Bu çalışmamı
herbirinin isimleri Tarihi tedai ettiren torunlarım M. Burak-M,Ertuğrul-M.
Barbaros-M. Oğuzhan ile babaanneleri hanımım Ayşe Hasırcı Ebe hanıma ithaf
ediyorum.
Hasırcızâde Metin
Hasırcı
Yüce Rabbimize sonsuz
hamd senalar, resulü Hz. Muhammed (s.a.v)'e salat ve selâm otsun.
Tarih, hiç şüphesiz ki
her milletin kendi mevcudiyeti için vazgeçemeyeceği değerli bir hazinedir.
Dünya tarihi içinde 622 yıl süren bir devlet ömrü sergileyen Osmanlı'nın
günümüze ve gelecek kuşaklara rehber olacağı inancıyla OSMANLI TARİHİ'ni
neşretmenin bahtiryarh-ğını duymaktayız.
8 ciltlik OSMANLI
TARİHİ'nin neşredilmesinde en büyük emek sahibi olan, değerli dostumuz,
Ağabeyimiz, Araştırma a Yazar, Sayın Metin Hasırcfya teşekkürlerimizi memnuniyetle
belirtmek isteriz.
Merve Yayınları yayın
koordinatörü Veysel Karaköse'ye. eserin dizgisindeki katkılarından dolayı Saray
Dizgi Servis Sorumlusu Befrin K. Musa'ya ve diğer emeği geçen tüm kişi ve
kuruluşlara teşekkür ederiz.
Bu güç ekonomik
koşullara rağmen, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan yayınevimiz, eserin dizgi,
baskı cilt gibi teknik işlerini en iyi imkânlarla, titiz bir çalışmayla
neşrederek okuyucularına sunmuştur.
Eser 8 cilt olarak
sade ve akıcı bir dilde neşredilmiştir. Her cildin sonunda içindeki konuların
fihristi verilmiştir. Her padişah bölümünün başında, Padişahın Resmi, Tuğrası
ve kısa bilgileri verilmiş olup; 8. cilde ise Bilgi Bankası konulmuştur.
OSMANLI TARİHİ'nin
okuyucularımıza faydalı olmasını yüce Allah (c.c.)'dan niyaz ederiz. ' Gayret
bizden, tevfik Allah'tandır.
MERVE YAYIMLARI[1]
Otuz yıllık derin
dostluğum olan Merve Yayınlan sahibi, sayın Ali Dağlı beyefendiyle
ağabey-kardeş anlayışı içinde, biraraya geldiğimizde, sorduğu: yine târihmi
okuyorsun? Notları alıyor-musun? olur. Benim, pire tanesi kadar harflerle not
alışım oldum olası takıldığı haldir ve her seferinde, bunları nasıl okuyacaksın
bakalım, der.
2001'in son günlerinde
kendisini yayınevinde ziyarete gittiğimde, Metin Ağabey; o notlarını okuyup,
bir şey yapmayı dü şünüyormusun? Sorusu geldi. Evet! Dedim, çünkü her nekadar
merhume Safiye Ayla hanımın tavsiyesiyle, büyük mütefekkir, ülkede elli yıldan
ziyade muharrirlik yapan gazeteci, bestekâr Ahmed Râsim Bey merhumun, Resimli
Osmanlı Târihi adlı. dört cildlik liseler için yazdığı eserini şerh ederek
neşre hazırladım. Yayımlanan eserin faydalı olduğuna inanıyorum.
Çünkü; gazeteci
üslubuyla yazılan ve bilhassa târih kitaplarında, ayrı bir lezzet buluyor
insan. Bu mesleğin sahipleri akademik resmîlikten kaçınarak, ahalinin sevdiği
anladığı lisana, yakın olabildiğinden hem okuttukları târihi sevdiriyorlar, hem
de toplumu bilgilendiriyorlar. Ahmed Râsim Bey böyle bir çalışma oldu. Fakat
gönlümde, kendi pusulamda yön bulmak istediğim târih kitabı yazmak arz^jm,
yarım asırlık zaman dilimini kapsar. Her nekadar, Râsim Bey târihini şerh
etmeye çalıştıy-sak da, neticede yazarın rotasında târihdeki seyrini takip
etmek zorundasın.
Dolaysıyla, o
çalışmayı yapmak benim iç dünyamda sürdürdüğüm vel979'da fiiliyata koyduğum ve
4. Murad'ın sonuna yayımladığım"
Osmanlı Padişahları" serisi o çalışmanın önsözünde belirttiğim gibi, bu kitap objektif,
tarafsız bir târih kitabı değildir. Bu biyografiler, Osmanlı padişahları
hakkında esasa müstenid iftiraları, körü körüne sayfalarına alacak bir çalışma
olmayacaktır. Tam tersine o otuzaltı padişahı methü sena eden çalışma olacaktır,
diye işe giriştim.
Kendi özel
kütüphanemde birtakımdan başka kalmadığına göre, beşer bintane bastığım beş
kitaptan müteşekkil 720 sahielik çalışma otuzbeşbin kitab ederki, tutulduğunu
ve beğenildiğini o zamanlar, okurlarımdan gelen mektuplardan hâla zevkini
unutamadığım takdirkâr ifadeler, muhtasar olan o çalışmami, yukarıda
bahseylediğim yıllardır topladığım notlar ve devam edecek araştırmaların
ışığında, ülkemiz neşriyat âleminde ham-dolsun ziyaledeşen hatırat, anı veya
nostalji ne derseniz deyiniz, bilhassa Tanzimat sonrası döneminin fluluğunda,
bulanıklığında hayli netleşme getirdiğinden, târih kitapları sayfaları arasında
bu aydınlatıcı çalışmalar yer almalı ve klasik târih bilgileri arasında bulduğu
yerle yetişme dönemindeki evlatlarımıza ve daha sonraki kuşaklara bu köprü-ler
uzatılmalı diye içimden geçirdiğimden, sayın Ali Bey'in sorusuna, evet artık, o
pire kadar yazıyla alınmış notların târih kitabı olması zamanı geldi.
Varmışın? Dedim ve tokalaştık. Çalışmaya başladık. Elinizdeki eser, böylece
kuvveden fiile çıktı.
Aziz okuyucu; bir
hadisi şerifde; Essalatü vesselam Efendi-miz(s. a. v)buyuruyorlar ki: "Men
ezâli ueliyyen ve fekad azeın-tehubiharbin" meali: "Kim benim velî'me
eziyet ederse şüphesiz ben ona harb ilân etmişimdir." Bu ikaz karşısında
insanoğlu, hiçbir zaman hiç kimseye ne fiilen nede lisânen bir eziyet yapmak
değil böyle bir şeyi aklından dahi geçirmemelidir.
Merhı:m Profesör
Mükrimin Halil Yinanç Bey'in pederleri, oğlunun tarihçi olma isteğine
mukavemet sebebi olarak, yazdıklarınla ve anlattıklarınla, yanlış ve kasıtlı
bilgilerin farkına varmadan tamiminde bulunursun ve ahirete giden yolunda
kendine engeller koyarsın demek suretiyle itirazı olduğunu biliyoruz. Hâttâ bu
sebebden Mükrimin bey merhum'un kitab yazmadaki çekingenliğinin bu ikazdan
kaynaklandığı ileri sürülür ve haki-kattende o muazzam ilim adamının yazılmış
kitabı bir tane ve hacmi pek küçük bir kitaptır, bildiğim kadarıyla.
Bu bakımdan biz de\ bu
hadisin pekmükemmel ikazından dersini almamız gerekenlerinden biri olmakla hiç
bir kimseye eziyeti lâyık görmeyiz. Fakat; kaderin yüklediği vazifeyi yerine
getirme işi başkadır. Rıza-i İlâhiye muhalif işlerin faillerini de, yanlışları
ve zülûmlarıyla teşhiri de tarihçinin vazifesidir diye düşünüyorum.
İşte bu gerçekten
hareketle, altı asır şan ve şerefle ve adaiei-!e kürre-i arz üstünde İslâmın
bayraktarlığını yapan Osmanlı devleti vede onun milleti, ilk padişah Osman Gazi
hz. lerinden, son sultan mağdur ve masum, cennetmekân 6.Mehmed Vâhi-deddin Hân
hz. lerine kadar bütün padişah efendilerimizin, sar-hai hayatlarını ve dünya
hâli ile Osmanlı devletine dönüşen, Kayı aşiretinin, aşiretden hareketle cihan
devleti olmasının müthiş serüvenini ve bundan da elde edilecek derslerle, dünyanın
en büyük en şerefli milleti olan aziz milletimizin istikbâline ışık tutmak,
ışığın gösterdiği istikamette yol alabilirsek, mutla-ka eski mevkıimize vede
dünya'ya daha önce örneğini asırlarca ibraz ettiğimiz şefkati, adaleti vermeye
muvaffak oluruz. İsce-sekde, istemezsek de bin yıllıty müslümanhğımız içindeki
misyonumuz bize bu lider ülke olma mecburiyetini tahmil etmiş bulunuyor. Dünya
bizim bu görevi yapmamız ile kurtuluşa erecektir.
Aksi halde; dünya
yahudiliğinin hizmetkârı olan mason, siyonist ve kökü dışardaki İions, rotary
gibi peçeli derneklerinde bilerek veya bilmeyerek yaptıkları çalışmalar,
zâlimler gurubu olan
Yahudi Devletinin hükümranlığı gerçekleşecek ve dünya insanı yeniden muzdarip
olacaktır. Bu vahim plânın dünyaya hâkim olması için, mevcut ülkemizin bağrında
kopartılacak kıyametler sonunda değil bu hâinane plânı önlemek, kendi İslerimizi
halle mecalimiz kalmayacaktır. Buna bağlı olarak dini ve milli
hassasiyetlerimizi mutlaka muhafazaya ve yükseltmeğe mecburuz. Başıağrıyan
insanımızın ızdirabının ortağı olmalıyız. Yine bunları teminin önce ahlâk ve
maneviyatla donanmak sonrada ecdad gibi düşmanın karşısında, arazi yapısına
uygun silah ve gereçlerin imâlinde muvaffak olmak gerekir. Yoksa savaş için
silahını para vererek alan bir ülke düşmanının dâima altında kalmaya mahkûmdur.
Hangi devlet muhtemel
düşmanını kendisinden güçlü silahla teçhiz eder. Üstelik, kürre-i arzda ve
bilhassa balkanlar ve Avrupa'nın Viyana hududlanna, bütün Akdeniz sahillerine,
karadan ve denizden dört asır hâkim unsur olarak boy göstermesi,
yerigeldiğinde cihan devleti sıfatıyla buralarda ki huzur bozucu, asayişi ihlâl
edici davranış sahibi, şahıs ve devletleri cezalandırmış bir geçmişin sahibi
olarak, bize bu bakımdan nekadar ticari davranabilir? Bütün bu soruların
cevabını verdiğimizde kendimize çıkaracağımız fatura, mutlak surette
târihimizi bilmek mecburiyetinde bulunduğumuz olacaktır.
Ecnebi tarihçilerin
bir haylisi Osmanlı hakkında kalem oynatarak, gerek kitab, gerekse makale
gerekse de, cilt cüt Osmanlı târihi yazmış oldukları vâkidir ve bunların hemen
başında Baron Hammer geldiği gibi, Fransa diplomasi elemanları arasında
elçilikler ve hâriciye nazırlık makamında bulunmuş olan, aynı zamanda büyük bir
edebiyatçı ve şâir olan, Alfred dö Lamartin akla geliverir.
Fakat bunların en iyisinde
bile mutlak farklı din veya ırki yaklaşım veyahut da, Osmanlı fütuhatının
neticesi sonunda, direk zarar görmüş ailelerden gelmiş olabilecekleri, kasti
ve intikamçı yaklaşımlarla kalem oynatmış olabilirler. Mazimizde büyük millet
olmanın, bir gün yeniden en büyük devlet olmamızı temin edecek potansiyeli,
devlet arşivlerinde, gerek vakanüvis, gerekse târihi kendi anlayışı ve inanışı
içinde kaleme alanların eserlerinde mevcuddur. Bu eserler umumî kütüphanelerin
ve şahsi kütüphanelerin raflarındaki varlığı geleceğimizin plânlarını
hazırlamakta en önemli materyaller olduğu, bir vakıadır.
Yapılması lâzım gelen
ülkemizin ekseriyetini teşkil eden büyük bir genç nüfusumuz vardır. Bu
gençlere târih okuma sevgisini, târih şuurunu geliştirmek ve dünyevi meseleleri
dâima târihi perspektifleriyîe tetkik etme alışkanlığını kazandırmanın, doğru
bilgi, akıcı uslûb ve sıkmayacak esneklikteki anekdotlarla zenginleştirilmiş
târih kitabları çalışmasına ihtiyacın giderilmesidir.
Ahmed Cevded Paşa
merhum; bilindiği gibi herşeyden evvel pek büyük bir deviet adamıdır. Çeşitli
nazırlıklarda (bakanlık) bulunarak hizmet verdiği gibi, döneminin bir hukuk
hârikasını teşkil eden Mecellenin meydana gelmesinde en büyük payı olan bir
paşamızdır. Ayrıca yazmış olduğu çeşitli eserlerin yanında, Kisas-ı Enbiya ve
Osmanlı Târihi, gerçek bir tarihçi ile bizi tanıştırır.
İşte bu zât'ın
yetiştirmiş bulunduğu kızlarının enbüyüğü oian Fatma Aliye Hanım; babasının
vefatı sonrasında kaleme alıp neşrettiği "Ahmed Cevded Paşa ve
Zamanı" adlı kıymetli risaleyi, fakir-i pürtaksir. Osmanlıca'dan
sadeleştirerek Pınar ya-yınlarınca neşrine yardımcı olmuştu.
Mezkur eserde; Fatma
Aliye Hanım, târih okuma zevkini art tiracak, târih yazarlarının artık kendi,
yazarlarımız arasında da görülmeye başladığını kaydeder.
Hakikatten; Osmanlı
târihinin zaferlerle dolu, adalet saçan rnedeniyet anlayışını akıcı bir uslûb,
olayların perde arkasını ve espri dolu gelişimini kaleme alış tarzı, 1876'dan sonra yâni,
Abdülhamid-i Sâni dönemiyle başlayan mektep sayısının arttı-rımı, üst
mektepleri avrupai anlayışa yakın bir tedris usulü ve tahlil serbestliği,
yetişen okumuş neslin, hem münevver, hem de öğretici yaklaşım taşıyan kimseler
olduğunu, tesbit etmek zor değildir.
Meselâ; aynı zamanda
bir nazır olan, Safvet Paşanın Darülfünunda verdiği dersleri aksatmadığını
görürüz. Derviş Paşanın; fen ilmiyle alakalı derslerini vermesinde Darülfünun
anfisinde, talebeden ziyade fizik deneylerini, büyük alaka ile seyreden ahali
olduğunu Mehmed Ali Aynî merhumun "Darülfünun Târihi" adlı eserini
Osmanlıcadan sadeleştirdiğim esnada öğrenmiştim.
Pınar yayınlan
dünyanın eneski üniversitelerinden biri olan "Darülfünun Târihi" ni
basmakla hayırlı bir iş yapmıştır. Binaenaleyh; böyle yaklaşım taşıyan ilim ve
bilim insanlarının yetiştirdiği kimselerde, Fatma Aliye Hanımın yaptığı
tesbiti gerçekleştirenlerin çıkması tabiidir. Nitekim; 1870 doğumlulardan
başlıyan neslin, Abdülhamid mekteplerinde çeşitli akımlara mensup olarak
yetişmiş olsalar da, her biri tâbircâizse "Adam gibi adamdı"
Bunların içinde
Mizancı Murad Bey, Ahmed Refik Altınay, daha önceki kuşaktan Abdurrshman Şeref
Efendi, târih anlayışı ve sürükleyici bir uslûb içinde zaman zaman hâtıralara
yer veren, târih nakillerine müracaat etmeleri, târih mütalaasında hayli okur
kazanılmasına sebeb olmuştur.
Meselâ; bunlardan
adını yukarıda zikrettiğimiz, Ahmed Refik Altınay merhum, nihayet bir talebesi
olan Hasan Ali Yücel ki, maarif eski bakanlarından olup, hocasına yâni Ahmed
Refik Beye "Târihi sevdiren adam" lakabını ifade etmiş ve onun da,
talebelerinden olan Muzaffer Gökman Beyefendi, Bayezid Devlet kütüphanesi
müdürlüğü esnasında kaleme aldığı Ahmed Refik Bey'i anlatan muhteşem eserinde
bu "Târihi Sevdiren Adam" terkibini kitabın adı yapmıştır. Ahmed
Refik Bey'den sonraki tarihçiler, bilhassa târihi romana yönelenler, cumhuriyet
gençliğini, resmî ideolojinin çizdiğiistikametde bilgilendirmişler vede
bunların içinden, romanında gazetede tefrika ederken, Yüce Sultan Fâtih'e
fedaisi Kara Davud tarafından tokat attıran bir Mizamettin Nazif
Tepedelenlioğlu'nun daha sonra matbuat dünyasında deli namjyla anılması belki
bu densiz davranışından dolayıdır.
Bilindiği gibi bu
şahsın dedelerinden olan, Yanya Sultanı ia-kablı, Vali Tepedelenli Ali Paşa,
Halet Efendinin çevirdiği dolaplar neticesinde, Sultan 2. Mahmud'un emriyle
idam edilmesinin rolü olduğuda düşünülebilir. Zamanımızın diğer tarihçilerinin
İsmail Hakkı Gzunçarşılı, İsmail Hami Danişmend, Tarik Yılmaz Öztuna gibilerin
hissi yaklaşımları, Osmanlıya ters zihniyetlerin zebunu olanların yanında
eserlerinin hacmi ve nisbeten tarafsız olmaları okuru tesiri altına almıştır.
Edebi bakımdan, merhume Samiha Ayverdi hanımefendinin, "Türk Târihinde
Osmanlı Asırları" nı ülkemiz insanının mutlak okuması gereken nefasette
olduğunu bu önsöz'de belirtmeden edemedim efendim.
Bunların içinde Alfred
dö Lamartin adlı diplomat ve hristiyan-liktan müstafi, liberal ve aynı zamanda
büyük bir şâir, târihe düşkün, "Türkiye Târihi" adlı eseriyle
ülkemizde, Tercümanın binbir temel dizisinde yedi kitap hâlinde, sayın Mehmed
Çizmen tarafın dan hazırlanarak yayımlanmasından tanınmış bir tarihçidir.
Yine ecnebi
tarihçilerden Avusturyalı Baron Hammer'in Osmanlı Târihi, üzerimize çevrilmiş
bir bombardıman aracıyken, Atâ Bey merhum, çevirisinde yaptığı müdehalelerle,
istifade edilir hâle getirmesi kayda değer.
Diplomat Lamartİn'in
eserinde, dikkati çeken husus kitabının başında yer alan ÖnsÖz'ün, dünyada
meşhurluğu olduğunu hatırlatalım. Tercüman 1001 Temel serisinde yayımlanan ve
eseri hazırlayan sayın Mehmed üzmen Bey'efendinin aşağıdaki beyanı, adetâ
düstûrum olduğundan, bu ölçüyü siz okurlarıma nakletmeden geçemezdim.
Çünkü; bu beyanda,
gayri müslim tarihçilerin eserlerine dâima hassas yaklaşım taşımamız
gerektiğini hatırlatıyor. Bakınız; sayın üzmen ne diyor: "Türkiye Târihini
okurken okuyucu bazı hususlara dikkat etmek zorundadır.
Şöyleki "Lamartin
liberal bir siyaset adamı olarak sert hükümdarlara ve devlet adamlarına karşı,
hizmetleri ne olursa olsun bazen haksızlığa kadar varan hükümlerde
bulunmuştur. Biz; çoğu yerde dip not vererek yazarın haksız yorumlarını
düzeltmeye çalıştık. Ancak târihi gerçeklere çok aykırı bulduğumuz bir kaç
noktayı, dip notu yoluyla düzeltmeye çalışılmayacak kadar gerçek dışı
bulduğumuz için çevirirken çıkardık." Dedikten sonra, sayın üzmen şöyle
devam ediyor: "Yine okuyucu, Lamartin'İn her ne kadar Türk dostu olursa
olsun, bir avrupali olduğunu ve terk etmesine rağmen yine de hristiyanlığın
etkisi altında kaldığını unutmamalıdır." Sayın üzmen'in yüksek bir şuurla
vardığı husus olarak, fakirde aynen böyle düşünmekle ecnebilerin, şark âlemi,
İslâm dini ve milletimiz hakkındaki mütalaa ve ifadelerine dâima, Kur'ani
Kerim'in haber verdiği: "bir fâsıktan aldığınız haberi tah-kikediniz"
tavsiyei ilâhisini gözönüne alıp da bir de, gayri müslim-lerin fâsıktan da öte,
kâfir olduklarını da hesaba katarsak tahkikimizi daha da mühimsemek lâzım
öiçüsünü yakalamak kabildir.
Fransa'da 1789
ihtilâli öncelerinde Fransa hâriciye nazırlığı yapmış olan Lamartin'İn, dünyaca
meşhur önsözünün, bilhassa Rusya'nın ülkemize ve avrupaya nasıl bir belâ
olacağına nazarı dikkate çeken ifadesine dokunmadan geçemeyeceğim.
Şâir ve diplomat,
Fransız hariciye eski nâzın ve Tanzimatın padişahı Abdülmecid'le mülakat
yapmış ve bir müddet Fransa'yı Dersaadetde büyükelçi olarak temsil etmiş
bulunan Do Lamartin
ünlü önsözüne şöyle
başlıyor: "Hiç bir milletin târihi,
Türklerinki aibi bu kadar önemli şartlar altında kaleme alınmamıştır Bir milletin
başına felâket ve adaletsizlik geldiği zaman, ona karşı adaletli olmak ve
teessür duymak lâzımdır. Gelecek nesiller, aynen adalet gibi, zayıflan korumayı
ve ezilenlerin intikamını atmayı arzu ederler. Milletler târihte bazen
cezalandırdıklarını bazen de intikamlarının alındığını, haklı çıkarıldıklarını
ue zaferlerini bulurlar." Diyen yazar; Osmanlı devletinin yıllarca
avrupayı moskof saldırısından koruduğunu anlatan şu satırları koymak
âlicenaplığını göstermiş: ".tiavarindek'i haksız ve zâlim yangın, Rusya
için sevinç ateşi oldu. Bu ateş Sinop'u müjdeliyordu." ifadesini yazan
Lamartin'İn bakın Sultan 2. Mahmud'a nasıl sözler söyleterek anlatıyor: "..O zamanlar imparatorluğu yöneten ve
devletinin kalkınmasını iıoş görü ve avrupa medeniyeti ile sağlamaya çalışan Sultan
Mahmud, büyük güçlerin, intiharını ve mantıksızlığını öğrenince, göz yaşlarını
tutamamış ve ülkesinin bu soğukkanlı cinayete katılmasını, mazur göstermek
isteyen bir yabancı diplomata, şu sözleri söylemiştir: Tek başıma moskof
istilasına karşı koruduğum auru-pa'nın beni yok etmek için moskoflarla
birleşmesini görün! Benden sonra aorupa istila ve yok edilmekmi istiyor?
Sorusuna karşı diplomatın cevabı: "Haklısınız; fakat avrupa için endişe
etmeyiniz. Bir gün gelecek, sizin gayretinizi anlayacak ve sizin denizlerinizde,
Nauarin'de gemilerinizi yakan Rus gemilerini yakacaktır." olur. Bu
diplomatın; Alfred dö Lamartin olduğunu tahmin zor değildir.
Lamartin'İn; Fransa
ile Osmanlı münasebetleri arasında geleneksel siyasetin analizine girişmeden,
Osmanlı için şunu yazıyor: Osmanlı İmparatorluğu için bir tek şey söyleyeceğiz:
Osmanlı imparatorluğu aurupa
ve asyada, coğrafi, askerî, siyasi bakımdan, ikimityon kilometre kare kadar
bir yer tutmaktadır vebu yer, eğer Osmanlı imparatorluğu kaybolursa, sadece Rusya
tarafından doldurulur. Eğer avrupa, neticede bir halkın imhasını Çar'a bırakırsa
ki, o aurupa bu dünyanın en mükemmel iklimlerinin, en verimli topraklarının en
zengin limanlarının toplandığı kıyıların ticarete en elverişli adalar
topluluğunun, anahtarını elinde tutmadığı en aşılmaz boğazların denizciliğe en
uygun denizlerin ve eskiden olduğu gibi, bütün dünyanın merkezi olacak bir
kentin (İstanbul) içinde bulunduğu ikimilyon kilometrekarelik alanı boş
bırakmak niyetinde değildir , olduğu gibi Rusya'ya geçecektir." Diyen yazar;
bu ifadeleri 19. asrın ortalarında kaleme almış bir hayli isabetli mütalaalar
yürütmüştür. Hakikaten Osmanlıyı çöküşünde, gerek İngilizlerin, gerekse
Fransızların ayakta tutma çabaları, meşrutiyetten sonra geçerli sonuçlar vermeyincede
yıkılışı çabuklaştırmak için avrupanın ve bu ikilinin İtalya'yıda yanına
alarak, sıcak darbeyi, 1. cihan harbinde, soğuk darbeyi ise, konferans salonlarında
nasıl vurduğunu görmüş olsaydı umarım avrupalılara sitemler gönderirdi.
Yabancı târih
yazarlarının arasında nadiren çıkan böyle kimselerin eserlerinin kapsamından
istifade etmeyi ihmal etmedik bu çalışmada.
Dünya târihi içinde
622 yıl süren bir devlet ömrü sergileyen Osmanlı İslâm Devletini, önümüze
koyacağımız pek esaslı dokuz soruyu tesbit edip, cevaplarını verebildiğimiz
takdirde Osmanlı Devleti fenomeni hülâsa edilmiş olur.
Sorular:
1-Osmanlı Devletinin Kuruluşu.
2-Sİyasi Yapıs
3-!kti-sadi Yapısı.
4-Devlet Teşkilât Yapısı.
5-Düşünce
Yapısı.
6-Fikir ve
Sanat Hayatı.
7-Hanodan'ın
Yapısı.
8-Toplum Yapısı.
9-Bilime Katkısı.
Cevablar:
1-Osmanlı
İslâm Devletinin kuruluşunu herşeydıj önce insanımızın iyi değerlendirmesi
gerekmektedir. Çünkü devletin kuruluşuna
giden yoldaki işaretler, dünya yüzünde bel hiçbir devletin mazisinde yer
almamaktadır.
Rüya insanoğlunun
ortak malıdır. Rüyanın müslimcesi, gayr müslimcesi olmaz hâttâ, materyalistler
dâhi rüya görürler ve bunların rüyalarına girmesine engel olmaya kadir
olamamalanndarj dolayı bir şuuraltı hâdisesi diye geçiştirirler.
Aslında rüyaları
yorumlamak bir ilimdir. Dünyada bu husus aid nice eserler kaleme alınmıştır.
Rüyaların; şeytani, rahmani di ye tasnife tutulduğunu pek bilmeyenimizde
yoktur.
Osmanlı devletinin
kurucusu olan Osman Gâzi'nin babasmıı babası Süleyman Şah'dır. Süleyman Şah;
Orta Asya'nın Altay da gına yakın bölgesinde yaşamakta olan Kayı Han isimli bir
Türl kabilesinin reisiydi. Bu kabilenin geçmişi Oğuz Han evlâdıdır. M 1200 yılı
sonrasında Asya kıtasını kasıp kavuran Cengiz adlı Mo ğol hükümdarının
şerrinden Türkistan'ın Mahan bölgesinde iskâne teşebbüs etmişlerse de, zâlimin
zulmünün oraya da erişeceği kes-tiriidiğinden, göç kaldırılmış Ahlat
taraflarına oradan Erzincan'e geçilmiştir.
Bu zahmetli göçün;
yüz, yüzellibin kişiyi kapsadığın.! düşünürseniz, ne kadar büyük bir sosyal
dram yaşandığını idrak kolaylaşır. Süleyman Şah; Cengiz fırtınası dinmiş
olabilir nazariyesiyle, anayurduna dönmek üzere yola çıkmış, Halep şehri
civarında Caber mevkii denilen bölgede Fırat Nehrini atıyla geçerken düşerek
boğulmuştur. Naşı sudan çıkarılan Süleyman Şah, hemen o civarda
defnedilmiştir. Bu kabir Türk Mezarı diye anılmıştır.
19501i yıllarda, Caber
Suriye devleti topraklarında kalmış olmasına rağmen Süleyman Şah'ın kabrinde,
Türkiye Cumhuriyeti devletimiz bir manga askere ihtiram nöbeti tutturmaktaydı.
Süleyman Şah'ın dört oğlundan Gündoğdu ve Sungurtekin babalarının çıktığı yola
devam edip, kendileriyle birlikte gelenlerle giderlerken, Ertuğrul bey ve
Dündar bey atlarının başını çevirdikleri istikamet Anadolu içlerine yürümek
olmuştu. Pasinlere geldiğinde Ertuğrul bey ve beraberindekiler buralarda
dolaşırken, Sarubatu Savcı bey'i Konya'da oturan Selçuk Sultanına gönderen
Ertuğrul bey bir yayla bir de kışlayacak arazinin kendilerine ihsan olunmasını
istedi.
Savcı bey Konya
Sultanına giderken, Ertuğrul bey'de arkasından aynı istikamette yavaşça
ilerlemekteydi. Yolda Moğol askeri ile savaşa tutuşmuş ve mağlubiyeti adetâ
kesinleşmiş müslüman bir müfrezeye rastladı. Dindaşlığın gereği, hemen bu
müslüman müfreze lehinde ağırlığını koyan Ertuğrul bey'in cengâverleri,
Mo-ğolları perişan ettiler. Bu yardımın haberi tabiatıyla Konya'ya" ulaştığında,
Alaaddin-i Keykubat Ertuğrul bey'in arzusunu i'saf ederek, Domaniç ve Ermani
yaylalarıyla, Söğüt'ü kışlamak üzere ihsan etti.
Takvimler bu sırada h.
630/m. 1233 yılını gösteriyordu. Ama bu tarih Osmanlı devletinin kuruluşu
değilse de Kayı aşiretinin Anadolu toprağında ebediyyen yerleşmesinin
târihidir. Burada yerleşen Kayı aşireti, artık bir hamilelik dönemine girmiştir.
Çünkü Osmanlı İslâm Devletine gebedir.
Kışlak ve Yaylanın
ihsanından 25 milâdi yıl, 26 hicri sene sonrasında, yâni h. 656/m. 1258'de
Söğüt'de dünya yüzüne adı Osman verilen bir yiğit geldi. 41 kere maşaallah der
gibi, 41 sene sonra nizâm-ı âlem dünyasından da, maveradan da, erenler sofrasından
da, ehlûlSahlar âleminden de müttefikan bir karar südûr elti. Devlet-i âli,
Osmancığa verilmiştir. Takvim h. 699/m. 1299 27/ocak'ı göstermektedir.
Böylece yangına dönen
Selçukiye devletinin külleri üstünde bütün dünya'ya, İslâm bayraktarlığını
yapacak, Osmanlı İslâm Devleti zuhur etmiştir. Kuruluşun destansı tarafını
böyle özetlemek kabildir. Şunu da burada ilâve edelimki, Şeyhi Ekber
Muhiddin-i Arabi (r.a) hazretleri, Osmanlı devletinin kuruluşundan 75 sene önce
kaleme aldığı <Şeceretün Numâniyye Fi Devlet'il Osmani-ye> adlı eserinde,
Âl-i Osman Halifelerinin ilki olan, Yavuz Sultan Seüm Hazretlerinden başlıyarak; Osmanlı devletinin
mühim vakalarını cifir ilmiyle ifade ettiğini, Ahmed Cevded Paşa pek değerli
eserinde beyan etmektedir.
2- Osmanlı
siyasi yapısı dediğimizde, bu soruyu günümüz anlayışından ziyade, o günün
içinden bakarak cevaplanması lâzımdır. Aşiretin meydana getirdiği ilk topluluk,
bir Türk toplumuydu. Çünkü Orta Asya'dan çıkan bu aşiret, yaylasına veya
kışlağına yerleştiğinde, kavmi bakımdan, homojen bir yapıya sahipti. Buna
bağlı olarak, ilk dönemdeki aşiret reisinin otoritesi hân'lıkla idare edilen
bir topluma yabancı olmadığından, Türk hânlarının, klasik siyasi ve idari
anlayışı aşiret döneminde câri oldu.
Bahse konu siyasi
anlayış, içeride olsun, komşular iie olsun bütün meseleler, aşiret içinde var
olan ailelerin büyüklerinin katıldığı toplantılarda istişareler yapıldıktan
sonra çıkacak tekliflere eğili.,ıi özetleyip, tercihini bey'in bildirmesi usul
idi. Bunların edille-i er-baa yâni; Kur'an, Hadis, Kıyas ve İcmaya dayanması
anşart idi. Aşiretten devlete geçişte, Osman Gazi babası Ertuğrul bey'den
ahzetmiş olduğu vasiyet veya nasihattan bir milim inhiraf etmemiştir.
Her ne kadar Osman
Gazi kendi döneminde padişah diye anıl-mamışsa da, bir mutlakiyet temsilcisi
olduğunu söylemeden geçe-meyiz. Ancak bu mutlakiyet, adalet, ahiret kaygısı,
istişare, istihbarat ve tarih bilgisiyle bir nizam halinde yürütüldüğünde, her
kafadan bir ses çıkan anarşidende ve demokrasi adı altında bu yola gidişden de
iyi netice verdiği hükümlerinin her tarafta kabul edilir olması, toprak
mesahasının Ronıa imparatorluğunu bile geçtiğini gözönüne alırsak yaşananın
mutlakiyet değil muvaffakiyyet olduğunu teslim ederiz.
Moğol istilâsının
çekilip gittiği, Anadolu toprağında yaşayan insanların geçirdikleri felâketten
sonra tâbi oldukları Selçukiye dev-etinin inkırazı, yâni yıkılması, bir çok
beyliğin boşalan otorite ma-arnına göz dikmesine sebeb oldu. Kayı boyuna verilen
devlet kuşu, niye bana değil diyen Anadolu beyliklerini bu tensibe karşımaya
şevketti.
Osmanlı Devleti bu
karşı çıkışları durdurmak, Anadolu birliğini kurmak ve ondan sonra, cihanı
islâmiaştırma gayesinin tahakkukuna yarayacak siyasetini tesbite girişti.
Siyasetinin temelini yukarıda da beyan ettiğimiz, edille-i erbaa teşkil
etmiştir. Bizim davamız kuru bir cihangirlik davası değildir. İ'lâ'yı
Kelimetullah davasıdır. Deme lüzumunu hisseden idrak, siyasetin rotasını
hatırlatma yoluna giderek belki de, hissettiği bir sapmayı işaret etmek istiyordu!
Dinin; dinde zorlama
yoktur ikazını, gayri müslimlere devlet olduğu ilk günden itibaren uygulamış,
hiç bir başka din mensubunu islâmiyete girmeye zorlamamış, ancak özendirmeyi de
tebliğ me-todlari içinde mütalaa ederek, bundan da geri kalmamıştır. Osmanlı
devletinin çeşitli devrelerde siyasi anlayışı, daima yazdığımız hududlar
içinde kaldığını rahatça söyleyebiliriz. Amma bu siyasi anlayışının, bazen
sadece zihinlerinde kaldığı anlarında olduğunu bilmemiz gerekmektedir.
Osmanlı'da birlik ve
beraberliğin, kendi müslüman nüfusunu aşmış bir hristiyan toplulukla bir arada
yaşayabilmesi, başka ortak noktaların aranmasını getirmiştir. Hâttâ bu hâlin
haberdarı olan İngiltere kraliçesi, Sultan Abdülaziz'e, nüfusunuzun ekseriyetini
hristiyanlar teşkil etmektedir. Siz de hristiyan olsanız, devletim size daha
çok yardımcı olabilir. Sözlerini söyleyebilmiştir.
Osmanlı devletinin
siyasetinde dâima geniş bir istişareye önem atfedildi ise de, neticede
padişahın üzerinde durduğu ve tasdik ettikleri, heyet-i vükelâ denilen
kubbeaitı vezirlerinin yürütmesine tevdi edilirdi. Ordularının gücü bir
milletin siyasi tesirini yüceltir veya nazarı itibara alınmaz hâle getirir.
Dışa buyurgan olan devleti âliye, Karlofça antlaşmasından sonra pazarlıkçı bir
devlet seviyesine inmiştir ve bu merdivenlerin inişide zaman içinde
hızlanmıştır.
Avrupa'nın iki mühim
devleti İngiltere ve Fransa adetâ hâmiliğimize soyunmuşlar, fakat bu hâmiliği,
iktisadi bakımdan bize pek pahalıya oturtmuşlardır.
Kapitülasyon; kuvvetli
bir devletin, evinde canının istediği ücrette hizmetçi kullanan bir beyi
andırması gibidir. Kanuni'nin verdiği kapitilasyonla, Tanzimat döneminin Ali
Paşasının imzaladığı-kapitülasyon, aynı ismi taşımasına rağmen aynı kapıya
çıkanlardan değildir.
Kanuni'ninki; ülkenin
ihtiyacını gideren ücretli hizmetçi tutmaktı, Âli Paşa'nınki ise, siyasi
tavizler bile alabilendi.
3- Osmanli
iktisat yapısı ana hatlarıyla, hududullah dediğimiz, Cenâb-i Hakk'in koyduğu
haram, helâl hududlanna riayet, israfa geçit vermez bir anlayış dahilinde,
felsefesini ortaya koymuştur kendini. Yine Osmanlı iktisadiyatını dönemler
içinde değişmez sanmamak lâzımdır. Osmanlı devleti, ilk dış borcu Tanzimat fermanı
sonrasında yapmak üzereyken, Abdülmecid hân'ın damadı Ahmed Fethi Paşa,
durumdan haberdar olduğunda, kaimpederi olan padişaha pek acıklı bir tarzda,
meâlen şunları söyler: "Efendimiz, pederiniz cennetmekân (2. Mahmud)
Ruslar ile iki defa savaştı, içde yeniçerilerle tutuşdu. Yepyeni bir ordu
kurdu. Kava lalı gailesi hem sağlığını hem de hazine-i hümayunu epeyice hırpaladı.
Yine de ecanİbden bir flûs almadı. Size ne oluyor da borç almaya tevessül
ediyorsunuz. Bunlara elini kaptıran kolunu kurtaramaz" müdehalesini
yapmaktan kendini alamaz. Padişahın bu ikazdan intibaha geldiği görülür ve
yayımladığı bir iradei seniye ile borç almaktan sarf-ı nazar ettiğini beyan
eder. Fakat alakadarlar, antlaşmanın imzalandığını, alım gerçekleşmeyecek
olursa tazminat ödeme mecburiyeti doğacağını beyan ederlersede "elinizi
kaptırırsanız kolunuzu kurtaramazsınız" ifadesi padişahı pek tedirgin
ettiğinden iradesinde ısrarla, antlaşmanın iptali, tazminatla alakalı antlaşmayı
imzalayanların kendi paralarıyla ödemesi emri verilir.
1299'da kurulmuş olan
bir ülkenin, devletin ilk defa. dışa borçlanmasının 1840'ları bulduğu
düşünülürse, 540 küsur yıl kendi iç iktisadi kaynaklarıyla yaşadığını tesbit
etmek gösterirkı, devletin geliri, Öşür, zekât, gayri müslim tebâdan alman alınan vergi, gümrük
rüsumlan, imaretlerin ve antlaşmalar yolu ile Osmanlı devletine, haraçlarını
ödeyen mahmi, yâni korumamız altındaki, voyvodalık, prenslik gibi yerlerden
gelen paralar, devletin geiirini teşkil ediyordu. Ayrıca eyaletlerdeki valiler,
timar ve zeamet sahibleri bu bulundukları yerlerde, muharebeler için asker
yetiştirdikleri gibi buralardan elde edilen hasılatın vergilerini Dersaadet'e
yolluyor-lardı. İçhazine denilen hazine devleti sıkıntılı zamanlarda desteklerdi.
Daha 17. yüzyıla girerken Osmanlı devletinin toprak mesahası, yâni 3. Murad
devrinde 24 milyon, kilometre kareyi bulmuştu.
Günümüzde devletin
ihracatçılara tanıdığı bir çok imtiyaza rağmen bundan bir kaç sene öncesi yaptığımız
bir yıllık ihracatımız. Osmanlı devletinin sıkıntılı dönemlerinden olan 1908
yılındaki ihracatımız seviyesine anca gelebildiğini kıyaslarsak, günümüz için
nekadar çok düşünmemiz gerektiği anlaşılır herhalde. Osmanlı ticaret
anlayışında en mühim husus peşin para ve bizatihi kendisi kıymet olan altun ve
gümüş sikke idi.
Sultan Fâtih; İstanbul
muhasarasına kalkışmadan önce Edirne Çarşısında, tebdil-i kıyafet alışverişe
çıkar sabah saatlerinde. Uğradığı ilk dükkândan bir batman yağın fiyatını
sorar ve alım yapar. Bu esnaf için güzel bir alışveriştir. Alıcı bu sefer bir
batman bal'ın fiatını sorduğunda satıcı, komşumda da aynı fiyat isterseniz
bal'ı ondan alınız teklifini yaptığında tekliften memnun olan istikbâlin
Fâtih'i: "benim böyle esnafım oldukça değil Kostantinapoleyi, dünyayı
bazııma râm edebilirim" Der.
Ticari hayatta
Osmanlı'nın hayran kalınacak hususlarının diğer biri de, söz'ün senet olması
idi. Devlet adamı ve müverrih Ahmcd Cevded Paşa'nın, bir Bosna eyâleti teftişi
vardır. Bu teftişte Cev-ded Paşa esnafa sorar malını naşı! satarsın? İsteyene
satarım cevabını alır. Peşin Hatamı, yoksa veresiyemi? Sorusunada, her iki
halde de cevabını alır. Senet yaparmısıniz? Sorusuna; ne gerek var, malı almış
sözü vermiş, ne lâzım senet. Dediğinde adam ölürse? Sorusu paşadan geldiğinde,
cevap; vârisleri öder. Onlar da Ödemezse? Diye soran paşaya, esnafın cevabı
ise, "öylesi hareket müslümana yakışırını?" Sorusu, Ahmed Cevded
paşaya bu sefer Bosnah'dan gelir.
4- Devlet
teşkilât yapısı hakkında hulasaten söyieceğimiz yine bundan önceki metod
içindedir. Çünkü; devlet-i âliye uzun süren safahat-ı ömründe, halden hâle
geçmiş bir idari anlayışa mâlik olmuştur. Ancak her dönem ve devir içinde
padişah mutlak devletin bası olarak muhafaza edilmiştir. Memnun olunmayan
padişahlar taht'tan uzaklaştırılıp, bazıları da katledilmişse de, hanedan değiştirelim
diyen bir tek kişi çıkmamıştır. Bunun bir tek istisnası vardır âl-İ Osman
gider, âl-i Midhat gelir> diyen ve bu sözünü de sarhoşken sarfettiği
bilinen, kahraman-ı hürriyet nâmıyla millete yutturulmaya çalışılan, Midhat
paşadır. Devletin 2. adamlığı, her gediği padişahın sözünden sonra, mutlaka
yerine getirilen sadrazamdadır. Padişah mührünü, bu görevi uhdesine verdiği
kimseye emanet eder ve bütün emirler bu mühr'ün varlığında sadrazamın isteği,
padişahın tasdiği diye telakki olunup gereği yerine getirilirdi.
Yürütmeyi sadrıazam
idare ederken, padişahın dine aykırı arzu ve isteklerine engel olmakla vazifeli
şeyhülislâm efendi, tabiatıyla sadrazamında mugayir-i diniyeye aid
tasarruflarında elini oynatmasını önleyecekti.
Ülkenin asayişi
sadrazamın tedbirlerini uygulayan asker ve mahalli memurlar tarafından hâl
yoluna konurken, nâfıa, adalet, ulema ve medreseler şeyhülislâm efendinin etki
ve idaresi altında bulunmaktaydı. Sadrıazamlar ordu ile birlikte savaşa
gittiklerinde ayrıca serdar-ı ekrem unvanını âa hâiz olurlardıki başkumandanlık
demektir. Kadılıklar; Anadolu ve Rumeli Kadıaskerleri denilen iki makama
inkısam ediyordu. Bunların başı, şeyhülislâm efendi idi. Maliye teşkilâtı
Defterdar-ı evvel, Defterdâr-ı sâni rütbesine havi; 'ki makam arasındaki
işbirliği ile tanzim olunurdu. Defterdar-ı ev-Ve', başdefterdar demekti. Harici
işlere reis'ül küttab makamı bakardı. Bunlar, ecnebi elçiler ile görüşür,
taleblerini alır, talimatlarını verir, bazılarımda icabı hâle göre sadrıazam veya padişahın huzuruna
çıkardığı olurdu.
Reis efendiler,
devletimizin gücünde görülen gerileme yüzünden uğranılmış mağlubiyetlerin en az
zararla atlatılmasını temini hususunda başarılı olmak için çok uyanık,
dikkatli cerbezeli ve sinirlerine son derece hâkim olmaları icab eden
kimselerdi. Böyle olabilmek de kolay değildi.
Eyaletler; valilerin
idaresinde olmakla beraber heryerde aynı selahiyette olmazlardı. Bazı
vilayetler mümtaz eyaletlerdi. Oranın kendine has şartları göz önüne alınırdı.
Şunu hemen ilâve etmek gerekirki devletin adaletle ilgili yapısında çok
hukukiuluk vardı. Yâni iki hristiyan arasındaki anlaşmazlık kendi cemaati
yönetiminin düzenlediği sistemde hal'lü fasi etme hakkı vardı. Taraflardan
biri müslüman olursa davanın bakılacağı yer, kadı'lik makamı olurdu. Uzun zaman
hristiyan tebâ kendi aralarındaki anlaşmazlıkları kadı'lara götürme yolunu
seçmiştir. Kadi'Iann adalet dağıtımı onları teshir etmekteydi.
Daha sonraları, dini
ve milli asabiyyeleri azdırıldığından kendi hukuk sistemlerine baş vurur
oldular. Osmanlı teşkilât yapısı içinde adalet mekanizmasının yeri hususi bir
mahiyet arzeder. Suçlan caydırıcı mahiyetteki cezaiama sistemi, dünyada hiç bir
ülkede görülmeyen derecede dürüst, bulduğunu yerine ulaştırır bir ahalinin
vücud bulmasını sağlamıştır.
Adalet mekanizması
önünde fertlerin eşitliği çok büyük önem arzeder. Buna râşid halifeler devrinde
bir yahudi ile Hz. Ali (K.V)'nin eşid şartlarda muhakeme olunması yanında,
Osmanlı padişahı, yüce Sultan Fâtih'in bu günkü Ayasofya'nın karşısında bulunan
binayı yaptırdığı, ancak bu mimar'ın suistimaie dayalı işlem yaptığı haberi
padişaha ulaşınca sinirlenen Sultan Fâtih, mimarın kolunun kesilmesi emrini
verir. Bu emir tatbike konur. Üstelik bu mimar İslâm emânetinde olan bir
gayrimüslimdir. Haklı olduğuna inanmaktadır.
İstanbul kadı'sına
müracaatla padişahı dava eder. Vaziyet padişaha intikal eder. Kadıasker Hızır
bey, davayı rüyet eder. Padişahı kısasa mahkûm eder. Karardaki azamete bakan
mağdur mimar, önce müslüman olur, padişahın bağışladığı büyük bir tazminatla,
hayatının bundan sonrasını geçirir. Hızır Kadı ile Fâtih arasındaki duruşma
sonrası şu diyalog pek alaka çekicidir. Padişah; eğer bana iltimas etseydin
sana bu topuzla vurucaktım. Der. Hızır Ka-dı'da kürsünün arkasında bulunan eğri
kılıcı gösterip, siz de iltimaslı bir davranış isteği gösterseydiniz, bu
kılıçla sizi hizaya sokacaktım. Der.
5- Osmanlı
devletinde düşünce yapısı, diğer mevzulardada olduğu gibi çeşitli safhalar
geçirmiştir. Altıyüz küsur yıllık devietin geçirdiği istihaleler bunda ro!
oynamıştır. Osmanlı devleti ümmeii esas alan bir kuruluştur. Zımmüeri de
Kur'an-ı Kerimin tâlim ettiği anlayış içinde bünyesinde barındırmıştır.
Dinlerine ve örflerine müdehalede devlet olarak bulunmamıştır. Ancak bazı
kimselerin müdehalelerine de müsaade vermemiştir. Onları taciz edenleri te'dib
etmiştir.
Osmanlı devleti,
gerçekten fikri hür vicdanı yüksek nesiller yetiştirmiştir. İnsan esas alınmış
buna inzimamen, uçan kuşlar dahi devletin koruyucu kanatlarından istifade
etmişlerdir. Eski evlerin cephelerinde bir çıkma yapılıp, kuşlara dinlenmek
vede soğuktan korunmaları için yuvalar yapmışlardır. Ahali, siyasi düşüncenin
daima dışında kalmayı tercih etmiş, devlet baba, padişah efendimiz esprisine
sadık kalmıştır. Hükümet otoritesine karşı yapılan isyanlarda ahaliyi bir
seyirci olarak görürüz. Çok nâdir vakalarda ahali olaylara karışmıştır, bunda
da Sancak-ı Şerifin çekildiği görülür Saray çevrelerinde; her türlü fikir
münakaşa ve müzakere edilebilirken, bunların aynını ahali arasında yapmak
müşküldür ve mahzurludur.
Sultan 2. Mahmud
zamanında Mukaddime adlı İbni Haldun'a aid eserin çoğaltılıp ahaliye okutulması
tavsiye edildiğinde padişah: "çocuğun eline ustura verilirimi?"
diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Köprülü Mehmed paşa döneminde
kadızâdeiilerle, tasav-vufçuların savaşa benzeyen kavgası ile 1830'larda
kurulmuş Beşiktaş ilmi heyeti, çeşitli bilim dallan hakkında araştırma ve münazaralar
tertiplerken, onikiier denen bu ilim heyeti başkanına Sultan 2. Mahmud'un;
"Aman bu çalışmaları yapmakteyken, dini ve haikı hafife almayın, yoksa
şeyhülislâmın elinden sizi ben bile kurtaramam" demesi halkın mukaddes
tanıdığı hususata teşn-ü tâana müsaade etmeyen düşünce hâkimdi. Çünkü devleti
millet meydana getirdiğinden ona saygı düşüncesini Osmanlı devletr dâima ön
plânda tutmuştur.
6- Fikir ve
sanat hayatı Osmanlı'da pek geniş bir hürriyet bulmuştur. Çünkü, sanat
hayatında şâir sıfatıyla bir çok padişahımız, şehzâdegân, hâttâ hanimsultanlar
dahi inşa ettikleri divan ve şiirleriyle bizzat yer almışlardır. Güze!
sanatlar içinde de resim ve heykel biraz sıra dışı kalmıştır. Yoksa günümüzde
bilinen bütün sanat kollan, daha bir samimiyetle ve geçime müstağni olarak alaka
gösteren kişilerce yapılmaktaydı.
Bir şâir; yazdığı bir
mersiye veya kaside karşılığı aldığı, bir kese altunla sadece kendini değil
geleceğinin maddi problemlerini dahi çözmüş olurdu. Hat sanatı Osmanlı devleti
hattatları ile en mükemmel seviyeye çıkarılmış, "Kur'an İstanbul'da
Yazıldı" darb-ı meseli nesilden nesile anlatılmaktadır.
Mimari eserlerin elan
ayakta duranları, bu alanda nerede bulunduğumuzun sessiz fakat görülür
şahidleridir. Osmanlıdaki sanalı aslında; harp sanatının ayrılmaz bir parçası
olarak da görmek kabildir. Bilhassa mimarların pîr'i sayılsa seza olan Mimar
Sinan; herşeyden evvel bir yeniçeri olup, avrupa fütuhatında olsun, sark
ülkelerine nizâm verilmeğe gidişte olsun, askerin ve ordu ağırlıklarının
geçebilmesi için yaptığı köprüler, düşman kalelerinin yüksek burçlarına çıkmak
için hazırladığı savaş avadanlıkları onu, Şehza-debaşını, Süleymaniye'yi ve
Selimiye'yi yapabilmeye götüren vize imtihanlarıdır. Yaptığını saydığımız eserler, finalde
Mimar Sinan'ın ipi göğüslediğini ve tanzir edilemeyecek olduğunu gösterir.
Musiki âleminde 3.
Selim'in makam icâd eden bir padişah olduğunu, şehadetini sağlayan katiller,
başına salladıkları kılıçla, yüzünün yansını parçalamadan evvel elinde olan ve
çalmakta olduğu ney'i paraladılar. Bir cihan devleti padişahı, elinde ney'i
olduğu halde şehidler kafilesine iltihak etmişti.
Fikir hareketlerinde
ise dini meselelerde; Simavna kadısıyla başlayıp, Molla Lütfi v. s gibilerinin,
mülhidhâne hareketlerinin kapısı kısa zamanda halka kapatılarak, bozuk ve art
niyetlere fırsat verilmemiş, yollar yürümekle aşınmaz demek kaygısı es geçilmemiştir.
Osmanlı devletinde fikir hareketlerinde canlılığı, 3. Selim ile beraber görmek
mümkündür. Bu hususta 1789 Fransız mason ları-ahali işbirliği, jakoben klübü
üyelerinin zâlim bir Fransa krallık idaresine kalkıştığı vede başardığı
isyandan sonra, gelişen sosyal çalkantılardan, bütün dünya gibi biz de payımızı
alacaktık, aldık-da!
Fakat; Osmanlı
cemiyetinde Fransa olsun, avrupanın diğer devletlerinde olsun, yaşananlarla hiç
bir benzerlik yoktu. Buna bakarak bizim etkilenmemiz beklenemezdi. Üstelik
İngiltere. Fransa-da gelişen bahse konu ihtilâli tasvip etmediği gibi. bastırma
hususunda gizli gizli, kralcılara yardım etmeye hazır olduğunu beyan
etmekteydi. Fakat Fransız kültürü yaygınlığı bigâneliği önledi. Ancak harekete
geçiş diye bir faaliyet görülmediysede, münevverler oradan süzülen haberleri
aldıkça içinde olduğumuz sistemi acı acı tenkitlere koyuldular.
3. Selim
devri hariciye nazırlarından Atıf Efendinin, "Muvazene-ı Politika"
yâni denge politikası da diyebileceğimiz, lâyihasında 'şaret edilen aşağıdaki
husus, bize bahse konu ihtilâle nasıl bakmamız gerektiğini hatırlatmış oluyor.
Mezkûr ihtilâlin, anaç masonlarından saydığı Volter ve Jan Jak Ruso için
şunları beyan ediyor: Volter ile Ruso
denmekle mâruf ve meşhur olan zındıkların ve onlar gibi dehrilerin hâşa sümme hâşa mübarek
peygamberlere sövmek ve kötülemek işleri olup, maksadlan bütün dinlen ortadan
kaldırmak., alaahir" Şimdi müslüman bir toplum bu şekilde ilân edilmiş bir
ihtilâlin fikir babalarının maksadı hakikisini öğrendikten sonra yine de
oradan bir istimdad beklerse artık, belâya hazırlansın demektir.
Üçüncü Selim'in
şehadetinden sonra, yeniçeri askerinin kaldırılması gayretleri, 1826'da 2.
Mahmud eliyle gerçekleştiğinde görülen fikir hareketleri, Fransızların,
müsavat-uhuvvet-bürriyet sö-züde batı dünyasını tetkike başlayan münevver
taslaklarının ağzında vird oldu. Bilenle bilmeyen bir olurmu? İlâhi sorusu
yerini Fransız laiklilerinin, uydurma ve samimi olmayan sloganlarına bıraktı.
Fikir hayatı denen anlayış bir fikr-i ishal halini sergilemeye başladı.
Hemen şunu da
ekleyelim ki; 1860 ekiminin son günlerinde kurulan ilk hususi gazete
Tercüman-i Ahval'in yayımlanmaya başlamasıyla, fikri hareketlere bir canlılık
geldiği görüldü. Bunun devamında Osmanlı İslâm devletinde ölçü artık Avrupa ne
der? Ecnebiler yutarmi? Gibi aşağılık kompleksine eğilim görülmeğe başladı.
Bu eğilimler 2. Abdülhamid devrinde o kadar çoğaldı ki; kendi kurduğu
mekteplerde, okuttuğu millet evlâdlan, onun vermeye gayret ettiği nimetleri,
görmezden gelmeyi adet edindiler. Ve nihayet o'nu devirdiler.
Batıl fikirlere
dalmaları Osmanlı devletinin târih sahnesinden silinmesine yetti de arttı
bile.
7- Hanedanın
yapısı hususuna gelince evvelâ kelime mânasına bakalım; Soyca dindar ve asil
aile demiş Türdav lügati. Larus'da-da buna benzer bir tarif var kelimeyi.
Hanedan kelimesinin bizde bazen sarakaya alındığını, yâni alay konusu
yapıldığını gazetelerde defaatle görmüşüzdür.
Milletimiz asil bir
millet olduğu için aynı zamanda en az mazideki haliyle dindar bir aile
yaşayışına sahip olduğundan ülkemizde her bir aile hanedan sayılır. Temennimiz bütün
ailelerin soylarının, devamını Cenâb-ı Mevlâ nâsib kılsın. Osmanlı hanedanı'na
gelince bu elan devam eden bir soydur. Bu soyun en müftehir olacağı husus
dünya'ya hükmetmiş bir milletin riyasetini yüklenmiş olmalarıdır.
Bu hanedana mensup
olmak, hem mazhariyyet hem de, büyük mahrumiyyetin odağı olmak demektir. Hanedan'ın
erkek üyelerinin, yaşamakta olan en yaşlısı 1. Ahmed'İn ortaya koymuş olduğu
vesayet anlayışına uygun olarak daima hanedanın reisi durumundadır. Hatta bu
vesayete uymak yüzünden taht'ta gözü olmayan 1. Mustafa zorla taht'a
çıkarılmıştır.
Buna karşılık bu
vesayet sisteminde, şehzade ve kardeş kıtalleri kâğıd üzerinde önlenmiştir.
Fakat kaideleri ihlâl eden cemiyetler bir çıkış yolu ararken cinayet dahil bir
çok yanlışında muhatabı olurlar. Osmanlı hanedanının en mühim vasıflan içinde,
ahali arasında akraba sahibi olmama yoluna önem vermiş olmalarıdır. Bu
sebebten, izdivaçlarını umumiyetle esirelerden, uzak bölgelerden gelmiş
bilhassa, Kafkasya civarındaki Çerkeş kabilelerinden gelen hanımlarla
yaparlardı.
Gayri müslim olup,
harem'de din-i mübine giren ve girdiği dinin feraizini, takvasını yapmaya
gayret eden hanımlarla da evlenmişlerdi.
Osmanlı padişahları;
tabiatıyla dinimizin müsaadesi nisbetinde tek evlilikden ziyade çok evliliği
denemişlerdir. Bunların içinde yalnız Genç lakablı 2. Osman, tek evlilik yapmış
ve Şeyhülislâm Hocazâde Es'ad Efendinin kızı,*Naile hanımla izdivaç yapmıştır.
3. Mehmed'e kadar şehzadeler Anadolu vilayetlerinde valilikle istihdam
edilirler ve yavaş yavaş zimam-ı idareyi bellemelerine gayret gösterilirdi.
Padişah izdivaçlarının
birden fazla olması ve bunlardan husule gelen çocukların arasında aynı mekânda
geniş olmasına rağmen, Dİr takım ihtilaflar meydana gelmekteydi. Annelerin,
baba bir kardeş oları çocukları iyi bir geçime sevkettikleri esaslardansa da,
bazen valide sultan olma arzusu ki koskoca cihan devletinin Ana-sultanı olmayı
hangi akıllı kadın istemezki? Bu arzunun gereği şehzadesini taht'a teşvik
kendisine, yardımcı olabilecek kimseleri bulmak gibi araştırmalara girdiği pek
sık rastlanan durumlardır.
Fakat şu o kadar
önemlidir ki, ekberiyet yâni yaşça aile içinde kim büyükse ona son derece
hürmet ve saygı gösterilmiştir. Osmanlı hanedanı dünya'da hiç bir hanedanın
görmediği, mağduriyete maruz bırakılmışdir. O temiz insanlar, dünya'ya ferman
okumuş aile mensuplarından bazı prensesler, ecnebi ülkelerde, o ülkenin
askerlerinin çamaşırlarını yıkayarak, hayatlarını kazanma ve idâme
ettirmemecburiyetine düşürülmüşlerdir.
Bu bahsi 7/mart/]924
tarihli Akşam gazetesinde yer alan bir haberle kapatalım. Mustafa Kemal Paşa
meclise verdiği bir önergede, yurd dışına çıkarılacak Osmanlı hanedanının
bayan azalarının, memlekette bırakılması üstüne bir takrir verir. Bu takriri
verene Cumhuriyet Haik Fırka mebusları, tarafından red cevabı verilirken şu
kelimeler pekcaübi dikkattir. "Biz, değil onların dirilerini, ölülerinin
kemiklerini dahi bulundukları mezarlardan çıkarıp atalım diyoruz."
8-TopIum yapısı meselesinde her madde başında olduğu gibi böyle uzun yaşamış
devletlerin tetkiklerinde, dönemler incelenip, sonuca gidilmesi daha doğrudur.
Bizim burada sayfalarımızı böyle geniş bir araştırma ile donatmamız zaten esas
olmalıdır. Ancak cihanın en büyük devletlerinden birini teşkil eden, Osmanlı
devletimiz, bu kaide içinde mütalaa edilmelidir. Şehirleşme olayının dünyada da
az olduğu dönemde Osmanlı toplumunun büyük kismının ziraatle meşgul ve
genellikle köylerde yerleşmiş olduğunu görürüz. Devlete olan toplum bağlılığı
fevkalâde üst derecede idi. Gayri müslim tebâ dahi, 1770 yıllarına kadar son
derece devletin bağlısı görüntüsü vermekteydi. Ne zamanki Rusya; Osmanlı
devleti topraklarında yaşayan Ortodokslar için hâmilik imtiyazı aldığında,
gayri müslüm tebâ'da, bu bağlılık gevşekliğe doğru yol almaya başladı.
Beri yandan birtakım
valilerin, mültezimlerin, voyvodaların bulundukları yerlerde yaptıkları
zalimane iş ve yanlışlıkları yüzünden ihvanlara sebeb olduğundan, ahalide
isyancıya sempati beslediği Örülürdü. Bu devletin yıldirdiğı değil, devletin
temsilcisinin yıldır-dıâı insan, aynı zamanda halife olan padişahdan ümmidini
asla eksiltmezdi. Çünkü yanlışı yapan idarecinin hesabını, padişahın
sorgulayacağını bilirdi.
Büyük devletlerin
başşehrinde bir takım olumsuzluklar yaşanırken, serhad boylarında ordusunun
fetihler yaptığı pek rastlanan olaylardır. Osmanlı devleti ise, bu hususların
en çok şâhid olunduğu bir devlettir.
9- Bilime
olan Osmanlı devleti katkısı, ilim adamîarına verdiği-önem onlara gösterdiği
hürmet ve bu hususda hiç bir dini, mezho-bi ve ırki bir ayırıma gitmeden, bilim
ve ilim namusuna saygısı, bizzat bu bilim adamlarının itirafı ile sabittir.
Baron Carre de Vaux "İslâm Mütefekkirleri" adlı eserinde Sultan Fâtih
için şunları söylüyor: Bu fetih Fâtih Sultan Mehmed'e tesadüfen veya Bizans imparatorluğunun
zayıflığı yüzünden müyesser, olmamıştır. Bilakis Fâtih Sultan Mehmed, Önceden
gereken hazırlığı yapmış ve devrindeki her türlü ilmi güçlerdende
faydalanmıştır. O zamanlar top daha yeni icad edilmişti.> Biz bu
şahsınsöylediklerine, Sultan Fâtih'in, havan topunun bizzat mucidi olduğunu
söyliyerek iştirak edelim. Bir çok kimsenin pinti diye vasfetme gafletinde
bulunduğu Cennetmekân Sultan 2. Abdülhamid Hân, kuduz aşısını bulmaya çalışan,
bu faaliyetini maddi yetersizlikler yüzünden, erteleyeceğini işitmiş olduğu
çalışmalarına devam etmesi için kendi cebinden büyük meblağlar göndererek
bilime maddi bakımdan hizmette bulunduğunu ilave edelim. Gelenbevi İsmail
efendi gibi matematikçiler ve daha nice Osmanlı ilim ve bilim adamlarıda gelip
geçmişlerdir.
istanbul'un fethinden
sonra Sahn-i Seman Medreseleri Sultan fatihin kurduğu ilim ve bilim, öğrenme
kurumlarıdır. Kanuni zamanında
gerçekleştirilen Süleymanİye camii ve medreseleri, mev-cud bilim merkezleri
olmuştu.
Avrupa ise; bu
sıralarda losyon bulma ilminde ileri gitmişdi. Çünkü yıkanmanın, hayatlarında
yeri olmıyan bu insanlar, vücud-iarından neşet eden kokulan bastırmak için yeni
kokular bulmağa çalışıyorlardı. Tuvaletten habersiz Parisli def-i hacetini
oturak denen kaplara yapıyor ve pencereden sokağa dökmekteydi. Şemsiyecilik
mesleğide bu pisliklerden korunma için yaptıkları sağlam şemsiyelerle, epeyi
terakki etmişti batılılarda.
Fakat bildiğimiz
kadarıyla bilim hayatına yüzelli yıla yakındırda maalesef biz de bir katkı
sağlamış değiliz. Bilime açık olmak en önemli husustur. Osmanlı devletinde harp
bilimleri daima öncelik kazanmıştır. Çünkü islâmı yayma görevibir fütuhat
devletini gerektirirdi. Savaşlarda ağır zırh kullanmayıp çok fazla harekât
kabiliyeti elde etmek, fiziki kabiliyeti iyi kullanmayı getirmiştir.
Donanmamızın gemileri
bir baskın karşısında çabuk harekete geçebilmek için demir alma yolunu
terkedip, demirleri, denize funda edip saldırıyı karşılama hareketliliği fenn-i
harbin biz de tatbik olunanıydı. Beri yandan Sultan Fâtih'in top dökme
sanatında kendine hizmet arzeden Macar mühendis CJrban'ı, istihdamı kendi
mevcud mühendislerini takviye etme hesabına dönüktü.
Nitekim Ürban'ın, Şâhi
adlı top'un berhava olmasında hayatını kaybetmesi, top dökmemizi akamete
uğratamamıştır. Hâlbuki; Cban usta Fâtih'e gelmeden sanatını avrupanın
krallarına sunmuştu, fakat istihdam olunmamıştı. Osmanlı humbaracı sınıfını
inkişâf ettiren Baron dö Tot, daha sonra 2. Mahmud döneminde gelmiş bulunan
Büyük Moltke harp fenninin değerli bilim otoriteleriydi.
Hemen şunu ilâve
edeyim ki, 1999 yılının Osmanlı
devletinin kuruluşunun 700. yılı münasebetiyle yapılan kutlama programları
devlet törenleri bakımından lâyıki veçhile yapılmış olmasa da varlığını görmek
kabil olmuştur. Bilhassa sevsek de, sevmesek de devrin cumhurbaşkanı sayın
Demirel; kutlama senesi içinde, İstiklâl harbi sonrası resmî ideolojinin,
millete yeni rejimi benimsetebilmek için devlet-i âliye'yi kötüleme kampanyası
açıldığını, bir takım haysiyet cellâtlığının yapıldığını, nice zevat'ın da,
hakketmedikleri hakaret ve bühtanlara maruz bırakıldığını, artık rejimin
oturduğunu, kimsenin Cumhuriyet ile zoru olmadığının tebeyyün ettiğini, artık
doğrularında ortaya çıkarılmasının, sosyolojik açıdan cemiyeti hazırlama
dönemininde tamamlanmasının kırıp, dökmeden hakikat güneşinin ışıkları,
propaganda yalanlarını soldurabilir mânasına gelecek bir beyanla ülkemizin
reisi olarak ifade etmiş olmasının da katkısıyla Osmanlı târihinin çeşitli
yönlerini daha hür bir şekilde söylenme ortamı tesis edildi.
İslâm; Osmanlı ve
insaf dostu insanları temin olunan bu ortam gayrete getirdi. Maddi ve mânevi
emekler ortaya saçıldı ve haylice meşkûk vakalar hakikatleriyle yayımlanmaya
muvaffak olundu. Perde arkasında kalmış hakikatler günyüzüne çıkarılmaya
başlandı. Bundan hak denen olay payını alırken ideoloji anlayışı hasebiyle
târihinden habersiz, hâttâ yanlışları doğruymuş gibi öğretilen nesillere
verdiğimiz zararın bir bölümünü tamir imkânı da bu 700. yıl kutlamaları
sayesinde kolaylaştı.
Yapılan araştırmalar,
bilinip de kapalı tutulan bilgilerin, bilhassa tanzimat sonrası vesaik de,
devreye girince tanzimat sonrası târihin yeniden yazılmasını icâb ettirmiştir
ve merhum Ord. Prof. İsmail Hakkı (Jzunçarşıh'nın, yakın dostlarına söylediği
"Rabbim bana; Tanzimat dönemini yazdırmaz İnşaallah" sözleri aklımıza
geldi hakikaten yazamadan da hakkında emr-i hakkın vukuu bulduğunu, merhumun
başladığı çalışmayı devam ettirmekle görevli Enver Ziya Karal'ın tanzimatı
yazdığını hatırladık.
Görülecektir ki,
çeyrek asra kalmayacak Osmanlı târihi dahada sarahatla, yâni mukni, ikna edici
şeffaflıklarla gelecek nesillerin mütalaasına hazır olacaktır. Bu çalışmamızın
tanzimat dönemi, yukarıda işaret ettiğimiz hususlarla hem ahenk olarak
çıkacaktır karşınıza İnşaallah.. Önsözümüzün başından bu yana ifade
ettiklerimizde, bir cihan devletinde olan vasıflan tesbit ve takdime çalıştığımızı
okudunuz. Bunların içinde atlamış olduğumuz, bahsini çalışmanın içyapısında
karşılaşıcağinızı umduğum bilgilere, mevzu-muzla alakalı olsun veya olmasın,
üstadım addettiğim, merhum Ahmed Râsim Bey'in faydalı bilgiler adı altında,
gerek o zattan aldığım, bilgilen gerekse diğer kaynaklardan edindiklerimi,
"Bilgi Bankası" adı altında sunmaya gayret ettim.
Benim üslûbumda dip
nottan ziyade, aktarmalar ve mühim ve az rastlanır vak'aların kaynaklarını,
okuma akışını kesmemek hasebiyle, metnin içinde verdim. Ayrıca nakil
esnasındaki meseleye, te'yid veya itiraz babında müdehalem, ayrı yerde değil
aynı yerde olmuştur. Osmanlı islâm devletinin teşkilât yapısı son cildde özet
fakat toplu bir halde yazılmıştır. Saray teşkilâtı, devletin içinde mütalaa
olunduğundan aynı bölümde zikredilmiştir. Bu çalışmamızda; mukaddes İstiklâl
Savaşımızın devlet-i âlî'ye târihi içinde yapıldığı göz önüne alınarak
yapılmıştır. İstiklâl Savaşı Subaylarının ve Mehmedçiği Osmanlı Devleti evlâdı
olduğu anlayışı içinde kaleme alınmıştır. Yaptığımız çalışmanın, milletimizin
asil ve necîb evlâdlarının târih kültürüne katkıları olması şâyan-ı temennim
olup Cenâb-ı Hakk' rızasına uygun işlerimizde milletimizin ve hepimizin
üzerinden siyanetini esirgemesin.
HASIRCIZADE METİN HASIRCI.
Sarıgâzi: 10/ocak/2002