Sültanzâde Semin Mehmed Paşanın Sadareti
Şiddetli ve Manidar Bir İtiraz
Sultan İbrahim'in Hanım Ve Çocukları
Babası: Sultan I. Ahmed
Han
Annesi: Kösem
Mahpeyker Sultan
Doğum Tarihi: 1615
Vefat Tarihi: 1648
Saltanat Müd.:
1640-1648
Türbesi:
İstanbul'dadır.
Osmanlı devletinin
sıkıntılara düşen yıllarına son veren padişah 4. Murad'ın vefatıyla, Osmanlı
Tahtı kardeşi İbrahim'e kucak açmıştı. Bereket versin Mahpeyker Kösem Valide
Sultan kardeşini izâle etmesini taleb eden merhum padişahın emrini akim
bırakarak, devleti âliye'ye en büyük hizmetlerinden birini yerine getirmişti.
Tabiiki bu arada Valide Sultan'ın engellemesine itiraz etmeyip yerine getiren
Kemankeş Kara Mustafa Paşayı dahi takdirle yâd etmek gerekir.
Sultan İbrahim'in
tahta oturmadan evvel gösterdiği tered-düd bütün tarih kitaplarında yer atmış
bulunduğundan bizde naçizane çalışmamızda bu hususu zikretmeden geçemezdik. 4.
Murad gibi, dediğim dedik, çaldığım düdük diyen bir padişah döneminde kafes
arkasında hayatını sürdüren bir şehzadenin tabiiki sinirleri, normal vatandaş
gibi olmazdı. Kendinden evvel nice kimselerin idamlarına şâhid olan^bir şahsın
tabiiki sıra bana ne zaman gelecek intizarı içinde ömür geçirmesi tahammülfersa
bîr hayat değildir. 4. Murad'ın vefat haberini, şehzade İbrahim'in kaldığı
daireye giderek müjdelemek isteyen Kızlarağası: Efendimiz; biraderiniz
hakkında takdiri ilâhi tecelli etti. Başınız sağolsun, lâkin boşalan tahta
oturmanız için hazırlanmanız icab edecek huzurunuza bundan geldim. Dediğinde,
Şehzade İbrahim başını sallayarak söylenenleri dinledikten sonra, hızla daire
kapısının sürgüsünü sürdükten sonra: Bana hile edersiniz. Biraderim
berhayat-tır. Padişahımızdır.
Bana padişahlık gerekmez.
Biraderimin ömrü uzun olsun, yolunda beyanda bulunur ve içeri kaçar. Vaziyet
devlet ileri gelenlerine anlatılır.
Herbiri sürgülü kapı
önünde yeni padişaha diller döker. Ancak bir türlü iknaya muvaffak
olamayacaklarını anladıklarında, devletin mühim rüknü sayılan Kösem Valide
Sultana durumu bildirirler. Artık, şehzadenin daire kapısı önünde Valide
Sultan seslenmektedir: "Haydi arslanım çık. Biraderin Murad hân cennetlik
oldu. Cenabı Hakk' sana uzun ömürler versin. Padişahlığın seni bekliyor"
derken, oraya gelmeden önce verdiği emirle merhum padişahın, nâşını getirtmiş
ve oğlu İbrahim'e söylediklerine ilaveten, istersen bak kendi gözünle gör
demeyide İhmal etmez. Büyük bir korku ve endişe içinde sürgülü kapının
üzerindeki gözetleme deliğine gözünü uyduran şehzade İbrahim, bir döşeğin
içinde hareketsiz olarak yatanın hakikaten padişah birader olduğunu görür. Tam
inanacak iken, aniden: <peki! Bir karıştırın bakahm> Der. Nâşın
yanındakiler döşeğinde, birûh olarak yatmakta olan padişahın sakalını, burnunu
tutarlar böylece güven vermeyi başarırlar. Burada hemen şunu hatırlatmalıyız
ki; şehzade İbrahim'in, ağabeyi 4. Murad'ın vefatına kanaat getirdikten sonra
ellerini açıp, merhuma Cenabı Hakk'dan rahmetler dilemesi taksiratının affını
taleb etmesi arkasından kendisinin tahtta geçecek döneminin islâm milletine
hayırlar getirmesini, zararlara sebebiyet verecek tarzda icraattan korumasını
istiyen duasına bakarsak, vaziyetini biraderinin ölüp ölmediğine tahkikini
usuletle yaklaşması, karşımızda deli bir şehzade değil, ensesinde her gün
ölümün soğuk nefesini hissetmiş buna karşılık son derece tedbirli davranmaya
ahdi peyman etmiş biriyle, karşı karşıya olduğumuzu kabüllenmeiiyiz.
Osmanlı devletinin
yirminci padişahı, Osmanlı hilafetinin-de onuncusu olan Sultan İbrahim, 1.
Ahmedle Kösem Mahpeyker Sultandan 1025/1616'da dünya'ya gelmiştir. Osmani
devleti; 1. Ahmed'in vefatıyla, asayiş bakımından çok karışık bir döneme
girmişti. Bilindiği gibi bu dönemde merhum Sultan Ahmed'in Osmanlı veraset
usulünde yaptığı değişiklikle, ekber evlâd yâni büyük evlâd değilde, hanedanın
enyaşlı erkek üyesi riyasete dolaysıyla tahta geçeceğinden zaman zaman tatbik
olunmakta bulunan şehzade katil'leri artık rafa kalkmış sayılabilirdi. Fakat bu
seferde Validesul-tanlar arasındaki çekişmeler, daha da şiddet kesbetti. Taht
istemeyen Sultan 1. Mustafa, verilen görevden kurtulmak için ne yaptıysa kâr
etmedi. Zorla Osmanlı tahtına oturtuldu. Çok kısa bir zaman dilimi içinde
yaptıkları hatayı anlayanlar, bir şûra kararı ile padişahı tahttan indirip,
yerine 1. Ahmedin büyük oğlu Osman, nâmı diğer Genç Osman getirildi. Bu zâtın
başına gelen elem verici neticeyi kitabımızın geçmiş bölümünde anlatmaya
çalışmıştık. Sultan İbrahim; Osmanlı tahtına geçtiğinde yirmidört yaşında olup
tahta geçiş tarihi 1049/1639 idi.
Tahta oturan Sultan
İbrahim, sadnazarn Kemankeş Kara Mustafa Paşanın vazifesinde sitkı sadakatle
devam etmesini istedi. Vazifesinin en önemli bölümünün paranın ayarını düzeltmek
ve bunu devam ettirmek tenbihinide ekledi. Bu talimatı alan sadnazam, paranın
ayarında düzeni temin ettiği gibi, yeni padişahın adına para da bastırmış
oldu. 4. Murad'ın Silahdarı Mustafa Paşa, sadrazam Kemankeş Kara Mustafa
arasında evvelce şöyle bir olay geçtiğinden şiddetli bir çekişme vardı. Vakayı
anlatalım:
"Kemankeş Kara
Mustafa Paşa bilindiği gibi harp alanında sadrazam olmuştu. Devlet idaresiyle
alakalı işlerde doğrudan padişahla konuşurdu. Halbuki kendisinden evvelki bütün
sadrazamlar hatta Bayram Paşa bile 4. Murad'Ia yazişmalarının bir suretini de
Silahdar Mustafa Paşaya gönderirdi. Sultan Murad; Silahdarını çok ama çok
sevdiğinden böyle yapılmasından memnun bile olurdu. Zaten hekimbaşisını bile
Silah-dar'ın ihbanyla ölüme terk etmemişmiydi? Ne varki veziriazam Kara
Mustafa Paşa alışıla gelmiş bu teamüle riayet etmeyip yazıları padişaha
gönderiyor, Silahdar'a da nüsha filân göndermeme yolunu tutmuştu. Çok geçmeden
Silahdar Paşa, padişaha sadrazamı muhaberattan haberdar etmemesi hasebiyle
şikâyette bulundu.
Sultan 4. Murad;
sadrıazarna: Sen; Silahdar Paşaya muhaberatımızdan bir nüsha
vermezmişsin" diye sert bir eda ile sorunca, Kara Mustafa Paşa:
Padişahım, Silahdar
Paşa saltanatınızın ortağıysa bana haber verin, hemen ona da bir nüsha
gönderelim. Yok saltanat benimde bildiğim gibi, yalnız sizinse o zaman, neden
ona malumat vermeli? Zaten okumam yazmam olmadığı için yazışmaları
kâtiplerimle yapıyoruz. Devletin öyle sırları olurki, bu sırları yalnız padişah
ve sadrıazamı bilmelidir. Nevarki; okuma yazma bilmediğiden kâtipler bu gizli
sırlara agâh olurlarda, buna çok canım sıkılır. Diye cevap verdiğinde Sultan
4. Murad bu cevaptan çok memnun kalır ve bildiği gibi yapmasını söyler.
Ancak bunlar Silahdar
Paşanın, veziriazama düşmanlığını bir kat daha arttırır. Sultan İbrahim'in
tahta geçmesi ile Silahdar Paşanın düşmanlığı korkulmaz hâle gelir ama, ne çare
bu seferde Silahdar Paşadan intikam alma hastalığı, veziriazama geçmiştir.
Mücadeleyi başlatır. Bu mücadelenin bir safhasında Silahdar Paşa Kıbrısda
vazifeliyken ellibin altınlık bir rüşvet işine adı karıştığından veziriazamın
eline düşer. İdam fermanı padişahdan alınınca Silahdar Paşa hayatını kayb etmiş
olur. Öte yandan eski sadnazamlardan Nasuh Paşa'nın oğlu Hüseyin Paşa,
babasının 1. Ahmed'in veziri- azâmi olması hasebiyle kendinde bir asillik farzederek, yeniçeri
ocağından gelme bir Arnavut olan veziriazama Çorbacı diye hitap ederek,
hakarete âmiz davranışlara girer. Halbuki Çorbacı, yeniçeri askeri arasında
günümüz rütbelerinden bulunan Albay rütbesine denk gelir. Bu sırada eskilerden
beri hudud boylarında vazife yapan vezirlerin, tuğra çekme sela-hiyetlerini
kaldıran bir ferman yayınlattı. Şüphe yokki bu fermanın sahibi padişahdı.
NasuhPaşazâde bu fermandan padişahın haberinin olmadığını ileri sürerek
dinlememezlik yaptı. NasuhPaşazâde Hüseyin Paşaya bu ferman ulaştığında Paşa
Erzurum Beylerbeyliği görevinde idi. Ancak fermana itaatsizlik gösterince
sadrazam tarafından vazifesi, Halep valiliğine tahvil olundu. Sadrazam'ın bu tâyin
emri itaatsizlik yapmış bir kimse için adetâ mükâfat sayılırsa da, buradaki
incelik, Hüseyin Paşayı Erzurum'dan çıkarmaya dönüktü. Çünkü Erzurum'dan
çıkmaz orada isyana kalkarsa cezalandırılması pek güç olurdu. Hakikatte de,
Hüseyin Paşa Halep valiliğini kabul etmediğinden Erzurum'dan aynlmadı,j3u
vaziyetin ortaya gelmesinden haberdar olan Sultan İbrahim; "kendisine
Sivas valiliğini verdim gitmediği takdirde üzerine asker çıkarın" emrini
verdi.
Nasuh Paşazade
sadrazam ile boğuşurken karşısında padişahı buluverdi. Sadrazam Sivas valisi
Kör Hazinedar İbrahim Paşaya, bir mektup gönderip, Hüseyin Paşaya Sivas valiliği
verildi. Sen üzerine var ve işini bitir yollu mektup gönderdi. Nasuh Paşazade
Hüseyin Paşa üzerine gelen İbrahim Paşayı mağlup ettiği gibi üstelik öldürdü
de. Hüseyin Paşa düşmüş olduğu, isyan dalgasını sürdürmek mecburiyetinde idi.
Veya huzura gelip sadrazamla kozunu paylaşmalıydı. Üsküdar'a kadar bu azim
içinde geldiysede karşısında devletin kuvvetlerini gördü ve kuvvei mâneviyesi
öyle bir sarsildıki, herşeyi olduğu gibi bırakarak gece yansı gizlice kaçtı.
Hedefi, merhum babasının dostluklarıyla övündüğü Kırım Hân'larına sığınıp
bilahire onların delaletiyle şefaate erişmeyi becermekti.
Ancak talihi yaver
gitmedi kendisini takip eden Edirne Bostancıbaşıst, Rusçuk'ta kırk kadar
adamıyla birlikte yakaladı. İstanbul'a gönderildiler. Ancak haber yolda geldi,
Topkapı surları uzaktan görüldüğünde hükümleri icra olundu. Bunlar iç olaylar
olarak yaşanırken, Rusya'dan bir elçi geldi.
4. Sultan Murad
zamanında gönderilen elçinin öldürüldüğünü, Çar bu hususta büyük üzüntü içinde
olduğunu bildirerek Azak'ı iadeye hazır olduğunu beyan ettiğini duyuruyordu.
İran'da Şah 2. Abbas,
Şah Sâfi'yi öldürüp yerine geçmişti. Osmanlı Devletinden, Kasrı Şirin antlaşması
mucibince Milet kalesinin yıkılmasını taleb eder. Bu kale Van şehri yakınlarında
olup, bu talebi bize duyuran elçi, Maksud Hân adlı bir İran ileri gelenidir.
Maksud Hân; getirmiş olduğu hediyelerle padişahın gönlünü almayı başarır,
dönüşü esnasında Yusuf adını alıp 4. Murad'ça Paşa rütbesi verilmiş bulunan ve
Emirgan semtinin, kendisine hediye olunduğu Mirgünoğlunu da beraberinde İrana
götürmek içinizin talebinde bulunur.
Padişah yaptırttığı
tahkikatla bu isteğin Mirgünoğlu'nun teşvikiyle yapıldığını öğrenir. Çok üzülür
ve bu kadir bilmezliğin, idamla cezalandırılmasını emreder. Ferman uygulanır
sahilhanesi sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşaya verilir.
4. Murad'ın
idam ettirdiği şehzadeler münasebetiyle tahtının tek varisi en küçük kardeşi
İbrahim kaldığını yazmıştık. Hanedanı âli Osman'nın acele taht vârisine
ihtiyacı vardı. Al-lahuâlem bir felâket Osmanlı devletinin sonu olurdu. Bunu
göz önüne alan devlet adamları ve
bilhassa Kösem Mahpey-kâr valide, padişaha her taraftan kız bulup koynuna sokmaya
çalışıyordu. Devletin devamını temin için; hanedanı erkeksiz bırakmamak için
yapılan bu gayretleri asla garip karşılamamak gerekir. İnsanların üzerine
düşen alabildiği tedbirleri alabidiğince almasını bilahare tevekkül etmesinin
gerektiğini hatırlatmak her halde yanlış olmaz.
.
1627 senesinde
Rusya'da doğan ve 12 yaşındayken Tatar akıncılarının eline esir olarak düşen
kız, güzellik ve gösterişli endamı ile hemen temayüz etmiş, bu temayüz ediş Kör
Süleyman Paşa tarafından fark edilmiş Kösem Mahpeykâr Vâli-desultana hediye
olunmuştur. Bilindiği gibi saraya giren devşirmeler müslüman olurlar ve
müslümanlığın bütün gereklerini öğrenerek tatbik ederlerdi. Bu bakımdan bir
kimsenin, şurada veya burada doğmasından ziyade,., bir mü'mîn veya mü'mine
olması yeterlidir. Kösem Sultan Kör Süleyman Paşanın bu hediye kızını, haremde
Çabucak yetiştirtip, zâtı şahanenin koynuna soktu. Meydana gelen izdivaçdan
Cenabı Hakk'ın izniyle, ileride Osmanlı tahtına yedi yaşında geçeceğini ve
kırkbir yıl kaldığı tahttan indirileceğini okuyacağımız çocuk dünya'ya geldi.
Çocuğun adını Mehmed koydular. Tahta geçtiğinde 4. Mehmed veya Avcı Mehmed diye
anıldı. Bu çocuğun babası Sultan İbrahim; Osmanlı devletinin üçüncü kurucusu
dense asla yanlış olmaz. Turhan Valide Sul-tan'da bu hususta padişah kadar
şeref ve hisse sahibidir. Artık Osmanlı nesli yürümeye başlamıştır, merhum
tarihçi Ahmet Refik (Altınay) bey'in deyimiyle "Osmanlı horozu
öt-müştür" ve horozun ötmesi bereketli olarak devam etmiştir. Nasılmı?
Sultan İbrahim'in diğer hanımlarından Dilaşûb Valide Sultandan Süleyman adlı
bir çocuk dünyaya gelir ve ileride 2. Süleyman adıyla taht'a geçer. Süleyman'ın
doğum tarihi 1642 dir. Aradan bir yıl geçer ki 1643 yılına geldiğimizde
Muazzez Valide Sultan; 2. Ahmed adı ile taht'a çıkacak bir şehzade doğurur.
Görülüyorki vâris sıkıntısıyla gelen Sultan İbrahimin, Mehmed, Süleyman ve
Ahmed adlı üç çocuğu da padişahı âlişan olmuşlardır.
Sadrazam Kemankeş Kara
Mustafa Paşa, gerek eski silah-dar'ın gerekse Hüseyin Paşanın ortadan
kaldırılmasında başarılı oldu İsede o nisbettede düşman kazanmaya başlamıştı.
Bu düşman kazanılmada dürüst idaresinin rolü varsada biraz da, ölçüyü kaçıran
konuşmalarının rolü olduğunu duyurmak lâzımdır. Merhum tarihçi İsmail Hakkı
Üzunçarşılı muazzam nefasetteki eserindede şunu bizlere duyuruyor, nakledelim:
"Veziriazam bir gün divan'a başkanlık ederken padişahdan gelen bir haber
<Divanı boz ve gel> çaresiz Paşa padişahın yanına gider, yer öpüp el
bağlar. Padişah sorar: Kethüda Hatun'a ferman ettiğim odun, bu vaktedek niçin
verilmedi? Veziriazam: Padişahım; derhal tenbih edelim verilsin! Dedikten
sonra hiddetli bir sesle: Padişahım, ben senin vezirinim. Böyle ufak bir iş için
neden divan'ı bozdurursun? Siz bana asayişten, hazineden, serhatlerden niçin
sormazsınız? Diye ilave etmiştir. Sadrazamın padişahın yüzüne karşı söylenenleri
duyan Şeyhülislâm Yahya efendi: "Bre zinhar sakınsın. Padişahlara böyle
söz söylenmez" şeklinde haber göndermiştir veziriazama. Böyle sorumsuz
konuşmalar, aşağıda vereceğimiz olayla birleşince haliyle akıbet sadrazamı
buldu. Bunun izahı için birazda gerilere gitmek icab edecektir. Daha evvel
belirttiğimiz gibi, hayatının en önemii yıllarını ölüm korkusu içinde geçiren
padişarrkuvvetü bir eğitim görmediği gibi sinirlerinin zayıflamasından dolayı
da çok fevri hareket eder, acele
verilmiş kararların pek isabetli olmadığı bilinir. Bazen; makbul ve matlub
olmayan emirler verirdi. Bu arazı atlatmak için mânevi bir teselliye ihtiyaç
vardı. Bu teselliyi her şeyin dermanı olan Kur'anı Kerim'in âyetlerinin,
hayırlı ağızlardan okunması idi. Sultan İbrahim, Allah (c.c) ve Resulüne olan
sevgisiyle şifayı; hakikati Kur'aniyye'de arardı. Nitekim bir şeyh oğlu olan
Hüseyin Efendi; bu şifayı sunmakda bir vasıta oldu. Tarihlerimizse bu şahsı,
Cinci Hoca diye isimlendirirken aşağılayıcı bir tavır takınırlar. Cinci Hocayı
vede Sultan İbrahim'i beraber zikrederler. Halbuki tarih kaynaklarımızda
önemli biri olan "Evliya Çelebi Seyahatnamesi" ve müellifi Evliya
Çelebi merhum, bu Hüseyin Efendiden pek sitayişle bahseder. Öte yandan şunu da
belirtmeyi lüzumlu gördük: bir Allah Dostuna sormuşlar: "Ayetle, dua İle
hastalık şifa bulurmu? Cevap şahane: "Tabii bulur, Hz. Ömer'in (r.a) gibi
ağzı olanı bulununca" hakikatten Bizans imparatorunun başının ağrısını
yazdığı bir ^esmele iîe şifaya vasıta olan, Hz. Ömer'in nurlu elleri
değjimiydi? İşte Şeyhzâ-de Hüseyin efendi, okuduğu âyeti^kerimelerle, izniilâhi
ile padişahın arazlarını gidermiş, bundan dolayıda kendisini pek sevdirmişti.
Biran düşünelim; maruz kaldığımız bir hastalığımızın tesbit ve tedavisinde
başarılı olan doktorlara ne kadar minettar olarak, çeşitli yollarla
teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ki bu doktor, mason bile olsa o tarafını pas
geçiyoruz, gazete ilanlarıyla da teşekkürlerimizi duyurup, hastasının çoğalmasına
yardımcı oluyoruz. Bu ölçü içinde baktığımızda, görere-ceğimiz odur ki, Sultanı
rahatlatması ve bu rahatlamaya vasıta olması münasebetiyle, padişahında bu
sevgisini göstermesine nasıl kayıt koyabiliriz. Belki hiç hakketmediği makam
ve mertebelere götürmesi, her husustaki tavsiyelerini alması hatalarından
sayılabilir. Sultan İbrahim; oğabeyimin silahdarı vardı. Benim niye olmasın>
diyerek asıl adı Jozef Markoviç
olan, Dalmaçya doğumlu bilahire yeniçeri seçilerek devşirilmiş, yüzünün
temizliği ve zekâ fışkıran gözlerinden yüksek kabiliyeti hemen de anlaşılmış
saraya alınmış, çeşitli kademelerdeki vazife İçinde pişirilmiş ve padişahın
si-lahdarlığına tâyin edilince Paşa rütbesi verilmiş böylece ortaya bir Yusuf
Paşa çıkmıştı. Gerek Cinci Hoca, gerekse Siİah-dar Yusuf Paşa padişahın
makbullerinden olduğundan, aracılıkları pek iş görmekteydi. Bunların
delaletiyle gelen, tâiebler ve memuriyet istekleri yerini bulurken, devlet
gemisini yürütmeğe çalışan sadrazamın plân ve programlan alt üst olmaktaydı,
buna da bağlı olarak devlet mekanizması aksamaktaydı. Doğru sözlü ve çalışkan
sadrazam Kemankeş Kare Mustafa Paşanın bu vaziyetten şikâyetçi olması tabii
oiducu gibi her an patlaması beklenmekteydi.
Padişahın çok tuttuğu
Yusuf Paşa ve Cinci hoca'nın nüfuzunu kırmayı başaramayacağını anlayan
sadrazam Kara Mustafa Paşayı sakim bir yola sapmış görüyoruz. Bu yol; kontro!
altında tutabileceğini hesapladığı bir yeniçeri kıyamı ve tertib edeceği yazıyı
yeniçerinin eline tutuşturup, Yusuf Paşa ile Cinci hoca'nm izalelerini istemek
olacaktı. Bu düşüncesini has ahbablarından Kul Kethüdası Hüseyin ağa'ya açtı.
Hüseyin Ağa'nın bu işe aklı yattı. Belkide sadrazamdan ileride alması muhtemel
makam ve mevkii düşünmüş olabilir. Ancak bu iyi olmayan fikre iştirak,
düşüncenin sahibi kadar suçlu sayılmaya varmaz mı? Hüseyin Ağa, tasavvur ettikleri
kıyamı bazı yeniçeri zabitleri ile görüştü. Bunlardan bir evet çıkmadığı gibi,
hayır sözüde sâdır olmadı. Ancak ocak'ın emektarı Koca Musluhİddin Ağa:
"Aman sakının. Merhum padişah (4. Murad) in bu fitneyi söndürmek için
binlerce insan Öldürdüğünü ve ancak başarılı olabildiğini
söyleyebilirim. Bu bakımdan
bastırılmış bu fitneyi yeniden uyandırmayınız." Dedi, ama böyle yerinde
oturmayip, doğruca sadrazamın huzuruna gidip, tasavvuru ve neticesini izah
ettiğinde, sadnazamdan aldığı cevap koca ihtiyarı şaşırttı.
Çünkü Kara Mustafa Paşa böyle bir şey yok
demekteydi. Fakat kendisinin söylediklerini de pek ciddiye almadığını görünce,
istermisin iş senin başına kalsın ihtiyar! Kimbilir nasıl yanarsın? Düşüncesine
saplandığından sadnazamın yanından çıkar çıkmaz padişahın huzuruna yollandı.
Durum böyle böyle deyip herşeyi anlattı. Padişah: Peki ihtiyar; şimdi ben bu
sadrıazamı öldürürsem, kul taifesi (yeniçeri) isyan -eder mi? Diye sordu.
Muslihiddin Ağa: Hayır. Memnun bile olurlar. Cevabını deyiverdi. Bu arada
padişahın huzuruna, Muslihid-din Ağa'nın çıktığının haberini alan sadrıazam
saraya koştu.
Elinde bir mushafla
padişahın huzuruna dalmış yeminlerle sadakat ve suçsuzluğunu ispata
çalışıyordu. Padişah; bir işaretiyle Bostancıbaşi'ya "al şunu"
dediği görüldü. Ancak; Bostancıbaşı, Sultan İbrahim'in al şunu emrinden
maksadın mührü al mânası taşıdığını zannederek vezlriazâm'dan mührü aldı.
Belki hakikat belki bir minnetin gereği sadrıazama Bostancıbaşı kolaylık
sağlama yoluna gitmiş olabilir. Ancak şöyle veya böyle bu fırsattan istifade
eden Kemankeş Kara Mustafa Paşada bir ata atladığı gibi, şimdiki İstanbul
Valilik binasına bitişik Maili Mescid yakınlarında bulunan bir samanlığa
saklandı. Havanın kararmasını beklediği samanlıktan çıktığında, her yerde
aranmakta olduğundan hemen göze çarptı ve yakalandı. Hakkında verilmiş ferman
Cellât Kara Ali tarafından kemend ile boğularak icra olundu. Padişah'a cesedi
gösterildikten sonra Çarşıkapı'da kendi yaptırmış olduğu türbeye defnolundu.
Tarih bu sırada h. 1053/m. 1643 senesini gösteriyordu.
Kemankeş Kara
Mustafa'nın idamından sonra mevkii sadaret, eski sadrazamlardan Rüstem Paşanın
sulbünden gelen ve anne tarikiylede Kaanuni Sultan Süleyman torunu olması
münasebetiylede Sultanzâde lakabıyla anılan Semin Meh-med Paşaya verildi. Bu
sadaret esnasında Sultan İbrahim çığrından çıkardı bütün işleri. Böyle olmasına
sebeb olarak da padişahın bir numaralı danışmanı olamsı lâzım gelen yeni
vezirazam, "Siz yeryüzünde Allah'ın gölgesisiniz. Sizden hata siidûr
etmez" diye diye padişahı murakabe edilmez bir vaziyete getirmişti. Bu
tehlikeli başıboşluğu devrin şeyhülislâmı meşhur şaîr ve mutasavvıf Yahya
efendinin dengeleyebildiği görülüyordu. Ancak şeyhülislamın 1643 yılının sonlarına
doğru gelip çatan vefatı, bu dayanağında kaybedilmesini getirmişti. Bu elim
kaybın farkında olan İstanbul ahalisi şeyhülislâmın Fâtih Camiinde kılınan
cenaze namazında öyle büyük bir kalabalıkla bu minnetini ifade ettiki, Fâtih
Camii ile Yavuz Sultan Selim Camiindeki kabrine kadar bulunan mesafenin cemaatle
dolduğu, cenazeyi yürüyerek değil, tabutu ahalinin parmak uçlarıyla gideceği
istikamette kaydırması, yeterli gelmişti. Şeyhülislâm Yahya efendinin Hakk'a
yürümesinden sonra padişah; meşhur "Tâc üt Tevarih" adlı tarih
eserinin müellifi Hacei Sultani eski şeyhülislâmlardan Saadeddin Efendinin
torunu, Sultan Genç Osman'ın kaimpe-deri eski şeyhülislâmlardan Es'ad efendinin
oğlu Ebu Sâid efendiyi kendine şeyhülislâm nasbetti. Bu tâyin pek isabetli
olmuştu çünkü bu ailenin bu göreve tecrübesi adetâ herkesin fevkiinde idi
:
Daye'lık Osmanlı
sarayında önemli bir mevkiidir. Bu mev-kiide bulunan bayanlar, nice şehzade ve
sultanhanımlarin süt anneleri olduğu gibi tahta çıkan padişahlara da, süt
annelik etmişlerdi. Dinimiz; süt kardeşliğe pek önem verdiğine göre, süt
annelerininde ehemmiyet taşıdığı izahtan varestedir. Do-laysıyla Daye denilen
süt anneler Osmanlı hanedanınca pek makbul muameleler gösterilmesi gerekenler
olarak kabul edilmişlerdir. Aşağıya almaya çalışacağımız olayın bu tarafını da
düşünmeyi okurlarımız göz önüne almalıdırlar. Sultan İbrahim bir gün sarayın
harem bölümünde çocuklar ile oynamaktayken oğlu Mehmed yerde kendi kendine
oynayarak eğlenmektedir. Padişah ise; dizlerinde hoplattığı şehzade Mehmed'in
dâye'si (süt annesinin) çocuğuna gülücükler yapmaktadır. Bu sırada salona giren
Turhan Valide Sultan durumu görünce sinirlenerek, padişaha: Efendimiz; kendi
çocuğunuz yerlerde, Dâye'nin piçi kucağınızda hoplamakta, bu revâmıdır? Diye
söylenir. Sultan İbrahim bu serzenişe adamakıllı sinirlenerek, Dâye'nin oğlunu
yavaşça dizlerinden indirir. Kendi çocuğu şehzade Mehmed'i kaptığı gibi, büyük
salonun ortasında bulunan içi su dolu/havuza fırlativerir. Şehzadenin kafası,
havuzun kenarına çarpar ve ömrü boyunca izini taşıyacağı bir yara meydana
gelir. Sultan İbrahim çocuğunu fırlattıktan sonra arkasına bakmadan salonu
terk etmişti. Oradaki harem efradından biri havuza athyarak boğulması
muhakkak şehzadeyi kurtarır. Bu Dâye meselesindeki piç kelimesinin dayandığı
vaka şudur: "Kızlarağası Sünbül Ağa, Sultan İbrahim'in tahta geçtiği
günlerde dörtyüzelli al-tuna kendi hizmetine bakmasını temin için bakire bir
kız satın alır. Sünbül Ağanın kendisi hadım'dır. Fakat bir kaç ay sonra bu
cariye bir oğlan çocuk doğurur. Kesin olarak babası
Sünbül Ağa değildir, ancak Ağa bu çocuğu
evlâd gibi kabul edip sarayda büyütmeğe başlar. O sıradaysa Turhan Sultan,
şehzade Mehmed'i doğurmuştur. Bahse konu câriye, şehzadenin sütanneliğine yâni
Dâye'liğine getirilir. İslâm düşmanı tarihçiler, bu çocuğu Sultan İbrahimin süt
anneden olmuş gayrimeşru oğlu diye tanımlarsada, aslı yoktur ki, iftiradır. Bu
müfteri tarihçiler, Avrupa devletlerinde o devirlerde saltanat sahiplerinin
klişe dini gereğince papalıktan müsaade gelmedikçe izdivaç yapamadıkları için,
aşağı yukarı her saltanat sahibinin hattâ derebeylerin bile klişece tasvib
edilmemiş bu yüzden gayrimeşru addedilmiş izdivaçları bolca olduğundan, bizim
şeriatımızın, böyle saçmalıklara müsaade etmediğini bilememek veya hanedanın
namusuna iftira için bu yolu seçmişlerdir. Eğer bu müverrihlerin söyledikleri
vâki olsa, hiçbir şeyden füturu olmayan Sultan İbrahim, o çocuk kendisinin
olsaydı, anneyi câriye hükmünden, yaptığı nikâhla kendine hanım yapar, çocuğu
da veliaht şehzade olarak ilân ederdi. Ona kim engel olabilecekti? Çocuğa
gösterilen şefkate gelince, kim çocuklara muhabbet göstermez? Hele kendi
çocuğuyla başka bir çocuk arasında muhabbet farkı göstermemek her babayiğidin
hakkı değildir. Padişah; herne kadar tarihlerimizde delilikle anılmışsa da bu hususda
akıllılara taş çıkartacak numune sergilemiştir. Değilmi ki; Efendimiz (s.a.v)
bir yetimin başını okşamak dahi insanı cennet ehli eder mealinde bir hadis
söylediği rivayattandır.
Havuza atılan şehzade
meselesinin haremde bir tatsızlığı doğuracağı mutlaktı. Bu vaziyeti teemmül
eden Sünbül Ağa, Hac farizasını ifa etmek üzere vazifeden affını tâleb eder. Bu
müsaade verildiğinde süt anneyi ve çocuğunu da yanına alarak, o sırada Mekke
Kadılığına tâyin edilmiş bulunan Bursalı Ahmed efendinin bindiği gemiye binerler. Bu gemiyi,
İbra-ıim Reis adlı işinin ehli ve kahraman bir zât idare etmekte-iir. Ne var ki
Akdenizde altı adet gemi karşılarına çıkar. Bu lemiler Malta korsanlarına
aittir. Ellerine düşürdükleri avı, )ir avcı gibi takibe başlarlar. Nihayet
yakalayıp, saldırırlar. Aeydana gelen çarpışmada çokluk azlığı yener. Sünbül
Ağa 5İr hadım olmasına rağmen elinde kılıcı olduğu halde dövüşe iövüşe şehid
olur. İbrahim Reis'de çok geçmeden bu şehid-er kafilesine katılır. Bursalı Kadı
Mehmed efendi'de ağır ya-alı olarak, süt anne ve çocuğuyla beraber esir
düşmüştür. 3ir müddet sonra, bir yolunu bulan Bursalı Kadı Mehmed efendi
esaretten kurtulmayı başarmış ve ileride şeyhülislâm-ık makamına yükselecek
kadar güzel hizmetlerin sahibi ol-nuştur. Sütanneye gelince çok geçmeden ölmüş,
Sultan İbrahim'in bir zamanlar hoplattığı çocuğu hristiyan yapmışlar. 3ütün
Avrupa efkârı umumiyesine; "Hristiyan Osmanlı Pren->i" diye lanse
etme yoluna gitmişlerdir. Görülüyorki; insan layatı ne gibi melcelerden geçmektedir.
Padişah dizinde "îoplayan çocuk, annelik vede kadınlık hislerinin verdiği
bir anki kıskançlıkla söylediği tariz edici ifade kaç kişinin hayalında ne
mühim değişikliklere duçar olmalarına,s4beb oldu. 3ir devlet ana olarak anılsa
seza olan Turhafı Valide Sultan, ıer insanın malul olduğu hatalanda
işleyebiliyormuş.
Yukarıya aldığımız
gemi macerası; tabii ki devleti âliyenin sulağına ulaştı. O tarihlerde Akdeniz
umumiyetle bir Türk 3ölü addedilmekteydi. Malta korsanlarının bu cüreti mutlaka
cezayla ödetilmeliydİ. Çünkü; flaması Osmanlı sancağı, içinde devletinde
önemli memurlarından birinin bulunması ye-:erli harp sebebiydi. Bu noktada
gerek Cinci Hoca denilen ?eyhzâde Hüseyin efendiyi ve Silahdar Yusuf Paşayı
VenedikIilere harp ilân etmeyi tasarlayan padişahı teşvik eder görüyoruz.
Tasarlama bu teşviklerle kuvvet bulmuş, hazırlıklara inkılap etmiştir.
Tersaneler ve askerlerin faaliyetleri azami şekilde arttırılmış, tarihler
1055/1645 senesini gösterirken üç-yüziki parçalık bir donanma Giridadası
üzerine yepyeni bir Kaptanı Derya komutasında süzülmekteyken, az müddet önce
de Venediklilere ilânı harb edilmişti. Bu yepyeni Kaptanı Derya'nın adını
söyleyerek, okurlarımızında merakını gideri-lim. Bu Silahdar Paşalıkdan Kaptanı
Deryalığa nasb olunmuş Yusuf Paşadan başkası değildi.
Girid Adasına
varıldığında, Hanya Kalesi üzerine sevkedı-Ien gemiler gerek denizden gerekse
karadan ablukaya alınan kaleye iki defa saldırıya geçtiler. Yusuf Paşa;
padişahdan yardım istedi. Bir taraftan padişahdan imdad isteyen Kaptanı derya
Yusuf Paşa beri yandan da üçüncü hücumun hazırlıklarını ikmâl etmek üzereydi.
Çok geçmemişti ki Cezayir ve Tunus beylerinin gemileride donanmayı hümayuna
yardıma geldiler. Karşılarındaki üstün kuvvetin varlığını anlamakta gecikmeyen
Hanya savunmacılarını teslim olma teklifi yaparken görüyoruz. Kale komutanı da
bizzat Yusuf Paşanın otağına gelmiş ve mal ile canlarına, dokunmadıkları
takdirde teslim olmaya hazır olduklarını bildirirken görmekteyiz. Yusuf Paşa
ise; bu müracaatı pek makbul bulup, kendilerine, kümeslerinizi tavuklarıyla
bile beraber alarak gidebilirsiniz, yeter ki kan dökülmesin sözleriyle
taleplerini kabul ettiğini bildirmiş oldu. Küffar böylece kale'den çıkıp gitti.
Hanya kalesi, Girid Adası üzerinde Osmanlı devletinin bir köprüsü olabilmişti.
Çünkü yirmibeş yıl sürecek fetih çatışmasının ilk raundu ve başarısıydı. Artık
her iki tarafında yıpranacağı savaş yıllarına başlanmıştı, nihayetinde zafer
islâmın olacaktı. Bu cöprübaşının
önemini takdir eden Yusuf Paşa derhal kendilinin yıktığı bölümleri tahkim edip,
kuvvetlendirme yoluna gitti. Bu seferde Budin beylerbeyi unvanıyla hazır
bulunan kuvvet sembolümüz Deli Hüseyin Paşa, serhad boylarının Kendine
kazandırdığı tecrübeye binaen kale tamiri ile vazifelendirildi. Kuvvet
sembolümüz ifadesine, bir açıklık getirmek icab ettiği zannmdayım. Bu Deli
Hüseyin Paşa; 4. Murad devrinde sarayda, odun taşıyıcısı olarak vazifeliyken,
İran'dan elçi olarak gelmiş bulunan zâtın 4. Murad Hâna takdim ettiği bir yay
vardı ki kimse o yay'ı boşaltamamış. Boşaita-rnamış olmalarından dolayı da
yeniden kurma şansını da elde edememişlerdi. Sultan 4. Murad bütün
pehlivanlarına denetmiş, ancak kimse işlemi yapmaya muvaffak olamamıştı.
Kendisi de denememişti. Eğer o da yapamazsa bir burukluk içinde kalacaktı. Bu
yay'ı kapıcılar kethüdasının odasına kaldırmışlardı şimdilik. İşte sonradan
lakabı; Deli Hüseyin Pa-şa'ya çıkacak nice kahramanlıklara imza atacak, hattâ
veziriazam olacak odun taşıyıcısı günlerden bir gün odun getirdiği kethüdanın
odasında sözkonusu yay'ı görmüş, kimsenin odada bulunmamasından istifade ederek
yay'ı indirmiş, bozmuş, yeniden kurmuş, tekrar bozmuştuki, yeniden kurmaya
davrandığında yaklaşan ayak sesleri duymuş yakalanmamak için elindeki yay'ı
oradaki sedirin üstüne t*ırakarak kaçmıştı. Kethüda efendi; odaya girdiğinde,
sedirin üzerinde bozulmuş olarak duran yay'ı görünce şaşırmış ve derhal odaya
gireni çıkanı buldurtmuş. Fakat kimse sahip çıkmamıştı. Ancak Kethüda bu
odunları buraya getiren aranızdamı? Diye sorduğunda da karşısına hayır cevabı
çıktı. Hemen Baltacı-başından odunları kimin dağıtmakta olduğu soruldu. Genç
delikanlı Hüseyin olduğu anlaşıldı. Kethüda Hüseyin'i yanına getirtip; gayet
tatlı bir dille, şu yay'ı nasıl boşalttınsa bir kur bakalım, dedi. Hüseyin
hemencecik büyük bir çabukluk ve kolaylıkla kuruverdi. Kethüda; bir daha boz, dedi.
Hüseyin hemen bozdu. Yeniden kur, diyen kethüda, işlemin tamamlandığını
görünce, etekleri zil çalarak huzuru şahaneye koştu. Sultan Murad'a durumu
anlattı. Pek sevinen padişah derhal İran elçisini saray'a davet etti ve
Elçi'nin gelmesiyle huzura alınan yay İle Hüseyin yay'ı bozup kurdu. Bir daha
bozdu ve yeniden kurarken koca yay bu müthiş kuvvete dayanamadı ve ortasından
kırılıverdi. Sultan Murad rahat bir nefes alırken, İran elçisinin gözleride
yuvalarından fırlamıştı adetâ. Sultan Murad; bu acı kuvvet sahibi Hüseyin'i
himayesine aldı ve istikbalin büyük bir serdarı yetişmeye başlamıştı. Yusuf
Paşa'nın kalenin tahkimine ve İstanbul'a giderken yerine vekili olarak
bıraktığı, Girid'de on yıl serdarlık yaparak, Ada'nın tamamının Osmanlıya
geçmesinin en büyük âmili olmuştu Deli Hüseyin Paşa.
Bu sırada İstanbul'da
meydana gelen bir yangın otuz saatte, şehrin büyük bir bölümünü yaladı yuttu.
Tabii o zaman itfaiye teşkilâtı yoktu. Hattâ tulumbacılar teşkilâtı dahi kurulmuş
değil idi. Yangın felâketi henüz atlatılmıştı ki, muazzam bir tufan, bir
kasırga meydana meydana geldiki, ahali bundan son derece ürktü. Bu olanları
kötü günlerin habercisi saymaya başladılar. Kaptanı Derya Yusuf Paşa İstanbul'a
döndüğünde, huzuru padişahiye vardı. Seferinin hikâyesini anlattı. Padişah
büyük memnuniyet duydu. Yusuf Paşayı iki yaşındaki kızı ile nişanlandırdı,
böylece damad unvanı ile Yusuf Paşayı taltif etmişti. Sadrıazam Semin Mehmed
Paşa bu iltifatları endişe İle karşılamaktaydı. Çünkü karşısında Hanya
Fâtihliği unvanına sahip bulunan bir sadrazam adayı belirmekteydi. Böyle güçlü
birini padişahın gözünün önünden uzaklaştırmak menfaatine uygundu. Buna bağlı
olarak Yusuf Paşayı Mısır
Vâli'liği ile güya mükâfatlandırmak iştahı sergiliyordu. Ancak bu tâyini
çıkaramadı. Bu yüzden metodunu değiştirdi ve çok sakim bir yola başvurdu.
Bunlar ispatı mümkün olmaz iftiralardı. Yusuf Paşa; Girid'in tamamını alacağına
neden Hanya kalesini ele geçirmekle İktifa etmişti? İftiraya göre sebeb
basitti. Hattâ Hanya kalesi muhafızlarının silah ve eşyalarıyla beraber serbest
bırakması neye bağlıydı? Tâbiiki rüşvet'e! Yusuf Paşayı sadrazam buradan
hırpalamaya koyuldu. Ayrıca padişaha Girid'den iki direk getirdiğini bununda
altından olanını kendine ayırdığını, mermerden ola-nını padişaha verdiğini
anlattı. Padişah; Yusuf Paşanın derhal hapsedilmesi emrini verdi. Gerek Kösem
Vâiide Sultan gerekse Cinci Hoca; böyle bir vezirin yerinin hapishane değil,
takdir edilmek olduğunu ileri sürdüler. Deli denen padişah, en güzel usûlü
buldu, bu huzurunda yüzleştirilecek Paşalar, birbirlerini itham edip
ispatlarını delille yapsınlar ve gerçek vaziyet ortaya çıksın, dedi. Yapılan
münazarada sadrazam Sultanzâde Semin Mehmed Paşa gaîib gelemeyeceğini anlayınca
edebe sığmaz sözler söyleyerek huzurdan çıktı ve evine gitti. Yaygın
rivayettendir ki; münazaranın en önemli bölümü, Sultanzâde'nin Kırkkilise
civarını işgal eden düşmanlarla ilgili haberi padişaha kırık bir klişenin
işgali olarak anlatmış olmasının, yalanıcılığını ortaya koyduğu an olduğudur.
Mührü hümayun Sultanzâde'den alınıp, Yusuf Paşaya tevcih olundu. Ancak nâdir
rastlanan bir olay gerçekleşti Osmanlı tarihinde. O da sadaret teklifini,
tecrübesizliğini öne sürerek geri çeviren bir adamla karşılaşıldı. Bu da Yusuf
Paşa idi. Bu itizar üzerine mührü hümayun Bosnalı Salih Paşa'ya verildi.
Bosnalı Salih Paşa; mâliyeden yetişme olup, defterdarlıktan sadaret makamına
Yusuf Paşanın itizarı sayesinde gelmişti. Çok gayretli bir kimseyse de, pek
başarıii olamadı. Sadaretinin ilk işide Semin Mehmed Paşa'nın Girid
serdarlığına tâyinini çıkarmak ve İstanbul'dan uzaklaştırmak oldu. Ancak eski
sadrıazam Girid'deki ellinci gününde dân bekaya intikal etti. Sultanzâde Semin
Mehmed Paşa vefat edince, padişah Yusuf Paşayı huzuruna çağırttı.
Sultan İbrahim;
huzuruna celbettiği Yusuf Paşanın yüzüne hemen bir gemiye atla, bana Girid'in
tamamını al. Dedi. Yusuf Paşa İnşaallah padişahım Girid elbet bizim olacaktır.
Askerimiz anbean oraya hâkim olmaktadır. Tersane ise yeni deniz mevsimiyle
ilgili hazırlıklar içindedir. Şu zemheri ayı geçsin elbette denize açılır,
Girid'i memâliki mahrusanıza dâhil eyleriz. Şimdi gitmenin vakti değildir.
Şeklinde cevab verdi. Padişah: Ne yabane şeyler söylersin? var git, Girid'i aı
derim, bana bir kale aldım deyu kendini bir hizmetmi yaptın sanırsın? Dedi.
Yusuf Paşa korkusuzca fakat hatalı olarak, "hayır şimdi gidilmez"
diye cevap verdi. Padişah; Bostancı-başına "Al şunu" diye
sesleniverdi. Bostancıbaşı karar değişir diye sadece huzurdan çıkarıp siyaset
odasında göz altına aldı. Gerek sadrazam, gerek defterdar Musa Paşa istirhamlarda
bulundular. Hattâ Kâmil Paşanın "Tarihi Siyasiyye" adlı muteber
eserinin 2. cildinin 85. sahifesinde şöyle bir malumat bulunmaktadır:
"Yusuf Paşa dahi
çünkü sıhriyeti şahaneye mazhar olduğundan bir ariza takdimiyle o gice sultan
hanım hazretlerinden, bir çocuğu dünyaya geldiği bilbeyan hayatının kerimei
şehriyârileri Sultan hazretlerine vede hâfidelerine bağışlanmasını niyaz
eylemişse de işbu İstirhamatm bir günâ tesiri olmayarak tek'İden sâdır olan,
iradei seniyyenin hükmü celili icra olundu" deniyorsa da, bunun doğru
olmadığı meydandadır. Çünkü; padişahın kızı Fatma Sultan o sırada dört yaşında
bulunuyordu. Değil çocuk yapması, zifafı dahi sözkonusu değildi. Diğer taraftan
padişahın, Yusuf Paşayı bir hiddetli anında öldürttüğü söylenirki, tek'iden
verilen emirler Salih ve Musa Paşaların itirazları bu işin bir anda bitmediğini
göstermektedir. Güya pişman olan Sultan İbrahim; cesedi yanma celbettirip
"nasıl kıydım, kırmızı kırmızı yanakları varmış" dediği rivayet
olunur ki hiç doğruluğu gözükmemektedir. Zaten Osmanlı tarihi içinde en çok
iftiraya uğramış olan padişahların arasında birinci gelir Sultan İbrahim. Diğer
taraftan Venedik donanmasından bir gurubun Akdeniz sahilinde bir baskın
neticesinde, beşbin kadar esiri alıp, götürdüğü haberi gelir. Padişah bu haber
karşısında öyle gazaba" gelir ki, ülkedeki bütün hristiyanların,
öldürülmelerini ferman e-der. Gerek sadrıazam, gerekse şeyhülislâm buna açıkça
itirazı yapacaklarına, ne kadar kararlı olduğunu bildikleri padişahlarını
ikna etmek için önce, İstanbul'da ikiyüzbin gayri müslim olduğunu bunların
verdiği vergilerin yekünü ileri sürülmüş, ayrıca islâm dininin, bunları
vergilerini verdikçe, fitne ile uğraşmadıkları taktirde hayat hakkı
tanıdığını, ecdadı-nında bunlara böyle baktığı anlatılınca suîtan İbrahim:
'!Vergi mühim değil, amma dinim ve ecdadımın dediği yol doğru ola" demiş
ve iradei hümayun böyle geri alınabilmiştir. Öte yandan Rusya Çarının. Kirman
istihkâmlannjJeKrar imarı cihetine gittiği haberi alınınca, Tatar Hân'ına
haber gönderilip, Ruslar tenkil olunmuştur. Rus Çarı Tatarların bu hareketini
şikâyet için padişaha elçi gönderir. Gelen elçi Çar'ın dileğini söyleyince
gazaba gelen Sultan İbrahim: "Hem kaî'a yapar-suz hem de emrimle size mâni
olanı bana şikâyet edersüz" dedikten sonra boyunlarının vurulmasını emretmiştir.
Sadrazam Salih Paşa yalvara yalvara, bunu hapfs cezasına çevirt-meye muvaffak
olur. Sevgili okuyucular bu kadar hâmiyyet ve hassasiyet gösteren bir zâta deli
denebilirmi? Diyebilirsiniz ki; bu kitap bu padişahın deli olmadığını isbat
içinmi yazildi. Her bir anlatımdan sonra bu suali tekrar ediyorsun. Hayır.
Uzun yıllar bu milletin evlâdları bu zât'ın deliliğinden başka bir şey
öğrenemediler. Hattâ Girid'in fethine, onun devrinde başladığını bile
öğrenemediler. Geçenlerde bir gazetede Sultan İbrahim'in avrupa devletlerine
casus yolladığı, bu vazifelinin görevini yerine getirebilmesi için dince haram
olan bazı şeylerin yapılmasında cevaz varmıdir? Diye makamı meşihate fetva
sorduğu yazıldı da, bir çok kimse, bu deli padişahın casus yollamasını hayretlerle
karşıladılar. İşte tarihimizde öyle gizli kalmış hazineler vardır ki, o
hazineler sahipleri tarafından tevazuen kapah geçilmiştir. Milletimiz târih yapan
bir milletti, keşke yazanda olsa idi.
Sultanzâde Semin
Mehmed Paşa Girid'de vefat edince, Deii Hüseyin Paşa serdar tâyin edilmiş,
kaptanı derya'lık vazifesi Musa Paşaya verilmişti. Bu Musa Paşayı, Defterdar
Musa Paşayla kanştırmamahdır. Serdar Hüseyin Paşa; Resmo kalesini muhasaraya
almış, 39 gün sonra fetih nâsib olmuştur. Burasının en büyük klişesi camie
tahvil edildi. Bu camiin adını Sultan İbrahim Camii olarak andılar. Buraya
yakın köylerden beş tanesinin geliri camiin vakfı olarak tescil olunmuştu.
Kapdanı Derya Musa Paşa; Apokurna, Kalodiso, Ki-samo kalelerine kâfi miktar
muhafız ve erzak koyduktan sonra Mora'ya dönerken yolda bir Venedik filosu ile
karşılaştı. Yapılan savaştada düşman mağlup edilip bir gemi esir edildiyse de,
Musa Paşa şehid oldu. Venedikli amiral ise, mürd oldu. Serdar Deli Hüseyin
Paşa; Girid'in ilk vergisi olan ellibin kuruşu Hz. Padişaha gönderdi. Sultan
İbrahim ise, mukabele edip Serdar Hüseyin Paşa'ya bir kürk, gayet kıymetli
kabzası altuni şlemeli bir kılıç gönderdi.
Bir mevlid kandili
gecesi, Sultanahmed Camiinde Hazreti Hilâfetpenâhinin önünde ulema sıralanınca
padişah görürki birinci sırada olması gereken Bahai Efendinin yerindede Cinci
Hoca bulunmakta, Cinci Hoca'nın durması icab eden yerde, Bahai Efendi
durmakta. O sıralarda da, padişahın kulağına varan sözlerden Cinci Hoca büyük,
küçük demeyip rüşvet almakta olduğuydu. Bu dedikodulara kandil gecesi protokolünün
ihlâlini yapan Cinci Hoca, bu davranışıyla bardağ; taşırmıştı. Padişah
protokoldeki ihlâli bizzat işaret ederek esasına ulaştırmış, Bahai efendi ile
Cinci Hoca kendilerine ait hakiki yerlerine geçtiler.
^ _
Yıldızın söndüğü,
padişahın daha önce Sultanahmed meydanında bulunan ve Cinci Hocaya hediye
etmiş olduğu konağı geri alıp kızı Gevher Sultana hediye etmiş idi. Son elli
yıl içinde Cinci Hoca'ya padişah İbrahim'in bağlılığı yazılmıştır. Sultanın
yukarıya aldığımız bu cezalarına Kâmil Paşa târihi dışında rastlamak kabil
olmadı. Buraya ehemmiyetine binaen özetiiyerek aldık. Bu sırada tarihler
1057/î 647 senesini göstermekteydi. Tatarlar Rusya içlerine bir dalış yaparlar,
bir çok esir alarak esir pazarlarında satarlar. Bu rakam üçbinden az değildir,
bu vaziyetde Ruslar tarafından koz kabul edilir Azak Kalesine saldırırlarsada
karşılarına Defterdar Musa Azak kalesi müdafi olarak dikilir. Bir dizi savaş
yapılı*, vede Ruslar mağlubiyete uğratılır. 400 esir ile 800 düşman f padişahın
ayaklarının dibine saçılır.
Padişah gerek süvari
olarak, gereksede tahtırevan denilen önve arkasında at koşulacak mekanizması
olan zamane vasıtasıyla genellikle kıyafet değiştirerek, bâzende mâiyetiyle
beraber devriyeye çıkardı. O zamanın imkânlarıyla yapılmış dar yollar arabalar
yüzünden tıkanır halkın buralardan geçmesi zorlaşırdı. Padişah bu gün bile
tatbik edilen bir usule göre arabaların gündüzleri şehir içine girmelerini
yasaklamıştı. Hakikatten bugünde hâl, anbar gibi yerlerin şehir dışında
yapılması, tırları şehir içinden geçirmemesi bu seyrüsefer zorluğunu ortadan
kaldırmak içinse o zaman da bu tedbir yerindeydi. Bir gün Davud Paşa semtinde
bir imâm efendiye okunmaya hemde dolaşmaya çıkmış bulunan padişah, imam'ın
evinin yakınlarında, yolu tıkamış bir araba görür. Derhal sadrıazam Boşnak
Salih Paşaya haber gönderir. Divan kurma hazırlığında olan Salih Paşa gelir.
Padişah: <ben arabalar gündüz şehre girmesün emri vermedimmi? Ben padişah
değilmiyim? Emrim niçün tutulmaz? Tiz boğun> emrini verir. Hakikaten çok
ağır olan bu hüküm tatbike konur. Hazır ip bulunmadığından imamın evinin kuyusunun
ipi alınıp talihsiz vezirin hayatına son verilir.
Şimdi sevgili
okurlarım; arabanın şehre girmesine elbette sadrazam mâni olacak değil. Bunun
Subaşj'sından tutunda, İhtisap Ağasına kadar bir çok vazifelileri vardır. Bunca
iş için sadrazam katlolunmaz deyip, biraz araştırdık ve gördük ki, İsmail Hakkı
üzunçarşılı'nın 3. c, , 2. ks. sh. 394'de, lno. iu dipnotla Vecihi Tarihi sh.
55'den nâkille diyorki: "Vecihi Tarihinde Salih Paşanın, Sultan İbrahim'i
hâletmek, yâni tahttan indirme düşüncesi, Şeyhülislâm Abdurrahim Efendi tarafından,
Valide Sultana bildirilmiş olmasından dolayı katledildiğini yazar"
Görüldüğü gibi araba hikâyesi bir fenomen, bir olaydır. Hakiki sebeb çizmeyi aşmaktır. Tahtın
sahibini alaşağı etmeyi düşünenin, başaramadığı takdirde çekeceği ceremedir.
Bu bakımdan padişahın caydırıcı bir usûl olan idam cezası tatbikatını
kullanması çizmeyi aşanı, itiaf ettirmesi bir nefsi müdafaa olsa gerektir. Bu
arada yukarı aldığımız Vecihi tarihine atıf yapan Clzunçarşüli tarihinin yine
kitabın 393. sh. de Boşnak Salih Paşa şöyle tanıtılmış: "Hersek sancağına
tâbi Nevesinli olup, ne bir asker ne de idareci idi. Niğde'li Mustafa Paşanın
hizmetinde bulunan daha sonra da, Ruznamçeci İbrahim efendinin yanında bir
maliyeci olarak yetişmişti. Aldığı emri ifa etmekte son derece başarılı bir
adam olan Salih Paşa her tarafa uygun politikasıyla, Yeniçeri Ağa'lığı bile
yapmıştı. Deftardarlik makammdayken Semin Mehmed Paşadan boşalan sadareti,
tecrübesiz ve genç olduğunu ileri sürerek kabul etmeyen, Hanya Fâtihi Yusuf
Paşanın feragati sebebiyle ele geçirmişti. Yusuf Paşanın bu feragati nekadar
sitayişle anılsa yeridir. Salih Paşa; vezâreti uzma'da 23 ay kalabilmiştir.
Kabri Üsküdar'dadır. 1057h. /1647m.
Tarihimizde; Hezarpare
yâni bin parça mânasına gelen lakabıyla anıla gelen bu sadnazam esasında
sadaret kaimaka-mı olarak tâyin edilmişti. Çünkü veziriazamlık seferde bulunan
Kapdanı derya Musa Paşaya veriimişsede, yeni sadrazam İstanbula gelene kadar,
kaimmakam Ahmed Paşa binbir dolap çevirmiş, padişah iki yaşındaki kızı, Beyhan
sultanı Ahmed Paşa ile nişanlamış olduğundan sadaret kaimakamlı-ğı,
sadrıazamlığa kalbedilmişti. İşine çabuk gelemiyen Musa Paşa, sadrazam olma
şerefinden mahrum kalırken belki de hayatını kurtarmış oluyordu!. Musa Paşaya
2. vezirlik verilmişti. Ahmed Paşa çeşitli hile ve dolaplarla ele geçirdiği
sa-daretile Sultan İbrahim devrinin son perdesini başlatmış oluyordu. Yeni
sadrazam, rüşveti normal hâle getirmiş, vermeyen anormaldi makam ve
memuriyetler müzayede ile satılmaktaydı. Hayli yıldır süregelen Girid savaşına
hiç atfu nazar etmiyor, kahraman Gazi Deli Hüseyin Paşa, düşman önünde
mahrumiyetler içerisinde destanlar yazıyor, düşman üstüne saldırırken askerinin
en önünde, geri çekilirken askerinin en arkasında kalarak emrindekilerin
kendisine olan inanç ve sevgisini muhafazaya çalışıyordu. Maalesef İstanbul'dan
ne bir yardım gelmekte ne de, askerin maaşı gönderiliyordu. Hüseyin Paşa;
marifet gösteren nice kahramanlara bir zeamet veya tımar'i mükafaat olarak,
selâhiyetine dayanarak veriyorsada, bu yerler hemen İstanbul'da sadrazam eliyle
başkalarına satılıyordu. Padişah ise, almış olduğu şehvet arttırıcı ilâçlar
sayesinde varmış olduğu şehvet kudreti hasebiyle durmadan gözde değiştirmekte,
gözdeler çoğaldıkça masraflar çoğalmaktaydı. Bu gözdeler arasından Voyvoda
Kızı diye anılan masalcı, padişaha "Samur Kürk" diye bir masal
anlattığında, padişah bu masalın tesirinde kalarak öyle bir samur merakına
kapılmıştıki, samur fiatları bire sekiz pahah-iaşıyordu. Rusya bu samur
merakına tutulan Osmanlı devletine sattığı samur kürkler sayesinde adam akıllı
para kazanı-vermişti. Devlet adamları padişahda husule gelen bu meraka,
kitleler halinde hediye samur kürkler sunarak katılıyorlar ve samur devri diye
anılan bir dönem yaşanmış oluyordu.
Sultan İbrahim; Salih
Paşanın katlinden sonra çok şaşırtıcı, birbirini tutmaz durumlar sergiliyordu.
Sarayda olanlar duvarı aşıyor, bîrebin katılarak halka aktarılıyordu. Çok
önemli dedikodu olarak yayılmakta olan bir havadis vardı ki; bu bütün Osmanlıya
giran geliyordu. Padişahın gözdeleri yemek yerken, padişahın kizkardeşleri
hattâ 4. Murad'ın kızı
Kaya Sultan sofraya
hizmet ediyorlar, sofra bitince gözdelerin ellerine su döküp, peşkir tutuyorlardı.
Kösem Validesultan oğlu ile konuşup bu durumun ortadan kaldırılmasını
istemiş-sede, padişah annesini derhal saraydan Topkapı dışındaki İskender Paşa
bahçesine sürdürmüş hattâ oradan da, Rodos adasına sürecek dedikoduları
yaygınlık kazanıyordu. Bu dedikodular yayıla dursun biz şunu hatırlıyoruz ki;
sadrazam o sırada kırkbin altuna mâl olacak bir kayığı kızağa koymaktadır
padişaha hediye etmek üzere, halbuki donanmamız mefluç bir halde olup, Girid'e
yardım için Çanakkale boğazından dışarı çıkamamaktadır. Bu bakımdan asırlar
sonra bile padişahın, annesini Rodos'a süreceği tehdidini asılsız olarak değerlendirme
kanaatine varıyoruz. Şimdi kendimize ara başlık yaptığımız işe gelelim.
Kaynağımız Mizancı
Murad bey'in Rodos'taki sürgün hayatı esnasında kaleme aldığı, Ebul Faruk adlı
târihinin saltanatı nisvan bölümü sahife 35'den: "Şeyhülislâm Abdurrahîm
efendinin oğlu Mehmed efendi Galata Kadfsıdır ilmi ile âmil bir kimsedir.
Defterdarlıktan gelen bir emir ile bütün memurlardan olduğu gibi, Kadı
efendiden de, iki samur kürk anber ve akça isteniyordu. Mehmed efendi; bir
bohça içine derviş abasını, mevlevi külahını sararak koltuğunun altına alarak
sadrazamın yanına vardı. Kendisini huzuru padişahiye çıkarmasını istiyordu.
Sadrazam Ahmed Paşa; kadı efendinin kolunun altındaki bohçada kıymettar
kürkler var sanarak, hediyeyi doğrudan sunmak arzusunda olduğunu zannetdi. Mehmed
efendi, sadnazamın yanlışını hemen anladı, bohçayı açıp içindekileri gösterdi.
İlâve etti;" bunlar benim içindir. Padişahımız aynı zamanda halifemizdir.
İstemiş oldukları, bu makamm ulviyetine gölge düşürüp durmaktadır. Kendisine
nasihat edip böyle giderse sonucun vahim olacağını hatırlatacağım." Dedi.
Aman Kadı efendi
padişah daha hafif şeyler için bile idam emreder, sizi sağ komaz, üstelik
babanız şeyhülislâm efendi hz. leri böyle isteklere hep boyun eğer diyerek,
Kadı Mehmed efendiye gözdağı vermek istedi. Kadı efendi ise: Babam mevkiini
muhafaza etmek için bu rezalete katlanıyor. O, kendisinin bileceği iş. Ben şu
aba ve külah ile her yerde hürriyet içinde yaşarım. Hem siz ne için bu kadar
telâş ediyorsunuz? Eğer padişahla konuşma neticesinde onu ikna edebilir isem
padişahımız hayırlı dualar alır, ben de onun sevabından his-seyâb olurum! İdam
ettirirse, şehid olurum ki bu canıma minnetdir görevden azleder ise serbest
olurum. Yarın öbür-gün batacak hâle gelen bu şehirden, uzaklaşır ve şimdiye
kadar işlediğim günahlardan rabbime af için yalvarırım. İşte yukarıdaki
mükâlemenin neticesi bilinmiyor. Yalnız şurası muhakkak ki, bir kadı efendi
ilmi ile âmil olarak faziletle cesareti medeniyesini terkip ederek yaptığı
teşebbüsle adını tarihin silinmez hafızasına ve sayfalarına yazdırmış oluyor.
Bu sırada aynı mealde
bir protesto da Ağa kapısında cereyan etmekteydi. Girid'den henüz dönmüş olan
ve orada büyük takdirlere lâyık yararlıklar göstermiş bulunan, Yeniçeri
generallerinden Kara Murad Ağa; defterdar'dan gelen bir memurun kendisine
okuduğu talebi dinledikten sonra memura: Defterdar efendiye benden selâm söyle
bende per-dahtlık barut ve yağlı kurşun var. Anberdi, samurdu bunu el-xden
işitiriz. Para der iseniz, ihtiyacımızı borç alarak gideririz. Dedi. Memur ise:
Efendimiz! ben bunları âmirime nasıl söylerim? Sorusunu yöneltince Kara Murad
Ağa: Adam olursan söylersin. Hem bilmezmisin elçiye zeval olmaz, diye bir bağırdı
ki, adam hazan yaprağı gibi sallanmıştı.
Padişah halk arasında
asılsız söylenti olarak dolaşan hemşirelerinin, gözdelerine hizmet ettiği
yolundaki dedikodularını çürütebilmek için onlan Edirne Sarayına gönderdi.
Böylece, burada olmayanlar nasıl hizmet eder? Diye bir anlayışa başvurdu ancak
bu tedbirde bir işe yaramadı, çünkü dedikodu kolay giderilen hususlardan
değildir.
Bu bahse geçmeden
sevgili okuyucularıma şu iç hesaplaşmamın neticesini vermek istiyorum. Sultan
İbrahim'in, Sivas Valisi bulunan Varvar Ali Paşadan, daha sonra sadrıazam
olacak İbşir Paşanın karısını, kendisine göndermesini istemesinde son derecede
üzüldüm. İnanmanızı isterim ki; böyle bir hususun, Osmanlı padişahlarından,
asla sudur etmeyeceği inancı içinde, yazmaktan büyük bahtiyarlık duyduğum
eseri adetâ terk edip, bu iddianın gerçek olmadığsni araştırmaya başladım. Ve
elinizdeki bu çalışmaya bir tek harf bile yazmadan tam dört sene kaybettim.
Kendimi bu noktada ikna edemedikten sonra sizlere okumanız için nasıl böyle
bir çalışmaya devam ederdim? Bu maruzattan sonra kaldığımız yerden devam
edelim:
Yaklaşan bayram
münasebetiyle sadrıazam bütün valilere ve sancak beylerine yazdığı birer
mektupda, İstanbul'a bayram harçlığı göndermelerini emretmişti. Sivas valisi
bulunan Varvar Ali Paşa'danda otuzbin kuruş talebde bulunmuştu. Ali Paşa
vilâyetin gelirini hesaplatmış fakat bu hesabı tutturamamıştı. Bunun üzerinede
yanına gelmiş mübaşirede "Sivas'ın geliri bu parayı Ödemeye takat
getiremez. Ben de, yol keserek halkın malını elindenmi alayım?" Diyerek,
tahsilata gelmiş mübaşiri geri
yolladı. Bir de, rivayet olunurki, İbşir Paşanın çok güzel bir karssı varmsş.
Padişah; Varvar Ali Paşadan bu kadını göndermesini istemiş güya! Tabii ki, bu
ser'i şerife ve insanlığa uymayan bir istekti. Fakat bu istek, bahse konu
hanımın ne münasebetle ne yapılmak üzere istenildiğini ortaya koyacak netlikte
değildir. Buna karşılık; Varvar Ali Paşanın, bu isteği "Bir müslümanm
nikâhlısını nasıl başkasına teslim edeyim" diyerek red etmesi ne kadar
doğru sayılsa yeridir, ancak bu sözün, çok öne çıkarılması hususundaki
gayretler şüphe çekicidir. Sultan İbrahim'in bu isteği (eğer hakikat ise) ilk
önce şeriatı Muhammediye'ye mugayirdir. Makuliyet içinde bakıldığında aynı
zamanda halife olan padişahın bu çeşit bir hareketi taleb etmesi yapacağı
işlerden değildir. Öyleyse bu durum nerden çikiyor derseniz? Söyleyelim:
İleride göreceğimiz gibi Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi şeyhülislâm olmasına
rağmen, padişahın yâni Sultan İbrahim'in boğdurulmasında bizzat kemendin Bir
tarafını çekendir. Diğer ucunu da yaşlı sadnazam Koca Mevlevi Mehmed Paşa
bizzat çekmiştir. Çünkü; cellatlar padişahı boğmaya kıyamamışlardı. İşte bu
katil şeyhülislâm, 4. Mehmed devrinde de bir müddet borusunu örttürmüştür. Daha
sonra Bursa'ya sürgün olarak gönderilmişti. İşte bu sürgünü esnasında
"Rav-za tül Ebrar" adı verdiği bir tarih kitabı yazmıştı bu eser aslında
fena olmamakla beraber, kendisini halk önünde temize çıkarabilmek için, Sultan
İbrahim aleyhine hakikatten uzak iftiralarla dolu olarak kaleme alınmıştır.
Nedir ki; bu iftiraların en çirkini, İbşir Paşanın hanımını, Sultan İbrahîmin
istettiği iddiasıdır. Hayrettir ki bu eserden bahse konu bölümü en muteber
sayılan tarih kitabları dahi almışlardır. Müverrihleri; yâni tarihçileri, İbni
Haldun'un üzerinde dururarak tekrar tekrar okunması gereken satırları ihmal
etme yanlışını gösterdiklerinden, insan mazur göremiyor.
İbni Haldun merhum
<Mukaddime> adlı mühim eserinde diyorkî: "klasik tarihçilerin nakle
tam olarak riayet ettiklerini ve bu nâkile bağlılıktan dolayı da, büyük
hataların yapıla gelmiş olduğunu kayd ediyor" ve ilâve ediyor:
"sadece nakle bağlılık değiide, şartların, vakaların gözönüne alınmasını,
akıl süzgecisinden geçirilmesini, toplumun değerlendirmesinin hesaplanmasını
tavsiye ederek tarihi yazmalarını ifade eder. "İçimizi rahatlatan
satırları ise, merhum Ahmet Refik Altmaym, Ravza tül Ebrar yazan hakkındaki
satırlarında bulduğumdan ve İbni Haldun merhumun, metodunu göz önüne alarak
tercihimizi yaptık. Abdülaziz efendinin iddialarını redde ve bunları
hakikatmiş gibi nakle koyulanların da, bu reddin içinde olduklarını söyleyerek
hükmümüz odurki, iktidardan düşürülmesi gereken adama, kimse taraftar çıkmasın
diye, islâm toplumunun kabullenemeyeceği bir çirkef atılmıştır. Şimdi Varvar
Ali Paşa isyanını anlatıma geçelim. Varvar Ali Paşa kendisine asker
toplamaktayken diğer valilere de haber salıp taraftar toplamaya uğraşmaktaydı.
Bu çağrılarında şu izahatı yapıyordu. Padişah kendine mâlik değildir. Veliaht
ise daha altı yaşındadır. Bize düşen İstanbul'a gidip duruma el koymalıyız.
Meydana getirilecek bir heyete vazifelerin verilmesi gerekir. Sultan İbrahim'i
hiçbir işe karıştirmarnaiı-yız. Böylece alınıp satılan makam ve mansıplar,
gölgede kaldığı görülen adalet bir nizam ve intizama bağlanır. Şehzade Mehmedi
buluğa erdiğinde taht'a oturturuz. Ve bu çağrılan valiler tarafından kabule
şayan görülmedi, ancak bu çağrılar yağmacı taifesini, Varvar Paşa'nın
kuvvetlerine katılmağa yol açtı.
Eğer izahta muğlak
görünen ifadeleri tefsire kalktığımızda, vardığımız netice şudur: valiler
yapılan çağrıyı gayri hukuki, gayri islâmi bulduğundan "Alessultan
huruç" yapmayı uygun bulmadığını gösterirki, farzımuhal İstanbul'a
gidildi, padişah enterne
edildi, vesayet komitesi nasıl teşekkül edecek, bunlar kimin açık veya gizli
yönetimi altında üike idaresini üstlenecekler 4. Murad zamanındaki
tedbirlerle, hanedana sadakati yeniden temin ettiğinden Varvar'm komutasındaki
orduyu nasıl karşılayacak?
Bu çok önem taşıyan
bir soruydu. Yeniçeriler, gelen bu kuvvetleri hasım olarak telâkki ederse
meydana gelecek olayların mesuliyeti yüklenilecek hususattan değil idi. Varvar
Ali Paşa külliyetli bir kalabalıkla Tokat üzerine giderken, burada daha sonra
devletin kurtarıcısı sayılacak, Mehmed Paşa (meşhur Köprülü Mehmed Paşa) ile
karşılaştı. Çıkan muharebede galibiyet Sivas Valisi tarafında kaldı. Mehmed
Paşa mağlup olduğu gibi Varvar'ın eline düşmüştü. Çeşitli hakaretlerin
muhatabı olarak Varvar'ın çadınna getirilip, direğe bağlandı. Bu esnada Mehmed
Paşa'nın başına gelen mağlubiyetin haberi, İstanbul'a ulaştığında derhal İbşir
Paşaya Varvar Ali Paşanın üstüne gitmesi emri verildi. Aslında Varvar Ali
Paşadan görmüş olduğu nice iyilikler yüzünden, ona karşı minnet duymaktaydı.
Nasihatler gönderdiysede, tavsiyelerle dolu bu nasihatları Ali Paşa kaale
almadı. Halbuki İbşir Paşa bu tavsiyeler ve nasihatlarında pek samimi idi.
İbşir Paşa vaziyetin kâr etmediğini görünce, kendisine iştirak etme niyetiyle
yaklaştığını göstermeye başladı. Bu anlayış içinde Varvar kuvvetlerine sokuldu.
Birleşmeye gelmiş takviye zan-nı, Varvar Ali Paşada hâkim olduğundan tedbirsiz
davrandık! bir saldırıda defteri dürüldü. Varvar Ali Paşanın boynu vuruİ-du.
Böylece bu isyan sona ermiş oldu. Köprülü Mehmed Pa- bağlı olduğu çadırda
bitkin bir vaziyette bulundu, önce hayatı kurtarıldı, bilahire itibarı iade
olundu. Artık ona düşen devleti bulunduğu girdaptan kurtarmak için çalışacağı
vakti beklemekti. Bu sırada tarihler, h. 1058/m. 1648 ken olayların geçtiği
yer Çerkeş kasabasıydı.
Şimdi de gelelim
Bağdad valisi İbrahim Paşanın isyan hareketini gözden geçirmeye: Osmanlı
devletinde sadrazamlar iş başına geldiğinde, bu günkü siyasi partilerin yaptığı
gibi mümkünmertebe kendi kadroları ile çalışmak isterlerdi. Sadrıazam Boşnak
Salih Paşa'nın öldürülmesinden sonra onun yetiştirdiği ve onun vazifelendirdiği
bir çok vali görevden alınmıştı. İşte bu görevden almanlar arasında Bağdad
vâiisi İbrahim Paşada bulunuyordu.
Okuyucularımız
hatırSayacaklardırki, Salih Paşa öldürülünce sadaret Musa Paşaya verilmişti.
Ancak sadaret kaİmma-kamı Ahmet Paşa, çevirdiği dalavere ile sadaret makamını
ele geçirmeyi becermişti. Sadrıazam bir tâyinle bir kaç işi yapmak istiyordu.
Bu tâyini 2. vezir durumuna düşürdüğü, eski Kapdanı derya Musa Paşayı valilik
görevi ile Bağdata tâyin ve Salih Paşanın valisi İbrahim Paşayı vazifeden almak,
ayrıca bu vâiiliğide kabul etmeyeceğini söyleyen Musa Paşa'ya" paşa
karındaş gitmeniz şart değii bir mütesellim yollasanız diyerek, Musa Paşayı
tâyini kabule mecbur kıldı. Musa Paşada bir mütesellim gönderdi. Diğer taraftan
İbrahim Paşa velinimeti Salih Paşa gibi idam olunacağı endişesiyle Bağdad ahalisini
kendine celb ederek isyan bayrağını açdı. Bağdatda İki çeşit asker bulunuyordu.
Bunlardan kapıkulu denilen yeniçeriler, iç kalenin muhafazası ile
vazifeliydiler. Diğer askerse, <Yerii Kul> adıyla anılan gönüllü askerdi
ki, Bağdad vilayeti ve hududunu muhafaza etmekle görevliydi. İbrahim Paşa bu
askerlerden ancak yerli kul olanını kendine celbedebilrnişti. Yeniçeri ise
devletine bağlı kalmış, bağlılığının misalini de İbrahim Paşa askeri ile kılıç
kılıca döğüşerek isbat etmişti. Bu olaylar Bağdadda meydana gelirken, veziriazam
Musa Paşayı Bağdad valiliğinden alıp, onun yerine
Boşnak Salih Paşanın
kardeşi Murtaza Paşayı tâyin etmişti. İbrahim Paşa hakkındaki idam fermanımda
Murtaza Paşanın eline tutuşturmuştu.
Aradan bir kaç gün
geçmiştik! Musa Paşa saraya çağınhp, Murtaza Paşanın valiliğinin bir muvazaa
olduğu, asıl valinin kendisi olduğu, bu münasebetle derhal Bağdad'a gidip, Murtaza
Paşa tarafından İbrahim Paşanın kesilmiş kellesinin yanma Murtaza Paşanın kellesini
kesip koymak sana düşüyor dendi. Musa Paşa bu iradeye itiraz edecek oldu. Fakat
gök gürlemesini andıran bir ses "Ya kelleler, ya kellen" diyen
pa-dişahdan başkası değil idi. Musa Paşa Bağdad'a gitti. Her iki kelleyide bala
batırsp İstanbul'a gönderdi. Az bir müddet sonrada iş başarmış tavırları ile
istanbul'a döndü. Mükâfaatı Ye-dikule'de bir kaç gün hapiste kaldıktan sonra
kellesini kaybetmek oldu.
Ülke gerek asayiş
bakımından, gerekse Girit ahvali yüzünden, padişahın sadrazama bütün itimadı
yüzünden pek sıkın-tih duruma getirilmişti. Sadrıazam Ahmed Paşa, padişahın
kızlarından birini oğlu için istemişti. Böylece kendi damatlığı yanında
oğlunuda hanedanı Osmaniyan'a intisab ettirmiş olacaktı. Bu hayırlı işin talebi
padişah katında kabul gördüğünden, düğün hazırlıkları yapılmaya başlanmıştı.
Yukarıda-da bahse konu elliğimiz memleketin genel durumunun karışık bir halde
olması, daha önce padişahın gözdelerine kardeşlerinin hizmet ettiği,
dedikodusu çıkan problemlerden Valide Kösem Mahpeyker Sultan, oğluna muğber
olmuştu. Ayrıca yeniçeriler vede bunların ileri gelen komutanları osmanlı
devlet idaresinin gösterdiği zaafdan çok ümidsiz, ümidsiz olduğu kadar da,
İşleri nasıl nizam ve intizama koyabileceklerini planlamaktaydılar. İş bu
plân, ilk Önce sadrıazamıda içine alan bir plândı. Ancak sadnazam hiçbir perde
kalmadan kendisine teklifedilen darbede şerik olmayı merdane bir tarzda red
eyledi.
Böylece Ahmed Paşa,
padişaha ihanet etmemişti. Biz bu teklife verdiği cevabında takdire şayan
olduğunu idrakle bu hareketini bütün kusuruna rağmen lehine bir puan olarak telâkki
eyledik. Sadnazam bu cevabı vermekle kalmayıp, ihtilâlcileri kazasız belâsız
ortadan kaldırma kararma vararak bunların ortadan kalkmasını teminen bir düğün
ziyafeti tertipledi. Sadnazam bütün ağaları ve ihtilalci takımının azalarını
bu düğüne davet etti. Ancak; bu davete icabet eden Yeniçeri Ağası ve diğerleri
katılacaklarını açıkladıkları, sadnazam davetine silahsız gelecek veya silahlı
gelip de, kapıda biraka-cak ahmaklardan değillerdi.
Nitekim silahlarını
sofrada dahi üzerlerinde taşıdılar. Daha enterasanı, yemeğin hiçde tahmin
olunmayacak bir safhasında, otomatiğe basılmış yay gibi aynı anda da sofradan
kalktılar. Tabiiki hertüriü saldırıya alesta bekliyen kılıç ehli üzerine
saldırmak, a'klın alacağı husustan olmaması bu tuzağın akim kalmasını intaç
etti. Ziyafetten çıkanlar doğruca, orta camie gittiler. Bu orta caminin bazı
tarihlere göre Şeh-zadebaşı Câmü olduğu ileri sürülüyor. Çünkü her ne hâile
düğündeki ziyafet tuzağının başka şekilde tekrarlanacağını, belkide gecenin
ileri saatinde tek tek enterne edileceklerini anlamış olmalıdırlar ki, başta
şeyhülislâm olmak üzere, vaizleri, ulemâyı ve diğer tabur, bölük Ağalarını
câmi'e çağırdı-iar.
Konuştular, konuştular...
Sabah olduğunda, silahsız yeniçeriler camiin etrafını doldurmuş, bir aşağı bir
yukarı dolaşmaktaydılar. Ahali ise; yeniçerilerden biraz uzakta olmakla
beraber câmi'ye yakın bir alanda bekleşmekteydiler. Çıkacak kararı
beklerlerken, diğer merak ettikleri husus ûlema'nın alacağı tavır idi. Çünkü,
ilmiye ile seyfiye diğer tâbirle âlimler ile kılıç erbabı ittifak ettimi,
zorlar kolaylaşır, hak ortaya çıkardı. Öte yandan ortaya gelen yeni vaziyet,
sarayın kulağına ulaşmıştı. Şeyhülislâmın toplantıyla ilişkili olduğu da
alınan malumattan olduğundan soruyu şeyhülislâma tevcih ettiler bir haberci
koşturup. Bu kanuna uygun olmaz toplantı nedir? Şeyhülislâm cevab verdi:
Padişah sadnazamı bize
teslim etsin. Aksi haide dağılmama kararı çıktı. Dedi. 1058/recep ayının 15.
günü akşamı, 1648/ağustosunun 5. günü yapılan bu toplantıdan ahaliye verilen
bilgileri şöyle tertiplemişlerdi. Sadnazam müfsid bir kimsedir, ortalığı soyup
soğana çevirmektedir. Valide Sultan aleyhine oğlunu tahrik edip, devletin başına
felâketler çekiyor. Bu bakımdan sadrazamın ortadan kaldırılması, yerine
münasip bir kimsenin oturması sağlanmalıdır şeklindeki karar gelen haberciye
şeyhülislam tarafından nakledildi.
O gecenin sabahında,
sabah namazını kılmak üzere ulema ve kalabalık Fâtih Camiine geldiler.
Şeyhülislâm Abdürrahim efendi, yanında Kara Murad Ağa olduğu halde mezkûr camie
gelip, namazı hep birlikte edâ ettiler. Daha sonra toplantı yapıldı. Bu
toplanan zevat arasında Yalı'da bulunan Kazaskerler yâni, Bahai ve Mahmud
efendiler görülmüyordu. Sipahilere haber verilip verilmemesi hususu tartışmaya
açıldı.
" Kara Murad Ağa
bunlara ikrahi bir yaklaşım İçinde olduğunu sergilemekten çekinmedi.
Sipahilerin çağrılmasının gerekmediğini ileri sürdü. Bu isteğe ûlema'ikirâmın
taraftar olmadığı, askerin hep beraber davranması icab ettiğini tercih
ettiklerini söylediler. Bu tercihlerinde ısrar sahibi olduklarını ileri
sürerek, yeniçeri zorbalarını iknaya muvaffak oldular. Bunun üzerine
sipahilerin de gelmesiyle beraber ahalinin katılımı aynı zamana rastladığından
mahşeri kalabalık meydana gelmişti. Fâtih Câmii'ne gelmesi İçin sadrazam Ahmed
Paşa'ya davet
salındıysa da, gelen cevapta akşam evinden ayrılmış olduğu, bilinmeyen bir
yerde saklandığı ifade edilmekteydi.
Öte yandan; asker ve ulemanın
müştereken meydanlarda içtima etmiş olduğunu haber alan saray, Haseki Ağa ve
Bos-tancıbaşının adamlarından bir heyeti gönderdi. Heyet; Ab-dürrahim efendiden
toplanma sebeblerini sorarken, biraz sonra gelen Bostancıbaşı'nın memuru,
"hemen dağılın" emrini verdi. Çünkü bu padişahın iradesiydi. Bu
iradeye karşı Müftü efendi Abdürrahim efendi; verdiği cevapla; meşhur Mizancı
Murad bey'e göre, Fransız ihtilâlinin büyük hatibi Mira-bo'ya bir buçuk asır
takaddüm ediyordu. Biz Murad beyin kaleminden aynen buraya almayı uygun
buluyoruz:
<Bu cemiyetin,
şer'i şerif ile sözü vardır. Vazifesini ifâ etmeyince dağıtamaz. Siz varın
padişaha söyleyin ki sadrıaza-mı hemen bize versin. Görüldüğü gibi, gerek orta
câmi'de, gerekse Fâtih Camiinde yapılan toplantıda, şeyhülislâm Ab-durrahim
efendi işin başını götürdüğü gibi, daima hedef olarak da sadnazamı ileri
sürmekteydi. Mehmed Murad bey, yâni Mizancı Murad bey, şu mütalaayı ileri
sürüyor, şeyhülislâmın yukarı tırnak içine aldığımız ifadesini tahlil ederken:
<Eğer AAüftü efendi, gayreti vataniye ve fazilet aşkı ile bu sözü söylemiş
olsaydı, pek makbul ve mübeccel bir harekette bulunmuş olurdu. Namı da, kemâli
ihtiramla müebbeden yâd olunurdu. Ne çâre ki Abdurrahim efendi Kösem Vâlide'nin
bir davasını ücrete mukabil deruhde etmiş, âdi bir avukat mertebesinde
kalıyordu.> Evvet, Karaçelebizâde'nin bu sözleri ile kıyam bilfiil başlamış
olduğundan, Fâtih Camiinden, yine orta camie dönüldü ve aynı dakikalarda
sadrıazamın bulunduğu yerde katline fetva çıkarıldı. Ölüm fetvası verilmiş
sadrazam Ahmed Paşanın artık sadareti düşmüş olduğundan, yerine bir sadnazam
tâyini kıyamcılarca düşünüldü.
Eski defterdarlardan
Derviş Paşa İle Sofu Mehmed Paşa arasında bir tercih yaşadılar. Doksanlık Sofu
Mehmed Paşa tercihe şayan bulundu. Herhalde yaşının büyüklüğü ve kısa akıl
sahibi tercih sebebi oldu. Bu Mevlevi Tarikatı mensubu yaşlıyı yapılan teklifi
red etmiş görüyoruz. Ancak, zorla ite kaka adam Orta Câmİ'e getirildi. Burada
el öpme töreni icra olundu. Bütün bunlar olurken, padişahın musahiblerinden
Tavukçu Mustafa Paşa topluluğun yanına geldi. Padişahın; sadrazamın tâyinini
kabul ettiğini, yeni sadrazam ve şeyhülislâm efendinin saraya gelmesini irade
ettiğini, ikinci tenbi-hininde topluluğun hemen dağılması olduğunu bildirdi. Bu
iradenin yalnız sadrazamı çağıran tarafına riayet edildi ve ihtiyar sadnazam,
ki sadrazamlığı kıyamcıların eseriydi nede-rece makbuldü az sonra görülecekti.
İhtiyar adam binbır özürle padişahın huzuruna dahil oldu. Padişah kendisine mühür
verdi. Böylece de bu adamın sadareti meşruiyyet kazandı. Padişah: Ahmed Paşayı
azlettim. Ancak kendisi hanedanın ve dolaysıyla benim damadımdır. Canını bana
bağışlayın. Dedi. Bu talebe Mehmed Paşa tavassut edeceği sözünü verdi.
Huzurdan ayrıldı. Zorbaları kendisini bekler buldu. Padişaha tavassut
hususunda verdiği sözü söylediğinde, kıyamet koptu. Sadnazam şaşılacak bir
vakayla karşı karşıyaydı, ancak bunu idrak edemiyordu. Kendisine veziriazam
diyorlar sonrada, söylediklerini dinlemiyorlardı. Bu nasıl sadrazamlıktı?
Kendisini istedikleri gibi güdüyorlardı. Ayakları geri geri giden sadnazam,
Sultan İbrahim'in huzuruna yeniden girdi. Padişah: Ne ettin? Diye sorduğunda:
Mevlevi Sofu Mehmed Paşa: İradenizi kabul etmediler? Beni de pek azarladılar.
Dediğinde, bütün sinirleri tepesine çıkan padişah bir kartal gibi, sadarete
lâyık olmayan sadrazam müsvettesinin üzerine yürüdü. Bir hayli hırpaladı.
Eski tâbirle; bir
güzel donattı. Padişahın huzurundan yan ölü gibi çıkan Mehmed Paşa kendini
konağına zor attı. Mührü hümayunu ise, padişaha değil, kıyamcı güruhuna
yolladı. Bektaş ve Muslihiddin Ağalar, Mehmed Paşanın konağına koştular.
Kendisini; bizim gibi yaşlıların dine hizmetten başka ne gibi gayesi olabilir
diyerek teselli ve iknaya muvaffak oldular. Hep beraber, kıyamın merkezi
seçilmiş bulunan orta camie yollandılar. Buraya geldiklerinde zorbalarla
yeniden konuşuldu ve esas maksat, bu sırada ortaya döküldü. Ah-med Paşayı
katil, Sultan İbrahim'i hâl, şehzade Mehmed Sultanı tahta iclâs kararı
tekarrür etti. Padişah huzurundaki halinden sonra şaşırmış halde mührü
hümayunu padişah yerine kıyamcılara göndermiş olması sonradan pek işlerine
yarramıştı.
Çünkü bu mühürle
damgalamış olduğu iradeler derhal yerine getirilmekteydi. Şehir kapılarının
kapatılmasında, bazı inzibati tedbirler alınması hususundaki talimatları
yaptırmak mührü hümayun sayesinde kolaylaşmıştı. Adeta ihtilâl demeğe insanın
dili varmıyordu! Bu sırada Kösem Mahpeyker Vâlidesultana, bir yazı gönderildi.
Vaziyetin geldiği safhayı bildirdiler. Şehzadelerin Sultan İbrahim'den
gelebilecek bir kötülüğe karşı, emniyete almalarını ihtar ettiler. Kıyamlar ve
ihtilâller genellikle kan ile bulaşırlar. Norma! bir haldir; çünkü,
muvazenesini kaybetmiş herşey şaşırır, sağa da sola da çarpar. Ya kendini
kurban, ya da başkalarını kurban eder.
Bu harekâtın ilk
kurbanı bir sene zarfında Rumeli kadılığına çıkarılan mülakkap lakablı pek
makbul bir kimse olmayan Muslihiddin efendi olmuştu. Halbuki bu adam, toplananlar
arasına karışarak arzı mevcudiyet göstermek istemişti. Yapılan çekil git
ihtarına aldırmıyarak askerin içinde kalmaya devam etti. Kendisini
hırpaladılar, yüzünü gözünü kan •içinde bıraktılar. Yakınında bulunan
şeyhülislâmın atına doğru koşunca, ancak yüz vermeyen şeyhülislâm özengisini
kanlı surata hizalıyarak atını sürdü. Akıbet yere yıkılan Mus-lihiddin'in
üzerine üşüşenler hemen parça parça ettiler, bıçak ve kılıç darbeleriyle. Ahmed
Paşa her ne kadar saklanmışsa-da, cemiyetin harekâtının gelişmelerinden haber
almaktaydı. Mihayet kendisi hakkında alınan bütün kararlardan haberdar olmuştu.
Yaptığı yanına bol miktarda para alıp, makbul zamanında makam ve mevkii
verdiği kimselerin yanlarına gitmek oldu. Ne var ki; her yerden boş dönüyor,
her biri, birer bahane ile vaziyetine bigane kalmaktaydı. Vefalı kimse bulmak
kolay değildir, bulanda vefalı dostuylan ne kadar övünse azdır. Ahmed Paşa;
senelerce mevkii sadarette bulunduğu halde bir tek vefa sahibi edinememiş
demekki, bak şu işe! Kapı kapı dolaşan eski sadrazam, nihayet Aksaray'da Hacı Behram'dan
ummadığı alakayı gördü. Çok sevindi. Ne çare-ki Behram'ın niyeti ihanet imiş.
Bir yandan Ahmed Paşayı konağına buyurederken, Sofu Mehmed Paşanın konağına
haberi uçuruvermişti. Mehmed Paşa adamlarını gönderip, Ahmed Paşayı konağına
aldırıyor, kendisine çeşitli vaadler yaparak ikramlarda bulunurken beri yandan
da, kellesini koparmak için cellat hazırlattırıyordu. İstirahat etmesi için
odadan çıkıyor, ancak adamlarından birini içeri yollayıp para istetiyordu. Bu
pazarlık epeyi bir zaman sürüyor ve Ahmed Paşanın artık kuruşu kalmamıştır.
Bu sırada iki kişi
kendisini koltuklar, yâni kollarına girer ve yardımcı oluyormuş gibi yürütmeye
başlarlar. Eski sadrazam, bunlara baktığında aniden sararır, çünkü birisi
saray celladı Kara Ali, diğeri Hamal Ali'dir. Tabiîki boğdular. Cesedin ertesi
gün atıldığı yer Atmeydanı oldu, bu sırada herifin biri bu Paşa semiz bir
adamdı, bunun eti derde deva diye bir herze yumurtladı. Bir çok kişi bu
cesetten bir parça koparıp evine götürdü bu andan sonra öldürülen sadrazamın
lâkabı, bin parça mânasına gelen "Hezarpâre" oldu. Her kötünün iyi
tarafı, her iyinin kötülüğü olabileceği
gibi Hezarpâre Ahmed Paşa'nin fazilet sayılacak bir davranışını anlatarak bir
hakkı ketmetmiyelim.
Bu bölümü; Mizancı
Murad beyin Rodos Adasındaki sürgünü esnasında, yazmış olduğu ve adını oğlu
Faruk bey'in adından mülhem, Ebu'l Faruk adlı Osmanlı tarihinden alıyoruz:
"..Kösem Valide Sultanın tesirinin düşüş gösterdiği bir dönemde, Valide
Sultan, sadrazam Ahmed Paşaya: Bu yâni Sultan İbrahim beni de seni de sağ
komaz. Âlem harab oluyor. Devlet de elden gidiyor, bunun hakkından gelelim de
şehzadeyi cülus ettirelim. Ahmed Paşa: Ben edemem Sultanım. Varsın beni
öldürsün. Ben veli'inimetim'e ihanet edemem, suikasda ise asla cür'et edemem.
Cevabını verir. Gö-rülüyorki; ihtilafda devletin devamlılığını ve başarısının
sağlanması için kelleler üzerinde pazarlıklar yapılmakta. Valide Sultan'ın
kendi oğlunu, bir hükmetme arzusu için kurban etmesi belki imkânsız değil
amma, Allahaşkına; biri söylesin milyonda kaçtır böylesi? Ayrıca bir ananın
evlâdını yok etme bahasına işbirliği teklifini, Ahmed Paşanın ihtiyat ile
karşılamak şeklindeki cevabı devrin oynak anlayışının bir gereği sayılırsa da,
yeniçeri ağalarının teklifini de red etmiş olması, bu kötü işlere eğilimi
olmamasınıda gösterir. Neticede doğru Cenabı Hakk'ın indindedir.
Sadrıazam olan
damadının katledilmesinden sonra, Sultan İbrahim durmadan haber gönderiyordu,
isyancılara. Artık dağılınız. Bir değişiklik olmadığını tesbit edince, saray
burçlarına topları yerleştirtmiş, bostancıları silahlandırmiştı. İtaatsizlikleri
devam ettiği takdirde hepsini kırıp geçireceği haberinin yayılsın istiyordu.
İsyancılar ise Kösem Valideye saldıkları bir haberde, şehzade Mehmed Sultanı
orta camie göndermesini taleb ettiler. Valide Sultan bunun mümkün olamayacağını,
böyle bir cülus adeti olmadığını, padişahın patırdı-sına bakıfmamasını,
kendisinin sarayda her ne kadar oniki-bin silahlı bostancı neferi olmasına
rağmen Ağaların kendisi tarafında olduğunu bildirdi. Cemiyet saraya geldiğinde
bostancıların kendilerine iltihak edeceğini bildirdi. Bu bilgiyi ertesi günü
gizlice kıyam erbabının yanıbaşina gelen Bostanci-başı te'yid etti.
O gün Cuma idi ve bu
hâl üzre salatı cuma elden gitmişti. Atmeydanı'na doluşan kıyamcılar, ayak
divanı istediler, orada da durmayıp saray içine daldılar. Karşılarında Sultan
İbrahim değil, Valide Sultanı gördüler. Karşılıklı olarak konuştular,
konuştular! Valide Sultan kıyam edenlere her nekadar mukavemet etmeye
çalıştıysa da, oğlu İbrahim'in tahtta kalmasını sağlayamadı! Sonunda: Varayım
arslanımın sarıkcığı-nı sardırayım ve çıkarayım. Diyerek içeri girdiği görüldü.
Az sonra küçük şehzade babaannesinin elinden tuttuğu halde, masum ve güzel yüzü
ile göründü. Osmanlı tahtına oturtuldu. Birbir önünden biat ederek
geçiyorlardı. Bu kalabalıktan ürken yeni padişah ağlamağa başlayınca, daha
fazla rahatsızlık vermeyi önlemek için biat yeterli sayıldı. 1058/1
5/re-ceb6/8/1648 çarşamba günü başlayan ihtilâl, 17/receb cuma günü
nihayetlendiğinde, Osmanlı tahtında kırkbir yıl hüküm sürecek, 4. Mehmed
unvanlı Sultan İbrahim'in oğlu vardi.
Sultan 4. Mehmed'e
biatlarını yerine getiren devlet adamları cemmi gâfir halinde Saray'ın Harem
dâiresine sellemü-sellem dalışa geçtiler. Bu yakışıksız hâl; Genç Osman, 4.
Murad devrindeyken bile olmamıştı. Bostancıbaşı bu kafilenin önüne düşmüş,
şeyhülislâm, sadrıazam ve ulema arkalarından destursuz yürümekteydiler. Sultan
İbrahim'in etrafını kadınlar almış ellerini eteklerini tutuyorlar, bir tarafa
kıpırdamasına fırsat vermiyorlar idi. Şüphesiz ki bu davranışları padişaha
yardımcı olmak, ona gelebilecek bir saldırıya sed olmak niyetini taşıyordu.
Hızla yürüyen kafile aniden karşısında Sultan İbrahim'i buldu. Bostancıbaşı
Padişahım! Ulema ve ayanın kararlan var. Siz artık içeriye buyrunuz. Dediğinde:
Sultan İbrahim Bre hâinler, pezevenkler, Allah'dan korkmaz kâfirler! Bu ne
işdir? Ben; herbirİnizi ihsanlarıma gark etme-dimmi şimdi isteklerinize
uymadığım içinmi bana ihanet ediyorsunuz. Ben padişah değilmiyim? Kararınızı
kabul etmiyorum, red ediyorum, defolup gidiniz, irademe itaat etmeyen hâin ve
kâfirdir. Bu salvolar karşısında; heyetin içinden yine bir kişinin cevap veren
sesi yükseldi. Bu sesde Karaçelebizâ-de Aziz efendiye aitti. Tarihçi Nâima
şöyle naklediyor:
"Aziz efendi o
mecliste büyük cür'et gösterip, padişaha yapılacak hürmete mugayir pekçok söz
söyledi şöyleki" Hayır padişah değilsin. Din ve şeriata mugayir pek çok
iş yaptığından cihanı harabeye çevirdin. Ne zamanki; gaflet ile vakit geçirip
rüşveti açıkça yapılır hâle getirdin, zulmü alime musallat ettin, beytülmâli
israf içinde kullandın' Dedi. Söylenen bu sözlere oradakiler hayran oldular.
"Sultan İbrahim; taht'-tan indirildiğine inanamıyordu. Kendisinin
emirlerinin yerine getirileceğine dâir inancı, hiç sarsılmamaktaydı. Bir yandan
konuşuyor, bîr yandan kendisi için seçilmiş bulunan dâireye doğru yürümekteydi.
Nihayet yanında iki câriye olduğu halde dâiresine soktular. Kapının kilidine
sokulan anahtar iki defa çevrildi. Arkasından anahtar deliğine kurşun
akıtılarak, kilit de işlemez hâle getirilince Sultan İbrahim yine kafese
konduğunu idrâk etti. Bütün gücüyle, bağırdı, kapılara vurdu, yıkniağa
çalıştı, nihayet ağzına gelen küfürleri bazı kimselere tahsis etmeğe başladı.
Padişah artık
savurduğu küfürleri validesi Kösem Sultana etmeye başlamıştı. Demek ki; yanında
bulunan iki cariyeden, hâl vakasında, Kösem Mahpeyker Valide Sultan'in oynadığı
rolü öğrenmişti. Artık bir dinlenmeye çekilen eski padişah, güçleniyor ve beş
defa bağırmaya koyuluyordu. Mah-besinden taşan sesler dışarıya duyuluyor,
bunları duyanların bir bölümünün içi sızlamaya başlamıştı. Ertesi gün oda kapısının
önü bir güzel örüldü. Ahalinin tepkisini ölçmek için padişahın kapatıldığı
yerden kurtulup firarı başardığı istikametinde bir haber hassaten çıkarıldı.
Görüldüki; esnaf derha! dükkânlarını kapadı.
Demek ki, ahalinin
nabzı sayılan esnaf bu karışık ahvalde yağmaya uğrayacağı endişesiyle ve de, bu
işe karışmamak için kenara çekilmeyi seçmişti. Beri yandan kapısı örülü dâiresinden
Sultan İbrahim'in gönüllere üzüntüler salan feryadı saray duvarlarını
aşmaktaydı. Yeniçeri'lerin bir bölümününde bu feryatlardan kalbleri ihtizaza
geliyor ve kendi kendilerine acaba bu hâl işini ettiğimiz kötümü oldu? Şeklinde
düşüncelere dalıyorlardı. Ahalinin ve bir bölüm askerin sessizliği; idareyi
korkuya ve sarayı da endişeye sevketmişti. Kösem Valide Sultan tecrübesini
konuşturarak, böyle hallerde ulemaya başvurulmak gerektiğini hatırlattı.
Başvurulan ulema takımı, derhal çareyi söylemekte gecikmedi: <İz içtimaa
haiifetan, faktelu ehadü minhüma> yâniiki halifeden birini öldürünüz!
Mizancı Murad bey diyorki: "âyet değil. Hadis değil. İmamların içtihadı
değil. Uydurulmuş arabça bir cümle"den başka bir şey değil ulemanın
söylediği çare.
Yine bahse konu
çarenin gösterdiği iki halife ifadesi, gerek mantık gerekse mâna itibariylede
yanlıştır. Çünkü halife denilen ikiden biri bulûğ çağına ermemiş bir masum
çocuk. Diğeri ise bir mecnun. Dolaysıyla değili ki halife bir tane bile mevcud
değil, görüşünü ileri süren Mizancı Murad'a iştirak etmiyorsak da
söylediklerinin pekde yabana atılacak hususlardan olmadığını düşünüyorum. Yine
Murad bey diyorki; "..sümme tedarik fetvalar yüzünden Osmanlı devletinin
uğradığı felâketler, düşmanların taarruzlarından meydana gelen felâketlerden
büyük ve dehşetlidir." Sultan İbrahim'in katline dâir fetvayı isteyenler,
Bektaş, Murad Ağalar, Kara Çavuş ve Muslihiddin idi. ulemanın bulduğu çâreyi
fetva haline getirende şeyhülislâm Abdürrahim efendiydi.
Çalışmamızın bu
satırları, pek hissi hususlara mahsus gö-rünsede, aslında hayatımızın his
dünyasındaki zenginliği, bizlerin insanlık seviyesine yaklaşımımızın bir
ölçüsü dense, asla yanlış olmaz. Çünkü; insanoğlu aklıyla hisleri arasında
yaptığı muhakeme neticesinde, islâmla muttasıf bir kimse ise, aklın mekrine
kapılmayıp, hislerini öne alarak karar alsa menfi bir neticeye doğru yelken
açmaz. Aşağıdaki satırlar aklın canavar tarafını kendilerine rehber edinenlerin
sergilediği çirkinliği duyurmağa yöneliktir. Sultan ibrahim'in hücreye
kapatılmasının 11. günü alınan fetvayı yerine getirmek için başlarında yaşlı
sadrıazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşa, şeyhülislâm Abdürrahim efendi, fetvayı
verenlerin bir bölümü, bir miktarda asker olduğu halde saraya girdiler. Saray
çalışanları sarayın tavanlarında onbir gündür yankılanan eski padişahın
feryatlarıyla dilhûn olmuşken, icraya gelenleri karşılarında bulunca, artık gözyaşlarını
tutamıyarak, bunlara arkalarını dönüp, ağlıyarak her biri bir tarafa kaçtılar.
Çünkü yapılacağı görülen cinayete, uzakdan dahi olsa şahid olmaktan içtinab
ettiler. Geride bir kaç acemi hizmetli kalmıştı bunlar da, örülü kapının
tuğlalarını yıkması emredildikte red cevabı verdiler.
Devletlûlar! bunları
sille tokat dövmeğe başladılar. Ancak işe yaramadı bu zorla yaptırım teşebbüsü.
Çünkü sarayın acemioğlanından dahi: "Öldürseniz o kötülüğü yapmayız"
cevabı aldılar. Gelenlerse, bu itirazlardan intibaha gelmeyip senelerce
huzurunda diz çöktükleri padişahlarını öldürmekten çekinmediler. Çünkü
akılları gözlerine inmişti. Çaresiz kalan heyet, işin başa düştüğünü
gördüklerinden kazma kürekleri ellerine alıp, örüleli on gün olmuş divan
yıktılar. Kapıyı, parçaladılar ve birdenbire karşıların da avazı bülend ile
haykırmakta olan padişahla karşı karşıya kaldılar!
O: Benim elimden nimet
yiyenlerden bana merhamet edecek kimsede kalmadım!? Göz göre göre bu zâlimler
beni öldürecekler. Aman medet ya Râsulellah! Diyerek istimdad ey-liyordu.
Gelen kalabalıktan bazı kimseler, hâlin fecaatine takat getiremeyecek
olduklarını anlayınca yavaşça sıvışmayı tercih eylediler. Oradan kaçmakla
kalmayıp, gözyaşları içinde sarayı da terkettiler. Kafile ile birlikte gelmesi
vazifesi olan cellât Kara Ali, terk yolunu seçenlerin arasındaydı. Sadrazamın
emriyle yeniden getirilen Kara Ali, titreye titreye sadrazamın ayakları dibine
yığılarak, bu vazifeden bağışlanmasını yalvarmaya başladı. Ancak ilk günlerde
pısırık ve aciz bir ihtiyar görünümü sergileyen Sofu Mehmed Paşa adetâ bir damat
teravetine bürünmüştü. Pehlivan yapılı cellât Kara Ali'nin bu ihtiyar
sadrıazamin köteği yüzünden, kapı önüne getirildiğine şâhid olundu.
Nihayet, doksanlık
sadrazam, şeyhülislâm ile Kara Ali ve yardımcısı Hammal Ali, yıkılmış kapıdan
içeri girdiler. Cellâtlar perişan bir halde iken, iki devletlû eski cellâtları
andırır soğukkanlılıktaydılar. Sultan ibrahim; elinde mushafı şerif olduğu
halde şeyhülislâm'a hitab etti: Bak Abdürrahim! Yusuf
Paşa bana, senin için, dinsiz, imansız,
fitnekâr bir herifdir, sağ bırakma. Dedİydi. Seni öldürmedim. Çünkü; Allah'dan
korktum. İşte kitabullah, beni hangi âyetin hükmü ile öldüreceksiniz:
Abdürrahim efendi bu sözlere cevap yerine cellâta çabuk davranmasına işaret
verdiği görüldü. İşi derhal tamamladılar resmi cellatların istemeyerek
yaptıkları işlemi tamamlamak için, ipin bir tarafını şeyhülislâm diğer
tarafını sadrazam çekerek padişahı aynen Genç Osman vakasına benzer şekilde
katlederleriken, cariyelerin engel olma çalışmalarına önem vermediler. Normal
insanların hayatta yapacakları davranışlar bir fevkaladelik arzetsede, bunun
tahammül sınırı vardır.
Yukarıdan beri bütün
teferruatıyla nakletmeye çalıştığımız Sultan İbrahim'in katli hadisesinde, devleti
avucunun içinde tuttuğu her kesiminin kâr kabul etmez tarzda malumu olan Kösem
Valide Sultana ait me'suliyet gözden ırak tutulamaz. Şüphesiz ki; bu cinayeti
irtikâb edenler bu işi ona rağmen yâni, Valide Sultan'a rağmen yapamazlardı.
Demek ki; devletin bekası hususiyeti, bir annenin ciğerparesi evlâdımda fedaya
göz yumar hâle getirebilmeye varıyormuş. Bu acıya dayanacak anne sayısı,
istisnayı teşkil eder. Zaten bütün insanlık âleminde, bazı insanların bazı
insanlara göre farklılık ve efdaliyyetleri, yüklendikleri kaderin, icabatindan
ötürüdür. Osmanlı devleti hanedanına mensubiyetle doğan her fert, soy'un kaderi
olan farklılığı yaşarken bu farklılığı bazen çok ağır bir fatura ile ödemek
zorunda kalırki, henüz mütalaa ettiğimiz facia, bunun çok açık bir ispatıdır.
Bakınız; Valide Sultan iki halifeden birini öldürünüz fetvası karşısında sus
pus olup, adetâ hükmün gerçekleşmesine yardımı bile olmakta nerdeyse! Taht'tan
indirilmiş bulunan Sultanın oğlu, oniki gündür babasının tahtına oturmuş
bulunuyor ve aynı sarayın başka bir odasında, hayatını elinden aldıkları
babasına hayatını bağışlama yoluylada olsa yardımcı olamıyor. Dahası ileride
nekadar kıymetli bir Valide Sultan olarak göreceğimiz Turhan Valide Sultan,
oğlunun babasını ve kocasını bir cinayet sayılsa seza olan saldırıdan
kurtarmaya çalışmıyor da, iki tane câriye, cellâtlara karşı koymaya çalışmakta
ve bu cellatlar arasında gayri resmi cellat olarak da şeyhülislâm ve sadrazamı
gördükleri halde. Gelde şaşırma!
Bu acılı gün
28/receb/105818/ağustos/1648 çarşamba idi. Padişah bu sırada otuzüç yaşındaydı.
Sultan İbrahim devrinin mukabilindeki muasırları, Almanyanın başında im-parator
3. Ferdinand, İngilizlerde kral 1. Şarl, İranda Şah Safi ve 2. Abbas, papalık
makamında ise, 8. Urban ile 10. İnos-san, Rusyada ise 3. Misel ve 1. Aleksi
imparatordular. Fransa'da ise 13. ve!4. Lui'ler biribirini takip ettiler.
Sultan İbrahim;
ağabeyi 4. Murad'dan bergüzar sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşayı görevinde
ipka etmişti. Metin içindede anlattığımız Mustafa Paşa aslen Arnavut olup, çok
dürüst, ancak okuma yazma bilmez bir kimse idi. Halbuki kardeşi olan İlbasanlı
Mevlevi ve şâir Sineçâk Münzevi Osman Dede, on cüzlük "Gülşeni
İrfan" adlı eserini sadnazam ağabeyine hediye etmiştir. Kendisini görmek
isteyen sadrazama Osman Dede, bu müsaadeyi vermemiştir. Mustafa Paşanın
sadaretten azil ve kellesinin alınması arkasından sadarete bir Sultanhanım
oğlu olan Semin Mehmed Paşa getirildi. İşte Sultan İbrahim'i baştan çıkaran
sadrazam bu zâttır. Kırık klişe diye, Kırkkilise adlı bölgenin elden çıkmasını
saklayan Mehmed Paşa azledilip, Girid Adasına me'mur edildi.
Sultan İbrahim'in 3.
sadrazamı Boşnak Salih Paşa oldu. Yirmiüç ay süren sadaret bir araba gezintisi
yapan padişahın arabasının tıkanmış bir yola rastlaması, Salih Paşanın
hayatının sonu oldu. Yerine getirilen Ahmet Paşa İstanbulludur. Ancak
vazifesini gereği kadar iyi yapamaması, hem kendi sonunu, hem de padişahın
sonunu getirmiştir.
Bu vezir, Sultan
İbrahim'in kendisinin kendi rızasıyla tâyin ettiği son vezirdir. Her ne kadar
istemeyerek de olsa zorbaların tâyin etmiş olduğu sadrazam Sofu Mevlevi Mehmed
Paşayı sözle veziriazam tâyin etmişse de, kendi veziri saymak ne derece doğru
olabilir? Ancak fiili katili dense tam isabet olur.
Şeyhülislâmlara
gelince: Sultan İbrahim 1049/1640'da tahta çıktığında makamı meşihat altı
yıldır Şeyhülislâm Yahya efendi tarafından yürütülüyordu ve bu zâtın üçüncü
şeyhülislâmlığı idi. Vefat tarihi olanl053/zilhicce/1644 şubat ayına kadar da
devam etti. Yahya efendi'yi kaybettikten sonra padişah da, eski
şeyhülislâmlardan Saadeddin efendinin torunu, Es'ad efendinin oğlu Ebu Sâid
Efendi'yi makama tâyin etti.
Said efendi'nin ilk
meşihatı 1646 ocağında sona erdi. Bu zattan boşalan makam Muid Ahmed efendiye
tevcih edildi. Bu zât 1 sene 3 ay 10 gün sonra vefat etti. Yerine
ni-san/1647'de, Adanalı Hacı Abdürrahİm efendi geldi ve bu makamda
temmuz/1649'a kadar 2 sene 2 ay 23 gün kaldı.
Demekki; Sultan
İbrahim devri, dört şeyhülislâm ile iktifa etmiştir. Bunlar; Yahya efendi, Sâid
Efendi, Muid Ahmed efendi ile Adanalı Abdürrahİm efendilerdir, üzunçarşılı tarihinde,
Muid Ahmed efendi, dürüst bir kimse olarak anılırken, Adanalı Abdürrahİm efendi
fetvaları isabetli esaslı bir âlim olarak kabul olunmuştur. Sultan İbrahim ile
hâl esnasındaki cevaplarıyla meşhurdur! Sultan İbrahim devrinin ilim adamlarından
biri olan Kâtip Çelebi, namı diğer Hacı Halife 1609 şubat'ında İstanbul da
dünya'ya gelmiş ve 1657 senesinde, yine bu şehirde, pek genç sayılacak yaşta
vefat etmiştir. Yine Sarı Abdullah efendi hem şer'i hem de tasavvufi
meselelerde
büyük bir âlimdi.
Melâmi şeyhi İdris Muhtefi'ye ondan sonra da Aziz Mahmud Hüdai'ye intisabı
olmuştur. 1660 senesinde vefat edip, Topkapi mezarlığına defneolundu.
Bülbülzâde (Hibri) Ali
efendi fıkıhta üstad bir kimse olarak temayüz etmiştir. Hadikat'ül Fukaha adlı
te'lif eseri vardır. Ölüm kapısını 1669'dan sonra çalmıştır. Minhacı Muhammedi'
adlı eserde bu zâta aiddir. Tenkihüt Tevarih adlı, umumi bir tarih kaleme almış
olan Hezarfen Hüseyin efendi'de devrin büyük ilim adamlarından olup, 4.
Mehmed'in tarih hocalığı görevinde bulunmuştur. Muhasinül Kelâm ile Şerhü'l
Lemâ adlı, iki tane önemli tasavvufi eseri bulunan zât 1691'de vefat etmiştir.
Müneccimbaşı Ahmed Dede, Selânik'e Konya'dan gelen evlâdı fatihandandır. 1631
!de Selanikde dünya'ya gelmiş daha sonra İstanbulda Galata Mevlevihanesine
girip, ilmini yükseltmiştir. Astronomi ve Astroloji ilimlerini öğrenmiştir. 36
yaşındayken Hoca'si Müneccimbaşı Mehmed efendi'nin vefatı üzerine
müneccimbaşıhğa getirilmiştir. 4. Mehmed'in taht'tan indirilmesi sırasında
azledildiği münec-cimbaşılıktan sonra, Mekke'ye giderek Mevlevi Tekkesine şeyh
olmuştur. Eski görevine dönmesi için yapılan davete nezaketle red cevabı vermiş
ve 1701'de Mekkei Mükerre-me'de irtihal etmiştir. En meşhur eseri
"Müneccimbaşı Tarihidir.
Sultan ibrahim
üzerinde çok önemli araştırmaların yapılması şarttır. Ve gözümüze, uydurukçu
tarih tarafından takılan gözlükle bakarsak, delinin devri deyip geçmekten başka
bir yere varamayız. Görülen odur ki; Çanakkale boğazını kapamaya gayret etme
yolunu seçen Venedikliler, sadece Giride yapacağımız lojistik yardımı
engellemeyi değil, milletimizi birbirine düşürecek çâre olduğunu hesaplıyarak
buna teşebbüs etmişlerdir, muvaffakda oldular sayılır.
Bundan bir kaç sene
önce; komedyenlerden, Zeki Alasya ile Metin Akpınar ikilisi, bir Sultan İbrahim
şahsiyetini mizahi şekilde
yorumlarken, hatırlattıkları hususlar, sergiledikleri mevzuular, seyirciyi
Sultan İbrahim hakkında basit ve menfi düşüncelere saplanmanın doğru olmadığı,
noktasına ulaştırdı. Diyebilirim. Komedi tarzda yapılan tahlil, son plânda niçin
böyle olmasını sorduruyor?.
Sultan İbrahim'in
hanımları hakkında ve sayısında farklı beyanlar bulunmaktadır. Meselâ; Çağatay
Gluçay'a göre yedi hanımı hakkında malumat verirken, çalışmasının dip notunda
da, Evliya Çelebi'nin yedi, Ahmed Refik (Altınay) in sekiz, Alderson ise,
ondört hasekiden söz etmiştir. Evliya Çelebinin ileri sürdüğüde kendisininkinin
biribirini tuttuğunu ifade eder. Alderson; sohbet yapmakla istihdam edilen
bayanları, hanımlar listesine aldığından tabiiki yanılmaktadır. Al-derson'un
verdiği isimler şudur: Hubyar, Saçbağh, Dilaşub, Şivekâr, Hatice Turhan,
Handanzâde, Voyvoda kızı, Hatice Muazzez, Sakızulz, Şekerpare, Telli Hümaşah,
Zâfire. Üç tanesinin adını da yazmamıştır. Bunların içinde adları geçen
Hubyar, Saçbağı, Handanzâde, Voyvoda kızı, Meleki kalfa, haremde vazifeli olup,
padişahın hanımlığıyla ilgileri yoktur. Ancak hemen belirtelim ki; Çağatay
üluçay'da şu kanaati ileri sürmekle harem hayatına yapılan iftira yağmurunada
sermaye katkısında bulunuyor.
Güya; Sultan ibrahim;
modern doktorların teşhisine göre, Psiko Nevroz olup, bu hastalığa müptelâ
olanlar kadınlara çok düşkün olurlarmış! Hatta bu alanda işi ileri götürenler
işi sapıklığa vardırırlarmış! Bir yabancı yazarda Sultan İbrahim'in cinsi
hayatı hakkında şunları söyler diye döşemiş satırları!. (Güya) Sultan İbrahim
cinsel arzularını yerine getirmek için yatak odasının etrafına aynalar kor,
bunlara bakarak cinsi hisleri tahrik olur ve büyük bir zevk içinde, keyfini
yerine getirir idi.
Her cuma günü annesi
veya bir başkası tarafından kendisine bir bakire sunulurdu. Bununla; kendisine
anlatılan yeni bir münasebet şeklini uygular, bunu şahsî zaferi sayardı. Onun
en çok zevk aldığı eğlencelerden birisi de bütün kadınlarını çırılçıplak soyup
onları kısraklara benzetmekmiş. Kendisi de bir aygır gibi onların arasına
katılır, güçten kuvvetten kesilinceye kadar aralarında dolaşırmış. Kaynak
olarak da, "The Harem" 189. diye ne yazar ne yayımevi, ne tarihi dâir
bir beyan yok. Ya bir müfterinin âleti olmuş, -ya da kendisi uydurup, başka
adreside meşkûk şekilde gösteriyor. Bütün seyyahlar olsun, sefir hanımları olsun,
Harem'in tarifinde kadınca buluşmalarında, Osmanlı hanımlarının, güzellik ve
zarafetlerini anlatmışlardır ve bu anlatıma Haremi Hümayun'un yâni padişah
evinin öyle herkes tarafından görülen yerlerden olmadığını da belirtmişlerdir.
Hele modern doktorlar vasıtasıyla merhum padişaha koydukları psiko nevroz
teşhisi hayli gülünç. Çünkü; hastasını senelerce muayene ede ede, adetâ
bilmedik yeri kalmamasına rağmen tam teşhis koyamayanlar varken, üçyüz şu
kadar sene evvel vefat etmiş zâta teşhis koyan hükema, böyİe edebsizliğin âleti
olmaz. Maalesef, İslam ve Osmanls düşmanı zerzevatın uyduracağı evsafta ifadelerdir
bunlar. Sultan İbrahim'in ilk hanımı, Hatice Turhan -Vâlidesultan olup 1627'de
Rusya'da doğmuştur. 4. Mehmed adı ile padişah olacak zâtın annesidir. Turhan
Sultan oniki yaşlarındayken, Tatariar'ın her sene Rusya üzerine yaptıkları
seferlerden birinde esir düşmesiyle Kör Süleyman Paşanın dikkatini çekmiştir,
gerek güzelliği gerekse farkedilir haliyle. Paşa; bu kızı Kösem Valideye hediye
eyİedi. Saraya alınıp, vâlidesultanin emriyle terbiye olunan genç kız, 4.
Murad'ın vefatı üzerine tahta çıkan Osmanli padişahı İbrahim'e Kösem
Vâlidesultan tarafından hediyeolunur. Padişah bu hesnâ güzellik karşısında
hayran kalır vede büyük bir sevgi İle dolar. Beri yandan Sultan 4. Murad'ın
katlettirdiği şehzadelerin
sona kalanı İbrahim
hân oiup, hanedan da bir tek 1. Ahmed'in kardeşi deli mi velî'mi olduğu meşkuk
1. Mustafa vardı. Bu sevgiyi kuvvetlendiren meyve 1642 yılında dünya'ya geldi.
Ancak; hanedanda ki erkek çocuk azlığı Sultan İbrahim'in gayret gösterek, bu
sayıyı arttırması taht açısından önem ar-zediyordu. Bu bakımdan vâlidesultan
oğlunun koynuna cariyeleri koymaktan geri durmuyordu.
Akıllı kadınlar,
padişah olan kocalarını bu hususda engellemeye kalkmamahlardı çünkü
dinlenmeyeceklerini bilmeleri gerekiyordu. Turhan Sultan; havuz hadisesinden
sonra işinin, çocuğunu yetiştirmek ve onu tahta çıkarmak olduğunun -şuuru
içinde kocasını rahat bıraktı. Kaimvalidesi Kösem sul-tanvâlide ile gizli bir
nüfuz mücadelesi başlamıştı. Sultan İbrahim'in tahtdan indirilmesinden sonra,
bu gelin kaynana rekabeti vâlidesultan olma yansına yol açar. Açılan mücadelede
Kösemvâlide işi bir müddet önde götürmüşse de, torununu zehirlemeye teşebbüsle
suçlanmak, daha sonra Turhan sultandan daha yumuşak başlı ve saf olan Dilaşup
kadının oğlu 2. Süleyman'ı tahta çıkarma komplosunu ağalarla anlaşarak
tezgahlaması ve bunu farkeden sabi padişahın etrafında toplanan, baş da annesi
Hatice Turhan Sultan olduğu halde, üzün Süleyman Ağa ve Meleki Kalfa aldıklar;
tedbirle Kösem vâlidesultan'ın plânlarını akim bıraktırdıkları gibi bu arada,
Kuşçu Mehmed adlı biri Kösem Sultanı, perde kordonu ile boğarak öldürmüştü.
Artık Osmanlı vâüdesultanı ve padişah nâibesi Hatice Turhan Valide idi.
Mührürv'e; "Mazhâ-rı Lütfî Sâmed/Vâlidei Sultan Mehmed" yazni3İ< a
böylece devletin hizmetinde bir ve tek selahiyetli olup, temiz yürekli, işlerin
güzel gitmesi isteğini bütün tarihçiler belirtmekden kendilerini alamazlar.
Turhan Vâlidesultan, taaki Köprülü Mehmed Paşayı makam! sadarete getirene kadar
oğlunun müşaviri ve üzerinde etkisini sürdürmeye devam etdi. Daha önceleri
Kösem Vâiidesuitanın yaptırmak istediği Çanakkale Boğazı kalelerini ahali, içine asker konursa tecavüze
uğrarız diye söz ettiklerinden yaptıramamıştı. Aynı itiraza kulak asmayan
Turhan vâlidesultan, kendi parasıyla hem de kalenin hemen yanına bir de cami
yaptırarak, kaleleri onarttı. Şâir Abdi Efendi şu beyiti söylemek suretiyle
takdiri hizmet eylemiştir. Kalenin tamiri 1072/1661'dir. "Budur bu
kal'anın her-birine ey tarihi abdi" Kilidi bahri İstanbul seddî pâki
Sultanî" Safiye Sultanvâlide tarafından, yeri satın alınmış, etrafı temizlenmiş,
temelleri hazırlanmış Eminönü'ndeki Yeni Câmİi 1663 târihinde, Hatice Turhan
vâlidesultan tarafından yaptırılmış, ancak camiin kapısı üzerindeki şu yazı ve
târih 8/şu-bat/1664'de yapıldığına İşaret etmektedir. Beyit şöyledir:
"Şali itmamına târihi Murat etmiştim Biri kalkıp dedi ki kâbei ehli takva
1074"
Ayrıca Turhan
vâlidesultan; Mısır Çarşısını doksanbeş dükkân hâlinde yaptırmış ve camiin
vakfı olarak tesbit etmiştir. Yapılış târihi ise. 1071 /1660'dır. Hatice
Turhan Vâlidesultan 1094/1683'de vefat etmiştir. Kendi yaptırdığı türbesinde
defnolundu vefatında eiliyedi yaşındaydı.
Muazzez Sultanhanım
ise; Sultan ibrahim'in ikinci hanımıdır. Sultan 2. Ahmed'i doğuran vâiidedir.
Ancak vâlidesultan-lık vazifesini icra edememiştir. Çünkü; kocası Sultan İbrahim'in
tahtan indirilmesi sonrasında o da, eski saraya gön-deriimiş ve 1098/1687'de
eski saray civarında çıkan bîr yangın inkişaf etti ve bahse konu safaya da
sıçradı. Bunun üzerine telaşlananlar kendilerini nasıl kurtaracaklarını bilemezken
Muazzez valide bir hayli korkuya duçar oiduki ertesi gün vefatı vukubuldu.
Hakkındaki bilgi bu kadardır.
Dilaşub Sultanhanımın,
Sultan İbrahim'in üçüncü hanımı olduğu ihtimali pek kuvvetlidir. Doğum târihi
ve yeri hakkında bilgi yoktur. Sultân ibrahim'in tahtdan indirilmesinden sonra
Eski saray denen yere gönderildi ve burada 39 yıl bekledi 4. Mehmed'in tahtdan
indirilmesi üzerine ve de oğlu Süleyman'ın, 2. Süleyman unvanıyla padişah
olması üzerine vâlidesultan oidu. İkisene bu makamda kaldıktan sonra hakkında
emri hak vâki olduğu esnada târihler 1689 senesini gösteriyordu- Kaanuni Sultan
Süleyman'ın türbesine defno-lundu.
1056/1644'de Sultan
İbrahim'in haremine dahil oian Ayşe Sultan hakkında odasının döşenmesi hakkında
1054/zilkade ayının, birinci günü, yâni 30/12/1644 tarihli Darüüssade ağasına
verilen ferman var. Bu hanım dördüncü hanımdır. 1056/1646'da padişahın beşinci
hanımı olan Mahenver Sultanı tanıtacak başka bilgiye sahip değiliz. Şivaker
Sultan ise, Ahmed Refik (Altınay) 'in söylediği bunun yedinci olduğudur.
(Jluçay; altıncı olduğunu söylemek daha doğrudur, çünkü son hanımı Telli
Hümaşah'tır demektedirki güya padidi-şah Üsküdar'da dolaşırken, aklına kadın
düşmüşde, yanındakilere, İstanbul'un en şişman kadınının getirilmesini emretmiştir.
Şehre dağılanlar iri yarı bir ermeni kadını bulup getirmişler ve takdim
etmişlermiş. Bu kadın enine boyuna olup ağzıda iyice lâf yaptığından padişahı
büyülemiş, Sultan İbrahim onsuz yapamaz ofmuşmuş! Adını da Şivekâr koyan Sultan
İbrahim olmuş. Padişahın diğer hanımları gibi o da eski saraya gönderilenler
arasında yer almıştır. 1104/1693 yılında orada öldü.
Tefli Haseki de denen
Hümaşah Sultan, padişah ibrahim'in en sevdiği ve yedinci eşidir diyor, Çağatay
(Jluçay, Ahmed Refik bey'e gelince o da sekizinci demektedir.
, Kösem Sultan ve
padişah'sn kızkardeşlerinin Edirne'ye sürgün olmalarına sebeb olan bu Telli
Haseki'dir yâni Hümaşah sultandır. Yine; Voyvoda kızının anlattığı masala
bakarak , dâiresini samur kürkle döşendiği söylenen hanımsultanda Hümaşah
Hasekidir. Padişahın bu hanımından Orhan adı verilen oğiu doğduğunda, padişah
boğulmak suretiyle öldürüle-îi altı ay olmuştu. Telli Haseki'de eski saraya
gönderilenler arasındadır. Ancak 1082/1672'ye kadar sağ olduğuna dâir bir
hazine makbuzu işaret etmektedir. Daha sonraki hâli hakkında bilgi yok ve ölüm
târihi ile makberesi bilinmemektedir. Sultan İbrahim'in çocuklarının
tamamıninda padişah olduktan sonra doğduğunu kesin olarak biliyoruz.
Kız ve erkek
çocuklarının sayısında ihtilaf vardır. H. 1052/M. 1642 yılında doğan Fatma
sultan hanım, üç yaşındayken Kaptanı Derya ve padişahın musahibi yâni
sohbetçi-si Yusuf Paşaya nikâh edilmek suretiyle verildi. Çok muhteşem
törenlerle Fatma sultanhanım Topkapi sarayından, Yusuf Paşa'ya tahsis edilen
saraya götürüldü. Hanya Fâtihi olan bu Yusuf Paşa bir sene sonra padişahın
emriyle İdam edildiğinden, Fatma hanımsultanda dört yaşındayken dul kalmış
oldu. Tabiiki değerli okurlarım bu izdivaçların kâğıd üzerindeki izdivaçlar
olduğunu, elbette hatırlatmaya lüzum yoktur. 1646'da musahib ve de kaptanı
derya olan Fazluİlah Paşa'ya Fatma Sultanın nikâhı yapıldı. Bu gelin alayı da,
mutantan oldu. Fatma sultan Topkapi sarayından> Fazluİlah Paşa'ntn
Binbirdirekte'ki sarayına götürüldü. Gelin alayında elli nahii vardı. Fazlı
Paşa; Fatma sultanın buluğa girmesini bekledi. Ancak vuslata eremeden, 1657
yılında vefat etdi. Onbeş yaşında dul kalan Fatma sultanın, bundan sonra
izdivaç yapıp yapmadığı hakkında bilgilere rastlamıyoruz. Hâttâ ne zaman vefat
ettiği ve nereye gömüldüğü meçhulümüz kalmıştır.
Muhterem okurlarım;
elli tane nahii önlerinde vardı, dediğimiz de, nahilin ne olduğunu tanıtmayı
kendimize vazife saydık. Bu hususda târih deyimleri ve terimleri sözlüğüne,
Mehmed Zeki Pakalın merhumun değerli eserine göz attığımızda şu cevabı
görüyoruz: balmumundan yapılarak gelin veya sünnet çocuğu alayının önünde,
insan veya hayvan resimleri, çiçek ve kıymetli taşlarla, sırma klabdan gibi
parlak teller ile, yaldızlı kağıtlarla süslü ağacın adıdır, halk dilinde
kulanılan nâkil, nahil kelimesinin galatlaşmış hâlidir. Benzetmek suretiyle,
meyvası ve çiçeği çok ağaç ve fidanlar hakın-da da söylenir. Arapça mânâsı
olarak nahl, hurma ağacı demektir. Merhum İbrahim Hakkı Konyalı nahil için
arapçadan dilimize geçen ve ortasındaki noktalı hı, bazen kaf yâni, K'ya
çevrilerek naki haline getirilmiş kelimenin lügat mânası hurma ağacıdır demektedir.
Eski sadnazamlardan Ahmed Vefik Paşa da, bu nahil kelimesinin fidan, hurma
ağacı ve balmu-mundan yapma ağaç, meyva ve şükûfe gibi mânalar ile tavsif
ediyor. Fazlullah Paşa; Fatma sultanhanırnı buluğ çağına kadar bekledi. Ne var
ki kuvvetle muhtemel olan şudurki vuslat vukubulmadan 1657'de vefat etBi. Onbeş
yaşında yine dul kalan Fatma sultanhanımın, bir daha izdivaç yapıp
yapmadığından hâttâ öldüğü tarih ve nereye gömüldüğü hakkında, bilgi sahibi
bulunmamaktayız.
Alderson; Sultan
İbrahim'in kızlarını, dedeleri 1. Ahmed'in ve amucaları 4. Murad'ın kızlarıyla
karıştırmıştır. Bu sebeb-den gerek sayıda gerekse isimlerde hatalar yapmıştır.
Misal olarak Sultan İbrahim'in; Ayşe ve Atike sultan adlı kızları olduğunu
ileri sürmesi, padişahın dokuz kızının olduğunu ancak iki tanesinin-adını
tesbit edemediğini, ötekilerin adlarını şöyle belirtir: Fatma, Ayşe, Atike,
Beyhan, Gevherhan, Kaya ve ümmügülsüm sultanhanımlar. ünlü tarihçimiz Ahmet Refik
bey'de Sultan İbrahim'in; Atike, Ayşe, Beyhan ve Gevher Sultan adında dört kızı
olduğunu yazmaktadır. Bütün bunlardan çıkartacağamız sonuç, Osmanlı harem
hayatı kendine has bir örtülülükle geçmiştir. Bu bakımdan harem hakkında, ileri
geri beyanda bulunanlar ve bu ifadeler fazla itibara alın-mamahdır diye
düşünsek, yanlış bir tesbit yapmamış oluruz.
Sultan İbrahim'in yine
1052/1642'de doğan kızının adi Gevherhan Sultanhanımdır. Bu sultanhanimda;
23/ka-sim/1646'da dört yaşındayken padişah musahibi Cafer Paşa ile nikâh
olundu. Kendilerine; Hoca Paşa da Halil Paşa Sarayı tahsis edildi. Tabii
çeyiz, padişahın emri ile hazineden yapıldı. Cafer Paşa ile Gevher
Sultanhanumın evliliğinin müddeti bilinmemektedir. 1647'de bu sultanhanım için
Alderson, Çavuşzâde Mehmed Paşa ile izdivaç yaptı, demektedir. O zaman; bir
sene önce nikahlandığı Cafer Paşa ne olmuştur? Bu hususda, malumat olmamakla
beraber Mehmed Süreyya Bey; Sicilli Osmanî adlı pek değerli eserinde, târih
belirtme-mekle birlikte, Çavuşzâde Gevherhan Sultanhanımın izdivacını
zikretmektedir.
Musahip Cafer Paşadan
sonra Çavuşzâde Mehmed Paşa ile evlenen Gevher Sultanhanım; Halil Paşa
sarayında yaşamağa devam etdi. Sultan İbrahim'in katledilmesinden sonra,
Gevher Sultanın kardeşi padişah 4. Mehmed, bahse konu sarayı Gevher
hanımsultan'a verdi. Damad Mehmed Paşa; 1681 yılında iki defa kaptanı deryalık
etmiş bir Paşa olarak vefat etdi. Gevher Sultan 21/eylül/1694rebiü!evvel/l
106'da, Edirne'de öldü. Naşı İstanbul'a getirildi Şehzadebaşı camii Naziresinde
defnedildi. Gevher Sultanhanımın bütün mallan hazineye devredildi. Sultan
İbrahim'in üçüncü kızı 1055/1645' yılında dünyaya gelen Beyhan Sultanhanımdır.
Bu da, iki yaşında olduğunda, veziriazam Hezarpâre Ahmed Paşa ile evlendirildi.
Bir sene sonrada Ahmet Paşa çıkan karışıklık da parça parça edilcüğinden
Beyhan Sultan üç yaşında dul kaldı.
Bundan sonra (Jzun
ibrahim Paşayla onun vefatından yâni 1683 yılında ölmesi üzerine 1689, yılında
Bıyıklı Mustafa Paşa ile evlendiğini yazmaktadır Aiderson. Bıyıklı Mustafa
Paşa ile evliliği; on sene süren Beyhan Sultan hanım, kocasından
bir sene sonra 1700 yıhnda vefat etdi.
Kabri Kaanuni Sultan Süleyman'ın türbesindedir. Hemen şunu dailâve edelim ki;
Yılmaz Öztuna, değerli eseri Devletler ve Hanedanlar adlî çalışmasında;
ümmügülsüm, Ayşe Sultan, Fatma Sultan, Gev-herhan Sultan, Kaya Sultan, Beyhan
Sultan ve Atike Sultan-hanımlar olmak üzere yedi, hâttâ Bican Sultanhanım adlı
kızla beraber sekiz tane kız çocuğu olduğunu belirtiyor.
Yılmaz Öztuna Bey;
Sultan İbrahim'in kızlarından, Fatma Sultan ve Gevherhan Sultan ve Beyhan
Sultan adlarıyla mu-atabakatı dışında, Ümmügülsüm Sultanhanım, 1642-1655
arasında yaşayıp onüç yaşında vefatettiğini Ayşe Sultânın 1642 1675 arasında
yaşadığını sonrasının bilinmediğini ifade eder. Yine Yılmaz Öztuna Bey; Kaya
Sultanın 1642'de doğduğunu ve ölümü hakkında bilgi vermemekle beraber 1649'da
izdivaç yaptığı damad Mehmed Paşa'nın idâmıyla, duj kalmış oldu ancak bu
evliliğinde kâğıt üzerinde kaldığını beyan edelim. Atike Sultanhanim İse;
1646'da doğmuş 1686'da kırkyaşında vefat etmiştir. İlk izdivacımda; Damat üzün
Topal San Kenan Paşa ile bir yaşındayken yapmış, 11 sene, 4 ay, 25 gün süren
evliliğinde zifaf olmamıştır. Çünkü henüz onüç yaşındaydı o sırada. İkinci
evliliğini; Atike Sultan, Mostarlı Boşnak İsmail Paşa ile 1659'da yaptı. Bu
evliliği yedi sene sürdü ve kocasının 1666'daki vefatı üzerine dul kalmış
oldu. Vefatına kadar böyle yaşadığı bir izadivaç yaptığı görülmemiştir. Bican
Sultan hanımın ise; 1675'den sonra öldüğü tahmin edilmekte ve en az yirmiyedi
yaşında olması lâzım geldiği ileri sürülmektedir. Böylecede, Sultan İbrahim'in
kızlarıyla ilgili bilgilen nakletmiş olduk.
Sultan İbrahim'in,
oniki tane oğlunun dünya'ya geldiğini ve bunların hepsininde padişahlığının
başlamasıyla birlikte olduğunu hemen hatırlatalım.
Bunlar; sonradan 4.
Mehmed unvanıyla padişah olan şehzade Mehrned (Avcı) onun tahtdan
indirilmesiyle yerine, 2. Süleyman unvanıyla padişah olacak olan şehzade, onun
da yerine, Osmanlı tahtına 2. Ahmed unvanıyla çıkacak olan şehzade Ahmed'i
söyledikten sonra, Selim, Murad, Osman, Bayezid, Cihangirve babasının
vefatından daha doğrusu kat-lettirilmesinden altıay sonra doğan, şehzade Orhan
vede şehzade Süleyman, şehzade Ahmed ve yine bir ikinci şehzade Ahmed'den,
bahsetmek kabildir. Böylece; 12 erkek ev-laddan, üç tanesinin padişah olarak
Osmanlı tahtına çıktığı görülmüş ve Sultan İbrahim'e, Osmanlı devletinin 3.
kurucusu da denmiştir ahali tarafından.
Sultan Murad
zamanında; vakit vakit Ruslar Karadeniz üzerinden İstanbul Boğazına gelip,
Bebek civarına kadar, şa-yaklarıyla yâni altı düz nehir kayıklarıyla
saldırılarda bulunup, etrafa zarar verip, bilahirede çekilip gittikleri,
târihin kaydettiği hususattandır. Ancak bu durumda da çâre bulunmaya
çalışıldığını söylememiz gerekmektedir.
Hâttâ 20/temmuz/1624ide,
Boğazdan içeri giren baskıncı Ruslar, Sarıyer'le Yeniköy arasındaki bölgeyi,
bir hayli talan etmişlerdi. Bunların üzerine gönderilmeyi emir alan ve
Ha-liç'de bulunan Osmanlı savaş gemilerinin birkaçı Rusların üzerlerine doğru
gittiğinde, baskıncılar yakalanacağız korkusuyla firara başlamışlardı. Hatta
yine bir rivayete göre kazaklar ertesi günü tekrar boğaz bölgesine gelmişler
ve dönüşü sırasında, Osmanlı donanmasının yolunu şaşırtmak içinde Boğaz
fenerlerini yıkmışlardı. Yine; çeşitli kaynakların verdikleri, başka başka
bilgilere göre, ülkemiz sularında faaliyet de bulunan Kazak teknelerinin
miktarı hepsi de altı düz ve kürekli tekne olmak üzere, yüz adet civarındaydı.
Tarihçilerden İsmail Hami Danişmend Halic'in ağzındaki; meşhur savunma
zincirinin Karadeniz boğazına nakledildiğini yazmaktan kendini alamadığı
görülmüştür.
Kadırgalardan meydana
gelmiş olan Osmanlı donanması; Karaharman Burnu dolaylarında üçyüz elli adet
Ruslara ait şaykayla karşılaştı. Biraz rüzgar olsaydı, kadırgalara oranla biraz
daha az, denizci olan şaykalar, Osmanlı teknelerine hücuma geçemeyeceklerdi.
Deniz'in sakin olması şaykalara Osmanlı kadırgalarına saldırı şansı verdi.
Onyedi, onsekiz tane şaykayı kadırgalara yaptıkları rampa ve savaş da başarı
kazanmış görüyoruz. Allahdan muharebe sırasında birdenbire kuvvetli bir
fırtına çıkmasaydı, vaziyetimiz daha da fena
olabilirdi. Kuvvetli
rüzgardan yararlanan Osmanlı kadırgaları yediğine alabildiği şaykalardan 30
tanesini İstanbula getirebildi. Batan şaykalar sayısıda 172 adet idi.
Osmanlı donanması bu
hareketleri gerçekleştirirken, Garb ocakları filoları yâni Fas, Tunus,
Cezayir'deki Osmanlı gemileri, Atlas Okyanusunda Danimarka ve İzlanda sularına
kadar yükselmişler, bu okyanusun deniz yollarını, İngiliz ticaret gemilerine bile
kapamaya muvaffak olmuşlardı. 1631 yılında da, İrlanda'daki Baltimor limanına
saldırıp, burasını yağma etmişlerdi. Muhterem okurlarım görüldüğü gibi
yukarıdaki satırlar, 4. Murad dönemini ifade eden satırlardır. Sultan İbrahim'in
tahta geçtiğinde deniz hareketleri ve bilhassa Okyanuslardaki Osmanlı
donanması, hükmünü yürütebilecek kapasite vede başarı sağlayacak halde
olduğunu göstermektedir. Osmanlı devletinin, 4. Murad'dan sonra tahta geçen
Sultan İbrahim, ağabeyinin karada zaferlerle yürüyen bir ordu, denizlerdeyse
varlığını ispat eden bir donanma bırakmış olması hasebiyle, şanslı bir padişah
sayılmalıdır.
Selefi, böyle muntazam
bir yapı bırakmasaydı dönemi çok zor geçecekti. Osmanlı Rus ilişkilerine atfu
nazar ettiğimizde, Rus Çarlarının sıcak denizlere çıkabilmek hülyasıyla takip
ettikleri politika, savaş hâlini dâima ortaya koyuyordu. Eğitilmiş bir toplum
olmaya çalışırlarken Azak denizi istikametinde inkişaf ediyorlardı.
Portekiz'lilerin
Hindistana giden yolu bulmalarına karşılık, Ruslar da Hazar denizi üzerinden
Hindistan'a ulaşmaya yeltenmişler ve de bunu temin edecek şirketler kurma
yoluna gitmişlerdi. Ancak; İngiliz denizcilerinin, İspanyol donanmasını yok
edip sağlam bir deniz egemenliği kurması, İngiltere-nin artık Rusların Hindistan'a
ulaşmak politikalarını gözlemeye lüzum bırakmamıştı.
Böylelikle de
Osmanlı/Rusya ilişkilerinde, İngiliz tesiride hayli donuklaşıvermişti.
Osmanh/Rus ilişkileri, Rusların sınır üzerindeki müsİümanlara saldırı yoiunu seçmesi,
Bayezidi Velî zamanındaki Rus elçisinin kahkahalarla gülünecek kıyafetinin
üzerindende geçen zaman dilimi, daha yüzelli yılı bulmamış amma, hududu
Osmanî'yi tacize başlamıştı. Çok geçmeden ilk Osmanlı/Rus çatışması Azak
Kalesi üzerine gerçekleşti. Bu kale; Azak denizi vede Karadeniz arasında çok
öneme hâiz stratejik bir yerdi. Azak denizine akan nehirlerin, aynı zamanda
gemi nakliye yolu ve bu gemilerin ticaretin bel kemiğini teşkil etmesi vede
Orta Rusya ticareti bu nehirler ile hayat buluyordu. Ne varki; Azak kalesi bîr
kontrol mekanizması gibi, Osmanlı'nın elinde Rusya'y1 çıldırtacak gibi duruyordu.
Bir ara bahse konu kale Rusların eline geçmiş, bazı tarihçilerin Deli diye
anmayı adet edindikleri Sultan Ibra-him'se, bu kalenin ehemmiyetini idrâk
içinde olması ile kaleyi istirdat etmesi icâb ettiğine kanaat getirmişti. Bu
iş içinde Kaptanı Derya Siyavuş Paşa vazifelendirilmişti. Ancak; donanmanın bu
işe kâfi miktarda iktidarı olmadığı gibi kara askeri bakımından da kifayetsiz
bir kuvvet ile bu işe teşebbüs başarı vaad etmiyordu nitekimde öyle oldu.
Bölgenin hava şartları savaş sezonunun sona erdiğini ilân etmiş, Siyavuş Paşa
askerini alıp, İstanbul'a avdet etmişti. Azak Kalesini istirdadı kafasına
koyan padişah, 3/şubat/1642'de Sultanzâde, nâmıdiğer Semin Mehmed Paşayı serdar
tâyin etmiş, İstanbul'dan Azak üzerine sevk etmişti. Bir sultanhammın çocuğu
olan yeni kumandanın kalabalık bir askerle geleceğini tahmin eden Ruslar,
kaleyi savunma yerine çekilmeyi tercih ettiler. Böylece kalenin savaşmadan
Osmanlı'nın eline geçtiğine târihler şâhid oldu. Bu başarı Sultanzâde Mehmed
Paşanın, sadarete getirilmesine zemin hazırladı dersek pek doğru bir tesbit
yapmış oluruz. Bu istirdat gerçekleştiğinde, 1642 ilkbaharıydı.
Sultan İbrahim'in
şahsiyetiyle alakalı beyanımız esnasında, bu zat hakkında tarihçilerin münsif
yâni insafla bakmadıklarını yazmıştık. Halbuki bu padişahın sekiz yıl süren dönemindeki
en mühim deniz olaylarından biri, Girit Adası üzerine yapılan günümüzde
anfibik hareket diye adlandırılan fetih savaşıdır. 1645'de başlıyan bu hareket
1669'da sona erdiğinde kanlı ve bîr çok vakanın yaşandığı 24 sene geride bırakılmıştı.
Dalmaçyah Yusuf
Paşanın kaptanı deryalığıyla açılan savaş 24 sene sonra nihayetlendiğinde,
Osmanlı kuvvetlerinin yöneticisi Köprüiüzâde Fâzıl Ahmed Paşa aynı zamanda, veziriazam
olarak devletin iki numaraiısıydı. Girit Savaşı ile ilgili olarak; deniz
savaşları târihimizin kaynağını, zafernameler, hatıratlar ve gemilerin vukuat
defterleri teşkil etmekle beraber, Girit savaşıyla ilgili tek kaynak rahmetli
deniz tarihçisi, Ali Haydar Emir Alpagut'un olduğunu ifade eden merhum Amiral
Afif Büyüktuğrul'un Ali Haydar beyin 1916'da yayımladığı 'Târihi Bahri
Sayfalan" adli eski Türkçe ile yazılmış kitaptı demesinin ardından, değerli
çalışmasının 2. cildinin 101. sahifesinde Alman Tarihçilerden Ekkehart Eşkof
adlı zâtın Türk Târih Kurumunun tertiplediği Atatürk konferanslarında
"Denizcilik Târihînde Kandiye Muharebeleri" dizesiyle, Venedik
bilgilerini bize duyurmuştu, demekte.
Tarihçi; bu
konferanslarının ilkine şu sözle başlamış: "Biz; 22 yıl savaştık. . Hayır
deniz savaşı 22 yılda bitti. Aynı zamanda 22 yıl Kandiye Kalesini almak ve
vermemek için, bu kale etrafında kara muharebeleri ile geçti. Bundan ötürü muharebenin
adını da İtalyanlar "Kandiya Muharebesi" olarak tanımlıyorlar. Batılı
tarihçiler için, bu kadar uzun zaman alan savaşın önemi ikinci dereceyi
almaktadır diyor Dr. Eşkof.
Osmanlı devletiyle,
Venedik cumhuriyeti arasında cereyan eden kara ve deniz savaşları hakkında
değişik fakat ilgi çekici görüşler vardır demektedir. Bu dönemde Girit ve
Podol-va'nın alınması ve Ukrayna'nın Kazak böigesi üzerinde Os-manlı
egemenliğinin kurulmasını hatırlamak gerekir diyen Dr. Eşkof, ağır bir buhran
geçirmesi de bu dönemlerde yaşanırken, bu sıkıntıyı atlattıran Köprülü Mehmed
ve oğlu Köp-rülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa olduklarına işaretle beyanına devam
etmekte. Ara başlıkta kullandığımız manşete bağlı kalmak suretiylede olsa
sayfamızı, merhum Büyüktuğrul'un çaşmasınjn 2. cildinin, 102. sahifesinden şu
alıntıyla süslüyo-mz: ".Girit için asıl kara savaşına ait safha hemen iki
yılda bitmiştir. Kuzey'deki büyük kıyı şehri, Resmo ile yine kuzeyde ki
müstahkem Mirabeilo limanı ve güneydeki, Gira-petra fethedildikten sonra,
başşehir Kandiya ile Suda, Spi-nalonga ve Sittia'nın liman tabyaları
Venediklilerin elinde kalmıştı. Bundan sonra 22 yıl süren, savaş içinde
Kandi-ya'nin işgali, Dalmaçya'ya yapılan küçük çapta karşılıklı seferler ve
özelikle, büyük ve yaygın deniz seferleri yazılmaya değer olaylardır. İkinci
derecede, bir savaş alanı olan Dal-maçya'da bir deniz savası yürütülmektedir.
Çünkü Venedik Dalmaçya'si kapalı bir kara eyaleti deöildir. Daha çok ada-îar,
kaleler, tahkim edilmiş balıkçı köyleri, girişleri ve geçitleri setler ve tabyalarla
korunmuş, böylecede içerleri kapatılmış olan nehir vadileri ve özellikle, çok
iyi tahkim edilmiş, liman şehirlerinden ibaret bir savunma sistemi halindeydi.
Venedik donanması,
Osmanlı filolarının hücumlarına rağmen Adriyatik denizinde, bu sistemin en
Önemli noktalan arasında sürekli bağlantı sağlayarak üslere askerî kuvvetler,
topçular ve cephane taşımakta, işgal edilmiş kıyı bölgelerine limanlara yeni
kuvvetler çıkarmakta ve Osmanlıların deniz üslerine yapılacak baskınlara
katılmaktaydılar."
Venediklilerin
savunmasının izah edilmesinden sonra şöyle devam ediyor: "Girit Adası;
Doğu Akdeniz kıyılarında önemli bir rol oynamıştır. Orta Çag'da bu ada'ya
sahip olmak için savaş ile Doğu Akdenizde üstünlük sağlama mücadelesi adetâ
aynı anlama geliyordu. Ege denizinin girişine egemen bir durumda bulunan
adanın, başkenti İstanbul olan imparatorluk için ve bu imparatorluğa karşı,
girişilecek olasılık bir saldın için çok büyük bir önem taşıyacağı ortadadır.
Böylece Bizansla, Şam ve Bağdat halifeleri arasında Akdeniz güvenliği için
yürüyen mücadele, gerçekte bu ada için yapılan mücadele idi.
Ancak; çok sonraları
yeni çağda. İstanbul'a giden yol yerme CibraSta'dan Süveyş'e giden yolun dünya
denizcilik sisteminin mihveri olmasından sonradır ki, Yunanistan gibi küçük
bir devletin bu adayı almasına ve bu ada üzerinde egemenliğine tahammül imkânı
doğmuştur. Venedik, 1205 yı-hrtdâ Girit adasını almış ve böylelikle Ege ve
Doğuakdenizin /hatırı sayılır bir deniz egemenliği sağlamıştır. Osmanlı
imparatoluâu Girit'i aldıktan sonra Eqe denizide Karadeniz qibi adetâ bir Türk
denizi biçimine girdi. Fâtih Sultan Mehmed tarafından başlatılan Ege
denizindeki takım adaları, imparatorlunun hakimiyeti altına alma hareketi
tamamlan-dıöı zaman, bu böV dekt Venedik hakimiyetinin ve deniz si-yasetinin de
soraeİmiş oldu," Diyen Dr. Eşkof; "Osmanlı padişahının Mısır gitmekte
olan bir gemi konvoyuna Maİ-tah kadırgaların saldırısı gerçekleşince de devleti
âliye, 1565'de Malta üzerine büyük bir sefer yapmıştı ifadesiyle sözü, 30/nisan/1645'de
padişahın sarayının önünden bir resmi geçit haMnde Marmaraya yayılan donanmaya
getirir. Venedikli gözlemciler, Güney istikametine olan bu sefere nefeslerini
keserek bakıyorlardı.
Tinos ve Çuha
adalarına Kaptanlar ve gemiciler nezaket ziyaretlerini yaptıklarında, Kaptanı
Derya Yusuf Paşa'ya ada idarecileri, kahve, şeker ve erzak göndermek suretiyle
hürmetlerini yinelemiş oldular. Bu arada da Osmanlı donanması, Garb
ocaklarından gelecek filolarını beklemeye başlarken, Yusuf Paşa gemilerin
reislerine vazifelerini bildiren zarfları açmaları için emir verme zamanı
geldiğinin, kararını vermişti.
25/haziran/1645'de
Hanya kıyılarında Osmanlı gemileri göründüğünde yetmiş yıldır durmuş olan,
Osmanlı Venedik savaşı yine başlamış oldu. Bu haber; Venedik senatosuna
ulaştığında müzakereler başladı ve Papa'ya haber uçuruldu. Avrupanm o dönem
hatırı sayılır bütün ülkelerine Venedik Doçu mektuplar yazdı.
Osmanlı hücumunu,
Doç'un yazdığı mektuplarda başda Papalıkla yakın olan ispanya kralına, Fransa
Kraliçesi Avusturyalı Anna'ya ve Kardinal Mazarine anlatıldı. Otuz yıl savaşlarının
sonunu yaşayan avrupa devletleri, bu mektuplara pek önern vermemekle
geçiştirdiyse de Malta şövalyeleri, Napoli, Papalık, Floransa ve Cenova yardıma
koştular Bu kuvvetler Girit'e güç verirken Osmanlı donanması tersanelerinde
yapılan gemileriyle, donanmasına devamlı takviye alabildiğinden bu kadar geniş
düşmanda uzun yıllar savaşmayı başarması ve nihayetinde Ahrned Paşanın Ada'nın
tamamını fethe muvaffak olma& Sultan İbrahimle başlayan deniz hareketini
aralıksız savaşla götürebilmesi, 4. Mehmed devrinde tamamlanması devletin
devamlılığının en bariz göstergesidir.
Ancak; biz Girit
savaşının nihayetini 4. Mehmed'in devrinde deniz hareketlerine atfu nazar
ettiğimizde temasa gayre edeceğiz. Sultan İbrahim dönemi meşhur insanlardan
Nergis Mehmed Efendi, Karaçelebizâde Mahmud Efendi, ıslahat layihası sahibi
Koçi Bey, Kara Mustafa Paşa, Şeyhülislâm Yahya Efendi, Kemankeş Mustafa Paşa,
Piyale Paşa ve Siyavuş Paşalar gibi zevat zikre şayandır. Sultan İbrahim'in
Osmanlı devletini yönettiği dönemde, ülkelerini idare eden bazı bir numaralar
şunlardır: Almanya'da imparator 3. Ferdinand, İngiltere'de 1. Şar!, İran'da
Şah Safi ve Şah 2. Abbas, Papa-lık'da 8. Urban, 10. İnnosan, Rusya'da imparator
unvanı altında 3. Misel, 1. Aleksi, Fransa'da 13. Lui, 14. Luiler biribirini
takip ettiler.