Boğaz Kesen Hisarı'nın İnşaası
Sûrların Önünde İslâm Mücahidleri
Surların Önünde İslâm Mücahidleri
Surların Önünde İslâm Mücahidleri
Surların Önünde İslâm Mücahidleri
Venedik Muharebesi Ve İskender Bey Gailesi
Trabzon Kayserliğinin Ve İsfendiyar Beyliğinin İlhakı
Uzun Hasan İle Otlukbeli Savaşı
Otluk Beli Savaşında Varılan
Netice
Avrupayla Büyük Savaş Silsilesi
Fâtih Sultan Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları
Osmanlı'nın Çıkışında Avrupa'ya Bakış
Batı Ve Güney Avrupa Devletleri Ahvâli
Sultan 1. Mehmed'in Deniz Hareketleri
Osmanlı - Venedik Deniz Savaşı
İstanbul'un Fethi Üzerine Ecnebi Hezeyanlar!
Babası: Sultan II. Murad Han
Annesi: Hürfıâ Hatun
Doğum Tarihi: 1432
Vefat Tarihi: 1481
Saltanat Müd.:
1451-1481
Türbesi: İstanbul
Fatih Camii Yanında Yatar.
Cennetmekân Sultan
Murad'ı Sâninin, Cennetbahçelerine uçtuğunu bildiren haberi alan Sultan 2.
Mehmed, derhal atına atlamış ve «Beni seven arkama düşsün» diye bağırarak
Manisa'dan hareket etmişti. 2'nci defa cülus edeceği Osmanlı tahtının
bulunduğu taht şehri Edirne'ye doğru birSeba rüzgârı hızıyla mesafeleri yutmaya
başlamıştı. Üç gün içinde Gelibolu'ya geldi. Gelibolu'da iki gün dinlenip
arkasından koşanları bekledi. Onları da bir intizama soktuktan sonra, istikbâle
hükmedecek Sultan, Edirne'ye ilerledi. Devlet-i Osmaniye'nin ileri gelenleri,
kumandanlar ve ahalî kendisini karşılamaya çıkıp tebrik ve taziyelerde
bulunuyorlar ve mutlu saltanatını müjdeliyorlardı.
Taht odasında resmî
biat merasimi yapıldı. Biat merasiminden sonra sadrazam Çandarlı Halil Paşa'ya
vazifesinde bırakıldığı, kızlar ağası Şahin ağa vasıtasıyla duyuruldu. Sultan
2. Mehmed'in ilk cülusunda pek anlaşamadığı Çanlarlı Halil Paşayı vazifede
bırakması, babasının vasiyeti üzerine olmuştu. Çünkü bu güngörmüş sadrazam,
Sultan Murad-ı Sani'nin tahta yeniden geçmesi için çok ısrarda bulunmuştu. Bu
husus bütün tarih yazarlarınca, Sultan 2. Mehmed'in Çandarlı'ya kızgın ve
kırgın olduğu intibaını vermişse de biz bu fikre evet diyemiyoruz. Bunu da
şöyle izah ederiz: Daha 15 yaşındayken «Eğer padişah isen gel ordularının
başına geç, yok padişah ben isem; emrediyorum gel ordularımın başına geç» diyen
bir zekâ şahı, tertemiz kalbinde kin taşıyacak bir devlet reisi değildi. İslâm
milletinin hayrına olan her iş için değil tahttan, canından dahi feragat edecek
kadar yüksek bir mertebe sahibi sultandı.
İshak Paşa'ya, iltifat
makamına geçecek bir vazife verildi. Merhum Padişah Murad-i Sani'nin pâk
cesedini toprağa koymak üzere Bursa'ya nakle memur heyetin riyasetine tayin
olundu. Zağnos Paşa'yi yanına getirten padişah, Has Müşavirlik vazifesini
kendisine tevdi etti. Merhum babasının haremlerinden olan Sırp Prensesi Mara'yı
Sırbistan'a iade ederken, kendisine geçimini 'ahatça sürdürebileceği maaş
tahsisiyle beraber, Sırp Kralına da hediyeler gönderdi. Daima iyi münasebetler
içinde olma arzusunda olduğunu bildirmesi için Prenses Mara'ya vazife verdi.
Bizanstan, Mora Despotlarından,
ülahtan, Raküzadan, İstanbul Galatadaki Cenevizlilerden, Midilli, Sakız ve
Rodos adalarından ve şövalyelerinden elçilik heyetleri gelmişti. Hepsine hüsnü
kabul gösteren Sultan; Raküza Cumhuriyetine, vergilerini bundan böyle beşyüz
altın zamlı olarak ödemelerini bildirdi.
, --
Konya hakimi
Karamanoğlu hanedanın başında bulunan Karamanoğlu İbrahim bey; Selefi Mehmed
Bey'in söylediği gibi «Bizim Osmanoğluyla olan düşmanlığımız mezara kadardır»
düsturuna bağlı bir adamdı. Ne umduysa kendi malumudur. Bermutad isyana
kalktı. MenteşeoğlUj Germiyanoğlu, Aydınoğlunu da bu isyana teşvik etmişti.
Ne varki İbrahim bey
suçu unutmuştu. Genç padişah çok enerjik, kararlı ve büyük İşler yapacak
meziyetlerle mücehhez bir sultandı. Derhal anadolu Beylerbeyi İshak Paşa'ya orduyu
seferber edip hedefin Karamanoğlu olduğunu bildiren fermanını gönderen Padişah,
kendisi de çabucak hazırlandı.
Karamanoğlu İbrahim
Bey, kısa zamanda kuvvetli bir orduyu karşısında bulacağını tahmin etmediğinden,
ayrıca
kendisine Anadolu'da
taraftar olabilecek bir kuvvet bulamadığından derhal aman diledi.
Sultan 2. Mehmed;
selefleri gibi bu fitneye yumuşak kalma niyetinde değildi. O işi kökünden
halletmek istiyordu. Fakat merhum babası vasiyyetinde; İki Cihan Serveri Efendimiz
(s.a.v.)'in tebşiratına nail olması için yetiştirdiği oğlunu il işinin mutlaka
Kostantaniyye (İstanbul'nin hesabını görmesi olmasını hassaten belirtmişti.
Derler ki;
Cenab-ı Hakk'ın
sevgili kulu Murad-ı Sâni Hz.leri, zamanının büyük velisi, Hacı Bayram Veli
Hz.leriyle sohbet ederlerken, bu mübarek zat'tan, Hazreti Padişah
Kostantaniyye için sual eder ve der «Sultanım; acaba bu fetih bize nasib olmaz
mı?» Gelen cevaba bakınız: «Bu beldenin fethini ne siz ne de ben vücudu fanî'mizle
göremeyiz. Bize denir ki; şu oynayan çocuk ile kapuda dikili bizim köse'ye
nasibtir.»
Evet oynayan çocuk 2.
Mehmed ile kapuda dikilen Ak-şemseddin'den başkası değildi.
Sultan 2. Murad,
vasiyyetine koyduğu fetih meselesinde her halde bu tebşirata da istinat
ediyordu.
Bizans Kayseri de bu
sırada bir münasebetsizlik edip yanında bulunan Şehzade Orhan Sultana
verilmekte olan tahsisatın arttırılmasını, isteği yerine getirilmezse Orhan
Sultanı salıverip, devletin başına mesele çıkaracağı tedidini savurmuştu.
Kayser yapmış olduğu
bu teklifle, Sutan 2. Mehmed'e büyük bir fırsat tanımış oluyordu. Çünkü
Kostantaniyye'yi feth etmekten başka bir düşünceye öncelik tanımayan Padişah;
tahta geçişi sırasında heyet gönderen ve iyi münasebetler içinde olmayı temenni
eden Kostantin Dragezes'in yakasına, kudretli parmaklarını nasıl geçireceğini
düşünen buna vesile arayan Sultana bu teklif nefis bir bahane olmuştu.
Karamanoğlu meselesi
münasebetiyle Anadolu tarafına geçmiş'plan Hazreti Padişah Bursa'dan Edirne'ye
avdet ederken Kocaeli üzerinden Göksuya gelip Güzelce Hisar adıyla anılan
şimdiki Anadolu Hisarının izine üstü açık muvakkat bir camii yaptırıp, otağını
da Anadolu Hisarına hâkim bir tepeye kurdurup karşı kıyıda bir kale inşaasına
başladı. Bu kalenin inşası için;
Derler ki;
Hz. Padişahın Anadolu
Hisarının içine yaptırdığı muvakkat camiden sonra Otağı hümayununun Hisara
hâkim bir tepeye kurdurmuş olması, Kayser'in dikkatini çeker ve elçiler göndererek
maksatlarını öğrenmek ister. Gelen heyete Hz. Padişah «Kayser'e söyleyin bu
sûr'un karşısına düşen yerde bir manda gönü kadar yer istiyorum, yoksa karşına
çıkar oraları irademe alırım» der.
Elçiler, Kayser'in
yanına dönerler ve durumu anlatırlar. Kayser «Zaten oralarda dahi hükmümüz pek
sökmüyor, bari bir manda gönü (derisi) verin onun kadar bir yer onun olsun»
der.
Bîr mandanın yüzülmüş
derisi Sultan Hazretine gönderilir. Sultan Hazretleri; Kayser'in yolladığı bu
deriyi bir saraciye ustasına verir ve iplik inceliğinde tek bir sicim yumağı
haline getirmesini tenbih eder. Saraç bu deriyi sanatının en büyük ustalığını
göstererek bir sırrım yumağı haline getirir ve Hazreti Padişah takdim eder.
Padişah fustalarla (küçük gemiler) karşıya geçip bu sırım yumağının yettiği
kadar bir alanı çevirir, işaretler. Padişahın fustalarla karşı yakaya geçtiği
haberini alan Kayser yine elçilerini gönderir, ne yaptıklarını sordurur.
Padişah; «Bize
verdiğiniz gön kadar yeri işaretliyorum», der.
Elçiler, biz size
manda gönü kadar yer verdik, siz ne kadar yer işaretlemişsiniz derler.
Hazreti Padişah;
«Verdiğimiz gön elimde bu hale geldi, ben de o kadar yer işaretliyorum», der.
Elçiler; bunun üzerine
«Bu işi akıllarının alamadığını söylerler.»
Hazreti Padişah
târihlere geçen şu muazzam cevabı verir.
«Bizim hakikat
kıldıklarımıza, sizin hayaliniz bile ulaşamaz.»
Hazreti Padişah askerî
ehemmiyet ve denizin avantajını pek isabetle kuİanarak bugünkü Rumeli Hisar'nın
inşaasina başladı ve çok kısa bir zaman olan dörtbuçuk ayda inşaatı tamamlattı.
Üç büyük kuleye, her kule inşaatına nezaret eden vezirlerinin isimlerini verdi.
Zağanos Paşa Kulesi, Samca Paşa Kulesi, ve Çandarh Kara Halil Paşa Kulesi
olarak hâlâ isimleri muhafaza olunur. Bu kulenin ehemmiyetini belirten en
güzel dizelerden biri olan Enverî'nin Düsturnâmesin-den merhum Profesör
Mükrimin Halil Yinanç'ın naklinden almayı uygun bulduk.
«Nice kal'a-i
incilayin bir hisar Görmedi âlem İçinde rüzighar Hüsrevânî küp gibi çok toplar
Atılır göklere andan küpler Ne gemi kaçamaz andan kelebek Kim ururlar topla geçse
sinek»
Evliya Çelebi bu Boğaz
Kesen Hisarına (Rumeli Hisarına) yüzbeş adet top konduğunu bildirir.
Bu Boğazkesen Hisarını
tamamlatan Sultan Hazretleri maksadını verdiği isimle dahi açıklamış
olmuyormuydu? BOĞAZKESEN
Padişah Hazretlerinin
tek meşgalesi Kostantaniyye'nin fethi idi. Bazı vezirler ve sadrazam Halil
Paşa fetihten pek ümit-var değildiler. Bu mesele dîvanda konuşulduğu zaman bazı
itirazlarda bulunurlardı. Hatta bazı tarihlerde muhasara sırasında Bizans
halkının ümidi kırılıp teslime hazırlandığı sırada güya, Halil Paşa haber
göndermiş biraz daha dayansınlar, muhasara yakında kalkar, diye haber göndermiş
de Bizans halkı yeniden gayrete gelmiş, muhasara o yüzden uzam:ş. Biz deriz ki,
bu mümkün değildir Çünkü Çandarh ailesi, bu devletin kuruluşunda büyük
vazifeler almış insanlardan müteşekkildir. Belki dîvanda itirazlarda
bulunmuştur.
Çünkü bu yaşlı
veziriazam, Timur belâsının devleti ne hallere düşürdüğünü görmüş, devr-i
fetreti geçirmiş Osmanlı Devletinin ne fitne ve fesatlar içinde kaynadığını
müşahede etmiş ne zorluklar geçirilerek bugünlere gelindiğini biliyordu.
Veziriazam Halil Paşa
ve itiraz eden zevat ihanetten değil geçirdikleri badirelerin acısını
unutamamış ve yine o badirelere düşülme korkusundan itiraz ediyorlardı. Bu
yalan ve iftiralar tarihlerimizden inşallah temizlenir ve bu yüksek karakterli
insanların haklan yerine konur. Daha da ileri giderek şunu deriz ki, Fatih
Sutan Mehtned gibi bir fetih ve gönül sulta-nının Çandarh'nın hiyaneti olsaydı
o mücessem kai'anın sûr'una o zatın ismini verdirir ve o ismin kullanılmasının
devamına müsaade eder miydi? diye biz de bir sual sorarız.
Buraya bir film
olayının da koyarak bu mevzudaki görüşümüze son vermek isteriz. 1950'den sonra
bir mason'un idaresinde çevrilen «İstanbul'un Fethi» adlı film'de ki, bu yerli
bir filmdir. Bu filmin
maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî
bir susamışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme akın
akın gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dolabında
hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandariı Hali] Paşanın hiyanet içinde
olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sahip olarak kalmışlardı. Tabiiki
hakikatları bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne
olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.
Evet... Sultan 2.
Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah kötü bir akıbetle
sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı hatıralarını akıllarına
düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla seslerini yükseltirlerken
Hazreti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha Ayverdi Hanımefendinin «Türk
Tarihinde Osmanlı Asırları» adlı eserinin 1. ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade
Cafer Çelebi'nin «Mahrûse-i İstanbul» adlı eserinden nakletmeyi pek lüzumlu
bulduk. «Bİr şeye Allah'ın iradesi taaluk edecek, bütün kâinat aksine çalışsa
geri döndüremez. Eğer ol kal'anın (Bizans) benim elimle feth olması mukadder
olmuş ise, burç ve bârusu taştan topraktan değil de, demirden olmuş olsa, mum
gibi eritip yumuşak eylerim.»
Kılıcı gibi, sözü gibi
kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ deryalarında kulaçlar atan Padişahın
yukarıdaki sözleri artık her türlü itirazın kapısını kapatmıştı.
Bütün kışı muhasara için
hazırlıkla geçiren Sultan, Urban isimli bir Macar'ın yeni usul bir top icad
ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine başvurmasını gayet müsait karşılar.
Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan Serveri'nin (S.A.V.)'in mübarek hadisi
şeriflerinden «Düşmanın silâhı ile silâhlanınız»mealindeki hadisin zahiri ve
batini mânalarını ihata edebilecek mertebede idi. O vakte kadar emsalleri
görülmemiş büyüklükte toplar döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin
namlusuna bir adam rahatça girip çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top
Bizans surları önüne elli çift öküzle iki ayda getirilebildi. Bizanslıların
kuvve-i mâneviyelerini bu top perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade
mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak
etrafındaki efradı da telef etti.
857 Hicrî, 1453 Milâdî
senesi Nisan başında mücahidler ordusu başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde
Bizans surları önünde görünmüşlerdi. Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa, Silivrikapı
haricinde işgal etmedik bir yer bırakmayarak öncülük vazifesini bihakkın
yerine getirdi. Hazreti Padişah önce Eğrikapı önlerine inmişti. Bilâhare büyük
topu Top-kapı'ya sevk ettirip, Eyüb sahilinden, Zeytinburnu'na kadar olan
araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos Paşa; Kâğıdha-ne deresinden yürüyüp
Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti. İcab ederse de Galata'yı işgal edecek
idi. Galata o zamanlar Cenevizillerin elinde olup, bunlar iki yüzlü bir
politika takib ediyorlardı. Gündüzleri Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine
getiriyorlar, geceleri ise bütün kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar
idi.
*
Baltaoğlu Süleyman
Paşa kumandasında dörtyüz parça irili ufaklı gemiden müteşekkil donanma,
Emirgân körfezi ile sonradan Baltaoğlu'mum ismini Balta Umanı olarak alacak
yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli salibin kuşat-filmdir. Bu
filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar
islâmî bir susamışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme
akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dolabında
hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandarlı Halil Paşanın hiyanet içinde
olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sahip olarak kalmışlardı. Tabiiki
hakikatları bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne
olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.
Evet... Sultan 2.
Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah kötü bir akıbetle
sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı hatıralarını akıllarına
düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla seslerini yükseltirlerken
Hazreti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha Ayverdi Hanımefendinin
"Türk Tarihinde Osmanlı Asırları» adlı eserinin 1. ciltinin 281. sh.inde,
Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrûse-i İstanbul» adlı eserinden nakletmeyi pek
lüzumlu bulduk. «Bir şeye Allah'ın iradesi taaluk edecek, bütün kâinat aksine
çalışsa geri dondüremez. Eğer ol kal'anın (Bizans) benim elimle feth olması
mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taştan topraktan değil de, demirden olmuş
olsa, mum gibi eritip yumuşak eylerim.»
Kılıcı gibi, sözü gibi
kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ deryalarında kulaçlar atan Padişahın
yukarıdaki sözleri artık her türlü itirazın kapısını kapatmıştı.
Bütün kışı muhasara
için hazırlıkla geçiren Sultan, urban isimli bir Macar'ın yeni usul bir top
icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine başvurmasını gayet müsait
karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan Serveri'nin (S.A.V.)'in mübarek
hadisi şeriflerinden «Düşmanın silâhı ile silâhlanınız)'
mealindeki hadisin zahiri ve batini
mânalarını ihata edebilecek mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş
büyüklükte toplar döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir
adam rahatça girip çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans
surları önüne elli çift öküzle iki ayda getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i
mâneviyelerini bu top perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün
olmadı. Zira çok büyük gülle atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak
etrafındaki efradı da telef etti.
857 Hicrî, 1453 Milâdî
senesi Nisan başında mücahidler ordusu başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde
Bizans surları önünde görünmüşlerdi. Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa,
Silivrikapi haricinde işgal etmedik bir yer bırakmayarak öncülük vazifesini
bihakkın yerine getirdi. Hazreti Padişah önce Eğrikapı önlerine inmişti.
Bilâhare büyük topu Top-kapı'ya sevk ettirip, Eyüb sahilinden, Zeytinburnu'na
kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos Paşa; Kâğıdha-ne deresinden
yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti. İcab ederse de Galata'yi işgal
edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizlilerin elinde olup, bunlar iki yüzlü bir
politika takib ediyorlardı. Gündüzleri Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine
getiriyorlar, geceleri ise bütün kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar
idi.
*
Baltaoğlu Süleyman
Paşa kumandasında dörtyüz parça irili ufaklı gemiden müteşekkil donanma,
Emirgân körfezi ile sonradan Baltaoğlu'mum ismini Balta Umanı olarak alacak
yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli salibin kuşat-
filmdir. Bu filmin maalesef Koca
Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir
susamışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın
gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dolabında
hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandarlı Halil Paşanın hiyanet içinde
olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sahip olarak kalmışlardı. Tabiiki
hakikatları bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne
olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.
Evet... Sultan 2.
Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah kötü bir akıbetle
sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı hatıralarını akıllarına
düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla seslerini yükseltirlerken
Hazreti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha Ayverdi Ham-mefendinin «Türk
Tarihinde Osmanlı Asırları)) adlı eserinin 1. ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade
Cafer Çelebi'nin «Mahrûse-i İstanbul» adlı eserinden nakletmeyi pek lüzumlu
bulduk. «Bİr şeye Allah'ın iradesi taaluk edecek, bütün kâinat aksine çalışsa
geri dondüremez. Eğer ol kal'anın (Bizans) benim elimle feth olması mukadder
olmuş ise, burç ve bârusu taştan topraktan değil de, demirden olmuş olsa, mum
gibi eritip yumuşak eylerim.»
Kılıcı gibi, sözü gibi
kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ deryalarında kulaçlar atan Padişahın
yukarıdaki sözleri artık her türlü itirazın kapısını kapatmıştı.
Bütün kışı muhasara
için hazırlıkla geçiren Sultan, Urban isimli bir Macar'ın yeni usul bir top
icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine başvurmasını gayet müsait
karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan Serveri'nin (S.A.V.)'in mübarek
hadisi şeriflerinden «Düşmanın silâhı ile silâhlanınız»
mealindeki hadisin
zahiri ve batini mânalarını ihata edebilecek mertebede idi. O vakte kadar
emsalleri görülmemiş büyüklükte toplar döktürülmüştü. Hele bunlardan bir
tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi
verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift öküzle iki ayda getirilebildi.
Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top perişan ettiyse de bu toptan fazla
istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle atıyor ve geç soğuyordu. Bir
defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef etti.
857 Hicrî, 1453 Milâdî
senesi Nisan başında mücahidler ordusu başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde
Bizans surları önünde görünmüşlerdi. Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa,
Silivrikapı haricinde işgal etmedik bir yer bırakmayarak öncülük vazifesini
bîhakkın yerine getirdi. Hazreti Padişah önce Eğrikapı önlerine inmişti.
Bilâhare büyük topu Top-kapı'ya sevk ettirip, Eyüb sahilinden, Zeytinburnu'na
kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos Paşa; Kâğıdha-ne deresinden
yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti. İcab ederse de Galata'yi işgal
edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizlilerin elinde olup, bunlar iki yüzlü bir
politika takib ediyorlardı. Gündüzleri Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine
getiriyorlar, gecelen ise bütün kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar idi.
*
Baltaoğlu Süleyman
Paşa kumandasında dörtyüz parça irili ufaklı gemiden müteşekkil donanma,
Emirgân körfezi ile sonradan Baltaoğlu'mum ismini Balta Limanı olarak alacak
yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli salibin kuşat-filmdir. Bu
filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar
islâmî bir susarnışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme
akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dolabında
hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandarh Halil Paşanın hiyanet içinde
olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sahip olarak kalmışlardı. Tabiiki
hakikatlan bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne
olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.
Evet... Sultan 2.
Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah kötü bir akıbetle
sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı hatıralarını akıllarına
düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla seslerini yükseltirlerken
Hazreti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha Ayverdi Hanımefendinin «Türk
Tarihinde Osmanlı Asırları» adlı eserinin 1. ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade
Cafer Çelebi'nin «Mahrüse-i İstanbul» adlı eserinden nakletmeyi pek lüzumlu
bulduk. «Bir şeye Allah'ın iradesi taaluk edecek, bütün kâinat aksine çalışsa
geri döndüremez. Eğer ol kal'anin (Bizans) benim elimle feth olması mukadder
olmuş ise, burç ve bârusu taştan topraktan değil de, demirden olmuş olsa, mum
gibi eritip yumuşak eylerim.»
Kılıcı gibi, sözü gibi
kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ deryalarında kulaçlar atan Padişahın
yukarıdaki sözleri artık her türlü itirazın kapısını kapatmıştı.
Bütün kışı muhasara
için hazırlıkla geçiren Sultan, Urban isimli bir Macar'ın yeni usul bir top
icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine başvurmasını gayet müsait
karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan Serveri'nin (S.A.V.)'in mübarek
hadisi şeriflerinden (Düşmanın silâhı ile silâhlanınız»
mealindeki hadisin
zahiri ve batini mânalarını ihata edebilecek mertebede idi. O vakte kadar
emsalleri görülmemiş büyüklükte toplar döktürülmüştü. Hele bunlardan bir
tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi
verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift öküzle iki ayda getirilebildi.
Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top perişan ettiyse de bu toptan fazla
istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle atıyor ve geç soğuyordu. Bir
defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef etti.
857 Hicrî, 1453 Milâdî
senesi Nisan başında mücahidler ordusu başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde
Bizans surları önünde görünmüşlerdi. Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa,
Silivrikapi haricinde İşgal etmedik bir yer bırakmayarak öncülük vazifesini
bîhakkın yerine getirdi. Hazreti Padişah önce Eğrikapı önlerine inmişti.
Bilâhare büyük topu Top-kapı'y3 sevk ettirip, Eyüb sahilinden, Zeytinburnu'na
kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos Paşa; Kâğıdha-ne deresinden
yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti. İcab ederse de Galata'yı işgal
edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizİllerin elinde olup, bunlar iki yüzlü bir
politika takib ediyorlardı. Gündüzleri Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine
getiriyorlar, geceleri ise bütün kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar
idi.
*
Baltaoğlu Süleyman
Paşa kumandasında dortyüz parça irili ufaklı gemiden müteşekkil donanma,
Emirgân körfezi ile
sonradan Baltaoğlu'mum
ismini Balta Limanı olarak alacak yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada
ehli salibin kuşatmada olan Bizans'a yardım olarak gönderdiği beş büyük kalyonun
geleceği istihbar edildi. Bunun limana girmemesi, yardımlarını
gerçekleştirmemesi için tertibat alan donanmamız; o tarihlerde
denizciliğimizin daha emekleme çağında olmasından ve boğaz sularının kendine
has akıntılarının ve gemilerimizin çoğunluğunun küçük boyda olmasından doiayı
tutuşulan savaşta manevra kabiliyeti fazla olan ehli saiib kalyonları kaçmayı
başarmışlardır. Bu kısa savaşta gözüne bir ok isabet eden Baltaoğlu Süleyman
Paşa'nın «Bir başa bir göz yeter» deyip oku kendi eliyle çıkardığı tevatür
rivayettendir. Durumu Beşiktaş sahilinde vezirleriyle takip etmekte olan
Padişah Hazretleri, ehli salip gemilerinin kurtulduğunu görünce beyaz atını
mahmuzladığı gibi denizin içine dalar. Bazı tarihlerde çok kızan Hazreti
Padişahın Baltaoğlu Süleyman Paşa'ya vuz sopa vurduğunu yazarlar. Biz deriz
ki, bu tarihçiler ya hiç sopa yememişler veya sayı saymamışlar. Bir gözünü
kaybetmiş ve bulunduğu yerden ayrılmayan bir paşasını dövecek adam değildir.
Hazreti Fatih... Ola ki, muvaf-fakyetsizlikten dolayı azarlasın.
Batılı tarihçiler,
Bizans mukavemetçilerinin sayısını çok eksik göstermeye çalışırlar. Askerî
kuvvet olarak dokuzbin kişi olduğunu söylemek küstahlığında bulunurlar. Halbuki
surların uzunluğu göz önüne getirilirse bu dokuzbin kişinin bir tek kapıyı bile
müdafaa edemeyeceği kesindir. Ayrıca bu muhasarada devrinin en ileri silâhı
olan muazzam toplarla işe başlayan Osmanlı Ordusu, ayrıca serdengeçtilerden
bazılarının lâğımlar açarak şehre girmeye çalıştıklarını göz önüne alırsak bu
nasıl bir dokuzbin keferedir ki, her yere yetişmişlerdir. Daha beş sene evvel
onların 200 bin'er kişilik ordularını 60.000 kişilik kuvvetle Kosova
sahralarında, Varna Önlerinde perişan eylemiştik. Hiç olmazsa bunu göz önüne
alarak 9 bine bir sıfır soyarak 90.000'e çıksınlar bakalım.
Yalnız şunu ilâve
etmek icab eder ki, bu muhasaranın tahmini yapan Kostantin Dragazes çok daha
evvelden iki kiliseyi birleştirme çabalarına başlamış ve bir hayli de merhale
kat etmişti. Hatta bir defasında Asayofya'da Katolik âyini icra olunmuş,
Kostantin ve Bizans ileri gelenleri âyinde bulunarak birleşmeyi kesinleştirmek
metodunu seçmişlerse de Patrik Kenadyus ve bağlıları bu âyini Ayasofya'yı
telvis (pisletme) saymıştır. (Ne var ki, Bizanslının dahi Papanın bu âyinini
red etmesine rağmen biz Müslüman olarak camiden müzeye tahvil edilen
Ayasofya'ya Papa'Iarın gelip dua etmelerine müsade ediyoruz. Cenab-ı Hak bize
akıl ve izan nasib etsin) Papanın serpuşunu Bizans'ta görmektense müslümanla
rın sarığını görmeye razı hale gelmiş bir Bizans ahalisi de mevcuttu.
Kostantaniyye'nin
fâtihi iki tanedir. İlki gönül fatihleridir ki, bunlar uzun yıllar evvel
İstanbul'da yerleşmiş İslâm müca-hidleridir. İkincisi ise madde plânında, sebeb
dünyasında ya-şayib adetullaha riayetle can verip şan alan, kan döküp kal'a
alan İslâm mücahidleridir. Bu mücahidler ordusunun mânevi mimarı Ak Şemseddin
Hazretleri, Sultan 2. Mehmed'İ Kostantaniyye'nin fethi için daima teşvik
etmiş, desteklemiş ve onun ve ordusunun muvaffakiyete ulaşması için Rabi Âlâ'ya
niyaz ve tazarruda bulunuyor idi. Bir gün Sultan Hazretlerinin Kutlu otağına şu
haber ulaştı. Ak Şeyh, keşif yoluyla Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in
mihmandarı Hazreti Ebû Ey-yüb'ül Ensârî'nin kabri şeriflerini bulmuştu. Bu
haber İslâm ordusunda bir müjde olarak kabul olundu. Mücahidler ordusunun
kuvve-i mâneviyesi en yüksek dereceye vardı.
Çünkü bu kuvve-i
mâneviyenin yükselmesi için sebeblerin en büyüğü bu büyük sahabinin hayatında
mündemiç idi. Medine'de bir gün Kur'an-ı Kerim okurken cihadla ilgili ayetlere
gelince doksan yaşındaki bu aksakallı sahabi ayağa kalkar zırhını kuşanır,
kılıcını beline takar, okunu yayını alır. Ben Halifenin ordusuyla cihada
gidiyorum, der Evlât ve torunları baba sen yaşlısın, o iş bizim işimiz artık,
derlerse de o mübarek sahabi vecd halinde, kimseyi dinlemez ve Halifenin ordusuyla
Beldeyi Tayyibeye cenge gelir ve burada şehadet mertebesine de nail olur. Bu
doksan yaşından sonra cihada çıkan sahabinin kabrinin bulunuşu fethin
yakınlığının işareti olduğu aşikâr olduğundan, bülbülün gül dalına konması
gibi, zaferin de İslâm mücahidlerinin ağuşuna gelmesinin sembolü olmuştur.
Dolayısıyla kuvvei mâneviyyelerinde tezayûdüne vesile olmuştur.
O kerim ve Devletlü
Padişah, Boğazkeseni yaptırırken Bizans elçilerine «Benim hakikat kıldığım
yere sizin hayallerimiz bile ulaşamaz» derken bu muazzam olayı da herhalde
kastetmiş olmalıdır. Bu muazzam olayı biz anlatırken bir gemiye bir tank
yükleme zorluklarını düşündüğümüzde bundan beşbuçuk asır evvel karada yürütülen
gemileri, aç karnımızı doyurmak ve çıplak bedenimizi giydirmeye ancak yeterli
olan aklımızla yapmanın zorluklarını da düşünmesini bilmeliyiz.
Dolmabahçe'den (o
zamanki adı Yeni Hisar) yukarıya döşetilmiş keresteler yağlanmış ve gemiler
bunların üzerinde Öküzlerin çekmesi ve mücahidlerin bilek güçleri ile asılmalarının
yanında derviş gazilerin Hû Allah! Hû Allah! zikirleri arasında Halic'e
indirilen gemiler sabahleyin Bizans halkınca, Halic'in sularında seyir ederek
Bizans'ın geri hatlarını da topa tuttuğu görülünce, bütün ümitleri bir balon
gibi söndü. Çünkü limanın ön tarafına gerdikleri zincir orayı korumuştu amma;
akıllan durduran bu harika olayın gerçekleşmesine mâni olamamıştı.
Derler ki;
Halic'e inmiş
gemilerden geri hatlarına atış yapılan Bizans'ın hâlâ gevşemediği müdafaaya
devam ettiği görülür. Ehlullahtan olan hazreti F^tih durumu tefekkür eder ve ol
perdeler açılıp ona ayan olur. Cibali Baba derler bir suflî velî duası berekâtı
ile bunlara zarar ilişmesine mânidir.
Secdeye kapanan
Hazreti Padişah, Rabbi Zülcelâle yalvarır yakırır ve der ki, «Ya rabbi; eğer
İki Cihan Serveri'nin hadîsi şeriflerinde müjdelediği emir bensem tebcil
eylediği asker bu askerse buna mâni olanı sen bilirsin, onu kabz eyle)» diye
dua eder. Ve dua Cenab-ı Hak indinde
kabul olunup Cibali Baba kabz olunur ve siyanetten mahrum Rum taifesi, zarara
ve ziyana uğramaya başlar.
Fatih muhasaranın
sonlarının geldiğini hissediyor, fakat mürşidi, efendisi Ak Şemseddin
Hazretlerinden durumu öğrenmek fethi müyesserin ne gün olacağını sormak üzere
Şâir Mahmud Paşa'yi iki defa Şeyh'in otağına gönderdi. İkinci gidişte cevab
gelmişti. «Cemaziyel evvel ayının onsekizinci gecesinin şafağında umumî bir
taarruz yapılırsa Allah'ın inaye-tiyle fetih müyesser olacaktır.» dendi. Derhal
hazırlıklara giriliyor, bütün gece Orduyu Hümayun ibadet ve savaş hazırlıkları
İle meşgul oluyor. Bütün kumandanlar birliklerini dolaşıyor, onları
hazırlıyorlardı. Şafak sökerken Beyaz Atının üzerinde bembeyaz elbiseler
içinde Hazreti Padişah ordunun en Ön safında kılıcının zafer pırıltılarını
aksettiren parlaklığıyla hücum emri veriyor. Düşmana bizzat taarruza geçiyor.
Artık zafer İslâm'ındır. Kostantaniyye zaferler Sultanın oluyor. Fatih ona
lâkap, İslâmbol Kostantaniyye'ye isim oluyor.
Hazreti Peygamber
(S.A.V.) Hendek Savaşında sahabinin kıramadığı bir taşı parçalarken çıkan
kıvılcımda gördüğü Sultan bu Sultandı ve asker bu askerdi.
«O ne güzel bir emir,
o ne güzel bir askerdi.»
Fatih Sultan Muhammed
Han ve İslâm Ordusu Osmanlı Ordusu idi.
Evet muhasara 53 gün
sürmüş, Ak Şemseddin Hazretle-ri'nin müjdelediği gün feth olunmuştu. Hicri 857,
Milâdî 1453 29 Mayıs Salı günü İslâm Ordusu müjdelerin gerçekleştiğini ilân
ediyordu.
Kostantaniyyeyi,
İstanbul Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, yirmi gün kaldığı bu yeni beldede
intizamı temin ettikten, Rum ahalinin İslâm içinde gösterilen şartlarını yâni
Hıristiyanların dini inanç ve ibadetlerine yön verecek patriklerini seçtikten
sonra bugünkü İstanbul Üniversitesinin bulunduğu yere bir saray yapılmasını
irade etmişti. Yine payitahtı olan Edirneye dönmeden son bir iradesiyle
Karadeniz kıyılarından beşbin ailenin İstanbul'a getirilmesini ve
yerleştirilmesini emretmişti.
Edirne'ye bir çok
ülkenin sefaret heyetleri geldiler. Tebriklerini sundular ve bir çok hediyeler
de getirdiler. Bunların içinde Sırbistan Elçi Heyetinin durumu özellik teşkil
etti. Eskiden Osmanlının olan bazı kaleler yine Sırblara geçmiş idi. Bunların
bazılarını kurtarmayı düşünen Sırblılar, bu kalelerden bir kaçının anahtarını
hediye olarak gönderip Fatih Hazretlerinin gözünü boyamak istediler. Fakat
Hazreti Padişah, Avrupa serhadlerindeki siyasî durumları pek yakından takip
ediyordu.
Kral Yorgi, Sırbistan
krallığı ile alâkası olmadığı halde bu yerlere ve Sırp krallığına sahipleniyor
ve ayrıca Sultan 2. Murad'ın Haremi Prenses Mara'nın hakkını da gasb etmiş bulunuyordu.
Sultan Fatih Sırb
elçilerine «Yorgi bir iki parça köhne kal'a ile aldatmak ister, onun ancak
Sofya dibinde küçük bir sancağa hakkı olabilir» diyerek niyetini bildirmişti.
Kral Yorgi bu haberi
alınca birtakım dahilî tertibatlar aldı. Aile efradını yanına alarak Macar
kralı makamında bulunan Yanko Hünyad'ın himayesine girdi. Topladıkları hafif
süvari alayları ile Sırbistan ve Bulgaristan'a dahil olup şehirleri yağma ve
yıkmaya, insanları kana boyamağa başladılar. Tırnova civarına kadar geldiler
Askerimiz onlara yetişemeden Tu-na'nın öbür tarafına geçtiler.
Hazreti Padişah
süratli birliklerle Sırbistan'a dahil olup bir çok yerleri zabt etti.
Ostrovice'yi muhasara altına aldı. Bir müddet de Semerdire'yi sıkıştırıp güzel
bir ders verdiler. İleri gelenlerden ellibin kişi esir topladılar. Firuz Bey
kumandasında bir miktar asker bırakıldı. İstenilen muvaffakiyet elde edildiğinden
Hazreti Fatih Edirne'ye döndü.
Sultan Hazretlerinin
avdetini haber alan Hunyad ve Yorgi yeniden saldırdılar. Bu sefer yanlarında
birçok hristiyan delvetlerin ordularından birlik vardı. İslâm askerinin çoğunu
şehid ve kumandan Firuz Bey'i esir aldılar.
Padişah hemen Şehir
köyü tarafına sefer çıktıysa da Hunyad Macaristan içlerine kaçtı. Yorgi ise
padişaha senede otuzbin altın vergi vererek sulh teklifinde bulundu. Fatih Hazretleri
bunu muvafık gördü. Hicri 858/Milâdl 1454.
Bu anlamadan bir kaç
ay sonra Evranos zadelerden İshak Paşa'nın oğlu İsa Bey, Sultan Fatih'e ulak
göndererek Sırbistan'ın fethinin zamanıdır, diye bilgi sundu. Hicrî 859/Milâdî
1455 yılında Sırbistan'ın büyük bir bölümü Devleti Osmaniye'nin hududlarına
İlhak olunmuş oldu. Padişah Hazretleri oradan Kosova'ya inerek /Hüdavendigâr
Sultan 1. Murad Hazretlerinin şehadet yerini ziyaret etti ve Hatmi Şerif
tilâvet olundu. Oradan Selanik yoluyla Edirne'ye geçildi. Bu Selanik yolu ile
dönüşte Solakzâde nam tarihçi Hamza Bey'in donanmasının Padişah Hazretlerini
naklettiğini söylerken gemiye şarab da yüklendiğini yazar.
Merhum Mizancı Mehmed
Murad Bey bunu fevkalade bir isabetle red eder. İslama bağlılıkta emsâü az
bulunur bir insan olarak gördüğü Hazreti Fatih'in içkiyle katiyyen alâkası
olmadığını belirtikten sonra tarihlerden böyle iftiraların temizlenmesini pek
isabetli olarak tavsiye ediyor.
Şimdi biz
merhum mizancı Mehmed Murad Bey'e bu
mevzuda iştirak ederek diyoruz ki; Batılı tarihçiler bu tip iddiaları bizim kaynaklarımızda
bulmasalar bile eninde sonunda İslâm düşmanı olduklarından bu zatlara iftiradan
kendisini alamazlar. Peki bizim olan Solakzâde merhum böyle bir şeyi olmadan
nasıl yazabiliyor. Sultan Hazretlerinin işrette olmadığı ihraz ettiği manevî
makamları münasebetiyle de aşikârdır. Şu halde bu zatlar nar şurubu vesaire
şurubları içtiklerine göre şurubların şarab gibi okunması ihtimali daha ağır
basmakta olduğu intibaını veriyor bize.
Belgrad'ı almaya karar
veren hazreti Fatih Sırbistan'a dalarak önüne gelen yerleri çiğneyip geçti. Muhasaralarda
en önemli silâh şüphesizdir ki toptur. İstanbul'un fethinde kullanılan bu
topların buralara taşınması çok zor olduğundan Sultan Hazretileri yüksek
dehası sayesinde seyyar top dökümhaneleri kurdurmuş, her muhasaraya gittikte
muhasara yerinin icabına göre toplar döktürüyor idi. Bilhassa hesaplarını
kendi yaparak mucidi olduğu Havan Toplan çok önemli vazifeler görüyordu.
Burada şu durumu mutlaka belirtmeyi lüzumlu görüyoruz: Bilindiği gibi
zamanımız Ekonomi Şeytanı ismini verebileceğimiz salgın bir hastalığın insan
şuuruna yerleşip her şeyi madde açısından görmelerinden dolayı manevî hayatı
red veya lüzumsuzluğuna kail olanların matees-
süf çok olduğu bir
zamandır. Bazı görüş sahiblerİ kardeşlenip
mİz tarihi
islâmiyet'ten verdikleri misallerle; yanlış yola sapmış ekonomi Şeytanının
tuzağına düşmüşlere yol göstermek isterler. Ne var ki onlar esir oldukları
maddî dünyalarından halâs olamayıp bu tavsiyeleri ve misalleri kulak arkası
ederler. Her muhasara edilen kal'anın hususiyetine göre top döktüren
ecdadının acaba sanayii ile ekonomik bir olayın gerçekleştirildiğini
düşünebilirler mi? Belgrad kal'ası önünde 320 adet muhtelif ebat ve sistemde top döktüren
Hazreti Fatih, İslâm milletinin yüksek vasıflarından birini ortaya koymuş
olmuyor muydu? Hâlâ harp sanayini kuralım mı, kurmayalım mı münakaşası yapılan
memleketimizde ne acip ve üzücü bir haldir bu münakaşa. Ecdadımız bu
münakaşaları değil yapmak, düşman kalesi ve siperleri önünde, onlara göstere
göstere harbin gerekli silâhlarını imal ediyordu. Yâ-rabbi sen bu millete izan
nasib eyle, harb sanayini kurmasına vesile olacak intibahi lûtfeyle.
Çünkü atalar sözüdür:
«İstersen sulhu salâh hazır ol cenge».
Biz gene Belgrad
önlerine dönelim.
Belgrad önlerinde
üçyüzyirmi adet top döktüren Sultan, kaleyi muhasaraya aldı. Ayrıca ikiyüz
parça küçük gemi Tuna nehri yoluyla Belgrad önlerine getirilmiş yarım ada şeklindeki
şehri, Tuna ve Sava nehirlerinden de muhasaraya katıldılar.
Belgrad kalesi kolay
alınır bir kale olmamakla beraber İstanbul surlarını aşmış bir ordu için her
halde zor değildi. İşte bu muhasaraya böyle bakıldığından olacak ki netice iyi
olmadı. Evvelâ hedefin Belgrad kalesini almak olduğu açıkça ifşa olundu.
Halbuki Belgrad kal'ası Avrupa'ya açılan bir kapı idi. Papalık, Osmanlı
Devleti'nin maksadını öğrenince bütün hıristiyan dünyasını ayağa kaldırdı.
Yanko Hünyad'ın komutasında çok büyük bir ordu teşkil edildi. Ayrıca gayet iri
kalyonlarla mücehhez bir donanma da bu ehli salip seferinde vazife aldı. Ehli
salip donanması Tuna ve Sava nehri üzerinde muhasaraya katılan donanmamıza
şiddetli bir saldırda bulundular. Maalesef hâlâ denizlere hâkim olabilecek duruma
gelememiş donanma bu savaşı kaybetti fakat gayet akıllıca bir davranışla
gemilerini kendileri yakarak düşman eline geçmesine izin vermediler.
Donanmanın bu
mağlûbiyetine rağmen muhasaraya devam edildi. Bir hafta sonra umumî bir
hücumla şehre girildi. Ve bir kısmı işgal olundu. Lâkin şehrin öbür ucundan,
Yanko Hünyad komutasındaki ehli salib ordusu da şehre girmişti. Osmanlı
Ordusunun çok az bir bölümü Karaca Paşa başlarında olduğu halde şehre
girebilmişlerdi.
Şehir içine giren
mücahidler ricat yolunu seçmeyip düşmana pala savurmayı cana minnet bildiler
ve başlarında sevgili paşaları Karaca Paşa olduğu halde vuruşa vuruşa şe-hidlik
mertebesine vasıl oldular. Karaca Paşa'nın kale içinde kalışı, şehadetinin
kesin oluşu Hazreti Padişahı çok üzdü, bütün tedbiri terkedip kale kapısına
dört nala kaldırdığı atıyla yalın kılıç saldırdı.
Düşman içinden çok iri
bir silâhşor Hazreti Padişahın üzerine koştu. Onun hücumunu ustaca bir
manevrayle savuşturan Sultan kılıcını öyle bir hırsla indirdi ki herifi
baltanın kuru bir kötüğü ikiye yarması gibi başından aşağıya kadar ikiye
ayırdı. Etraftan koşanlar padişahı tek başına kaleye hücum etmekten zor
caydırabildiler. Karaca Paşa'nın şehadeti bütün azeb askerinin kuvvei
maneviyyesini altüst etmişti. Onlar intizamsız bir şekilde dağılmaya
başlayınca durumu gören Yanko Hünyad ve Yorgi hücumlarını otağı Hümayuna doğru
sevk ettiler. Azeb askeri iyice dağılmış bir miktar Yeniçeri ile Kapıkulu
askeri başlarında en güzel emir Hazreti Fatih olduğu halde çok kanlı göğüs
göğüse, kılıç kılıca bir savaş yaptılar. O gün savaş meydanını^ rakibsiz
cengâveri Hazreti Fâtih idi. Omuz üstünde baş bırakmıyor, bir yandan da
sistematik bir şekilde ordunun geri çekilmesini idare ediyordu. İşte bu sırada
ayağından hafif bir yara alarak gazilik rütbesine nail oluyordu.
Bir müddet sonra
altıbin kadar İslâm ordusu süvarisi savaş yerine yetişince mukavemet dengeye
dönüştü. Bir müddet sonra
da düşmanı ordugâhdan def etmeye muvaffak oldular. Padişah bunu bir mağlûbiyet
olarak telâkki edip firar edenleri bulduğu yerde bu dünyadan da, ordusundan da
terhis ediyordu.
Ehli salip ordusu ise
son derece telefat vermiş, Yanko Hünyad dahi aldığı yaraların tesiriyle bir
müddet sonra bu dünyadan terki can eylemişti. Kral Yorgi ise o çoktan ölmüştü.
Hicri 860/Milâdî 1456. Sultan Fatih bu seferden sonra kendisine çıkacağı
seferin nereye olduğunu soran vezirlerine «Sakalımın bir teli bundan haberdarsa
onu yolup atarım» diye cevap verdiği söylenir.
İstanbul'un İslâm'a
ram olmasından sonra Mora yarımadası birden bire anarşi ve kargaşaya sahne
oldu. Kostantin Dragazes'in kardeşleri Tomas ve Dimitri Dragazes Mora'dan
kaçmak için hazırlıklara başladılar. Bu sırada Hazreti Fatih bunlara gönderdiği
bir emirle yılda onikibin altın vergi verdikleri takdirde vazifelerinde
kalabileceklerini bildirmişti. Bu haberi alan bu iki kardeş kalmak mı zor
gitmek mi zor düşüncesi içindeyken ve kalmağa karar vermek üzereyken ahali
bunların kaçma haberini almış olduğundan iyice galeyana geldi. Bir de Manue!
Kantakuzen kendi hesabına bu İki kardeşin aleyhine kıyam etti. Üstelik de
Arnavud sergerdelerinden «Topal Petro», Fatih Hazretleri tarafından taleb
edilen oniki bin altını kendisinin ödöyeceğini iddia ederek kıyama kalktı.
Artık işler çorbaya dönmüştü. Korent Muhafızı Hasan Bey; durumu Hazreti
Padişahın otağına bildirdi.
Sultan Fatih
Hazretleri; işi ehline vermeyi hem Cenabı Hakk'm kitab-ı Muhkemindeki âyeti
kerime ve bu yüce emri uygulamaktan bir an bile ayrılmayan ced'inden tevarüs
eylemişti. Mora işinin ehli de Turhan bey idi. Turhan Bey'în yanına verdiği
bir müfreze ile daha evvel yapılmış Mora seferlerinin bu usta emektarını Mora'ya
gönderdi. O havalide herkes Turhan Bey'in namını bilir, sevgiyle karışık bir
korkuyla kendisine tâbi olurlardı. Ve nitekim ileri gelenler Turhan Bey'i
hemen karşıladılar. Turhan Bey.,, kendilerini hüsnü kabul ile karşılamakla
beraber babacan bir tavırla azarladı. Adaletsizlikle memleketin idare
olunamayacağını anlattı. İslâm'ın muvaffakiyetinin iyilere mükâfat, kötülere
ceza vermekte kusursuz ve adil olmaktan geldiğini izah etti. kendilerini
düzeltmezlerse Hazreti Padişahın memleketlerini işgal edeceğini bildirdi.
Turhan Bey, Dimitri
ile Tomas'ın hükümetlerini tasdik etti. Onlara asî olanları da cezalandırdı.
Böylece dış görünüşte sükûnet temin olundu. Fakat Tomas İstanbul'un
müslüman-ların eline geçmesi yüzünden yok olan Doğu Roma kayserli-ğini yeniden
kurmak ve bu unvanla anılmak sevdası iie yanıp tutuşuyordu. Bu hülyalarını
gerçekleştirmek için ise durmadan fitne ve fesadlar karışıyordu. Tomas
vahşetini arttırmış, yanına davet ettiği akrabalarını çocukları ile beraber
hapse atarak onları açlıktan öldürdü. Ahaya Prensinin damadının gözlerini
oyup, kulak ve burnunu kestirip ayak ve kollarını kırdırdı.
Lâkin bu sırada
istimdad feryadları da dergâhı Padişahıye varmıştı. İşte Hiristiyan batı'mn
insanı buydu. Bunların zulmüne, birbirlerine yaptıkları haince, canavarca
işkencelere Allah adına, insaniyet namıma son vermek müslümanlara düşüyordu.
Hey batıl ve vahşî Avrupa; sen nasıl bir mantığa sahipsin ki, senin dindaşına
ve ırkdaşına adalet ve insanca hayat yaşamayı getiren müslümanlara «Barbar Türkler»
dersin.
Hazreti Fatih, Mora'ya
yürürken ilk feth ettiği kale Tarsus kal'ası idi. Buranın muhafızları savaşa
lüzum kalmadan teslim olduklarından kendileri eman ile mükâfatlandılar. Lâkin
ertesi gün bir iç darbeye teşebbüs ettiklerinde derdest yakalanıp elleri,
ayaklan güzel bir sopadan geçirilip hurdahaş olundular. Bunun üzerine küffâr bu
kale'nin ismini değiştirip Tokmak Hisarı koydular. Akıllarınca dayaktan
geçirilen ihanet ehli kale muhafızlarına yapılan sanki işkenceymiş de bu isim
ebediyyen bu barbarlığı haykıracakmiş! İşte bu Avrupalı böyledir. Hem sandalı
sallar hem de fırtına var diye feryad eder. Hicrî 862/Milâdî 1458 yılını
gösteren tarih, Mora'nın tamamı ve Yunanistan'ın büyük bir bölümünün Osmanlı
hu-dudlarına dahil ve sancak beylerine taksim olunmasına şahit oluyordu.
Adaların fethine
Edirne'nin yegâne iskelesi olan Aynos iskelesini almakla başlandı. Arkasından
Limni, Midili donanmayı hümayhuna boyun eğmişti. Rodos iyice sıkıştırılmış ve
İstanköye asker çıkarılmıştı. Arkasından İmroz, Taşoz feth olunmuş idi. Bu
suretle Rumeli sahilindeki adalar zapt olunmuş oldu. Bu sırada Midilli adası
halkının büyük bir bölümü İstanbul'a nakil olundu.
Sadaretten azledilen
Mahmud Paşa kaptanı deryalığa getirilmiş, bu zat tenzili makama rağmen
hizmetten fütur getirmemiş, tayin buyrulduğu vazifede büyük muvaffakiyetler
göstermiş, donanmayı bir güzel İslah edip intizama koymuş, yıllanmış Venedik
savaş gemilerini bucak bucak kaçmaya mecbur bırakmıştı. Bu arada da Akdeniz'in
en mühim adalarından olan Girid Kıbrıs'tan sonra gelen Eğriboz adasını feth
eylemişti.
Çanakkale Boğazının
tahkimatını yapmaya karar veren Hazreti Fatih, derhal işe girişti. Rumeli
sahilinde seddülbahir, Anadolu sahilinde ise Çanakkale istihkamları yapıldı.
Her iki tarafa da otuzar adet büyük toplar yerleştirildi.
İstanbul'un deniz
tarafındaki surları da sağlamlaştırıiıp top-lada donatıldı. Bu arada Kadırga
limanı da temiz ve intizamlı bir liman haline getirildi. Bu arada Hazreti Fatih
dünya siyasetine yüksek vukufunun en önemli delillerinden biri sayıla bilecek
olan şu manevrayı yaptı. Midilli adasında Floransa'îı-lara bir imtiyaz
tanıyarak onları Venedik ve ehli salib kışkırtıcısı Papa'nın gizli
toplantılarından haberler getirmekle kullandı. Bu arada da Arnavutluk Beyi,
İskender Bey gailesine son vermek zamanı geldiğine karar verdi.
İskender Bey, Venedik
himayesine girmiş bütün Arnavutluk sahilini Venediklilere müstemleke gibi
vermişti.
Venedikliler İşkodrayı
bile kendi şehirleri gibi kullanıyorlardı. Buna mukabil İskender Bey, İslâm
mücahidlerine karşı yaptığı savaşlarda bunlardan yardım alıyordu. Sultan Fatih'in
gönderdiği müfrezeler bunları ovalarda yaptıkları savaşlarda yeniyor buna
mukabil İskender Bey kuvvetleri dağlara çekilip mücahidleri üzerine çekince
galibiyet onda kalıyordu. Bu savaşlardan birinde İskender'in kardeşlerinin
oğullarından biri esir edilmişti. Bu adamın ismi Hamza Bey'cii. Kendisine bir
miktar asker verildiği takdirde bu işin sonunu getireceğini söylüyordu. Yanına
bir miktar kuvvet verildiyse de bir netice almak mümkün olmadı. Ancak bu
savaşlardan birinde İskender Bey çok büyük bir bozguna uğradı. Ordusunun en
cengâver askerinden beşbin kadarı bu savaşta can vermiş, o yetmiyormuş gibi en
kıymetli arkadaşlarından Müzahi telef olmuş, üstelik de Debreli Musa adlı bir
sergerde de Sultan Fatih tarafına iltica etti. Bu sırada Hazreti Fatih başka
işlerle meşgul olunduğu için İskender Bey'e Şimal (Kuzey) Arnavutluk sancağı
verilerek bu sancak beyliği İskender Bey'e tevdi edilerek bir mütareke
yapılmıştı. Bu mütarekenin şartlarından biri İskender Beyin oğullarından birini
dergâhı Hümayuna göndermesi idi. İskender Bey bunu açıkça red etmemiş oğlunun
küçük olduğunu ileri sürmüştü. Sultan Hazretleri de bu mütarekeyi bozmak
istemediğinden üzerine varılmadı. Çünkü siyasal durum büyük bir harbin
alâmetlerini hissetirmeğe başlamıştı, Hicrî 864/Milâdî 1460.
Bu mütareke üç yıl
kadar devam etti. ne var ki, üç sene geçtikten yâni Hicrî 867/Mİlâdî 1463
yılında Papa İkinci Pius bir ehli salip ordusu tertib etti. Bu ehli salip
kuvvetlerine İskender Bey'i de katmak için, Draç Piskoposu Ancelo'yu vazifelendirdi.
Bu cerbezeli adam başlangıçta İskender Bey'i kandırmağa muvaffak olamadı.
İskender Bey, ben, ahde imza koymuşum, besa demişim, diye teklifi geri
çevirebiliyordu. Lâkin Ancelo, bir dinsize karşı (hâşâ) verilen sözün hükmü
yoktur, diyerek İskender Bey'i kandırmaya muvaffak oldu. Rahip Anceio bu
muvaffakiyeti yüzünden kardinalliğe terfi ettirilirken, Osmanlının başına yine
püsküllü belâ olarak İskender Bey savaş alanlarına yürümüştü.
Önce Şeremet Bey,
sonra da Balaban Bey'in müfrezeleri ile yaptığı savaşlarda kâh mağlûb, kâh
galib oluyordu. Ne var ki, bir sürü zarar verdiği meydanda idi. Bunun üzerine
Hazreti Fatih bizzat kendisi bunun üzerine yürüdü. Fakat İskender Bey, dağlara
kaçtı. Arazinin verdiği avatajlardan istifade ederek Sultan Hazretlerini çok
uğraştırdı. Şunu hemen ilâve etmek icab ediyor ki, basınımızda Gazete oiarak
şöhretini yapan bir gazete çıkardığı Binbir Temel adlı seri kitaplarda Acem
kılıcı gibi iki taraflı bir kesme yaparak bazen fevkalâde güzel eserlerin gün
yüzüne çıkmasını temin ederken bazen de son derece mide bulandırıcı kitaplar
da yayınlamaktadır. İşte bu mide bulandırıcı kitapların başında Türk Dostu
diye tanıtılan La Martin tarihidir. Yedi kitap halinde çıkartılan bu kitap, bu
İslâm milleti içine bir sürü nifak tohumu atan bir kitaptır. İşte bu kitapta
Hazreti Fatih gibi bir zâtın karşısında İskender Bey bir dev gibi gösterilir.
Ve İskender Bey'in Hazreti Fatih tarafından hiç mağlûp edilemediğini ileri
sürer. Şüphesiz kesin galibiyet için iki taraf kuvvetlerinin birbirleriyle bir
meydanda kat'i bir netice için çarpışması icab eder. Devamlı kaçan bir taraf,
kovalayan tarafa galib gibi gösterilmek istenirse buna bitaraf tarihçilik, yok
Türk dostu gibi lâkablar verilmez. Haçlı ruhunu içinde muhafaza eden ve
kusmuğunu kibar sözler ve hareketlerle üzerimize avuç avuç b... atar gibi
tarafgir ve İslâm düşmanı olarak vasıflandınlabilir. Bu La'martin tarihini
okuyanlar bilsinler ki, Osmanlı Tarihini bu adamdan öğrenmeye kalkmak, Dini
İslâmı müsteşriklerden öğrenmek kadar batıl ve tehlikelidir. Bu mülâhazamıza
bir misalle son vermek istiyoruz. Günümüzün İslamcı gençliğinin yapısında bir
yeri olan bir yazar, kendisine sataşan bir gazeteciye neden cevap vermediğini
soranlara, bir rovelver patladı diye kırkikilik top ateşlenmez, diye nefis bir
cevap vermiştir. İşte bu olay da, Sultan Fatih bir Cihan Fatihi; İskender Bey
İse bir dağ birliğini komutanıdır. Mukayese olunmaz mukayese yanlıştır.
Bahtsızlıktır. Maksatlıdır. Biz gene mevzumuza dönelim. %
Bu uğraşmalardan bıkan
Sultan Fatih, İskender Bey'in etrafını çevirtip dıştan gelen yardımları
kesmeğe muvaffak olduktan sonra ordusunun büyük bir kısmı ile çekildi. Zaten
az sonra da İskender altmışüç yaşında Venediklilere ait olan Leş şehrinde öldü.
İskender Bey'in
ölümünden sonra Arnavutluk seve seve Osmanlıya tâbi oldu. Ne var ki İşkodre.
daha evvel yazdığınız gibi
adeta Venedik tasarrufunda idi. Hadim Süleyman Paşa kuvvetleriyle burayı
muhasara etti. Harp sanayimizin kendimize ait oluşunun faydalarını dile
getiren bu kuşatmada toplar İşkodra kalesinin önünde o kalenin icabatına göre
döküldü. Ve topa tutuldu, açılan gedikten İslâm mücahidleri daldı-larsa da
şehri ele geçirecek bir kuvvetle giremediklerinden bir müddet göğüs göğüse
çarpışıp geri çekildiler. Kalenin mukavemete imkânı kamamış, ikinci bir hamleyi
karşılamaya hâli yokken bu sırada Hadim Süleyman Paşa'ya gelen bir emir
muhasaranın derhal kaldırılmasını icab ettirmişti. .Buğdan Bey'i isyan
etmişti. Bunun te'dip edilmesi gelen emirde yazılıydı. Demek ki vakti saati
gelmemiş olan fetih; vaktini bekliyecekti. Hicrî 880//Milâdî 1475. Nevar ki üç
sene sonra Hazreti Padişah bizzat ordusunun başında olduğu halde Ve-nedik'i
sulha razı ettiğinden fetih gerçekleşecekti.
Hadim Süleyman Paşa
gelen emir üzerine İşkodra muhasarasını kaldırmış ve Boğdan üzerine yürümüştü.
Tuna'dan Eflâk yakasına geçtiler. Ne var ki yorgun ve hastalıkara tutulmuş
ordu, yollarda birtakım yağma ve çapul hareketlerine başladılar. Boğdan hâkimi
bu haberi aldığından birliklerini muntazam bir hale koydu. Dağılma durumuna
düşmüş olan İslâm Ordusu bu muntazam birlikler tarafından tutulduğu yerde imha
edildi. Maalesef pek çok şehid verildi. Hadim Süleyman Paşa dahi kendisini zor
kurtardı. Bu haberi alan Yüce Padişah ordusunu o tarafa çevirdi. Bir ormanın
içinde istihkâm kurmuş olan Boğdanlılann üzerlerine açtığı kesif top ateşinden
ürken Yeniçeriler, düşmanın üzerine yürümeyince, savaş alanlarının bu kahraman
Sultanı eline aldığı kalkanı ile tedbirin almış, Cenabı Mevlâ'nın koruyuculuğu
sayesinde bizzat düşmana hücuma geçince, Kapıkulu askeri ve daha
sonra Yeniçeriler gayrete gelerek o
ormanı Boğdanlıya mezar ettiler. Yiğitler can verdiler, cennete alındılar,
gaziler can aldılar, şan verdiler. Yüce İslâm askeri ve onun dahi Sultanı
Hazreti Fatih zafernâmesine bir sayfa daha ekledi.
Rumeli ve Avrupa'daki
meseleleri hâl eden Yüce Padişah, Akıncılarına, Avrupa ovalarını işaret etmiş,
atlarının nallar: ile buralarının tozunu, naraları ile kulakların tozlarını,
gürz ve kılıçları ile vücudlarını ortadan kaldırıcakları yerleri hedef olarak
göstermiş ve zaferlere âşinâ gözlerini Anadoluya çe virmişti.
Trabzon, İstanbul'un
fethinden sonra bir Kayser'lik hüviyetine bürünmüş Rumların kıblegâhı ve
yeniden can bulma ümitlerine bir istinat olma hâline gelmişti. Arada İsfendiyar
Beyliği toprakları uzanıyor, Karadeniz Ereğlisi ve Amasra limanları
Cenevizlilerin adeta nüfuzu dairesinde bulunuyordu.
Bu iş böyle başıboş
bırakılırsa Anadolu'nun yeniden kaynamağa başlaması işten bile değildi. Mısır
Sultanına, Hacca giden yolların menzillerindeki su sarnıçlarını yaptırması için
haber gönderen ve bu sarnıçların yapılmasında kullanılacak maddî yardımı da
beraberinde göndermekle suih içinde meseleleri hâl etmeyi gaye edinmiş bir
Padişahı Cihan elbette hüküm ferman olduğu ülkesinde bir dinamit fıçısı
barındırmak istemezdi. O fıçıyı yok etmek ve o fıçıyı meydana getirmeye
çalışan elleri kırmak, mel'un baş'larını koparmak şüphesiz vazifesiydi.
Sadrazam Mahmud Paşa,
ilkbahar mevsiminde Amasra önüne gitti ve o sırada da Hazreti Padişah, Bursa
üzerinden yola çıkmıştı. İlk muvaffakiyet Amasra'da elde edildi. Amasra; Cihan
devletinin şanlı ordusunu ve donanmasını karşısında görünce derhal teslim
oldu. Peşinden Sinob'u da feth eden Sultan; Amasra, Sivas tarikiyle (yoluyla)
Erzincan'a oradan da Erzurum yoluna düşünce asıl maksad anlaşıldı. «Maksat
anlaşıldı» sözü üzerine çok kısa hatırlatma yapılım. Hz. Fatih seferi nereye
murad ettiğini hiç bir zaman söylemezdi. Ancak yapılan hazırlıkların azlığı ve
çokluğu buna bir ölçü teşkil edebilirse de bu da kesin bir tahmini icab ettirmezdi.
İşte bu Yüce Sultan sırrın esrarını muhafazaya sıkı sıkıya bağlı bir zât idi.
Evet maksat Cizun Hasan'dı. Uzun Ha-san'ın bir darbe alması icab ediyordu.
Akkoyunlu devletinden
ve Uzun Hasan denilen bu zattan 3İr nebze olsun malûmat verelim. Timurlenk'in
ölümünden sonra birbirine düşen oğullarının kavgaları, Akkoyunlu aşireti =xniri
Uzun Hasan'a bir deviet tesis etmesine fırsat vermişti. 3u devletin hududu
epeyi de geniş ve yekpare idi. Yâni dev-etinin içinde başka bir ükenin toprağı
yoktu. Ham hayali, Ti-murlenk'in kurduğu bir devlet gibi büyük topraklara sahip
bir jlke tasarlamaktı. Yüzbinlerce askerî havî, bir ordusu vardı.
Uzun Hasan, bir sene
önce Hazreti Fatih'in huzuruna gönderdiği bir elçiye, Devleti Osmaniyye'nin tâ
Çelebi Sultan viehmed zamanından başlayan her sene hediye gönderilerek devamı
temin edilecek dostluğun nişanesi olan bu hediyele-in gönderilmediğini bu
zamana kadar geçen vakit zarfında tunların yekûn olarak ödenmesini talep
etmişti.
Yüce Sultan Mehmed Fatih
Han bu talebe karşı bütün ciddiyet ve nezâketini muhafaza ederek şu ince ve
tarihi cevabı verdi: «Sizi bana gönderen üzün Hasan Bey'e selâmlarımı
götürünüz. Talep ettiği şeyleri vermek üzere geiecek sene bizzat kendim
geleceğim, o vakit görüşüp, konuşabiliriz.»
Bazı tarihçiler bu
cevabı veren Hazreti Fatih'i, derhal Yıldı-ım Bayezid cennemekânın, Timurlenk'e
verdiği cevab
mukayese ederek Fatih Hazretlerini takdir
edip, Bayezid Hazretlerini sert mektuplarından dolayı kötülemeğe çalışırlar. Bu
İslâm milletinin evlâdları çok iyi bilirler ki hal ve keyfiyet her zaman aynı
olmaz. İnsanların meziyetleri de bir presten çıkma imalât gibi tıpa tıp olmaz.
Uzun Hasan, Koyunlu
Hisarını nüfuzu Osmanlı hududu dahilinde olmasına rağmen gaflete düşerek zorla
ele geçirdi. Bunun üzerine bir Osmanlı müfrezesi, Gedik Ahmed Paşa kumandasında
Koyunlu Hisar'a gönderildi. Bu müfreze Koyunlu Hisar'ı muhasara altına aldığı
gibi etraftaki yerleri de şöyle bir bastı. Uzun Hasan yardım kuvvetleri
gönderdi. Gedik Ahmed Paşa ve mücahidleri gelen bu orduyu da perişan ettiler.
Uzun Hasan bu mağlûbiyetten ürkdü ve validesi Sara Hatunu ve ulemadan Şeyh
Hüseyin nam bir zatı elçi tayin edip Hazreti Fatih'in otağına gönderdi. Sulh
talebinde bulundu.
Sultan Fatih gelen
heyeti ve Uzun Hasan'ın validesi Sara Hatunu «Validem» diyerek hürmetle
kaşıladı. Ve kendisine Trabzon'a yapacağı seferde Uzun Hasan bîtaraf kalırsa
ona ilişmeyeceğini söyledi. Uzun Hasan buna evet dedi. Ancak Hazreti Fatih Sara
Hatunu salmadı, en derin hürmet ve sevgi ile otağı hümayununda ağırladı ve
Trabzon önlerine kadar götürdü. Sara Hatun, her münasebet düştükçe Hazreti
Fatih'i Trabzon'a gitmekten caydırmaya çalıştı. Sarp dağlardan geçerken
atlardan inip bir hayli yaya yürümek zorunda kalınıyordu. Bu zahmetleri
müşarıide eden Sara Hatun: «Oğul, muazzez vücudunun bunca zahmetlere maruz
bırakmasına nice Trabzonlar bile bedel değildir, deyince Yüce Padişah şu
akıllar durduran manevî sırlan havi cevabı verdi: «Kılıcı cihadı fîsebiliHâh
için kuşanmışım, eğer vazifemi yapmazsam ve gazi olmayacak olursam yarın ne
yüzle huzuru Hak'ka çıkabilirim.»
Trabzon önlerine
gelmiş olan Sadrazam Mahmud Paşa kumandasındaki donanmayı Hümayun, zaferler
sultanını bekliyordu. Hz. Fatih, Trabzon önüne gelince bir elçilik heyeti
ter-tib edip Kayser David'e şu teklifi bildirdi: «Eğer mukavemet etmeden şehri
teslime edersen burdaki gelirin kadar sana irad verilip Rumeli'de «Siroz»
şehrinde çoluk çocuğun ile yaşarsın. Yok mukavemet edersen mutlaka çok ağır
cezaya müstehak olursun» dedi.
Kayser David, bu
teklifi uygun buldu. Eşi, çocukları ve bendegânmi yanına alarak deniz yolu ile
gösterilen yer hareket etti. Trabzon'un fethinden dolayı bir çok ganimet Sara
Hatuna takdim olunup selâmlar söylenerek üzün Hasan'a gönderildi.
Anadolu pürüzleri hâl
edilmiş, şimdi yalnız Karaman Beyliği tek pürüz olarak ortada kendini
gösteriyordu.
Karaman Bey'i İbrahim
Bey, Osmanlı Devletinin kuvvetiyle aşık atamayacağını anladığından açık
şekilde husumet göstermiyordu. Buna mukabil bir yandan Gzun Hasan Bey'le, diğer
taraftan Papalık ve Almanya İmparatorlukları ile gizli münasebetler içinde idi.
Yalnız şu vardır ki; Avrupa'nın Osmanlı Devleti ile uğraşacak hâl ve durumu
mevcut değildi. Lâkin bu münasebetler Hazreti Fatih'in et kulağına ulaşmadı.
Karamanzâdelerin
an'anevî Osmanlı'ya karşı olan husumeti babadan oğula tevarüs ediyordu.
İbrahim Beyin yedi tane oğlu vardı. Bu aile ana tarafından Osmanlı'ya akraba
oluyorlardı. Karamanlılar, Sultan Fatih Hazretlerinin halazadeleri idiler.
İşte bu yedi oğuldan altısı Yüce Padişahın halasından dünyaya gelmişlerdi. Bir
tanesi ise İbrahim beyin cariyesinden olma idi. Altı oğlunun Osmanlı'ya
meyilli olabileceğini hesab
eden İbrahim Bey cariyeden doğan oğlu İshak Beyi kendisine vâris tayin etti.
Ana tarafından Osmanlı olan altı oğlunu mirasdan mahrum etti.
Beyzadeler bu karara
son derece müteessir olarak İsyan bayrağını açtılar. İbrahim Beyi Konya'dan
uzaklaştırdılar. Bunun üzüntüsü ile vefat eden İbrahim Beyden sonra çocukları
miras kavgasına devam ettiler. Bunlardan Pîr Ahmed Bey Konya'da Karaman tahtına
culüs eyledi. İshak Bey bu durum karşısında üzün Hasan'a başvurdu. Gzun Hasan
kuvvetleriyle Konya'ya yürüdü ve Pîr Ahmed, Sultan Fatih Hazretlerine iltica
etti. İshak Bey hükümetini kurdu. Ne var ki üzün Hasan'ın askerleri Konya'da
yaptıkları zulüm ve şenaatle halkın sadece düşmanlığını kazanabildiler ve hepsi
Pîr Ahmed Bey tarafını tutmayı kararlaştırdılar.
İshak Bey hükümetinin
tanınması için Hazreti Padişaha hey'et gönderdi, padişah, Hazreti Yıldırım
Bayezid zamanındaki Çarşamba suyunu hudud kabul ederse hükümetini tas dik
ederim, diye cevap gönderdi. Lâkin İshak Bey bu mukabil cevabı kabul etmeyince
Hazreti Fatih, Anadolu muhafızı Hamza Bey'e Pîr Ahmed Bey'in tahtına
oturtulması için emir verdi. Hamza Bey ve Pîr Ahmed Bey Konya üzerine yürüdüler.
Ermenek civarında İshak Bey'le karşılaştılar. Meydana gelen savaşta İshak Bey
fecî bir mağlûbiyete uğradı ve soluğunu Üzün Hasan Bey'in yanına iltica edince
rahatça alabildi. Silifke kalesi, İshak Beyin hanımı ve onun küçük olan çocuğu
eline kaldı. Tahta geçen Pîr Ahmed Bey Saklanhisar, Ilgın kalesi ve Akşehir'i
bir hediye olarak Devleti Aliyei Os-maniyyeye takdim ettiler. Hicrî 868/Milâdî
1464.
Lâkin bu çözüm Sultan
Fatihi tatmin etmemiş, Karaman'ı mutlaka Osmanlı sancağı altına alması İcab
ettiğini ciddi ciddi düşündürmeye başlamıştı. Ne var ki Pîr Ahmed Bey yine
baba tarafına çeker huyunu gösterdiği, dün öpmek için
kapandığı eli bugün yavaş yavaş ısırmaya
başladı. Bunun üzerine Karaman'a Seferi Hümayun tertib olundu. Sadrazam Mahmud
Paşa, Pır Ahmed'i Konya'dan çıkardı. En sonunda Lârende civarında yapılan
şiddetli bir savaşta Pîr Ahmed hezimete uğradı. Karaman Sancağı adı verildi ve
büyük Şehzade Mustafa Sultan a verildi. Hicrî 872/Miiâdî 1468. Şehzadenin
Lalası sıfatıyla Gedik Ahmed Paşa idareyi ele aldı.
Uzun Hasan'ın hemen
üzerine gidilmesini düşünen Yüce Fatih sadrazamlığa yeniden Mahmud Paşa'yı
tayin etmişti. Mahmud Paşa, durumu görüyor, Yıldırım Bayezid Hz.ierinin başına
gelen Ankara Savaşı mağlûbiyeti daima önünde örnek vazifesi ifa ediyordu.
Sultan Fatih derhal
orduyu hümayunu harekete geçirip gururundan ne yapacağını şaşıran, bir İslâm
devleti olan Osmanlı'ya karşı, Papa ve Hıristiyan devletlerle anlaşma zemini
arayan bu adama ki, daha evvel annesi Sara Hatunla selâmlar dahi göndermişti.
Şimdi ona hemen haddini bildirmek istiyordu.
Anadolu Beylerbeyi
Davut Paşa, Anadolu askerini yanına bir miktar Rumeli hafif süvari askerinden
alarak Sultanın emriyle Konya'da bulunan ve Üzün Hasan'ın her an taarruzuna
uğraması muhtemel Şehzade Mustafa Sultan ve onun lalası Gedik Ahmed Paşa'nın
yardımına gönderildi.
Hakikaten Clzun Hasan
da bir ordu tertib ederek başlarına oğlu Yusuf ve Zeynel mirzaların yanına asıl
kumandan olarak Mehmed Bakır Mirza tayin olunmuştu. Karamanzâde Pir Ahmed Bey
ve Kasım bey de bu orduda yer almışlardı.
Şehzade Mustafa
Sultan, bunları kemali metanetle karşıladı. Sultan Fatih Hazretlerinin
gönderdiği kuvvette yetişmiş olduğundan bu metanet daha da ziyadeleşmişti. Kıreli gölü civarında
büyük bir savaş oldu. Osmanlı ordusu savaşı kazandı. Mehmed Bakır Mirza dahi
ölüler arasındaydı. Kara-manzâdeler ise firara muvaffak oldular. Hicrî
877/Milâdî 1473
Bu savaştan sonra
orduyu hümayun bir nefes almış oldu. Şark hududuna doğru tam bir emniyet içinde
yürümeğe başladı. Rumeli askeri Gelibolu Boğazından geçerek Yenişehir'de
toplandılar. Resmî geçid yaparak ahaliyi İslâmiyyenin moralini takviye etme
başarısını gösterdiler. Ve tekrar yürüyüşe devam ettiler. Şehzade Mustafa
Sultan ve Şehzade Bayezid Hazretleri de şanlı askerleriyle birlikte orduyu
hümayuna iltihak ettiler. Sivas'a gelince burada bir müddet dinlenip,
eksiklikler tamamlandı. Bu arada Rumeli Beylerbeyliğine tayin olunmuş bulunan
Murad Paşa, seyyar bir müfreze ile önden Erzincan'a doğru gönderildi.
Üzün Hasan'a gelince
Fırat kenarında sağlam bir mevki tutmuştu. Sadrazam Mahmud Paşa ve Mihaioğlu
Ali Bey'in tembihlerine rağmen Has Murad Paşa, üzün Hasan kuvvetlerine hücum
etti fakat bu bir taktik hatasıydı ki, maalesef bu hatanın neticesi başta
Rumeli Beylerbeyi Has Murad Paşa olduğu halde bu seyyar müfrezenin mücahidleri
şehadet şerbetini içtiler. Bazı tarihlerde bu Has Murad Paşa'nın Bizans'ta
ihtida edenlerden olduğunu söyleyen satırlara rastlanmaktadır. Bu hücumun
yapılmaması icab ettiğini söyleyen bu tarihler askeri ile beraber şehyd düşen
bu paşayı istihfamla anar bir duruma getirmiş olduklarının farkında
olmalıdırlar. Biz şeriatı İslâmiye mertebesinde bu meseleye düşmanla savaşarak
şehadet şerbetini içmiş bu askerlerin başlarında kumandanlar Has Murad Paşa
olarak bir şehidler zümresi sayıp kendilerine Allahtan rahmet dilemeyi lüzumlu
görürüz. Niy-yetleri ancak âlemlerin Rabbi bilir, üzün Hasan bu ön savaşta,
Meşhur Turhanzâde Ömer bey ve bazı ileri gelen süvari
birlik komutanlarını
huzurunda esir olarak görünce şu ham hayalini dile getirdi. «Bu seyyar müfreze
Rumeli süvarisidir. Bu süvariler Osmanoğlu ordusunun bel kemiğidir. Ben bu
kemiği kırdım. Osmanoğlunun artık bana mukavemete mecali kalmamıştır. Bundan
böyle Rumeli saltanatı, ile devleti Kayseriyye artık benim olacaktır.» dedi.
Sultan Fatih
Hazretleri' yukarıda kısaca tafsilâtını ve'rdiği-miz olaya rağmen orduyu
hümayunu üzün Hasan'ın üzerine yürütmekten vaz geçmedi. Uzun Hasan ise Baysurt
civarına ricat etmiş ise de savaş mukadderdi. Çünkü ayağı zaferlerle kutlu
Padişah avını mutlak yakalamağa, boyundan büyük işler yapmağa kalkışan üzün
Hasan'ın beyni bâlâsına gürz misali yumruğunu vurmayı kararlaştırmıştı.
Şimdiye kadar o sultanlar sultanının karar verdiği şeyi yerine getirmediğine
şahid olunmamıştı. Ve yine karar sahibi devietlü kararını infaz edecek idi...
Nihayet iki ordu
Tercan civarında Otlukbeli'nde karşı karşıya geldiler. Çok şiddetli bir savaş
neticesinde zafer gül yüzünü Osmanlı'ya gösterdi. Bu muharebede Şehzade
Mustafa Sultan ve şehzade Bayazıd Sultan büyük kahramanlıklar gösterdiler. Uzun
Hasan ordusunun Osmanlı ordusu karşısında tutunamayacağını anlayınca her şeyi
yüzüstü bırakıp firar yolunu seçti.
Yüce padişah onu
kovalamıya lüzum görmedi. Çünkü netice çok kesin olarak meydana çıkmıştı.
Sultan Hazretleri bu zafere şükür ettikten sonra buna bir cemile olmak üzere ne
kadar kendine hediye edilmiş köle varsa hepsini azad eyledi. Tarihçi Solakzade
bu sayının kırkbin kişiyi bulduğunu kaydeder.
Hazreti Fatih, Hicrî
878/Milâdî 1473 senesi sonunda Ot-lukbelinde üzün Hasan gailesine son verirken
aynı zamanda Avrupa ile savaşıyordu. Avrupa, üzün Hasan'a bel bağlamış onun
muvaffak olması halinde, Timurlenk'in kendilerine yet-mişbir yıl evvel temin
ettiği avantajı yeniden kazanacaklarını sanıyorlar idi. Halbuki işleri yine
yanlış tutmuşlardı. Çünkü ne Üzün Hasan bir Timurlenk'ti ne de orduyu hümayun,
cen-netmekân Bayazıd Yıldırım Hazretlerinin uğradığı ihanetle yaralanacak bir
orduydu. O yetmiyormuş gibi bir de seyrü-süluk deryasında, Şeyhi Akşemseddin
Hazretlerinin irşad ve mânevi terbiyesiyle Kutbul Evliya makamında bir Sultan
karşısındaydılar. Münkir Avrupalı ne bilsin ki Allah'tan başka istinatgah
yoktur. Söz buraya gelmiş iken buna misal olmak üzere İkinci Halife Hz. Ömer'in
bir kıssasını nakledelim.
İki Cihan Serveri
Efendimiz Hazretleri (S.A.V.)'den sonra, tarihlerin kaydettiği en büyük
kumandan Halid İbni Velid'dir. Bu savaşların büyük taktisyeni, meydanların
yegane aslanı, vefatında vücudu pâk'ine bakıldığında yara almamış hiç bir yeri
kalmayan bu büyük sahabi İslâm ordusunun bir istinâtgahı haline gelmişti.
Mücahidini İslâm hangi savaşa giderse gitsin:
— «Başımızda Halid bin
Velid varken mesele yoktur.»
demeğe başlarlar. Bu
artık bir terane haline gelmiş her mücahid bunu söylemeğe başlamıştı. Bu durumu
gören Hz. Ömer derhal gönderdiği bir emirle Halid bin Velidİ kumandanlıktan almış
ve bir köle azadlısını kumandan tayin buyurmuşlardı. O koca sahâbi büyük
kumandan Halid İbni Veiid derhai emre itaat ederek makamını yeni tayin edilen
kumandana bıraktığı gibi bir İslâm neferi olarak savaşa katılmıştı.
Okurlarımız lütfen
buraya çok dikkat buyursunlar. Bu tâyinden sonra mü'minlerin emiri sordurmuş
asakiri mücihidin bu tayine ne diyorlar? Cevap şu:
— İşimiz Allah'a kaldı
Diyorlar.
Hz. Ömer:
— Hah işte şimdi
tamam, çünkü mü'minin bütün işi Allah-ladır. Onun yardımıyladır.
İşte Avrupalı, Allah
(C.C.)'un yardımı üzerinde olan bir Velî Padişahın ve onun mücahidlerinin
zaferle müjdelenmiş olduğunu ne bilsin, üzün Hasan'ı mağlûp ve münhezim bir
halde harp meydanından kaçıran Fatih Hazretleri orada yalnız üzün Hasan'ı
yenmiş değil, Hıristiyan taassubunu da parça parça etmişti.
İşte Hicri 886/Milâdî
1480 yılına gelindiğinde Osmanlı akıncıları Avsturya önlerinde, İtalya
ovalarında. Venedik limanlarında, Kırım adalarında Livayı hamd sancağını şan
ve şerefle dolaştırmışlar ve Avrupayi toptan bir mağlûbiyyete, her birini teker
teker mağlûb ederek duçar etmişlerdi.
Şair Yahya Kemâl bey
asırlar sonra şöyle sesleniyordu: «Pür Velvele çıktı Gedik Ahmed Paşa
Otrantoya...
İşt Hz. Fatih
kırkdokuz senelik bir ömre böyle büyük olaylar sığdırmıştır ki bir mü'min bunu
mutlaka Cenabı Allah'ın zafer ve nusret vaad eden vaadinde ve esbaba tevessül
etmede olduğunu düşünmek ve kabu! etmekle mükelleftir. Mü'min'in dışındakinin
ne düşündüğü mü'mini alâkadar etmez.
«Sakalımın bir teli
seferi ne tarafa yapacağımı bilse, onu yerinden koparır atarım» diyen bu büyük
Velî Sultan Fatih, şehidlik mertebesine bir dönmeyen dönme olan Jakop (Yakup
Paşa.) tarafından azar azar verilen zehirle nail olmuş, bugünkü Gebze kazası
civarında terki can ettikte, düşmanlarının şükür ayinlerine, bayram
yapmalarına ondan kurtulmalarına sevinçten uçan bir küffar mileti öte yandan
kaldığı yerden vazifeyi götürecek bir İslâm milleti bırakmıştı. Hicrî
887/Müâdî 1481'de Hz. Fatih'in sayılı nefesini sonuncusunu verdiği günde.
Muhterem okuyucu, Hz.
Fatih'in devir ve şahsiyyetini vermeye çalıştığımız bu bölüme Şâiri Âzam
Abdülhak Hamid Tarhan'ın «Merkadi Fâtihi Ziyaret» adlı nefis şiirin metni ve
açıklamasını koyarak noktalamak istiyoruz. Cenabı Mevlâ Murad oğlu Hz. Fatih
Sultan Muhammed'e rahmet ve onun şefaatine bizleri de ilhak eylesin.
Her kuşesinde dehrin,
nâm-ı bekâ-nisârın; Şayestedİr denilse âlem seni mezarın.
Kaldın cihanda biân,
her ânın oldu bir devr; Mülki ezeldi güya tahtında hem civarın.
Sensin o padişah ki bu
ümmet-i necibe; Emsâr bahşişindir, ebhar yadigârın.
Meydân-ı harbi kıldın
san*tahtgâh-s şevket; Leşkerdi hep müsellâh etbâ-i bi- şümârın.
Sen cism idin
fenâ-Yâb, ol ruhi câvidâni; Düştün cüda sen amma. bakîdir iştiharın.
Ettin muvahhidine
mülk-i cihâdı meftûh, Sulh oldu anda câri fermân-ı feyz-bârın.
Mazi o perdei gayb
ükşade-i huzurun, Âti, o râh-ı muzlim âmâde-i güzârın.
Tevhid idi meramın
islâm ile enamı, Birleşti ol uğurda ilminle iktidarın.
Beyt-i Hudâya konmuş
câhın metâf-ı eslâf; Durmuş başında bekler, bir kavm türbedârın.
Takında müncelidir hep
beyyinât-ı mânâ, Esrâr-ı !em yezelden masnû'olan bu darın.
Bir maksada ederdi
seyf ü kalem teveccüh, Ahkâmına uyardı kânunu rüzgârın.
Şemşir kuvvetinde
hâmendi lerze-bahşâ Mu'cizdi misl-i hâme şemşir-i hud'a-kârın
Okşardi zülf-i yârı
tedbir-i âdilânen, Çarpandı fikr~i hasma takrir-i dil-şikârın.
Her şaha böyle tâli'
yar olmaz ey şehenşeh, Nâdir geyir nazîri bir böyle şehriyârın.
Bir dem ü yüzün
gülünce âlem bahar olurdu; Misl-i küsûf her-câ zahirdi İğbirarın.
Yoktur senin gurubun,
ey neyyir-i maâli, Var şu'le-i dehadan bin necm-i tâbdârın.
Bir mecma'-i siyaset
buldun ukûle çesbân, Tâbân ufuklarından eczâ-i târmârın.
Ervâh-ı mü'minindir,
encüm kadar meşail, Bâlâ-yİ türbetinden tenvir eden kenarın.
Sen muhrik-i fitendin,
ey âteş-i celâdet; Söndün nihayet amma berk oldu her şirânn.
Mehd-i vücudu oldun
bir çok nevâdirin sen, Hâkinden oldu nâbit esbabı kârzârın.
Bir yıldırımdı nîzen,
peyveste ka'r-ı hâke;
bir burc-i
Hak-nümândır, ermiş göğe menârın.
Bab-ı necatı sensin,
ey Fatih, eyleyen feth, Miftâh yaptı ancak cedd-i büzürgvânn.
Her dem sana açıktır
ebvâb-ı Arş-ı rahmet, Türbendir en azîmi feth ettiğin diyarın.
Gösterdiğin maâli
ehramdır müselsel, Kühsârlar umumen bâlin-i ihtizârın.
Perverdigâra nazır
bünyad-ı ser-bülendi, Sâfillerin elinde tâbût-i pür-vekârın.
İster idin ki olsun
düşmenle yâr yek-dil: Devrân idi rakibin, Allah idi nigârın.
Tahtın getirdi bir dem
umkıyyeti kıyhama, Eyler rükûa da'vet ulviyyeti mezarın.
Her gün ederdin ihya
bir başka cilve-i akl, Bi-hûş-i haletindi erkân-ı hûşyârın.
Hâlâ dahi ukûlun
ser-haddidir geçilmez, Seyl-i dumû' birle mahsur olan cidarın. .
Ağuş-i mâdenden hâk-i
vatan eazdir; Andan daha muazzez bir nurdur gubârın.
Sen pençe-i kazadan
bi-fark idi deminde, Zeyl-i rızâyı sarmış bâzû-yi zi medarın.
Titrerdi secdegâhın
oldukça sen cebîn-sây, Hâlâ gelir zeminden tekbir-i zâr-zânn.
Her azmin eylemişti
tefsir-i âyet-i Hak, Zahirdi nâsiyende âsârı çâr-yârın.
Seyyâre-i vatadır,
ardınca peyk-i harın, Eyler tavaf her-sû rûh-i fütûkârın.
Sen yattığın düşekte
bisterdi güle-i top Tûfân-ı hûn u âteş gülzâr-ı nev-bâhânn.
Eyler bu dem başında
leyi ü nehâr-mânend Teşkil-i nûr-i u zulmet sayen ile çenârın.
Kılmsş tulu' yerden,
gözler bu inkılâbı: Bir devrdir mücessem destâr-hun-disarın.
Kahhâr-ı müntakimden
hiç kalmadı mahâfet; Senden biz eyleriz havf, ahz et gelip de sârin.
Açdı cana cenahın
cânân-ı sermediyyet, Etti anı der-âğûş cân-ı cihan-sipânn.
Ecr-i azim-i vasfın
kaydında Hâmid ey şah Kıl bu sevabını sen afv ol günahkârın.
Mehdinde şâirâna
ilhamlar gerektir: Ta'rifi yerde bitmez Arşa çıkan kibarın.
Yukarıya aldığımız
Abdülhak Hâmid Bey'in «Merkad-i Fatihi Ziyaret» adlı şiirini muhterem
ağabeyimiz merhum Melih Yuluğ beyefendinin esrarı tasavvufa bihakkın vakıf
olması münasebetiyle şerhini istirham ettiğimizde lütfettiler biz de siz
okurlarımıza aynen sunuyoruz.
«Fatih'in Kabrini
Ziyaret diye de söylenebilir. Bu şiirin bazı beyitleri çok derin mânâlar ihtiva
ettiğinden şiirin gerek kül halinde gerekse bazı beyitlerin edebî bakımdan bir
kritik hem de şerhe tâbi tutulmasında zaruret vardır. Kanaatımızca lâfızlar
mânayı tam istiaptan âciz ve mânâ elfâz'a sığmaz durumdadır.
«her kuşesinde dehrin
nâmı beka nisann/Şayestedir denilse âlem senin mezarın»
Beytinden mânâ
derinliğine taşmış gibidir. Yeknazarda bu beyitten şu anlaşılıyor. «Ey Yüce
Fatih cihanın her köşesinde senin nâmın var, âdeta bu âlem senin mezarın
denilmekte hata yoktur. Amma bunu izah ve şerhi yapılmadan Dehrin neden dolayı
Fatih'in mezarı olduğu anlaşılmamakta, müphem kalmaktadır. Esasında Hamid Bey
şunu ifade etmek istemiştir. Dehrin ne tarafına bakılsa Fâtih'in daima baki ve
payidar olan namını görürüz. Mezarlara kitabe dikmek o mezarda medfun olanın
namını oraya te'yit içindir. Dünyanın her köşesinde Fatih'in nâmı olduğuna
göre, ona her yerde bir mezar kitabesi dikilmiş olur. Her yerde bir mezar
kitabesi dikmekte bütün âlemi bir mezar yapmaktır. İşte onun için âlem Fatih'in
mezarı denilse şayeste (lâyık) dir.
İkinci beyitten
itibaren şiire mânâ vermeğe devam edelim: Fatih cihanda bir an kaldı fakat
kaldığı zamanın her anı bir devir kadar uzunmuş gibi feyizli eserler verdi. Şu
halde o mahdut zamanı, sınırsız gayrı mahdut yaptı. Otuz küsur senelik
saltanatının mademki her anı bir devir kadar uzundur. Bu otuz sene sonsuz bir
zaman demektir. Zaman denilen mefhuma bu ezelliyeti verdiğinden anlaşılıyor ki
mekânende onun ezelliyet tahtı mülkünün yanındadır. Bir şahıs mekânen böyle
fevkalâde bir mazhariyyete nail olmasa zamanen o ezeliyyeti veremezdi.
Şiirde çok önemli mânası
şerhe muhtaç bir beyit de şöyledir:
«Mazi o perde-i gayp
ükşadei huzurun
Atî o, râhi muzlîm
amadei güzarın»
Maziki bir gayıp
perdesidir. Ne kadar sayısız insanlar ve şöhretler o perdede kaybolup gitti.
Fakat böyle yıpratıp yok eden bir mazi senin huzurunda tâzimen divan duruyor.
Atiki karanlık bir yoldur.
Kimlerin oradan geçeceğini yâni âtide kimlerin yaşayacağını, hangi şöhretlerin
atî itibariyle payidar kalacağı meçhuldür. İşte böyle olan âtî daima Fatih
oradan geçecek diye hürmetle bekleyip duruyor. Görülüyor ki Hamid, «mazi o
perdei gayb» derken nice namlı kimseleri nisya-na gömer gayıb perdesi olan
maziyi kasdetmektedir. Hamid başka bir şiirinde de «Nisyan o makteli ekâbir»
demektedir ki aynı mânadadır.
Şiirin kıymeti ne.
kadar yüce olursa olsun tasavvuf! bir anlam taşıdığı iddia olunamaz. Hatta:
«Nice karagözleri
mahvetti suret perdesi» mısraı kadar bile sofiyyane bir hikmet taşımaz. Yine
şiirin diğer beyitlerini de şerhe devam edelim. «Kılıç tedmirin kalem tedbirin
bir remzidir.» Halbuki ey Fatih sen kudretindeki azamete bak. Kalemi kılıç ve
kılıcı kalem gibi kullanmayı bildin. Kalemin bir kılıç gibi titretici idi.
Siyasetin hilelerine karşı kulandığın kılıçta icazkâr bir kalemdi. Kılıcın dost
için yârin zülfünü okşayan nüvazîş gibi âdilâne bîr lütfü tedbir olur. Fakat
düşmana gelince; kılıç ve sözün bir yıldırım kesilerek çarpar düşmanın ödünü
parçalardı.
Cihana o kadar
hâkimdin ki eğer sen gülersen cihan da güler ve cihanda kaharlar açardı. Fakat
celâdet anlarında hiddete gelmişsen, o zaman da cihan küsufa uğramış gibi
karanlık ve korku içinde kalırdı. Celâdet tarafından görününce mızrağın kaarı
hake (toprağın derinliğine) inen bir yıldırımdı. Hakkaniyyet tarafından
görününce o zamanda türbenin yanındaki camiin minarelerini sadece bir minare
değil hak ve hakikatin göklere kadar uzanmış ve başı göklere değen bir burcu
gibi görmekteyiz.
Ey Fatih; sen türbene
girmekle halik sana bütün arşı rahmetinin kapılarını açtı sen ki hayatında bu
kadar saltanat ve ülkeler fetih ettin. Fakat ölümünle de arş'ı fetih etmeği
basardın. Şu halde feth ettiğin diyarın en azametlisi kendi tür-bendir. Madem
ki, türbenle sana arş dahi meftun olur.
Şahsiyyetin de o kadar
büyük ki eğer bunu da madeten ifade etmek lâzım gelse büyük dağlar sana yastık
olurdu.
Tahtın ki yukarıdadır
fakat herkesin yalnız yüksekte zannettiği o taht o kadar derindir ki
derinliğin kendisi de ona hürmeten ayağa kalkar. Buna mukabil mezarın toprağın
içerisindedir. Herkes sanır ki mezar çukurdadır. Halbuki çukurda olan mezarın
hakikatta o kadar ulvî ve yüksek ki ulviyye-tin kendisi bile bu yüksekliğine
hürmeten eğilip rükûa varmaktadır. Bir kaza var bir de ona biİmecburiyye,
boyun eğmekten ibaret bir rıza var. Senin pençen ise o rızanın eteğini sarmış
bir kaza idi. Rıza naşı! daima kazaya mağlûp ise cihanda senin bir kaza gibi
olan gücünün karşısında rıza idi.
Sen ebediyyete erdikçe
sermediyyet kelimesi seni kucaklamak istedi. Fakat ezel ve ebedden ibaret iki
kanadını açarak seni kucaklamak isterken seni cihanları kapiayan hudutsuz
ruhun onu tuttu, kucakladı. Seni sermediyyetin Melikesi bile ihata edememiş,
sen ona muhit olmuşsun, demektir.
Bizim kaynaklarımıza
baktığımızda Sultan 2. Mehmed'in izdivacının sayısının beş olduğunu görüyoruz.
Bunun ilkini Güibahar Hatun, 2.sini Gülşah Hatun, 3.sünü Sitti Hatun. 4.sü
Çiçek Hatun ve sonuncusu yâni 5. cisi Heiene'dir. Sayın Yılmaz Oztuna; on
izdivacın Sultan Fâtih'in hayatında yer tuttuğunu anlatırken Çağatay üiuçay'ın
kitabının dipnotunda Alderson'un padişahı 17 hanımla evlendirdiğini okuyoruz ancak
sayın üluçay, bunu mübalağa olarak kabul ettiğini bildiriyor. Şimdi biz bu
iddialardan ecnebi olanınkiyie başlayalım padişahın hanımı olanlar kimlermiş!
"Turgatir'in 1450'de adı bilinmeyen kızı 1, bir Fransız kızı olan, 1453'de Fâtih'in haremine
alınan Akide Hatun 2, 1453 târihin de aldığı ve aynı sene öldürttüğü İrene 3. ,
yine aynı târih de adı bilinmeyen bir hanım 4. oluyor. 1455 senesinde aldığı
Lespos Adası hâkimi 1. Dorino'nun kızı 5., 1456'da aldığı, George Pharan-tezn
kızı Tamara 6., 1458'de aldığı Mora Despotu Demetri-usun kızı Helen 7., 1461
yılında alıp bıraktığı ve Zağanos Paşa' nın evlendiği Trabzon İmparatoru David
Komnenos'un kızı, Anna 8., 1462 yılında aldığı Lespos Adası hâkimi, 1. Do-rinonun;
2. kızı, Maria Aleksandra Komnenosun karısı iken, Trabzon'un fethinde Fâtih'in
haremine ahnmıştirki 9. olmakta, 1470'de Negro Ponta savaşında esir alınıp
hükümdarın sözlerini dinlemediğinden, öldürülen Anna onuncu birde hangi
tarİhde hareme alındığı bilinmeyen Esmahan vardır ki bu 11. olmaktadır. Zağanos
Paşanın bir kızının Sultan Fatih'le diğer bir kızının, Mahmud Paşa ile evli
olduğunu iddia eden Babinger, Zağnosun bu kızıyla Fâtihin 12.yi bulduğunu diğer
beş hanımı da bu sayıya eklersek Alderson'un 1 7 rakamı bulunmuş olur. Şimdi
biz kısıtlı olsa da Güibahar Hatun hakkında verilmiş malumatı nakille Yüce
Fâtihin değerli hanımlarını tanımaya çalışalım. Güibahar Hatun aslen
Arnavut'tur diyor, ünlü babinger, 872/1468 tarihli bir vesikada "Güibahar
Hatun bint-i Abdullah" diye geçer. Bu ifadenin mühtedi olduğu dikkat
çektiği bilinir. Osmanlı padişahının haremine 850/1446'da girdiği rivayeti
vardır. 1448'de Bayezid-i Velfyi dünya'ya getirdi. Gevher Sultanın annesi
olduğuda söylenmektedir. Güibahar sultan 898/1492'de vefat etmiş ve Fâtih
camii avlusunda ki türbesine defnolundu daha sonra kızı Gevher sultan da oraya
gömüldü ve türbesinin bakım ve lâzım gelen masrafını temin içinde Tokat ile
Bozöyük'de bazı yerleri vakfetmiştir. Gülşah Hatun ise Fâtih'in Manisa sancakbeyi
iken 1449'da haremine aldığı ifade edilmektedir. 1450'de de şehzade Mustafa'yı
dünyaya getirmiştir. Yaşarken Bursa'daki türbesini yaptırtmıştır. 892/1487'de
vefat etmiş yaptırdığı türbeye defn olunmuştur. Sitti Hatun ise, Dul-kadıroğullarından
olup, Karamanoğlu'nun bir tertibini bozmak için 2. Murad'ın oğlu Mehmed'e
almak suretiyle Dulka-dıroğullanyla akrabalık kurma düşüncesinin Osmanlıya getirdiği
gelindir. Tam adı Sitti Mükerreme hanımdır. 2. Murad bu düğünü çok gösterişli
yapmak suretiyle bütün Anadolu Beyliklerine Osmanlının geldiği noktayı
sergilemek yoluna gitti. Gelin önce Bursa'ya oradan da Edirne'ye götürüldü.
Muhteşem düğün orada oldu. Yeni evlilerde üç ay kadar burada kaldıktan sonra
Manisa'ya gittiler. Sitti Hatun kocası padişah olunca gelin geldiği Edirne'ye
geri geldi ve orada ömrünün bundan sonraki bölümünü hayır ve hasenat işleyerek
geçirdi. Kocası Fatih Sultan Mehmed'den aldığı izin üzerine Edirne'de büyük
çene bir saray yaptırdı. Sultan Fatih'e bir çocuk veremediği biliniyor. 1484'de
tamamlattığı camiin mihrabını önüne iki sene sonra vukubulan vefatı üzerine
def-nolurıdu. Sitti Sultan'in biri taht-ı revan üzerinde, diğeri erkek
kardeşlerinden biriyle yapılmış resmi bulunmaktadır. Çiçek hatun'sa hakkında
Sırp, Fransız veya Rum olduğuna dâir rivayetler olan bir hanımsultan. Ali
adında da bir kardeşi vardır. Sultan Fâtih'in haremine 1457/58'de alındığı
sanılıyor. 1459 senesinde; şehzade Cem'i dünyaya getirdi. Fâtih Sultan Mehmed
vefat ederken, Çiçekhatun oğlu Cem'in yanında bulunuyordu. Cem; ağabeyi
Bayezid'e ülkeyi taksim teklifi yaptığı zaman, red cevabı aldı. Bunun üzerine
iki kardeş savaştı, bölünme anlayışına karşı olan Bayezid-i Velî, savaşda
galibdi. Şehzade Cem, validesini, hanımını ve çocuklarını alarak Kahire'ye
gitti. Cem'in esareti boyunca Çiçekhatun bir anne olarak Kahire'de acıklı bir
hayat sürdü ve nihayet 903/1498'de, orada Ömrünü tamamladı. Mora Despotu
De-metrusun kızı olan Helene'ye gelince 1442 yılında doğduğu ifade edilmiştir.
Sultan Fâtih'in Mora seferi dönüşünde güzelligi ile nâm yapmış Helene'yi
haremine gönderdiyse de, hakkında bir suikast düzenler en azından,
zehirleyeceğine dâir şüphesi, evlenme işini gerçekleştirmedi. Ancak bunun Yunan
kaynaklarından neşet etmesi haberin biraz ihtiyatla karşılanmasını akla
getirmektedir. Sultan Fâtih'in Gevherhan isimli bir kızı olup, Gülbahar
Hatun'dan dünyaya gelmiştir. 1474
yılında Uzun Hasan'ın oğlu uğurlu Mahmud Bey, babası üzün Hasan ile ihtilafa
düşünce Fâtih Sultan Mehmed Hân'a dehalet etdi. Fâtih; hem kızı Gevherhanı bu
delikanlıya verdiği gibi Sivas'a Beylerbeyi olarak tâyin etdi ve karısını
koluna takan damad Sivas'a gitdi. Bilahire İran'a davet edilen Mahmud Bey;
orada 1477 yılında katledilince Gevherhan Sultan yavrusu Göde Ahmed'i kucağına
alıp İstanbula avdet etdi. Bir müddet sonra Gevherhan sultan vefat etdi ve
validesi Gülbahar Sultan'ın türbesinde toprağa verildi. Göde Ahmet i-se dayısı
olan padişah Bayezid-i velî'nin kızı, Aynışahla izdivaç etdi. Bilahire
Akkoyunlu hükümdarı oldu. Sultan Fâtih'in oğullarına gelince büyük oğlu
sonradan padişah olan Bayezid-i Veli, 1450 senesi ekim ayında Dimetoka
sarayında Gülbahar Hatundan dünya'ya geldi. Tam adı Yıldırım Bayezid olmakla
beraber ceddi Yıldırım Bayezid'le karıştırılmasın diye, yıldırım adından sarf-ı
nazar olundu. Osmanlı devletinin 8. padişahı oldu. Velî olduğu rivayeti doğru
bir tesbittir. Fâtih'in 2. oğlu şehzade Mustafa, Edirne'de 1451 yılı sonuna
doğru Karamanoğlu ailesinden Gülşah hatun'dan dünyaya geldi. şâir ruhlu ve
kılıç ehli biri olduğu hakkında pek kuvvetli rivayetler vardır. Yabancı lisan
olarak İtalyancayada önem verdiği bilinir. Bu lisanı Gian Mario Angellodan
öğrenmiştir. Hoca Selman'in Cemşid-ü Hurşit mesnevisini nazım hâlinde
Fars-çadanTürkçeye tercüme etmiştir. Babasının sol cenahında girdiği savaşlarda
liyakat göstermiştir. Sultan Fâtih 6 ay süren bir hastalık sonucunda bu
şehzadesini kaybetmenin üzüntüsünü hep hissetti. 23 yaşında idi vefatında
târihi ise 25/12/1474 olup,
Muradiyedeki türbesine sakladılar. Şehzade Gıyaseddin Cem, Sultan Fâtih'in 3.
oğludur. Validesi Çiçek Hatundur. Dünyaya gelişi Edirne'de 23/araltk/1459'da
saat 6. 24 geçe vukubulmuştur. Üçüncü oğul olması ilmi ve terakkiyi boşlamasına
sebeb olmadı. Çok ciddi bir eğitim gördü.
Belkide cidden tahta
geçmek üzere, özel gayret gösterilmiş olabilinir. Çünkü padişah hanımlarınmda
kızıl elması, bir gün vâlidesultan olmaktı ve şimdiki tâbir, first leydi olarak
kadınlığında vazgeçilmez üstünlük taslama zevkini tatmaktır. Fakat bu hırs
islâm âlemine öyle pahalıya mâl olduki, İspanya'da Katolik İzabella ile
engizisyon taraftarlarının, işlediği insanlık suçunu, dünya'da tek önliyecek
ülke olan, Osmanlı devleti bu Cem gailesi yüzünden, Endülüsten gelen yardım
isteklerine kulak tıkama mecburiyetinde kaldı. Çünkü Papalıkla alakalı, bir
haçlı anlayışının meydana getirdiği gurubun elinde, kafası kesik bir horoz
gibi oradan oraya dolaştın-lan Cem, Bayezid idaresindeki devlet-i âliyye için,
Macaristan üzerinden balkanlara teçhiz edilmiş bir orduyla hudud-u Osmaniden
içeri bırakırız tehditlerine mâruz kalıyor vede kahredici gücünü bu muhatara
yüzünden ne müslümanları ne de Ispanya'daki insanlık dramına son verecek olan
narasını patlatamiyordu.
Ne zaman Cem 25/
şubat/1495'de Napoli'de, 35 yaşını aşmış olarak vefat ettiğinde Bayezid-i Veli;
Kaptanı deryası Kemâl Reise istikamet İspanya, ne bulursan kurtar emrini verdi.
Kurtanlanlarsa Safarat yahudileri ile yok denecek kadar kalmış müslümanlar,
zulme uğramış insanlar oldular. Ölümünden dört sene sonra ülkeye getirilen
Cem'in naşı, Bursa'da Muradiye'deki ağabeyi Mustafa'nın türbesine def-nolundu,
sonra da bu türbe bazılarınca Sultan Cem türbesi diye anılmaya başladı.
Sultan Fâtih'in
sadnazamlarına gelince; padişah taht'a çıktığında Çandarlı Hayreddin Paşa,
1440'dan beri makamı sadaretteydi. Ne var ki İstanbul'un fethi meselesinde,
uyuşa-mayıp dafarkh düşünceler ve politikalar güttüler.
Sultan Fâtih;
büyüksabır gösterip, feth-i mübin gerçekleşinceye kadar sadrıazamı idare etdi.
Fetihten dört gün sonra ve 13sene, 2gün hizmet veren Halil Paşanın elinden hem
mührü hümayunu hemde omuzunun üstünden kellesini alıverdi. Yerine bir yıl
sürecek sadaretiyle Damad Zağanos Paşayı getirdi. Daha sonra 14. sadnazam
olarak, Adni Velî Mahmud Paşa'yı getirdi, bu zâtın ilk sadareti, 1454 ile 1466
arasında 12sene sürdü. 1466 ile 1469 arasındaki 3 sene sa-daret-i uzma Rum
Mehmed Paşaya tevcih olundu. 1469'da sadarete Sarı Ishak Paşa getirildi ve bu
görevde 3 sene muammer oldu. Onun boşalttığı sadarete, yeniden Adni Velî
Mahmud Paşa 2. defa olarak getirildi vede bu sefer ancak bir yıl vazifede
kalabildi ve idam taşında hayatı sona erdi. Mahmud Paşanın sadaretinin toplamı
13 yıl tutmaktadır. Mahmud Paşadan sonra Gedik Ahmed Paşa sadnazam olmuş
1473'den, 1477'ye kadar 4 sene bu makamda hizmet vermiştir. Karamanı Mehmed
Paşa, 18. Osmanlı sadnazam! olarak vazifeye getirilmiştir. Sultan Fâtihin, son
sadrıazamı olduğuna göre dokuz defa sadnazam nasbeden Sultan Fâtih bu dokuz
tevcihde 8 ayrı şahısla çalışmış, bunlardan Adni Velî Mahmud Paşayı iki defa
sadaretle görevlendirmiştir.
Osmanlı beyliği;
bilhassa Orhan Gazi döneminde, Marmara denizi ve İstanbul'un Anadolu
yakasındaki gönül ve toprak fetihleriyle meşgulken, Orhan Gâzi'nin büyük oğlu
Süleyman Paşa'da Rumeli yakasına çıkmış oralarda hem de Bizans tahtının
şeriki ile babası arasındaki kaim peder-damad ilişkisinin verdiği avantajla
gönüller ve beldeler fethetme çabalarını sürdürmekteydi. Avrupa topraklarında
Doğu-Roma imparatorluğu adıyla, bin yıldan ziyade bir zaman diliminde
hayatiyetini sürdüren Bizarısın islâm orduları karşısında defa-atle zelil
duruma düşmesinin ardından, milâdi bin yılından itibaren kendini toparlamış,
karşı taarruza geçmiş, Doğu Anadolu ve Suriye'nin kuzeyinide yeniden hududlanna
katmıştı. Bu Bizans çıkışı m. 1071'de bir final ile nihayetlendi. Çünkü bu
târihde Büyük Selçuklu hükümdarı Alpaslan, bir melha-mei kübra hâlinde cereyan
eden, Malazgirt Meydan Muharebesinde Bizans'ın imparatoru ve bu savaştaki,
kumandanı olan Romenos Diyojenis'i kahkaarî bir bozguna uğrattı. Anadoluyu
Türklerin çoğunluğunu teşkil ettiği zafer kılıçlı adamları ebediyyen ele
geçirmiş ve müslüman yapma vizesini elde etmişti. 1071'den sonra Anadolu'da
kendini gösteren Moğol kasırgası Anadolu Selçukiye devletine inkıraz yâni
çöküş getirdi. Çalışmamızın Anadolu Beylikleri başlıklı satırlarında da
belirtmeye gayret ettiğimiz gibi, bir toparlanma dönemi geçirildiğini işe lâyık
beyliğin çıkış mücadelesine katılan beyliklerin serencâmını kayd ile sayfalarımızı
süslemiştik. Peki Anadolu ahvâli buydu da; İstanbulun Rumeli yakası ile
Avrupanın doğusu vede orta avrupa ve avrupanın Akdeniz havzasında mütemekkin
yâni, yerleşmiş devletler 14. asırda ne ahvâldeydiler. Bunlar hakkında da kısa
bir bilgi turu atahm. Balkan yarımadası
denilen yerde, Bizans devletinir
rıntılar zümresinden olan Bulgar ve Sırp krallıkları vardı, leoiogos hanedanına
mensup prenslerin idare etmekte ğu eski Yunanı iddiayı sürdürmeye çalışan Yunan
prens|| nin ise, askerî açıdan hiç bir ehemmiyeti yoktu. Balkan yQ madasının,
eski yerleşimcileri Traklar, Hazar, Avar ve Bu|G adlı Türk kabilelerini 14.
asırda iskat etmeyi başarmış Sırı ve Bulgarların lideri olduğu manzarası
karşımıza çıkar. EU| lar Türklerin çok tanrılı dininden, hristiyanlığa geçmiş
ve g zans ile münasebetleri hasebiyle ortodoks mezhebine dâ^j, olmuş Türk
kavimlerindendi. Bulgar devleti; Orta İtil hav2f) smdan gelen Bulgar
Türklerinin yerli Türk ve Islavlarla karış: mak suretiyle târih sahnesine 7.
asırda çıkarmış oldukları : devletti. İdarelerini Türk usûlü olan Hân'lık
sisteminde yürütmekteydiler. Ancak Bizans'ı temsil eden misyonerler bunlara
zamanla hristiyan usûlü idare tarzını benimsetmeye muvaffak oldular. Sırplar
ise Bizans kucağında yetişmekle berab'.-., zaman içinde 13. asırda yâni
1201'lerden sonra bütün komşuları aleyhine hâttâ Bizans aleyhine de olmak
üzere tevessü etme yâni büyüme ve genişleme stratejisi gütmeye başla'11^ ve
<Büyük Sırbîstan> hülyası ihdas etmiştir.
Bu hülya zaman zaman
Sırpların ellerinin eriştiği heryfrde büyük bir vahşet içinde nice katliamlara
teşebbüs etme haS talığına yakalanmasını getirmiştir. Çalışmamızı yaptığı
dönemlerde bile balkanların kasabı unvanına yenilerini e tecek hunharlıklara
teşebbüs halindeydiler. Tuna Nehri kuzey cihetinde Eski Roma'nin müstemlekesi
olan sim' Romanya'da yaşamakta olan Slav boylarını emrine becermiş olan Macar
Türklerinin kurmuş bulunduğu Engı Kraflıâı adı verilen bir devlet vardı.
Romanya arazisinin
kimi bölümü yerli beyler tarafın
yönetilirken, kimi yerleride Macar kralının hükmü altında
Tabii ki Macarların
hungaria veya hun adıyla daha eski târihlerde yâd edilmesini onların Türk
ırkından olmalarına senetlemek kabildir.
Fakat; bunlar
yaşadıkları topraklarda diğer kavim ve bilhassa ıslavlarla karışmışlar ve bol
lehçeli bir lisanla varlıklarını ortaya koymuşlar, buna inzimamen, Balkanların
batısı diyebileceğimiz alanda yerleşen bu ahali, hristiyan olmayı seçmekle
beraber, balkanlı komşularından farklı olarak Batı Roma'dan mezheb olarak
katolikliği seçtiler. Böylece orto-doks-katolik farklılığı bu topraklar
üzerinde rol oyna-mağa başladı. Macar derebeylerinin toplandığı 1201'den
sonraki yıllarda ihdas ettikleri bir parlamentoları mevcuttu. Macar asilleri
parlamentoyu ellerinde tutuyorlardı. Bir Türk sülâlesi olduğu iddiası akla
yakın düşen Arpad hanedanı büyüğü parlamentoyu İdare eden kral görünümündeydi.
13. asrın ortalarına
doğru bu sülalenin neslinin kesilmesi veya öyle farz edilmesi, parlamentoyu ve
kralı Macar beyleri kendi aralarından seçer oldular. Macaristan'ın hemen kuzey
doğusunda yer alan, bir devlet olarak da Lehistan'ı yâni Polonya'yı görürüz.
Bu devlet; 1101 ile 1301 yıllan arasında bir Türk devleti olan Altınordu
devleti idaresinde bulunmaktaydı.
Rus beyleri Altınordu
hân'larının tabileri idi. Rusya'nın avrupa kısmında berhayat olan insanların
çoğunluğunu, Türk kavminden insanlar teşkil etmekte ve hâkimiyetde bu zümredeydi.
Rusya'da yaşamakta bulunan Islavlar şefleri olmayan bir güruh idi. 9. asırda
ortaya çıkan Kınyazlar yani Rus beyleri Hazar Türklerinin Rus kabilesindendir.
Rusların birinci
devletini bunlar kurmuşlardır. Rusya adı bu Türk kabilesinin adından kinayedir.
Avrupa milletleri
arasında muntazam durumda görülen devletin bulunduğunu ileri sürmek pek güçtür.
Çünkü devam etmekte olan ve târih de yüz sene savaşları diye şöhret bul-muş
harpler sürmekteydi. Almanya ve İtalya 1201 İlâ 1301 yılları, gelip geçerken
siyasi birlik sergileyecek durumda olmayan haldeydiler. Bu İki ülkenin bahse
konu namlı savaşın tabii neticesi olarak dagerek italya, gerekse Almanya bir harabe
hâlini almış durumdaydı. *
Fransa ve İngiltere
birer krallık olarak yüzyıl savaşlarının en ziyade yıprattığı devlet
halindeydiler. Akdeniz'e yakın İspanya sekiz asırdır Endülüs Emevileri adıyla
topraklarında avrupaya medeniyet ışıklan saçmış müslümanları, topraklarından
atabilmek için, yine müslümanlann tevaifül mülük, devletin parçalanmasından
beyliklere inkısam olmasının hatası yüzünden İspanya mücadeleye başlamıştı ve
hâlâ aşılamayan jenosit ve barbarlığın örneğini, din adına gösteriyor ve
akıllı hristiyanlarca, <bÖyle din olmaz> diyenlerinin sayısını
arttırıyordu.
İspanya birliğini
kurarken gerek musevi, gerekse müslü-man ve de gerçek hristiyan dindarını, yer
yüzünden kazımak düşüncesinin zebunu olmuştu. Milâdi târih, 1328M gösterdiğinde
Fransa krallığı avrupa devletleri içinde en disiplinli ve güçlü devletlerinden
biriydi. İngiltereye gelince; Saksonlar ve Normanîar mücadelesi şortunda
saksonlar, varlıklarını nor-manlara kaptırdılar. 13. asrın başlarında İngiltere
kralı, 2. Hanri'nin 12. asır ortalarında temine muvaffak olduğu kraliyet
otoritesini kaybetmişti.
Nitekim bunu 1215
yılında ilân ettikleri Magna carta adlı ferman, meşrutiyeti İngiliz anlayışına
sokmuştur. 3. Hanri'nin başarısızlıkları, ve de parlamentoya yaptığı davete
icabet eden murahhaslar
silahlan yanlarında geldiler ve kral'a dayadıkları Oksfort Fermanını 1258'de
kabul ettirip yayımlattılar. 1265 yılına gelindiğinde İngiltere
parlamentosunda bütün zümrelerin temsilcileri bulunması suretiyle bir milli
meclis görüntüsü sağlanmıştı bu meclisin elan sürmekte olan hususiyetinin
başında üyelerince kabul edilmeyen bir verginin ülkede alınmasının kabil
olmadığının sağlanmış olmasıdır. Bunun önemini de, keyfi tutumla işgören
idarelerin yaşandığı ülke ahalisi gibi hiç kimse anlayamaz.
15. yüzyıl ifâdesini
tabiiki 1401'sonrası ile yâd etmek durumundayız. Başka bir tâbirle,
Anadolu'nun merkezi sayılacak Ankara'nın Çubuk ovasında Timurlenk-Bayezid
kapışmasına az bir zaman kala; avrupa devletleri, Akdeniz kıyısının okyanusa
açılmakta olan kapısının hemen yanında, bugünkü İspanya topraklarında 15.
yüzyıldan, sekiz asır önce hayatiyet bulan Endülüs müslüman medeniyetinden
müste-fid olduğu ilim ve bilim âleminden, vardığı netice, öğrendiklerini
insanlık dünyasında uygulama safhasının geldiğini idrâk etmesidir.
Müslüman Araplardan
elde ettiği anlayışı ve ilim kollarını, avrupa insanının telâkki tarzının
kısm-ı âzamini kapsayacak şekilde sentezlemek suretiyle tatbike girişmiştir.
Gerek dini, gerekse içtimai ve iktisadi ve de askerî alanda uygulama
dağdağasına girişmiştir. Bu girişimin dini olmayan ismine rö-nesans denmiştir.
Fransızların meşhur Larus adlı ansiklopedisinde Rönesans kavramının izahı
şöyle yapılmaktadır:
<15. ve 16.
yüzyılın bir bölümünde avrupa kültüründe eski çağın ruhsal ve biçimsel
değerlerini, yeniden yaşatmaya yönelen harekete verilmiş olan ad. demektedir.
Bu bir mânada bu ifade de irtica olarak telâkki olunabilir, çünkü geriye
309 dönüş olarak naklettiğimiz ifade bize
söyletiyor bunu! Tabii ki hiç bir toplum yoktur ki, dini inancı olmasın. Bu
semavi dinler olabileceği gibi beşeri din anlayışıda olabilir. Bu bakımdan,
bir ülkede husule gelen ve doğrudan insaniyyet cemiyetini alakadar eden,
sosyolojik vak'aların, dine ve ilahiyata dâir dokunakları olacaktır.
Nitekim; Larus
ansiklopedisinde, 17. cildin, 72. sahifesin-deki rönesans tarifi ile alakalı
izahatda, şu ifade hemen karşımıza çıkmaktadır: ..MicheIet ve Burckhardt'ın
etkisiyle daha geniş bir tanımı yapılarak Rönesans'a ortaçağın ilahiyatçı ve
otoriter anlayışına karşı bir tepki-insanın ve dünyanın bir keşfi-hür,
tenkitçi vede dinden uzak bir bireyciliğin ortaya çıkması gözüyle bakıldı. Bu
görüşü savunanlara göre Rönesans, Dante ve Giotto ile İtalya'da başlamış
ve 16. yüzyılda (1501 sonrası) özellikle
İtalya savaşlarının sonucunda, yavaş yavaş bütün avrupa yayılmiştir.
Şeklindeki izaha baktığımızda avrupanın klişe dini ile mücadelesini başlattığını
ve Rönesans'ın böyle anlaşılmasının, dinde Reforma gidilmesini getirdiğini
düşünebiliriz. Nitekim; 1490'larda 15.
yüzyılın başladığı 1401'sonrasında Katolik İzabelle ile Kral Ferdinand'ın
kolbrasyonu yâni, işbirliğiyle Endülüs topraklarında yaşamakta olan
hristiyanlar dışındaki başda müslü-manlar olduğu halde engizisyona katolik
inanç içinde yapılan vahşice uygulamalar, insaniyyetin yüz karası işkenceler,
netice itibarıyla ve vicdan yoklaması muhasebesi akabinde, büyük insanlık
ailesinin ekseriyetinin vardığı kararın bu vahşi gidişi, klişe kodamanlarının o
zaman da mevcut olduğu şüphesiz olan, Siyonist papalar ve papazların dünyayı
sürüklemek istediği vahim ortama, müsaade etmemek direnişi olarak da bakmak
kabildir.
Bu tarz bakışı gönül
rahatlığı ile yapabilmek için adı geçen ansiklopedinin şu satırlarını, tenkitçi
ve tahlilci bir metod içinde okumamız faydalı olacaktır:
<..Artık Rönesans
denince orta çağın tam karşıtı akla gelmez; ayrıca Rönesansı İtalya'ya ve
avrupadaki İtalyan etkisine bağlamaktan da vaz geçilmiştir; buna karşılık 1400
ile 1559 arasında bütün büyük ülkelerin yakın bir alışveriş içinde ve
birbirlerine paralel olarak geliştiğine inanılır. Sona ermekte olan orta çağın
anarşi ve karışıklığı av-rupa da 1400 (yılı) dolaylarında en yüksek noktasına
varmıştı. İmparatorluk, prenslerin, şehirlerin, şövalye birliklerinin
Karşısında güçsüzdü; daha 1415-1420'den İtibaren, Fransa, İngilizlerle
Burgonyahlann kurbanı olmuştu; Roma klişesi mezhep ayrılığı, milli klişelerin
hak iddiaları ve tari-katlerin çoğalması yüzünden zayıf düşmüştü.> Amman sevgili
okurlarım bundan sonraki bölümü pek dikkatli okuyun lütfen: <...Bir ara
ortaya rakip üç imparator ve biribirini afa-roz eden üç papa birden çıktığı
bile oldu. Bizans; Türk istilâsına mahkûm olduğunu biliyordu; avrupa iktisadî
bir buhran içindeydi. Lübeck'den Floransa'ya kadar heryerde sosyal devrimler
patlak veriyordu; Iskolastik düşünce karmaşık soyutlamalarla oyalanıyor ve tam
bir şüpheciliğe varıyordu; şiir ortaçağın kof zerafet formülleriyle gücünü
tüketiyor; -milletlerarası gotik-sanatı, hristiyan avrupasında eşine rastlanmayan,
bir hayalciliğe sapıyordu. Görüldüğü gibi; Bizans'ın, Osmanlı karşısında
varlığını kaybedeceği, avrupaca da kabul edilmiş ve beklenen vakte boş
verilerek, avrupa kendi kafasında kopacak kıyameti atlatmaya önem atfetmiştir.
İşte; bütün bunlar bir oluşumun sebeblerini meydana koyan Mevlâ'mızın cilvei
rabbaniyesinden olduğu târih ve zamanı, ölçüyü İlâhiyi hiç bir zaman hesab
dışı tutma yoluna gitmeyerek telâkki edenlerin kavrayacağını hatırlatarak, bir
de dinde reforma göz atalım efendim.
Bilindiği 1402'de
Bayezid'in Timur'a mağlubiyeti Osmanlı ülkesinde, şehzadeler kavgası da denilen
bir fetret yâni otorite boşluğu yaşadı. Bunu bir düzine yıla yakın süren mücadelelerin
sonunda hitama erdiren Çelebi Sultan 1. Mehmed hân oldu. Şurası var ki, Çelebi
Mehmed'in Edirne'de devletin beraberliğini ilân ettiğinde, durum ve manzara şu
hâli göstermekteydi ki her şeyden evvel Anadolu beylikleri, Osmanlılara
vermiş oldukları topraklardan bir hayli fazlasını Timur vasıtasıyla elde
etmişlerdi. Bunun bir adım ötesi de hayli stare-tejik alanlarıda ele
geçirmişlerdi. Hele hele Karadeniz kıyılarının önemi büyük noktalarına
inzimamen, Marmara denizinin Gebze'den Silivriye kadar olan kıyılarda
hakimiyet-i Os-maniyandan alınmıştı. Yine Çelebi bu binbir mesele ile uğraşırken
Simavna Kadısı isyanı ve onunla uğraşmak bütün sıkıntıların üstüne tüy dikmiş,
bu sebebten dolayı da Rumeli topraklarındaki komşu devletlere barış elini uzatmak
padişah için kaçınılmaz hâle gelmişti.
Venedik cumhuriyeti;
Osmanlı devletinin ayağa kalkacağına dâir kanaata bir hissi kablelvuku ile
gelmiş Osmanlının can çekişen durumu göz önündeyken yinede münasebetlerini
düzgün tutma yolunu tercih ediyordu. Çünkü Ege Adalarındaki Dukalıklarının
hayatiyetinin devamı Venediklilerin en büyük gayesiydi. Cenevizlilere gelince;
bunların tesir sahaları ve kolonileri daha ziyade Karadeniz'de bulunduğundan Ceneviz
ülkesiyle buradakiler arasında bağlantı kurmak zorluğu Ceneviz'i Osmanlıyladaha
da iyi geçinmeye ve ona vergi vermeye kadar zorluyordu.
Venedik her ne kadar
Osmanlı'dan çekinmekteyse de, yine Venedik'e bağlı Naksos Dukalığı nerede bir
Osmanlı gemisi buluverse üzerine çullanıyor ve yağmalıyor, mallarını pazarlarda
satıyordu. Çelebi Mehmed Sultan otuz adet gali yapmak suretiyle savunmayı
plânladı. Ancak düşüncesini tatbike koyup, yaptırdığı gemilerin bir bölümüyle
hemencik 1415'de Çalı Bey komutasında Andros, Milas ve Tinos Adalarını vurmak
üzere göndermişti.
Çalı Bey bir müddet
denizlerde dolaştı, ele getirdikleriyle dönmeye hazırlanırken karşılaştığı
Venedik donanmasının güçlülüğü karşısında akıllıca bir manevra ile Gelibolu'nun
kalelerinde atışa hazır toplarının menziline çekilmek suretiyle düşman saldırısını
akim bırakacak pozisyona geçiverdi. Venedik donanmasıda karşıda Lapseki'ye
çekildi.
Venedik donanması,
Osmanlı filosunun Ege Adalarına yapacağı saldırıyı önlemek görevini almıştı.
Eğer böyle bir saldırı gelmediği taktirde asla tecavüze müsaade verilmemişti.
Amiral Pietro Loredano, elindeki donanamaya Girit, Oniki Ada ve Eğribozadaları
Dukalıklarından takviye aldığı yedi adet kadırgayida hâvi olarak alesta
beklemekteydi.
İşin diğer bir yönü de
Venedik donanmasında Osmanlıyla konuşmak üzere iki tane Venedikli büyükelçi'de
bulunmaktaydı. Nitekim; Venedikliler Gelibolu üssüne çekilen Çalı Bey filosunu
çekildikleri Lapsekide beklerken karaya çıkardıktan iki elçiyi Edirne'ye
göndermişlerdi. 29/mayis/1416'da, Marmara denizi istikametinden gelmekte olan,
bir Ceneviz ticaret gemisinin Osmanlı ve Venedik gemileri Osmanlı gemisi
zannıyla görülmesi, Osmanlı - Venedik savaşının çıkmasına sebeb oldu. Gelen
geminin bandırasını öğrenmek için bir gemi gönderen Loredano'nun bu hareketini,
Türk gemisi üzerine gemi gönderiliyor düşüncesine saplanan bizimkiler de, bir
gemiyi gönderdiler, Türk gemisi zannettikleri gelen gemiyi korumak için. Fakat
gönderilen gemilerin birbirlerine ateş ettikleri görüldü. Kale toplarının
hakimiyeti altında geçen, çıkan savaşın bidayeti, kahir bir zaferimizle
bitiyor ve düşman donanması hayli, ağır yaralar alıyordu.
Fakat Çalı Bey'in
düşmanı takip etme kararı vermesi hataların hatasıydı. Çünkü Venedik gemileri
büyük olduğu gibi toplanda vardı. Bizim gemide top olmadığı gibi rakip gemiye
rampa yaparak savaşmak mecburiyetindeydi. Manevralarını sergileyen düşman,
bizim rampa yapma gayemize fırsat vermemek suretiyle yorulmamızı sağlarken,
Osmanlı donanmasında ki Katalan ve Sicilyalı denizciler hristiyani gayretle olmalı
istekle çarpışmayınca zafer bu sefer Venediklilere güldü. Enteresandır. Savaşın
hemen sonunda amiral Loredaro, Osmanlı ordusundaki hristiyan savaşçıları derhal
astırmiştır. Bu astırma eylemini İtalyan Deniz Kuvvetleri Târihi yazarı Prof.
Camillo Manfrani pek manidar bulmuştur. Savaşın Türk tarafındaki kumandanı Çalı
Bey şehit düşmüştü. Loredano ise yaralı, kendi gibi yaralı filosuyla
Bozcaada'ya yol alırken bizim donanmamız ağır kayıbıyla başbaşaydı.
Osmanlı-Ve-nedik dialoğu başlamış ve sonunda Osmanlı gemilerinin kaybının
masrafını ödeyen Venedik, Osmanlı devletince ticaret gemilerinin boğazdan
geçme müsaadesini almayı becer di. Donanması adetâ yok denen Osmanlı, donanması
adamakıllı güçlü olan Venedik'i mat etmeyi becermişti. Görüldüğü gibi devletimizin
zaman zaman donanma yaptığı ortadadır, ancak deniz gücü kuramadığı
mütehassısların tesbitidir.
Hristiyan dünyası
dünya imtihanını; müslüman olmamak ve Essalat-ü Vesselam Efendimize, intisab
etmemek suretiyle kaybettiği bir vakıadır. Mevlâmızın muradı; onların din-i
is-lâmı kabul etmeleri istikametinde olsaydı tabiiki, intisab-ı islâmiye ile
şerefleneceklerdi. Nitekim zaman zaman hristiyanların içinden tahkik-i islâmiye
veya tasavvuf-u tetkiye sonucunda her vasıfta insanın müslümanlıkla şerefyâb
olduğunu duyduğumuz gibi, batı dünyasına Anadolu'dan giden işçilerimizin,
1950'lerde İstanbula geldikleri gibi seccadelerini de beraberinde getirmeleri
gibi namazı hristiyan ülkelere taşıdılar.
1960 sonralarında da
bilhassa Batı Almanya, daha sonra İngiltere, Fransa ve diğer avrupa ülkelerinde
din-i islâmı sergilediler. Demostrasyon yâni gösterek anlatma şansı gidildiği
günden itibaren yapılabilseydi, bugün avrupadaki mevcut müslüman sayısı, çok
çok daha fazlave etkili halde olurdu. Almanya'da 2. kuşak, öğrendiği lisanında
yardımıyla dinlerinden sorulduğunda verdikleri cevaplarla cermenleri aydınlatmaya
muvaffak oldukları nisbette, müslüman sayısının artmasına vesile oldular.
Bu ahvâl içinde
ülkemizde yeniden neşvü nema bulan milli görüş'ün avrupada yaşamakta olan
insanımızın manevî dünyasını zenginleştirme hizmetine bir veçhe vermesi, avrupada
çaiışan insanımızın sadece dünyevî başarı değil, uhrevî muvaffakiyete yol
almasına pusulahk ve dergâhlığı yüklendiğini şu satırlarda söylemeyi,
kadirbilirlik olarak saymışımdır. Günümüzdeyse, bütün avrupanın müslümanlığa
hamile olduğunu beyanla, hristiyan dünyasında yapılan rönesansın, dini
anlayışda da değişikliklere gidilmesini getirdiğini göz önüne almalıyız.
Nitekim; yukarıdada baş
vurduğumuz Fransızların ünlü ansiklopedisi Larus'un Reformla ilgili izahına bir
göz atalım böylece istanbul'un fethine avrupanın yardıma gelememesi-ninde
sebeblerinden birinin, bu uğraşılar olduğu kanaatini ileri sürenlere bir miktar
pay vermiş olalım. Larus'ta şöyleki: Reform düzeltmek, daha iyi duruma getirmek
amacıyla yapılan değişikliğe
verilen ad. Reforme şekliyle kelimenin mânasını veren Larus Reform olayını
şöyle satirlaştırmış: 16.
yüzyılda avrupanın büyük bir bölümünü, papa'Iarın hâkimiyetinden çıkaran ve
protestan klişelerinin kurulmasına yol açan dinî hareket. Madde yazarı, bu
ifadeden sonra hristiyan papazların ve vaizlerin bazıları ahlâki ve dini reformun
yapılmasını, 1500 yılı öncesinde dillendirmeye başlamıştı dedikten sonra,
Roma'nın otoritesinin sarsılmasına se-beb olacağından hiçbir değişikliğe
gitmediğini vurguladıktan sonra, yüksek klişe makamlarına tâyin yapma
sisteminde bir değişikliğe de gidilmediğini ve ahalinin bundan da hayli huzursuz
olduğunu ifade eder.
Rahip Erasmus'un eserleriyle
birlikte artık kutsal kitap dedikleri inciller üzerinde filolojik
incelemelerinde başlanıldığını ve akabinde dini inanç ile kurumların tenkidine
girişildiğini beyan ediyor, madde yazarı. Peşinden gelen paragrafda ise:
<10/kasım/1483'de Saksonyanın Eisleben şehrinde dünyaya gelen Agustinus
rahibi olan Martin Luther uzun süren bir vicdan bunalımından sonra Aziz
Paul'usun-Romahlara Mek-tupunda-insanın, manevî kurtuluşunu doğrudan doğruya
imân'a bağlayan bir metin buldu. Bu metin bütün protestan klişeleri için, bir
ilahiyat, bir ahlâk ve bir mistisizm kaynağı olacaktı. Johanes Tetzel'in
yönetimindeki Dominiken rahipleri Saksonya'da gürültülü bir kampanya ile Papa
10. Leo'-nun San Pietro Klişesinin yeniden yapılması için, gereken maddi
imkânları sağlamak Amacıyla satışa çıkardığı endüla-janslara müşteri toplamağa
çalışırlarken, Luther Wİthenberg üniversitesinde kendi imân doktrinini okutmağa
başlamıştı bile.. Görüldüğü gibi, klişe
üstüne kopan kavgada imân meselesi tartışılınca işin yatışacağı artık düşünülemezdi.
Luther'in daha Papa'ya
başkaldırmadığı dönem olduğunu hatırlatan madde yazarı daha sonra oluşumu şöyle
anlatıyor;
Luther; 1519'da
Layipzig'de ilahiyatçı John Ecke karşı, kutsal kitap araştırmalarında tek
otoritenin, serbestçe kullanılan kişisel yargı olduğunu açıkladı. Luther'in
protestosu katolik dünyasında büyük bir yankı uyandırmıştı..> diyen madde
yazan, sözü Luther'in doktrinini ortaya koyduğu üç esere getirir ve derki:
<..1520/haziranıyla,
eylül'ü arasında yayımladığı üç başlıca eserinde, doktrinini açıkladı.
Doktrininin ana hatları şunlardı; evrensel ruhanilik ilkesi, kutsal sırların
üçe indirilmesi, kişi vicdanının hürriyete kavuşması ve aynı zamanda din
bütünlüğü, klişe ve siyasi disiplin zorunluğu.
Luther, aralik/1520'de
kendisini afaroz eden 10. Leo'nun kararnamesini Wittenberg'de alenen yaktı.
Ocak 152Vde imparator tarafından, Worms diyetine çağrıldı ve fikirlerini
cesaretle savundu. Saksonya seçicisi kendisine Wartburg'da İnzivaya
çekilebileceği bir yer sağladı. Luther orada Reformun eline bir silah vermek
için kutsal kitabı Almancaya çevirmeye koyuldu. Luther'in en ateşli taraftan
olan Andreas Karlstad, bunun üzerine, rahiplerin yemin mecburiyetini kaldırdı,
din adamlarının evlenebileceğini ilân etti ve kutsal resimlere tapınmaya son
verdi. Missa âyini bir kurban olmaktan çıktı vede bir anma töreni haline
geldi. Wartburg'dan dönen Luther, bu oldu bittileri onayladı. Daha o zamandan,
doktrinlere sansür koyma fikrini benimsemeğe başlamıştı; nitekim fazla radikal
bulduğu Karlstad'ı Saksonya'dan çıkarttı, eyalet içinde, tapınma âyinleri ve
papazları olmayan dini topluluklar kurmağa kalkışan Thomas Münzer Mülha-usene
sığınmak zorunda kaldı. 1524'den beri Güney Almanya'da, Münzer tarafından
kışkırtılan, bir köylü ihtilâli gelişiyordu.
Luther, prensleri bu
ihtilâli bastırmağa teşvik etti; o sıralarda bir -Devlet Klişesi- fikrini
benimsemeğe başlamıştı. İmparator ve katoliklerle mücadelesinde prenslerin
yardımına muhtaçtı. 1528'den beri devlet adına klişeleri denetleyen-zi-yaretçiler-
de çok geçmeden, bir çeşit yeni piskoposluk kurdular. Karlstadın görüşü,
İsviçre'de ve Ren havzasında kabul edilmeğe başlanmışdı. Antik hümanizme bağlı
olan vede İsviçre'den paralı asker alınmasına karşı gelmesiyle tanınan, ülrich
Zivingli, Luther'in çağrısına uydu ve tasarladığı reformlar gereğince 1525'de
Zürih'de, 1528'de Bern'de kutsal sırları redetti ve lütirjiyi çok sadeleştirdi.
1529'da Basel'de
Oecolampade katolİklere ve hatta Roma'ya sadık kalan Erasmus'a karşı Zwingli
mezhebini yaydı. Bu mezhebi, Starsburg'da 1524'de Martin Bucer kabul ettirmiştir.
Klişe mülkünün el değiştirmesinde çıkar gören Alman prensleri Luther reformunu
destekliyorlardı. şeklinde ifadeleriyle Reformun aynı zamanda mülklerin e!
değiştirebilme yönüylede alakalı olduğu hükmünü çıkarmak kabil olur, de-ğilmi
efendim. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki; Rönesans ve Reform, pozitivist
atılımlar yâni deneyci anlayışa gelen ve hristiyanlığın ilmi engelleyen
kıstaslarından kurtulan avrupa insanı, papazlardan kurtulurken bir mânada,
kendilerini teknolojiyi tanrılaştıran kaosun içinde buldular. Aradan geçen
altı asır sonrasında da içine düştükleri çukurda debelenip durmaktalar. Ama
şunu da ilâve etmeden geçmeyelim ki, teknikleşen avrupa, Kolomb ile bulduğu
Amerika'ya insan ihracını yapmağa başladığında, genel olarak adetâ barsak
temizlercesine insanların bir haylice serazatlarını yeni kıtaya gönderirken
kendileri de içtimai, iktisadî ve askerî alanlarda pozitivist (deneyci)
anlayışla atılımın zirvesine doğru uzandılar. Harp sanayii ve denizcilik
vasıtalarındaki gayretli çalışmaları, bu kıta devletlerinin her birinin birer
sömürgeci ülke yaftasına hak kazanmalarını, sağladığı inkâr edilemez.
Belki doydular! Belki
de geliştiler! Fakat adaletin yayicısı olma niyeti dahi taşımadıklarından,
zâlimler zümresini teşkil ettiler
ve de beyaz adam mantığının vahşilik kanadını teşkil ettiler. Afrika, Asya
insanları, Amerika kızılderilileri, Çin ve Hindistan bu zalimlikten, üzerlerine
düşen ezilen insanlar topluluğu dramını yaşadılar.
Osmanlı'nın avrupayı
tokatlamasının bittiği 1683'sonrası, kürre-i arz bu tek dişli medeniyet
canavarının tecavüzüne uğradı durdu. Milletleri diplomasi alanında, karşılıklı
menfaatler muvacehesinde kategoriye ayırmak belki gerekir, ancak ilâhi ikazın
-küfür tek millettir- olduğunu millet evlâdının unutmaması farzdır.
Hiç şüphe yoktur ki;
tatbiki mânada İstanbul'un fethinin Osmanlı padişahı Sultan 2. Mehmed Hân'a
müyesser olmasının ilâhi bir müjde olduğu herkes tarafından bilinmektedir.
Yaratıcımızın, yâni Cenâb-ı Allah'ın muradı dışında bu kâinatı muazzamada ne
gerçekleşebilir? Bu fetih başarısının hristi-yan âleminin mistik bir bağlılık
hissettiği İstanbul'un, Bizans'ın elinden sökülüp alınması tabiiki ohhh ne iyi
oldu diye karşılanacak değildi elbette. İtirazlara, tevillere hâttâ iftiralara
kadar varması beklenen vakaa idi. Nitekim avrupa âleminde gerek sözle, gerekse
yazı ile bu hususda hayli beyanlarda bulunulmuştur.
Bu hususda en değerli
çalışmalardan biri, Fransız akademi âzasından, Güstav Şlomberje'nin, "Türk
Muhasarası" adıyla M. Nahid adlı yüksek tahsilini Fransa'da yapmış bir
evlâdı vatanın tercümesiyle Osmanlıca olarak ülkemizde yayımlanmıştır.
Ülkemizde yaşayan
ister gayrimüslim olsun, gerekse müs-lim olsun, milletimizin emsalsiz
mükemmellikteki târihine düşmanlık besleyenlerin, bu eserin içinden çekip
çıkarıp, genç nesillere" bakın İstanbul'un fethinde şöyle olmuş" demek
suretiyle ehl-i salip zihniyeti sahibi eşhas ve tarihçilerin, iftira ve
hezeyanlarını kendi menfur zihniyetlerinin amaçladığı istikametde bir makale,
bir hikâye hâttâ bir roman hâlinde takdim ederek, zâten tahsil hayatında
hissedilir ağırlıkta ilim tedris olunmayan ülkemizde, târih derslerinin
müfredat bakımından yeterli olmadığını söylemek hiç de yanlış bir ifâde
değildir. Allahımızın kendilerinden razı
olmasını temenni ettiğim, milletimizin geçmişine kemiğinden, iliğine kadar
meftun târih öğretmenleri, yazarları ve alaylı tarihçiler dediklerimizin
doğaçlama halindeki muhterem ve özel gayretleri olmasa bu ilim dalının
anbarlarına girip, oradan dünyaya, hakikatlerle dolu bilgileri aktarmasalardı,
bu tür maksadlı yayınların taarruzu, târihimizde rahneler, yâni bir hayli
yaralar meydana gelmesine sebeb olabilir idi. İşte yukarıda andığımız târihimizin
alperenleri, olan Osmanlı târih araştırmacılarının ibzal ettiği gayretler, bu
kültürel tecavüzü hayli redde muvaffak olmuşlardır.
Osmanlı islâm
devletinin kuruluşunun 700. senei devriyesi münasebetiyle devletin de azbuçuk himmetiyle
yapılan kutlamalar hayli işe yarayan eserlerin gün yüzüne çıkmasına sebeb
olduğu sıralarda, hemence menfi yayınlarda sinsi sinsi piyasaya sürülmeye
başlandı. Bilhassa valide hanımsultanlar hakkındaki menfi yayımlarada
rastlanıldı.
Günümüzde de böyle
olduğunu hatırlattıktan sonra; 1935'lerden sonra ülkemizde M. Nahit tarafından
1914 yılında Şlomberje'nin birkaç günde tercüme edilmiş ve Osmanlıca olarak
basılmış kitabın, münderecatmdan bazı bölümleri latinize ederek, yeni buluşmuş
gibi her 29/mayıs yaklaştığında gündeme getiren devlet ve millet düşmanı
zihniyetin bilerek veya bilmeyerek kullanmayı sağladığı maşalar, milletimiz
içinde tereddütlere, târihine kuşku ile bakmasına sebeb olmuşlardır. 1950'den
sonra Fâtih İmam Hatip lisesinde dersler veren Sultan Selim'li Hafız Ali Rıza
Sağman merhumun bu fitne çalışmalarını idrak ederek yazmış olduğu: "Fâtih
İstanbul'u Nasıl Aldı?" adlı eseriyle, Şlumberje'nin yazdığı ve M.
Nahid'in tercüme etdiği çalışmayı, yukarıdaki andığımız kitabında bir, bir
iddiaları inceleyerek lâzım gelen cevaplan vermiş, böylece de ülkemiz
münevverlerinin istifadesine sunduğu çalışmayla târih dünyamıza büyük hizmetde bulunmuştur.
Hemen ilâve edelim ki,
1950'den önce İstanbul valiliği görevinde olan Dr. Lütfü Kırdar merhum, bu
lâzım gelen kitabın çıkarılması teşebbüsatından haberdar olduğunda târihimize
sahipliği, vazifesi içinde gördüğünden, kitabın yazarına imzalayarak verdiği
ve kitabın hemen ön sözünün peşine konmasını istediği ezcümle nakle
çalışacağımız şu ifâdeyi kaleme almıştır: "Sayın yazar Ali Rıza Sağman;
'Fâtih İstanbul'u Nasıl Aldı?' adlı eserinizin 1. cildi, İstanbul'un 500.
yıldönümü yaklaşırken neşredildiğini görmek istediğimiz eserlerden
biridir." İstanbul valisi Dr. Lütfi Kırdar. İmzalı bu teşvik ve takdirin
ne kadar yerinde olduğu, aşağıda aktarmaya çalışacağımız iddiaların
çürütülmesi babında istifade olunması, yazarın seçimi ve merhum valinin teşvik
ve takdiri karşısında isabeti, sizlerde fark edeceksiniz.
Biz; 2001 senesi
İstanbul Fethi haftasından dokuz hafta önce, bahse konu, Şlomberje'nin
"Türk Muhasarası" adıyla Fransa İçtimaiyat İlimleri (Sosyal ilimler)
Akademisini bitirmiş bulunan ve Şlomberje'nin talebesi olan merhum M. Nahid'in
1330/1914'de yayımlamağa muvaffak olduğu esere zaman zaman müdehale etmiş ve
Fransız akademi azası hocası Şlomberje'e itirazlarını büyük bir edeb dâhilinde
yaparak, münevverlerimizin batı hayranlığı hasebiyle bu çürük iddiaları kabul
etmeleri endişesini taşıdığından böyle bir gayrete gelmesini takdirle karşıladığımızı
elhak Nahid Bey merhumun bir evlâd-ı vatan olduğunu sık sık hatırlatarak,
Rad-yo/Çağ-101. 3 adlı radyoda, onsekiz saat süren Metanet Köprüsü adlı
programımızda burada yer alan bölümlerin, bir kısmını bahsettiğimiz programda
dinleyecilerimize duyurmuş, noktai nazarımızı ileri sürmüş ve bu
hassasiyetimizden, programda bizi arayan dinleyenler teşekkürlerini belirtmek
için, telefonlarımızın kilitlenmesine sebeb olmuşlardı.
Dinleyicinin fark
edipde gösterdiği bu hassasiyeti gözönü-ne alarak, bu kitaptan bazı aktarmalar
ve cevaplarını vermeyi, bir târih çalışmasının tabii oiarak kapsaması
gerektirdiğini düşündüğümden bu çalışmamızda sayfalarımızı bu mevzu ile
süslemeyi vazife saydım.
Güstav Şlomberje
Kimdir? Biz bu hususda Şiomberje'nin eserini, tercüme ve yayınlanmasını
sağlayan M. Nahid merhumun kalemine başvuralım. Mütercimimiz diyor ki:
"1903 târihinde Sir Edwİn Piyers bu muhasara hakkında İngilizce mükemmel
bir kitap neşretti" Bunu belirten Nahid Bey; Mösyö Güstav'ın
"İstanbul Muhasarası" adlı çalışmasının medhal yâni giriş bölümünde,
'bana; bu eseri adım adım takip etmek ve parçalar nakletmek kaldı'..
"Dediğini ve şöyle devamını getirdiğini ifade ediyor. "Bu büyük
vakayı rnüşaha-dede bulunanlar, hemasırlarının veyahut tamamen aynı dönemin
insanı değilse bile, bu hususda en fazla malumat sahibi tarihçilerin,
öndegelenlerinin naklettiklerini iktibas ederek, bu müthiş olayın günlüğünü
yazmaya önem verdim. Bu eserlerin yazarlarının en büyükleri arasında kabul
olunan Venedikli Barboro, Kardinal İzidor, Midillili Piskopos Leonar, Yunanlı
Kritivulos gibilerinin eserlerinden nakiller yaptım." Demekte. Ayrıca;
Françes, Dukas ve Halkondilas adlı Bizans vakanüvİslerinin yazdıklarıyla telif
ederek, iki ay süren muhasaranın safahatını ve vakalarının saati saatine takip
etmemize imkân sağlamıştır. Türk tarihçilere ve Sloven müverrihlere de
başvurdum" Diyen; Mösyö Güstav, eserinin yapılmış çalışmalar arasında en
mühim bilgileri verenin bu eser olduğunu belirtiyor.
Nahid bey merhum ise,
mösyö Güstav'ın Akademi Fransez üyesi olduğunu Bizans târihi ve arkeolojisinin
kırk yıl tetkikini yapmış bir ilim adamı olduğunu da belirtmiş bulunuyor.
Tabiiki hayli büyük bir eser olan bu çalışmanın önemlilerin en mühimlerini
buraya alarak, okurlarımızın zaman zaman ileriye sürülen iddiaların
fantastikliği karşısında şaşırıp, ürpermelerini önlemek için bir takım maksada
dönük ortaya atılanlara, hafıza ve bilgilerinin bunlar bizim bildiğimiz yavelerdir,
dedirtme gayesinden başka bir şey değildir burada buna dokunmamız. Bahsettiğimiz
konularla ilgili nakillere mantık ve kıymeti yüksek bilim adamlarımızın
cevaplarıyla temas edeceğiz. İstanbul'un nasıl alındığını anlatmaya çalışan
Ali Rıza Sağman merhum, Şlomberje'nin kitabından aldığı bazı iddialara muknîce
beyanlarla cevap vermesi ve bunun başında pek mühim bir tesbit olan Kerkoporta
Kapısı iddiasının mutlaka çürütülmesi gerekiyor görüşüne katılmamak mümkün
değil. Çünkü, yeni duyulan ve demiştik yönü bulunan iddiaların, az bilgili
veya maksat sahiplerinin şaşırmasına ve 2. gurubun ise millet İnançlarının
sarsılmasına âmil olacak fırsatları bulabildiğini düşünmek gerek.
Bütün bunların yanında
batı dünyasında, var olduğu farze-dilen hürriyetin, şark âleminin, diğer bir
tâbirle islâm âlemini ve bunun bin yıldan beri bayraktarlığını yapan müslüman
milletimize dâir eserlerin dürüstlükle batı dillerine tercümesinin önüne gizli
gizli geçildiğini hatırlatmak isterim. Nitekim Biratudİ adlı bir yazar,
Şeyhülislâm Hoca Saadeddin Efendinin muhteşem eseri, târihlerin tacı mânasına
gelen "Tacüi. Tevarih"in batı lisanlarından birine tercüme ettiğini
ancak bütün mânası ile yanlış yapmıştır, haberini Ali Rıza Sağman merhum
bildiriyor.
Hemen burada, yukarıda
adı geçen Kerkoporta kapısı meselesi olayını bir - iki cümleyle özetleyeyim ve
yeri geldiğin-deyse tatminkâr malumatı arz ederiz. Efendim; Kerkoporta Kapısı
bir kandırmaca efsanesidir ve Kargayı kanarya yapma kudretinin ben-i beşere,
yâni insan oğluna verilmemiş olmasıyla, bu efsaneyi akıl sahiplerine
yutturamama arasında bir
fark yoktur. Bu Kerkoporta Kapısı, Hepdomon denilen ve Bizans surlarının
savunulmasının yapıldığı yerdeki kapılardan, bir kapının adıydı. Bu kapı;
üzerinde olduğu hendeğin tabanı seviyesinde olup, irtifa bakımından alçak
sayılacak bir boyuttaydı. Kostantin'in verdiği bir emirle bu kapıyı açtırdığını
okuyoruz.
Efsaneye göre günün
birinde şehri zapt etmeye çalışan kuvvetler, bu kapıdan girmeye muvaffak
olacaklardı. Nitekim; imparatorun emriyle açılan bu kapı bir müfrezenin savunmasına
bırakılmıştı.
Aslında Rumların
düşüncesi, Türk mevzilerine karşı bir huruç harekâtı yapmak ve ani bir baskın
ile Osmanlı birliklerine büyük zayiat vermekti. Yerleşim hasebiyle bu saldın
tabiatıyla Osmanlı sol kanadı üzerine yapılmak mecburiyetindeydi.
Yukarıda vali bey
tarafından teşvik ve takdir olunmuş eserinden bahsettiğimiz Ali Rıza Sağman
merhum, fetih hakkında yaptığı geniş araştırma ve bilgilerinin ışığı altında
ve vukufla "Rumların; böyle ne bir tasarısı nede imkân elde edecek
halleri olmadığını" ileri sürerek diyorki: "Bu hendek zemininden
açılan kapı yirmi metre derinliğindeki bir hendeğin zemininde olduğuna göre ve
bu alanın ise, deniz suyu ile doldurulmuş olduğunu gözÖnüne aldığımızda huruç
harekâtı yapacak Bizans askerleri o suların arasından nasıl çıkacaktı?"
Sorusunu sorduktan sonra yine kendisi: "bütün bu hayaller Şedomil
Mijatoviç adlı yazarın, hayallerinden ve masa başında yazılmış, diğer hayali
çalışmalarının içinden telif edilmiş uydurmalardır" demektedir Venedikli
arkadaşlarının yanından hiç ayrılmayan, bu bölgede savunma hâlinde bulunanlar
arasında yer alan, ünlü tarihçi ve gemi cerrahı Barba-ro, Kerkoporta Kapısı
olayı vukubulsaydı şüphesiz ki, en geniş safahatıyla ve belki de abartıyla,
eserinde bahsedecek kimselerin
başında gelenidir. Kerkoporta Kapısının, Osmanlı zaferini küçümseme niyeti ile
bir mizansen olarak uydurulduğunu, neden Kerkoporta Kapısı diye düşünmeye
başladığımızda, yukarıda arzettiğimiz maksada dayalı olduğuna ulaşabiliriz.
Şimdi Kerkoporta
Kapısı hakkında eski sadrıazamlardan Ahmed Vefik Paşanın yaptırtmış olduğu
geniş bir araştırmanın sonucundan bahsedelim. Sadnazam Paşa maarif nazırı
olduğu kabinelerden birinde, Asar-ı Atika'a yâni, eski eserler adlı müze
müdürlüğüne Mösyö Detye adlı bir gayrimüslimi getirir. Mösyö Detye; merhum Ali
Rıza Sağman'ın nakline göre şu pırlanta değerindeki beyanı yapmıştır:
"Her muharririn
sözünü ayn-ı hakikat olarak kabul eden müverrihlerin her biri bu kapıyı bir
tarafa götürmüşlerdir. Surların her tarafında da böyle bir çok küçük kapılar ve
mahreç (çıkış) mazgalları olduğunu düşünmeyerek mahza (güya) Türklerin
muzafferiyetini kolaylıkla kazanılmış bir zafer suretinde göstermek için, icâd
edilen bu bahanelere maalesef inanmışlardır."
İşte sevgili okur
görülüyor ki batı'lıların ileri sürdükleri yalnız kalmamıştır. Bunları çürüten
veya karşı tezler her zaman ileri sürülmüştür. Bu sebebden okurlarımız, şu
gazetenin veya bu derginin veya başka bir kitabın ileri sürdüklerini hemen
kabullenmek yerine, masanın hem öte tarafından hem de bu tarafından bakmak icâb
eder.
Gayrimüslim
tarihçilere göre, Jan Jüstinyâni adlı kahramanın varlığı muhasaranın uzama
sebebi olmuş! Doğru olsa bile neticeye bir te'siri yoktur. Çünkü; Sultan Mehmed
büyük bir azim ile gâyei yegânesi olan fetih'i gerçekleştirmek için, en büyük
mâni olarak sûr'ları görmüştü. Bütün hazırlıklarını
sûrları yıkarak, ufalamayı ve İstanbuta
girmeye göre düzenlemişti bütün hesaplarım.
Nitekim; burçların ve
sûrların, devrin en müthiş silahı toplar karşısında patır patır dökülmesi
padişahın gayesine ulaşacağını göstermektedir. Buna; bilmem ne kapısı, ne Jan
Jüstinyâni, ne Paîeogoslar ne de bizatihi Kostantin Dragase-zin engel olması
kabildi. Nitekim; 28/mayıs/1953 sabahına yakın başlayan büyük yürüyüş ve hücum,
İstanbulun batı yönü boyunca uzayıp giden sûrların her tarafından şehre girildi.
Kerkoporta Kapısı,
Jüstinyâni'nin yaralanması gibi olaylar savaşın tabii ve beklenen
neticelerindendir. Yoksa bunların Osmanlı fethini önleyecek bir güç olmadığını
kabullenmek gerekir. Ayrıca bu iradeye karşı koyacak kuvvete ve de yardıma
sahip değillerdi.
Nitekim;
"İstanbul ve Boğaziçi" isimli eserin sahibi Meh-med Ziya Bey
merhumun: "Jüstinyâni'nin geri çekilmesi, şehrin sükûtunu getirdi denmesi
asla doğru bir söz değildir" demekte olduğunu buraya kaydetmeden
geçmeyelim. Zâten Venedikli Barbaro'ya göre Jüstinyâni yaralanmış filânda değildir.
Jüstinyâni; Sultan'ın büyük gücünü idrâk etdikten sonra, düştüğü üzüntü
sonunda, bulunduğu yeri terketme karan almıştır. Bu arada da Jüstinyâni'nin
durumu hakkında tarihçiler farklı şeyler söylemektedirler bunlardan Kalkondil;
kurşun ile elinden yaralandı Tetaîdi, ki bu adam Galata'da zabıta müdürü idi
bunun beyanı kolvirin adı verilen bir top mermisiyle yaralandığını söylerken,
Kritivulos büyük karabina ile atılmış büyük bir mermi, zırh gömleğini delerek
göğsünden girip, sırtından çıkmıştır, derken Rikşeriyo adlı bir târihçiyse
bambaşka bir şey İfâde ediyor: "Jüstinyani'yi yaralayan; ne bir Türk
askeri, ne de attığı bir şeydir. Onu kendi adamlarından biri attığı ok ile
yaralamıştır. Kritivulos başka bir yerde de, bir Türk askerinin kılıcıyla
Jüstinyâni ölmüştür demektedir. Bizim kaynaklarımız Ulubadlı Hasan; Jüstinyani'yi
kılıcıyla karnını deşerek öldürmüştür, dedikten sonra Hasan'ın yürüyüşüne devam
ettiğini bildirmektedir az sonra sûr dibinden yukarı çıkmaya başlarken atılan
oklar ve taşlar şahadet şerbetini içmesine sebeb olmuştur demektedir.
Papa'lığın bu muhasara
karşısında Bizansa neden muavenet etmediği sorusu ister istemez akla
gelmektedir. Kendi limanlarının bombardıman edilmesini önleyemeyen Papalık,
Bizans kuşatmasına nasıl yardım edebilecekti"? Bu soruya verilecek cevap,
avrupanın o sırada önemli bir kavşaktan geçmekte olduğu kendi keline merhem
aradığı bir dönemdi ve dinde reform ve hayatda rönesans ile cedelleşiyordu.
Papalık bu değişimin
neresindeydiyİ sorarsak alacağımız cevap, statükoyu muhafaza etmek üzere
kendini düzenlemişti. Dolayısıyla kendi hengâmeleri Bizans'ın yardımına koşacak
ne imkân ne de takat bırakmıştı. İşin bir başka tarafı vardı ki, o da Osmanlı
taht'ına bu sefer, kafi olarak çıkmış bulunan yirmi yaşındaki genç padişah,
barutu kendinden ateşi ruhundan alan bambaşka birşey olduğu gibi yaptığı hazırlıkların
büyüklüğü Papalığın aldığı malumatın dışında değildi diyebilirizki, papalık bu
sefer yapılacak yardım Bizans'ı, akıbetinden uzak tutamayacak, hâttâ avrupanın
yardımına rağmen İstanbul'un Sultan tAehmed'e râm olması, hristiyan-lık büyük
camiası adına yüz kızartıcı hâl meydana getirecekti. İsterseniz şimdi,
Papalığı ve Bizansı bir kenara bırakalım, Sultan 2. Murad'ın hayattan ayrılması
üzerine bu sefer fetihler yapmak üzere tahta çıkan 2. Mehmed'in hazırlıklarına
bir atfu nazar edelim.
Sultan 2. Mehmed;
1453'ün mart ayı sonunda İstanbul'u fethetmek için bütün hazırlıkları
tamamlamıştı. Gerek Anadolu cihetinde gerekse Rumeli tarafındaki mücahidlerini
toplamaya girişerek gönderdiği haberler davet edilenlere ulaştığında pek kısa
sürede mızraklı olarak piyade ve süvariler, kimileri ok, yay kimileride
sapanlarıyla gelirlerken, bir başka bölümü de zırhlı gömlekler giymişler her
biri aşık olunacak bahadırlardı. Bunlara şimdi zırhlı birlikler denirken, o
günlerde, katafırakath askerler deniyordu.
Sultan 2. Mehmed'in
ordusunun yekûn sayısını, tam bir sıhhatle vermek kabil değildir. Pek çok yazar
sayı vermekle beraber, aralarında bir hayli sayı farklılığı mevcuddur. İçlerinde
en fazla itibar olunanı görülen Venedikli Barboro'nun beyanıdır. Diyorki:
"2. Mehmed; Marmara sahili ile Haliç arasındaki alana, 160 bin kişiyi
yerleştirmişti. Bunlar gerek muntazam kıtalar, gerekse gayri muntazam
topluluklardı. Fakat kuvvetlerin tamamının bu olduğunuda söylemek icâb
eder" diyor. Filonun mürettebatıysa orta çağda büyük şark ordularının
dâimi olarak savaş eri olmayan kişilerdiki bunlar yukarıdaki sayının tabiiki
dişindaydı. Başka ve meşhur bir tarihçi olan Netaîdi ise; bu miktardan
miktardan farklı bir rakam söylememektedir. Bu tarihçinin beyanını özetlersek
şu ifadeyle karşılaşırız: "Sultan Mehmed'in İkiyüzbin askeri olup,
bunların 30 ilâ 40 bini süvari idi geri kalanı çeşitli meslek sahiplerinin ve
bilhassa hizmetinden, zenaatmdan ve ticari kaabiliyetinden istifade edilecek
tüccarlar olduğudur" Biz hemen şunu söyleyeiimki sevgili okurlarım;
Netaldi, Osmanlı süvari askerinin mikdarının 30 ilâ kırkbin olduğunu ifade
ederken arada onbin kadar bir sayıyı muhayyer bırakı-yorki bu onbin rakamının,
nelere kaadir olabileceğine akilı ermiyor. Halbuki; Osmanlı devleti daha altmış
yıllık bir maziye sahipken, Meriç kenarında Hacı îlbey Kumandasındaki 10 bin
süvari ile askeri gök yere düşse mızraklarımızla tutarız diyen bir gurur ve
kibir ordusunu, ki 200 bine yakın mevcudu vardı bunu bir gece baskını ile
tarumar ettiğini ya bilmiyor, yahut da ifadesinde bu kıstası atlamış oluyor.
Efendim bir savaşın
vukuunda, kuvvet dengeleri ve mevcud sayısı pek önemlidir. Bu bakımdan iki
tarafın kuvvetlerinin doğruya yakın sayıda tesbiti, başarının veya başarısızlığın
başka nerelerde aranması gerektiğini ortaya koyar. Güstav Şulomberje'nin
eserini tercüme eden Nâhid Bey farklı sayılar İfade eden müellifler olduğunu
hatırlatıyor.
Meselâ; bizim
Hayrullah Efendi, 80 bin kişilik ordu mevcudundan kapı açarken, Klelef ve
Halkandilas Osmanlı'nın 400 bin mevcudlu ordusundan söz eder, demek suretiyle
mütercim merhumda bu aşırı farklılığı işaret etmekten kendini aia-mamsştır.
Öte yandan Françes; Osmanlı kuvvetlerinin 258 bin olduğunu ileri sürerken,
Sakızlı Leonardo ise 15 bini yeniçeri olmak üzere, miktarın 300 bini aştığını,
meşhur Dukas ise 100 bin süvari 140 binden fazlasının gemici veyahud başıbozuk
olduğunu yekûnun ise 260 bini bulduğunu dillendirir. Monteîdi ise; karacı ve
denizci sayısının yekûn olmak üzere 240 bini bulduğunu beyan eder. Böylece;
hakikate yakın rakkam Venedikli M; Barboro'nun söylediği 160 bin sayısıdır.
Muhterem okuyucularım;
mösyö Güstav Şulomberje, Osmanlı ordusu târihin bu döneminde, askerlik ilminin
terekki-yatına ayağını uydurmuş olduğu için en güçlü ordu olmayı yakalamıştı,
demeyi esirgemiyor. Şulomberje; yeniçerilerin, hristiyanlıktan devşirme
olduğunu ileri sürerek, Osmanlıları daha önceki zaferlerinde, Varna'da Jan
Hünyad'ın feci mağlubiyetinde, Kosova sahrasındaki hristiyan âleminin uğradığı
bariz mağlubiyetde, en mühim rolü oynayan gücün, devşirilmiş ve Osmanlı'lar
tarafından yeniçeri askeri diye anılan hrîstiyan çocukları olduğunu görüyoruz
demekte.
Halbuki; insanoğlu hür
ve günahsız doğar. Onu istikamet-(endiren bir ailesi, yok bakıcısı, mürebbiyesi
vardır. Çünkü ademoğlunun hayvanlardan farklı yaratılışının göstergelerinden
biride belli bir yaşa kadar, ihtiyacatını kendi kendine gi-derememesidir. Bu
bakımdan insanoğlunun velâdetinden, yâni doğumunun peşinden kendisine bakanlar
tarafından, aynı zamanda inanç bakımından da yönlendirilir. Mösyö Güstav'ın;
burada hristiyan çocukları idi bu muzaffer müslü-man ordusunun yeniçerileri,
demesi, bu hakikati anlamazlıktan gelme olup, hristiyanlığmın icabâtındandır.
Çünkü; çok kişi bilmektedir ki bir çok gayri müslim, devşirme toplanma işinde
çocuklarını verecek ailelerin rızası alındığı gibi genellikle aileler
(şüphesizki ekonomik zorlukları olanlarıydı.) Ev-iâdiarını bu organizasyona
vererek onların istikbâllerinin iyi olmasını düşünüyorlardı. Ayrıca mensubu
olduğumuz islâm dini itikadında insan mükellef çağına girince dinin emirlerine
muhatap olur. Yeniçeri alınma çağı, insanın mükellefiyatının başlamasından bir
hayli zaman önce gerçekleştiğinden o, hristiyan olmamış bir çocuk olarak kabul
edilir. Aiie efradı o yavruyu vaftiz ettirmiş olsalar bile, bu anne ve
babasının tercihleri olup bu hususda İslama göre bâtıl bir adet'in kiymet-i
harbiyyesi yoktur. Tâki müslümanlar; inançlara asla karışmadıklarından, vaftiz
gibi hristiyan âdetlerine dil uzatmaya da teşebbüs etmezler.
Güstav Şulomberje
demekte ki; "bineceği bir beygiri dahi olmayan nice fakir ve bir çok gayri
muntazam tâbir-i diğerle başıbozuk denilen kişilerin hayliydi sayıları ve de
bunlar ganimet ve yağma ümid edenlerin arasında, bir çok hristiyan-da
vardı." Bu itirafda göstermektedir, ki Bizans devleti avru-pahların
yardımından mahrum kalmakla birlikte, kendi dindaşlarının bir bölümünün hem de
ganimet ve yağma ümidiyle, üzerine yüründüğünü görünce, meşhur Sezar'ın,
evlâtlığı Brütüs'ü kendini öldürmeye kalkışanların arasında, hançerinin
parlayan ışığında yüzünü gördüğünde herkesçe bilinen sözünü "Sendemi?
Brütüs! Artık öl Sezar" dediği gibi Bizans'ında demesi icâb eder, diye
düşünüyor insanoğlu. Ancak insan kahramanken, yine insan, hâin de olabiliyor
ve kimse hâinlere bakıp da inancından vazgeçmemeli değilmi muhterem okurlarım.
Mösyö Güstav;
kitabının 57. sahifesinde şunları ileri sürüyor "bu ordunun feverân-i
hissiyatı görüimeye şayandı. Bu sayısız askerler, asırlardan beri nice müslüman
nesillerin aşk ve hararetle tahayyül etmiş oldukları mukaddes bir ese ri
sonunda gerçekleştireceklerdi. Peygamber-i Zişân'da bunu vaktiyle düşünmüştü.
En büyük hükümdar İstanbul'u zapt eden hükümdar olacak, ordusu ise güzel ordu
addedilecek" dememişmiydi? Sorusunu sorup cevabını Şulomberie şöyle devam
etmekte:
"Arab'lar
tarafından bîribirini tâkib eden, yedi sefer yapıldı. Bunların 3. sündede
gençliğinde bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)'in sancaktarlığım yapmış ve sevdiği
yakınlarından olan yaşlı (90 yaşında) Hz. Eyüb'ünde içlerinde bulunmasıyla ayrıca
şÖhretlenmiş, bu muhasaradan beri daha nice kuşatmalara mâruz kalmıştı
İstanbul. Hakiki inanç sahipleri, müjdeİ peygamberinin gerçekleşeceğine
inananlar içlerinden gelen nâz île birleştirdikleri cennet misâli İstanbula
yaklaşıp, vuslata ermelerinin başarısını temin edecek duacılar sadece erbâb-ı
takva olmayıp, bol miktardaki serve-ti samanı düşünen ve bunları nasıl
yağmalayacağını düşünenlerde bulunuyordu" İfadesini yazmaktan kendini
alamamsştır. Yine de son cümleye, bu menfaat gurubunun içine Bi-zans'dan gayri
memnun hristiyan unsurları yazmasına, tarafgirliği engel olmuş görülmektedir ve
objektif olamadığını tesbit kolaydır.
Ancak yinede
diyebilirizki Güstav Şulomberje, bu mesele hakkında en objektif yazanların
hemen başında gelir. Padi-şah'ın ordusuna katılmak için, muhasaranın devam
ettiği müddetçe, yeni yeni gayri muntazam kuvvetlerde denilebilen yığınların
katıldığını beyan eden Mösyö Güstav, bu katılımı yağmacılıkla bağdaştırıyor, ki
avrupai mistisizm dahi neticesi itibarıyla materyalist bir görüşle alaşım
halindedir. Karışım, demiş olsaydık hata etmiş olurduk, çünkü karışımı meydana
gelen kitleden tefrik yâni ayırmak çok daha kolaydır.
Mösyö Güstav
Şulomberje; 1389'da Kosova Meydan Muharebesinin şehid galibi Sultan 1. Murad-ı
Hüdavendigârın ordusunda toplanan Mücahidin-i İslama bir atf-u nazar eyle-se, o
ordu içindeki Karamanoğlu askerlerinin bulunduğunu görecekti. Tabüki yazar;
Hüdavendigâr unvanının ihtimalki ledünni mânasındakİ müslümanları bir bayrak
altında topla-yabilene verilen lâkab olduğunda behre sahibi olmadığından,
Sultan Fâtih'in ordusuna fevç, fevç gelenleri, insanın aynaya baktığında
kendini görür misâli, kendileri yağma düşüncesi taşıdığından, herkesi aynı
kalıp ile değerlendiriyor.
Sultan Mehmed'in ceddi
olan 1. Murad'ın ordusuna amansız düşmanı Karamanoğlu'nun bile katılması,
İslâm ordusu ve müjdelenen Fetih Ordusu olması ihtimalinin en yüksek olduğu
dönemde, islâmlar tabiatıyla bu orduya katılmazmı? O kutsal gazanın mücâhidi,
Gaazisi olmak istemezlermi? Şu-lomberje'nin idrak edemediği husus, yeri
geldiğini sandığımızdan söylüyoruz: Sultan Fâtih'in; "Bizim hakikat
kıldığımız yere onların hayalleri dahi ulaşamaz" beyanını ya duymamış
olabileceğinden veyahut da bitmez tükenmez haçlı zihniyetinin, islâmlar ve şark
dünyası ile sıcak veya soğuk savaşından ötürüdür.
Muhterem okurlarım;
bahse konu yazar bu çalışmasının 58. sahifesinde, şunları ifâde ederek, elifi
elifine olmasa da bizim ifademize hayli yaklaşmış bulunuyor: "İslâm
âleminin dindar müridlerinin harb severiiklerini tahrik maksadıyla savaş
habercileri, dini misyonerleri göndermişti. Bütün eyaletlerden bahasus
Asya'dan hakikaten oğul ansının koğanı terk etmeleri kabilinden koşuşdular. Bir
şark tarihçisine göre koşuşan binlerce kimselerin arasında meşhur olanların
isimleri şunlardır: Akşemseddin, Karaşemseddin, Molla Senaî, Emir Buharî, Molla
Fenârî, Cebâli, Ansar Dede, Molla Gürânî, Şeyh Zindanı, Karamanoğlu ve yedi bin
gönüllüsünün başında Aydinoğlu Derebeyi. Bu savaşçı kitlelerin sayısını tan
min etmek için akla gelen bütün teşebbüsleri çaresiz kılan şey tekrar ediyorum,
muhasaranın son günlerine kadar Önlerinde bir alay, dervişler, mollalar,
mağribiler, ve mutaassıplar bulunduğu halde, Türk Ordugâhına gelen akın akın
yeni savaşçıların akması hususu akıl alacak şeylerden değildir" demekten
kendini alamamıştır. Bu bakımdan işin onun kısır düşüncesinin değil, islâmi
dinamiklerin, iyi öğre-nilmesiyle alakalı olduğunu ifâde edememektedir.
Güstav Şulomberje'nin
Tutuculuğu Yazar; eserinin 59. sahifesinde, "hristiyanlıkdan dönme birçok
hâinlerin safları yanında, Türkler tarafından ele geçirilmiş nice ve çeşitli
kavimlerin var olduğu bir orduydu bu ordu dahası, Sırp süvarilerinden, Sırp
olan topçulardan, lâğımcılardan yine, Almanlar ve Macarlardan bu orduya
muavenet edildiğini ve ilâve olarak bunlara Rumların, Lâtinlerin, Cermenlerin,
Panoniyenlerin, Bohemyalıların, hâsılı bütün hristiyan kavimlerin fertlerinin,
Sultan Mehmed'e yardım için, hâinane bir şekilde koşuştuklarını, Sakızlı
Leonardo'nun yazdığını" söyler. Yine Mösyö Mi-catoviç'in eserindeyse:
"Padişaha Sırp kralı Jorj Brankoviç tarafından mecburen gönderilmiş olan,
Sırp kuvveti hakkında yazılmış gayet faydalı bir sahife vardır"
demektedir. Yazari ara başlıkta tutuculukla itham sebebimiz; hristiyaniarın
dindaşı oldukları Bizans'ın yardımına koşacakları yerde, üstüne yürümelerinin
esbab-ı mûcibesini teemmül etmemiş olmasıdır.
Anadolu topraklarında
daha bir aşiret halindeyken, hristi-yan tekfurların tebâlarının gönlünü çelmeyi
beceren Kayı boyu ve müslümanca tutumlarının, getirdiği adalet ve sevgi dolu
ilişkiler hristiyan insanlarda takdire mazhar oimadımı? Bunun sonunda düşünen
bir kafa, din değiştirip, hem dünyasını hem de ahiretinin hayırlara dönmesine
yarayan bir sonuca varırdı. Hadi diyelimki din değiştirmek aynı topluluk içinde
yaşarken zordur ve bilhasa hanımlar, çevremiz ne der İtirazında bulunacağından
müslümanlığa geçiş ertelenebiimiştir fakat adalet içinde emîn olmakla yaşamak,
bir tekfurun keyfi idaresine boyun eğmekden daha da efdaldir, diyen insanların
bir akıllan olduğunu, İstanbul gibi dünya'nin merkezi bir beldenin asırlar
sonra yepyeni bir medeniyete geçeceğine aklı kestiklerinde, bu işin
gerçekleşmesinin kendilerine dünya menfaati bakımından da hayli şeyler
kazandıracağını hesap etmelerine niçin kafa yormuyor, ahalinin böyle olmasının
müsebbibi, küse ve kraliyet ailesinin, keyfemâyeşa idâresinin sonucu
olduklarını idrak etmiyorda, Sultan Mehmed'e katılanlara ver yansın ediyor.
İşte biz bunu yazarın
tutculuğu diye tavsif ederken, hiç aklımızdan çıkarmıyoruz ki, Şulomberje
bizim dediğimiz gibi mütalaalarda bulunsaydı, onun hristiyanlığm
mütegallibe-lerince ipi çekilirde, ne kendinden ne de çalışmasından dünya
haberdar olmazdı. Siz bakmayın batı'da hürriyetin bulunduğunu söyleyenlere;
Recâ Bey'in(Roje Garaudy) siyonizmle yahudilik üstüne gitti ve neler çekmekte
olduğunu hep beraber görüyoruz, 2000 yılında dahi.Şulomberje; kitabında
şunları yazıyor: "Bizans imparatoru ve müşavirleri, ellerindeki hiç
sayılsa yeri olan vasıtalar ile muazzam beldenin, müdaafasını teşkil etmekle
meşgulken. Genç Padişah, Edirne'deki ordugâhında şaşırtıcı bir faaliyet
içindeydi, uyku nedir? Bilmiyordu! Bütün geceleri; çalışma ile Bizans'ın şehir
plânını tetkikîe ve bu beldenin müdafaasını hakkı ile bilenler ile yaptığı
münakaşalarla geçiriyordu.
Bu harikulade
hazırlıklar hakkında İstanbul'a kadar dağılmış olan şayialar (şunu
unutmayalımki istihbarat elemanlarının Bizans'da kendilerine temin ettiği
ajanlarla bu göz korkutucu, moralleri bozucu, ve İçlerinde çalkantıya sebeb
olan ifadeler bir organizasyonla gerçekleştiriliyordu) bu belde'ye dehşet
saçıyordu. Toplan döken hâin hristiyaniarın yaptığı silahlar hakkında
yayılanların insanların zihinlerini alt-üst etmekteydi. Top barutunun keşfi,
küçük ve büyük çapda silahların imâlatı ortaçağ döneminde zamanın şartlarını
değiştirmeye, eski usûlleri bozmaya başlıyordu. Sultan 2. Meh-med'in pederi,
Sultan 2. Murad'm pek yeni ve müthiş olan bu silahlardan daha önce tedarik
etdiğini biliyoruz. Bu harikulade teşebbüsler sayesinde, savaş sanayiinin ve
harp sanatının yeni bir devreye başlamasını oğlunun kabiliyetine güvenerek,
bırakmış bulunuyordu."
Mösyö Şulomberje;
çalınmasının 60. sahifesinde; "1453 senesi ocak ayındaki ilk haftalarda
Rumların başkentinde, çeşitli vasıtalar, ihtimal bilhassa, Zağnos (Mehmed) Paşa
hakkında beslediği kin ve garaz saikasıyla padişahına ihanet eden ve
hristiyanlara müsaid davranan Sadrıazam Çandarlı Halil Paşa vasıtası sayesinde,
Edirne'de <Bombarde> denilen büyük ve müthiş bir topun döküldüğü
öğrenildi.
O zamana kadar
görülmemiş büyüklükte olan ve akla sığması zor bu topa sahip olan, Türklere
ait bahse konu harp âleti için Bizanslı tarihçi; Dukas'ın sözleri şöyle:
"1452'nin sonbaharında, Hz. Padişahın huzuruna Osmanlı'ya iltica eden
asker kıyafetinde bir firari çıkarıldı. Bu firârî, padi-şah'a İstanbul'un
mukavemetine dâir sağlamlığı hakkında hayli değerli bilgiler verdi. Bu adamın
adı Urban veya CIrbanî idi. Macar veya Ulahlardandı. Dökümcülükde henüz emsali
görülmemiş ustaların arasında gelmekteydi. Daha Önce İstanbul savunmasında,
görev almak için Kostantin Draga-zes'e kendini takdim etmişti. Hükümdarın
kendisine koyduğu şartlardan memnun kalmadığı gibi aldığı ücretin çok büyük
bir kısmını, aracılar ve nüfuzlu kimseler alıyor ve cep doldurucular, bundan
hayli istifade ederlerken, maaş sahibi kıt kanaat geçiniyordu. Urban bu tarzın
çirkinliğine daha fazla dayanamadı ve gizlice Sultan 2. Mehmed'in hizmetine
girmek için, Bizans'tan firar edip, Osmanlıya iltica etdi. Padişah; bu
ilticacıya iyi davranarak, kendisini dikkatle dinleme yolunu seçti. Daha sonra
nice hediyeler verdikten başka rütbeler İhsan etti ve bu rütbeleri taşıyan
elbisede hediye etdi.
Hele hele bağladığı
yüksek maaşın doğrudan eline geçişi CJrban'ı pek sevindiriyordu. Dukas'a göre;
Urban bu maaşın kafasından yaptığı hesaba göre dörtte birine razı idi."
(Biz burada hemen sormadan edemiyoruz, maaş miktarındaki düşüncesini Dukas'ın,
Urban'dan nasıl öğrendiğidir?) ancak Şulomberje devamile diyorki; "Dukas;
Sultan Mehmed büyük tasavvur sahibi zevatdan olduğundan, Urban'in sanatıyla
meydana gelen böyle kıymetli yardıma sahip olmaktan dolayı saadet havuzu içinde
yüzüyordu adetâ ve Urban'a, bu güne kadar hiç teşebbüs edilmemiş büyüklükte bir
topun dökümünü yapıp, yapamayacağını sordu: Ürban'sa değil İstanbul surlarını,
Bâbil surları kadar metîn inşa olunmuş olsa dahi tuz-buz edecek büyüklükteki
taş gülleler atmaya muvaffak olacak toplar dökeceğine güvendiğini ifâde etdi.
Ancak (günümüzde balistik hesaplan diye bilinen) endaht (patlama) ve menzil
meseleleri hakkında fazla bilgisi olmadığını da itiraf etmekten çekinmedi.
Sultan Mehmed; bunları kendisinin halldeceğini ifâde etdi. Yeterki; Urban,
Sultan Mehmed'in bitmez bir iştiyakla arzuladığı harp âletini hazır
etsin." Mösyö Şulomberje, bizim arabaşlık yaptığımız "hâin
mühendis" ifadesiyle Topçu CIrban'ı kastetmekteydi. Çünkü; yazar bu eseri
yazarken taraftır. Aslında insanlar taraftır fakat bu taraftarlık hiçbir zaman
iftira etmek, hakikatleri ketmet-mek, delilleri yorumlama esnasında adaletden
ayrılmamak esas kabul edilmelidir.
Yoksa İnsanların
çeşitli sâiklerle, farklı olaylarda farklılık göstermeleri fıtratının icâbıdır.
Şulomberje; hâin mühendis (urban), Sultan Mehmed, Mimar Muslihiddin ve Mühendis
Sarıca Paşa ile diğer teknik adamlar büyük bir toplantıda işleri tartıştılar.
Padişah'ın Rumelihisar inşaatını ziyaret ertesinde yapılmıştı bu ileri dönük
meselelerin tartışıldığı bir toplantıydı. Bu toplantıda konuşulanlar resmî
tarihçilerin ifadeleri Sultan'ın, fetih'den başka bir gayesinin olmadığını
önemle belirtmeleriydi. Bu toplantılardan geleceğe aktarılan bir hu-susda
Sultan'ın kendi elleriyle çizdiği, o muazzam şehrin haritası üzerinde
başarıyla neticelenecek olan hücuma en uygun yeri seçmek, sûr'larda gedik açmak,
lağım koyabilmek için ideal noktaları tetkik etdikten sonra tesbitini
yapıyordu. Bu toplantılarda, ifadeleri, bıkmazhğı ve dikkatinin herkesi kendine
hayran kıldığı, bir çok vakanüvisin kaydettiği ortak noktaydı.
Bu toplantıların mühim
bir muhalifi vardıki bu hristiyanlar-la savaşa girilmeye karşı çıkan sadrıazam
Çandarlı Halil Paşa idi. Fakat bunun karşısında da Damad Zağnos Paşaki bu adam
Arnavut ve hristiyandı, diğeri ise ihtiyar akıncı beyi Turhan Beydi ve bunlar
padişahı bütün varlıklarıyla destekledikleri gibi teşvikleride hayli müeesir
idi. (îstidrat: Mösyö Şu-lomberje'nin; Zağnos Paşa hakkındaki hristiyanlık
iddiası yakıştırma olmaktan başka bir şey değildir. Zağnos Paşa; Balıkesir'imizin
pek tanınmış ailelerinden birinin ecdadı olduğundan, bu ailenin bu hususda
yayımladıkları bir kitab ile bu iddianın nasıl bir iftira ve aslı esası
olmayan isnat olduğunu ispatlamışlardır) Biz; Mösyö Şulomberje'nin ifadelerine
temasa devam edelim:
Padişah çok dikkatli
ve tedbirli olduğundan gözünden bir şey nihan (saklı) kalmıyordu. Hristiyan
ülkelerin, bilhassa İtalya vede Macaristan'ın Osmanlıya karşı vaziyet alıp almayacaklarını
da oralara gönderdiği casuslarıyla kontrol etmekten geri durmamaya pek gayret
sarfediyordu. Öte yandan da, dökümleri yapılmış gülleleri hazırlanmış ve atış
denemelerine amade silahlarının denemelerine başlamıştı.
Top'un müthiş bir
tahrip afeti olduğu, bu cesamette topİa-nn imâli, bu devrin doğuşu olarak kabul
edilse yeridir. Gerek Şark gerekse Garp dünyasında, Sultan Mehmed'in imâl ettirdiği
ve urban ustanın yaptığı kabul edilmiş bulunan topun İmâli topçuluk târihinin,
o döneme kadar yapılmış en büyük top olduğunu artan ehemmiyetiyle birlikde
kaydeder tarihçiler. Buna bir ad olarak vasi'yâni kral lâkabı verildi. (Bizde
de hemen ifade etmeliyizki Şahî adı söylenmeye başlanmıştı. Mösyö Güstav
Şulomberje, bahse konu topu Dukas'ın ifadesiyle naklediyor:
"Bu top çok
gösterişli, korku salan görünüşü müthiş bir harika idi. Bu topun kalıbının
yapılması üç ay gibi bir zaman aldı. Yapılan bu kalıbın içine Tunç alaşımını döktü." Bizim
sanayii işçisi olmamız ve mesleğimizin dökümcülük olması hasebiyle Tunç
hakkında kısa bir malumat arzedelim. Tunç alaşımının halitasında bakır
madeninin en büyük payı taşıdığına işaretle yeteri kadar çinko, kalay ile
meydana getirilen bir metal alaşımıdır. Dökümün yaklaştığı son safhada da,
eri-mİş malzemenin rahat bir akıcılık kazanması için, yeteri kadar fosfor
katılır. Fosforun katılımı bir hayli dikkat isterki, bunun haddi aşılır ise
malzemede kırılganlık olma ihtimâli artar. Çünkü, fosfor'un malzemede atomları
çeşitli yerlerde fazla sıkıştırmak gibi mütecanis olmayan bir iç yapı
kazandırdığı olur. Kullanımda ısınan alet, atomların gayri mütecanis hâli devam
etdiği takdirde, aletin ısınma arkasından soğuma zamanlamaları farklı
olacağından, gövdede çarpılma, çatlama veya yarılmaya kadar varan mahzuru olur.
Şulomberje'den nakille
meşhur tarihçi Françes: "bu topun gövdesinin, rumlara ait bir ölçü olan
sipitam ile 12 sipitam, yâni 9 kadem ve de metre cinsinden ifade edersek, 3 metre,
40 emdir." İngilizlerin de bu konuda kalem oynattıklarını ünlü tarihçileri
Mister Piyers; bu topun Edirne'de dökülmedi-ğini Rejiyon'da yapıldığını ileri
sürer.
Sultan Mehmed
Edirne'de adı Yeni Saray denilen bir mekân inşa ettirmişti. İşte bu yapılan
büyük topu burada denemeyi kararlaştırmıştı. Ancak; deneme esnasında meydana
gelecek sâdayı hafifleticek bir çâre aramanın en pratik yolunu, denemenin
yapılacağı zamanı ve günü münadilerle ilân ettirmesi ve hamilelerin kendilerini
sesin vereceği baskıya hazırlamaları ile ilgili çâreleri aramalarını bildirmiş
olması medeniyyet-i insanlığın icabıydı. Dukas'ın ifadesi; "top
gür-lediğinde 13 millik mesafeden sesi duyuldu, (karamili 1609
metre olduğuna göre, 21 kilometro, 170
metroya ulaşmış oluyor, topun çıkardığı ses. Bir mukayese yapmak için 1878'de
Çatalca'dan top seslerinin İstanbul'da duyulduğunu göz önüne alırsak, 425 sene
önce patlatılan yukarıdaki top'un sâdasının 21 km. ye ses duyurması, yüzde
yüzün arttığı bir mesafeyse de, aradaki zaman farkının 425 sene gibi
azımsanmmayacak bir zaman olduğu düşünülmelidir. Bu deneme atışında tarihçinin
kimisine göre; 600 kg, 750 kg, taş-gülle atıldığını, 1500 metro mesafeye düşmüş
olduğu ve düştüğünde açtığı çukurun üç metroya yakın olduğu ifade edilmektedir.
Mösyö Şulomberje şöyle devam etmekte: "Bu gülleler; bu gün bile (1914'de)
İstanbul'un bazı mahallelerinde meselâ Büyük Sûr'un hendeklerinde, Galata
surlarının diblerinde, eski sarayın avlularında hatta tersâne'de rastlanmaktadır.
İngiliz tarihçi Mister
Piyers, bu güllelerden iki adetinin ölçümünü yapmış vardığı netice Midillili
başpiskopossun ifade etdiği ölçüyü bulmak suretiyle bir doğruya ulaşmıştır.
Ölçüm sonunda çevresi, 88 pûs olan bir değer ortaya çıkmıştır. Bu gülleler
granit olup, Karadeniz sahillerinden gelme karataş yahudda aletlerle
yuvarlatılarak gülle haline getirilmiş mermer kütlesiydi. Koçi Efendi; (Koçi
Bey risalesini kastediyor) Sultan Mehmed'in otuz kantar yâni 30 bin kilo miktarında
gülle hazırlattığını bahseder." demekte olan Şulomberje kantar hesabında
bir hata yapmış olmalı biz doğruyu ifadeye gayret edelim. Bizim ülkemizde bir
kantar, 56 kg.dır. Dolayısıyla; 30x56=1680 kilo ederki, bu da koca İstanbul'un
bu kadar az ağırlıkta gülle ile alınabileceğini akılın alması kabi! değildir.
Tâa ki metinde geçen 30 kantarın 30 bin kantar olması iktiza ederken baskıda
bin yazısının konulmaması vuku bulmuşsa buna mürettip hatası denir amma bu
seferde neticenin 30bin kilo olmayıp, 30 binx56=l. 680. 000
<birmilyonaltıyüzseksenbin kilodurki> makul görünüyor. Aziz okurlarım;
Şulomberje eserinin 63. sahifesinde "İstanbul'un muhasarasına iştirak
edenlerden biri olan Midillili Piskopos Sakızlı Leonardo; büyük bir Türk topu
tarafından fırlatılan surların üstünden aşıp giden bir gülleyi ölçmek merakına
düştüm diyor. 88 pûs çevresi, ağırlığıysa 600 kg. geldi demektedir." diye
nakilde bulunuyor.
1453 senesi ocak ayı
başlarında yola çıkarılan bizim Sahi dediğimiz müthiş büyüklükteki top,
İstanbulun önlerine ancak iki ayda getirilebildi. Karaca Paşa komutasındaki
gayri muntazam süvarilerin sayısı onbini buluyorduki topun geçeceği yolları
düzenliyorlardı.
Koruma görevi de bu
birliklerin vazifesiydi. Rivayetlerin en asgarisi 30 çift öküzle başlayan söz
konusu topuçekme ameliyesi için 150 çift öküzün kullanıldığı ileri
sürülmektedir. Pek yakın bir zamanda Çar Ferdinand'ın askerlerinin firar eden
Türkleri önlerine katarak geçtikleri bu nihayetsiz ve üzüntü verici ovalarda
ilerleyen o şâyan-ı temaşa yâni seyre değer alayı göz önüne getirmek
kolaydır" Demekte olan Şulomberje mazide kalmış hristiyanlann
galibiyetine atıf yapmakta bu hasretini belirtmesine, eseri tercüme eden,
merhum M. Na-hid Bey şu sitemi pek haklı olarak yapmaktan kendini alamamış
böylecede bu milletin hakikatli bir evladı olduğunu ortaya koymuş bulunuyor,
ctemekte ki:
"Şlumberjenin
ilmî bir esere, bu gibi hissi ve tarafgirâne fikirleri karışdırması, şayanı
teessüfdür." Top'un bindirildiği tekerlekler üzerinde yol almasını tanzime
çalışan ikiyüz kişi yan tarafında durdukları halde yola koyulmuşlardı. Başka
bir ikiyüz kişilik amele ekibiyse yolun elverişsiz bölümlerini yola benzetmeye
çalışıyorlardı. Elli dülger ise her çeşit tamirin hakkından gelmek için kafileyi adım adım takip
etmekteydi-ier. Bunlar bilhassa köprüler kurmak suretiyle iniş ve çıkışı
kolaylaştıran kestirmelikler temin etmekteydiler. Bazı kaynaklar bu yolculukta
kullanılan insan unsurunun ikibin kişiye vardığını da rivayet ederler. Nihayet
mart ayı sonunda (Françes nisan'in 2. günü diyor) Allah'a havale edilmiş Bizans
surlarının, beş mil uzağına top'u getiren kafile vâsıl oldu.
Yol boyunca bu
muhteşem topun geçişini görmüş bulunan insanlar dehşete kapılmışlardı.
Gördüğünü hafızası hayli zaman taşıyacaktı. Halk arasında hayli ün sahibi olan
urban Topunun, Sultan Mehmed'in bir çok topunun iştirakiyle yapılan atışlar
sonucundaki tahribini, CJrban'in topu yaptı gibi sanmak veya öyîe göstermeğe
çalışmak kadar yanlış bir husus olamaz.
Öte yandan Karacabey'in
askerleri geçmiş oldukları Trakya sahrasını bir harabeye çevirdiler.
Ayastefenos (Yeşilköy)'u bastılar. Yalnız; Silivri kasabası mukavemete muvaffak
oldu. Osmanlı Donanması, bütün tarihçilerin ittifakla söylediği gibi nisan
ayının 5. günü İstanbul'un, Marmara Denizine bakan büyük sûr'Iarı önünde
görüldü.
Padişah 2. Mehmed'de
23/mart/1453'de İstanbul önlerinde bulunmaktaydı. "Diye kitabında yer
veren mösyö Şulom-berje şu tasvirle bizlere sesleniyor: "Târihin en meşhur
sahnelerinden birini fikren ve tahayyülünüz nisbetinde gözünüzün önüne
getirmenize yarayacak bir tasvir yapalım; seyretmeğe değer çeşitli renkleri
kendinde toplamış, yığınlar hâlinde yırtıcı süvari ve piyade askerlerinden
meydana geimiş, fevkalâde cemm-i gafir yâni az rastlanır büyüklükteki kalabalık,
bu muazzam şehrin, o ıssız, çorak, düz ve tozlu bölgelerinde, toz koparan gibi
dolanan o parlak ve muntazam taburlar, gayri muntazam hadsiz ve hesabsız suvâri
bölükleri, insanlar, hayvanlar, ağırlıkların teşkil ettiği o ardı arası
gelmeyen kollar gözlenince yüzbinlerce
ahalinin müthiş velvelesi, etrafı kuşatan muzıkaların akseden ahenkleri, trampetlerin
patırdısı, binlerce hayvanın inlemesini bir an için tahayyül ediniz. Osmanlı
padişahı 2. Mehmed; refakatinde 12 bin yeniçeri olduğu halde ve bir kaçbin
sipahiden meydana gelmiş muhafız kuvvetiyle 23/mart/1453'de, Büyük Sûr'da
denilen 'Beri' mıntıkasından tahmini birbuçuk mil kadar uzaklıkta bulunan
LikÖs, yâni Bayrampaşa deresinin vadisinde sol bölümde, tepe üzerinde bir
askerî hastane (1914'de) bulunan Maltepe'ye otağını kurdu. Topkapı (Bizans
dilinde; San-Roman)'nın tam karşısındaydı. Buraya büyük toplan koydu. Zâten
bizlerin Topkapı dememizde bu topların buraya konmasıyla alakalıdır.
Miriyandiriyon, yâni
Orta kapı, Şarisiyas, yâni Eğri kapı gibi bu üç kapının karşısındaki yerde
1422'de babasının ordugâhını kurduğu yerde seccadesini seren padişah 2.
Meh-med, ilk iş olarak o muazzam ordusuna bir öğle namazı kıldırmak yolunu
seçti kıbleye yönelerek. Namazın edasından hemen sonra bilfiil muhasara
başlamıştı. Bu ordusunun tamamına fethin hedef olduğu, muhasaranın başladığını
tellâllar vasıtasıyla duyurmuştu. Alimler; artık birlikleri tek tek ziyaret
ediyorlar, başlamış bulunan mukaddes cihad padişahın emrince islâmın askerine
anlatılıyordu. Hz. Muham-med'in müjdesinin hatırlatılması buna kâfi
gelmekteydi. Ordunun en büyük güç ve kalabalığını teşkil eden Asya veya
Anadolu kıtaları, bu geniş mesafeye yayılmıştı. Rumeli kuvvetleri diye bilinen
grup ise Maltepe'nin yâni padişahın ordugâhının sağ tarafından itibaren,
Marmara sahiline varan arazi üzerine yayılmıştı. Ayrıca Halic'in iç tarafınada
yayılmışlardı. Bu gösterişli ordunun gökyüzüne akseden velveleleri üzerine
yığıldıkları Bizans halkı için ne müthiş manzara idi.
İstanbul'un bedbaht
insanları bu pek geniş alan kum gibi kalabalıkla, sayıya gelmez süvari
bölükleriyle dolduran o harikulede ordunun her saat büyüdüğünü, dehşet
tesiriyle hadekalanndan fırlamış gözleriyle görüyor ve bu şeytanî manzara
bunların ömürlerinin sona erecek olduğu zehabını hissetiriyordu. Kulaklarına
ulaşan uğultular, bu talihsiz beldenin etrafında biraz sonra, hiç bir
firarinin geçebilmesine, artık meydan vermeyecek olan o canlı demir ve çelik
çenbe-rin böylece oluştuğunu görmek, Bizans insanının pek büyük dehşetle
seyrettiği tablodur.
Aynı zamanda; târihde
hakikaten ilk Türk donanması olarak da kendini gösteren büyük donanma merkezi
sayılan Geliboludan hareket ederek yola çıkmıştı. Bu donanma daha doğrusu bir
Bulgar muhtedisi olan Süleyman Reis yâni Baltaoğlu Süleyman Paşa'nın Kapdan-ı
Deryalığında idi. <Muhterem okurlarımız: bu eserin mütercimi muhterem Na-hid
Efendi merhum, koymuş bulundukları dipnotla Baltaoğlu Süleyman Paşanın mühtedi
olmadığını ikaz ettiği orjinal kitabın hemen altında yer almış.
Sultan Mehmed; en
azından böyle bir donanmaya sahip olunmaması İstanbul fethini yaşatmayacağını
biliyordu. Bu bakımdan gerek avrupa sahillerini doldurduğu donanmasının başına
Baltaoğlu Süleyman Paşayı getirdiği gibi donanmanın merkezini teşkil eden
Gelibolu Valiliği de bu zâta verilmişti.
"Mösyö
Şulomberje; Baltaoğlu Süleyman Paşa'yı ilk kap-tanpaşa olarak gösterirki, bu
iddia isabeti olmayan talihsiz bir beyandır. Çünkü; merhum amiral Afif
Büyüktuğrul'un kaleme almış olduğu" Osmanlı Deniz Harp Târihi ve Cumhuriyet
Donanması" adlı eserinin 1. cildinin, 50. sahifesinde şu ifadeye yer
vererek Şulomberje'nin ifadesini çürüten bir misâli zikredelim: "m. 1325
yılında Mudanya'yı, 1326'da Bur-sa'yi fetheden Orhan Gazi, Karasioğlullanndan
Aslan Karamürsel Bey'i 24 adet gemisiyle beraber getirerek İzmit körfezinde
bir mahalde üslendirmiştir. Rivayete göre bu mahallin adı Aslan Karamürsel
olmuştur. DolaysrylaOsmanlı'nın ilk amirali ve kapdanpaşasi yukarıda adı
geçendir ve böylece yazarın bu yanlışını tashih ettikten sonra Şulomberjeye
dönelim:
"...Osmanlı
donanması büyük surların hizasından sahil boyunca yayıldığında, 2 ve 3 katlı
olan 30 kadar kadırga önde yol almakta ve 130 parça da küçük gemi veya sanda!
irisi denebilecek derecede bir filoydu bu. Bizanslı tarihçi Kritivu-los, bu
donanmayı pek müthiş bir donanma sayıyor ve zavallı Romalılar, ifadesiyle
Bizans Rumlarının korkularını belirtiyordu. Ancak şu da bir vakıa idiki,
Bizans bu güne kadar deniz üzerinden de bir muhasaraya mâruz kalmamıştı.
De-mekki Sultan Fâtih; o güne kadar kimsenin yapmadığı bir tarzı getirmişti.
Evvelâ; Rumelihisarını yaptırıp, ceddi Yıldırım Bayezid'in inşa ettirdiği
Anadoluhisarı'nin'karşısına koy: muş, böylece de Karadeniz'den gelecek herhangi
bir muaveneti (yardımı) durduracak gücü kazandıracak mevzileri kurmuştu.
Ancak; donanmanın
hareketini daha mufassal yâni tafsilatıyla anlatan Venedikli Barboro'ya kulak
verelim: <nisan ayının ilk günlerinde hazırlıklarını tamamlamış olan Türk
donanması, Bizans üzerine yürümeğe hazır haldeydi. Kadırgalar, fustalar,
prandariler ve briyk denilen gemilerden olmak üzere 145 yelkenliden mürekkep
donanmanın başına geçen Baltaoğlu, Marmara'dan doğruca pupa-yelken giriyordu.
Bu giriş; trampetler, askerî mûsikî aletleri ile büyük debdebe ile sahilin her
iki tarafından gelişleri görülmüştü. Marmara sahiline toplanmış bulunan
hristiyan ahali bu ana kadar islam-lara ait böyle büyük bir donanma görmemiş
olduklarından hüzünleri başlarında esen belânın büyüklüğünü aksettiriyor-
Kimileri uzun zamandan
beri şehrin kapılarını kapatıp, atıl durmanın yanlışlığını anladılar, Osmanlı
donanması Dol-mabahçe'den Beşiktaş ve Ortaköye uzanan cilveli akıntıların
girdabında oynaşan sulara yayılıp demir attığında takvimler 12/nisan/1953
târihini gösteriyordu.> Artık deniz yolu emniyeti de tesis edilmiş
bulunduğundan gerek Karadeniz üzerinden gerekse Marmara cihetinden çeşitli
gemiler gelip gidiyor, Osmanlı ordusunu ve donanmasının ihtiyacatının bir
bölümü, bu deniz yoluyla karşılanıyordu. Bu noktada tarihçi Françes; Osmanlı
filosunun 480 parça olduğunu ifade ederek herhalde ikmâl vasıtalarını geliş
gidişlerini sayarak bunları genel yekûne dâhil etmiş olmalı ki bu mübalağalı
rakkamı vermeye mecbur kalmış. Karadeniz cihetinden gelen gemiler ekseriyetle
kereste ve toplarla fırlatılacak taş gülleler getirmekteydi. Barboro; bu
gemiler arasında 300 tonilatoluk büyük bir nakliye gemisinden söz eder.
Devrine göre şaşırtıcı bir niteliktir.
Otağ, etrafına çok
derin kazılan hendekle koruma alanı içine almıyordu. Tertibat öyle dizayn
olunuyorduki, Silivri çeşitli zaviyelerden tarassuta alınmış oluyordu.
İstanbul'a yardıma gelebilecek güçler ancak yardımı Silivri'den görebilirlerdi.
Bu tedbir, bu yönüyle
isabetliydi. 6/nisan/1453'de Türk Ordusu düşman menziline girmemek kaydıyla
sûrların hemen hemen bir kilometreden daha yakın bir mesafeye sokuldular.
Çarpışma başlamadan önce, Bizanslı tarihçi Kriti-vulos hakkı teslim ederek
şunları söyler: "<Sultan Mehmed; Kur'ân-ı Kerîm'in emrine uygun olarak
Bizanslılara son elçisini yolladı. Eğer şehir kan akıtılmadan teslim olursa
hiçbir kimsenin burnunun kanamayacağını, can, mal, ırzını teminat altına
aldığını bildir. Tabiiki cevap umulan şekilde oldu. Teklif red edilmişti. Bunun
üzerine fethe giden yolun son resmî geçidi yaptırdı. Bu muazzam ordunun saçmış
olduğu mehabet ve gösteriş, Bizans insanlarının yeniden bir ümitsizlik
girdabına yuvarlanmalarına sebeb oldu.> Kritivulos târihinde şöyle devam
etmekte:
<Hz. Padişah;
ordusu tarafından işgal edilmiş olan iki sahili, biribirine daha çabuk ve
emniyetli bir tarzda buluştura-bilmek için, Zağnos Paşaya Halic'in son
noktasına bir köprü kurmasını emretmiştir.> Hakikaten düşünce plânına alınan
bu köprü Zağnos Paşanın kuvvetleriyle, son hücuma daha çabuk katılmasını
sağlayacaktı." Asya cihetinden gelmiş olan askeri birliklerin başında
Anadolu Beylerbeyi sıfatıyla bulunan İshak Paşa, Asya Türklerinin
imparatorluğunun en kuvvetli bağlılarından olan Mahmud Bey'le birlikte, tecrübe
ve cesaretlerini bir merkeze tevhid ederek, gösterdikleri işbirliği şâyan-ı
hayretken, Otağ-ı hümayunun sağından başlayarak, Topkapı yaldızlı kapıdan, taa
Marmara sahiline kadar, yâni şimdiki Yedikule sûrlarının dibine kadar muhasara
etmekle vazifeliydiler. Şeklinde bilgi veren Mösyö Şulomberje şöyle devam
etmektedir:
"Bu kuşatmanın en
ehemmiyetli bölümünü ise Edirnekapı üe Topkapı arasındaki mahal teşkil eder. Ve
buraya düşen görevi, Suitan Mehmed vede sadrıazamı Çandariı Halil Paşa deruhde
ediyorlardı. Ancak İngiliz tarihçi Mister Piyers, bu bölgenin en zayıf yer
olduğumu, hâttâ Yunan Mitolojisinde geçen Aşil'in topuğuna benzettiğini
nakletmekte Mösyö Güstav Şulomberje.
Şulomberje bu meseleye
de şöyle bakıyor: "Sarayburnu önünden gerilmiş bulunan ve liman girişini
tıkayan zincirin bağlı olduğu Tevriyon mevkiine kadar olan bölgeyide Balta-oğlu
komutasındaki donanma göz altında tutacaktı.
Sultan Mehmed; zinciri
tahrip edip, kıyıya çıkabildikleri takdirde burada bulunan surlardaki kuvvetin
yetersiz ve savunmadaki zaafiyetini düşünmüş olduğundan, buradan şiddetli
hücumlar tasarlamaktaydı. Meşhur zincir aşılacak gibi olmadığından, donanması
burada sadece gözcülük yapma durumunda kalmıştı. Bu bakımdan Sultan Mehmed
şehri ancak iki cepheden zorlamak durumunda kalmıştı.
Şulomberje;
çalışmasının 75. ve 76. sahifelerinde, Bizans'ın uğradığı eski bir muhasarayı
şöyle nakleder: "1204 senesinde haçlı orduları tarafından Bizans
muhasaraya maruz kalmıştı. Bu muhasarada Hanri Dandolo, gemileri sayesinde
Haliç tarafından galibiyetle sonuçlanacak bir hücum yapmıştır. Ancak biraz
evvel Bizans amirali Mihail Sotirigi-nos, Bizans filosunu satmak suretiyle
ihanet etmişti.
Bunun ihanetiyle
İtalyan kadırgaları liman girişini tıkayan zinciri çözüp, hiçbir müşkülatla
karşılaşmadan Halic'e girebilmiştir. Arab'lar gibi,' Türk ırkından olan
Avar'larda bundan asırlarca önce sahip oldukları sayısız harp gemilerine rağmen,
gemilerini asla sahile yanaştıramamışlar, buna karşılık, iri Bizans harp
gemileri ve Rum âteşi denilen suda dahi sön-miyen müdafaa vasıtaları sayesinde,
Marmara sahili tarafından Bizans surlarına ciddi bir hücuma muvaffakiyet
bulamadılar..."
Yazar Mösyö
Şulomberje; çalışmasının 85. sahifeşinde Türk top döküm sanayiinin varmış
olduğu enteresan merhaleyi anlattığının farkındamı bilmem amma, bu asrın
tekniği bile bu safhanın
ucunu tutamadı. Düşman hedefleri önünden lâzım gelen tarz silah imâli. İşte bir
millet silâh sanayiini milli bir sanayii olarak benimser ve tatbike koyarsa, o
millet hiç bir zaman cephane ve silaha muhtaç hâle gelmez. Sultan Fâtih'in
1453'de ki harp sanayii hamlesini 1970'den beri millete ve devlete
kabulettirmeye çalışan; Milli Görüş mimarı Prof. Dr. Necmeddin Erbakan ve Milli
Görüşe gönül vermiş olanlar, Sultan Fâtih şuurunu aziz vatanımızın hayat-ı siya-siyyesinde
ve temadi-i ömrüne kazandırmakla, Müslüman Türk milletinin, uydu devlet değil,
lider devlet olma mücadelesini başlattılar ve bu sonunda gerçekleşecektir.
Milletimiz, mirasçısı
olduğu ecdadının en güzel taraftarıyla dünyada adaletin temsilcisi olduğu, eski
ve şaşaalı günleri yeniden ihya edecektir. Neyse biz şimdi; Sultan Fâtih'in fevkalâdeliklerini
anlatan Kritivulos'u, Şulomberje aracılığıyla dinleyelim: "Ünlü tarihçi
Kritivulos Rum olmakla birlikte, Sultan 2. Mehmed'in sâdık bir tebaasıdır.
Bahse konu tarihçi 2. Mehmed'in topları için şunları söylüyor:
<Ordusunu İstanbul
önlerine en uygun şekilde yerleştirdikten sonra, topları dökenleri yanına
çağırdı. Onlarla bu silahların tahrip gücünü, karşıda duran sûrları yıkıp,
yıkamayacağını konuştu. Mühendisler ise; büyük toplara ilâve edilmek üzere
burada da aynı veya daha büyüklükte toplar dökülebi-leceğini bunun yapılması
hâlinde, sûrların yerle bir edileceği cevabını verdiler. Ancak müthiş
denilebilecek bir maddi imkânı gerektirdiği beyanında da bulundular. Padişah;
derhal istenenleri verdiğini söyledi. Bunun üzerine bu mühendisler, insanın
kendi gözleri görmese inanamayacağı, hummalı bir çalışma ile dehşet verici
büyüklükte toplan imâl etmeye başladılar.
<Kritivulos
devamla:<mühendisler son derece yağlı ve hafif killi toprağı, içerisine
dağılmasın diye keten, kenevir gibi bazı lifleri içine kıyıpda katıyorlardı. Sonra da,
günlerce o kumu yoğurup kıvamını bulduğuna kanaat getirince kalıp haline
getiriyorlardı..> Diyen Kritivulos, kalıbın nasıl yapıldığını anlatmaktan da
kendini alamaz. Fakat biz bu top bahsine son vermeden, mübalağa sanatından bir
örnek olmak üzere Şuiomberje'nin, İngiliz tarihçi Piyers'den alıntilıdığını
nakledelim ve biraz da, deniz de olmazsa karada yüzen gemiler bölümüne
geçerek, bu kıymetli eserden aldıklarımıza gemilerle son verelim.
Piyers'in ifadatı:
<her İki taraf, Türkler ve Bİzans'iılâr ve bilhassa Türkler o kadar çok çok
atışı yapmaktaydı ki bu atışlar esnasında, havada gelen okların yığılması ara
sıra güneşin ışıklarını göstermeyecek birbulut hâline geliyordu.> Her
nekadar mösyö Piyers'in ki bir mübalağaysada ancak dikkat çekmek istediği bana
kalırsa, Sultan Mehmed'in ordusunun mücahidleri okçuların kudretini işaret
ettiğidir.
Muhterem okurlarım;
zorluklan aşmaya azmetmiş bir padişahın ve ona büyük itimadı olan ve sevgiyle
bağlı ve de müjdei Nebevîye'ye nail olmak arzusu ile yanıp tutuşan, inananlar
ordusu karşısında olduklarını unutan Bizans müdaafi-lerini, zincir ve
Barboro'nun aşağıya alacağımız tahkimatı zorlayan müslümanların nasıl çâreler
bulacağını daha sonra göreceğiz. Şimdi Barboro cerrah'm (o bir savaş
cerrahıydı) Ruznâmesinden alıntıların yapılmış olduğu, Mösyö Şulomberje'nin
eserinin 108. sahifesine dalalım:
"Limanda zincirin
gerisinde dokuz büyük geminin aralarında üçü Tana'dan gelmiş kadırgalar, iki
hafif Venedik kadırgası diğerleride Kostantin Dragezesİndi. Silahları alınmış
kadırgalar ve diğerleri olmak üzere onyediyi buluyordu. Direkleri çanaklı
ihtiyat gemileri vardı. Bunlardan başka içindeki silahları alınmış ve düşmanın
(Türklerin) büyük toplarından gelen mermilerden ateş almaları korkusuyla
batırılmış bir çok gemilerde vardı. Böyle güçlü bir filonun mâliki olarak,
kendimizi gaddar Türklerin hücumundan masun zannediyorduk! Halic'in İstanbul
sahili üzerindeki San-Ojen burcu iie Beyoğlu cihetinin Lakarova burcu, zincir
sayesinde aralarında irtibat peyda eden biri medhal yâni girişin sağında,
diğeri solunda olan, bu iki burç limanın müdafaasında cidden faydalı idiler,"
Demekte olan Barboro, bir perişanlığı yaşamağa hazırlanan insan haleti
ruhiyesiyle yazmış görüntüsü sergiliyor.
Çünkü o müthiş olayı,
müslümanların, denizde yüzdürmedikleri gemileri karada pupa yelken uçurduklannı
gördükten sonra yazılmış bir yazı olduğu hemen anlaşılıyor.
Osmanlı kuvvetleri tüm
hazırlıkları yapmış mevcut toplarını Kostantin'in sarayı olan Vlâkerna'nın
karşısına 3 top, 3 top da Selimbirya^ kapısına, 2 topun şarisyus kapısına tabya
ettirildi atışlar başladığında ise sûrların titremeğe başladığı görüldü merhum
mütercim M. Nâhid Bey, Barboro'nun top salvolarının kendisinde tevlid ettiği
hâlet-i ruhiye ile Sultan Fâtih hz. lerine, terbiye dışı lâkab ve sözlerle
bahsettiğini üzüntüyle ifade eder ve bu memleketin bir evlâdı olarak, ecdadımıza
böyle hakarete âmiz ifadeler kullanan şahsın satırlarını ulvî terbiyesi
münasebetiyle tercüme etmemiş olacak ki, bizler Barboro'nun ne söylediğini
öğrenememiş olmakla beraber, kötü söz sahibine aiddir darbı meseline yapışmayı
tercih ediyoruz.
Bombardımanın bütün
ağırlığıyla devam etmesiyle birlikte diğer önemli faaliyet donanmanın şimdiki
adı Kabataş olan Çiftesütun'a erkenden gelmesidir... Topların bu 12/nisan gü-
nü endahtı,
Bizanslılara her an gelebiliriz mesajı gibi geliyor onları titretiyordu.
Bombardımanın
başlamasından çok geçmeden Macaristan Naibini elçiler gönderdiğini kaydeden
Şulomberje, şöyle devam eder: "Bunâİbin adı Jan Hünyad idi. Geliş sebebi
olarak da ileri sürdükleri, Jan Hünyad'ın artık nâib olmadığını, bütün
selahiyetlerini genç kral Vladislava bırakmış olduğunu bildirmekti güya! Bu
eski naibin teklifi, 1451'de Semendi-re'de imzalanmış olan vede karşılıklı
mübadele edilmiş bir antlaşma senetlerinin biribirlerine iadesini istemekti."
Diyen Şulomberje; "bu tafsilatı Miçotoviç'in eserinden aldım. Fakat
Rumların lehinde yapılmış teşebbüs olduğu aşikârdır" dedikten sonra şöyle
demekte:
"Hünyad; padişahı
Macar ordusunun mümkün bir hücumuyla tehdid ederek düşünceye salmak, böylece
de sadrı-azam Halil Paşanın sulh taraftan fikriyatına güç kazandırmaktı.
Semendire antlaşması üç seneyi kapsayan bir antlaşmaydı. Bu antlaşmayada Sırp
Despotu Brankoviç tavassut etmişti. Bu antlaşma Rumların çılgına dönmesine
sebeb olmuştu. Hünyad'ın adamları geldikleri otağı hümayundan kuşatma alanını
gezmek izni alarak çıktılar, dolaştılar." (Padişah; hemen ilâve edelimki
bu seyre ve gezmeye müsaade vermekle, Macarlara oturun oturduğunuz yerde demek
istemiştir. ) "18/nisan/1453'deki bu hücumda, Osmanlı topları Jüstinyâni'nin
bulunduğu yerde, iki burcu alaşağı ettiği gibi sûrların ön ve arka duvarlarını
da haylice hırpalamış bulunuyordu. Jüstinyani ise gelişi güzel siperler
kazdırıyor, mukavemete devam etmekteydi. 18/nisan hücumunun verdiği hasarı
gören padişah sabahın ilk ışıklarıyla umumî taarruza yakın kesafette bir deneme
yaptı. Cerrah ve tarihçi Venedikli Bar-boro şöyle anlatmakta:
<Türklerin çok
kalabalık bir gurubu gelip, surlara dayandı. Bu sırada saat gecenin iki'sini
gösteriyordu taarruzu güneşin doğmasından sonra saat altıya kadar sürdürdüler.
Türkler hayli zayiata uğradılar. Bütün bunlara rağmen gece karanlığından
istifadeyle sûrlara yaklaşıyorlar ve aniden bizimkilerin üzerine atılıyorlardı.
Atmış oldukları savaş naraları, çıkardıkları sesler, mevcudlarının çok
üzerinde bir kalabalığın varlığını hissettiriyordu. Bu sesler o kadar yüksekti
ki, 12 mil uzaklıktaki Asya cephesinden dahi işitilmekteydi. Hristiyanlar kapıldıkları
korkuyla feryad-ı figan ediyorlardı. Bu sesleride duyan İmparator Kostantin,
hayli endişeye kapılmaktan kendini alamadı.
Putperestler; (hâşa!
Müslümanları kastediyor) geriye çekildiklerinde ortalık sessizliğe büründü.
Türklerden ikiyüz kişi ölmüşken, biz de ne ölü ne de yaralı vardı.>
Şulomberje'den Öğrendiğimize göre; Tarihçi Sloven'de yazmış olduğu
"Veka-yinâme" de bizim ilk hücumumuzu, aşağı yukarı aynen anlatmaktadır.
Yalnız bu eserin şu bölümünü nakletmeden geçmeyeceğim: <Birinci hücumda
öğle vakti gelmişti ki, Türkler topunu 2. defa üzerimize doğrulttuklarında
Jüstinyani, o da topunu hazırlamıştı. Türklerin topuna doğru nişanladığında ve
atışını yaptığında isabet vaki olmuş, Türklerin topunun İçinde bulunan barut,
topun kundağını parçaladı. Sultan Mehmed bu manzarayı müşahede ettiğinde, hayli
hiddetlendi
ve havada akisler
bırakan sesiyle iki defa: "Yağma! Yağma!"
•i diye bağırdı.
Osmanlı birlikleri de padişahlarının dediğini
tekrarladılar ve
karadan da denizden de hücuma geçtiler. İstanbul'da bütün.ahali sûrlara koştu.
Klişelerde ise patrik, despot ve rahiplerle, rahibeler duaya kalmışlardı.
İmparator Kostantin
Dragezes hıçkıra hıçkıra ağlamaktaydı. Kumandanlara, askere ve ahaliye metîn
olmalarını ifâde etmektende kendini alamamaktaydı. Bu arada da hiç durmamak kaydıyla
bütün şehri dolaştı. 18/nisan, yerini 19/ni-sana bırakmış fakat iki hasım
arasında çeşitli harp vasıtalarının kullanıldığı savaş devam etmekteydi.
Müdafiiler; uzun merdivenleriyle surlara tırmanmağa çalışan müslümanların
üzerine taşlar atmak ve kızgın yağlar dökmekle savunmalarını yapıyorlardı.
Buna karşılık
Sultan'in askerleri; şehîd olma şuuru içinde fethi temin edecek hücumlarında
ısrarlı ve sebatkârdı. Savaşa nihayet verildiğinde, sessizlik çökerken
imparator bütün nöbet yerlerini teftiş ettiğinde uykuya dalmış nöbetçiler buldu
fakat bunu yorgunluğa vermişti. Jüstinyâni ve hemşehrileri İtalyanlar ile
Rumlar, gedikleri kapama işine koşuyorlardı. Üzerlerindeki zırhlar onları
atılan ok ve mermilerin tahrip ve yaralamasından korumaktaydım
Sevgili okurlarım,
Güstav Şulomberje'nin Barboro'dan naklen söylediği ikiyüz Türk'ün telefatı,
müdafiiierden değil ölü, yaralı bile bulunmadığının söylemesi karşılığında ,
Sta-raeneski adlı tarihçinin, neşretmiş bulunduğu "Sloven
Veka-yinâmesi"nde, çılgınca bir mübalağa ile şu rakamları veriyor: 1740
Rum, 700 Ermeni ve Frank ile 12 bin Türk'ün telef olduğunu ileri sürer.
Şulomberje ise ; bu kadar birbirinden uzak rakamlar ileri süren tarihçilerle ne
yapılabilir? Sorusunu sormakla, bir hakkı teslim etmiş olmuyormu?
22/nisan/1453 Pazar günü, öyle bir harikulade olay vuku bulduki gerçekleşen bu
olay sayesinde, İstanbul'un sükûtunun, yâni düşmesinin son kertesine gelindi.
Hakikaten bu olayda, insanların gözlerini hadekalarından fırlatacak kadar,
akıllara durgunluk verecek bir manzara yatıyordu Haliç'de. Gemiler gökten
in-mişcesine dünyanın bu nâdir rastlanır Altınboynuzunda sefa-in etmekteydi.
Evet azim ve sa'nat,
kudretle birleşince Dolmabahçe'den Beyoğlundan, Okmeydanından, Kasımpaşa'ya ve oradanda
Kadırgalar caddesinin
önünden Halic'in sularına kara yoluyla inivermekti bu akıllan durduran ve
asırlardır diilerden düşmeyen vede asla düşmeyecek olağan üstü gayretlerin
neticesinde gerşekleşti biz, bu tesbitleri yapan müverrihlerin beyanlarını
değerli eserinde derce muvaffak olan Mösyö Şu-lomberje'den biraz daha nakli
uygun buluyorum. Böyle yapmamızın sebebi bizim târihlerimiz ecnebi
tarihçilerin maskesini indirecek olan biribirlerini çürütecek tarzdaki
beyanlarını pek nakil yoluna gitmemişler böylece de, insanımızın şurada,
burada duymuş oldukları bazı iddialara yenik düşmek durumunda kalmasına sebeb
oluyorlar. Bunu önlemek herkesin üzerine düşen vazifeden diye kabul edersek, o
zaman bilgi bakımından ecnebiler, bizim için ne diyora biraz önem vermek
gerekir diye düşünüyorum. Şulomberje kitabının; 146. sahifesinde şunları
söylüyor:
"Bu kitabın bütün
okuyucuları; İstanbulun bir çok piânîar, resimlerle meydana konulmuş
krokilerle, topoğrafik vaziyetini bilirler bu büyük şehir, müselles (üçgen)
şeklindedir. Bir taraftan Marmara denizi diğer taraftan Galata, Beyoğlu, Kasımpaşa
tepelerinin eteklerindeki bir kaç km. boyunca uzayıp giden Haliç ile huduttur.
Muhasaranın bu anma kadar, İstanbulun gayet zayıf olan kuvvei askeriyyesi
mukayese edilemez büyüklükteki, Osmanlı ordusuna karşı bu namlı üçgen
şeklindeki İstanbulun, yalnız iki cephesini savunabilmekteydiler. Bu cephenin
bir tarafını Marmara yönü, diğerini Marmara sahilinden Halic'in kuzey
yönündeki uç noktasına kadar ki burası Teodosyus sûru ile müdafaa edilen kara
cephesiydi.
Üçüncü cephe; Halic'in
boyunca uzanan hattı. Burası 1204/milâdi yılında, ehli salip ordularının eiine
geçmesine geçit olan cepheydi ve Halic'e girişi zincirle korunuyordu. Halic'in
karşı sahili, yâni Fındıklı'dan başlayıp,
Kasımpaşa ve
ötesine uzanan sahil üzerinde, Galata denen yerde Cenevizlilere aid belde
Taksim ve Kasımpaşa tepeleriydi. Buraları Zağnos Paşanın eline geçmişti. Çok
kalabalık askeri ile Galata Kulesinin etrafı hâriç olmak üzere Boğazkesen
hisarından taa Haliç sırtlarının bütün tepe, ova ve hendekleri Zağnos Paşanın
hüküm ferma olduğu yerlerdi. Bu gün (1914 yılı) Kağıthane'de Sidaris Suyu
denilen dere üzerine bir köprüde kurulması ihmal edilmemişti. Böylece
birliklerin irtibatı haylice kolaylıkla yapılır olmuştu. "Diyor,
Şulomberje ve şöyle devam ediyor:
"Peşinden eserini
adım adım takip ettiğim Mister Piyers; Galata'nın üçgeni olan sûr'u Haliç
sahilinden, tepeye doğru çıkıyor ve bu gün semâya yükselen meşhur kule'de
(Galata kulesi) keskin bir açı teşkil ediyordu. Eğer Sultan Mehmed; Ceneviz
beldesine girmiş olsaydı işini son derece ilerletmiş olacaktı. Bu beldenin
sûrlarından zincirin arkasında emniyet ve güven içinde durmakta olan hrîstiyan
gemilerini, pek rahatça vurması kabil olacaktı. Böylece ordusuyla bu cephenin
irtibatıda sağlanmış olacaktı. Bu Ceneviz beldesi işi hayii ilerletmiş olan
Sultan Mehmed ile sulh içinde olmaya devam ediyorlardı.
Ancak bu belde de
yaşayanların eğilimi, asla putperest Türklere değil, kendi dindaşları
hristiyanlara idi. Sultan Mehmed; İtalyanların bu beldeye hakimiyet ve
bağlılığını bildiğinden, asla bunlara zarar vermiyordu. Verdiği takdirde,
gerek deniz gerekse kara yoluyla gelecek yardım, belki de Sul-tan'ın muhasarayı
kaldırmasına bile sebeb olabilirdi. Öte taraftan; Cenevizliler Haliç
vasıtasıyla muhasara altındaki Bizanslılarla tatlı tatlı alış verişlerine
devam ediyorlar ve bunu bilen Sultan Mehmed ise; hiç duymadım ve gÖrmedimi ve
de söylememi oynuyordu. Muhasara esnasında, hristiyan tarihçiler tarafından,
kaleme alınanlarda, Galata-Ceneviz mevkii
kumandanı ile bedbaht
tebâsı hakkında ihanet ithamlarının bol miktarda olduğu görülür. Bu doğulu
Cenevizlilerin, bütün teveccühleri, hristiyan kardeşlerine karşı bulunduğu,
fakat muharebe esnasında nâzik mevkıileri, devamlı olarak Koca Türk'ü idare
etmek mecburiyetine soktuğu hakikatini tekrar ederim" diyor. Buradan
anlamamız gereken; Sultan Fâtih Hz. leri, Bizansla, Galata cihetinde
bulunanların ittihadını önlemek için ince politikayı kararlaştırmış ve bunu
pek güzel olarak uygulamaya koyduğudur. Ayrıca böyle yapmakla gemileri karadan
yüzdürme projesini Galata cihetinin gözünden, kulağından uzak alanda
altyapısını imâra başlama fırsatı bulduğudur.
Bir de önemle işaret
etmemiz gereken hususda, gemileri karadan yürütme fikrinin ilhamının en önemli
faktörü, çok geniş bir dünya târihi bilgisine sahip olmasından kaynaklandığıdır.
Mösyö Güstav Şulomberje; eserinin 150. sahifesinde şöyle yazıyor:"
gemileri karadan yürütme projesi, harikulade bir gizlilik ve pek süratli bir
biçimde gerçekleştirildi. Bu harikulade ameliyeye hayran olmakla beraber, Türk
donanma gemilerinin pek büyük gemiler olmadığımda göz önüne almak icâb eder.
"İşte sevgili okurlar biz burada devreye girmezsek bazı okurlarımız bu
ilk bakışda doğru, teemmül edildiğinde isabetli olmayan bu görüşün iğfaline
mâruz kalabilir. Efendim; eğer Baltaoğlu Süleyman Paşanın donanması, yeterli
irilikte kalyonlardan, kadırgalardan müteşekkil olsaydı, o zaman gemileri
karadan Çürütme lüzumu hasıl olmazdı. Bu kadar zahmet illâ târihler yazsın diye
çekilmedi. Şartlar bu olağanüstü başarıyı aramaya sevk etdi ve tam tersi
Osmanlı donanmasının gemileri kâfi kudrete sahip olsaydı gerilmiş olan zinciri
ortasından ikiye bölebilecek iş hakkında kafa patlatıp, buna muvaffak olacak
ilim adamı ve operasyonu gerçekleştirecek insan sayısı bu ordugâh-i âlî'de kum
gibi kaynamaktaydı. Bir
misâlle durumu izaha gayret edelim. Bir zamanlar efsanevi amiral gemimiz olan
Şanlı Yavuz gemimizi düşünün, ve ona bin tane balıkçı sandalıyia hücum edin ne
yazar doğrusu, yolu Topkapı Sarayına düşen veya pek merak eden olursa gitsin
orda bahse konu zincirden numune olarak kalmış, parçayı görsünler. Şulomberje
belki hristiyan tarihçilerin pek insaflılarından biri olabilir! Fakat genede
"katranı ne kadar kaynatsan olmaz şeker/sonunda cinsine çeker" darb-ı
misâlince batı dünyasının Bizanslılara bir miktar gönderdiği yardımı taşıyan
üç kalyon, bizim sandallardan müteşekkil donanmamızın hattını yanpda, mahut
zincirin arka tarafına geçmeye muvaffak olmasına büyük zafer demiş olmasını,
şuurla düşünürsek tarafgirliğini yakalamış oluruz zannindayım. Şulomberje
devrin yazarian için; donanmanın karadan naklini temin için Boğaziçinde kuzey
tarafındaki sahil üzerinde, padişahın mühendisleri tarafından tercih edilmiş
noktada, tamamen aynı tesbitde bulunmuyorlar. Fakat bu tercih noktası bütün
muhasara boyunca Osmanlı donanmasının önünde durmuş olduğu <Diplokıyuniyon
yâni Çiftesütun bugün ise Dolmabahçe ile Beşiktaş arasındaki sahildir. Gemiler:
Beyoğlu tepelerinden aşırarak , nakletmek için, yine mühendislerce seçilmiş
yolun, istikameti doğru tesbit olunmuştu. Diyen Şulonberje; İngiliz yazar
Misterpiyersin adım adım takip ettiğim İstanbulun Muhasarası Tarihi adlı kitabından
şunu naklediyor:" bugün Beyoğlunun üzerinde bulunduğu tepeler, kesilmiş
ağaçlıklar ve bağlarla örtülü idi. Bugün Beyoğlu'nun büyük caddesini teşkil
eden, yukarı hat'dan itibaren hâlihazırda Kasımpaşa adı veriien "Menbalar
Vadisi" bugün, hristiyan mezarlığı yerine kâim olmuş, serviler dikili bir
Türk Mezarlığıdır. "Şulomberje; Piyers'den alıntıya şöyle devam ediyor:
"O devirde, boğaz sahilinde şimdiki Tophane'nin yakınındaki bir yerden
başlayarak, Beyoğlu Tepeşinin boğaza hâkim olan doğu yamacını sağlam şekilde
uzayan dik ve meyilli bir keçi yolu şimdiki İstiklâl Caddesini geçtikten sonra
öbür yamacı takip ederek, Haliç sahili üzerindeki menbaiar vadisi denen yere
inilirdi. Dağm tepesinde büyük topçu kışlasının bulunduğu (Taksim kışlası)
yerde birbirini kesen bu iki yol istavroz şeklinde bir yol ağzı teşkil ediyordu.
Yâni dörtyol ağzı dediğimiz, Rumcaysa İstavrodromi-yon denmekteydi. Boğaz
sahilinden yukarıya çıkan bu patika; evvelce ve bugün Kırım savaşı esnasında
ölmüş bulunan İngiliz kara ve deniz askerlerinin hâtırasına inşa olunan klişenin
bulunduğu yol olan dere'yi tâkîp ediyor, sonra o dörtyo-lun ağzındaki dağın
zirvesini teşkil eden hemen bir kaç yüz metro genişliğindeki dar bir düzlüğü
aşıyor ve ondan sonra da, tepenin diğer tarafındaki yamaçdan aşağıya iniyor Ju.
Aşağı inerken dik fakat tamamen müstakiym yâni doğru bir diğer dereyi takip
ederdi ki, bu dere ae, bu gün Beyoğlu caddesinden Menbaiar Vadisine yâni
Kasımpaşa'ya dolaysıyla, Halic'e varan yol mevcuddur. Sultan Mehmed'in evvelâ
yamacı tırmanan, sonra inen bu uzun yolu takip ederek, donanmasının
gemilerini bir taraftan diğer tarafa aşırdığı pek muhtemel görülüyor."
Demekle, gemilerin karadan yürütülmek suretiyle Halic'e hem de, hangi tarikle
indirdiğini de ister istemez itiraf ediyorlar. Bizden gözüküp de bir takım tezvir
ve iftira sahiblerine, bu çahşmamızdaki gösterdiğimiz kaynaklar bir mukni cevap
olarak rahatça gösterilebilir ve bizde bir Osmanlı Târihi kitabı içinde bu
değerli delilleri bulundurmanın bahtiyarlığını yaşamaktayız.
Şlomberje Latin asıllı
Poskİlos ile kuşatmayı başından beri yaşamakta olan Midillili başpiskopos
Leonardo'dan şu nakli yapıyor: "21/nisan sabahı şafak sökmeden Ceneviz
Beldesinin üzerine Sent-Teodara tepesine Galatanın doğu tarafındaki sûrunun
Kuzey tarafına, şimdiki İngiliz Kilisesinin bulunduğu yere yeni Bataryalar
yerleştirildi. Padişahın bundan maksadı, Galata Cenevizlilerini korkutmaktı.
Ayrıca oyalamayı da tasarlamıştı. Bu oyalama elzemdi, geri taraflarda donanmanın
gemilerini nakile yarayacak çalışmaları, bunların fark etmemesi tedbirini almak
demekti. Bahse konu yere üslendirilen bataryalar, güllelerini küçük beldenin
evlerinin üstünden aşırarak, zincirin gerisindeki Halice toplanmış, Hristiyan
gemilerini bombardıman etmekle vazifelenmişti. Böylece gemilerin karadan
nakli için yapılan faaliyetler kimselerce öğrenilememiştîr.
Muhterem okurlarım;
Şulomberje'nin kitabının 153. sahi-fesinde, Poskülos'un, her hristiyandaki hoş
olmayan tavır gibi kaleme aldığı yazıyı örnek olarak sunalım: "Nisanın
20. günü donanmasının duçar olduğu kahkari hezimet karşısında son derece
sinirlenen Sultan Mehmed, o gece gözünü kırpmadı. Tehevvürden yâni
kızgınlığından çıldırmıştı. Latin gemilerinin, donanmasına galip gelmenin,
intikamını almaktan başka bir şey düşünemiyordu. Güneş doğmadan evvel,
Galata'ya hakim olan yüksek tepenin üzerine büyük bir top yerleştirdi.
Cenevizli'lerin üzerinden aşırdığı top güllelerini Haliç'deki gemilere
atacaktı. Emri hemen yerine getirildi. Doğan güneşin ışıklan zemini henüz
aydınlatıyordu ki bu dehşet verici âletin gürlemesi birden bire etrafa yayıldı.
Simsiyah bir duman çevreye hâkim oldu. Belde insanları dehşet içinde
kaldılar." Malum eserden, şimdi de Midillili Piskopos Leonardo'nun
beyanına bakalım: "Bombardıman bir mühendisin idaresi altında uzun zaman
devam etdi. Bu mühendis; Rumların hizmetini takdir edemeyip, tahsisat
vermedikleri vede bu yüzden Osmanlı ordusuna hizmeti yeğleyen mühendis idi.
Atılan 2. gülle hristiyan gemisini yukarıdan aşağıya delince, taşıdığı yükle
birlikte sulara gömüldü. Sükûneti ihlâl eden bu ani darbe ile yerlerinden
fırlayanların düştüğü hayret, tasavvura şayandı. Hemen gemilerini zincir
boyundan ayırıp, Galata'nın yüce sûrlarının dibinde buldukları kuytu yerlere
çektiler" diyen Leonardo'dan sonra Yeniçeri Mişel'de: "Toplar
durmadan gürlerken, muhasara altındakiler, Osmanlı donanmasının bir denizden,
bir denize kara yoluyla naklinin yapılması esnasında engellemek veya tahrip
etmek için hiç bir teşebbüsde dahi bulunamadılar." diyordu. Meşhur
Dukas'ın tesbitleri ise şöyleydi.
"Ne Rumlar, ne de
Cenevizli'lerin padişaha hoş görünmek için sesimizi çıkarmadık demeleri doğru
değildir. Sultan Mehmed; projesini başarıyla saklı tutmayı bilmişti."
Demekte. 22/nisan sabahını ise Barboro şöyle anlatır:
"Nisan'ın 22.
günü, kara tarafından bize zarar vermeyeceğini enine boyuna tetkik eden Sultan
Mehmed, Çiftesütun yâni Dolmabahçe önünde bulunan donanmasından bir kısmını
İstanbul limanına geçirmek için plânlar yaptı. Bizim aleyhimizdeki
tasavvurunuda çok seri birşekilde tatbik etme ye muvaffak oldu. Bu merhametsiz
gaddar'ın (!) nasıl hareket ettiğini anlamanız için onun düşüncesini aşağıda
İzah edeceğim. Kostantiniyye'yi ne olursa olsun almak için donanmasını şehrin
limanına sokmak lazım geldiğini fark etdi. Donanması iki mil uzakta demirliydi.
Bütün tayfanın karaya İnmesini emretdi. Donanmanın bulunduğu Bosfor (Boğaziçi)
sahilinden başlayarak, Galata'ya hâkim sırtın boyunca devam edip, üçmil süren
bir yol tesviye etdi. Yol, tamamen düzeltildiğinde yola boylu boyuaca bir çok
yuvarlak ağaç dizdiler.
Bu ağaçları; Galata
Cenevizlilerinden satın aldıkları zeytinyağları ile domuz yağı ve sade yağ ile
öyle yağladılar ki padişah, gemilerinin bazılarını İstanbul limanına
geçireceğini gözüne kestirdi küçük ebattaki Fusta ile işe başlandı. Bu fus-ta
yuvarlak ağaçların üzerine konuldu. Askerler çekmeye
başladı. Çok kısa zaman zarfında
Navarşiyon, yâni Beyoğlu limanına kadar indirtti.
Osmanlılar bu
icâdlarınin başarıyla tatbik edildiğini görünce; onbeş kürekli, yirmi kürekli
hatta yirmiki kürekli fustala-nnı çektirmeye koyuldular. Eğer padişah, eii
altındaki bu fustaları çekerek dağdan aşıracak bir alay Türke mâlik olmasaydı
bu hiç şüphesiz ilk bakışta herkese inanılmaz ve gayri mümkün gelirdi. Türkler
o derece kalabalıktılar ki bu gemilerin her biri mükemmelen silahlandırılmıştı.
Her vazifeye hazır 72 parça gemiyi İstanbul limanına indirdiler. Bu da
Türklerin, Beyoğlu Cenevizli'leriyle sulh hâlinde bulunmaları yüzünden
gerçekleşti." Demektedir.
Şulomberje;
Barboro'nun yukarıdaki ifadesini, şöyle yorumluyor: "Venedikli tabib'in
bu pek özetlenmiş hikâyesi, bu harikulade harp ameliyesinin târihini, oldukça
güzel bir su-retde hülâsa eder. İstanbul muhasarasının en meşhur vakalarından
biri olan bu operasyon beklenilen kat'î başarıyı temin edememişsede, kesin
netice üzerinde gayet ehemmiyyetli bir te'sir vücuda getirmiştir." Rum
tarihçi Kritivulos ise, olayı daha geniş ve pek hoş bir kayıta tâbi tutmuştur.
Şöyleki:
"Sultan Mehmed;
İstanbulu zaptetmekten ibaret olan maksadına vasıl olabilmek için, ne suretle
olursa olsun, bu şehrin limanına sahip olmak lüzumunu idrâk etmişti. Bu hususda
bütün vasıtalara başvurdu. Pek maharetli bir karar aldı. Bu kararı yerine
getirmek suretiyle tereddütlertde bitirmiş oldu. Bahriye mühendislerine ve
bunların tayfalarına, Boğaz sahilinden, Halic'e kadar çok çabuk, kızaklı
yollar yapmayı emretti. Kabataş'dan itibaren döşenmiş olan bu kızak yolları
bir denizden öbürüne yâni Halic'e uzanan hiç olmazsa sekizstad (bir bizans
ölçüsü) mesafenin istikametine dikine yatırılmış kirişlerden meydana gelmişti.
Binlerce kişi tarafından evvelâ ve süratle temizlenip, düzeltilen arazi, yol
güzergâhının yansini teşkil eden tepenin zirvesine kadar hızla yükseliyor buradan
da aynı hızla Halic'e doğru iniyordu.
Bu kızak yollan bir
yığın amele tarafından tasavvurun üzerinde bir hızla yapılabildi. O zaman Hz.
Padişah; her iki yanına İstinat olması için uzun kirişler denen büyükçe
kerestelerden meydana gelmiş kızakların üzerine gemilerini ilerletti. Sonra bu
gemileri sağlama almak için halatlarla bağlamak suretiyle kızak üstüne
sıkısıkıya yerleştirdi.
Pek uzun olan gemi
direği halatlarını teknelerin eğilim gösterdiği noktalarına da bağladıktan
sonra bu kitleleri kızak yolu boyunca askerlerine kısmen elleri ile makara ve
çarklar gibi çeşitli vasıtaların yardımıyla çektirdi" Sekiz mil
uzunlun-daki bu büyük kızak yolunun döşemesini meydana getiren yuvarlak ağaçlar
13/14 kadem boyundaydı. Önce dikkatlice dört köşe haline getirilmiş, aynı itina
ile yağlanmışlardı.
Kızak yahut beşik
şeklindeki keresteleri suya indiriyorlar ve her birinin üzerine harikulade
yoldan sevk edilecek gemilerden birini çekiyor ve kızağın yanlarındaki, uzun
kirişlere sıkı sıkıya bağlıyorlardı. Sonra bu kitlelerden her birini suyun
dışına sahil üzerine halatlar yardımıyla çekiyorlardı. Böylece her bir gemi bu
garip seyahate başlardı. Önceleri küçük tonajda yâni fusta'larla tecrübe
yapılmıştı. Tepeye gemiyi çekme ameliyesinde Türkler, manda da kullandılar.
"İşte sevgili
okurlarım; günümüzden 548 sene önce Sultan 2. Mehmed Hân'ın fethi temin etmek
için, akıl ve inancı bir-leştiren ilim ve fennin bütün icâblarından istifadeyi
ve kullanma suretiyle Beşiktaş önlerinden Dolmabahçe, Taksim tarikiyle
gemileri yukarıya çekip oradan da Kasımpaşa civarından Halic'e indiren kızak
yol, milletimizin ne büyük bir zekâ ve teşebbüs gücü taşıdığına pek açık bir
delil teşkil eder. Gemileri; karadan da yürütmeyi beceren şanlı ecdadımıza rahmetler
dilerken, önce tırmanan sonrada büyük bir hızla kızaklı yoldan Altun Boynuz
denen, Halic'e indirilen fustalann, yelkenlilerin mürettebat ve savaş
erlerinin, gemiyle yaptıkları, bu kara yolculuğunun başarı ve zevki içinde
şarkılarla, türkülerle ve ilâhilerle geminin yelkenlerini fora edip, görünmez
bir mai (su) üzerinde enginlere açılmaya hazır ve de açılan yelkenleri dolduran
rüzgârın sesi ve bununla tatmin-i zevk'in zirvesine yükselen, mücahidini islâm
ve denizlerin yiğitleri levendler, pür neş'e kumandan vede reislerinin, içinde
bulundukları mesrûriyeti, teşvik ve takdirle karşıladıklarını da bildirerek
naklimizi tamamlamış olalım. Çalışmamızın burasında; 2001 senesi fetih
haftasını değerlendirmeye çalıştığımız Radyo/Çağ 101. 3'de, Metanet Köprüsü
adlı programımızın sonuncusunda uğur İlyas Canpolat, Ülkü Zahide Bakiler ve
Bülent Karaçam'dan ve bir de benden müteşekkil gurup tam programımızı kapatmak
üzereyken, Bülent Karaçam kardeşimiz önüme şu şiiri uzattı. Ben de Radyo/Çağ
dinleyenlerine severek okudum gördüm ki ekibin hislerine tercüman olmuş
Bülent Bey.. Ehh! Radyo'da okuduğumuz şiiri bu kitap okurundan kıskanmak olmaz
diye düşünerek, sayfamızı süslüyor ve şiirin, bir akrostiş çalışma olduğunu da
hatırlatıyorum:
Fırtınalar gibi
kükrerdin / Akıp zaman içinden gelirdin Târih kitapları seni yazamadı /
İnsanlığa bir örnektin Sen! / Hadi gel artık bu zamana gel / * Ne yaptık? Biz
sana? / Ellerimiz, kollarımız bağlandı. / Sesimiz, soluğumuz kesildi! / Lâl
oldu dilimiz, aklımız mat / İçimiz kan ağlıyor Fâtih; bir bak! / Bülent
Karaçam25/4/2001