konuda delil, az önce geçtiği gibi Hz. Peygamber’in demir zırhını rehin bırakarak veresiye alış-veriş yapmış olmasıdır.

Muhammed Hamidullah, veresiye-taksitli satışlarda peşin fiyatı ile veresiye fiyat arasındaki farkı, muhasebe gibi veresiyeden doğacak masraflar için bir ücret kabul ederek farklı fiyattaki veresiye satışlarını müsaade etmekte ve bunun bir faiz olmadığını söylemektedir. Ancak bu fiyat farkının ikraz faizi olmaması şarttır.[1132]

Faizsiz sistemin bu mübadele anlayışına göre burada temel bir kanun ortaya çıkmaktadır. Cins, cins ile mübadele edilebilir. Borç, borç ile ayn, ayn ile değiştirilebilir; faiz ise borca karşı bir aynin alınmasıdır.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Sözleşmeyi yazacak bir kâtip bulunmadığı zaman rehinli borçlanmalar yapılabilir.

2- Rehin, alınması mümkün olan bir hak karşılığında bir malın el altında tutulmasıdır.

3- Kâtibin tarafların bağlı olduğu yer ve bölgeden olması şart değildir.

4- Rehin, bir aynin borç olmasıdır. Rehinde artma ve eksilme rehini elinde tutana ait olur.

5- Rehine bakma ve onun her türlü ihtiyacını karşılama masrafı da rehini elinde tutan kişiye ait olur.

6- Rehinsiz olan veresiye alış-verişler faiz etkisinden kurtulamazlar.  

7- Faiz, borç verme karşılığı olarak bir ayn temin edilmesidir.

8- Rehinli veresiye alış-veriş ve satışlar caizdir.

9- Karşılıklı olarak her türlü borçlanmalar yapılabilir.

10- Rehin ile muamele usulü yalnız yolculuğa mahsusu olan bir şey değildir. Kâtip bulunmayıp da yazma işi mümkün olmadığı zaman mukim iken de rehin muamelesi geçerli olur.

11- Rehin menkul bir mal olup teslim edilmesi gerekir.

12- Rehin karşılıklı borçlanmadan ibaret olan bir sözleşmedir.

13- Verilen rehin, alacak nispetinde olduğu gibi faizsiz bankaya yatırılan mevduat nispetinde de kredi alma hakkı tanınabilir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 283

“Eğer birbirinize emanetiniz varsa kendisine güvenilen kimse üzerindeki emaneti tediye etsin ve Rabbi olan Allah’tan korksun.”

Borçlanma muamelelerinde üç çeşit senet olan yazı, şahit ve rehinden sonra[1133] burada da emanet sisteminin esasları ve hükümleri anlatılmaktadır. Bir kimsenin emniyetli sayılan ve güvenilen bir şahsın yanında olan malına emanet denir.[1134] Borçlanmada çoğunlukla emanetin esasları geçerli olduğu için borçlanma konusu burada emanet bahsi ile kapatılmaktadır. Cümlenin başında fa harfi gelmekle bu emanet hükmünün bütün borçlanmalara şamil olacak şekilde genel bir kural olduğu belirmektedir.

Emanet olarak kabul edilmiş bulunan malların son derece korunması bu konuda hiçbir suretle ihmal yapılmaması gerekir. Emanetçinin ihmali yüzünden emanet malına herhangi bir zarar ve ziyan gelirse emanetçi bunu ödemek zorundadır.[1135] Hz. Peygamber emanete riayeti olamayan, riayet değil, ihanet eden kimseleri münafıklıkla nitelendirmiştir.[1136]

Emanetçi emanet malını ya kullanır, ondan faydalanır veya kullanıp faydalanmaz. Fayda zarar karşılığı olduğu için, malı kullanan ve kullanmak üzere alan emanetçi, mala bir şey olduğu zaman onu tazmin etmekle mükelleftir. Eğer o malı kullanmaz ve faydalanmaz ise eğe mala kendiliğinden bir şey olursa emanetçi ödemekle yükümlü değildir.[1137]

Selçuklular ordularının yetiştirilip yaşatılmasında askeri ikta sistemini uyguluyorlardı. Bir yerin ve bölgenin toprağını isteyen kimselere vererek bunun karşılığında belirli bir miktarda askeri her zaman hazır bulundurmaları onlardan isteniyordu.[1138] Osmanlıların da şöyle bir yöntem izledikleri ilgililerce bilinmektedir. Anadolu’nun herhangi bir yerinde bir vatandaşa mesela 100 koyun teslim edilerek bunlardan hem faydalanması, hem bakması, artıp ve eksileni kendisine ait olmak üzere, her zaman bu 100 koyunu hazır bulundurması isteniyordu. İşte bu yöntem emanet esas ve hükümlerine uygun bir hareket ve davranıştır.

Bu suretle İslamiyet nakit yerine mislini almak şartıyla her çeşit malı krediye konu yapmıştır. Mesela koyunlarına bakamayacak olan bir yetimin davarları bir bakıcıya teslim edilir. O bunların eti, sütü ve yünlerinden faydalanır. Üreyenleri, ölenleri ve artıp eksilmeleri kendisine ait olur. Emanetçi kişi yetimler büyüdüğü zaman onlara kendisi kaç tane koyun almışsa o kadar koyunu teslim eder. Bu hükümler başka konularda da uygulanabilir. Mesela devlet, bu şekilde emanet mal alıp verecek ofisler kurabilir. Nakit ve para ile çalışan bankaların yanı sıra her çeşit mal ve hayvan üzerinde çalışan bankalar da açılabilir. Bunların dışında kar ve zarara ortak olmak şartıyla emanet şirketleri de kurulabilir. Yalnız burada riziko borçlunun değil, alacaklıya ait olması lazımdır. Şirketlerde yed-i emin sadece kendi ihmal ve kusurundan dolayı sorumlu olur.

Netice olarak daha önce geçen ayete dayanıp[1139] İslam ekonomisinde kar zarar oraklığı (mudarebe), faizsiz kredi ve emanet mal sağlayan bankalar olmak üzere üç tip banka kurulabilir esasına varmak istiyoruz.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Borçlanmalar emanet hükümlerine tabi tutulur.

2- Bir şahsın, güvenilen bir kimsenin yanında bulunan malına emanet denir.

3- Borçlu ve yed-i emin elindeki malın nemasına sahip ise ondan faydalanıyorsa bunun rizikosunu da taşımak zorundadır.

4- Yed-i emin ücretli veya vekil durumunda ise o, yalnız ihmal suçundan ve kasıtlı davranışının verdiği zarar ve ziyanlardan sorumlu tutulur.

5- Nakit ve para ile çalışan bankalar kurulduğu gibi, mal bankaları da açılabilir.

6- Para vererek krediler açıldığı gibi, mal vermek suretiyle de krediler açılabilir.

7- Mal bankaları, İslam hukukundaki emanet usulü ile çalışabilir.

8- Emanet usul ve yöntemi ile çalışan bu bankaları yani mal bankalarını şirketler işletebilirler.

9- İslam ekonomisinde nakit yerine mislini almak şartıyla her çeşit mal kredi konu olabilir.

10- İslam ekonomisinde kar ve zarar ortaklığı (mudarebe), faizsiz kredi ve emanet mal sağlayan bankalar olmak üzere üç tip banka bulunabilir.

11- Mal bankaları emanet usulü ile çalışan halk kuruluşlarıdır.

Bakara Suresi 2/ ayet: 283

“Şahitliği gizlemeyin”  

Bundan önceki emirde şahit tutulması hakkındaki hükümler getirilmişti. Şimdi burada ise şahitlik yapma ile ilgili hükümler dile getirilmektedir. Resmi şahit olsun olmasın, herkes şahitlik yapmaya ehildir. Şahitliğe ehil olanlar, baştan şahit tutulsun veya tutulmasın şahitlik ehliyetini almış olsunlar veya olmasınlar bunlar şahitlik yapmaya çağrıldıkları zaman her biri şahitlik yapmaya gelmek durumundadırlar. Hakemler ve bilirkişiler de aynı şahitlerin uydukları hükümlere tabi olurlar. Herkes, gördüğü şeyleri adaletle anlatmaya, kendi görüş ve kanaatlerini olduğu gibi beyan etmeye ve hükümlerini kendi görüşüne göre vermeye aynı derecede görevlidir.

Bu genel kural “gizlemeyin” nehyinin çoğul olarak gelmesinden anlaşılır. Bu nehiy müminlerin şahitlerine olabileceği gibi, borçlulara hitap ettiğini ileri sürenler de vardır.[1140] Burada nehiy çoğul, şahadet kelimesi ise tekildir. Yani fail çoğul iken meful tekil olarak gelmiştir. Bu bize alınacak kararın ve verilecek hükmün en az üç kişi tarafından oluşturulmasını hatırlatmaktadır. Bunlardan biri hakem, diğerleri ise iki şahittir. Şahitlerin iki kişi olması icma ile sabittir.[1141] Buna göre bir tek hakemin bulunması da caiz olur demektir. Mesela Necran Hıristiyanları Hz. Peygamber’e başvurarak para ve nakitle ilgili olan ihtilaflarını çözmek üzere kendilerine bir hakem gönderilmesini istemişlerdi. Hz. Peygamber de Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı görevlendirmişti.[1142]

Şahadet kelimesinin belirli olarak gelmesi de şahitliğin bilinen, belli, malum ve meşhur usullerle yapılacağını gösterir. Yani şahitler muhakeme esnasında ancak mahkeme ile ilgili ve hakemlerin yönelttikleri soruları cevaplandırırlar.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Herkes şahitlik görevini yerine getirmek zorundadır.

2- Şahitlik, bilirkişilik ve hakemlik gibi, yapılması mecburi olan kamu hizmetleri arasında yer alan bir görevdir.

3- Şahitlik, bilinen ve belli olan usul ve yöntemler içersinde yerine getirilir.

4- Tarafların bir tek hakem seçmeleri de geçerli olur.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 286

“Allah, kimseye gücünden fazla bir teklif yapmaz.”        

Külfet : İnsanın yüzünde olan kırmızı, sarı ve kara renklerin karışımından meydana gelen bir renk. Kişinin zor ve sıkıntılı bir iş yaparken yüzünün aldığı renk,  yorucu ve zor iş anlamlarına gelir.[1143] Bir insan çalışırken renginin değişmesi, sıkıntı ve yorgunluğa delalet eder.

Allah, insanı yaratmış ve onu birtakım işlerle mükellef tutmuştur. Kendilerine Allah tarafından yap ve yapma diye emir ve nehiy yöneltilen akıllı ve baliğ kimselere mükellef denilir.[1144] İşte insanlar bir devlet düzeni içersinde yaşadıkları için bir takım yasak ve buyruklarla karşı karşıyadırlar. Bunun sınırı ise yapabilme gücüne sahip olmaktır. Ancak herkesin mükellefiyeti kendi vüsati ve gücü ile ölçülmek gerekir. Bireyler ayrı, ayrı kudret ve kabiliyette bulunduklarından dolayı sorumluluk dereceleri de farklı olup fazla güç ve imkânı bulunanların mükellefiyet dereceleri de fazla olur ki, hukuk ve adaletteki eşitlik de zaten budur. Her nimet bir külfet karşılığıdır.[1145] Mesela bir malı bulunmayan kimse vergi vermekle yükümlü olmayacağı gibi çeşitli zengin kişilerin vergileri de bir nispet dâhilinde birbirinden farklı olurlar.[1146] Ayette teklif kelimesi tefîl babından getirilmiştir. Bu, külfetin bir hamlede karşılığı verilip yerine getirilebilen bir nesne olmayıp bir ömür boyu sürüp giden bir görev olduğunu gösterir. Bu ayet, teşri (kanun koyma) hikmetinin esassını özetlemektedir. Her yükümlülük yükümlünün kendi gücü ile orantılı olacaktır.[1147]

Burada nimet ile külfet arasındaki münasebet emek ile ücret arasındaki münasebetten biraz farklıdır. Külfet ile nimet denkliği genel anlamda bir hak ve vazife denkliğidir. Mesela bir bireyin bir devlet düzeni içersinde çalışıp yaşayabilme nimetine sahip olabilmesi için onun o devlete vergi verme külfetini yüklenmesi gerekir. Çalışma ve mal-mülk edinebilme nimeti vergi verme külfetinin bir karşılığıdır. Bu genel anlamda bir haktır. Bir işte çalışıp oradan bunun karşılığını almak ise bir ücrettir.

İslam düzeninde birtakım külfetler vardır. Bunlar iman, İslam, namaz, oruç, zekât, hac, cihad-savaş yapmak, fazi ve zinadan kaçmak, hırsızlık yapmamak… gibi külfetlerdir. Bunlardan her biri bir nimet karşılığıdır. İman bir düzen içinde ve bir güven içinde bulunmanın; İslam, başkalarına güven verip onların huzur ve emniyetlerini sağlamanın; namaz çalışma düzeninin; zekât yaşama düzeninin, oruç sıhhatli olmanın; hac toplanıp bir arada bulunmanın, savaş siyasi bağımsızlığa kavuşma ve mülk edinebilmenin; faizden kaçmak mülkiyet hakkının, zinadan kaçmak evlenmenin; hırsızlık yapmamak ise mülkiyete saygının birer karşılığıdırlar.

İslam devlet düzeninde vatandaşlar genel olarak Müslüman teba ve gayri Müslim teba olmak üzere iki sınıfa ayrılırlar. Bunlar ayrı, ayrı hukuk sistemine tabi olurlar.[1148] Bu vatandaşların, topluca bir uyum ve ahenk içersinde yaşayabilmeleri için çalışmalarını, birbirini tamamlayan bir işbölümü içersinde bir araya getirirler. Böyle bir davranış bireylere yaşama nimetini sağlar. Bireyler yaşayabilmek için mallarını işlemekte olan bir toplum ve devlet çarkına uygun olarak devreye sokarlar. İşte bu davranış da böylece bireylere çalışma düzenini sağlamış olur.

Burada nimet ile külfetin iç içe birbirine bağlı oldukları açıkça görülmektedir. Bunun için namaz kılmak, iş hayatını, çalışma ve mesai zamanını düzenliyor ve bu sayede toplum birlikte yaşama nimetini elde ediyor. Zekât (vergi) vermek de toplumun yaşama düzenini sağlamakta ve bu sayede de hep birlikte çalışma yapılmaktadır.

Vüs’un : Bir nesnenin bir kaba sığışmasına, bir nesnenin bir şeye geniş gelmesine siatün, denir.[1149] Bir şeyin bir şeye yeterli olabilmesine sia derler. Her şeyin bir siası-kapasitesi vardır. Mesela bir arabanın en çok taşıyabileceği yük miktarı olan 5 ton o arabanın kapasitesi olur. Yalnız buradaki bu sia yani kapasite rahatlıkla yapılabilen bir şeydir. İşte 5 tonluk bir arabanın kapasitesi o kadardır. Ona 6 ton yükleseniz de götürebilir. Götürür, ama zorlanarak zoru zoruna götürür. O zaman da bu yük siayı-kapasiteyi aşmış olur. Çünkü sia araç ve vasıtayı tıka basa doldurmak değil de onun normal bir yerleştirme ile alabileceği miktardır. Onun için ayette kimseye gücünden, kapasitesinden fazla bir yük yükletilmeyeceği bildirilmektedir. Burada vüs’un kelimesi nefs kelimesine giden bir zamire izafe ederek gelmiştir. Bu herkesin kendisine göre bir vüsati bulunduğunu ve insanların hep aynı kapasitede yaratılmadıklarını gösterir. Bu sebeple herkes, kendi gücüne göre çalışıp iş görecek ve kimseden kapasitesinin üstünde bir görev istenmeyecektir.  Ekonomik bir düzenin temeli de zaten bu esasa dayanır.

Tabiat, emek, sermaye ve toprak, bir teşebbüs ve tesisler hep en uygun bir şekilde çalıştırılırlar. Yani herkes ve her şeye kendi yapabileceği bir şeyi vermek ve bunları tam kapasite ile çalıştırmak esastır. John Maynard Keynes, klasiklerin ekonominin tam istihdam dengesine varacağını savunan görüşlerini reddetmiş ve ekonominin eksik istihdamda da denge kurabileceğini ileri sürmüştür. Girişimcileri teşebbüs ve yatırımlara sevk etmek, işsizlik ve eksik istihdamı yok etmek için de faiz hadlerini düşürmeyi teklif etmiştir.[1150][1] İşte İslam ekonomi sisteminin temeli işsizliği kaldırıp tam istihdamı sağlama esasına dayanır. Bunun için de ticaret serbestliği, faiz yasağı ve vergide zekât esaslarının oluşturduğu formül uygulanır. İslam devlet düzeninde herkes ve her şey tam kapasite ile çalışacak ve asla aşırı yüklenmeler olmayacaktır.

 İslam ekonomisinde tam istihdamı sağlamak için bu formül, karz-ı hasen kurumu (faizsiz banka) yardımı ile gerçekleştirilir. Her çalışana kredi verilir. Ticaret kredisi gibi, çalışma dışında verilen krediler yasaklanır. Böylece çalışmak isteyen herkes iş bulur, artık toplumda iş kıtlığı ve işsizlik diye bir problem kalmaz. Bu da ancak faiz yasağı ve çalışana kredi verme sistemi ile gerçekleşebilir.

Mal ve tesislerin de tam kapasite ile çalışabilmeleri için özel mülkiyet sistemi cari olmalıdır.  Mübadele tamamen serbest bırakılmalı, herkesin sahip olduğu malı böylece en elverişli ve tam kapasite ile kullanılmasına imkân sağlanılmalıdır. Eğer kişi bu şartlar altında da mal ve sermayesini tam olarak değerlendiremiyorsa, konan sermaye vergisi ile kullanılmayan toprakların ellerinden alınması esasları kendi kendine çalışır ve bu düzenlemeyi yapar.

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1-Devlet düzeni içersinde bulunan kişiler üzerlerine düşen görevlerini yerine getirmekle yükümlüdürler.

2- Her nimet bir külfet karşılığıdır.

3- Nimet ve külfet, genel hak ve vazifeler arasında düşünülür. Ücrette olduğu gibi bir emek karşılığı olarak düşünülmez.

4- Mükelleflerin-yükümlülerin görevleri devamlı olup bir ömür boyu sürer.

5- Herkesin kendine göre bir kabiliyeti, becerisi ve gücü vardır.

6- Herkesin yapabileceği iş farklıdır.

7- Herkesten ancak yapabileceği kadar bir iş istenir.

8- Hiçbir kimseden gücünün yetmeyeceği bir işi yapması istenmez ve beklenmez.

9- Çalışma hayatından bütün işler, her türlü aşırılıktan, ifrat ve tefritten uzak bir şekilde istikrar ve denge esasına göre yapılır.

10- Ticaret serbest, faiz yasak ve vergide zekât sistemi uygulanarak çalışma hayatında işsizlik önlenir, hatta kalkar, tam istihdam sağlanır ve her iki yönden de aşırılık bulunmayan bir iş ve çalışma düzeni kurulur.

11- Mal ve tesislerin tam kapasite ile çalışması sağlanır.

12- İslam devlet düzeni hak ve vazifeler, alacaklar ve borçlar üzerine kurulur.

13- Kendilerine Allah tarafından yap ve yapma diye emir ve nehiy yöneltilen akıllı ve baliğ kimselere mükellef-yükümlü adı verilir.

 

Bakara Suresi 2/ Ayet: 286

“Herkesin kazandığı lehine, kazandırıldığı ise aleyhinedir.”

Allah’ın kimseye gücünden fazla bir şey yüklemediğini bildiren bir cümleden sonra burada herkesin kendisinin çalışmasını esas alan bir ifade gelmiştir.

Kesb : Daha önce de geçtiği gibi[1151] kesb faydalı olan şeyleri toplayıp elde etmek manasınadır.[1152] Yani çalışıp kazanmak demektir. Müfessirler bu kesb ve iktisab kelimeleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Vahidi, kesb ile iktisabın aynı manaya olduğunu iddia etmiştir. Bunların farklı anlamlara geldiklerini söyleyenler ise kesb kişinin hem kendisi, hem de başkası için kazanmak; iktisap ise yalnız kendisi için kazanmak demektir. İyilikler kesb ile kötülükler ise iktisab ile ifade edilir gibi fikirler yürütmüşlerdir.[1153]

Bu anlamlardan biri de şudur. “İnsanın kazandırdığı sırf kendi lehinedir. Hak ve menfaat temin eder. Fakat diğerlerinin kazancıyla yaşaması da aleyhinedir.”[1154] Kişinin sadece kendi emeğine dayanarak değil de sistemin ve düzenin icabı olarak kazandırılıyorsa, hak etmediği halde kazanmış oluyorsa işte bu onun aleyhine olur. Mesela devletten ticari kredi alarak kolay kazanmanın yollarını aramak ve kazanmada fırsatçılık yapmak hem birey ve hem de toplum açısından zararlı olan şeylerdir.

Rüşvetlerin, iltimasların ve adam kayırmaların kol gezdiği bir toplumda doğal bir işbölümü olmaz; armutların yerini elmalar alır; işler ve görevler ehlini bulmaz. Beceriksiz, kabiliyetsiz ve bilgisiz insanlar işin başına geçtiği için ekonomik çark rantabl-getirimli dönmez; üretim tam olmaz ve verim düşer, artı değer kalmaz. Böyle kişiler işlerinde becerikli ve iş bilir görünüp ve gösterilebilirler. Ancak menfaat çarkı her zaman böyle bu şekilde dönüp durmaz. Havaya para fırlatıldığı zaman hep tuğra üzerine düşmez. Açıktan kazanmaya ve karın doyurmaya alışmış olan kimseler hiç belli olmaz; bir gün aç kalabilirler. İşte bunun için birey geliri ile toplumun geliri, ferdi gelir ile milli gelir çok önemlidir. Hep bu kazandırılma yanlışları yüzünden milli gelirde düşüşler olur. Neticede hem birey ve bireyler ve hem de toplum bundan zarar görür.       

İnsanlara yükletilen külfet, bir nimet karşılığı olduğu gibi, bu denge aynı zamanda herkesin faydasınadır. Kimseye kendi varlığının aleyhine ve zararına olan bir şey emredilemez. Zaten devletin genel düzeni bireylerin menfaatlerinin birleşmesinden meydana gelir. Herkesin ayrı, ayrı menfaatine olan şeyler toplumun da menfaatinedir. Mesela nisaptan daha az olan mallardan vergi alınmamasının sebebinin bu olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu mallar zaten kişinin kendi ihtiyaçlarını bile gideremiyor. Bir de vergi alınacak olursa ona zarar verir. Burada daha çok muhtaç durumda olan toplum değil, bu bireydir. Bir malın daha çok ihtiyaç duyulan bir yerde harcanması daha çok fayda sağladığı için alınmayacak kimseden vergi almak zarar doğurur. Bu zarar hem bireyi ve hem de toplumu içersine alır.     

Nisaptan fazla olan bir servet de bireyin ihtiyacından artan ve çok olan bir değer demektir. Bu ihtiyaç fazlası malın vergi olarak topluma aktarılması onu daha çok faydalı hale getirecektir. Burada ise toplumun ihtiyaç derecesi bireyin ihtiyaç derecesinden daha yüksek olduğundan, vergi olarak verilen malın bireyin ihtiyacı için değil, toplumun ihtiyacı için harcanması onu daha değerli hale getirecektir. Onun için vergi, fakirlerden değil, zenginlerden alınmalı ve servetten yüzde üzerinden alınmalıdır. Bunun için İslam ekonomisinde bireyle toplum arasından tam bir denge vardır. Fakirlere devlet bütçesinden maaş bağlanması da bu esasa dayanır. Birey kazanırsa devlet de kazanmış olur; birey kaybederse devlet de kaybetmiş olur. Diğer taraftan aynı zamanda devletin kazancı bireyin kazancı, devletin kaybı da bireyin kaybı demek olur.

Ayette herkesin kazandığı kendi lehine, kazandırıldığı ise aleyhine olduğu bildirilmektedir. Bu kazandırıldığı kelimesi yani iktisab iftiâl babından gelir. Bu babın binası mutavaat yani itaat edip kabullenmektir.[1155] O zaman buradan başkasının kazandığını kabullenmek, onun yapıp ürettiğine sahip olmak, başkasının gittiği yoldan gitmek ve başkalarını taklid etmek manalarını anlayabiliriz.

İşte bu ayetin işaretiyle insanın kendisinin çalışması, her alanda üretim yapması, kendisine ve alın terine dayanması esastır. Birey başkalarını taklid etmekten ziyade aklını kullanarak gideceği yolunu kendisinin tayin etmesi gerekir. İslam düzeninde birey hiçbir zaman toplumun içinde kaybolup gitmez. O, kendisi çalışır, üretir, düşünüp kendisi karar verir, yapabildiği müddetçe tüm ihtiyaçlarını kendisi karşılamaya çalışır. Ancak arızalı olup çalışamayanlar ve aklı ermeyenler bunlarla bir tutulmazlar. Aklı başında olmayanlar, her ne kadar mükellef olmasalar ve bir görev alamasalar da insan olarak ehliyete sahiptirler ve velileri aracılığı ile alacaklı ve borçlu olabilirler.

İşte bu anlattıklarımızdan dolayı İslam ekonomisinde serbest teşebbüs esas alınmıştır. Herkes en uygun ne ise onu araştırıp bulup ve uygulamakla görevlidir. Toplumcu olan sistemler İslam’ın bu prensibine ters düşmektedirler. Çünkü onlar insanın serbest iradesini elinden alarak onu bir uydu haline getirirler. Bırakın insanları, birlikte yaşayan hayvanlar bile kendi kendine hareket etmekte serbesttirler. Onların başlarında bile bir güdücüleri yoktur. Onun için bireyi bir robot haline sokan böyle sistemleri hayvanlara bile uygulamak mümkün değildir.

Özgürlükçü ve liberal olduğunu iddia eden ve bireye serbest teşebbüs imkânı verdiğini ileri süren sistemler neticede aynı yere varırlar. Çünkü her ne kadar bireye hürriyet verilmiş ve onun iradesi elinden alınmamış olsa bile faizin meşru sayılması, ticari kredide adam kayrılması ve bu gibi arızalar yüzünden teşebbüs imkânları ortadan kalkmaktadır. Buna göre toplumu tutan görüşün mutlaka bunu yapacaksın diye emir verip dayatması ile bireye önem verdiğini iddia edenlerin insana istediğini yapabilirsin deyip de buna imkân vermemeleri arasından bir fark yoktur. Yani ister Reşat deyin, ister Taşer deyin, görünüşler farklı fakat harfler aynı; sayıları da aynı, hele tersinden okunduğu zaman kendilerinin de aynı olduğu ortaya çıkar.  

Kuran-ı Kerim’de “eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun”, buyrulmaktadır.[1156] Sorup öğrenmek hiçbir zaman başkasına uymak ve taklit etmek değildir. Bilakis bunlar araştırıp ictihad etmenin ilk şartıdır. Buna göre herkes araştırıp bilgi toplar ve neticede ne yapacağını kendisi karar verir. Mesela bir doktor bile hastasının rızası olmadan zorla bir ilaç uygulamasında bulunamaz. Hatta küçük çocuklara ve delilere bile bir ilaç uygulanacağı zaman velilerinden izin alınması şarttır. Çünkü doktor sadece bir müşavir durumunda olup hiçbir zaman bir veli konumunda değildir.       

 

Ayetten Çıkan Ekonomik Esaslar:

1- Herkes kendi menfaati olan şeye çalışır. Hiçbir kimseye kendi zararına olacak bir şey emredilemez.

2- Bireylerin faydalarının toplamı toplumun faydasını meydana getirir.

3- Birey ile toplum arasında denge bulunduğundan birey için faydalı olan bir şey toplum için de faydalı; birey için zararlı olan bir şey toplum için de zararlı olur. Toplum için faydalı olan bir şey birey için de faydalı; toplum için zararlı olan bir şey de birey için de zararlı olur. Birey ile toplum paranın iki yüzü gibi birbirlerini tamamlayan iki unsurdur. Bu sebeple bir insanın başkasına zarar vermesi kendisine zarar vermesi demektir. Onun için her türlü zararlı davranışlardan sakınmak gerekir.

4- Herkes kendi gerçek menfaatini bilmek zorundadır.

5- Gerçek ferdi fayda gerçek toplum faydası demektir.

6- İhtiyaçlarını herkes bizzat kendisi tespit eder.

7- Herkes çalışıp araştırıp kendisi kazanmak zorundadır.

8- Herkes kendi kabiliyeti ve gücüne göre bir çalışma yolu seçer.

9- Herkes araştırma yapıp kendisi içtihad edip karar vererek bir uygulamaya geçmesi ve buna göre hareket ve davranışlarda bulunması gerekir.    

10- Bireyin başkalarının sözüne göre çalışması, üretmesi, meslek seçmesi ve gezip dolaşması hem kendi aleyhine ve hem de toplumun aleyhine olur.

11- İslam ekonomisinde serbest teşebbüs ve serbest ticaret yöntemi esastır.

12- Faiz karşılığı olmayan bir fazlalık olduğu için sermayeyi şişirir ve kapitalizmi doğurur; serbest ticareti ve serbest teşebbüsü engeller. Bunun için faiz İslam ekonomisinde gayri meşrudur.

13- İnsan bir bilmediğini bilenlere sorup öğrenir. Buna göre bilenler müşavir durumundadırlar.

14- Doktor bir hastasına, bu hastanın veya velisinin izni olmadan bir ilaç uygulamasında bulunmaz. Velisinin izni bulunmadan bir akıl hastası tevkif edilemez. Eğer veli izin vermezse kendisi sorumlu tutulabilir.

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Müfredat, s, 423.

[2] Razi, II, 14.

[3] Elmalılı, I, 162.

[4] Nur 24/ 33.

[5] Kamus, IV, 1222.

[6] Müfredat, s, 530.

[7] Sarf Bina, 217.

[8] Hidayet kelimesi Fatiha Suresinde geçti, oraya bak.

[9] Kamus, IV, 550.

[10] Merginani, Hidaye, II, 104

[11] Ö.N.Bilmen, H. İslamiyye, IV, 146.

[12] Müfredat, s, 366.

[13] Kamus, I, 416.

[14] Müfredat, s, 285.

[15] Kamus, IV, 1041

[16] Nisa 4/ 115; İbrahim 14/ 29; Mücadele 58/ 8.

[17] Müfredat, s, 502.

[18] Kamus, III, 1020.

[19] Kamus, III, 859.

[20] Müfredat, s, 502.

[21] Afif Abdülfettah Tabbara, Ruh-ud Din-il İslami, s, 319.

[22] Maruf Devalibi, Marksizm ve Kapitalizm Karşısında İslam, s, 31.

[23] Halil Esat, Hulasat-üş Şüruh, s, 31.

[24] Ömer Nasuhi Bilmen H. İslamiyye, IV, 80.

[25] Ebû Yusuf, K. Harac, s, 142–143; Buhâri, Ahkâm, 24. 41, bak. Zekât, 67

[26] Enam 6/ 141.

[27] Elmalılı, a.g.e. I, 910.

[28] Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s, 507, No: 953–957.

[29] İmam Şafii, el-Ümm, II, 4.

[30] Selim A. Sıddîkî, İslam Devletinde Mali Yapı, s, 3.

[31] Selim A. Sıddîkî, İslam Devletinde Mali Yapı, s, 34.

[32] Ebu Davud, Zekât, 95, No: 1562; Ş. Mansur Al Nasıf, et-Tac, II, 20 Zekât, Ticaret Mallarının Zekâtı 

[33] Elmalılı, I, 191.

[34] İbn-ül Hacib, el-Kafiye, s, 58.

[35] H. Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s, 174.

[36] Burhanüddin el-Merğınani, el-Hidaye, III, 185.

[37] Hüseyin Cahit Oğuzoğulu, Roma Hukuku, s, 109.

[38] Elmalılı, I, 289.

[39] Molla Hürev, Mirat, s, 95.

[40] Elmalılı, I, 949.

[41] Bakara 2/ 29.

[42] Feridun Ergin, İktisat, s, 2.

[43] Sarf Merah, s, 26.

[44] Fahrul İslam, Usul-ü Pezdevi, III, 229.

[45] Selim A. Sıddîkî, İslam Devletinde Mali Yapı, s, 157.

[46] İbn Mace, Sünen, Zekât, 4–5, No: 1790–1792.

[47] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 42

[48] Sad 38/ 75.

[49] Sad 38/ 72

[50] Hıcr 15/ 23.

[51] Meryem 19/ 52

[52] Şura 42/ 11.

[53] El-Fıkh-ül Ekber, Aliyy-ül Kari Şerhi, s, 12.

[54] Abdülkerim Zeydan Fert ve Devlet, s, 83; M. F. Ansari, Komünizme Karşı İslam, s, 24.

[55] Ahmet Şelebi, es-Siyasetü ve’l İktisadü Fi’t Tekfir-il İslami, s, 187.

[56] Buhâri, Zekât, 1.

[57] M. A. Manan, Faizsiz Banka, s, 37.

[58] Kamus, III, 835.

[59] İnsan 76/ 2

[60] Tarık 86/ 5–7.

[61] Kıyame 75/ 37

[62] Razi, XXX, 234

[63] Bakara 2/ 30–32.

[64] Lam harfinin manası Fatiha’da geçti, oraya bak.

[65] Razi, II, 154

[66] Halil Esat, Hulasat-üş Şüruh, s, 488. 

[67] Elmalılı, I, 288.

[68] Reşid Rıza, Menar, I, 247.

[69] Razi, II, 154.

[70] Ebu Ubeyd, Kasım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s, 386; No: 674

[71] Necm 53/ 39. 

[72] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 143.

[73] Şakir Berki, Türkiye'de Toprak Davası ve Mevzuat Karşısında Toprak Rejimi, s, 18.

[74]Buhari, Vekâlet, Hars, 15;  Ebû Dâvud, İmâre, 37; Tirmizî, Ahkâm, 38; Ebu Ubeyd, el-Emval, s, 402, No: 700; Tac, II, 229.

[75] Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 113

[76] Kamu otoritesinin tasarrufundaki arazi ve taşınmaz malların mülkiyet, işletme veya faydalanma hakkını kişilere tahsis etmesi. Buna ikta denir.

[77] Ebu Yusuf, K. El_Harac, s, 72; İslam Ansiklopedisi, V/2, s, 950.

[78] Ali b. Muhammed b. Habib Ebu’l-Hasan el-Maverdi, Ahkâm-üs Sultaniye, s, 191.

[79]Kamus, II, 1235.

[80] Kamus, III, 212.

[81] Araf 7/ 128

[82] Molla Hüsrev, Mirat, s, 332; Bilmen, H. İ. Ve İ F. Kamusu I, 232.

[83] Mirat, s, 328; Büyük Haydar Efendi, Usul-ü Fıkıh Dersleri, s, 482

[84] Alusi, I, 220

[85] Razi, II, 166; Ebu’l Ula el-Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, s, 34

[86] Müslim, İmare, 8, No: 38-39

 

[87]Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 90–91; Ebu Davud, Büyu, 49; Tirmizi, Büyu, 73; İbn Mace, Ticarat, 27.

[88] Alusi, I, 220.

[89] Kamus, III, 1210.

[90] Sad 38/ 71.

[91] Alusi, I, 220.

[92] Halil Esat, Hulasat-üş Şüruh, s, 488.

[93] Molla Hüsrev, Mirat, s, 39.

[94] İbrahim 14/ 32; Nahl 16/ 12; Hac 22/ 65; Casiye 45/ 13.

[95] Kamus, II, 1235.

[96] Kamus, IV, 1013.

[97] Bakara 2/ 36; Araf 7/ 24.

[98] Kamus, III, 569.

[99] Sarf Merah, s, 45

[100] Beyzavi, I, 68

[101] Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, s, 34.

[102] Seyyid Kutup, Fi Zılal-il Kuran, I, 72

[103] Kamus, II, 1240.

[104] Müfredat, s, 54

[105] Razi, II, 135

[106] Bakara 2/ 26

[107] Sarf Merah, s, 45.

[108] Modern Biyoloji, I, 180–187

[109] Reşid Rıza, Menar, I, 237

[110] Buhari, İ’tisam, 10; Müslim, İman, 247; Ebu Davud, Cihad, 4; İbn-i Mace, Mukaddime, 1; Tirmizi, Fiten, 51

[111] Bakara 2/ 194.

[112] Kamus, IV, 1066

[113] Bakara 2/ 275

[114] Buhari, Büyu, 72; Müslim, Büyu, 5 No: 1517–1520; Ebu Davud, Büyu, 9, No: 3436–3437

[115] Bkz. Buhari, Büyu, 41.

[116] Müfredat, s, 397

[117] Yüksel Ülken, Fiyat Teorisi, I, 27

[118] Yasin 36/ 38

[119] Kamus, III, 417

[120] İbn Abidin Dürr-ül Muhtar, IV, 3.

[121] Ö. N. Bilmen, H. İslamiyye, VI, 9.

[122] Serahsi, Mebsut, XII, 108

[123] Nisa 4/ 24

[124] Necm 53/ 39; Bakara 2/ 134, 141.

[125] Bkz. Ebu Yusuf, Harac, s, 113

[126] Bakara 2/ 219.

[127] Ebu Yusuf, a.g.e., s, 113; Ebu Ubeyd, a.g.e., s, 408

[128] Ebu Ubeyd, a.g.e., s, 402

[129] Ö.N. Bilmen, a.g.e., VII, 57

[130] Bakara 2/ 3

[131] Müfredat, s, 213

[132] Kamus, IV, 996.

[133] Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 17

[134] Tevbe 9/ 60

[135] Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib el-Maverdî, el-Ahkamü’s Sultaniye, Mısır–1966, s. 113.

[136] Enam 6/ 141

[137] M. Hamidullah, M.İ. ve İslam, s, 17

[138] Enam 6/ 141

[139] İbn Kesir, II, 181

[140] Yahya b. Âdem, Kitab-ül Harac, s, 121

[141] İbn Mace, Zekât, 5, No: 1792

[142] Ebu Davud, Zekât, 22, No: 1623–1624

[143] Mahmud Ebussuud, İslami İktisadın Esasları, 161–165.

[144] Depo edilen yiyeceklerde zekât-vergi olduğu hususunda bilginler arasında icma vardır. Bak, Abdulvahhab eş-Şarani, el-Mizan, II, 2. 

[145] Ebu Ubeyd, K. Emval, s, 751–761, No: 1786–1874

[146] Bak, Ebu Ubeyd, a.g.e. s, 751–761; Yunus Vehbi Yavuz, İslam’da Zekât Müessesesi, s, 307–331

[147] İbn Melek, Şerh-ul Menar, s, 204

[148] Kadı Muhammed bin Ali Şevkânî, Neylü’l-Evtar, IV, 129

[149] Serahsi, Mebsut, II, 189; Kasani, II, 16; Elmalılı, I, 958

[150] Serahsi, Mebsut, III, 44; İbn Abidin, II, 3.

[151] Meks’in anlamı için kak, Ö.N. Bilmen H. İslamiyye, IV, 76.

[152] Ebu Davud, Zekât, 7, No: 2937–2938; Darimi, Zekât, I, 393; A. İbn Hanbel, Müsned, IV, 234.

[153] Ebu Ubeyd, K. El-Emval, s, 703–706, No: 1624–1632.

[154] Ebu Yala el-Ferra, Ahakam-üs Sultaniye, s, 246

 

 

[155] Enfal 8/ 41.

[156] Buhari, zekât, 66; Müslim, Hudud: 45; Tirmizi, Zekât, 16; Ahkâm, 37

[157] Enam 6/ 141

[158] Buhari, Zekât, 55; Ebu Davud, Zekât, 12, No: 1596–1597; İbn Mace, Zekât, 17, No: 1816–1817.

[159] Buhari, Zekât, 38; Ebu Davud, Zekât, 5, 1567–1570; İbn Mace, Zekât, 11, 12, 13; No: 1801–1805

[160] Bakara 2/ 267; Buhari, Zekât, 33; Ebu Ubeyd, el-Emval, s, 580, No: 1178–1190

[161] Buhari, Zekât, 32; İbn Mace, Zekât, 4, No: 1790–1791

[162] Abdulvahhab eş-Şarani, el-Mizan, II, 2

[163] İbn Mace, Zekât, 4, No: 1790.

[164] Kamus, IV, 853

[165] Müfredat, s, 103.

[166] Müfredat, s, 338.

[167] Tevbe 9/ 29

[168] Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 18

[169] Tevbe 9/ 60

[170] Ebu’l-Hasan el-Maverdi Ahkâm-üs Sultaniye, s, 199; İbn Haldun Mukaddime I, 619: Ahmed Şelebi el-Emval ve’l İktisad, s, 219

[171] Kasani, Bedayi’, II, 35; İbn Hümam, Feth-ul Kadir, I, 311; Hasan Nedvi, Dört Rükün, 152

[172] Alusi, Ruhu’l Meani, I, 247

[173] Kamus, III, 267

[174] Ebu Ubeyd, Emval, s, 703, No: 1624–1632; Ebu Yala el-Ferra, Ahkâm-üs Sultaniye, s, 246.

[175] İbn Melek, Ş. Menar, s, 251; Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, s, 83.

 

[176]Fatiha 1/ 5

[177] Kamus, II, 60

[178] Nisa 4/ 11

[179] Kadı Beyzavi, I, 262; Alusi, IV, 227; Elmalılı, II, 1308

[180] Bakara 2/ 83; Nisa 4/ 36; Enam 6/ 151; İsra 17/ 23; Ankebut 29/ 8

[181] Bakara 2/ 233; Lokman 31/ 14

[182] Muhammed Fazlurrahman el-Ensari, Komünizme Karşı İslam, s, 14

[183] Muhammed İsmail, İslam ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, s, 118.

[184] Razi, III, 165

[185] Ebû Davud,  Nikâh, 4; Hadis No: 2050;  İbn-i Mace, Nikâh, 8; Hadis No:1863

[186] Bakara 2/ 233

[187] Kamus, IV, 591

[188] Müfredat, s, 119

[189] Reşid Rıza, I, 366

[190] Reşid Rıza, I, 377.

[191] Tevbe 9/ 60

[192] Razi, III, 166

[193] Alusi, I, 308

[194] Kamus, I, 424

[195] Ö. N. Bilmen, H İslamiyye, V, 207–387

[196] Z. Ahmed, Ahkâm-ül Evlad Fi’l-İslam, s, 70

[197] Kasani, Bedayi’, IV, 39

[198] Alusi, I, 308

[199] Enfal 8/ 41; Haşr 59/ 7

[200] Bakara 2/ 228; Alusi, II, 134

[201] Bakara 2/ 233; Nisa 4/ 34; Talak 65/ 6, 7.

[202] Bakara 2/ 233

[203] İbn Kayyim, Zad-ül Mead Tercümesi, V, 289

[204] Kasani IV, 24.

[205] İbn Kayyim, Zad-ül Mead, V, 290

[206] Müfredat, s, 550

[207] Nisa 4/ 2, 6

[208] Enfal 8/ 41; Haşr 59/ 7.

[209] Fevzi Haktanır bu makaleyi Türkçeye çevirmiş ve İslam’a Göre Sigorta başlığı ile Hakses Mecmuasında (sayı: 96, Aralık 1972, s, 20–24) yayınlamıştır.  

[210] İbn Abidin, III, 246–248

[211] Şeyhülislam Mustafa Sabri, Meseleler, s, 149–162

[212] Müfredat, s, 236; Razi, III, 167

[213] Yunus Vehbi Yavuz, İslam’da Zekât Müessesesi, s, 241–243

[214]Kasani, II, 44

[215] Razi, III, 167

[216] M.A. Mannan, İslam Ekonomisi, s, 320–321

[217] Bakara 2/ 245; Hadid 57/ 11; Müzzemmil 73/ 20

 

 

[218] Kamus, s, II, 871

[219] Müfredat, s, 415; Kamus, IV, 59.

[220] Saff 61/ 2

[221] Elmalılı VI, 4926

[222] Alusi, I, 309

[223] Enam 6/ 90; Hud 11/ 29, 51; Şuara 26/ 109

[224] Gazali, İhya-i Ulumi’d Din, I, 56

[225] M. Atiyye el-İbraşi, İslamda Eğitim ve Öğretim, s, 35

[226] Bakara 2/ 286; Enam 6/ 152; Araf 7/ 42; Müminun 23/ 62.

[227] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 78.

[228] M. Atıyye el-İbraşi, a.g.e., s, 35

[229] M. Atıyye el-İbraşi, a.g.e., s, 35

[230] Reşid Rıza, X, 582; İbn Abidin, II, 81; Y.V. Yavuz, İ.Z. Müessesesi, s, 284

[231] Bak. Bakara 2/ 83

[232] Bakara 2/ 134

[233] Razi, II, 78.

[234] Nisa 4/ 59; Haşr 59/ 2

[235] Müfredat, s, 198

[236] İbn Kayyim a.g.e., I, 202

[237] M. Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 912, Paragraf No: 1522

[238] Reşid Rıza, I, 410

[239] Alusi, I, 349

[240] Bakara 2/ 280

[241] Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 217

[242] Ebû Yusuf, a.g.e., s. 142; Buhari, Hiyel, 15, Cum'a, 29, Zekât 67, Hîbe, 17, Eymân, 3, Ahkâm 24, 41; Müslim, İmaret, 26, (1832); Ebü Dâvud, İmaret 11, (2946).

[243] Kamus, III, 292

[244] Müfredat, s, 242

[245] Nisa 4/ 59

[246] Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, I, 84

[247] İbn Haldun, Mukaddime, I, 528

[248] Fetih 48/ 10

[249] Buhari, Ahkâm, 43: Müslim, İmare,8, No: 1709

[250] Müslim, İmare, 13, No: 1851

[251] Kamus, IV, 1253

[252] Molla Hüsrev, Mirat, s, 95

[253] Kamus, II, 1031

[254] Serahsi, Mebsut, III, 44; İbn Abidin, II, 3, 41

[255] Kamus, IV, 436

[256] Sarf Cümlesi Bina, s, 215

[257] Kamus, II, 44

[258] İbn Kesir I, 154

[259] Nahiv Cümlesi Kafiye, s, 17

[260]Muhammed el-Antaki, el-Minhac fi'l-Kavaid ve'l İ'rab, 33o 

[261] Kamus, II, 311

[262] Kamus, I, 469

[263] Müfredat, s, 430

[264] Alusi, I, 391

[265] Ömer Nasuhi Bilmen, H. İslamiyye, VII, 186

[266] Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, a.g.e., s, 402

[267] Ebu Yusuf, K. El-Harac, s, 113

[268] Necm 53/ 39

[269] Elmalılı, I, 511

[270] Kamus, III, 1460

[271] Kamus, III, 1460

[272] Müfredat, s; 348

[273] Müfredat, s, 348

[274] Kamus, III, 1459

[275] Bakara 2/ 198; Cuma 72/ 11

[276] M. Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 209

[277] İhsanullah Han, İslamiyet ve Komünizm Birbirine Zıddır, s, 17

 

 

[278] Kamus, IV, 72

[279] Nisa 4/ 176

[280] Razi, IV, 131

[281] Kamus, IV, 844

[282] Muhammed Abdullah el-A’rabi, İslam Mecmuası, sayı: 3, s, 36, 9 Eylül 1960

[283] Razi, IV, 131

[284] Kamus, IV, 1223

[285] Beyzavi, I, 122

[286] Bakara 2/ 222

[287] Molla Hüsrev, Mirat, s, 269

[288] İstihsan hakkında bak. İbn Melek, Menar, s, 282; Hayreddin Karaman Fıkıh Usulü, s, 77

[289] Kamus, III, 885

[290] Alusi, II, 15

[291] Alusi, II, 15

[292] Usul-ü Serahsi, I, 234

[293] Molla Hüsrev, Mirat, s, 95

[294] Kamus, IV, 741

 

[295] Kamus IV, 879

[296] Samuelson, İktisat, s, 17

[297] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 39

[298] Kamus, I, 59

[299] Bakara 2/ 3 ayetin tefsirine bak.

[300] Kamus, III, 580

[301] Kamus, II, 1227

[302] Kamus, IV, 99

[303] Kamus, IV, 97

[304] Kamus, IV, 97

[305] Müfredat, s, 478

[306] Haşr 59/ 8

[307] Lisan-ül Arap bab-ül lam

[308] Serahsi, Mebsut, XII, 108

[309] Yusuf Musa, el-Fıkh-ül İslami, s, 250

[310] İbn Abidin IV, 3; Ö.N. Bilmen H. İslamiyye VI, 10

[311] Kamus II, 1031

[312] Enam 6/ 151; İsra 17/ 31; Tekvir 81/ 8

[313] Kamus, II, 195

[314] Tirmizi, Cenaiz, 36, No: 1021

[315] Reşid Rıza II, 39

 

[316] Bakara 2/ 83

[317] Razi, V, 40

[318] ) Ibn Mace Zekât, 3, No: 1789

[319] Tirmizi, Zekât 27, No: 659; Darimi, Zekât, 13

[320] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih, I, 314

[321] Alusi, II, 46

[322] Reşid Rıza, II, 115

[323] Reşid Rıza, V, 42

[324] İbn Kesir, I, 208

[325] M. Hamidullah, İ. Peygamberi, II, 227

[326] Ali İmran 3/ 137; Yusuf 12/ 109; Hacc 22/ 46; Rum 30/ 44

[327] Bak, Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve İslamiyet, s, 93; Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğunun İktisat Şartları Hakkında Bir Tetkik, s, 154 

[328] Ahmed Reşid Turnagil, İslamiyet ve Milletler Hukuku, s, 88; Kervansarayların çalışması hakkında bak, Cemal Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz, s, 312

[329] Ebu Davud, Zekât, 34, No: 1665

[330] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, s, 271

[331] İbn Sa’d, V, 260

[332] Nur 24/ 33

[333] Ebu Ubeyd, K. Emval, s, 626, No. 1354–1384

[334] Kasani, Bedayi’, IV, 129

[335] Tevbe 9/ 60

[336] Nisa 4/ 92; Maide 5/ 89; Mücadele 58/ 3

[337] Bakara 2/ 177

[338] Müfredat, s, 423

[339] Razi, V, 58

[340] Bakara 2/ 183

[341] Bakara 2/ 185

[342] Nisa 4/ 11

[343] Reşid Rıza, II, 134

[344] Bakara 2/ 176

[345] Alusi, II, 52

[346] Ö.N.Bilmen, H. İslamiyye, I, 119

[347] Cassas, Ahkâm-ül Kuran, I, 163

[348] A. Şarani, Kitab-ül Mizan, II, 100

[349] Buhari, Vesaya, 3

[350] Buhari, Vesaya, 6; Şevkani, Neyl-ül Evtar, VI, 43

[351] Abdül Vehhab eş-Şarani, K. Mizan, II, 100; Muhammed İbn Abdurrahman, Rahmet-ül Ümmeh Fi İhtilaf-il Eimmeh, II, 65

[352] Razi, V, 61

[353] Elmalılı, I, 614

[354] Şevkani, VI, 38

[355] Razi, V, 58

[356] Alusi, II, 52

[357] Kamus III, 1054

[358] Nisa 4/ 7, 11, 12, 33

[359] Razi, V, 59

[360] Bakara 2/ 272; Kasas 28/ 24; Adiyat 100/ 8

[361] Kamus, IV, 1219

[362]Kamus IV, 1219

[363] Muhammed Hamidullah, İslama Giriş, s, 193

[364] Razi, V, 60

[365] M. A. Mannan, İslam Ekonomisi, s, 268

[366] E.A. el-Mevdudi, İslam’da İktisat Nizamı, s, 44

[367] Razi, V, 156

[368] Kamus, III, 672

[369] Müfredat, s, 331

[370] Müfredat, s, 331

[371] Mevdudi, İslam ve Muasır Nizamlara Göre İktisat Prensipleri, s, 118

[372] Abdülkerim Zeydan İslam Hukukuna Giriş, s, 311

[373] Menna el-Kattan İslam’da Mülkiyet Nizamı, s, 21

[374] Müfredat, s, 20

[375] Alusi, II, 69

[376] Gazali, İhya, II,92

[377] Nur 24/ 26

[378] Muhammed Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, s, 74

[379] Mevdudi, İslam’da Toprak Mülkiyeti, s, 50

[380] Ö.N. Bilmen, H. İslamiyye, V, 226

[381] Ö.N. Bilmen, H. İslamiyye, V, 435

[382] Hz. Ömer yabancıların mal ithal etmelerine istişare ederek izin verdi. Bak, Ebu Yusuf, K. Harac, s, 221

[383] Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, K. El-Emval, s, 708, No: 1643–1661

[384] Elmalılı, VI, 4820

[385] Ebu Yusuf, K. Harac, s, 198; Yahya b. Âdem, K. Harac, s, 64–66, No: 216–225; Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, K. El-Emval, s, 706, No: 1634

[386] Ebu Yusuf, K. Harac, s, 220

[387] Elmalılı, I, 679

[388] Kamus, III, 1174

[389] Nisa 4/ 29

[390] Elmalılı, II, 1343

[391] Elmalılı, II, 1341

[392] Kamus, IV, 957

[393] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 103

[394] Razi, V, 118

[395] İbn Mace, Ahkâm, 2, No: 2313

[396] Reşid Rıza, II, 199

[397] İbn Abidin, IV, 296

[398] Ebu Yusuf, K Harac, s, 30; Mevdudi İslam’da Hükümet, s, 431

[399] Kamus, IV, 244

[400] Müfredat, s, 126

[401] Serahsi, Mebsut, XVI, 76

[402] Mevlana Şibli, İslam Tarihi Asrı Saadet, II, 652

[403] Elmalılı, II, 1353

[404] Nisa 4/ 35

[405] Müfredat, s, 127

[406] Serahsi, Mebsut, X, 5

[407] Bak, Müfredat tercümesi, II, 510

[408] Kamus, IV, 75

[409] Razi, V, 157

[410] Müfredat, s, 442

[411] Razi, V, 156

[412] Bakara 2/ 259, 261; Enfal 8/ 65; Nur 24/ 2; Saffat 37/ 147

[413] Bakara 2/ 96; Enfal 8/ 9; Kadr 97/ 3

[414] Enfal 8/ 65

[415] Enfal 8/ 65

[416] Enam 6/ 160

[417] Tekvir 81/ 4

[418] Maide 5/ 89

[419] İbn Hacib, el-Kafiye, s, 73

[420] Tekvir 81/ 4

[421] Kamus, I, 1156

[422] Bakara 2/ 197

[423] Ebu Davud, Hac, 4, No: 1730; Razi, V, 169

[424] Hüseyin Cisri Efendi, Risale-i Hamidiyye, s, 239

[425] Alusi, II, 86

[426] Sarf Bina, s, 218

[427] Yusuf 12/ 47

[428] İbn Arabî, Ahkâm-ül Kuran, I, 136

[429] Ebu Davud, Menasik (Hac), 5, No. 1731–1735

[430] Kamus, IV, 959

[431] Müfredat, s, 172

[432] Alusi, II, 94

[433] Reşid Rıza, IV, 244

[434] Tevbe 9/ 105; Müminun 23/ 51

[435] Bakara 2/ 200–201; Ali İmran 3/ 22; İbrahim 14/ 3; Nahil 16/ 107

[436] Kamus, IV, 1223

[437] Müfredat, s, 233

[438] Şükrü Baban, İktisat Dersleri, s, 37

[439] Şükrü Baban, İktisat Dersleri, s, 12

[440] Alusi, II, 95; Reşid Rıza, II, 248

[441] Müfredat, s, 379

[442] Kamus, III, 1138

[443] Müfredat, s, 544

[444] Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Karl Marks, s, 203 

[445] Muhammed Kutup, İslam’ın Etrafındaki Şüpheler, s, 40

[446] Müfredat, s, 112

[447] Kamus, I, 647

[448] Mesela Ezheri gibi. Reşid Rıza, II, 248

[449] Bakara 2/ 221

[450] Kamus, III, 1293

[451] Kadı Beyzavi, I, 148

[452] Kamus, IV, 338

[453] Kamus, IV, 337

[454] Alusi, II, 98

[455] Kamus, III, 1351

[456] Bakara 2/ 177, 189, 217, 222; Furkan 25/ 57; Lokman 31/ 25; Zariyet 51/ 19; Duha 93/ 10,

[457] Razi, VI, 23

[458] Üslûb-ul Hakîm: Edebî sanatlardan biridir. Sorulan bir suale, soranın halini nazara alarak başka bir sual gibi telâkki edip, ona göre cevap vermek demektir.

[459] Alusi, II, 106

[460] Razi, VI, 23

[461] Bakara 2/ 262, 270; Sebe’ 34/ 39

[462] Sebe’ 34/ 39

[463] Metin Kutal, Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 271, 854

[464] Mevdudi, Riba, s, 87

[465] İbn Abidin, II, 644

[466] Abdulvahhab Şarani K. Mizan, II, 133; Abdurrahman ed-Dımışki, Rahmet-ül Ümmeh Fi İhtilaf-il Eimme, II, 126

[467] Bakara 2/ 233, 273; Ali İmran 3/ 134; Nisa 4/ 36; Nahl 16/ 90; İsra 17/ 26; Rum 30/ 37; Yasin 36/ 47; Münafikun 63/ 9; Talak 65/ 7 

[468]  Buhari, Zekât 28; Müslim, Zekât 57, (1010); Nesai, Cihad 45, (6, 48–49); Buhari, Nafakat 1, İman 41; Müslim, Zekât 48, (1002); Nesai, Zekât 60, (5, 69); Tirmizi, Birr 42, (1966).

[469] Yusuf Karadavi, Fakirlik Problemi, s, 23

[470] Bak, Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye II, 514–517

[471] Kasani, IV, 15; Merğınani, Hidaye, II, 30; İbn Abidin, II, 643

[472] Hz. Peygamber kendisi bizzat devlet ve hükümet başkanı olması hasebiyle Kurandaki bazı resul kelimeleri ile Hz. Peygambere yöneltilmiş bazı hitaplardan hükümete işaret edilmiş olduğunu çıkarabiliriz. Bak, Mevdudi, İslam’da Hükümet, s, 420–460

[473] Ebu Yusuf, K. Harac, s, 91; Ebu Davud, Büyu-Ticaret, 15, No: 3450–3451; İbn Mace, Ticarat, 27, No: 2200–2201

[474] Nisa 4/ 6; Enam 6/ 141; Araf 7/ 31; Furkan 25/ 67

[475] Razi, VI, 25

[476] İbrahim Fadıl, İktisat, s, 59

[477] İbrahim Fadıl, İktisat, s, 65; Turhan Feyzioğlu, Umumi İktisada Giriş, s, 95

[478] Feridun Ergin Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 411

[479] Feridun Ergin Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 411

[480] Dr. A. Galwash E.I. Diyanet Dergisi, 11/4 s, 229

[481] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 39

[482] Turhan Feyzioğlu, Umumi İktisada Giriş, s, 95; Yüksel Ülken, Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 302

[483] Muhammed Fazlurrahman el-Ansari, Komünizme Karşı İslam, s, 14; Maruf Devalibi, Marksizm ve Kapitalizm Karşısında İslam, s, 26–27; Muhammed Ebu Zehra İslam’da Sosyal Dayanışma, s, 38

[484] Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, I, 92–93

[485] Maide 5/ 90; Müslim, Müsâkât, 67; bk. Buhari, Megâzî, 51; Büyu, 105, 112; Müslim, Büyu, 93; Fer', 8; İbn Mace, Ticarat, 11;  Tirmizî, Büyû', 59; İbn Mace, Eşribe, 6 

[486] Süleyman Karagülle, İktisat İlmi Görüşler ve İslamiyet, s, 40

[487] Maide 5/ 90

[488]Bakara 2/ 219; Maide 5/ 90 

[489] Bak, İslam Ansiklopedisi ve Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedileri, kumar maddesi.

[490] Zemahşeri, Keşşaf, I, 261

[491] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 190

[492] Araf 7/ 31

[493] Maide 5/ 87

[494] Sabahaddin Zaim, Modern İktisat ve İslam, İslam Düşüncesi, sayı:5, s, 324, Nisan–1968

[495] Bakara 2/ 264; Nisa 4/ 38, ayrıca israf konusunda bak, M. A. Manan, İslam Ekonomisi, s, 125–133; Sait Çekmegil, İktisat Anlayışımız, s, 63–65

[496] İbn Kayyim el-Cevziyye, İ’lam-ül Muvakkiin I, 86; Mevlana Şibli, Asr-ı Saadet, IV, 363

[497] Bakara 2/ 3, 195; Araf 7/ 10; Hud 11/ 6; İbrahim 14/ 31; Zariyat 51/ 58; Hadid 57/ 7; Talak 65/ 7

[498] Müslim, Lukata, 4, No: 1728

[499] Bilhassa hicret olayından bak, İbn Hişam, es- Siret-ün Nebeviye, II, 112–150; Mevlana Şibli, I, 308

[500]Müslim, Lukata, 4, No: 1728

[501] İbn Kesir, I, 252

[502] Razi, VI, 26

[503] Reşid Rıza, II, 313

[504] Elmalılı, I, 758

[505] Razi, VI, 34

[506] Savaş hakkında bilgi için bak, İbn Haldun, Mukaddime, II, 37–57

[507] Bakara 2/ 179

[508] Kamus, IV, 712

[509] Kamus, II, 305

[510] Elmalılı, I, 761

[511] Elmalılı, I, 761

[512] Razi, VI, 40

[513] Kamus, II, 769; Elmalılı, I, 764

[514] Müfredat, s, 552

[515] Elmalılı, I, 764

[516] Kamus, IV, 510

[517] Kamus IV, 165

[518] Razi, VI, 47

[519] Razi, dipnot, VI, 47

[520] Elmalılı, I, 766

[521] Razi, VI, 46

[522] Ayni, Umdet-ül Kari, XVIII, 208; Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, XI, 96

[523] Ayni, XVIII, 208

[524] Elmalılı, I, 765

[525] Maide 5/ 91

[526] Mustafa Reşid Belgesay, Kuran Hükümleri ve Modern Hukuk, s, 86

[527] Namık Zeki Aral, İslam Mecmuası, c,8, sayı:6, Mart–1965

[528] Mehmet Vehbi, Ahkâm-ı Kuraniye, s, 442

[529] İstanbul Defterdarı, Milliyet Gazetesi, 12.11.1964

[530] Kumar hakkında bak, Reşid Rıza, II, 330; Elmalılı, I, 764; Karadavi, Helal Haram, s, 322; İslam Ansiklopedisi

[531] Nahl 16/ 89

[532] Enam 6/ 59

[533] Enam 6/ 38

[534] Molla Hüsrev, Mirat, s, 10

[535] Zerkani, Menahil-ül İrfan, II, 247

[536] Reşid Rıza, II, 332

[537] Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, s, 70–71

[538] Enam 6/ 59; Nahl 16/ 89; Bilgi için bak, Keşf-u Pezdevi, III, 990

[539] Keşf-u Pezdevi, I, 213

[540] Büyük Haydar Efendi, Usul-ü Fıkıh, s, 222

[541] Fatiha Suresi 1/ 3

[542] Tirmizi, Hudud, 15, No: 1444

[543] Kasani, VII, 39; Hidaye, II, 82; Dürer, II, 86; İbn Abidin, III, 162

[544] Kasani, VII, 39

[545] Molla Hüsrev, Dürer, II, 87

[546] Mustafa Reşid Belgesay, Kuran Hükümleri ve Modern Hukuk, s, 86

[547] Kamus, IV, 1082

[548] Kazi Beyzavi, I, 236

[549] Ebu Davud, Zekât, 6, No: 1586–1589; Nesai, V, 31

[550] Buhari, Zekât, 41; Tirmizi, Zekât, 6, No: 625

[551] Reşid Rıza, II, 337

[552] Elmalılı, I, 958

[553] Seyyid Sabık, Fıkhü’s Sünneh, I, 341

[554] Seyyid Sabık, Fıkhü’s Sünneh, I, 335

[555] Bunların dışında başka çeşit bir vergi almak, nemalanma: üreme kuralına aykırı olur.

[556] Nema hakkında bilgi için bak, Kasani, Bedayi’, II, 11

[557] Molla Hüsrev, Mirat, s, 238; Büyük Haydar Efendi, Usul-ü Fıkıh Dersleri, s, 360

[558] Razi, VI, 50

[559] Nisa 4/ 10

[560] Enam 6/ 152

[561] İsra 17/ 34; Fecr 89/ 17

[562] Ebu Davud, Vesaya, 6, No: 2871

[563] Razi, VI, 50

[564] Razi, VI, 51

[565] Razi, VI, 51

[566] Nisa 4/ 6

[567] Nisa 4/ 3, 127

[568] Yetimlerin bakılması konusunda fıkıh kitaplarının hıdâne bahsine bak. Kasani, IV, 40; Merğınani, Hidaye, II, 28; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, II, 425

[569] Kamus IV, 1199

[570] Kettani, Nizam-ül Hükümet-ün Nebeviye, II, 30

[571] Bakara 2/ 233

[572] Ebu Davud, Talak, 34, No: 2276–2280

[573] Hayreddin Karaman, İslam Hukuku, s, 344

[574] Kamus, I, 647

[575] Razi, VI, 71

[576] Razi, VI, 71

[577] Molla Hüsrev, Mirat, s, 234

[578] Bakara 2/ 233

[579] Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 113

[580] Bakara 2/ 229

[581] Mecelle, Madde, 88

[582] Kamus, IV, 1245

[583] Kamus, I, 59

[584] Bakara 2/ 232

[585] Nisa 4/ 3

[586] Ebu Davud, Hudud, 26, No: 4462–4463; İbn Mace, Hudud, 12, No: 2561–2563

[587] Alusi, II, 134

[588] Reşid Rıza, II, 378

[589] Ahkaf 46/ 15

[590] Bakara 2/ 237

[591] Evliliği sona eren bir kadının yeniden evlenebilmesi için beklemesi gereken süreye İslam hukukunda iddet, derler.

[592] Merğınani, Hidaye, IV, 3; Kuduri, s, 104; Molla Hüsrev, Dürer, II, 2

 

[593] Maide 5/ 12; Hadid 57/ 11; Teğabün 64/ 17; Müzzemmil 73/ 20 

[594] Razi, VI, 166

[595] Molla Hüsrev, Mirat, s, 121; Ö.N. Bilmen, H.İslamiyye, I, 82

[596] Beyzavi, I, 252

[597] Kamus, II, 1292

[598] Kamus, II, 1293

[599] Bak, Merğınani, Hidaye, III, 147

[600] M. A. Mannan, Faizsiz Banka, s, 31–32; İhsanullah Han, İslam ve Komünizm, s, 11; Namık Zeki Aral, Türkiye İktisat Gazetesi, 28 Mart 1963

[601] Bakara 2/ 275, 276, 279, Ali İmran 3/ 130; Nisa 4/ 161: Rum 30/ 39

[602] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 444

[603] İbn-ül Kayyim el-Cevziyye, İ’lam-ül Muvakkiin II, 10

[604] Elmalılı, VI, 4738

[605] İslam Ansiklopedisi, I, 572

[606] Elmalılı, VI, 4738

[607] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 17

[608] Harun Han Şirvani, İslam’da Siyasi Düşünce ve İdare, s, 179

[609] Molla Hüsrev, Mirat, s, 312

[610] Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 131

[611] Mahmud Ebussuud, İslam İktisadının Esasları, s, 74–75; Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 28 

[612] Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 28; İslam’a Giriş, s, 199; Mevlana Şibli, İslam Tarihi, V, 115

[613] Seyyid Süleyman Nedvi, Eser ve Müellifin Takdimi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 12 

[614] Malik, Muvatta’, Kırâz, 1

[615] Tevbe 9/ 60

[616] Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 120

[617] Razi, VI, 168

[618] Alusi, II, 162

[619] Razi, VI, 168

[620] Elmalılı, VI, 4738

[621] Bakara 2/ 245

[622] Elmalılı VI, 5014; Kehf 18/ 94; Enbiya 21/ 96

[623] Enfal 8/ 25

[624] Reşid Rıza, II, 467

[625] Paul A. Samuelson, İktisat, s, 255; Feridun Ergin, İktisat, s, 142

[626] Razi, VI, 172; Alusi, II, 167

[627] Elmalılı, I, 860–867

[628] Yunus 10/ 99; Kehf 18/ 29; Şuara 26/ 4 

[629] Razi, VII, 44

[630] Reşid Rıza, III, 59

[631] Muslihiddin Mustafa bin Şemseddin, Ahter-i Kebir, s, 479

[632] Kamus, III, 1354

[633] Tevbe 9/ 60

[634] Tevbe 9/ 111

[635] Muhammed Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, s, 132

[636] Bak, bilgi için, Beyzavi Haşiyesi, Kazruni, I, 105

[637] Bakara 2/ 256; Elmalılı, I, 869

[638] Muhammed Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, s, 139

[639] Bakara 2/ 217; Maide 5/ 54; İbn Abidin, III, 383

[640] Ebu Davud, Hudud, 1, No: 4351–4355

[641] Yahya b. Âdem, Kitab-ül Harac, s, 129, No: 427–433

[642] Bakara 2/ 267

[643] Ali İmran 3/ 179; Nisa 4/ 2; Maide 5/ 100; Enfal 8/ 37; Nur 24/ 26

[644] Kamus, I, 650

[645] Kamus, I, 360

[646] Elmalılı, I, 910

[647] Ali Himmet Berki, Hukuk Tarihinden İslam Hukuku, s, 44

[648] İbn Teymiye, el-Hisbe Fi’l-İslam, s, 3

[649] Mevlana Şibli, İslam Tarihi, I, 639

[650] Mevlana Şibli, İslam Tarihi, I, 639

[651] Müslim, İman, 43, No: 164 (102); Tirmizi, Büyu, 74, No: 1315; Ebu Davud, Büyu, 16, No: 3452

[652] Ahmed b. Muhammed, Kuduri, s, 52

[653] Nisa 4/ 29

[654] Muhammed Ebu Zehra, Ebu Hanife, s, 339

[655] Merğınani, Hidaye, III, 27; Kasani, Bedayi, V, 273; İbn Abidin, IV, 71

[656] Kamus, I, 470

[657] İbn Abidin, IV, 3

[658] Ahmed Cassas, Ahkâm-ül Kuran, I, 123

[659] Pezdevi, Keşf-ü Pezdevi, I, 123

[660] Molla Hüsrev, Mirat, s, 38

[661] Pezdevi, Keşf-u Pezdevi, I, 125

[662] Mevdudi, İslam’da Hükümet, s, 470

[663] Buhari, Hac, 132; Müslim, Birr, 10, No: 32; Tirmizi, Birr, 18; Mevlana Şibli, İslam Tarihi, I, 509

[664] Elmalılı, I, 948

[665] Yahya b. Âdem, Kitab-ül Harac, s, 129, No: 427

[666] Memduh Yaşa, Gelir Vergisi, Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 345

[667] Ebu’l-Hasan el-Maverdi, Ahkâm-üs Sultaniye, s, 119; Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 95

[668] Beş vesk bin kg. eder. Bak, Yunus Vehbi Yavuz, İslam’da Zekât Müessesesi, s, 120 

[669] İbn Melek, Menar, s, 204

[670] Ebu Davud, Zekât, 5, No: 1572; İbn Mace, I, 570, no: 1790

[671] Molla Hüsrev, Mirat, s, 298

[672] Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 95, 218: Merğınani, Hidaye, I, 68; Selim A. Sıddîkî, İslam Devletinde Mali Yapı, s, 31–32

[673] Salih Tuğ, İslam’da vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s, 69

[674] Ebu Davud, Zekât, 5, No: 1572

[675] Ebu Yusuf, K. Harac, s, 96

[676] Elmalılı, II, 910; Selam A. Sıddîkî, İslam Devletinde Mali Yapı, s, 32

[677] Molla Hüsrev, Dürer, I, 175

[678] Ebu Yusuf, K. Harac, s, 162; Ebu Davud, Büyu, 26, No: 3477;

[679] İbn Mace, Ruhun, 17, No: 2472–2474

[680] Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 111

[681] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 274

[682] Nahl 16/ 12

[683] Casiye 45/ 13

[684] Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 160–161

[685] Süleyman Karagülle, İslamiyet ve Ekonomik Doktrinler, s, 49

[686] İsa Abduh, Mefahimün İktisadiyyetün: er-Riba, s, 50

[687] Mahmut Ebussuud, İslam İktisadının Esasları, s, 121; M.A. Mannan, İslam Ekonomisi, s, 198

[688] Necm 53/39

[689] İbrahim Fadıl, İktisat, s, 161

[690] Kuduri, s, 83; Kasani, Bedayi, VI, 79

[691] Mecelle, madde, 88

[692] Mahmut Ebussuud, İslam İktisadının Esasları, s, 121

[693] Tirmizi, Ahkâm, 39, No: 1380–1381; Ebu Davud,  Büyu, 30, No. 3389–3393

[694] Ebu Yusuf, K.Harac, 151

[695] Muhammed Abdullah el-Arabî, İslam Mecmuası, III, 36; sayfa 360, Eylül 1960

[696] Ali Himmet Berki, Türk Yurdu, s, 14, Ocak 1961

[697] Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Çalışma e Emek Sosyolojisi, Türk Yurdu, s, 9, Nisan 1961

[698] Serahsi, Mebsut, XV, 80; Kasani, Bedayi, IV, İbn Rüşd, Bidayet-ül Müctehid, II, 219; İbn Abidin, V, 2

[699] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VI, 156

[700] Kasas 28/ 27

[701] Kasas 28/ 25

[702] Kehf 18/ 77

[703] Talak 66/ 6

[704] Zuhruf 43/ 32

[705] Şevkani, Neyl-ül Evtar, V, 316

[706] Muhammed Fazlurrahman Ansari, Komünizme Karşı İslam, s, 24–25

[707] Kamus, IV, 6538

[708] Ebu Yusuf, Kitab-ül Harac, s, 143; Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s, 556–558, No: 1094–1105

 [709] Kamus, I, 650

[710] Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s, 634–643; Hidaye, I, 78; Dürer, I, 186; Ö.N. Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, IV, 79

[711] Kamus, II, 1283

[712] Müfredat, s, 366

[713] Kamus, II, 1284

[714] Buhari, Büyu, 71; Müslim, Büyu, 21; Ebû Dâvud, Büyu, 45, N0: 2436–2437; Tirmizi, Büyu, 12, No: 1220–1221; İbn Mace, Ticarat, 16, No: 2178–2180

[715] Bak, Kamil Miras, Tecrid Sarih, VI, 458, 472–477

[716] İbn-ül Kayyim el-Cevziyye, et-Turuk-ul Hukmiyye, s, 283

[717] Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, II, 29

[718] Merğınani, Hidaye, III, 27

[719] Nisa 4/ 29

[720] İbn-ül Kayyim, İ’lam-ül Muvakkiin, I, 349

[721] Bakara 2/ 29

[722] Molla Hüsrev, Dürer, II, 160

[723] Müfredat, s, 366

[724] Kamus,

[725] Razi, VII, 64; Reşid Rıza, III, 74

[726] Elmalılı, I, 915

[727] Alusi, Ruh-ul Meani, III, 41

[728] Elmalılı, I, 930

[729] Kamus, IV, 871

[730] Müfredat, s, 40

[731] Kamus, IV, 871

[732] Kamus, IV, 552

[733] Ebu Bekir Ahmed b. Ali el-Cassas, Ahkâm-ül Kuran, III, 124

[734] Kamus, III, 910

[735] Maverdi, Ahkâm-us Sultaniye, s, 113

[736] Tirmizi, Zekât, 6, 12, No: 649

[737] Bakara 2/ 264–265

[738] Bakara 2/ 264–265

[739] Molla Hüsrev, Mirat, s, 321

[740] Keşf-u Pezdevi, IV, 1357; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s, 170–220; M. A. Lahbabi, İslam Şahsiyetçiliği, s, 13

[741] Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, s, 129

[742] Bakara 2/ 123, 233, 286; Ali İmran 3/ 161

[743] Hud 11/ 73; Kasas 28/ 12; Ahzab 33/ 33

[744]Şuara 26/ 214; Tevbe 9/ 24; Mücadele 58/ 22

[745]A’raf 7/ 96–98; Kahf 18/ 77; Ankebut 29/ 31, 34; Haşr 59/ 7

[746] A’raf 7/ 27; Hucurat 49/ 13

[747] Ali İmran 3/ 196; A’raf 7/ 57, 58; Bakara 2/ 126; Furkan 25/ 49; Fecr 89/ 8,11; Sebe 34/ 15

[748] Hucurat 49/ 13

[749] Tevbe 9/ 101, 120; Hıcr 15/ 67

[750]Nisa 4/ 90; A’raf 7/ 109; Tevbe 9/ 70; Kasas 28/ 76

[751] Pezdevi, IV, 1357

[752] Hud 11/ 73; Kasas 28/ 12; Ahzab 33/ 33

[753] Şuara 26/ 214; Tevbe 9/ 24; Mücadele 58/ 22

[754] Şuara 26/ 214

[755] Elmalılı, V, 3647

[756] Tevbe 9/ 24

[757] Müfredat, s, 335

[758] Cemal Kutay, Bilinmeyen Tarihimiz, II, 15

[759] A’raf 7/ 96–98; Kahf 18/ 77; Ankebut 29/ 31, 34; Haşr 59/ 7

[760] A’raf 7/ 27; Hucurat 49/ 13

[761] Ali İmran 3/ 196; A’raf 7/ 57, 58; Bakara 2/ 126; Furkan 25/ 49; Fecr 89/ 8,11; Sebe 34/ 15

[762] Hucurat 49/ 13

[763] Tevbe 9/ 101, 120; Hıcr 15/ 67

[764][764] Nisa 4/ 90; A’raf 7/ 109; Tevbe 9/ 70, 101; Kasas 28/ 76; Hud 11/ 89

[765] Hud 11/ 89

[766] A’raf 7/ 109; A’raf 7/ 148; Hac 22/ 42; 43; Duhan 44/ 37

[767] Enfal 8/ 72

[768] Alusi, XIX, 134

[769] Nisa 4/ 36

[770] Süleyman Karagülle İslam’da Anayasa Denemesi

[771] Kamus, IV, 499

[772] Kamus, IV, 945

[773] Kamus, II, 610

[774] Tevbe 9/ 60; İsra 17/ 26

 

[775] Alusi, III, 44

[776] Bak, Gazali, İhya-i Ulumuddin, I, 225–229

 

[777] M. A. Manan, İslam Ekonomisi, s, 288

[778] Mecelle, 85, 87 ve 88. maddeler.

[779] Tirmizi, Büyu, 19, No: 1232–1235; İbn Mace, Ticarat, 20,  No: 2187- 2189

[780] İbn Haldun, Mukaddime, II, 58

[781] Kamus, II, 1016

[782] Elmalılı, I, 938

[783] Razi, VII, 77; Reşid Rıza, III, 83

[784] Bakara 2/ 2

[785] Alusi, III, 45

[786] Kamus, IV, 753

[787] Razi, VII, 77

[788] Bakara 2/ 262, 272, 273

[789] Reşid Rıza, III, 83

[790] Tevbe 9/ 11

[791] Kasani, VII, 97

[792] Tevbe 9/ 123

[793] Muhammed Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, s, 131

[794] Tevbe 9/ 122

[795] Merğınani, Hidaye, II, 100; Kasani, VII, 98; İbn Abidin, III, 218

[796] İbrahim Kafesoğlu, Selçuklular Tarifi, s, 147

[797] Enfal 8( 41

[798] Ebu Yusuf, K. Harac, s, 47

[799] Serahsi, Mebsut, X, 5

[800] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 306

[801] Merğınani, Hidaye, s, I, 77

[802] Kasani, Bedayi, II, 67; Ö.N. Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, IV, 103

[803] Kasani, Bedayi, II, 67

[804] Salih Tuğ, İslam’da Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, s, 60

[805] Buhar, Zekât, 65; Tirmizi, Zekât, 16, No: 642; Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, K.Emval, 467–475; Yahya b. Âdem, Kitab-ül Harac, s, 31, No: 76

[806] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, IV, 104

[807] Nisa 4/ 35; Enbiya 21/ 78

[808] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 180

[809] İbn-ül Kayyim el-Cevziyye, İ’lam-ül Muvakkıin, I, 85–86

[810] Kasani, VII, 3; İbn-ül Kayyim el-Cevziyye, et-Turuk-ul Hukmiyye, s, 4, 255; İbn Abidin, IV, 269; İbn Haldun, Mukaddime, I, 560–574; Ali himmet Berki, Hukuk Tarihinden İslam Hukuku, s, 36–55

[811] Kehf 16/ 19

[812] Ebu Davud, Akdıye, 29, No: 3632

[813] İbn Abidin, IV, 399

[814] Seyyid Sabık, Fıkh-us Sünneh, III, 230

[815] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VI, 311–368

[816] Ahzab, 33/21; Mümtehıne 60/ 4, 6

[817] Kamus, IV, 860

[818] İbrahim Kafesoğlu, Selçuklular Tarihi, s, 175

 

[819] Hidaye, III, 147; Kasani, VI, 79; Dürer, II, 310

[820]  Hidaye, IV; 40; Kasani, VI, 175; Dürer, II, 324

 

 

 

[821] Bakara 2/ 267

[822] Beyzavi, VII, 79

[823] Kamus, II, 610

[824] Ebu Ubeyd, s, 791

[825] Merğınani, Hidaye, I, 68

[826] Abdülkerim Zeydan, Ferd ve Devlet, s, 83

[827] Razi, VII, 79

[828] Tevbe 9/ 60; Nisa 4/ 8; Enfal 8/ 41; Haşr 59/ 7

[829] Ahter-i Kebir, s, 298

[830] Kamus, II, 257

[831] Elmalılı, I, 941

[832] Reşid Rıza, III, 87

[833] Kamus, III, 1354

[834] Razi, VII, 80

[835] Kamus, III, 349

[836] Müfredat, s, 310

[837] Kamus, III, 1224

[838] Muhammed Ebu Zehre, Ebu Hanife, s, 83

[839] Razi, VII, 80

[840] Kamus, IV, 514

[841] Fetih, 48/ 29

[842] Razi, VII, 80

[843] el-Kettânî, Abdülhay b. Abdülkerim el-İdrisî, et-. Terâtibu'l-İdâriyy, I, 179; İbn Haldun Mukaddime, II, 20; Hüseyin Heykel, Hz. Muhammed Mustafa, s, 355 

[844] Kamus, III, 684

[845] Süleyman Karagülle, İslam’da Anayasa Denemesi, s, 28

[846] Kamus, III, 731

[847] Kamus, III, 731

[848] Nisa 4/ 58

[849] Nisa 4/ 6

[850] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 229; Ahmed Şelebi, es-Siyasetü ve’l İktisadü Fi’t Tefkiri’l İslami, s, 268

[851] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, II, 351; M. Hamidullah, İ. Peygamberi, II, 229

[852] Mevlana Şibli, İslam Tarihi Asr-ı Saadet, ,  I, 529; IV, 48–49

[853]  Serahsi, Mebsut, III, 19

[854] Serahsi, Mebsut, III, 19; Taberi Tarihi, III, 417

[855] Bedevi Abdüllatif İvaz en-Nizam-ül Mali el-Mukarin, s, 102

[856] Hzine hakkında bak, M. A. Manan, İslam Ekonomisi, s, 337; Hasan İbrahim Ali İbrahim, en-Nüzum-ül İslamiyye, s, 263; Mevlana Şibli, Büyük slam Tarihi Asr-ı Saadet, IV, 350, 371; V, 173; Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, s, 214; İslamda Hükümet, 538; Selim a Sıddıki, İslam Devletinde Mali Yapı, s, 160; İslam Ansiklopedisi, II, 59

 

 

[857] Elmalılı, I, 949

[858] Bak, Razi, VII, 84; Beyzavi, I, 267; Alusi, III, 47

[859] Kamus, IV, 82

[860] Müfredat, s, 506; Kamus, II, 729

[861] Müfredat, s, 507

[862] Abdulvahhab Şarani, Kitab-ül Mizan,  I, 123 

[863] Müfredat, s, 228

[864]  Kamus, II, 389

[865] İnsan 76/ 11

[866] Kamus, II, 387

[867] Kamus, IV, 693

[868] Müfredat, s, 345

[869] Kasani, II, 6; Seyyid Sabık, I, 402

[870] Elmalılı, I, 943–949

[871] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 10

[872] Buhari, Zekât, 1

[873] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 77

[874] Razi, VII, 84

[875] Bakara 2/ 274, 275

[876] Elmalılı, I, 974

[877] İbn Abidin, IV, 188

[878] Merğınani, Hidaye, III, 49; Molla Hüsrev, Dürer, II, 189

[879] Kamus, III, 1154; Ahter-i Kebir, s, 81

[880] Elmalılı, I, 949

[881] Muhammed Ebu Zehre, İslam’da Sosyal Dayanışma, s, 85

[882] Sabahaddin Zaim, Ders Notları, s, 21

[883] Fatiha 1/ 1

[884] Kamus, IV, 971

[885] Elmalılı, I, 952

[886] Muhammed Kutup İslam’ın Etrafındaki Şüpheler, s, 186

[887] M. Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 26

[888] Kureşî Enver İkbal, Faiz Nazariyesi ve İslâm,  (çev: Salih Tuğ), İstanbul–1966, s, 57

[889] İbn Mâce Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (207/820–275/888)', es-Sünen, II, 765, No: 2279

[890] ez-Zebîdî Zeynü'd Dîn Ahmed b. Abdü'l Latîf (v. 893/1487) Tecrîd-i Sarih Tercümesi (çev: Ahmed Naim, Kamil Miras), Ankara–1961–1972, VI, 386

[891] Bakara 2/ 275

[892] İbn Abidin, V, 2

[893] Serahsi, Mebsut, XV, 75

[894] Bu konuda bak, Seyyid Sabık, Fıkhüssünneh, III, 177–195; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VI, 160–243; Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 91–96; Muhammed Ebu Zehre, İslam’da Sosyal Dayanışma, s, 85–88

[895] Fahreddin Kerim Gökay, Sinir Hastalıkları Nöroloji, s, 228–241;  Edip Aktin, Nöroloji, IV, 198–222

[896] Paul A. Samuelson, İktisat, s, 665, 803; Mahmut Koloğlu, Ekonomi Dersleri, s, I, 93; Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 40; Mahmud Ebussuud, İslami İktisadın Esasları, s, 40

[897] Kamus, III, 195

[898] Kamus, III, 195

[899] Mehmet Vehbi Çelik, Hulasat-ül Beyan, III, 909

[900] Müfredat, s, 67

[901] İbn Hişam, III, 330; Ali Himmet Berki-Osman Keskioğlu, Hz. Muhammed, ı, 146, II, 367

[902] Bakara 2/ 198; Hacc 22/ 27–28; Cuma 62/ 10

[903] Hacc 22/ 40

[904] İbn Abidin, IV, 3

[905] Merğınani, Hidaye, III, 169

[906] Kasani, V, 133; Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 55

[907] Merğınani, Hidaye, III, 164; Molla Hüsrev, Dürer, II, 217

[908] Kamus, IV, 971

[909] Buhari, Büyu, 76–79;Ebu Davud, Büyu, 11, No. 3348–3349; Tirmizi, Büyu, 23, No: 1240

[910] Paul A. Samuelson, İktisat, s, 641

[911] Hazım Atıf Kuyucak, İktisat Dersleri, s, 641

[912] Bak, Razi, VII, 95; Elmalılı, I, 958–968; Muhammed İsmail, İslam ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, s, 131; Seyyid Kutup İslam’da Sosyal Adalet, s, 306

[913] Beyzavi, I, 267

[914] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 112

[915] Elmalılı, I, 958

[916] İbn Abidin, IV, 171; Seyyid Sabık, Fıkhüssünneh, II, 144

[917] Merğınani, Hidaye, III, 147

[918] Mahmud Ebussuud, İslami İktisadın Esasları, s, 42

[919] Mevdudi, er-Ribâ, s, 82

[920] Mevdudi, er-Riba, s, 82

[921] Sezai Karakoç, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, s, 47; Maruf Devalibi, Marksizm ve Kapitalizm Karşısında İslam, s, 20; Muhammed İsmail, İslam ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, s, 57

[922] Kamus, IV, 84

[923] Enbiya 21/ 52

[924] Muslihiddin Mustafa bin Şemseddin Karahisârî, Ahter-i Kebir, s, 931

[925] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 87

[926] Alusi, III, 50

[927] Elmalılı, I, 962

[928] Kamus, III, 1259

[929] Mevdudi, er-Ribâ, s, 78–87

[930] Kamus, III, 1243

[931] Müfredat, s, 128

[932] Taha, 20/ 27

[933] Yusuf Karadavi, İslam’da Helal ve Haram, s, 15

[934] Kamus, IV, 230

[935] Kamus, IV, 233

[936] Yusuf Karadavi, İslam’da Helal ve Haram, s, 15

[937] Bak, Sarf Cümlesi, Bina, s, 215

 

[938] Nisa 4/ 29

[939] Taftazani, Şerh-u Taftazani Ala Metn-il Akaidi, s, 119

[940] Zümer 39/ 7

[941] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 214

[942] Serahsi, XVI, 74

[943] Mevdudi, er-Ribâ, s, 14

[944] İbn Mace, Ticarat, 58: No: 2278;  Nesai, Büyû', 2

[945] İbn Mace, Ticarat, 58, No: 2275

[946] İbn Abidin, IV, 143

[947] İmam Gazali, İhya, II, 68; Ebussuud Efendi Fetvaları, s, 143; Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 52; Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 25–34; Yusuf Karadavi, İslam’da Helal ve Haram, s, 280–285

[948] Kamus, III, 178

[949] Kamus, IV, 1309

[950] Elmalılı, I, 962

[951] Razi, VII, 93

[952] Bakara 2/ 278–279

[953] Kamus, III, 1007

[954] Kamus, III, 1006

[955] Ali İmran 3/ 141

[956] Kamus, IV, 1175

[957] Beyzavi, I, 268

[958] Elmalılı, I, 969

[959] Enver İkbal Kureşi, Faiz Nazariyesi ve İslam, s, 57

[960] Muhammed Ebu Zehre İslam’da Sosyal Dayanışma, s, 169

[961] Ahmed Muhammed Cemal, İslam İktisadının Üstünlüğü, s, 52; Muhammed Kutup, İslam’ın Etrafındaki Şüpheler, s, 186

[962] Ebu’l Hasen Ali Haseni Nedvi, Dört Rükün, s, 136

[963] Mahmut Koloğlu, Ekonomi Dersleri, I, 93

[964] Kamus, III, 910

[965] Ebu’l-Hasan el-Maverdi, Ahkâm-üs Sultaniye, s, 113

[966] Alusi, III, 52

[967] Razi, VII, 95

[968] Bakara suresi 2/ 271. ayetin tefsirine bak.

[969] Selim A. Sıddîkî, İslam Devletinde Mali Yapı, s, 157

[970] Fahrul İslam Pezdevi, III, 949

[971] Elmalılı, VII, 5438

[972] Tahir-ul Mevlevi, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, s, 128; Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, V, 34–35; Ebu’l Hasen Ali Haseni Nedvi, Dört Rükün, s, 116

[973] Miladi 632 yılında

[974] Bakara 2/ 278

[975] Miladi 630 yılında

[976] İbn Kesir, I, 328; Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s, 276, No: 506; Mevlana Şibli, Asrı Saadet, I, 356

[977] İbn Kesir, I, 328

[978] Kamus, I, 188

[979] Razi, VII, 98

[980] Reşid Rıza, III, 101

[981] Kamus, IV, 165

[982] Beyzavi, I, 268

[983] Muhammed b. Abdurrahman, Telhis, s, 31

[984] Ömer Nasuhi Bilmen, Tefsir Tarihi, I, 62

 

 

[985] Beyzavi, I, 268

[986] Reşid Rıza, III, 102

[987] Alusi, III, 53

[988] Reşid Rıza, III, 102

[989] Alusi, III, 53

[990] Elmalılı, I, 971

[991] Alusi, III, 53

[992] Reşid Rıza, III, 103

[993] Beyzavi, I, 269

[994] Müfredat, s, 315

[995] Necm 53/ 39

[996] Müfredat, s, 552

[997] Beyzavi, I, 269

[998] Bak, Bakara 2/ 103, 267

[999] Molla Hüsrev, Mirat, s, 153

[1000] Halil Esat, Hulasat-üş Şüruh, s, 435

[1001] Halil Esat, Hulasat-üş Şüruh, s, 434

[1002] Elmalılı, I, 979

[1003] Elmalılı, I, 979

[1004] Razi, VII, 108; Elmalılı, I, 979; Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 146 

[1005] Ömer Nasuhi bilmen, Hukuk-ı İslamiyye Kamusu, VI, 95

[1006] Bakara 2/ 245

[1007] Bak, Razi, VII, 108

[1008] Ömer Nasuhi bilmen, Hukuk-ı İslamiyye Kamusu, VI, 95

[1009] Bakara 2/ 245

[1010] Bak, Bakara 2/ 245

[1011] Sarf Cümlesi Bina, s, 219

[1012] Buhari Feraiz 4 15 25 Kefalet 5 İstikraz 11 Tefsir Ahzab 1 Nafakat 15 Müslim Feraiz 16 (1619); Tirmizi Feraiz 1 (2091) Cenaiz 69 (1070); Ebu Davud Harac 15 (2955).

[1013] Ebu Ubeyd Ksım b. Sellam, Kitab-ül Emval, s, 315, No: 542

[1014] Ömer Nasuhi Bilmen Hukuk-ı İslamiyye, VI, 95

[1015] Razi, VII, 109

[1016] Poliçe: Havale senedi: Mesela bir kimsenin belli zamanda ve muayyen bir şahıs emrine miktarı belli bir meblağ ödenmek üzere diğer bir kimseye hitaben yazdığı mektuptur. Bir kimsenin bulunduğu mahalde aldığı veya verdiği parayı diğer mahalde teslim i’tâ olunmak ya da alınmak üzere oradaki ortağına, kendi adamına gönderdiği borç senedidir. Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s, 470 

[1017] Bono: Bir kimsenin diğer bir kimseye veya onun emir ve havalesine, belirlenen vadede belirli bir tutarı ödeme taahhüdünü içeren, özel biçim ve hükümlere tabi olan ticari bir senet, emre muharrer senettir. Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s, 61

[1018] Tevbe 9/ 98; Tur 52/ 40; Kalem 68/ 46

[1019]Molla Hüsrev, Mirat, s, 148

[1020] Razi, VII, 109

[1021] İbn Haldun, Mukaddime, I, 572; Ali Himmet Berki, Hukuk Tarihinden İslam Hukuku, s, 46

[1022] Alusi, III, 55

[1023] Alusi, III, 55

[1024] Alusi, III, 55

[1025] Alusi, III, 55

[1026] Bakara 2/ 272. ayetin tefsirine bak.

[1027] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VIII, 152

[1028] Kamus, IV, 851

[1029] Bakara 2/ 34; Hıcr 15/ 31

[1030] Elmalılı, I, 986

[1031] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 74

[1032] M. Atiyye el-İbrâşî, İslam’da Eğitim ve Öğretim, s, 10

[1033] İbn Haldun, Mukaddime, II, 454; M. Atiyye el-İbrâşî, İslam’da Eğitim ve Öğretim, s, 80

[1034] Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, II, 610–611

 

[1035] Kamus, IV, 96

[1036] Elmalılı, I, 980

[1037] Kamus, IV, 96

[1038] Elmalılı, I, 980

[1039] Elmalılı, I, 980

[1040] Bakara 2/ 194

[1041] Beyzavi, I, 223

[1042] Elmalılı, I, 980

[1043] Kamus, II, 877

[1044] Kamus, III, 814

[1045] İbn Abidin, II, 296

[1046] Elmalı, I, 980

[1047] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, I, 110

[1048] Molla Hüsrev, Mirat, s, 237; Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, s, 62

[1049] Merğınani, Hidaye, III, 25; Molla Hüsrev, Dürer, II, 156

[1050] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VI, 94

[1051] Merğınani, Hidaye, III, 27

[1052] Ahmed b. Muhammed, Kuduri, s, 52

[1053] Muslihiddin Mustafa bin Şemseddin Karahisârî, Ahter-i Kebir, s, 499

[1054] Kamus, IV, 811

[1055] Reşid Rıza, III, 122

[1056] Nisa 4/ 5; Mecelle, 958. Madde

[1057] Kamus, III, 651

[1058] Kamus, III, 651

[1059] Reşid Rıza, III, 122

[1060] Beyzavi, I, 270

[1061] Reşid Rıza, III, 122

[1062] Bakara 2/ 272

[1063] Bakara 2/ 148

[1064] Kamus IV, 1223

[1065] İbn Abidin, II, 296

[1066] Abdülkadir Udeh, İslam Şeriatı, s, 62

[1067] Bak, Abdül-Hayy el-Fasi el-Kettani, et-Teratib-ül İdariyye, I, 2

[1068] Kamus, I, 1182

[1069] Kamus, I, 1180

[1070] Elmalılı, I, 981–982

[1071] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, VIII, 152; Mecelle, 1716–1726 maddeler.

[1072] Alusi, III, 57; Reşid Rıza, III, 123

[1073] Merğınani, Hidaye, III, 85

[1074] Elmalılı, I, 982

[1075] Tirmizi, Rada, 4, No: 1151; Merğınani, Hidaye, III, 86

[1076] Kuduri, s, 175

[1077] Beyzavi, I, 270

[1078] Razi, VII, 112

[1079] Beyzavi, I, 270

[1080] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, II, 484

[1081] Beyzavi, I, 270 

[1082] Alusi, III, 58

[1083] İmam Birgivi, Nahiv Cümlesi, Izhar, s, 121

[1084] Beyzavi, I 270

[1085] Bak, Alusi, III, 59

[1086] Kamus, IV, 954

[1087] Beyzavi, I, 270

[1088] Reşid Rıza, III, 125

 

[1089] Elmalılı, I, 984

 

 

[1090] Kettani, et-Teratib-ül İdariye, I, 270

[1091] Kamus, IV, 332

[1092] Kamus, I, 293

[1093] Alusi, III, 60

[1094] Elmalılı, I, 985

[1095] Beyzavi, I, 270

[1096] Reşid Rıza, III, 126

[1097] Elmalılı, I, 985 dip not

[1098] Reşid Rıza, III, 127

[1099] Beyzavi, I, 270

[1100] Reşid Rıza, III, 127

[1101] Razi, VII, 117

[1102] Molla Hüsrev, Mirat, s, 237; Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, s, 62

[1103] Elmalılı, I, 986

[1104] Kamus, II, 489

[1105] Reşid Rıza, III, 128

[1106] Razi, VII, 119

[1107] Serahsi, Mebsut, III, 19

[1108] Zümer 39/ 9

[1109] Enam 6/ 132,

[1110] Kasas 28/ 26

[1111] Necm 53/ 39

[1112] Reşid Rıza, III, 128

[1113] Kamus, III, 988

[1114] Beyzavi, I, 271

[1115] Beyzavi, I, 271

[1116] Razi, VII, 119

[1117] Molla Hüsrev, Mirat, s, 237; Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, s, 62

[1118] Razi, VII, 121

[1119] Elmalılı, I, 987

[1120] Buhari, Selem, 5-6; Ebu Davud, Büyu, 45, No:

[1121] Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 154

[1122] Alusi, III, 62

[1123] Kamus, IV, 637

[1124] İbn Abidin, V, 307

[1125] Merğınani, Hidaye, , 95

[1126] Ömer Nasuhi Bilmen Hukuk-ı İslamiyye, VII, 7

[1127] Kamus, II, 1292

[1128] Ebu Davud, Büyu, 40, No: 3526; Tac, II, 216

[1129] Seyyid Sabık, Fıkh-üs Sünneh, III, 156

[1130] Tac, II, 207

[1131] İbn Rüşd, Bidayet-ül Müctehid, II, 201

[1132] Muhammed Hamidullah, Modern İktisat ve İslam, s, 51–52

[1133] Elmalılı, I, 988

[1134] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, IV, 144

[1135] Seyyid Sabık, III, 246

[1136] Buhari, İman: 25; Müslim, İman: 25

[1137] Meğınani, Hidaye, III, 157; Molla Hüsrev, Dürer, II, 244

[1138] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, s, 237

[1139] Bakara 2/ 245

[1140] Alusi, III, 63

[1141] Abdulvahhab Şarani Mizan-ül Kübra, II, 190

[1142] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 182

[1143] Kamus, III, 724

[1144] Ahmet Hamdi Aksekili, İslam Dini, s, 105

[1145] Mecelle 88. madde

[1146] Elmalılı, I, 997

[1147] Elmalılı, I, 998

[1148] Muhammed Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, s, 87

[1149] Kamus, III, 448

[1150] Mahmut Koloğlu, s, 92; Feridun Ergin, İktisat, s, 131–142; Erdoğan Aklin, Ak İktisat Ansiklopedisi, s, 263

[1151] Bakara 2/ 134

[1152] Müfredat, s, 430

[1153] Razi, VII, 142

[1154] Elmalılı, I, 1001

[1155] Sarf Cümlesi Bina, s, 217

[1156] Nahl 16/ 43; Enbiya 21/ 7


*DEÜ İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi


 

emailrol.gif (21439 bytes)

arrow1b.gif (1866 bytes)

.