Avrupa'ya İlk Elçi Gönderilmesi
Çelebi Sultan Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları
Sultan Çelebi Mehmed Hazretlerinin Vefatı
Osmanlılardan Önceki Yerleşimler
Yıldırım Bayezid'ın Deniz Hareketleri
İki Tarihçinin Fikir Müsademesi Düzmece Nazariyesi İflâs Etmiştir
İki Tarihçinin Fikir Müsademesi
Düzmece Nazariyyesi İflas Etmiştir
Babası: Yıldırım
Bâyezid Han
Annesi: Devlet Hatun
Doğam Tarihi: 1387
Vefat Tarihi: 1421
Saltanat Müd.:
1413-1421
Türbesi: Bursa'dadır.
Ankara Savaşının elim
neticesinden sonra, Devlet-i Âliy-ye'nin durumuna bakmadan; Fetret Devride
denen Şehzadeler Saltanatım kısa da olsa tetkik etmeden önce, Çelebi Meh-med
Hazretlerini anlatmak ve onu anlamak kabil olmaz.
Sadrazam Ali Paşa'ya
«Paşa tedbir nedir?» dediğinde; Âli Paşa'dan, «Kaçmak selamettir, gidelim!»
cevabını alan Şehzade Süleyman, atının başını Ali Paşa'nın gittiği istikamete
çevirerek savaş meydanından mağlub bir şehzade olarak ayrılmakla kalmamış,
daha saatlerce sürecek savaşın ilk bozgun anında kaçmakla ordunun kalanlarının
da kuve-i mane-viyyelerini yerle bir etmişti.
Şehzade Süleyman,
savaş meydanını terk edip giderken, Çelebi Mehmed çarhçıların kumandanı
sıfatıyla, Ankara Savaşının en parlak kumandanlarından biri olarak kılıcından
kan damlatıyordu. Saatlerce süren meydan savaşında, Yıldırım Bayezid'e layık
bir evlat olduğunu ispat ediyordu. Nihayet Bayezid Bey adlı Lalası, «Şehzadem
artık gidelim, hiçbir ümid kalmamıştır. Osmanlıyı yeniden kuracak olan
sizsiniz.» deyince, Çelebi Sultan Mehmed, istemiye istemiye bu söze muvafakat
gösterdi. Yanındaki 800 süvari İle, valiliğini yaptığı Tokat ve Amasya'ya
doğru çekildi.
Timurlenk, Osmanlı
Ordusunu Ankara Sahrasında yenmekle kalmamış, Anadolu Beyliklerini yine eski
beylerine vererek, 102 senelik bir uğraşma neticesinde meydana getirilen
Anadolu birliğini parçalamıştı, bir daha Osmanlının birliği temin etmemesi
için, elaltından bütün şehzadelerle haberleşmeye girişmiş, onların iddia-ı
saltanat eylemeierindeki arzu ve heveslerini okşuyarak, onlara müstakil
kalmalarını öğütlüyordu. Böylece
saltanat hırsına düşen şehzadeler, mağlub olmuş bir Osmanlı Devletinin
yaralarını, birleşip saracaklarına, bu yarayı «ancak ben sarabilirim»
içtihadıyla hareket ediyorlardı. Şükür Allah'a ki, bütün bu şehzadeler,
müslüman olmanın şuuru ie menfaat kavgası değil, izdırap-lar içinde olan
Osmanlı Ülkesindeki müslümaniann ızdırapla-rını ben dindirebilirim diye
düşünüyor ve idda-yi saltanatta bulunuyorlardı.
Şimdi kısaca bu
şehzadelerin saltanat maceralarına ve akıbetlerine temas ettikten sonra, Çelebi
Sultan Mehmed Han'ın hayatını anlatmaya devam edeceğiz.
Süleyman Çelebi,
Yıldırım Bayezid Hazretlerinin hayattaki şehzadelerinin yaşça en büyük olanı
idi. Sadrazam Âli Pa-şa'nın da yardımları ve kendisine biat etmesi üzerine, Osmanlı
tahtına Edirne'de cülus eylemişti. Evranos Bey Yeniçeri Ağası Hasan Ağa,
İnebey kumandanlar biat etmişti.
Me var ki Süleyman
Çelebi, Edirne'ye gitmeden evvel, Bursa'ya uğrayıp hazinenin olanını yanına
aldığı gibi, hanedandan olanları da yanına alarak İznik'e, İznik'ten bindiği
gemilerle de istanbul'a ve oradan Edirne'ye geçmişti.
Anadolu, büyük
çalkantılar içindeydi. Şimdilik Anadolu için yapılacak birşey yoktu. Yalnız
Rumeli yakasının intizama sokulması gerekiyordu. Bunu temin etmek için de
İstanbul'a uğrayıp, Kayser'e bazı tavizler vererek, Timurlenk'e yardımcı
olmamasını temin etti. Küçük yaştaki şehzadelerden ikisini rehin manasına
gelecek şekilde Kayser'in sarayına bıraktı.
Süleyman Çelebi ilim
ve edebiyatta söz sahibi bir şehzade idi. Şair ve ulemayı himaye ederdi.
Sefahete düşkün olması ise onun dezavantajıydı. Venedikle ticaret anlaşması
yapan da Süleyman Çelebi omuştur. H. 81 l/M. 1409 Sadrazam Âli Paşa içkiye
mübtela olmasına rağmen, devleti yönetmekte pek başarısız sayılmazdı.
Saltanatının ilk zamanlarında Rumeli'nin intizamını teminde muvaffak olan
Süeyman Çelebi, Ulah ve Sırp hükümetlerine kuvvetini kabul ettirmiş, Bosna'yı
yeniden Osmanlı Devletine bağlayıcı şekilde bend ettirmişti. Alp Dağlarının eteklerine
kadar varan akınlarla kuvvetini muhafaza ettiğini gösterecek numuneler
sergilemişti.
Daha sonraları,
herşeyi mahveden sefahet alemleri, Süleyman Çelebi'nin şuurunda bir zayıflık
meydana getirmişti. Kumandanlar ve alimler, kendisini safahete kurban eden
Süleyman Çelebi'den yüz çevirmeye başladılar. O zamana kadar kendisine silah
çekmeyen şehzadeler onun gidişatını beğenmedikleri için, Rumeli'ye geçip,
tahtını elinden almayı düşünmeye başladılar.
Timurlenk'in Ordusu,
Savaştan sonra Anadolu'yu bir harabe haline getirmişti. Amasya'dan Eskişehir'e
kadar olan topraklar Çelebi Mehmed'de, Bursa'dan boğazlara kadar olan bölge de
İsa Çelebi'nin hükmü altındaydı.
Bu iki kardeş şehzade,
Süleyman Çelebi'nin durumunu gördüklerinden, birleşerek hareket edeceklerine,
önce kendi aralarındaki kozu halletmeye başladılar. Çelebi Mehmet, İsa
Çelebi'ye nasihat etti ise de, İsa Çelebi buna alayla karşılık verdi. Ayraca
«Süleyman'dan yaşça küçük olmakla beraber, yaşça senden büyüğüm» diye cevap verdi.
İşte tam bu sırada Timur, Musa Çelebi'yi kışkırtıp ortaya çıkarınca, işler
iyice karıştı.
isa Çelebi ile Mehmed
Çelebi CJlubat Ovasına karşılaştılar. Tabii sonuç: İsa Çelebi mağlub olunca
Bizans'a kaçtı, zaten Kayser'le ittifakı vardı. Daha önce -ittifakı perçinlemek
için-Kayser'in sülalesinden bir kızla evlenmişti. Kayser vasıtasıyla Süleyman
Çelebi'den yardım alan İsa Çelebi, yine Mehrned Çelebi'nin karşısına dikildi.
Fakat yine mağiub oldu. Fakat isa Çelebi yine kurtulmuş, bu sefer de Saruhan,
Ger-miyan Beyleri ile anlaşarak 20.000 atlı ile Mehmed Çelebi'nin üzerine
yürümüştü. Bu sefer de Mehmed Çelebi az bir kuvvetle onları karşılamasına
rağmen, perişan etmişti. Savaş sonunda Saruhan Beyi Hızır Bey esir oldu. Hızır
Bey'i idam ettiren Çeiebi Mehmed, topraklarını da zabt etti. Aydın Bey'i Cüneyd
ve Germiyan Bey'i Yakub Bey, Mehmed Çelebi'den eman dilediler. İsa Çelebi ise,
bu defa da Karaman taraflarına firar etti ve bir daha da sesi duyulmadı.
Süleyman Çelebi, kendi
adamı olan Cüneyd Bey'i ve kuvvetlenmekte olan Mehmed Çelebi'yi cezalandırmak
için Edirne'den kalktı ve Anadolu'ya geçti. Bursa ve Ankara Kaleleri, Süleyman
Çelebi'ye sahib-i saltanat olması münasebetiyle derhal kapılarını açtılar.
Cüneyd Bey, ittifak ettiği beylere haber vermeden, ordugahını terk ederek
Süleyman Çelebi'ye katıldı ve affını diledi.
Mehmed Çelebi,
ağabeysinin kuvvetli durumunu görünce, geri çekilmeyi daha uygun buldu. Çünkü
ne de olsa, akacak kan müslüman kanı idi... Buna imkân vermemek, bir
müsiü-manın esas vazifesidir diye düşünmüştü...
Musa Çelebi ise,
Mehmed Çelebi'nin yanına iltica etmişti. Sessiz bir şekilde ömrünü geçiriyordu.
Durumlara çok üzülüyor, fakat karışmak istemez görünüyordu.
Mehmed Çelebi'nin,
Karaman Bey'i ile yaptığı ittifaktan sonra, kendisine müracaat ederek, Rumeli
taraflarına memur edilmesini isteyen Musa Çelebi, Ulah ve Sırp yardımıyla kuzeyden
yapılacak bir hücumun, Süleyman Çelebi kuvvetlerini zayıf düşüreceğini ileri
sürdü. Mehmed Çelebi, Süleyman Çelebi'nin idaresinin bozulduğunu görüyor, ehi-i
İslâm'a anz olan «kuvvetlinin yaşama hakkı, zayıfın ise ezilme ve yok olma»
anlayışı, bu müslüman evladını üzüyordu...
Musa Çelebİ'nin eline
tavsiye mektupları vererek, kendisine istediği memuriyetleri verdi. Bunun
üzerine Musa Çelebi, Sinop üzerinden Glah ülkesine doğru yola çıktı...
Musa Çelebİ'nin Sinop,
Ulah ve Sırbistan üzerinden her geçen gün kuvvetlenerek Edirne'ye geldiğini
haber alınca, alel acele Bursa'daki eğlencelerini bırakarak Edirne'ye hareket
etti. İki ordu birbirleriyle karşılaştığı zaman çok entera-san durumlar
görüldü. Musa Çelebİ'nin kuvvetlerinden bazı kumandanlar birlikleriyle beraber
Süleyman Çelebi tarafına, Süleyman Çelebi tarafındaki bazı kumandanlar da
birikleriyle beraber Musa Çelebi tarafına geçtiler. Yapılan savaşı Süleyman
Çelebi kazandı. Musa Çelebi dağılmış ordusundan mahrum olarak günleri kah Ulah
Bey'i, kah Balkanlarda vakit geçirmeye başladı. Bu arada da Süleyman
Çelebİ'nin hal ve durumunu istihbar etmeye çalışıyordu.
Süleylan Çelebi, bu
savaşın verdiği rahatlıkla kendisini daha fazla sefahet alemlerine vermişti.
Bu sefahet alemine aid bir kısa bölümü Solakzade'nİn tarihinden okuyalım:
«..Her sabah ve akşam
Edine hamamlarında şakıyan Nazi-kendam ve Hoş Hıram elinden nûş câm-ı bâde-ı g(itfam
et-mede ve akıl ve idrakini nefs-i emmareye ram etmede idi..» Şu günkü
anlamıyla anlatmaya gayret edelim: Kırmızı şurubu cam kaseler içinde edalı ve
cilveli yürüyüşleriyle sallana sallana sunan şurup dağıtıcılarının elinden
içerken, akıl ve düştüğü durumu nefsinin arzusuna bırakmasıdır.
Musa Çelebi, günü günü
takip ettiği ağabeysinin durumu üzerine yeniden asker toplamaya muvaffak olarak
Edirne'nin kapısına geldi dayandı. Durumu haber alan kumandanlar saraya
koştuklarında Süleyman Çelebİ'nin yine hamam safa-sında olduğu öğrendiler ve
kendisine haber gönderdiler. Süleyman Çelebi, gelen haberciyi kendisini
rahatsız ettiği gerekçesiyle tellaklara dövdürttü. Bunun üzerine gün görmüş
ihtiyar kahraman Evranos Bey, hamama girip Süleyman Çe-lebi'ye nasihat etmek
istedi. Ne var ki sözünü dinletemedi. Ondan sonra Yeniçeri ağası Hasan Ağa
hamama girdi. Üçüncü defa rahatsız edilmekten gazaba gelen Süleyman Çelebi,
Yeniçeri Ağası Hasan Ağa'nın sakalını-bıyığını tellaklara kestirip, onu da
dışarı attırdı. Yeniçeri Ağası Hasan Ağa başta olmak üzere bütün kumandanlar,
Süleyman Çelebİ'nin yaptığı bunca hareketten sonra kendilerine baş olamiycağını
idrak ederek, Musa Çelebİ'nin muhasara ettiği Edirne Kalesinin kapısını açmağa
gittiler.
Timurtaş Paşa
Oğullarından Karaca bey, Kara Mukbil Bey gibi birkaç sadık dost, Süleyman
Çelebi'yi hamamdan alıp saraya getirdiler. Sarayın kapısını kapayıp gece
karanlığına kadar şehre girmiş Musa Çelebi kuvvetlerine mukavemet edip, gecenin
ilerlemiş saatinde Karaca Bey, Kara Mukbil Bey ve Sahib-i saltanat Süleyman
Çelebi, yanlarına adıkları üç seyisle birlikte İstanbul yolu üzerine koyudular.
Lakin ertesi sabah kimliklerini tesbit eden köylüler etraflarını çevirip
onları öldürdüler.
Padişah olup olmadığı
tartışma götüren Süleyman Çelebi, bazı tarihlere göre, I. Sultan Süleyman'dır.
Bazı tarihlere göre de Kanunî Sultan Süleyman'ın Sani, yani ikinci unvanını almamasından
dolayı, I. Süleyman'ın padişah kabul edilmeyeceği görüşündedirler. Biz de
4eriz ki: İlk zamanlar Mehmed Çelebİ'nin dahi biat ettiği söylenen Süleyman
Çelebi, padişahlığından evvel Ankara Savaşının feci akıbetinden olan ahvalde,
mühim olan kimin padişah olduğu değil, devletin bu gaileden kurtulabilmesi
mühim!.. Bütün şehzadeler müsbet ve menfi taraflarıyla iddia-ı saltanatta
bulundukları zaman, belki farkında olarak veya olmayarak kendi aralarında
yaptıklan kavga ile herkesi seyrettirmiş; Allah muhafaza etsin, İslâm dışı bir
kuvvetin »şunları bir halledelim..» demelerine fırsat verdirtmemiş olmalarıdır.
Musa Çelebi, Yıldırım
Bayezid, Yavuz Selim, Dördüncü Murad ayarında yiğit bir şehzadeydi. Ağabeysi
Süleyman Çelebi'yi tahtından mahrum eden Musa Çelebi H. 814/M. 1412 de adına
hutbe okutup, tahta geçti. Çelebi Sultan Meh-med'e verdiği sözden caydı.
Musa Çelebi, Ankara
Savaşında Yıldırım Bayezid Han'ın yanından hiç ayrılmamış, onunla birlikte omuz
omuza dövüşmüş ve cennetmekân babasıyla beraber esir düşmüşlerdi. Babasının
esaretinde de yanında kalmış, ona hem dert ortağı, hem de bir teselli-bende
vazifesini görmüştü. Babasının vefatından sonra serbest kalınca, tek emeli
karışıklık içine düşmüş olan Devlet-i Osmaniyye'nin bir an evvel intizama
kavuşması ve esaret yıllarında görmüş oldukları hakaretlerin intikamını icab
ederse taa Semerkand'a kadar gidip almaktı.. Tecavüze uğrayan Osmanlı
Devletinin namus ve şerefini iade etmekti. Tahta geçtikten sonra ilk icraatı,
ağabey-sini ve güzide arkadaşlarını öldüren köylüleri tesbit ve cezalandırmak
oldu. Daha sonra Ankara Savaşında ihanet ederek kaçan ve bu sefer de ağabeyi
Süleyman Çelebi'ye ihanet ederek kendi tarafına geçen kumandanları çok şiddetli
bir şekilde azarladı. Onlara sadakat ve itaat dersi verdi. «Bütün bu
yaptıklarınızı, dün babama, bugün ağabeyim ve yarın da bana yaparsınız,» dedi. Bu
söyledikleriyle ne derece haklı olduğunu çok kısa olarak mütalaa etmekte fayda
görüyoruz.
Yıldırım Bayezid
Han'ın veziri Ali Paşa, içki ile malûl, fakat başarılı sayılacak bir devlet
adamı olmasına rağmen, kötü bir örnek olmuş, hatta bir ara gerek Ali Paşa'nın
ve gerekse
Yıldırim'ın hanımı
Oliveranin, yüzünden Yıldınm'ın içkiye alıştığı söylenir. Buna bazı tarihî
misaler de verilir. Şöyle ki; Cllu Camii yaptıran Bayezid, camiin açılışına
Emir Buharî Hazretlerini davet eder. Bir ara «Efendim, camii beğendiniz mi*?»
diye sorar. Emir Buharî Hazretleri:
— Pek güzel de Sultanım, yalnız içinde meyhane
yok, diye cevap verir. Yıldırım Bayezid:
— Allah'ın evinde meyhanenin ne işi vardır?
deyince; Emir Buharî Hazretleri:
— Sen, tecelligâh-ı İlâhî olan kalbini meyhaneye
çevirdikten sonra, nice olur? deyince, Yıldırım Bayezid derhal içkiye tevbe
eder ve bir daha içmez diye anlatılır. Yine bu devre aid halk arasında
anlatılan bir vakıa da şudur ki, doğrusunu bilen bilir.
Yıldırım Bayezid'in
bir davada şahitlik etmesi icab eder. Fakat, zamanın kadısı meşhur alim Molla
Fenarî, padişaha hitaben:
«Sizin şahitliğinizi
kabul etmem. Çünkü siz cemaate gelmiyorsunuz» der. Bunun üzerine kahraman oğlu
kahraman Yıldırım camiin cemaatı olmayı kendisine şiar edinir.
İşte bu iki misal,
Osmanlı Devlet adamlarının ve ahalisinin, nasıl bir padişah istediğinin bariz
örneğidir. Hayat tafsilatını vermeye çalıştığımız Süleyman Çelebi'nin, yine
Sadrazam Ali Paşa'nın kötü bir örnek teşkil etmesi yüzünden, Ankara Savaşında
daha ilk anda kaçışı, sahib~i saltanat olduktan sonra, işret ve sefahatte kulaç
atması hele tehlike anında
kendisini haberdar
eden kumandanlarına karşı yaptığı davranış, onu her türlü harekete hedef
teşkil etmiştir. Ve onu hedef alanlar, Şeriat-ı Muhammediye namına hareket
ettilerse, el-hak haklıdırlar. Nefisleri icabı ise, onu da Cenabı Mevlâ mizanında
gösterir. Bu izahatı yaptıktan sonra, Musa Çelebi'nin tarihçe-i hayatına devam
edebiliriz.
Babasının yadigârı
olan toprakları en kısa zamanda geri almaya karar veren Musa Çelebi, önce Sırp
Kralını te'dib etti. Muzaffer ofarak Sırbistan'a giren Musa Çelebi, ortalığı
dehşet içinde bırakarak kralı dize getirdi ve itaati altına aldı.
Rumeli'ye geçmesine
yardım eden Kayser'e, Süleyman Çelebi Karadeniz sahiliyle, Adalar Denizi
sahilinde mühim mevkileri hediye etmişti. Musa Çelebi, bunları almak üzere
hemen harekete geçti. Ve bir sene içinde Yıldırım Bayezid zamanındaki hudud ve
durumu temin etmiş oldu.
Kayser Manuel bir
taraftan Musa Çelebi'nin direktifleri üzerine aldığı yerleri geri verirken,
diğer- taraftan Mehmet Çelebi ile temas kurmaya çalışıyordu. Ayrıca Süleyman
Çelebi'nin oğlu Orhan Bey'i de taht-ı saltanata teşvik ediyordu. Orhan Bey,
Kasım Çelebi ve Fatma Sultan daha önceden Süleyman Çelebi tarafından Kayser'e rehin
bırakılmışlardı.
Musa Çelebi, Sadrazam
İbrahim Paşa'yi Kayser'rin yanma fevkalade elçilikle göndermiş ve isteklerini
şöyle sıralamıştı:
«Birikmiş vergi
borçlarını öde! Padişah hakkında fırıldaklar çevirme! Ne var ki Sadrazam
İbrahim Paşa, Bizans Kayserine bu istekleri kabul etmemesini de beraberinde
söyledi. İhanet irtikab etti. Burada yine bir mütalaa serdetmek zorunda
kalıyoruz. Şöyle vki:
İbrahim Paşanın bu
ihanetini mazur göstermeye gayret etmiyoruz. Hatta daha da İleri giderek bir
müslüman padişahın, müslüman bir elçisi olarak, üstelik de uhdesinde sadrazamlık
taşıyan bir zatın, İslamın can düşmanı Manuel gibi bir kefereye akıl vermesi,
şüphesiz ki büyük bir ihanettir. Yalnız şunu ilave etmek isteriz ki; bir
padişah kumandan ve alimle-riyle mutlaka uyum içinde olmalıdır. CJyuşamadığı
kimseler varsa, onları izale, veya izole etmesini bilmelidir. Anlatılır ve bazı
tarihlerde yeralır; Tahta geçtikten sonra Musa Çelebi, kumandanlarını gerek
babasjna ve gerekse ağabeysine karşı yaptıkları ihanet yüzünden tekdir eder.
Devlet-i Osmaniyye-nin yükselmesinde bü^ük hissesi olan kahraman Evranos Bey,
üzüntüye kapılır ve ihtiyarladığını ileri sürerek uzletgâhı-na çekilir. Bu
kahraman insanı bir kere daha kırmayı kendine gaye edinen Musa Çelebi Evranos
Bey'i sarayına davet eder. Evranos Bey, cevap olarak «artık gözlerim görmüyor,
size hizmetim dokunamaz») gibilerinden haber gönderdi. Bu haber üzerine Musa
Çelebi, kahraman Evranos'u zorla saraya getirtip, sofrasına oturttu. Kör olup
olmadığını anlamak için, sofrada Evranos'un önüne «buyrun kızartılmış piliç
bu-du» diyerek, kurbağa butlan dizdirir. Ne var ki ihtiyar Evranos, Musa
Çelebi'den daha kurnaz davranarak, kurbağa butlarını piliç butu imiş gibi yer
ve ağzını siler oturur. Bunun üzerine Musa Çelebi, Evranos bey'i serbest
bırakır. Şimdi bir düşünelim: Böyle bir kahramanı, bu duruma düşüren şahsın
yanındaki hizmetliler, ne kadar dürüst hareket edebilirler? Eğer onları böyle
küçük düşürecek yerde, başlarını alsaydı, onlar için belki daha şerefli
olabilirdi. Bu davranışlar, böyle gaile dolu bir zamanda yapılırsa, bir de
Çelebi Mehmed gibi kahraman oğlu kahraman, merhameti deryalar gibi taşan, en
azından Musa Çelebi kadar Devlet-i Osmaniyye'yi ve Millet-i İslamiyye'yi
düşünen bir rakib şehzade varsa... Musa Çelebi yerine Mehmed'e gitmeleri
mümkündü... Ama, azılı bir İslam düşmanı olan Bizans'a asla!
Yukarıdaki
hatırlatmadan sonra yine mevzumuza dönelim. Musa Çelebi, İbrahim Paşa'njn bu
ihanetin öğrendikten sonra geldi, Bizans'ı muhasara etti. Kayser, Çelebi Mehmed'e
is-timdad feryadları göndermeye başladı. Çelebi Mehmed, hedefine adım adım,
bir matematik problemi çözer gibi yürüyordu. Kayser'in istimdadına yapmacık
bir samimiyetle koştu, Üsküdar'a geldi. Kayser Manuel, bizzat karşılamıya
çıktı. Kapısına dayanan felâketi, Çelebi Mehmed'e anlattı. Üç gün ziyafet ve
eğlenceler yapıldıktan sonra, Çelebi Mehmed, Cü-ıeyd Bey ve Ankara muhafızı
Firuz Beyzade Yakub Bey'in, syan haberlerini aldığını ileri sürerek geriye
döndü. Cüneyd 3ey, Çelebi Mehmed'in üzerine geldiğini görünce, hemen ya-ıına
koşup sadakat yeminleri etti. Çelebi Mehmed, kendisini affedip Aydın Sancağını
verip, doğru duracağına dair söz alıp salıverdi. Yakub Bey ise, Savaşmadan
teslim olduysa da, onu affetmeyen Çelebi Mehmed, «'Tatar Çardağı» namıyla naruf,
Tokat Hapisanesine gönderdi.
Çelebi Mehmed, artık
devleti tek elde toplamanın zamanı geldiğine karar verdi. Bunun hazırlıklarını
yapmaya başladı. Önce Zulkadıroğlu Süleyman Bey'den yardım aldı. Kayseri ve
Sırp Kralı ile anlaştı. Sefere çıkan Çelebi Mehmed, kurbağa butlarının acısını
unutmayan Evranos Bey'den aldığı taktik ve talimatla hareket ediyordu.
»Rumeli Beyleri
kendisine iltihak için vesile arıyorlar. Bunların ileri gelenleri Batı Rumeli
ve Tırhala'dır. İstanbul civarına çıkınca, sur haricinde bulunan askere
bakmasın. Onu bırakarak, yandan Balkanları (ormanları) bulsun. Balkan eteklerinden
Sofya'ya, Şehir köyüne, Niş'e gitsin. Niş'te, Sırplar ile birleştikten sonra,
Kosova'ya kadar insin. Oraya kendisi (Evranos) ve Tırhala Beyleri gelecekler.
İşte bu suretle tam kuvvet toplanmış olacak. Ayrıca o vakte kadar Musa
Çele-bi'nin yanındaki sancak beyleri ve akıncı takımı da çözülüp gelmiş
olacaklar. Muvaffakiyet böylece meydana gelir.
Bu talimatı tatbik
eden Çelebi Mehmed, Kata Limanına çıktığı Terkos üzerinden Kırk Kilise'ye doğru
yürüdü. Ne var ki, bu yürüyüşü haber alan Musa Çelebinin askeri, doğruca
Edirne'ye hareket etti. Fakat Mehmed Çelebi'nin öncü kuvvetleri daha evvel
Edirne'ye vardılar. Kapıyı açmayan Edirne
Halkı «iki kardeş
kozunuzu pay edin, sonra bize geliniz.» dediler. Öncü kuvvetler fazla ısrar
etmediler. Çünkü Edirne ilk hedef değil, son hedefti. Zağra, Filibe ve İhtiman
-Ak kirman- üzerinden yürüyüşe devam olundu. Musa Çelebi, taktiği
anlayamamış, yalnızca Çelebi Mehmed'e Sırbistan'dan yardım gelmesin diye,
İhtiman Boğazında ufak bir muhafız bölüğü bulunduruyordu. Bekledikleri yerin
aksi tarafından vuku bulan taarruz, bu bölüğün çabucak çözülmesine sebeb oidu.
Böylece Mehmed Çelebi, Sofya'ya, Şehir Köyü'ne ve Niş'e selâmet içinde vasıl
oldu. Evranos Bey'in tavsiyesiyle yapılan yolculuk muvafakiyetle tamamlandı.
Evranos Bey, yanında Tırhala Beyleri bulunan Burak Bey, Hamza Bey ile iltihak
ettiler. Bu kuvvetlerin tamamıyla dönüp, Köstence üzerinden Sofya Ovasına
geldiler.
Musa Çelebi'nin
yanında yalnız yeniçerilerle kendi kapı-kullanndan başka kimseler kalmamıştı.
Cesur bir dilaver olduğundan bu büyük küvete karşı çıkmaktan çekinmemişti.
İhtiman civarına
Çamurlu Ova denilen mevkide H. 816/M. 1413 te iki ordu karşı karşıya geldiler.
Çelebi Mehmed tarafına geçmiş olan Yeniçeri Ağası Hasan Ağa, öne çıkarak Yeniçerilerin
yakınındaki bir tepeciğe çıkıp «Musa Çelebi gibi bir zalimi terk ederek Mehmed
Çelebi gibi bir âdilin tarafına geçmeleri için nutuk irad etti.» Musa Çelebi
dayanamadı. Ve atını mahmuzladığı gibi Hasan Ağa'nın üzerine sürdü. Hasan Ağa
kaçmağa başladı. Musa Çelebi Yıdırım sür'atiyle yetişip, onu bir kılıç
darbesiyle ikiye biçti. Hasan Ağa'nın İmdadına koşanlardan birine kılıç sallarken
daha başka biri Musa Çelebi'nin koluna salladığı kılıçla, Musa Çelebi'nin
kılıç tutan kolu koptu. Bu vak'a, Musa Çelebi'nin askerinin bozulmasına sebeb
oldu. Baş edemeyeceğini anlayan Musa Çelebi, yan tarafa doğru uzakşarak savaş
alanından çekilmeye başladı. Takibine koşanlar, az sonra bir hendek içinde
çamura batmış atıyla, canı teninden ayrılmış Musa Çelebi'yi buldular. Atlah
Rahmet eylesin...
Hicri 804/miladi 1402
senesi Ankara savaşının elim neticesinden sonra Mehmed Çelebi'nin sabırla,
merhametle ve cesaretle örgü örer gibi kendisin devlete hazırlaması onbir sene
sürdü. Nihayet Evranos Bey'İn yardımlarımda arkasına alan Sultan Çelebi Mehmed
Hazretleri devlete sahip olurken Fetret Devri'ninde bittiğini ilân ediyordu.
İşte o sırada tarihler Hicri 816/milâdi 1413 yılını gösteriyordu.
1402'den 1413'e kadar
geçen zamanda ehli İslam'ın yaralarının, temelinden oynamış devletin, tedavi
ve sağlamlaştırılması tahtı ele geçirmekten daha kolay değildi.
Çelebi Sultan Mehmed,
nev'i şahsına münhasır bir zat oia-rak iki sıfatı ile temayüz etmiştir:
Bilhassa sükunet ve yakışıklılığına rağmen, çok kuvvetli pazulara malik ve
kendisine verilmiş olan «Pehlivan Çelebi» unvanına layık bir zattı. İkinci
sıfatı ise, son derece merhamet sahibi olmasıydı. Gerek devlete, gerek şahsına
karşı defalarca isyan eden Cüneyd Bey ve Karaman Oğlu'nu her seferinde
affetmesi, O'nun merhametinin en büyük numuneleridir.
Çelebi Sultan
Mehmed'in ilk işi; Rumeli taraflarının intizamını temine çalışmak oldu. İşte
bu sırada Bursa'dan gelen bir haberci, Süleyman Çelebi'nin küçük oğlu Kayser
tarafından tahta teşvik edilerek salıverilmişti. Küçük şehzade, yanındaki
adamlarıyla Eflak'a gitmek üzere Karin Âbâd'a geldi. O bölgedeki akıncılar,
tahta çıkmasını temin etmek için, Yanbolu'ya götürdüler.
Durumu haber alan
padişah, hemen Yanbolu üzerine yürüdü. Çelebi Sultan Mehmed'in geldiğini gören
asiler, hemen dağıldılar. Şehzade, bizzat kendi lalası tarafından yakalanıp
Çelebi Sultan Mehmed'e teslim edildi. Merhamet sahibi Çelebi Sultan Mehmed,
kendisini öldürmeyip sadece azarlıyarak O'nu Bursa'ya gönderdi. Kendisine ve
kız kardeşine ikramlarda bulunmuştu. Bu sırada Bursa'yı ele geçirmeye çalışan
Karamanoğlu'na sefer açılmış, Bursa'yı kurtarmaya gidilirken bu asi şehzade,
seferin gecikmesine sebeb olmuştu.
Sultan Çelebi Mehmed,
yanında ağabeyi merhum Musa Çelebi'nin cenazesiyle, Bursa üzerine yürümeye
devam etti. Tahtın tek sahibinin Sultan Çelebi Mehmed olduğu haberini alan
Karamanoğlu'nun aklı başından gitti. Kale muhafızı İvaz Paşa'nın şecaati ve
metaneti Bursa Kalesinin düşmesini önlemişti. Ne var ki, kalenin etrafındaki
şehri ateşe yerdiren Karamanoğlu, telaş içinde kaçmaya başlayınca, Karamanoğlu'nun
«Harman Danesi» adlı bendelerinden birinin «Os-manoğlunun ölüsünden korkup bu
kadar telaşa kapılıyoruz, ya dirisi gelse halimiz nice olur?» dediği meşhur
olmuştu.
Karamanoğlu'nun
Bursa'dan kaçması üzerine, Sultan Mehmed şehre girer girmez İvaz Paşa'yı
mükafaatlandırarak, kendisine vezirlik ihsanında bulundu.
H. 817/M. 1414
senesinde Karamanoğlu'nun üzerine yürümek için sefer hazırlıklarına başladı.
Bir taraftan Kastamonu Bey'i İsfendiyar Bey'e, orduya katılmasını veya oğlu
ile beraber kuvvet göndermelini isteyen haberi gönderirken, Germiyanoğlu Yakub
Bey'i sefere çıkacağından haberdar edip, tedarikli bulunmasını istedi. Bu
haberleri alanlar, icabını yerine getirdiler. İsfendiyar Bey, oğlu Kasım Bey'i
kuvvetli bir ordu ile gönderdi. Germiyanoğlu ise, sultanın ve ordusunun
konaklayacağı yerlerde aldığı tedbirlerle yiyecek hazır etti.
Çelebi Sultan Mehmed,
bu durumlardan çok memnun kaldı. Sefere Seyyidgazi üzerinden yürüyüşe devam
edildi. Önce Akşehir, sonra Beyşehir, Seydişehir ve daha sonra da Konya
yakınlarında Orta Çayır denilen yere gelindiğinde, Karamanoğlu ordusuyla
görünmüştü. Yapılan savaşta Kara-manoğiu mağlub ve münhezim olarak kaçtı.
Karamanoğlu'nun
yakalanamayışmdan çok üzülen Sultan Çelebi Mehmed, o sırada yağmurların çok
şiddetli sellere sebeb olması yüzünden, ordunun çektiği sıkıntıyı görünce,
merhamet dolu kalpli bu sultan, üzüntüsünden yatağa düştü. Zamanının en büyük
hekimlerinden olan Ferhat ile Şirin hikayesinin Türkçe manzum yazarı Şeyhî
lakabh Sinan, padişahın hastalığını derhal teşhis etti: «Karamanoğlu bu
hastalığın sebebidir. Bu üzücü olayların müsebbibidir. O yakalanırsa bu
hastalık geçecektir.» dedi. Bunun üzerine Yıldırım'ın bergüzarı, Çelebi Sultan
Mehmed'in en yakın bendegânı Ba-yezid Bey, dağlarda saklanan Karamanoğlu'na,
yaptığı bir baskınla onu ele geçirdi. Padişahın huzuruna getirdi. Hekim Mevlana
Sinan Şeyhî'nin, teşhisinin doğruluğu derhal meydana çıktı. Karamanoğlu'nun
yakalanışı, padişahın sıhhatine kavuşmasına yetti. Karamanoğiu için büyük bir
çadır kurdurup, onu ağırladı. Bu sırada Konya Kalesinde bulunan Karamanoğlu
Mehmed Bey'in mahdumu Mustafa Bey Konya'nın ileri gelenlerini yanına alarak
Sultan Mehmed'in huzuruna vardı. Babasını affetmesi İçin eşrafia beraber
yalvarmaya başladı.
II. Abdülhamid Han
cennetmekân, merhametini bu ceddinden tevarüs etmiş olacak ki, O da böyle
merhamet dolu bir insandı. Bir emri ile yok edebileceği Hareket Ordusunu,
müslüman kanı akmasın diye bütün ısrarlara rağmen o yok edici emri vermedi. O
ordu, O'nu 33 sene maharetle idare ettiği Osmanlı Tahtından indirirken,
Osmanlı'nın tarih sayfalanna gömülmesini çabuklaştırmaktan başka birşey yapmadığının
farkında mıydı? Evet... Belki de...
Bu yalvarmalara
dayanamıyan Çelebi Sultan Mehmed, Karamanoğiu Mehmed Bey'in bu istirhamlara;
«— Ey lütufkâr
hükümdar! Bu sefer de beni bağışlarsanız, (eiini göğsüne koyarak) bu can bu
tende durdukça sadakatten ayrılmıyacağim.» diyerek, çok ağır yeminler de ilave
edince, aff-ı şahaneye mazhar olduğu gibi, Konya'yı yine eline almış oldu.
Huzurdan çıkan Karamanoğlu Mehmed Bey, çadırdan biraz uzaklaşınca, koynundan
çıkardığı bir güvencini öldürdü ve
«— Osmanoğlu ile
düşmanlığımız beşikten mezara kadardır» diye söylenerek Konya'ya gitti.
H. 819/M. 1416 Yılında
Venedik'e bağlı bir prensin müstakil idaresi altında bulunan Nakça, Andra ve
bazı Akdeniz adalarına yerleşmiş olan korsanlar, Osmanlı gemilerinin yollarını
kesiyorlar, yağma ediyorlardı. Çelebi Sultan Mehmed, hazırlattığı harp
gemileriyle Adalar Denizine bir sefer tertipie-di. Gelibolu önlerinde
Venediklilerle karşılaşan harp gemileri derhal savaşa tutuştu. Çok şiddetli bir
savaştan sonra her iki taraf da kendi limanlarına çekildi. Çünkü her iki taraf
da ağır yaralar almıştı. Şunu da unutmamalı ki, Venedik gibi usta gemicilerin
ve büyük kalyonların bulunduğu donanmaya, Osmanlı gemileri küçük gemiler
olmalarına rağmen ezilme-dikleri gibi, mağlub da olmamışlar, Venedik
Donanmasını püskürtmeye muvaffak olmuşlardı. Bu deniz savaşsndan sonra Akdeniz
(Çanakkale) Boğazı düşman harp gemilerine kapatılmıştı. Venedik Donanması birkaç
defa daha gelip Akdeniz boğazındaki kaleleri topa tutmuşsa da bir netice alamayınca,
elçiler gönderip anlaşma yapmak istemişlerdi. Bu anlaşma isteği kabul edilmiş
ve Sultan Çelebi Mehmed Hazretleri tasdik ettiği anlaşma suretlerinden birini
göndermek üzere saray çavuşlarından bir yaveri Venedik'e gönderdi.
Görülüyor ki ticaret
ne kadar önemli bir faktör olarak ortaya çıkıyor. Hatırlayacağımız gibi I. Murad-ı
Hüdavenigâr zamanında Venedik'e yakın olan Raküza Hükümeti, Devlet-İ
Osmaniyye'nin ilerleyişinden ne kadar büyük bir devlet çıka™ cağını tahmin
ettiğinden, iştigali olan ticari hayatını emniy-yete almak için Hüdavendigâr
Hazretlerine bağlılığını bildirmişti. Bilindiği gibi deniz taşımacılığının en
önemli unsuru emniyettir. Bu emniyeti sağlamak için, Osmanlı'nın parlak
istikbalini gören Raküza Cumhuriyeti ilk anlaşma yapan Avrupa ülkesi olmuştur.
Daha sonra da Süleyman Çelebi'ye müracaat eden Venedik O'nunla da bir anlaşma
yapmıştı.
Sultan Çelebi Mehmed'e
başvurarak anlaşma yenilemeyi isteyen yine Venediklilerdi. Çünkü ticaret o
ülkenin can damarıydı. Bu can daramarınin en önemli geçidi Osmanlının elindeki
Akdeniz Boğazında düğümleniyordu. Böylece Avrupa'ya ilk elçi Sultan Çelebi
Mehmed zamanında gönderilmiş oluyordu.
Rumeli ve Anadolu'da
intizamın temini ile uğraşan Çelebi Sultan Mehmed, adım adım dolaşıyor, nizamı
îkame etmeye çalışıyordu. Sultan Orhan Gazi Hazretleri zamanında fetho-lunmuş,
Ankara Savaşından sonra Kayser'in eline geçmiş bulunan Hereke, Gebze, Darıca,
Pendik ve Kartal H. 822/M. 1419 yılında Timurtaş Paşa'nın oğlu umur Bey
tarafından harp yapılarak, kan akıtılarak, baş verilip can alınarak geri
alındı.
Çelebi Sultan Mehmed,
Eflak ve Engürüs üzerine yürümeye karar verdi. H. 819/M. 14İ6 yılında ayağına
kapanan Eflak Bey'ini, merhametle dolu kalbi yine afla mükafaatlandır-di.
Eflak'ın işini halleden Sultan Çelebi Mehmed Hazretleri, kutlu zaferlere
başlangıç olan adımlarını, Engürüs üzerine çevirdi. İlk işi, Engürüs'ün kuvvet
istinadı olan Severin Kalesini zabt eden İslâm ordusu, Engürüs'ün kalbini
koparıp almış gibi olunca, Engürüs'e düşen; Çelebi Sultan'ın ayaklarına
kapanmaktı... Onlar da türlü hediyeler sunarak öyle yaptılar.
Edirne'ye dönmek üzere
İslâm Ordusu, yola revan olduktan bir müddet sonra, padişah atını hızla
sürerken, tökezleyen at yere düşmüş ve üzerindeki muazzam süvari Mehmed Çelebi
Hazretleri vaziyete hakim olmuşsa da, şiddetli düşüş bir rahatsızlık vermişti.
Zaten her savaşta İslâm'ın bir neferi olarak kılıç elinde, kefen boynunda, baş
alıp şan veren bu kahramanoğlu kahraman sultan, her gazada yaralar almış,
defaatle savaşlardan «gazi» rütbesiyle terhis olmuştu. Rivayet olunur ki,
vücudunun 40 yerinde yara vardı. Onlar, o yaralar, Allah nezdinde makbul
izlerdendi. Çünkü Mahbub-u Hûda, hadis-i şeriflerinde bunu beyan
buyurmuşlardı...
Şehzade Murad
Hazretlerini «veliahd şehzade» olarak Amasya Sancağına vali göndermiş bulunan
Sultan Çelebi Mehmed, attan düşmenin verdiği sarsıntıyı üzerinden şifayab
olarak attıktan sonra Timur fitnesinin çıban başlarından olan Karakoyunlu
Yusuf, birtakım karışıklıklar çıkarmış, Orduy-u Hümayun da bu çıbanı yoketmek
üzere sefere çıkmıştı. Kara Yusuf, İrak ve Azerbeycan taraflarında istiklal
ilan etmiş, Diyarbakır Beyi Kara Osman ile Bayburt ve Erzincan için
ce-delleşmeye başlamıştı. Uzun zaman devam eden çekişmelerden sonra Kara Osman
Bey Erzincan'ı ele geçirip Pir Ömer'in idaresine vermişti. Ne var ki bu Pir
Ömer'de nefs-i
emmare ağır basmış,
kendisine beldeler zabtetme hissi hakim olmuştu. Bunu için de Şebinkarahiar'ı
fethetmeye kendini vazifeli addediyordu. Bu fikir, Pir Ömer'i topladığı
askerle Şebinkarahisar'ı kuşatmaya kadar götürdü. Buna mukabil Şebinkarahisar
Beyi Melik Ahmedoğiu Hasan Bey, Veliahd Şehzade Murad'a başvurmuş yardım istemişti.
Cüneyd Bey'i Öldüren Alparslan oğlu Hasan Bey ise, Canik Eyaletini ele
geçirmişti. Ayrıca İsfendiyar Bey de Samsun ve Bafra'yı işgal edip, oğlu Hızır
Bey'in idaresine vermişti. Bu keşmekeşi durdurmak için Veliahd Şehzade Murad
tedbirler aldıysa da/Çelebi Suitan Mehmed Hazretlerinin Amasya Ovasında
görülen renkli çadırları, bu kargaşaya son verebilmişti. Hele tuğlar, adalet
getiren endamlarıyla boy gösterince, Gavur Samsun kalesini yakıp kaçmak
düşmüştü sergerdelere... Çelebi Sui-tan'ın kumandanlarından olan Biçeroğlu
Hamza Bey, derhal hareket edip, şeriat-i Ahmediyye'yi gavur Samsun'da hükümran
kıldı. Sıra müslüman Samsun'a gelmişti...
Gavur Samsun'u, fazla
bir zorluk çekmeden fetheden Hamza Bey, Sultan Çelebi Hazretlerine, Müslüman
Samsun'u almanın kolay olacağı haberini gönderdi. Otağ-ı Hümayun Merzifon'da
kurulduğu zaman, Müslüman Samsun'un Beyi Isfendiyaroğlu Hızır Bey; akacak kan
müslüman kanıdır. Mağlubiyyet ibresi beni göstermektedir. Ben sultandan af istersem,
o kabul eder diye düşünerek, birçok hediyelerle Sultan Çelebi Hazretlerinin
huzuruna çıktı. Affa mazhar olup, hoşça ağırlanarak, gitmesi için gerekli
kolaylıklar gösterildi. Hızır Bey Samsun'dan ayrılırken Müslüman Samsun da, islâm'ın
kılıcı «Devlet-i Ebed-Müddet» olan Osmanlı'ya katılıyordu.
İşte, vakıf
hizmetlerine ehemmiyet veren Osmanli padişahları içinde, Sultan Çelebi Mehmed
Hazretleri'nin özel bir yeri vardı. Merhametinin çokluğu, bu hizmetlerle
temayüz etmesinde, mutlaka büyük tesir husule getirmiştir.
Timurun bir kasırga
gibi gelip geçmesi, askerinin yağma ve gaddarlığının faturasını Osmanlı Devleti
pek ağır bir şekilde ödemiş, her taraf yangın ve harabeye dönmüştü. Bu yangın
ve harabe, ancak bir imar yarışı halinde, tamir ve eski haline getirebilirdi.
Çelebi Sultan Mehmed, buna çok gayret etmiş ve bunda da muvaffak olmuştu. Ama
en büyük eseri; Bursa'da yaptırdığı muazzam Yeşil Cami ve külliyesidir. Bu
eserin, özellikle imareti üzerinde durulmalıdır. Bu muazzam eserin kıble
tarafında kendisi için yaptırdığı mütevazi türede, ruh-u manevisiyle, cami ve
külliyesine huzur içinde koşan insanları belki de görüyor.
Simavna Kadısı oğlu
Şeyh Bedreddin Mahmud, şehzade Musa Çelebi'nin Kazaskerliğini yapmış fakat,
ilm-i zahir ve ilm-i bâtında hürmete şayan bir mertebede olması, aff-ı şahaneye
uğramasına vesile olmuştu. Kendisine 1000 akçe maaş ve İznik'te iskânını
emreden Sultan Çelebi Mehmed, alimlere ne kadar hürmetkar olduğunu isbat etmiş
oluyordu. Onun bağlılarından Börklüce Mustafa'nın çok düzenbaz bir adam
olduğunu Tâc-üt-Tev©rih sahibi Hoca Sadeddin Efendi Hazretleri şu beytinde ne
güzel ifade ediyor:
«Sofu davranışıyla
hilekârlıkta başçekti, nice düzenler kurdu.
Hilebaz yapısıyla
feleği aldatıp, ne oyunlar oynadı.»
Etrafına topladığı
temiz inançlı, fakat temyiz kabiliyeti zayıf ahali ile bir kuvvet haline
gelmişti. Bu durumu haber alan
Simavna Kadısı oğlu
Şeyh Bedreddin, bu işin ucunu kendisine dokunacağını anladığı için İsfendiyar
Oğullarına gitti. Oradan bir gemiye binerek, Musa Çelebi'nİn bir zamaniar
hükümran olduğu Eflak diyarına ulaştı. Eflak hükümdarı, Osmanlı'ya bir mesele
çıkaracak adamı bulduğu için sevindi ve kendisini çok iyi karşılayıp ikramlarda
bulundu.
Diğer taraftan, Torlak
Kemal -ki aslen yahudi olan bu adamın- da, topladığı 5000 kişilik mevcutla
harekete geçtiği görülmüştü. Padişahın Amasya Vilayetine Vali yaptığı Şehzade
Murad, Torlak ve Börklüce'nin üzerine yürüdü. Aydın vilayetinin Karaburun
mevkiinde karşılaşan iki ordu, çok şiddetli, fakat kısa süren bir savaştan
sonra, şehzade Murad galibiy-yetini ilan etti. Börklüce Mustafayı idam ettiren
Şehzade Murad, Manisa taraflarına firar eden Torlak Kemal'in takibine, Beyazîd
Paşa'yı memur etmişti. Beyazıd Paşa da mel'un ya-hudiyi Manisa'da yakalamış ve
oracıkta idam etmişti.
Simavna kadısı oğlu
Şeyh Bedreddin'in adamları bu haberi alınca, derhal ortadan kayboldular. Bir
kısmı da kendi başlarını kurtarırlar zannıyla, şeyhlerini bizzat tutup, Rumeli
tarafında bulunan Çelebi Sultan Mehmed Hazretlerinin tahtı huzuruna
getirdiler.
Şeyh Bedreddin'in ilmi
tartışma götürmeyecek bir seviyedeydi. Bu sebeble Sultan Mehmed Çelebi
Hazretleri, dudakları arasında çıkacak «kaldırın» kelimesini kullanmaktan
sarf-ı nazar ederek bu işin hallini, zamanının alimlerinin divanına bırakmıştı.
Padişahın huzurunda
yapılan muhakemede, birçok âlim kendisine sualler sorarak, İlim adamlarının
yüzüne kara çaldığını söylediler. Bunların içinde bulunan Mevlana Sadeddin-i
Teftâzânî'nin talebelerinden Mevlana
Haydar-ı Hetevî, ileri sürdüğü
şer'i delillerle Şeyhe çıkış kapısı bırakmadığı gibi, el-Câsiye süresinin 23.
ayetinde «Allah onu bilgisi olduğu halde yanılttı» fehvasınca suçunu kabul
ettirip;
«Kim ki size gelip de,
hepinize baş olan bir kimse üzerine ayaklanmanızı emreder ve varlığınızı
parçalamak isterse, onu öldürünüz!» hadis-i şerifini söyleyerek hükmü
bildirmişti.
Şeyh Bedreddin, âdil
şeriatin bu inkâr götürmez hakikati karşısında suçunu kabul etmiş, nedamet
içinde boynunu İpe uzatmıştı.
Buraya ufak da olsa,
günümüzle ilgili bir mütalaa koymadan kendimizi alamadık. Bazı materyalistler,
komünizmi tarihsel açıdan ele aldıklarında, Osmanlı ülkesinde cereyan eden bu
vak'ayı da zikrederler. Yalnız şunu bir türlü anlamak istemezler ki; her sosyal
ve ekonomik patlamaların, ihtilallerin arkasında, daima bir yahudi parmağı
vardır. Nasıl ki Karî Marx bir yahudi, Lenin ise yahudi bir ailenin damadıysa,
yukarıda kısaca izah ettiğimiz Şeyh Bedreddin Vak'asında da başrollerden biri
yahudi olan Torlak Kemal Hud tarafından icra olunmuştur. Şeyh Bedreddin ise,
ilminin kurbanı olmuş bir zavallıdır. Zira Niyazî Mısrî, Şeyh Bedreddin için şu
mısraı söyleyerek, onun ilim rütbesini izah etmiştir.
«Muhiddin ile
Bedreddin, ettiler ihya-yı dîn, Niyazî, der ya füsus anbarıdir varidat.»
Fakat ilmiyle
cehenneme giden çok kimseler vardır.
Ömrünün en verimli
çağlarında; Devlet-i âli'yyenin yaşadığı fetret yâni; başsızlık dönemini sona
erdirmeğe çalışarak, geçiren, Sultan Çelebi Mehmed; ilk izdivacını,
Dulkadıroğul-ları beyliğinin reisi Süli Bey'in kızı, Emine Hatun ile yapmıştır.
Büyüklerin işi başka olur, felsefesi içinde bu evlilik siyasi bakımdan da
yapılması lâzım gelen bir izdivaçtı. Memlûklar-la ve Dulkadıroğuiları arasındaki
çatışmalarda Dulkadıroğlu Beyliğini desteklemek Osmanlılar için daha faydalı
idi. Bu evliliğin!403 yılında gerçekleştiğine atfu nazar ettiğimizde fetret
döneminin o muhataralı ve Anadolu'da ki Türk Beyliklerinin yaralı aslan
Osmanlıdan nasıl parça koparırız hesabı yaparlarken, Dulkadıroğlu Beyliği ile
akrabalık kurmak çok akıllı ve gerçeğin ta kendisi olan bir hareketti. İşte
Sultan Fâtih'e ileride baba olacak olan 2. Murad unvanıyla taht'a geçecek
olan şehzade Murad bu izdivacın bir meyvesiydi- ve evliliğin senesinde bu
sevinç verici doğum vukubuîmuştu. Çelebi Mehmed Hân'ın bilinen 2. izdivacı
Kumru Hatun ile olmuştur ki bu hanım cariyelikten kadmefendiliğe yükselmiştir.
Selçuk Hatun, padişahın bu hanımıyla yaptığı evlilikten dünyaya gelmiştir. Alderson
ise her zamanki gibi bizim kayıtlarımızda olmayan bir evlilikten bahsederki o
da, Ah-med Paşanın kızı Şehzade Hatunla evlendiğini ileri sürer. Çelebi Mehmed
Hân'ın kızları:Selçuk Hatun, Hafsa Hatun, Ayşe Hatun, Sultan Hatun ve İlaldı
Hatun, hanimsultantar oimak üzere beş kızının adı bilinirken, aslında, yedi
kızı dünya'ya geldi. Bu kızlardan Selçuk Hatun; Çelebi Mehmed hânın Kumru Hatun
isimli hanımından dünyaya gelmiştir. 810/1407'de Amasya veya Merzifon'da bahse
konu doğum vukubulmuştur. 2. Sultan Murad 1425'de Çandaroğlu İbrahim Bey'in;
Hatice Halime adlı kızıyla evlendiği zaman üç kız kardeşinin düğününüde
birlikte yaptı. Selçuk Hatun 2. Mu-rad'm kaimpederi İbrahim Bey ile
evlendirildi. Bu izdivaçdan Selçuk hatun Yusuf ve İshak Bali adlı iki oğul
doğururken, Hafsa ve Hatice adında iki de kız dünyaya getirdi. Selçuk Hatunda
kocası İbrahim Bey'in vefatı üzerine, Bursa'ya avdet etdi. Burada vefat târihi
olan 1485 yılına kadar yaşadı ve Yeşil Türbeye defnolundu. Hafsa Hatun ise,
Çandarlı Halil Paşanin oğlu, kumandanlardan Mahmud Çelebiye, ağabeyi olan 2.
Murad tarafından verilmiştir. İsfahan Şah, Ali Çelebi, Hüseyin Çelebi, Hasan
Çelebi ve Mustafa Çelebi adı verilen çocukları olmuştur. Bursa'da Yeşil
Türbede defnolunmuştur. Ayşe Sultan ise Çelebi Mehmed'in yedi kızından ismi
bilinen üçüncü kızıdır. 1469'da Edirnede Ayşe Kadın Camiini yaptırarak
vakıflar bağışladığı gibi Üsküb'de de bir camii yaptırmıştır. Edirne'de bu
hayırhah hanımın adıyla anılan, Ayşe Kadın mahallesi vardır. Yeşil Türbeye defnolunmuştur.
Adı bilinen diğer bir kızı ise Sultan hatundur. 828/1425'de Candaroğlu Çankırı
Sancak beyi Kasım Bey ile evlendi. Hakkında başka bilgi olmayıp diğer kız
İlaldı hatun'da muhtemelen Karamanoğlu İbrahim Bey ile evlenmiştir. Çelebi
Mehmed hân'ın sonradan padişah olan, 2. Murad'dan başka Mustafa, doğumu Amasya
Î408/1410 vefatı İznik 1423, Mahmud nerde doğduğu malum olmayan ve 1413 ile
1429 yıllan arasında yaşadığı bilinen ancak vefat yeri de bilinmeyen bu
şehzadeden sonra, Bursa'da 1429'da veba'dan ölen Yusuf vefatında 15 yaşında
olduğuna göre doğumu 1414'de gerçekleşmiş olmalı. Yine Î416'da doğup 4 yaşında
vefat eden Şehzade Ahmed, 1405'de doğan iki yaşında 1407'de ölen Şehzade Kasım,
sadece adları bilinen Ölüm ve doğum tarihlerini bilemediğimiz Şehzade Mehmed
ve Orhan'la Çeiebi Sultan Mehmed'in; erkek çocuk sayısının sekizi bulduğunu
ifade edebiliriz. Fetret devri sadnazamlan olarak; Yıldırım Bayezid'den sonra
yâni 1402 Ankara savaşı sonrasında firara baş vuran Çandarlı Ali P^şa 1. Murad
döneminde başlayan sadaretini, Yıldırım'lada devam ettirmiş onun esarete
düşmesinden sonrada oğlu Süleyman Çelebiye'de vezirliğini devam ettirmiştir. Bu
müddet genel olarak 19sene, îOay, 27gün sürmüştür. Şeyh Ramazan Paşaoğfu
Kırşehirli Bayezid Paşa, 4 sene, 2 ay, ve ondan sonrada Amasyalı ŞâhMeiik Paşa
5/temmuz/1413'e kadar 2sene, 4 ay, 16
gün, vezirlik etmiştir. Osmancıklı İmâmzâde Halil Paşa ise Anadolu' da Çelebi
Mehmed'e 28/temmuz/1402'den 5/temmuz/1413 yılına kadar 8 sene, 11 ay, 8 gün
sadnazam olarak hizmet vermiştir. Osmanlı devletinin 9. sadrıazamı olan
Amasyalı Ba-yezid Paşa 5/7/ 1413'de aldığı mührü, 8 sene, 1 ay, 27 gün
taşıdıktan sonra 31/ağustos/1421'de Çandarlızâde İbrahim Paşaya bırakmış oldu.
Amasyalı Bayezid Paşa, 4/ma-yıs/1421'de vefat eden padişahın son sadrıazamı
olmuştu. Tabiatıyla da 2. Muradın ilk sadrıazamı da, Bayezid Paşa olmuş oluyordu.
Timur belasının
söndürmek üzere olduğu ışığı yeniden parlatan, onu eski şaşaalı durumuna
kavuşturan yüce sultan Mehmed Çelebi Han, H. 824/M. 1421 yılında, vücudunda 40
kadar yara izi ile beraber fâni dünyadan göçmüştü.
Şehzade Mustafa'nın
sağ olduğunu bilen Çelebi Sultan Mehmed Hazretleri, 8 yıl süren saltanatının
devamını, sevgili oğlu veliahd şehzade Murad Hazretlerine vasiyyet etmişti.
Vefatı, Ordu-yu Hümayundan gizlenmişti. Ancak, padişahlarının görünmemesinden
birşey sezen mücahidler, «padişahımızı görmek isteriz!» diye nümayişe
başladılar. Bunun üzerine cesedi tahnid edien Sultan Hazretleri, loş bir odada
askerin zabitanına gösterilmiş, arkasında duran bir kişi de, zabitlerin
selamına selamla mukabele edebilmesi için elini-koîunu oynatmaya mecbur
kalmıştı. Bunu gören zabitler, «padişahımız berhayat (yaşıyor)» diyerek,
askeri intizama almışlardı.
Ceset-i pâkiyle 42 gün
daha İslâm Devletine hizmet eden Yüce Sultan Mehmed Çelebi Hazretleri; mekanın
cennet, makamın mübarek oîsun.! Rahmetullahi Aleyh.
Merhum
Amirallerimizden ve yüz yaşına yaklaştığı sırada vefat eden Afif Büyüktuğrul,
1982 senesinde T. C Deniz Ba-sımevinde tab edilen" Osmanlı Deniz Harp
Târihi ve Cumhuriyet Donanması" adlı dört ciltden meydana gelmiş çalışması
ile bunu yayımlamış olması milletimizin gerek askerî, gerekse ticaret filosu
gereksede Türk denizcilik târihi bakımından, merhum amiralimizin milletimize
ve denizcilerimize nâçiz bir hediyesidir. Eserini, son derece ciddi kaynaklara
dayanarak meydana getirmesi ve mesleğin, en uzman kişileri arasında yer
almasından dolayı bu çalışmadaki tahlilleri, bütün denizcilerimizin, tarihçi
ve târih meraklılarının istifade etmesi gereken, bir bal peteği gibidir. Biz bu
çalışmamızda; Osmanlı deniz târihi hakkında umumiyyetle bu kaynağı esas
aldığımızdan, merhum Amiral'in bu kıymetli eseri hakkında birkaç söz söylemeden
geçemedik. Kendisini rahmetle yâd etmeyi vecibe-i diniyeden addederim.
Dünyalar ve Deniz
Ortaçağın başında, dünyanın yuvarlak olduğu pek bilinmiyordu; dünya hakkındaki
bugünkü bilgilerimiz o devir insanlarının meçhulüydü. İnsanlar birbirlerinin
varlığından habersiz olarak dört ayrı dünya'da yaşıyorlardı. Bu dört ayrı
dünyayı; Akdeniz, Baltık denizi ve Botni körfezi, Çin ve Japon denizleri ile
Meksika körfezi ile Karaib denizleri etrafında toplanmışlardı. Bu denizlere
daha sonraları ilmen; "Mediterranean (Topraklasarası deniz) adı
verilmiştir. Bu dört denizin tabii ve stratejik yapıları birbirinin aynıydı.
Hepsinin de giriş çıkış kapıları var, hepsinin de, kendisini bölen
yarımadaları ya da Ada'lan vardır. Hepsinin ulaştırma durumları benzerlik
arzetmişti. Deniz araçlarının yetersizlikleri bahsettiğimiz bu dört dünyanın
biribirleriyle bağlantı kurmayı hayli zaman geciktirmiştir. Sahil insanının
ilkel kürek anlayışıyla sürüp giden hayat açık denizlere çıkmağa pek imkân
tanımamıştır. Hâttâ harita ve pusula gibi mühim olan araç ve gereçlere ihtiyaç
hissedilmediğini rahatça söyleyebiliriz. Kıyı gemiciliği dediğimiz hususu
milattan öncede, sonra da, ekseriyeti bilhassa Ege denizinde olmak üzere nice
deniz savaşları vukubulmuştur ki bunlar; Romalılar, Kartacaîılar, İranlılar ve
Bizanslılar arasında cereyanları, ileri dönemlere tesiri olan savaşlar olarak
görülmemiştir. İranlı'lar Trabzon üzerine geldiklerinde, burayı Bizans'dan
koparmak istemelerine rağmen cephenin gerisini Bizans tehdidi altında gördüğünden
çekilmeye mecbur kalırken, Arablarsa gemilerinin güçlü bir donanma teşkil
etmemiş olmasından dolayı boğaz-lan alamamışlardı. Beri tarafta Avrupa'nın
kuzey denizinde de Normaniar ve Aragonlar denizde ve denizciîikde kuvvetli
olduklarından, avrupa kıtasının kuzey kıyıları onlardan sorulmaktaydı. Deniz
dünyasının kolay anlaşılamamasının bir çok nedenlerle beraber, iki önemli
nedeni öne çıkar. Evvelâ denizle alakalı vakalar, insanoğlunun yaradılış
karakterine uymuyordu. Kara hareketinde insanın, düşmanı basmak, yakıp yıkmak,
tahrip etmek hâttâ yok etmek macera gibi geliyor insana zevk veriyordu.
İnsanlar, gidip gelip aynı limana geri dönen donanmaların harekâtını
incelemekten pek hoşlanmadığı gibi savaşlarda kat'i neticenin kara'da
alındığını gözönü-ne aldıklarını biliyoruz. Merhum amiralin ifadelerinden yukarıdan
beri özetlemeye gayret ettiğimiz bu ifadelerin, aynen alıntı yapmamız gereken
bir bölümünü aşağıya alıyoruz: "Bizim târih otoritelerimiz Osmanlı
devletinin imparatorluk biçimine girmesini hep ve yalnız kara olaylarına
bağladıkları için hep Bizansdan söz edip durmuşlardır. Halbuki karada Bizans ne
kadar önemliyse, denizler de başta Venedik ve Ceneviz olmak üzere, İtalya'nın
denizci cumhuriyetleri daha az önemli değildi. Çünkü; Osmanlı devleti
bütünlüğünü Anadolu'yu bir araya getirmekle yetinmiş boğazlar üzerinden
Mora'ya atlamıştı. Bu
atlayış, başta kara değil deniz sorunlarının çârelendirilmesine bağlıydı.
Bu cumhuriyetler daha
başlangıçta bir araya gelip denizyollarını kesebilselerdi, kuşkusuz
Osmanlı'ların üçkıta'nıi] Akdenize bakan parçalarında imparatorluk kurmaları
olağan olmayacaktı. Nitekim; Amiral Guiseppe Fioravanzo: <Karada
imparatorluk kurmak isteyen diktatörler, sadece kara kuvvetlerine dayanırlarsa
ilkönce ellerindekihin bile yok olduğunu görüp sonra hayata gözlerini
kapamışlardır Deniz kuvvetine dayanan imparatorluklarsa çok uzun ömürlü olmuştur^
Demiştir.
Hakikatten muhterem
okurlarımız, pek meşhur olan 2. Abdülhamid'in hatıratında, Osmanlı devleti bir
deniz ülkesiyle ittifak yapmalıdır. Denizlere hâkim olan dünya'ya hâkimdir
beyanını, merhum Amiralin satırlarını te'yid ettiğini görüyor ve anlıyoruz.
Efendim; İtalyan
denizci cumhuriyetleri ibaresi üzerinde bir miktar durmak istiyorum. Bu günkü
İtalya'nın 14. asırdaki durumu, kullanılan cumhuriyetler terimine pek uygun
o!-duğunuda aşağıda alıntılayacağımız paragrafdan pek iyi öğreneceğiz:
"..İtalyan denizel cumhuriyetleri, ilkönce kendi aralarında rekabete
başlamışlar binbirlerine karşı yaptıkları mücadelelerlede zayıf olanları
etkisiz hâle getirmişlerdi. Bu denizci cumhuriyetleri Cenova, Floransa,
Venedik, Amal fi, Toscana, Ancona ve Napoli krallığı, Sicilya ve Sardunya
krallıklarıydı. Cenova, Venedik vePiza cumhuriyetleri, ötekileri tesirsiz hâle
soktuktan sonra." İtalya'nın bir çizmeye benzerliği haritada ayan beyan
bellidir. Böyle bir arazinin denizle çevrili olması ahalinin denizin
nimetlerinden istifadeye çalışması tabiidir.
Yukarıda sayılan
cumhuriyet ve krallıklara dâir isimler bugünkü İtalya'nın birer şehridir.
Anadolu üzerindeki beylikleri. nasıl makul karşılamışsak, sonradan da birliği
temin mesaisine girişmişsek, bu İtalya cumhuriyetleri meselesi de aynı gelişme
içindedir. Devlet-i Âliye Anadolu birliğini teminde, en evvel ve en kısa
zamanda becerendir. Amiral merhum Afif Büyüktuğrul eserinin 1. c. sh. 7'de
demekteki: "üzüntü ile ifade etmek gerekir ki, Deniz kuvvetlerimizde çok
eskiden beri, târihin kürekli ve yelkenli gemilerin tiplerini, tip adlarını ve
mimarilerini tespite pek iltifat edilmemiştir
Yabancılar kendi
teknelerini cilt cilt kitaplarla vede pek artistik baskılı olarak
yayımladıkları halde, bizlerde böyle merak uyandıramamıştu: Gerçi çeşitli
deniz yazarlarımızın kürek ue yelken dönemine ilişkin yapıtları yok değildir,
fakat kaynak eksikliğinden bunlar da biribirleriyle çelişki halindedir."
İfadesinden sonra sayfanın dibine koyduğu bir dip notla, kürek ve yelkenli
gemilerle alakalı kitapları, deniz müzemize bağışlayan, Bayan Engin Özdeniz'i
takdir ve şükranla andıktan sonra yine yelken ve kürek dönemine dâir,
yazarlarımızın eserlerinin çok gizlidir kaydıyla kasaya kaldırılmış olmasına
itirazım koymuştur.
Kara ulaşım
vasıtalarının kâfi miktarda olmaması, Karadeniz'e akan, seyri sefaine yâni su
yolu nakliyesine elverişli nehirleri, ekonomik alanda büyük bir değer saymak
gerekir ve bu nehirler arasında Tuna, Dinyester, Dinyeper ve Don nehirlerini
mühim saymak icap eder. Hemen ilâve edelim ki Hazer denizine de, Volga nehri
akmaktadır. Bu su yollarından akan ticaret gelirleri tabiatıyla ekonomik
bakımdan bu su yollan üzerinde mücadele ele geçirmek hususunda sürüp gitmiştir
ve gitmeye de devam edecektir. Karadeniz boğazı, yâni İstanbul boğazı
Karadeniz kapısı olarak ticaret yolunun herkes tarafından ele geçirilmesi
hülyasıyla yanıp tutuşulan stratejik hedefti. Hedef olan yerlerin arasında
Çanakkale boğazının yer aldığımda hemen hatırlatalım.
Merhum Amiral Afif
Büyüktuğrul bakın ne diyor: "Anadolu vede Balkan yanmadalanyla Ege
denizinin kurduğu bu verimli bölgenin doğa yapısıyla, tek bir devletin elinde
bulunması gerektiriyordu. Bölgeye tek bir devlet sahip olursa o devlet mutlu
yaşamanın en büyük adayı oluyordu. Bölgede çeşitli devletler biramda
yaşıyorlarsa, birbirleriyle anlaşamadıkları takdirde kolaylıkla
sürükleniverlyoiiardı. Özellikle Anadoluda hiçbir devlet deniz sorunlarını
anlayıp bundan yararlanamamışsa, uygarlık kalıntılarını bırakıp târihten yok
oluvermişti." beyanıyla imparatorluğu yakalamanın denizlerin kontrolünü
elde tutmanın gerektiğini vukufla ortava koyuyor.
Ancak bu hedefi
anlamak ne derece kolaysa, idareyi kon-rola almak o kadar güçtür, hükmü verirsek
söylediğimiz yanlış olmaz. Nitekim; Akdeniz'i Türk Gölü hâline getirişimizi
Barbaros'u ve 1520 yılı sonralarını beklememiz gerekmiştir Osmanlı devleti
olarak. Şunun zorluğunuda ispat eden bir başka örnek olarak, Osmanlı'dan evvel
bölgeye tam sahip olanın Bizans imparatorluğu olduğunu gösterebiliriz. Bizans'ı
târihten kazıyan Osmanlı, denizlerde ki şeriksiz hâkimiyetini ancak altmış
seneyi aşan bir zaman diliminde yâni 1453 sonrası ve 1538'deki, Preveze zaferi
ile tamamlamaya muvaffak olmuştur.
Osmanlı donanması da,
ticaret gemileride Kıbrıs, Rodos ve 12 Adalarla diğer stratejik deniz
limanlarında üslenen korsanlarla hayli zaman mücadele etmiştir. Bunlar Rodos
şövalyeleri, Sent Templier gibi isimler ile organize olmuş ve batı âleminin
Osmanlı üzerine uzanan, adetâ ileri karakolu gibi görülmüştür. Yâni dememiz o
ki; Papalık başta olmak üzere bütün avrupa devletleri korsanlar ile zaman zaman
müttefik hareket etmeyi gerçekleştirmişlerdir. Hemende ilâve edelim ki, Sultan
Fâtih İstanbul'u zapt için hazırlığında Rodos şövalyelerinin dostluğu
istemelerine Venedik tehlikesini aşmak için 21/aralık/145 l'de olumlu cevap
vermiştir. 20/ara-lık/1522 yılında Kanuni Rodos adasını fethedince Rodos Şövalyeleri,
Malta'ya geçtiler ve Malta şövalyeleri adını aldılar. Malta şövalyelerini
1789'da Fransızlar Malta adasını işgalle sonlandırmışlardır. Anadolu Beylikleri
hakkında malumat verdiğimiz bölümde, Selçuk üçbey'lerinin görevleri olan batı
istikametindeki savunma ve fetih vazifelerini deniz üzerinde de göstermişler ve
Beyliklerin deniz hareketleri hakkında bilgiler vermiş olduğumuzdan Orhan
Gâzi'nin, Aslan Karamürsel Bey'i, 1326 yılında Karasi'den getirtip, Karamürsel
dediğimiz yerde, 24 gemisiyle birlikte üslendirmesine gelelim ve donanmayı
hümayunun macerasına burdan bakmaya girişelim. Sultan Orhan askeri
kuvvetlerini, Rumeli tarafına ulaştırmak için 1345 yılında Anadolu'dan Ceneviz
gemileriyle geçmiş vede Edirne'yi almıştı. Farkına vardığı hususun başında şu
gelmekte idi. Donanmaya sahip olmamak tâbir-i diğerle, güçlü bir donanmaya
mâlik olamamak. Eğer güçlü donanması olsaydı, İstanbul'a sancağı Osmanî'yi
dikmek ona nasip olabilirdi. Amma bu seferin şu faydayı da getirdiği bir vakadır.
Çanakkale Boğazı savunmasını Gelibolu'da kurmak ve tehlikeli bir korsan yatağı
olan İmroz, şimdiki Gökçeada üzerine 1347'de çıkarma teşebbüsünde bulunduğunun
akabinde 1352 senesinde Marmara denizindeki bütün adaları feth etmekle
Osmanlı'nın çıkışı, deniz takviyesi ile birlikte hız kazanmıştı. Orhan Gazi bu
arada donanma personeli yetiştirmek niyetiyle, üsler kurmayı kuvveden fiile
çıkardı. Bunun en büyük görüntüsünü Karamürsel'de ilk tersaneyi kurması, teşkil
etmiştir. Yassıada'yı ele geçirirken Bizans filosunu yenen Osmanlı filosu
istikbalinin parlak olduğu işaretini veriyordu ve Orhan Gazi döneminin,
denizcilik üzerinde kısa vadeli yatırımını ilk filoyu Karesi Beyliğinden
alması, orta vadeliyi kisavadeliyi Karamürsel civarında tersaneyi inşaasını
devreye sokması ve gemi yapımına müsaid ağaçların bulunduğu havaliyi elegeçirme
plânlarına öncelik vermesi olarak değerlendirirken de uzun vadeli de ise,
Çanakkale Boğazının öneminin idrâki içinde Gelibolu'yu donanmanın hazırlanacağı
savunma ve saldırının üssü'l harekesi yapmayı, fiiliyata dökmesi olarak
vasıflandırırken kırsal alan insanı olan tebaasının (müslim, gayri müslim),
denizcilik branşında yetişmesini sağlayana kadar, yabancı eleman istihdamına
ve bunların yanına gönüllü olarak kendi İnsanlarımızı koymuş olması, takdire
şayan ve bir mareşal plânı sayılması iktiza eder. Sayın İiber Ortaylı'nın, bir
konuşmasında Osmanlı padişahlarının ekseriyeti en büyük mareşallerdir demesi,
bizim denizle ilgili plânın da Orhan Gazi'yi mareşallikle vasfetmemize cesaret
vermiştir. Sultan 1. Murad'ın Deniz Hareketleri 1360 yılında tahta geçen Orhan
Gâzi'nin oğlu Murad-ı evvelin deniz ciliğimizie alakalı pederinin, orta ve uzun
vadeli hedeflerinin hayat bulmasına yardımcı olduğu asla inkâr edilemez. Çalışmamızda;
bir kaynak olarak değerlendirmeye ve istifadeye çalıştığımız merhum Afif Paşa;
mezkûr eserinde , pozitivist bir yaklaşımla meselelere bakan neslin bir mensubu
olarak, Bizans imparatorluk ailesinin sistemini, aynen kullandığını üeri
sürmüştür ve de kendinden sonrakilerede tehlikeli bir usûl olarak miras olarak
bırakmıştı der. Peşinden de İngiliz Amiral Sir Henry Felik Woods'un
"Türkiye Anılan" adlı ve çevirisini Amiral Fahri Çoker'in yaptığı
veya yaptırttığı hatıratından da şu cümleyi alıntılayarak, pozitivist
anlayışın şaşkınlığını maalesef şöyie güçlendirmeye kalkışmış: Wodds de-mekteymiş
ki: "İslâmlık; yüzyıllar boyu ilme hizmet eden ve bir çok yeni buluşları
gerçekleştiren ve İnsanlığa yarar sağ-iayan, müstesna bir vasıta olmuştur.
Ancak kuralları, geri kalmış bir saate benzemiştir. Durmak üzere olan bu saati ayarlamak
zamanıda geçmiştir.." Şimdi bu ifade ile, Sultan Murad'in tercih ettiğini
ifade ettikleri, Bizans imparatorluk ailesi tarzı hayatın takipçilerine kötü
örnek oldu demenin. Eğer kast edilen Bizans kraliyetinden hanım almış olması
ise selefleri de aynı evlilik tarzıyla meşbudurlar ve bu hataysa Osman
Gâzi'ye bu hatayı izafe etmek gerekir. Ancak ortada Bizans'a riayet eden bir
usûl nerede, kaynaklarda ketum âiie sistemini dinimizin emri olarak benimsemeyi
ilke edinmiş bir sülâleye böyle aslı faslı olmayan usûller kullandılar ithamı,
bu kıymetli eserin satırları arasında yeri olmaması ger.eken ifadelerdi. Bizim
bu hususu belirtmemiz, târih çalışmalarının çok tenkitçisi olur. Bunun çoğu da
tenakuzların yakalanmasına vabestedir. Biz; merhum amiralimizin, denizcilik branşına
ait değerli bilgi ve irşatlarına baş vururken ehliyetine önem verdik. Merhum da
branşında bize göre ehil bir zattı zâten hemen bu mevzuun devamın da poligami
yâni müslü-manların taaddüt-ü zevcat birden fazla izdivaç hususunu gündeme
getirerek, "..padişahların çeşitli milletlere mensup prenseslerle
evlenince bu prensesler, senin oğlun hükümdar olacak, benim oğlum hükümdar
olacak diye, saray içinde ve dışında hizipçiliğe başlamışlar ve şehzadeleri
birbirine düşürmüşlerdi. Saray entrikaları da bunlardan doğmuştu." demek
suretiyle dinin bu husus da olan müsaadesine karşı çıkmayı öneriyor. Merhum
haksız sayılmaz onların nesli, subaylarımızın ecnebi bayanlarla izdivacın
yasak olduğu dönemi yaşamıştır. Nice büyük sevdalar, bir zabiti aşık olduğu
matmazel ile mesleği arasında tercihe zorlayan kanun ile yaşadılar. Niceleri;
aşklarını yüreklerinde soğutup subay olarak hayatlarını devam ettirdiler ki
niceleri de aşklarının Kerem'i olup meslekleriyle olan bağları çözdüler.
Bilhassa Osmanlı döneminden beri; denizcilerin giyim kuşam, denizin verdiği
zindelik ve Cumhuriyet dönemi denizciliğinin cazip kıyafeti sadece bizim genç
kızlarımızın kalblerini lerzân (titretmeyip) etmeyip, ecnebi Umanlara giden
yiğit leventlerimizin ve patronalarının âşıkı olan ecnebi milletin matmazel ve
madamlarının hayranlığını ve kalplerinin bu gösterişli fizik, munisçe şarklı
bakış nice aşk âteşini fırlatan ok gibi olmuştur. İşte ecnebiler ile izdivacı
yasaklayan anlayışı tenkid etmeyi göze alamayanlar, padişah efendilerimizin ve
dinin müsaadeside bir kapı aralamak, bir pencere açmak metodunu kendime düstûr
ettiğimden, aynı anlayışın okurlarıma sirayetini arzu ettiğimden detayları
nakilin önemine ayrıca işaret etmek İsterim. Dünya denizlerinin, hele günümüzde
çeşitli antlaşmalar vede teşkil olunmuş çeşitli kurumlar kanalıyla
beynelmilelliyet anlayışı içinde her milletin gemisinin şerbetçe ve hürriyet
ile geşt-ü güzar etmesinin, yâni denizlerde dolaşabilmesinin temin edilmiş şu
olduğu dönemde gemici terimlerinin standardının da tâa 1. Murad zamanında
uluslararası olarak kabullendiğinin isabeti, bir şöven-i lisan veya lisan-ı
din hâlinde alınmayıp da meslek lisanı alınmasındaki hazmı da belirt mek
gerekir. Dünya denizcilerinin pirî olarak tabii ki Hz. Nuh (a.s) olduğu ileri
sürülmesi pek doğru olmakla beraber, İtalyan, Ceneviz ve Venedik gemiciliğinin
yaygınlığı da su götürmez bir hakikattir. Dolaysiyla bunların bugün bile
kullanılan kürek dönemi terimlerini dile getiren; oturak, yarım oturak, al
beraber, direk, Çanaklıkla diğer ifadeler, yine gemi parçalarına ve
yelkenlerine verilen adlar, bunun yanında komutlar olan, orsa, alabanda,
vardavele vealesta orsa alabanda gibi nice terimlerin kabullenilmesini idrak
etmek gerekir, ]. Murad; Gelibolu üssünün ve tersanesinin ikmâlini
hızlandırmakta acele ederken, 1366'da Türk donanmasının ilk plânlı ikmâl
üssünü tamamlamaya muvaffak olmuştu. Bozcaada'nın Venedikliler tarafından,
boğaza karşı bir üs olarak kullanılması, Osmanlıların muhalefetine maruz
kalmayınca durumu Cenevizli'ler düşünmeye başladılar ve sonunda denizci olan bu
iki cumhuriyetin birbirleriyle savaştığı görüldü. Demekki
Osmanlı padişahı
güttüğü politikayla, aynı dinden olan bu iki cumhuriyeti savaş karan aldıracak
hâle getirmeye muvaffak olmuştu. Sultan 1. Murad; 1371 ile 1374 yılları
arasında, Kavala, Edirne ve Dramayı almak suretiyle Bizans'ı çenbere almış
oluyordu. Bizans'ın yardım görebileceği tek yol olarak Ege denizi tarikiydi.
Deniz yolu açık
oldukça; bizim için en tehlikeli husus, Bi-zan'sin, Venedik ve Cenevizlilerle
uyuşması, bir savunma gurubu teşkil etmesi, bir çok tehlikeye açık olmamıza-
sebebiyet verebilirdi. Bozcaada'ya ses çıkarmayan, padişah bu ileriyi gören
siyasetiyle, Rumeli'nde köklerin derinlere dalmasına yol açanzaman dilimini
temine yol açmış oldu. İsla -mî gönül fetihlerini Rumeli yakasında nice sevda
ve aşk öyküleriyle islâmlaşan gayri müslim ailelere her geçen zamanda
yenileri katılıyordu. Gönülün, zorbalığa, bâtıla üstün gelişi yaşanıyordu..
Bozcaada'nın;
Venediklilerde olması veya Cenevizlilerde olması Osmanlı politikası açısından
pek fazla önem taşımamakla beraber Venedik'te olması, Cenevizliler de
olmasından daha zararlıydı. Nitekim; 1376'da Ceneviz donanması Bozcaada önüne
geldi. Karaya çıktılar. Buradaki sürgün olan Bi-zans'lı Andronik'i kurtardılar.
İstanbul'a taşıdılar ve imparator ilân ettiler. Bozcaada, bu sefer üzerinde
sürgün yaşayacak olan Yuannis oğlu Manuel'in imparatorluğunu yâd edeceği
günlerini geçirmek üzere misafir ediyordu. Cenevizlilerin, Bozcaada dolaysıyla
Venediklilere yaptığı bu baskında kafi olarak var olan fakat pek ortada
görülmeyen Osmanlı muaveneti, adayı üs olarak kullanacak olan Cenevizlileri 1.
Murad'a minettar kalmalarını sağlamıştı.
Târih 1379'a
geldiğinde ise; Venedik de bu sefer Bozcaada üstüne yüklendi ve sürgün
Yuannis'i İstanbul'a getirip tekra-ren tahtına oturttu. Fakat; Andronik'e
sürgün yeri olarak bu seferada değil, Serez lâyık görülmüştü. Sultan 1. Murad
için Bozcaadanın el değiştirmesi Önemli değildi çünkü birbirlerine hasımlığı
süren iki kuvvet vardı, üstelik işler yeniden başlamıştı ki buda bir
karışıklıktı. Hasım tarafın karışıklık yaşaması diğer taraf için daima
nisbeten rahat nefes alma şansı meydana getirir. Ne vardı ki burada, babalar,
yâni Andronik ile Savcı Bey'in babaları kendilerine karşı ittifak eden oğullarının,
isyanına muhatap oldular. Târih de "Serez Olayı" diye anılan bu
isyanın 1. Murad tarafına düşeni oğlu Savcı Bey'i katlettirmesi olduki tabii ki
bundan çok mükedderdi. Ancak böyle sert davranmasının esbabı, bu müttefikane
yapüan isyan sadece başkaldırmak şekli içinde geçmeyip, silah ve asker
kullanılması meydana gelen çatışmalarda can kaybının bulunması hükm-ü İslama
tamamen uygun olarak tatbikiydi.
Andronik'in ise
gözlerine mil çekilerek ama edilmesi oldu. Bizans bu olaydan sonra ancak yetmiş
yıl daha hayat sürebildi oldukça cansız olarak. Şehzadeyi öldüren iradeyi Osmanlı
devletine beşyüzkırkiki yıl daha yaşama şansı verdiğini görüyoruz. Üzüntüyü
soracak olursanız, şâir ne demiş: "Söyleyin anam'a, anam ağlasın/babamın
oğlu var beni neylesin" Böyle bir dizeyi gazellerimizde ve uzun havalarımıza
hediye eden şâir yalan mı söylüyor?!! Anlayış meselesi ve katlanabilme gücü,
standprd olmaz. Öyle değilmi efendim?
Kosova savaşından
sonra Osmanlı tahtına oturan Yıldırım Bayezid deniz hareketleri hususunda iki
meseleyle karşı karşıya idi. İlki Anadolu topraları rumeli toprakları ve
bunları ikiye ayıran denize hakim olmak hususuydu. Bu padişahın dönemi de
donanma bakımından yeterli seviyeye ulaşmadan geçmiş bulunmaktadır. Öteyandan
Cenevizin Beyoğlu kolonisi, Midilli beyi Françesko Gatilisyo, Kıbrıs Kralı ve
Sakız adası beyi Osmanlı devletine karşı birleşmişlerdi. Belgırano adlı tarihçi
bu birliğe Etkisiz İttifak adını vermişti. Çünkü avrupa devletleri de; bunları
desteklememişti. Yıldırım Bayezid'in ikinci sorunu da babasının döneminde
olduğu gibi Venedik ve Ceneviz Cumhuriyetlerinin ittifakını önlemesiydi.
Bunda da Yıldırım'ın
komutanlarından Saruca Bey'in idaresinde Ege denizinde Venedik Kolonilerine
yaptığı akınlar bu ülkenin Osmanlı ile barışı muhafaza etmesine yarıyordu.
Saruca Bey'in vurduğu yerler olan Eğriboz, Sakız ve Mo-ra'daki ticaret
merkezleri bu cumhuriyetin can damarıydı. Yine meselenin başka bir yönü de
Bayezid, Anadolu Beyliklerinin ilhak hareketini yürütmeye başlayacağından,
Venedik ile hâttâ Bizans ile kavgasını tatile sokması lâzım geldiğini biliyordu.
Çünkü beyliklerin başlarına gelecek Osmanlı istilasına karşı, Bizansın
kendilerine arka çıkacağına ümit taşıyorlardı.
Venedik'se; Osmanlı
istikbalinin parlak olacağının işaretini tecrübesiyle idrâk etmiş, Bayezid'e
sokulmaya pek arzuluydu. Yıldırım; beylikleri tek tek ilhak ederken sıra
Kastamonu'ya gelmiş o tarafa yöneldiğinde sıkıntısı, kendisinin eş kuvvetine
mâlik Sivas hükümdarı Kadı Burhanettin idi. Buna bağlı olarak Kastamonu
hareketini bahara erteledi. İsabet etmiş ki o sene Kadı Burhanettin
kuvvetleri, Yıldırım'ın öncülerini mağlubiyete duçar ettiler.
Aynı zamanda Macar
kralı, Yıldırım'ın Anadolu tarafındaki koşuşturmasından istifadeyle Niğbolu'yu
muhasara, Eğriboz, Nakşe, Sakız, Midilli Dukalıkları ise, Macar kralına yardım
niyetiyle, Çanakkale üzerine filoları ile taciz hücumları yaparak, Yıldırım
Bayezid'in Rumeliye geçmesini geciktirmek, Niğbolu'nun düşmesini temine
çalışıyorlardı. Bayezid; bu engellemelere karşı Sar ca Bey'i Boğaz önündeki
filoları dağıtmasını emretti, kendi de Niğbolu'ya erişti. Niğbolu gailesini
halleden padişah'ın Adriyatik denizindeki Draç limanına akışı, avrupanın ödünü
koparmıştı.
Avrupa; İspanya
üzerinden Arapların Fransa'ya yaklaşmasının yanında, bunlarla dindaş olan
Osmanlı'nın doğu Avrupa ve Adriyatik üzerinden pür velvele bir kâbus gibi
yayılmasını ve kıskaca düşmekten, nasıl sıyıracaklarını bilemedikleri
gözlendi. Saruca Bey'in Yaptıkları Ege'de bulunan ada'ların beslenme işini
genellikle Anadolu'ya dönük hat ile yaptığı bilinen bir gerçektir. Bu gerçek
adaları teşkil eden bilhassa Kıbrıs, Rodos, Oniki ada, Sakız Sisam, Limni
adaları ile Anadolu limanları arasında, yiyecek maddeleri trafiği bulunduğundan
Ada idarecileriyle, yâni Düka'lıkları ile Osmanlı kıyı beylikleri arasında bir
ilişki meydana geldiği gibi ticaretin dostluğun devamındaki tesiri burda daha
net görülmekteydi.
Osmanlı'lar; Aydın ve
Saruhan beyliklerini hududlarına kattığı yıl, avrupa pek büyük bir kıtlıkla
karşı karşıya kalmış, ada'lar ise devlet-i âliyeye daha da fazla muhtaciyete
düşmüştü. Ne eksikliktir ki, Osmanlı donanması güçlü, büyük bir donanma
olsaydı, ada'ların tamamını ele geçirmek çok kolaydı. Donanma olmadığından bu
fırsat kaçırıldı. Bayezid ise, ada'ları zorlamak için buralara gıda şevkini
yasakladı. Fakat yasağın ters teptiğini çok görmeden gördü. Çünkü, ölmüş eşek,
kurt'tan korkmaz misali, Nakşe, Eğriboz, Sakız ve Midilli adalarında yaşayan
Venedik beyleri birleşerek, Anadolu sahillerine baskınlara giriştiler ve hayli
yeri vurup, yağmaladılar.
Saruca Bey'de, altmış
gemilik fiiosuyla mukabele ederek, onları mağlup ettikten sonrada Oniki ada,
Eğriboz, Antalya kıyılarını vurduktan Sakız Adasını tahrip ederek, Çanakkale'ye
avdet etti. Amiral Büyüktuğrul merhum, eserine aldığı bir dip notta İtalyan
amiral Giuseppe Fioravanzo'nun; <Os-manlılar denizlere sahip çıkmak için
mücadelesini yapmadıkları için imparatorluklarını kay bettiler. > dediğini
kaydeder. Bayezid'in İstanbul muhasarasının aslında temel başarısı, avrupa
yardımının gelmesi mümkün tek yol Ege denizi tariki olup buradan gelecek
yardımın, Çanakkale Önlerinde durdurulması ile Bizans'ın düşmesi kader birliğiydi.
Saruca Bey bu
müdafaayı ne kadar yapabilirdi ve ne kadar sürdürebilirdi? Bu soru padişahı
hayli düşündürmekteydi. Bu sırada, 1394 yılında Timurlenk faktörü
Osmaniı-Bi-zans denklemine dâhil olmuş, iki bilinmeyenli denklem, çok
bilinmeyenli hâle dönüşmüştü. Bu İşte karan en kolay olan Bizans idi. Çünkü ona
düşen Timurlenk'in Bayezid'le kapışacağı ana kadar, Osmanlı muhasarasına
dayanmayı başar-masıydı.
Bizim mektep
târihlerinde Niğbolu savaşı bir kaie, bir sa-. vunma, Doğan Bey ve Yıldırım
Bayezid'in konuşması olarak nakledilir ve zafer elde edildi denerek
geçiştirilir. Halbuki bu haçlı seferi ve ittifakından başka bir şey değildir.
Venedik senatosu, 1394 yılmda amiral Mocenigo'ya Venedik'in 3, Gi-rit'in 3,
Eğriboz'un 1, Nakşe'nin 1 gali vermesiyle toplamı sekizi bulan Gali ile Osmanlı
üzerinde, baskı kurmağa kalktıklarında Macaristan kralının senatoya gönderdiği
bir büyükelçi işin rengini değiştirmişti.
Macar kralı, 1396
yılında ilkbaharda Osmanlı üzerine Tuna nehri üzerinde Dolnari mevkiinden,
Osmanlı sınırını yarmak suretiyle İstanbul'un üstüne inmeyi gerçekleştireceğini
ileri sürdü. Sekiz gali'den tasarlanan Venediğin organize ettiği filoya beş
ilave yapılarak 13 galiye çıkarılmasını istedi. Venedik senatosu Macar kralının
plânını uygulanabilir addettiğinden, Mocenigoya elindeki dokuz gali ile
Bizans'ın yardımına gitmesi emrini verdiler. 1396 yılı Nisan ayı başında
Fransız kuvvetleri Paris'den yola çıkmış, Burgonya Dük'ü Filip'in oğlu Jan, bin
tane şövalye, yedibin ücretli askerin başında yer alıyordu. Mareşal Boche ve
Amiral Jan do Vien'in-de şövalyeler arasında olduğu görülmekteydi.
Alman, Leh,
Çek'lerinde Fransızlara iştirak ettiği görüldü. Üstelik aralarına Eflâk
Voyvodasını, Bizans kralı Manuel'i alacaklardı, Venedik filosunun yerini ise
Haçlı donanması alacaktı. Organizasyonun büyüklüğünü biraz düşünauğü-müzde,
hemen şunu anlamahyızki, gayrimüslim ile müsiim-ler kavgası, hak ile bâtıl
kavgasıdır. Ancak tüccar cumhuriyet olan Venedik ticaretin akıbetini, savaşın
ve Osmanlının mağlub edilmesinden mühim saydığından, ticarî çıkarını Cenevizlilere
kaptırmamak için gizlice Bayezid'e yolladığı Misel Contarini ve Nicomo Vallerse
adlı iki elçiyle barış imkânlarını aradı..
Venedik denizcileri
haçlı kuvvetleri içinde yer almalarına rağmen istekle iş görmediklerinden değil
İstanbul'u kurtarmak, haçlılar Tuna'da bile tutunamadilar. Saruca Bey; üstüne
gelen kırkdört gemiden müteşekkil, haçlı filosunun karşısında her bir damla su
için^savunma yapmış Marmara denizi içine çektiği bu filoyu, onbeş günden fazla
oyalamış önlerinden çekilip, İzmit körfezine çekildiğinde haçlıları Karadeniz
üzerine gitmekte görüyoruz. Haçlı kara kuvvetleri bu müddet içinde Tuna ağzına
gelipde kendilerini alacak gemileri gözlediler. Bu donanma sadece Bizans'a,
cephane ve silah yardımı getirmeye muvaffak olmuştu.
Niğbolu'ya gitmesi
hayli geciktiğinden bu savaşı Yıldırım Bayezid kazanmış olmakla beraber, Tuna
üzerinde güçlü bir donanma ile düşmanın ricat yolunu kesmesi gerekirdi ki bu
olmadığındanda, düşman imha muharebesinin fecaatinden, verdiği büyük zayiatla
kurtuldu. Osmanlı denizciliğinin muhtasar fakat çok ehil ve çağdaş bir
yazarımız merhum Amiral Afif Büyüktuğrul'un çalışmasından istifade ederek
takdim ettik. Bu bölümden sonra 2. Bayezid kısmının sonunda, denizciliğimizin
Fetret dönemi sonrasındaki durumu serlevhası altında incelemeye devam
edeceğiz.
Fatih Sultan
Muhamed'in Dedesi hakkında Bay İsmail Hamiye karşılık
Türklük mecmuasının
4.cü sayısında Osman Gazinin nesebi hakkında bir yazı vardı. İsmal Hami
Danişmend, makalede Akşehir kasabasında bulunan bir Çeşme kitabesini ele
alarak diyor ki:
Fatih zemanında kendi
adına kazılan bu kitabenin delâletine göre Müşarünileyhin dedesi Çelebi Sultan
Mehmed değil Düzmece Mustafadır.
Heman ilave edeyimki
muharir bizzat Akşehire kadar giderek bu kitabeyi yerinde tedkik etmemiş ve
hattâ bunun ilmî bir zaruret olduğunu duymamıştır bile.
Hiç olmazsa
Fotoğrafisini getirerek onu incelemesi gerekirken bunu dahi düşünememişdir.
İsmail Haminin dayandığı yegâne vesika Müsteşrik Cl. Huart in
"Konya-Sema'zen Dervişlerin Şehri" kitabında sahife 117'de bulunan
işbu çeşme kitabesinin Fransızca tercemesidir. Halbuki Huart'in Küçük Asya
arabca kitabeleri adında başka bir eseri daha vardirki bu kitabe orada arabca
metin ve Fransızca tercemesiyle birlikde rnevcuddur. Lâkin !.H. onu da maalesef hiç işitmemiş
olacakki en ufak iymada bile bulunmıyor.
Tek sözle, masa
başında hazırlanmış yarım bir yazı, fakat kocaman ve fevkalade bir iddia.
Makale bu işlerle ilgili olanlarda hayret bende dahi esef uyandırdı, Akşehire
arkadaşım Dr. Azize yazarak fotoğrafileri getirttim, tedkik ettim, muhari-rin
iddiası hilafına olarak Musa adı ile Murad adı arasında oğui anlamına gelen tek
bir söz yok, fakat buna mukabil Mustafa adından evvel Bisa'yi kelimesi
kazılmış. Bu mühim vesikayı bir makale halinde Cumhuriyet gazetesinin 22/7/1939
günlü sayısında neşrettim.
Bu alanda kendini
biricik atlı sanan muharrir, dehşetli inkisarı hayale uğramış, üst perdeden
atıb savuran bir yazı ile bana 28/7/39'da cevab verdi. Bu yazısında ilmin
istifade edeceği bir söz bile yok. Ben yazımda Arabcadaki i'rab kusurlarımın
affını niyaz etmiştim. «Kişi noksanını bilmek gibi irfan oîmaz!» nüktesinin
gafili, bunu aleyhimde bir silâh oa-rak kullanılmış. Fakat bu makalemde, onun
bu kesmez kih-cını değil, bilgi ve soğuk kanlılığın süngüsünü istimal edeceğim
ve hükmü onun yazısını, bu makaleyi okuyacak münevver insanlara bırakacağım.
Türk İlmini indifikten
kurtarmak ve ona yakışan ağır başlılığı vermek lâzımdır.
Feridun Nafiz üzlük
Fâtih'in Nesebi.
Cumhuriyet
gazetesi'nin 22-7-39 günlü sayısında «Fâtihin dedesi»nin Düzmece Mustafa
olmadığını isbat ve ilân eden yazıma (İsmail Hami Danişmend) kendi seviyesinden
konuşan dil ile güya cevap verdi. İlmî ve afakî hava içerisinde ne-zahet,
nezaket cümleleri kullanarak yazdığım makale (Ne-sebname) muharririnde büyük
reaksiyon hasıl eylemiş. Yazımın istinat ettiği Thema, (İsmail Hami) imzalı
muharririn Türklük mecmuasındaki şu cümlesi idi: (..Bununla beraber tarih
metodu itibarile muasır kitabelerin birinci derecede ehemmiyeti haiz
vesikalardan olduğu düşünülecek olursa, bütün müverrihlerin ifadelerini bir
tarafa bırakarak bu kitabeyi esas ittihaz etmek lazım gelir.
Her halde şurası
muhakkaktır ki Osmangazinin nesebi şöyle dursun hatta onunla (Fâtih) arasındaki
nesiler hususunda bile tereddüdü mücib olacak noktalar vardır ve şimdi
bahsettiğim mesele de işte bu noktalardan biridir.)
Muharirin şu kat'î
ifadelerinde şart tasavvuru cidden gülüne tevil, çürük bir mantık olur.
Böyle nazik, ayni
zamanda çok mesuliyetli hükmü katı surette kestirib atmak için dayanılan vesikanın
her türlü şüphe ve ithamdan uzak bulunması gerektir. O, bunları asla göz önünde
tutmadan Frenk seyyahının acele okuduğu kitabeyi işhada ve yalnız bununla da
kalmıyarak hatta onun hakkında hala tereddüd ve inkârda İsrar ederse -meselede-
başka amillerin tesiri hatıra gelir.
Fransalı müsteşrik CI.
Huart'İn küçük Asya kitabeleri pek çok yanlışlarla dolu olduğu esasen
kitabelerle uğraşanların malûmudur. Hal bu merkezde iken onu en büyük epigraf
görmek onun okuduğunu nassı katı' şeklinde kabul eylemek İdee d'inferieuritee
den başka birşey değildir.
(I. H.) bu frengin o derecede esiri fikridir
ki Akşehir kita-besindeki 2 kelimeyi onun kıraat tarzında okunmadığını görerek
küplere binmiş. Düzmeceyi Fatihe dede yapmak fırsatını kaçıran muharrir, ruhî
asabı kjn ve gayzinı başkalarına tecavüzle teskine yeltenmiş.Hazine mi, Hanemi?
bunu nasıl okumak gerekdir.
Bu kelime-müddeamizın
esas noktasını ve yegâne mevzuunu teşkil etmediği halde Nesebname muharriri bu
sözler üstüne gürültü kopararak kariin zihnini oraya imale ve münakaşa
noktasını ihmal eylemek istemiş. Yazdığı yarım sütunda ilmî hiçbir hakikat yok.
Cumhuriyetin 22-7-39
günüde çıkan yazımı hazırlamış ve Akşehir kitabesini «Hazihil Hazineti»
şeklinde okumuş ve öyle yazmışdım. Yurdun aydın insanları önüne çıkacak arabca
kitabelerin -iyi arabca bilen bir zat tarafından bir defa görülmesini-
makalemi kendisine yolladığım -Prof. Dr. A. Süheyl'den rica"etmişdim.
Arkadaşım, bana gönderdiği mektubunda aynen şunları söylüyor: «Düne kadar
Şerefeddin efendinin tercümesi sürdü, makalenizde ona göre bir iki noktaya
dokunuldu, Cüddüdeye T ilâve edildi, Hazine Elhane oldu; o kadar.»
Profesör Şerefeddin,
Muhammed bin Murat sözünü Mehmet oğlu Murat gibi bir kalem sehvi ile tercüme
etmiş, mute-riz onu da bizim cehaletimize hüküm -kiyaset ve
ferasetinde-bulunmuş.
Arabcada iktidarı
müsellem olan Prof. Şerefeddin, bu mü-nakaşlarda kendi elile ve ilmile vukua
gelen hale seyirci kalamaz, çünkü ilmin şiarını o zat ,Üniversite Ordinarius
profesörü haysiyetile- daha âlâ bilir.
Netekim sayın Profesör
bize şu kıymetli mütaleayj göndermiştir:
"ve lev la şezeha
mahtideyet elhaniha velevlâ seraha ma tasviriha el vehmi"
İbn-i fard-hamriye
Bu beyitteki Han,
şarih/Hasen el-Birunî tarafından Beytül-hamr diye izah ediliyor. Kamus sarihi
Tacül-arus da bu «han» kelimesi hakkında şu sözler vardır:
"el hanet mevdî
beya ehamr. Kal Ebu Hanife: İzniha farsi-ya ven eslihahâne ve Ebu Zeyd Buseyd
el han câlis han"
Demek ki ebu Hanifenin
zannına göre bu; Farsçadaki Hane imiş. Ve benim ta'yinime göre bu «Ev» dir.
Hariri makame-i
Vasıtıyesinde: ve Ebu Zeyd Buseyd el-Han calis
Buradaki Han Findik
diye şerhediliyor ki Findik bizim Han, Ev, menzil dediğimizdir.
Yine bu makamede:
velem yecalehu mimmen hane fi han geçer ki bu da dediğimizdir ki şehirlerde
gurebanın nazil oldukları mahal olmak üzere şerhedilmektedir.
Ord. Prof. Ş.
Yaltkaya»
l. Huart Hâzine
kelimesini fransızcaya çevirirken «Mağasin» yahut Château d'eau diye iki
suretle niçin tasrihde bulunmuş? halbuki kitabelerde ayn yani göz^göze tabiri
müte-arifdi, bu kitabe bu çeşmenin mi. Yüzlerce çeşme kitabesi gösterebilirim
ki onlardan da ayn söz kullanılmıştır.
Nesebname muharriri
hane sözünün Farsça olub arabçada kullanılmadığını hangi bilgisi ile iddia
ettiği meçhülümüz-dür. Şuraya dercedeceğimiz arabca ve türkçe lügat
kitabları-nın tarifatına göre hane sözü han kelimesi gibi arabcada kullanılmaktadır.
El-Hanet Ev, beyit,
mesken ve bir nesnenin vazı' olunmasına mahsus ve etrafı bir veçhile mesdud ve
mahdud olan mahal. Kitabı müntehebatı lügati Osmaniye S. 263. 1238 tabı.
El-Han Meyhaneye
denir. Okyanus.
El-Hanut Dükkâna
denir, Hanut mânasına; yahud dükkân sahibine denir ve tüccar sakin olduğu
mahalle denir ki lisanımızda dahi han tabir olunur. Sarihin beyanına göre
bunlar farscadan muarebdirler. Netekim «Eve» hane derler. Okyanus.
E!-Haunt nun ile calût
vezninde meyhaneye denir ve meyhaneciye denir ve hamut, müennesdir, beyit ve
dükkân tevi-liyle müzekker dahi olur ve buna hane dahî lügattir. Muhtarı sıhah.
Han: Padişah ve bey ve
kârbansaray ve bazirgân odalarını havi ticarete mahsus olan bina. Mükemmel
lügati Osmaniye.
Bu notların delâlet
ettiği manalar karşısında başka türlü tevile imkân yoktur.
Nesebname muharririnin
sandığı gibi hane mücerret ev, ikametgâh manasına gelmiyor, etrafı bir şeyle
çevrilmiş ve bir meta' koymağa mahsus yer anlamına istimal ediliyor, su konulan
yere dahi hane denilebiliyor.
Âmmeye tahsis edilen
şeylerde beyit sözü bir veçhile kullanılmadığını bildirmek isterim: Tıbhane,
mühendishane, tophane, takvimhane, fetvahane, hastahane, postahane, pastahane,
feshane, kimyahane ve saire. Mecid 1 den sonra hane kelimesi yerine (Dâr) sözü
istimal ediliyor: Darülmualii-min, Darülfünun, Darülmesnevi,
Daruttibaatulamire, Darüş-şafaka, Darülaceze, Dürelelhan, Darüttalimi musiki,
Darülbe-dayi, Darüleytam vesaire.
Hane kelimesi arabca
izafetle terkib yapılır: Kütüphanetül umumiye, Serkis efendinin arabca ve
arabcaya mütercem kitablann bibliografik kamusunda Ramazanulmisriden bahsedilirken
Mühendishanetülmısriye medresesinde müderris olduğu tasrih edilmektedir. S. 15,
Mısır 1928.
Mektep çocuklariyle
onların zihniyetini taşıyanlar bu ince kaidelere elbette akıl erdiremezler.
Şimdi asıl mevzua
avdet edelim:
Biz makalemizde
Huart'ın okuduğu (Murad bin Mustafa) sözünün tamamile yanlış olduğunu söyledik.
Anadoluda bulunan ve emir, vezir, hayır sahipleri yönünden yaptırılmış
müesseseler üstündeki kitabede hükümdar adından sonra sahibi hayrın ismi
anılırken (alâ yedi, «bazan» El'abdülfakir) gibi tabirlerin geçmesi mutaddır.
Akşehir kitabesinin fotogra-fisi mahallinden gelince orada (Bisa'yi) kelimesini
bulduk. Bu sarahat karşısında artık onu (Murat bin Mustafa) şeklinde okumanın
mümkün olmadığı ve düzmece nazariyesinin iflâs eylediği şüphesizdir.
İsmail Hami Danişmend,
bu hakikat karşısında eski fikrinde tutunamıyarak: Huart'ın ifadesini sahife
numarası ile beraber mehaz gösterdim: -bu kitabeyi kendim okudum- gibi bir
iddiada bulunmadım, binaenaleyh kitabenin yanlış yahut doğru okunmuş olması
beni alâkadar etmez, (Cl. Huart'i alâkadar eder.) Cumhuriyet gazetesi, 28-7-39
tarihli makale: Diyor ki böyle bir sözün tarih gibi ciddi bir ilimde değil Karagöz
oyununda bile söylenmesi herkesi güldürür.
Halbuki ayni muharrir,
bu şimdiki ifadesile taban tabata zıt olarak «Türklük» mecmuasına aynen şöyle
diyordu: Tarih metodu itibarile muasır kitabelerin birinci derecede ehemmiyeti
haiz olduğu düşünülürse bütün müverrihlerin ifadelerini bir tarafa bırakarak bu
kitabeyi esas ittihaz etmek lâzım gelir» ve «Fatihin kendi namına kendi
devrinde yapılmış olan bir kitabenin yanlış olmak ihtimali çok zayıftır» gibi
kuvvetle sarıldığı faraziyeyi kısa bir müddet zarfında bir başkası tarafından
yanlış olduğu söylenince kabahati ört basa kalkması cidden acıklıdır. Bu
kitabeyi iyice tedkik lâzımdır şeklinde ihtiraz kaydı gerekirdi.
Şimdi Cl. Hurat'ın
«Epigraphie arabe d'Asie mineure» isimli eserinde bu Akşehir kitabesini nasıl
okuduğunu ve yine bizzat kendi tarafıdan ne suretle tashih edildiğini
inceliyelim: Gördüğümüz nüshanın tafsili ve ehemmiyet: Pariste 1895 yılında
«Paul Lemaire» matbaasında basılan 96 sahifelik kitabın en ehemmiyetli ciheti.
Cl. Huart yönünden bir-dostuna armağan edilmesi ve Huart tarafından kendi
kamelime tashih ve tezhib edilmesidir. Kitabın dış kabında aynen şunlar
şazılıdır: Le monsieur e. Drouin.
Souverain de cordiales
relations Cl. Huart
Kitabın iç kapağında
ise: E. Drouin, 14, R. Verneuil Paris
. Avril 1896
Cümleleri stempel ve
el ile yazılmışdır. Kitabda bulunan kitabelerin pek çoğu ve bir hayli kelime
Arab ve Latin harfle-rile tashih görmüştür. Bununla beraber kitab baştan sona
kadar yanlışlarla -amma ne büyük ve ne mühim yanlışlar- doludur. Böylelikle
elimizde bulunan kitabın kıymeti cidden yüksekdîr, güya manevi bir el onu
yanlışlar doğrultmak için bize gönderilmiştir.
Kitabenin ikinci
satırında «Mehmet, Murad, Mustafa sözlerinin arasında (bin) diye kelimeye
tesadüf edilmemesi çok garibdir. Ancak resimde dahî görüldüğü gibi Mustafa
kelimesinin altında biseb' gibi okuyacağımız bir söz arab harfile basılmış ve
ondan sonra Muradın önünden çekilen bir kurşun kaiemile kenarda bisa'yi
kelimesi -müsteşriklerin o kargacık yazısı ile- gayet vazıh olarak
görülmektedir. Demek neseb-name muharririnin bir türlü okumağa cesaret
edemediği bu «bisa'yi» kelimesini Huart doğru okumuştur. Tarihle uğraşan lann
kütüphanelerinde -haydi muharririn bu işlerle yeni uğraştığını kabul edelim-
bulunması derecei vücübde olan bir kitaba bakmamak nasıl affedilir. Hele
İstanbul gibi her türlü ilim müesseseleri bol olan yerde bu derece gaflet ne
ile izah olunur. Huart «fils de» oğlu sözünü kendisini ilâve etmiş olduğunu
bildirmek için bu kelimeleri mu'tarıza içine almış İ. H., Huart'in öldüğünden
dahi bihaberdir.
Akşehir çeşmesinin
kitabesini ve umumî durumunu gösteren fotoğrafı kapakta takdim ediyorum.
Akşehire kadar gitmeği
tavsiye edene son sözüm: Bu aklınız eskiden hangi canibe gitmişti diye sormak
olacaktır.
Dünya tarihinde bir
devre açan Türk oğlu Fatih Sultan Muhammet, Çelebi S. Mehmet oğlu Sultan
Muradın oğludur.
Düzmece nazariyesi
İflâs etmiştir. Not:
Cumhuriyet
gazetesi'nin 28-7-1939 nüshasında intişar eden yazıya karşılık ve taahhütlü
olarak ayni gazeteye yolladığım makale bugüne kadar neşredilmemiştir.
İlmî ve hâttâ millî
bir tezin müdafasi olmasından sarfı nazarla şahsiyatla uğraşan mütecavize
cevab teşkil eden makalemin derci kanun icabı idi.
Cumhuriyet gazetesinde
sütununda, Türklük mecmuasını reklam eden muharririn, nesebnameci ile samimî
dost geçinmesi cevabımın basılmasına engel oluyormuş.
Hak ve adalet
karşısında dostlukların, menfaat ve ihtirasların bir kenare çekilmesi
icabeder.
Matbuat, sahifelerini
ilme ve hakka açmıyacak olursa bir takım kimseler bundan cüret alarak herşeyi
-tahkiksiz, tedkiksiz- yazmağa kalkarlar ve bundan ilim müteessir olur.