Deli Hüseyin Paşa Ve Girid Ahvali .
Dış Politikada Davranışlarımız
Seyfiye İlmiye'nin İhanetine Uğruyor
Avusturya Seferine Girişin Hikâyesi
Süleyman Paşa Ve Budın'ın Düşmesi
4. Mehmed Devri Deniz Hareketleri
4. Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları
4. Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları
Esfarı Osmaniye Hatıraları 1073/16621075/1664 Seferinin Vakai Esasiyesi
San Gotard'da Osmanlı Ordusu
San Gotar Savaşında Galib Gelememenin Esas Sebebi
San Gotar Savaşı Hakkında Bazı Osmanlı Tarihçilerinin Verdikleri Malumat
Sen Gotar Savaşi Hakkındaki Kararlar
Sen Gotar Savaşından Sonra Ördü Harekâtı Ve Sulh
İki Taraf Ordularının Başkumandanlarının Biyografileri
Babası: Sultan İbrahim
Han
Annesi: Turhan Hatice
Sultan
Doğum Tarihi: 1642
Vefat Tarihi: 1693
Saltanat Müd.:
1648-1687
Türbesi:
İstanbul'dadır.
Sultan İbrahim'in ilk
erkek evlâdı oldu dediğimiz zaman, Ahmet Refik Altınay merhum'un ifadesi olan
"Osmanlı horozu öttü" sözlerini satırlarımızı süslemekde
kullanmıştık. Şimdi de başka bir ilmin gereği olan ve târih düşmede kullanılan
ebced hesabına uygun söylenen bir beyiti kayda lüzum gördük. H. 1051/m. 1642'de
doğan şehzade Mehmed İçin, Şâni'nin inşa buyurduğu beyit: "Nurdur geldi
Mehemmed sulbi İbrahim'den" böylece yeni doğmuş şehzadenin dünya'ya geliş
tarihi belirlenmişti ayrıca adı da, Mehmed olmuştu. Ancak şehzâde'nin adının
Mehmed olmasından evvel bir isim macerası vardirki; bu devrin en önemli
kaynaklarından biri olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi bu hususta cilt 1, sh.
188'de aynen şöyle söylemekte: "Yıldız ve cifirilminde <Ibrahim Hân
oğlu Yusuf adında bir padişah dünya'ya gelecek. Yusuf Peygamber gibi güzelliğe
mâlik ve bahtı açık bir hükümdar olacak. Doğuya ve batı'ya korku salacak...
Venedik, Nemçe (Avusturya) Leh, Çek, Rus yâni Moskof diyarlarını harab edip,
Yusuf meziyetli çalışkan bir padişah olacak!> yolunda bütün cifir bilginleri
hüküm çıkarmışlardır. Allah'ın hikmeti-de, bu Mehmed hân henüz annesinin
karnında iken babası İbrahim Hân: "Eğer bir erkek evlâdım olursa, müjde
edenden başka ilk olarak kimi görürsem ve kime rast gelirsem evlâdıma onun
ismini korum" şeklinde söz demiş idi. Doğum sabahı sabah namazında
padişahın yanına gelen kızlar ağası şehzade Mehmed'in doğduğunu müjdeleyince,
padişahın karşısında Hünkâr İmamı Yusuf efendi oturmaktadır.
Bunun üzerine Sultan
İbrahim Cenabı Hakk'a şükreder ve: "Yarabbi ben sözümdeyim. Haberi aldığımda
karşıma ilk çıkan zatın adını oğluma vereceğim demiştim. Yüce Mevlâm benim
karşıma mübarek bir insanı, bir âlimi çıkarttı" dedikten sonra secdei
şükrana kapanmıştır. Yeni doğmuş şehzadenin kulağına Ezanı Muhammedi'yi Hünkâr
İmamı Yusuf efendi okudu. Daha sonra sarayın mensupları belki de, Osmanlı
devletinin ikinci kurucusu sayılmakta olan 1. Mehmed Çelebi'ye atıf için,
hanedana yeniden doğuşu sağlayan şehzadeyi Mehmed olarak isimlendirmek istemiş
olabilirler. Yoksa; kulağına ezan ile okunan ilk isim Yusuf olmuştur. Padişah
etraftan gelen bu istekleri ve yukarıda tahminimize muvafık hususa i'tiraz
etmeyi uygun görmemiş olabilir.
Bu şehzadenin doğduğu
gece, bir zelzele vukubulduğu gibi, yeniçerilerin kışlasında bulunan baruthane
tutuşmuş idi. Müneccimler bu olayları kötü talih olarak yorumlamişlarsada 51
yıllık ömrünün 39 yılını taht'ta geçirdi ve hayatını da kaybetmeden taht'tan
indirildi. Bu yönüyle bu kehanet yerine oturmuş sayılmaz. Ülke içinse, zaman
zaman parlayan Osmanlının kılıcı netice olarak hesaplandığında, tevakkuf yâni
tam bir duraklama manzarası gösterir. Ancak; Girid Adasının kafi fethini
budevrin padişahı gerçekleştirmiştir. Öte taraftan yedi yaşındayken geçmiş
olduğu Osmanlı tahtında kalma müddeti bakımındanda Kanuni'den sonra ikinci gelmektedir,
padişah 4. Mehmed (Avcı) hazretleri. Vefat târihi İse, h. 1102/m. 1693'tür.
Evliya Çelebi, padişahın çocukluğunu şöyle tarif eder: "Tahta çıktığında,
yedi yaşında gayet zayıf ve ince yapılı bir çocuktu. Fakat son derece aklı
başında, olgun ve zeki idi. Çelebi; Sultan Mehmed'i yirmi yaşlan döneminde
şöyle tarif ediyor: "Boyu babası gibi uzundu ve belden aŞağı kısmıda
uzundu, etli pazuları, elleri ise aslan pençesine benzerdi. Kaşlarının arası
açık, güzel görünen bir yüze sahipti- Gözler elâ renkteydi, nurlu bir siması
vardı. Çok iyi bir bibiydi. Ava çıkmaktan pek hoşlanır ve bunu savaş tatbikatı
sayardı. Sultan Mehmed biraz büyüdükten sonra kendinden küçük kardeşleriyle
birlikte padişahlık imamı Şâmi Yusuf efendi önünde eğitime başlamıştır. Bu
derslerin en önemli bölümünü din ve diyanetinide öğrenmesi teşkil etmiştir.
Çok geçmeden vefat
eden Yusuf efendi'den sonra, derslere yine Şâmi Hüseyin efendi gelmeğe
başlamıştır. Babası Sultan İbrahim'in 1058/1648 tarihinde tahttan indirilmesi
üzerine, onun yerine geçmiştir. Her tahta çıkan padişahın ödeme zorunda olduğu
culüs bahşişini hazinenin ödemesi mümkün görülmediğinden, sadrazam Sofu Mevlevi
Mehmed Paşa, öldürdükleri padişahın, verdiği nimetlerden-bir hayli faydalandığı
bilinen Cinci Hoca diye tanınan Hüseyin efendiden temin etme yoluna gitti.
Cinci Hüseyin Hoca'dan ikiyüz kese talebinde bulunan sadrazama, kaimpederi
Karaçelebi-zâde Mahmud efendiye olan, onun sayesinde baskıya maruz kalmam ham
hayaline kapıldı. Ne varki; sadnazama param yok demesi, sadece servetini değil,
kellesininde gitmesine sebeb olmuştu.
Beri taraftan tahta
geçmiş buiunan 4. Mehmed, yaşının küçüklüğü göz önüne alındığında işleri tam
manasıyla yürütmediği aşikârdır. Annesi Turhan Valide Sultan hem tecrübesiz,
hem de kaimvâlidesİ, Kösem Mahpeyker Valide Sul-tan'ında önüne geçebilmeyi
sağlayabilecek ne bilgi ve tecrübeye ne de, lâzım gelecek teşkilâta sahipti.
Dolaysıyla Kösem Valide Sultan, devletin idaresini ellerine almıştı. Aslında
başarılı sayılmalıydı bana göre tarihin sayfalarına nazar ettiğimizde,
vezirleriyle evlenerek yeni hanedanlar zuhuruna yarayan sebebleri, ortaya
seren vâlidesultan ve kraliçeler ile doludur dünya tarihi.
Ancak bu yapı Osmanlı
düşünce dünyasında asla yer almamıştır. Evet Kösem Valide Sultan çeşitli
siyasi oyunlarla devlet gemisini yürütmeyi başarmıştır. Çok geçmeden Kö-em ile
Turhan Valideler arasında zuhur eden yönetme mekanizmasını ele-geçirme
rekabeti çok kanlı neticelere varan İsyanlara, saray içinde kötü ve şen'i
tuzaklara teşebbüslerin, meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. İslâm anlayışı
için-Je. devletin Atabeyi pozisyonuna geldiğini zanneden doksanlık sadrıazam,
Kösem Vâlide'nin padişah vâsisi olarak dillendirdiği emirleri yerine
getirmediği gibi, yaygın hastalıklardan olan rüşveti ise hiç kaldıramamıştı.
Eğer hayatlarına kast edilen padişahların izalesinde vazife alan zevat arasında
da kolay kolay yatağında Ölene pek rastlanmaz. Her biri takip altında tutularak
en ufak bir yanlışında padişahın katli ile alakalandırılır, canını elden
yitirirdi. Tarihin derinliklerinde rastlanılan malumattandır ki; Sultan
İbrahim'in katlinde faaliyet gösteren yetmiş kişinin adının listeye
alındığını, Nâima Tarihinde 4. cildinin 387. sahifesinde görmek kabildir. Yeni
Camii Ayaklanması Memleketin idaresinde
görülen zafiyet, pek net şekilde ortadaydı. Padişah küçük, sadrazam yaşlı ve
devlet idaresini çevirebilecek kıratta olmayıp, zaman zaman ülkenin en akıllı
insanlarından biri olduğunu göstermiş bulunan Kösem Valide Sultanın emirleri
bu sofu sadrazama zor geliyor ve yerine getirilmiyor idi.
Dolaysıyla icraat pek
sesli ve değişik tarzda ahalinin kaderine hükmetmekteydi. Yine bu sırada,
idaresizliğin ve eski antlaşmazlıkların gündeme gelmesinden dolayı yeniçeri ile
sipahiler ve içoğlanları denilen iki askerî güç arasında, adına Yeni Camii
ayaklanması denilen kanlı mücadeleler çıktı. Yeniçerilerin başında bulunan
Koca Musluhiddin Ağa'nın idaresindeki yeniçeriler galib gelmeyi başardılar. Bu
arada sadrazam; Cinci Hüseyin Hoca'nın evine yaptırmış olduğu baskında eline
geçirdiği 150 bin kuruşluk çil altınlarla rahatça cülus bahşişini ödemişti.
Sipahiler nereden estiği bilinmeyen bir rüzgar sayesinde orada burada
"Sultan İbrahim'i hangi fetvayla katlettiniz?" şeklinde hesap
sormaya başlamıştı. Hemen arkasından katletme işinde görev alanların,
kellelerinin ismen istendiği sipahi askerinin ağzından çıkıvermişti. Tabii ki
bu listenin birinci ismi ihtiyar sadrazamdı. Adının kellesi istenenler arasında
birinciliği aldığını görünce, sağda solda toplananlar üzerine yeniçerileri
göndermekte beis görmedi. Ne varki; husule gelen çatışmalar şehrin sokaklarında
pek kanlı şekilde gerçekleşirken, günlerce sürmekteydi. Yukarıda da
söylediğimiz bu kıtalin sonunda yeniçeri başarı sağlamışsa da, bir canavar
icadına sebeb olunmuştu. Sadrazamı memnun etmenin verdiği şımarıklığın nerelere
varacağı çok geçmeden kendini gösterdi. Yeniçeri, bir zamanlar devletin en
Önemli savaş makinesi olan bu zümre, kahredici silahını kendi insanına
çevirmiş, fırın, han ve hamam basmakta insanlara ve servetlere büyük zararlar
vermekteydi.
Girid'e gönderilen
donanmamız Foça Önlerinde Venedik kuvvetleriyle savaşa tutuştu. Ne çare ki bu
savaştan yenik çıkan biz olduk. H. 1057/m. 1649 senesinde İstanbul'da ikamet
eden Venedik elçisi Giovanni Soranzo, bu savaşta mağlubiyetimize sebeb olacak
haberleri, Venedik Düka'sına ulaştırdığı tesbit edilmiş. Hemen tevkif edilerek
Rumelihisar zindanına tıkıldı. Bu işin diğer bir tarafı da sadrazama piyango
çarptırdı. Ancak bu piyango yüz güldürecek değil, yüzünü buruşturacak sonuca
taşıdı sadrıazamı.
Azledilen Mehmed
Paşanın yerine Girid kahramanları arasında temayüz etmiş olan zevattan Kara
Murad Ağa yeniçeri ağalığından vezaretiuzma makamına nasbedildi. Devlet gemisi
öyle çeşitli yaralar almıştıki, gelen sadrazam şaşkınlıki r içinde görevinin
sona erdiğini görüyordu. Kara Murad âadan sonra Melek Ahmed Paşa onu takiben
Siyavuş Paşa, onun arkasından Gürcü Mehmed Paşa onun da arkasından Tarhoncu
Mehmed Paşa mevkii sadarete getirildi. Voynuk Ahmed Paşa bu sıralar da
Çanakkale boğazını kapatmış bulunan Venedik donanmasının karşısına 70 parça
gemimizle çıkıverdi.
üzün müddet boğaz
dışına donanmamız burnunun ucunu çıkaramamaktaydı. Voynuk Paşanın bunların
üzerine saldırısı hepsini şaşkına çevirdi. Çareyi bu azimkar donanmanın önünden
kaçmada buldular. Voynuk Ahmed Paşanın rotası Foça üstüne idi. Yolda Giacopo dö
Riva komutasında Venedik filosu donanmamıza saldırdı. Gemide istihdam edilen
yeniçeri askeri adetâ seyirci kaldı. Deniz savaşlarına alışık olmamaları
onları seyirciye yaptı. Voynuk Paşa; düşmana saldırma metodunu seçerek çarpışa
çarpışa Foça limanından çıkabilmeyi başardı. Girid'in üstüne gelmekte olan
Tunus ve Mısır gemileriyle birlikte Girit'e uzandılar, üzün zamandır yardım
bekleyen Girit'teki kuvvetlerimize taze kuvvet ile cephanede yetiştirmiş
oldular.
Sultan Mehmed Voynuk
Paşanın çektiği sıkıntıyı eski sad-nazam Mehmed Paşa'nın ihmaline yorarak
idamını emretti. Böylece Sultan İbrahim'in katillerinden biri öldürülmüş, listeden
bir kişi eksilmiş oluyordu. Biz yine Voynuk Ahmed Paşa ve arkadaşlarının,
Girid'e vâsıl olup ordaki mücahidleri nasıl güçlendirdiklerini anlatmaya
çalışalım. Fakat bu vakaya geçmeden önce yukarıda adı geçen, Ali Haydar Emir
Alpa-gut'un: "Târihi Bahri Sayfaları" adlı eserde Girid'deki Venedikli
komutan bütün hristiyan ülkelerine başvurarak şöyle bir manifesto yollamıştı
"Girid Adası, hristiyanlann Osmanlı denizlerini kontrol etmesine yarayan
son adaşıdır. Osmanlı devleti, bu ada'yı alacak olursa denizler kanalıyla daha
çok beslenecek ve büyüyecektir, korkunç bir hâle gelecektir. Deniz satveti,
büyük olan bir devleti karada yenmek güçtür. Aman bize yardım edin. Girid
Adasını savunmak, yalnız Venediklilerin değil, tekmil hristiyanlık âleminin,
en önemli meselesidir.
"İşte bu
manifesto bir çağrı görevi yapmış, Sultan İbrahim dönemi içinde kaydettiğimiz
Girid faslında yardımlardan bu yardımı da yapanların gayretinden bahsetmiştik.
Merhum amiral Büyüktuğrul, Osmanlı devlet ricalinin Girit savaşına sadece
askerî çerçeveden bakıyorlardı tesbitini yaptıktan sonra bu kanaatleri Osmanlı
devletinin târihi boyunca böyle devam etti. Bu yüzden de devlet Önce denizlerde
çöktü ve karada çöküşümüzü hazırladı demekten kendini alamamıştır. Şunu da
hemen ilâve edelim ki, serilik arzeden olayların dâim olarak, bir evvelki
harekâtların, hedefleriyle ve bu hedeflerin maksada uygun olarak ele geçirilip
geçirilmemesiyle büyük alakası vardır.
Girid muhasaramız da,
bu ölçünün içine giren vakaların belki de başda gelenidir. Şimdi biz Girid ile
alakalı dokümantasyon yaparsak bu tezimizi doğrulama şansı yakalayabiliriz.
Târihler;
7/nisan/1646'yı gösterdiğinde, Amiral Tomasso Morosini emrindeki Venedik
donanmasıyla Bozcaadayı mu-hasaya aldı. Kaptanı Derya Semin Mehmed Paşa;
dirayetli bir komutanı olan Küçük Hüseyin Paşayı Morosini'nin üstüne Bozcaadaya
sevk etdi o da pek kısa zamanda Bozcadaya çıkan işgalcileri denize dökerek
Çanakkaleye avdet etdi. Morosini, bu mağlubiyete rağmen gemilerini Çanakkale
boğazı önüne dikti. Girid'e yardım götüreceğini istihbar ettiği gemilerin
böylece yolunu kesmiş oluyordu ve nitekim, Çanakka-leden çıkan gemilerimiz,
Morosini kuvvetleri ile karşılaştı. Bir saat süren muharebe sonunda Osmanlı
gemileri Girid .. r:ne suda kaymağa
muvaffak olurlarken, Morosini'de bü-kuvvetleriyle Suda limanına gelip
demirledi. Bozcaada Canakkalede yok edilemeyen düşman donanması şimdi Girid'de
belâ olmaktaydı.
Tecrübeli kumandanlar
ve bilhassa Cezayirli Cafer Ağa, Suda liman ve kalesinin alınması burasını da
bir askeri üs yapmak gerektiği konusunda beyanda bulunupda Kapdanı Derya Semin
Mehmed Paşayı ikna etmişlerdi. Fakat 11/12 ağustos gecesinde bu zâtın vukubulan
vefatı, istekleri geri bıraktırdığı gibi boşalan makama gelen Küçük Hüseyin
Paşa, Suda hakkındaki tavsiyeleri ve selefinin aldığı karan, tatbike muvafık
bulmadı. Muhasarayı; Resmo kalesine kaydırdı. Böylece Suda limanı üzerinden
Girid müdafiileri devamlı yardım alma şansı buldular. Aslında Küçük Hüseyin
Paşa; azimkar, yiğit bir şahsiyet olmasına rağmen Suda limanı işini değerlendirmede
ki hatası, Girid Adası gailesinin uzamasının en mühim sebebini teşkil etmiştir.
Merhum amiral
Büyüktuğrul; kıymetli çalışmasında şu dersi almalıyız diye bir mütalaa ileri
sürmektedir ki, biz sahi-femizin bu ifadeyle süslenmesini arzu ettik:
"Toplum olarak millet ve özellikle devlet yöneticileri deniz sorunlarını
ve bu sorunların savaş üzerindeki etkilerini bilmezlerse savaş başladıktan
sonra denizcilerin, onları bir kaç savaş meclisinde inandırmaları olağan
olamamaktadır. Genel olarak konuşmak gerekirse Girid Savaşı sırasında, Osmanlı
devletinin yönetici makamlarında deniz sorunlarını iyi bilen devlet adamları
yer almış olsalardı; ya da deniz sorunlarını yada deniz kuvvetlerini savaşa
hazırlama ve savaşta yönetme sorumluluğu, denizci derya kaptanlarına
verilseydi, Girid Adasını almak için yapılan harekât bu kadar uzun sürmeyecek;
savaş harcamalanda bu
kadar büyük olmayacak; bu kadar kan dökülmeyecekti.." Suda Limanı ve
kalesinin, bir Osmanlı üssü haline getirilmemesi hakkında önce şu malumatı da
ilâve edelim sonra da Tarihçi İsmail Hami Danişmend merhumla, Ali Haydar Emir
Alpagut'un bu konuya dâir beyanlarını okurlarımıza sunalım. Suda limanını
işgalden vazgeçme kararı, en ağır sonucunu hemen o yıl gösterdi. Çıkan büyük
bir fırtına Kara Mustafa kumandasındaki Osmanlı donanmasını önüne kattığı
gibi, Eğriboz Adasına kadar sürükledi. Fırtına gemilerimizi perişan edip hayli
hasara uğratmasına sebebiyet verirken, Kapdanı Derya Kara Mustafa Paşa, bir
Venedik kalyonu ile tutuştuğu savaşda şehid oldu. İsmail Hami Bey; "Küçük
Hüseyin Paşanın Suda limanını şundan dolayı muhasaradan vazgeçmiş. Daha doğrusu
yapılan muhasarayı kaldırmıştı: Deniz üzerindeki yalın bir kaya biçiminden
ötürü Suda limanını kuşatmayı uygun görememişti. Özellikle düşman da gece
saatlerinde, ada'ya takviye kuvvetleri ve cephane getirebilmekteydi."
Demekte. Afi Haydar Emir Bey ise;
"Resmo Kalesi
Suda'dan daha zayıf bir tahkimata sahip değildi. Kalenin dış duvarlanda onbin
evlik bir duvara sahipti. Hendek, kazık, siper ve bataryalardan kurulu çok
kuvvetli bir savunma örgütü vardı. Kale içinde, 10 bin muntazam, 30 binde milis
askeri vardı" Demekte. Ali Haydar Beyin izahında bir anormal taraf yok.
Fakat Danişmend'in
beyanında, ipe sapa gelir bir şey görülmüyor. Kayalıkmışda almamışda, düşman
geceleri takviye yapıyormuş, yahu sırf düşmanın takviye yapmasını önlemek
için evvelâ o hattı kesmek icâb eder, bu sebeble oraya muhasarayı koymamak
ihanet derecede bir iştir.
Danişmend her zamanki
gibi gayri ciddi beyanları savurup esmiş. 1647 senesinde donanmamız, maalesef
yetersiz kapdam deryaların emrine veriliyor, İstanbul'da tersane gemi imâlinde
haylice yavaşlarken, tamirlerde pek güzel yapılamaz olmuştu. Düşmanın ise ilk
işi memnun olmadıkları Mo-rosini'yi vazifeden almaları gerçekleştirilmiş,
yerine Marino Kapello diye birini getirerek komuta heyetinde yenilik denemek
isterlerken, bu Kapello oluverdi.
Yerine Amiral Batista
Grimani adlı birini getirdiler bu adam bütün hesabını donanmalarını Çanakkale
önüne yığıp, büyük gemilerin verdiği avantajla, donanmamızın boğazdan çıkışta
yolunu kesme üzerine yapmıştı.
Ayrıca Çeşme ve
Eğriboz önlerine göndereceği seyyar filolarla ablukayı daha geniş sahaya açma
yolunu planlamıştı. Bu plân kendi hesaplarına göre iyi bir plân olmakla beraber
Grimani gemilerini toplayıp yola çıkıp, hedefine gelene kadar hayli zaman
israf etdi. Bu zamanı da değerlendiremeyen Kapdanı Derya tâyin olunmuş,
Defterdar Mustafa Paşa oldu. Zâten Defterdarın kaptanı derya olduğu ülkenin
denizciliği o kadar olur. Bakın haksızmıyız!
Mustafa Paşa; Girid
Adasına ikmal götürmekte muvaffak olmak için yapacağı, Çanakkale'den çıkıp,
Girid'e doğru rotayı kırmakdı. Ama o bakın ne yaptı: Eğriboza gelip burada
bulunan gemi ve adamları alıp Girid'e gideceğine Eğriboz'a uğramayı bırakıp,
Sakız Adasına yollandı. Maksadı oradaki gemi ve kara askerini alıpda gitmekti.
Ancak karşısına bir Venedik filosunun çıktığını uzaktan görünce tekrar Eğriboz
üzerine dönerek yola düzüldü. Ne varki Eğriboz yakınlarında da, karşısında
beliren filo düşmanın başka bir filosuydu. Ne Sakız, ne de Eğriboz önündeki
filolarla çarpışmayan Defterdar, bari İstanbul'da yüklediklerimi Ada'ya
ulaştırayım düşüncesiyle, Girid'in üstüne dümen kırdı.
CJfukta Osmanlı
gemilerinin direklerini gören asakiri Osmaniye ümid içinde, gemilerin
gelmesine kucaklarını açtılar.
Gelenlerin takviye
değil adetâ düşmandan kaça kaça gelebilmiş çerezlerdi. Küçük Hüseyin Paşa,
Defterdar Mustafa Paşayı öyle bir haşlamıştı ki, bu muamele Defterdar'da Mora
kıyılarını varıp, oradan Rumeli askerini alıp geleyim düşüncesine götürmüştü.
Eğriboz'da toplanmış
Rumeli askerinin, kara yoluyla Ana-poli'ye götürülmesini kendisinin onları
oradan alacağını bildirdi fakatya bu bilgiyi haber alan Venedikliler veya
tahmin etmek suretiyie olacak, gemilerini hızla Anapoli sahiline göndermek
yolunu seçtiler. Bu bakımdan Mustafa Paşa bu nakliyatı gerçekleştirme fırsatı
bulamazken, Venedikli bir grup gemi, Çeşme limanına baskın yapmış ve bir hayli
Osmanlı ticaret gemisini ihrak yâni yakmaya muvaffak olmuşlardı.
Tabii bu haber çocuk
padişahın kulağına vardığında, Defterdar Mustafa Paşa artık kapdanı derya
değil sayıldı Fazlul-iah Paşa bu vazifeye getirilerek Anapoli'dekİ kuvvetleri
ve ikmal malzemesini Girid'e taşıma İşi de ona verilmişti. Defterdar Mustafa
Paşa, doğruca yeni kapdanı deryanın emrine amade olmak üzere yanına gitdi.
Böylecede donanma kuvvetlenmişti. Sakız Adasına gitdiler lazım geleni aldılar.
28/eylül/1647'de Girid'e gelip, mücahidleri sevindirerek biraz rahatladılar.
1648 senesi; Girid savaşı açısından düşman üzerinde Osmanlı baskısının
azaldığı, çünkü ada'ya ikmâl ve değiştirme birliği ulaştırma bakımından yavaş
hareket edildiği kanaatini düşündürüyordu. Kandiya kalesinde savunmacı
hristiyanlar, çıkış harekâtı yapıyorlar fakat her seferinde Serdar Küçük
Hüseyin Paşada bunların dersini bir güzel veriyordu. Küçük Hüseyin Paşa, bu
çıkışları bir güzel savuşturmayı başarırken, İstanbul'a gönderdiği haberlerde
acil ve kuvvetli yardım talebi yapıyordu.
Öte taraftan da,
Kandiya kalesinin fethini temin etmek için ele geçirerek nisbeten rahatlamış
olduğu Resmo kalesinden silah yardımı ve bunun yanında ordaki toplan, kara
yoluyla nakil edip de Kandiya önüne getirme çabasını başlatmıştı. rSâkil işini
hayli zorluklarla mücadele ederek gerçekleştiriyorlardı. Fakat başardıklarında
ise Kandiya'nın fethi mukadderdi.
Venedikliler ise;
İstanbul'dan gelecek yardıma geçit vermemeyi temin için, bütün gemilerini
Çanakkale önlerine ve kademeli olarak muhtemel yayılma alanlarına doğru devriye
gezdirmekteydiler. Bu sırada ise; Amâoğlu Mehmed Paşa diye biri ortaya
çıkarak, kapdanı derya olma kulisini başlatmış ve buna da muvaffakiyetle
ulaşmıştı. Donanmayı Hümayun, 1648 yılına yeni bir kaptanı derya ile girmişti.
Venedik donanması
Çanakkale önlerinde Osmanlı gemilerinin açık denize çıkmalarını önlemek gayesi
ile devriye gezerken çıkan bir fırtına Psara ada'ları civarında bunları yakaladığında
perişan etmiş ve yirmisekiz gemisini deniz adetâ yuttuğu gibi kumandanları
Batışta Grimani'de ölüm çukurunda kalanlardan oldu. Bu Osmanlıların istifade
edebileceği büyük bir fırsattı. Kendini toparlamaya çalışan düşman donanması,
Girid'e lâzım gelen yardımı ve askeri yetiştirmek için gemilerimiz yanlarından
bile geçse haydi uğurlar olsun demekten başka bir şey yapamazdı. Ne çâreki;
bizimkilerin bu fırtınadan haberleri olup, olmadığı, şüphelidir! Çünkü;
düşmanın başına gelen fırtına hasarının haberini alsalardı, hızlı hareket eder
onlar kendini bir düzene sokana kadar üstlerine giderler, denizin darbesi
üstüne leventlerin sil'esi de eklenirdi. Fırtına da Ölen Grimani'nin yerine de
başka Morisi-ni tâyin edilmiş ve bu amiral, filosunu toparlayarak Venediklilerin
diğer bir filosu vede amirali Ciakomo Ramo ile birleşti, birlikte kuvvetli bir
büyük filo teşkil edip, yine Çanakkale Önlerine dikildiler. Amâoğlu (Kör oğlu
mânasına gelir) Mehmed ^aşa, Çanakkale boğazında bekleyen Venediklileri görünce
usulca tam tornistan
eleyip, boğazdan içeriye kıvnlıverdi. Bu davranışı duyan İstanbul ahalisi, çok
kızdı. Bu kızgınlık ancak, Amâoğlu'nun idamı ile giderildiğinde târihler,
1648/ha-ziranmın/18. gününü işaret ediyordu. Tabii işaret edelimki bunların
oluşu sırasında Sultan İbrahim henüz tahtında otu-ruyor ve sıkıntılı günleri
çoktan başlamıştı.
Tersanelerimizde
yukarıdaki ara başlıkta sorduğumuz sonun cevabı bir türlü verilemiyordu.
Akıllı biri çıkıpda koskoca Osmanlı devletisiniz. İkisindende yapınız. Ne
çabuk muttunuz? İnebahtıda yakılan donanmamız için büyük vezir Sokullu Mehmed
Paşa ne demişti? Ol devlet öyle bir devlet-tirki halatlarım ibrişimden,
yelkenlerini atlastan, lengerlerini aümüşten yapar! Oturup, kalyonda yapın,
kadırga da, hâttâ mavna'da neyiniz eksikki? Şeklinde bir diskur çekseydi,.
Kalyon imalini İsteyenlerin, kafalarını taktıkları husus, Kalyonlar savaş
esnasında rüzgârın tesirinden istifade ederek, kadırgaların üzerine süzülüp,
onları çiğnemekteler. Bundan dolayı bu avantajı biz de kullanalım
demekteydiler. Kadırga imâlini istiyenler ise, Hazreti Barboros'u vede onun
kadırgalarla nice düşman kalyonlarını perişan edip, denizlerin hâkimi mutlakı
olmasına misal olarak bakıyorlardı. Sanki denize tek lâzım olan gemi
üstünlüğüymüş gibi.. Hazreti Barboros'u düşündüğümüz zaman karşımıza çıkan
adetâ bîr insanüstü-lüktü. Preveze Savaşı esnasında, gösterdiği kerameti merhum
amiralin kendi hatıratı ifade ediyor. 1649/1656 yıllan arasında Girid savaşı,
donanmamızın ademi kifayeti yüzünden bir türlü zafere ulaşamamış, hâttâ Ada'da
vazife yapan Serdar Küçük Hüseyin Paşa, kara kuvvetleri bilgiler ve şecaati,
gözü karalığı olmasaydı değil Girid'i fethetmek, kötü bir mağlubiyete duçar
olabilirdik. Amiral Afif Büyüktuğrul, değerli eserinde Çanakkale'de Boğaz
Muhafızlığı komutanlığı ihdas edilmesini, denizcilik de geriye dönerek,
Yıldırım Baye-zıd devrine avdet etmiş olduk. Çünkü o sıralarda Boğaz muhafızlığı
makamı vardı. Demek suretiyle duraklama dönemine, denizcilikte ki gerileme ile
girdiğimizi işaret etmekte. İhdas olunan Çanakkale boğaz muhafızlığına Derviş
Mehmed Paşa getirildi ve bu zat da hemen Kirte Tepe'ye dört tane top
yerleştirmek sureti ile Venedik gemilerini topa tutup, Morto Koyunu ve Karanlık
limandan kovmayı başarmak, donanmanın boğazdan çıkışına yol bulmaktı maksadı.
Doğrusu bu tedbir işe
yaladı. Donanma toplarınında, Kirte Tepeden yapılan atışlar, Venedik gemilerini
önce şaşkına sonrada kendilerini Beşike'ye çekmeye mecbur kıldı. Bu arada da
Venedik donanma komutanı mürd oldu. Voynuk Ahmed Paşa; boğazdan çıkıp Girid'e
muvassalat etmeğe girişti. Yolda karşısına Venedik donanması çıktı, kesin
netice alıcı bir savaşa girmekten imtina eden Voynuk Paşa, işinin mutlaka
Girid'e yardımı ulaştırmak olduğunun şuuru içindeydi. Sakız Adasında Anadolu
askeri Girid'e takviye kuvvet olarak gitmek üzere hayli zamandır
beklemekteydi..
Bu arada nasıl bir
emir geldiyse! Veya hangi sebebe müstenit olarak Voynuk Ahmed Paşa, Girİd
yerine Foça üzerine dümen kırdı. Halbuki kalesi Venediklilerin elindeydi. Eğer
Foça'ya girilmek istenirse, giriş yolu üzerindeki bu kaleden açılacak ateşe
düşman donanması da karşıdan ateş açtığında bizim gemiler iki ateş arasında
kalacaktı. Voynuk Ahmed Paşa yanında bulunan Cezayir ve Trablusgarb
Beylerbeylerini ve filolarını Midilli'ye sevk etmişti. Ondan sonra Foça limanına
girmişti. Çok geçmediki Venedik donanması geldi, yatmakta olan filomuzu bastı.
Kale komutanı da toplarını üstümüze tevcih edip, gülleleri savurmaya başladı.
Kapdanı Derya Voynuk Paşa, hemen düşman gemisine rampa ederek boğaz boğaza
savaşa koyuldu. Diğer gemilerimiz ve içlerinde bulunan yeniçeri askeri,
kaptanların hamlelerine, bizim cenkle işimiz yoktur demek suretiyle hem savaşa
katılmadılar, hem de kaptanları yardıma bırakmadılar. Bu olay üzerine
İstanbul'da sadaret değişimi oluyor, Kara Murad Ağa vezare-tiuzma makamına
irtika ediyordu. Padişah olsun, ricali dev-I t olsun, Kapdanı Derya makamına
bir denizciyi getirmenin lüzumuna inandılar nasılsa!
Bıyıklı Mustafa Paşa
Girid adasındaki donanma ile İstan-bula gelmek üzere yola çıkmışken Kapdanı
Deryalığa atanan uaydarağaoğlu Mehmed Paşa, iki kadırga ile İstanbul'dan, Girid
ada'sına doğru yola çıkmıştı. Takvimler 15/mart/1650 senesini gösterirken, işi
denizcilik ve deniz ticareti olan Venedik yirmi kalyon, sekiz kadırga ile
Çanakkale boğazını tekrar ablukaya almaya başladı. Ancak gerek Abdurrahman Paşanın
boğaz muhafızlığında Kepez ve Soğanlıtepede mevzilen-dirdiği toplar, düşmanı
boğaz civarından uzak durmaya mecbur kıldığı gibi ablukayı hayli boğaza uzak
sularda yapmaya zorluyordu.
Haydarağaoğlu Mehmed
Paşa; Girid'e yardım götürmek için harekete geçtiyse de, yeniçerilerin
muhalefetiyle karşılaştı. Truva kıyılarına giderek oradan bulabildiği yardım
malzemesini alıp Girid üstüne uzandı. 18/şubat/1651'de buraya 157 yeniçeri
neferi, bir miktar para ve eşya getirebildi. Küçük Hüseyin Paşa; İstanbul'a
yaptığı şikâyetin sonucu olarak, kapdanı deryanın tebeddülünü sağladı ve
Hüsameddin-beyoğlu Ali Paşa makama getirilmişti.
Denizcilikten gelen bu
zat, padişaha kalyon yapılması hususunda, ısrarda bulunmaktaydı. Kış olmasına
rağmen 18 kadırga ile Girid adasına dörtbin asker taşımağa muvaffak °ldu.
13/haziran/1651'de de Girid'e o güne kadar getirilmiş Yardımların en büyüğünü
getirdiğinde 30 kalyon, 38 kadırga ve 6 mavnadan müteşekkil bir donanmaydı
emrinde olan.
Ali Paşa; Çanakkale
Boğazı dışındaki yaptığı keşif sayesinde düşmanın Anadolu ve Rumeli sahilinde
mevzilenmiş toplar yüzünden ablukalarını, pek sıkı ve teşkilatlı şekilde
kapamamış olduklarını tesbit etdi. Bu vaziyet karşısında pek burnaz bir tuzak
hazırlama cihetine gitdi. Filosunu aldığı gibi hayli güney istikametinde
uzaklaşacak, bu sırada Venedik filosu Çanakkaleyi abluka için, sahile nisbeten
yaklaşınca, gerek yerleştirilmiş toplar gerekse, güney istikametinde uzaklaşmış
filo, hızla bu gemilerin üstüne gelecek, akıbet Venedik donanması iki ateşarasında
kalacaktı. Bu sırada Kara Murad Paşa; Küçük Hüseyin Paşanın yerine Serdar Tâyin
edilmişti ki, donanmanın başında olduğu halde, Çanakale'ye gelmişti. Ali Paşa,
kaymış olduğu güney sularında Mısır'dan dönmekte olan onbeş adetlik filoyla
birleşmiş ve kuvvetin ehemmiyeti artmıştı. Kara Murasd Paşa; başında olduğu
donanmanın tanziminde de kalyonları birinci hafta, mavnalar ikinci hat'tı
teşkil ederken kadırgalar ise üçüncü hatta dizildiler.
Kara Murad Paşa
baştarde denilen gemiden, daha hızlı ve kolay manevra yapabilen, gemilerin
arasında kolaylıkla ge-zebilen bir kadırgaya geçmiş böylece de emir ve komuta
mevkiini bir mânada da gizlemiş oluyordu ve de, düşmanı böylece adamakıllı
şaşırtmayı başarmış oluyordu. Nihayet; 16/mayıs/1654 senesinde, altı saat süren
bir savaş meydana geldi Venedik donanmasıyla. Düşman donanmasında gemi sayısı
büyük sınıftan olmak şartıyla 26 gemi idi. Başlarında Venedik donanmasının
kıymete hâizlerinin arasında mümtaz bir mevkii olan Amiral Giuseppe Delfino
komuta ediyorken, yardımcı subayları ise savşlarda pişmiş kişilerdi. Demir atmış
olarak beklemekte olan Venedik filosu, amiralin taktiğine göre donanmayı
hümayun'un iyice yaklaşmasını temin İçin hareketsiz duracak, yeterli mesafeye
gelindiğinde, demir alma yerine demirleri kesmek suretiyle hemen saldırıya geçerek,
avlarını fena bir şekilde bozguna uğratmayı kuruyordu, üstelik lodos rüzgârı
bunları ümitlendirmekteydi. Bizim gemilerin görüldüğünde tasavvur ettiği gibi
bir müddet beklemede kalan Amiral Delfino, vaktin geldiğini göz önüne alarak,
26 gemisine aynı anda demir kestirip, ilk hattında Ami-
23 Fransesko Morissini ve emrinde 8 kalyon
olduğu halde 'den Murad Paşanın üzerine yürüdüler. İlk top sesleri du-Iduöunda,
savaşın kanlı geçeceğini hissetmemek kabil de-"'ldi Topların ağzından çıkan mermiler,
küpeştelerde pathaemilerin çeşitli yerlerinde de rahneler açıyordu. Bu ağır
hasar verici bir mücadele olarak görüldüğünden, İki tarafda gözüne kestirdiği
düşman gemisine rampa yapmak suretiyle savaşı sürdürme eğilimine girdiği,
saffı harbin sıralarında bir gayrimuntazamlık görünmeye başlamıştı. Meydan
muharebelerinde önce iki mübarizin yâni, dövüşçünün çıkması suretiyle ve
onların aldığı neticenin muhasımlar indinde meydana getirdiği moral tesirin,
zaman zaman savaşın neticesini gösteren âmil olduğu, harb menakiblerini anlatan
eserlerde rastlanan malumattandır. İşte bu misâlin üzere, Venedik kalyonu Akila
Doro İsimli gemi, bizin Emîr Reisin saldırısına mâruz kalarak, bizim rampa
etmemize mâni olamamıştı. Kılıç, kılıca, göğüs göğüse amansız bir cenk
Do-ro'da cereyan etdi. Emîr Kaptan plânlı ve programlı olarak, leventlerinin
bazılarını, düşman gemisini endaht ettirmekle, yâni patlatmak üzere
görevlendirdiğinden vaktin geldiği işaretini alınca büyük bir ustalıkla kalyonunu
Akillo Doro'dan, büyük bir maharet ve hızla ayırmaya muvaffak oldu. Düşman
gemisinde bir tek yiğidini de, bırakmamak suretiyle işi başarması birlikte
mücadele yıllarının verdiği tecrübeyi kuvveden fiile çıkarma olarak kabul
edilmelidir. Gemimizin düşman kalyonunun yanından ayrılmasının hemen peşinden
öylesine bir infilakla sarsıldıki, sulara gömülmesi dakikalar ile °lqülebilir
kısalıkta oldu. Amiral Morosini, sularda boğulma-niakla meşgulken
leventlerimiz; onu bu zor mücadeleden nalas edip, gemilerine çektiler. Yine bir
başka kalyon kapta-nın"iız İskenderiyeli Mehmed Reis'in gemisi, ürsula
Bona enture adlı Venedik kalyonuna rampa etmiş, Emîr Reis'in rampasında meydana
gelenler bu rampada da yaşanarak, Bona Venture'de Morosini'nin Akillo Doro'nun
akıbetine uğradı. Çok geçmediki Trablusgarb'dan gelen gemilerimiz bir Venedik
kalyonunu esir etmeyi başardılar. Bütün bunlar olurken; güney istikametinde
uzaklaşma taktiğinden hareketle, Ali Paşa yanında Mısırdan gelen filo ile
birlikte kıyametin adetâ koptuğunun resmi olan, muharebenin yapıldığı sulara
doğru hızla kaydı ve Venedik gemilerinin, diğer bordaları üzerine yüklenmeğe
başladı.
Plân tutmuş, düşman
iki ateşarasında tutulmuştu. Venediklilerin San Giorgi adlı kalyonu kumanda
forsunu taşımakta olup, daha önce batmış gemilerden kurtardıklanyla hayli
kalabalıklaşmıştı. Bunların hesabı Osmanlı Donanmasının amiral gemisini
yakalamak ve donanmayı mağlubiyete duçar etmekti. Halbuki Kapdanı Derya Kara
Murad Paşa, denizci olmamakla beraber, önce cesur bir insan idi. Peşinden
tecrübeye büyük saygı duyan anlayışa sahipti. Reislerin söylediklerini yabana
atmıyor, icabında onların tavsiyelerini, bir cengâver olarak daha da mükemmel
eştiren ilâvelere aklı eriyordu.
Bu sebebden dolayı,
kendisi amiral gemisinde olmayıp, daha hareketli bir kadırgada bulunuyordu.
Buna rağmen Murad Paşa gemilerin çoğunu, amiral gemisine sataşanlara
göndermişti. San Giorgio üstüne gelen gemileri görünce yanındaki kadırgalardan
ayrılıpda kurtulma yolunu aramaya başladı. Ancak çıkan dalgalar hasar gören bu
geminin direklerinin kırılmış olması, dümen mekanizması ise komuta dinlemez
bir arızaya girdiğinden, hem gemilere komuta edemez hâle düşmüştü hem de,
başının çâresine bakma vaziyetine gelmişti.
içindeki muharipler,
Osmanlıya esir düşmektense, ölümü seçmişlerdi. Bu bakımdan San Giorgio kaçamak
dövüşüyordu iyi bir su yolu bulup, firara bakıyordu. Kendisine takılan qemiler
beş taneydi ve Güney cihetinden, savaş sularına gel-rnİş bulunan Ali Paşa,
bunların üzerine rota tutturdu. Bu beş nemiden her biriyle savaştı. Onların
birini sakatladı, birini zaptetti. Bir diğerini batırdı, bir kalyon aldığı
yaralar yüzünden kendikendine battı.
San Giorgio ise bu
kadar gemi batıra batıra gelmeye çalışan Ali Paşanın elinden kurtuldu. Kapdanı
Derya Murad Paşa, düşmanın geri kalan bütün gemilerini yok etmek gayesiyle
takip altına aldı. Fakat çıkan pek büyük bir fırtına donanmamıza bunları
yakalama imkânı bırakmadığı gibi fırtına, herkesin kendi başının çâresine
bakması gerektiğini hatırlatır azametteydi. Fırtına sonrasındada Kara Murad
Paşa; Foça limanına uğradı.
Orada işe yarar ne
bulduysa gemilere yükleyip, ver elini Girid dedi. Girid'e vusulünde gazilerin
sevinci görülecek manzaraydı. Kara Murad Paşa; sadnazam olarak nasb edildiğinden
kapdanı deryalık Zurnazen Mustafa Paşaya tevcih olundu. Tabii bu zâtında
denizci olmadığını söylemeye gerek yok herhalde. Bu Paşa; Kara Murad Paşa gibi
yapmak istediyse de, meşverete önem verip deniz üstadlarına değer vermekle
beraber cesareti medeniyesini Kara Murad Paşa seviyesinde tutamadığından, bir
çok işi yarım bırakıyordu. Düşmanla çarpışıyor. Onları zor duruma
düşürüyorsada, bitirici saldırıyı yapmaya cesareti kâfi gelmiyordu. Girid
Adasına yardım götürme yerine İstanbul'a avdet etmeyi tercihi görevinin
elinden gitmesine sebeb oldu.
29/mart/1656'da vazife
Halep Valisi Mustafa Paşaya verildi. Bu Paşa, daha tersaneyi gezerken işin
kendine uygun olmadığını gördü ve en kısa zamanda da 1656 mayıs ayının 4. günü
Mısır'a vali olarak kendini tâyin ettirmenin yolunu buldu. Amiral Büyüktuğrul
merhum, bu adamı târih, Kaçak Mustafa Paşa diye andığını, değerli eserinde
zikretmekten kendini alamamış. Muhterem okurlarım; Yılmaz Öztuna Bey; Osmanlı
kapdanı deryalarının vazife alma listesinde, 71. kapdanı derya olarak eski
sadrıazamlardan Kara Murad Paşa'yi zikreder ve 1 l/mayıs/1655'de yine sadarete
yükselmesiyle son bulduğunu yazar. Akabindeki kapdanı derya olarak Telli
Mustafa Paşa olup, bu 72. olarak vazife alan zât'ın, görev süresi ongun sürer
ki; Büyüktuğrul âmiralim'in bahsettiği, Kaçak Mustafa Paşa olarak anılan bu
Paşa olmalıdır -73. Kapdanı derya olarak, daha sonra sadnazamlığa da
getirilecek olan Zurnazen Mustafa Paşa'nin geldiği görülürki, bu zâtın
21/mayıs/1655'de aldığı görevide, 10 ay, 10 gün son-ra30/mart/1656'da bırakmış
görüyoruz.
74. kapdanı derya
olarakda listede 30/mart/1656'da vazife alıp, 1 ay, 15 gün sonra,
4/mayıs/1656'da makamı, Topal Sarı Kenan Paşa'ya devreden Kara Mustafa Paşa'ya
rastlıyoruz. Görüldüğü gibi deniz devleti olması gereken Osmanlı devletinin
birbiri ardına ve umumiyyetle denizcilikden yetişmemiş kişilerin idaresine
verilmesi, acaibü'l garaibdendir desek yeridir.
Halbuki; Girid gibi
bir mühim tabii üssün fethine teşebbüs etniş gücün ihtiyacının deniz kuvvetleri
olduğu aşikârdır pek teessüf olunmalıdır ki; bu durum, asla ihmal götürmez bir
ehemmiyetle ele alınmalıydı, ne varki öyle olmadığı apaçık ortada! 75. Kapdanı
derya olarak iş başı yapan, Topal Sarı Kenan Paşa, Girid Adasına 30 kalyon, 10
mavna, 40 kadırga, 20 beylik gemisi, ayrıca gemilere bindirilmiş hayli sayıda
kara askeriyle yola çıktı. Güçlü bir görüntü sergileyen donanmayı hümayun
teçhizat bakımından hayli eksik halde idi. Tam tersine Venedik gemileri,
denizci milletin gerektirdiği güç ve zindelikte idi. Lazzaro Mocenigo, Antonio
Barbaro, Pi-
Contar, Guiseppe
Morisini gibi amiraller görevleri başın-bilmem kaçıncı defa leventlerimizin
karşısına çıkıyorlardı. Bizim gibi zırt pırt kumandanı değiştirme yoluna
gitmiyor-ı rdı Venedik donanması dediğimize bakmayın bu deniz kuvvetlerine
bunlar buz gibi haçlı donanması olup, bu seferinde de Malta şövalyelerini de
aralarına almışlardı. 26/hazi-ran/1656'da Çanakkale önlerinde iki donanma
karşılaştığında düşmanımızın gemileri, Morto Koyundan, Karanlık Limana kadar
olan deniz sathında bir hilâl görüntüsü içinde saf tutmuştu. Lazzaro Mocenigo
ortada yer tutarken, Barbaro ve Contari'yi yanlarda görüyoruz. Morisini arka
safı, Malta Şö-valyeleriyle birlikte teşkil etmişleridi.
Eski savaşlarda
yaptığımız gibi, kalyonlarımız ön safta mavnalar ortada, kadırgalarımız ise, en
arka safta dizilmişlerdi. Gemilerin idaresi denizcilerde olmakla beraber,
harekâtı askeriye yeniçeri ve kara askerlerine bırakılmış olduğundan, emir ve
komuta zinciri bir parçadan da öte karışıklık içindeydi.
Nitekim; böyle olmanın
mahzuru az sonra kendini göster-rneye başladı. Savaşı göze alan iki donanmanın,
hedeflerinin ne olduğuna bakacak olursak, haçlılar donanmamızı Çanakkale
boğazından Ege'ye çıkartmamak dolaysıyla hem ticaret yollarını Osmanlı talan
harekâtından muhafaza etmek hem de Girid'deki hristiyan savunmasına güç katmak
için, Osmanlı askerinin her çeşit takviye almasını önlemekti.
Bizimkilerin ise;
Girid'e gidip, yardım ulaştırarak fethin bir gun önce tamamlanmasını temin
etmekti. Savaş; uzak mesafeden yapılan top atışlarıyla başladı. Rüzgâr düşman
do-nanması üzerine yelken dolduracak şekilde esmeye başladı.
Durum hava ve deniz
avantajı bakımından rakibimize gülüyordu. Önceki savaşlar esnasında, boğazın
rumeli ve anado-lu sahiline yerleşmiş topların, düşmanın ftöğazın içine kadar
girmesine engel teşkil edemediği görüldü. Bu kadar zaman geçmesine rağmen
topların caydırıcı olamamasının cevabı henüz bulunmadı üçyüzelli küsur yıldan
beri..
Maalesef Kenan Paşanın
komutasındaki donanmamız, Gi-rid'le ilgili deniz savaşlarının hiçbirinde bu
seferkinde olduğu kadar perişan olmamıştı. En büyük düşman ise,
gemilerimiz-deki yeniçeri oldu. Bunlar deniz alışkanlığı olmadıklarından,
gemilerin ya savaş alanından kaçmasına yahut baştan kara edip, sahile çıkmaya
zorladıklarından, mağlubiyete duçar olduk. Başarı gösterebilen gemilerimiz, ya
içinde kara askeri olmayan veya reise bıçağını çekmeyenlerin bulunduğu gemiler
oldu.
Bu savaşın kaybının en
feci tarafı, Çanakkale önierine pek uzak olmayan Midilli'yi Venediklilerin ele
geçirmesi yanında Bozcaada'da aynı akıbete uğramıştı. Allah'dan haçlılar, bu
fırsatı değerlendirme hususunda kısır kaldılar. İstanbul üstüne boğazdan
süzülseler idi, İstanbul'un işi hayli tehlikeye binerdi. Mektep kitaplarında
denize bakan surların, düşmana heybetli görünmesi için badana yapılması,
alınacak ilk tedbir arasında sayılmıştı. Neyse ki; Köprülüler devrinin
başlamasına az kalmıştı. Girid'in devamını o safhada okuyacağız.
Bu eserin yazıldığı
sırada yâni 1980'lerden sonra başlık yaptığımız Bulgurlu, artık İstanbulumuzun
meskûn mahalleri arasında yer aldığından bundan böyle bu bölgede yerleşen
İnsanların bulundukları arazinin hiç değilse 1650'li yıllarda kjr meydan
savaşına şâhid olduğunu bilmeleri için ayrı bir Önem atfettik bu açıklamadan
sonra gelelim vakayı anlatmaya:
"Daha önceki
satırlarımızda sipahilerin ve içoğlanların, yeniçerilerle yaptıkları
mücadelede pek feci şekilde kırıldıklarını anlatmıştık Bu vakanın adının
Sultanahmed Vakası adı ol-duğunuda hatırlattıktan sonra bu olayın üzerinden
geçen dönem içinde sipahi askerine yapılan bu, katliam Anadolu'da büyük bir
üzüntü husule getirmişti. Gürcü Nebii ve Katırcıoğ-lu yanına topladığı
seksenbin nefer eşliğinde isyan etti.
Hedef olarak
İstanbul'u seçti ve yürüyüşe geçti. Üsküdar'a gelene kadar elli kadar büyük
yerleşim merkezlerini yağmaladı. Ahalisine eziyetleri tahammül edilmez
derecelere vardı. Nihayet, İstanbul'un Anadolu yakasında bulunan Bulgurlu ve
Çamlıca yakınlarında, ordugâhlarını kurdular. Saraya gönderdikleri
dileklerinde yetmiş kişinin idamını ve Halep valiliğini isteyen Gürcü Nebii,
bu talebleri yerine getirilmediği takdirde savaşın kaçınılmaz olduğunu
bildirdi. Tabii ki hiçbir devlet böyle bir tehdid karşısında kaldığında ne
yapar bilemeyiz amma, İslâm ahlakıyla mücehhez bir devleti temsil eden
Osmanoğulları devleti, anlayacağı tek dil, kılıç teklifine karşı kılıcını
gösterecekti.
Onlar da öyle
yaptılar. Devleti âliyye; Defterdarzâde Meh-med Paşa komutasında hazırlanan
birlikler teşkil edildi. Bu birliklerin sayısı hiçde Gürcü Nebii'nin
kuvvetlerinin sayısından az değildi. Çamlıca eteklerinde karşılaşan iki ordu,
birbirine kılıç sallamaya başladıklarında kardeş kavgasını başlatmış
oluyorlardı, böylece de, müslümanlar kardeştir nazmı ilâhisini yine mü'min
kimseler ihlâle tevessül etmişlerdi. Çarpışmalar pek kanlı şekilde sürmekte
iken Murad Paşa devlet askerine yardıma yetişti. Zaferin padişahın askerinde
kalmasına yetti bu yardım.
İsyancılar ümidleri
kalmayınca her biri bir tarafa dağıldılar. Dört saat süren savaşın nihayetinde
meydan her iki müslü-man gurubun ölü ve yaralıları ile dolmuştu. Pek
enterasan-dırki; isyancılarla yapılacak savaşı, o dönem İstanbul ahalisi,
yapılacak bir müsabakayı temaşa edecekmiş gibi pikniğe çıkarcasına arabalara
doldurdukları aile efradları ve yiyecekleri, içecekleri ile birlikte meydana
gelecek çarpışmaların rahatça görülebileceği alanları doldurduğu görüldü.
Neyazık değilmi?
Müslümanlar birbirini
kırarken böyle bigâne olmak ne kadar acı! Dini mübin'in istikametinde bir
devlet olan Devleti âliye'ye isyan edenler, dinen doğru olmayan davranışa imza
atmışlardır. Bunların cezalandırılması elbette devlet olmanın gereğidir.
Sükunet, isyancıları tesirsiz hâle getirmenin peşinden gerçekleşeceğinden,
önce bunları yenmek lâzımdır. Bu vakada görülen odurki; isyancı güçler
Anadolunun büyük bir kısmını ezerek gelip geçmişler, devletin merkezinin
kapısına dayanmışlardı. Artık burada devlete sahip çıkmayan zihniyetin,
asilere dur diyecek meziyet karşısında hiçbir ehemmiyeti olamaz. Biz; asırlar
sonrasında Çamlıca eteklerinde aynı milletin evlâdlarının, birbirini
boğazlamasını seyredenleri de asla tasvib etmiyoruz. Yalnız suda âyân oluyorki,
her devirde <ya-şasin! Kim? O daha belli değil zihniyeti geçerliymiş.
Neyse; biz Bulgurluda
isyancıların mağlup olup, dağılmalarının ardından padişah ordusunun
kışlalarına çekildiğini bildirerek bu vakaya noktaya koyalım.
Görüldüğü gibi Padişah
küçük yaşta olduğu için Kösem Valide Sultan bir nevi vâsi gibi ülke yönetiminde
rol oynamakla beraber, dinimizin ve işlerin muhtacı mecburiyyet kıldığı,
istişareye baş vurduğu mutlaktır. Tabii bu istişare ve icra heyetini teşkil
edenlerin arasında sadrazamın yeri, her halde bir numarayı gerektirir.
Kaptanı Derya,
Yeniçeri Ağası, Reis'ül Küttab, yâni hariciye nâzın ve Nişancı, Defterdar gibi
kimseler bu istişare ve icra mekanizmasının uzuvları idi. Bilindiği gibi
Sultan 4. Meh-med devri çok inişli çıkışlı bir dönem olduğu gibi ayrıca pek-de
uzun bir zaman dilimini 44 yıl gibi bir bölümü kapsar. Şimdi bu uzun dönemde
padişahdan sonraki adam olan sad-nazamların ad ve vazifede kalış müddetlerine
birde akıbetlerine sırasıyla atfu nazar eyleyelim: 4. Mehmed'in Sadrıazam-ları
Mevlevi Sofu Koca Mehmed Paşa; 4. Mehmed'in sadaret makamında bulduğu
sadrazamdır. Bunu görevinde ipka etmiştir. 1648 yılında Sultan İbrahim'in son
günlerinde isyancılar tarafından sadnazam tâyin olunmuştur. Sultan İbrahim bir
çıkış yolu olarak kabullenmiştir. Yukarıda yazdığımız veçhile padişahın
cellâtları arasında yer almış olan Sofu Mehmed Paşa, makamı sadaretten
1649/mayısında azledilmiştir. Daha sonra boğdurulmuştur. Boşalan makama 1650
senesinin 8. ayına kadar sürecek 1. sadaretiyle Kara Murad Paşa getirilmiştir.
Bu sadaret süresi 14 buçuk ay sürmüş, yerine 4. Murad'ın damadı Kaya
Sultanhanımın kocası olan Melek Ah-rned Paşa gelmiş bunun dönemi de, bir seneyi
bir kaç gün geçene kadar sürmüştür.
Yine damadlardan olan
Sîyavuş Paşa 1651 senesi 8. ayında sadrıazam oldu. Ancak bu süre 45 günü ya
buldu ya bulmadı! Siyavuş Paşanın bu kısa sadareti peşinden, nöbetin Gürcü
Mehmed Paşaya geldiği görüldüki Haziran/20/1652 Gürcü Paşanın sadaretinin bitiş
tarihi oldu. Bunun dönemide dokuz ayı aşmadı. Tarhuncu Ahmed Paşa da, 9 ay 1 günlük
sadaretine iş başıyaptı. Koltuğu boşalttığında tarihler, 21/mart/1653'ü
göstermekteydi. Derviş Mehmed Paşa; Sultan 4. Mehmed'in 7. sadrazamı oldu.
Ancak sadaret müddeti, 1 sene, 7 ay, 1 hafta sürebildi. 8. sadrazamda bir
damad idi ve adı tbşir Mustafa Paşa idi. Sadareti 6 buçukay sonunda nihayet
buldu. Mayıs/1 1/1655'de, Kara Murad Paşa 3ay/9gün sürecek 2. sadaretine
getirildi. Damad Süleyman Paşa; Kara Murad Paşanın 2. sadaretinden sonra
19/ağus-tos/1655'de sadrazam yapıldı. Bunun müddeti de, 6 ay, 10 günde
tamamlandı. Efsane adamların arasında pek önemli yeri bulunan Deli Hüseyin
Paşanın, sadareti, tam 6 ay sürdü. Bitiş tarihi, 5/mart/1656 oldu.
Peşine yapılan tayinle
Zurnazen Mehmed Paşa Osmanlı tarihinin en az makamda kalan sadnazamı oldu. Bu
sadaret, tam 4 buçuk saat sürmüştü. Aynı gün yapılan diğer bir tâyinle; 1 ay
22 gün sürecek sadaretine 2. defa olmak üzere damad Siyavuş Paşa getirildi.
26/nisan/1656 tarihi Boynu-eğri Mehmed Paşanın sadarete tâyin gününü teşkil
etti. Bu zâtın sadareti de, 4 ay 19 gün devam ederek, 15/ey-lül/1656'dan,
30/ekim/1661'e kadar sürecek 5 sene, 1 ay, 15 günlük veziriazamlar arasında
mümtaz bir mevkii olan Köprülü Mehmed Paşanın sadareti, 4. Mehmed'in 15. sadrazamı
olarak gerçekleşti. Yine uzun bir sadaret dönemin; kapsayan Köprülüzâde Fazıl
Ahmed Paşanın sadrazamlığı 3/ka-sım/1676'ya kadar 15 sene, 4 gün sürdüğünü
görüyor ve Sultan 4. Mehmed'in 16. sadrazamını idrak etmişiz ve aynı zamanda
ilmiyeden gelen, Fazıl Ahmed Paşanın sadaretini; Osmanlılığın ömrüne bereket
katan dönemlerden saysak yeridir.
ecr i zâtın vefatı
üzerine, bu aileye damad olmuş ve bu aile-etiştirilmiş bulunan Merzifonlu Kara
Mustafa Paşa, kaim-"" derinin yerine sadaret makamına oturmuş ve 7
sene, 1 12 aünsüren ve 15/aralık/1683'de biten sadaret boğularak öldürülmesini
de getirmişti. 2. Viyana kuşatmasının aynı zamanda serdanydıve burda ademi
muvaffakiyet, hayatının onunu getirirken, Osmanlı devleti de, duraklama devrini
belkide bu yıl tamamlamış oluyordu bir bakıma!
Kara İbrahim Paşa'nın
sadareti; idam edilmiş bir sadrazamın peşinden gelmiş 15/arahk/1683'de
başlayıpda, 2 sene 4 qün devam ettikten sonra, 18/arahk/1685'de sonuçlanmıştır.
Bu zatın arkasından Boşnak Aynacı Sarı Süleyman Paşa sadrıâli olmuş ve 1 sene,
9 ay, 6 gün sonra sadaretten infisal ettiğinde tarih 23/eylül/1687'yi
göstermekteydi. Abaza Siyavuş Paşa, Köprülü Mehmed Paşanın diğer bir damadı
olup, 5 ay, 9 gün süren sadaretinden 2/mart/1688'de 4. Mehmed'in 20. sadrazamı
olarak ayrılmıştır.
4. Mehmed'e son
sadrazamlığını bu zat yapmıştır. Böylece tahta geçmiş olduğu
8/ağustos/1648'den, 8/kasım/1687 tarihine kadar tahtı Osmanide geçen müddeti
39 sene, 3 ay, 1 gündü ve bu uzun sayılan saltanatında yukarıda yazdığımız 20
sadrıazamla çalışmıştır.
Bu vaka; Osmanlı
tarihinin en kanlı olaylarından birini teşkil eder. 4. Mehmed'in 8. sadrazamı,
Damad İbşir Mustafa Paşa döneminde vukubulmuştur. 1654/arahk ayında sadarete
getirilince hemen kendine has, sert ve kan dökücü idaresi sadece ahali
tarafından değil mesai arkadaşları sayılan her bakamdaki devlet ricali
tarafından endişe içinde takip olunmakta, hiç kimse hayatından, malından ve
işinden emin olmaz duruma gelmişti. Korkuyla ömrün geçmeyeceğini idrak eden
bazı fedakâr kimse, başlarında dolaşan bu zalim, zâlim olduğu kadar adaletsiz
idare yapmış olduğu zulmün zirvesine çıkınca, zevali de başlamıştı. Sosyoloji
ilmi, târih gerçekleri içinde hüküm olarak bizim söylediğimizin dışına düşecek
bir hüküm vermemiştir. Bu anlayışa ve uygulamaya karşı çıkacak kimseler
beklenmekteydi ve bekleme fazla gecikmedi. Damad İbşir Mustafa Paşa, mührü
alalı daha altı ayın doğmasına az bir zaman kalmıştı ki, yeniçerilerin bir
yerden etkilendikleri görüldü. Şimdi bu insanın içini dışına çıkartan
davranışların sergilendiği bu vakayı, Ali Sabri beyin 1910 yılında kaleme
aldığı lise talebelerine mahsus "Osmanlı Tarihi" adlı eserin 422.
sahifesinden sadeleştİrerek sunmaya çalışalım: "Bizde bir kötülük
hissedildiğinde akla gelen birinci eylem hemencik, makamı sadarette bulunan
şahsın değiştirilmesi işlemine girişilir. 4. Mehmed devri bu tarz sadaret değişiminde
belki en çok rastlanılan devir dense pek yanlış olmaz. Vakai Vakvakiyenin
husule geldiği dönem olan 1655 senesi/nisan sonlan İbşir Mustafa Paşa'nın
sadrazamlığı dönemine rastlarki, bu zat 4. Mehmed'in yedi yıl içinde çalıştığı
8. sadnazamiydı. Yapmakta olduğu pek sert hükümet sürmeye ilaveten, paranın
mâkul ayarında yapılan eksiltmeler, diğer bir deyimlede zuyuf akçanın piyasaya
sürülmesi, maaşların pek geç ödenmesi, Girid'de savaşmakta olan askerimize
yardım ulaştırılamadığından orada aç kalmalarına sebebiyet vermek eklenince
tabiiki hemen yukarıda söylediğimiz klâsik tedbir olan sadrıazam ve kadrosunun
tasfiyesi ameliyesine teşebbüs olundu.
Bu durumdan şikâyetçi
olan asker, esnaf ve ahali gönderdikleri bir dilekçe ile vaziyetin müsebbibi
gördükleri, devletin ileri gelenlerinden otuz kişinin adını verdiler. Bunların
kelleleri düşürüldümü işlerin düzeleceğini ileri sürdüler. Padişah bu |istedende
npcenleri istemeye istemeye vermek
mecburıyerstede şunlar vardı: Darüssadeağası, Valide başağasi, ValideSultan nedimlerinden bir kaç kişi ile
bunnımları gibi kimselerdi. Bu insanlara uygulanan ınfaz-onr Sultanahmed
meydanında bulunan çınar ağaçlanıldılar. Efsaneye göre; insandan meyve veren
bir ağacın olan Vakvakiye ağacınında bu
vakaya ad olduğu görül-a" " Yukarıdan beri padişahın sık sık sadrazam
değiştirdiğini belirtiyor ancak bunun sebeblerine temas ederken ağaların
"dareye bir organizasyon dahilinde te'sir ettiğinden dem vurmadık. Bahse
konu ağaların başlıcalan arasında; Bektaş Ağa, Murad Ağa ile Muslihiddin Ağa ve
Kara Çavuş Mustafa Ağa, Kâhya bey, adıyla anılan Mustafa Çelebi'ki Kul Kâhyalık
mevkiinde bulunarak, neredeyse fiilen padişahlık yapacak kerteye gelmişti.
Bunlardan Bektaş Ağa, bir yeniçeri neferiyken, sistemin gereği terakki etmiş,
yeniçeri ağası olmuştu. Bu makam olduktan sonra büyük vilâyetlere, kubbealtı
vezirliklerine, kaptanı deryalığa terfi etmeği yakalamak mümkün hâle gelirdi.
İşte Bektaş'ı bu makamlardan hiç birine tâlib olmayan kimse olarak görüyor,
sadece eski bir yeniçeri, adetâ yeniçeri şeyhi olarak kalmayı, ancak maaşını
Paşa seviyesinden alma şartıyla tercih etmişti. Bektaş Ağa'nın; yukarıda
saydığımız makamlara eğilim göstermiyerek, mev-cud haliyle kalmasının esas
sebebi, Muslihiddin Ağa'nın yeniçeri ocağında elde ettiği tesiri ve kuvveti
dengelemeye dönüktü.
Muslihiddin Ağa Sultan
4. Murad'in iltifatlarına nail olmuş,
ıst'şare erbabı olarak
kabul edilmiş bulunduğu içinde bütün
yeniçeri arasında görüşleri
pek önem arz eden kimseydi. Ye-
'Çerilerin bir çoğu,
terakki edip vilâyetlere kaptanı derya'lı-
ga gotiklerinden,
başkent İstanbul'da kalmayı tercih etmekte
olan Muslihiddin Ağa
burada en eskiliği pek güzel kullanarak, makam ve mevkii dağıtmada bundan
dolayı da para toplama başarısı gösteriyordu. Bektaş Ağa bu avantajlı Muslihiddin
Ağayı yalnız bırakmamak için, Yeniçeri Ağalığını bırakmış yerine de evlâtlığı
Kara Murad Ağayı seçtirmişti. Yalnız bu iki ihtiyar arasında, Muslihiddin Ağa
namına farklılıklar vardı. Meselâ: Muslihiddin Ağa, Bektaş'a nazaran çokçok
akıllı, vatanperver ve iyilik sever bir kimseydi de.
Buna karşılık Bektaş
Ağa; sadece para toplayıp, zevkü sefada yemeği düşünen, her nev'i cinayete
şerik olacak bir tabiat sahibiydi. Bektaş'm evlâdlığı Kara Murad Ağa; bütün
mevcudiyetiyle tam bir yeniçeri zorbası idi. Bu vaziyeti sadrı-azam oluncaya
kadar sürdü. Girid savaşına gittiğinde adetâ bir Zaloğlu Rüstem kesilmişe
benzedi. Demekki yaradılışında var olan iyiliğe inhimaki yavaş yavaş kendisine
hâkim olmaya başlar. Kösem Valide Sultan'ı itaat içinde sayar, emrini yerine
getirirdi. Bu mevkie Bektaş Ağa'nin yardımıyla gelmişti. Çünkü devrin sözü
geçen yegânesi, bu Bektaş Ağa idi. Bazı dilbazlar, o devire "Bektaşiyân
Devri" ismi koymuşlardır. Birbirlerinin güç ve makbuliyetlerinin
derecesini takdir etmiş bulunan Bektaş ve Muslihiddin Ağa'lar müştereken hareketi
uygun bulmuşlar, diğer saydığımız ağalar ise, bu iki güç merkezine ilk
zamanlar, itaat içinde kalmayı yeğlemişlerdi. Siyasi hayatta; rakibinin
yanlışlarını söylemek er kişi işidir. Kirli siyaset ise, rakibin bütün yanlış
ve kabih davranışlarını parlak sözlerle methetmek gerektirir.
Bunları yapan kimse
mutlaka bir gün, mâlik olduğu destek ve güçlerden mahrum kalacaktır. Buna bağlı
olarak Muslihiddin Ağa, Bektaş Ağanın münasebetsizliklerini, öve öve
bitiremiyor uçurumun kenarına yavaşça iteliyordu. Öte yandan bahse konu
ağalardan biri olan, Kara Çavuş, bir icra aleti idi. Kes dersen keser, vur
desen vurur biriydi. Kara Mura mevkii sadarete getirildiğinde Kara Çavuşda
lonca'yı ktı Adetâ yabancı oldu. Kâhya
Bey'e gelince; epeyi bir Hdet sonra gerek Bektaş gerekse Muslihiddin Ağaları
göl-, bıraktı. Sadnazamların uşak gibi
kullanıldığı bir devir a bu Kâhyabey dönemidir desek yeridir. İstediği şekilde
h'kümete yön vermeyi bildi. Kösem Valide Sultana daha a râkib olma durumuna
gelen, 4. Mehmed'in validesi Turhan Sultan tarafında vaziyet alan Kâhyabey,
nâmıdiğer Mustafa Çelebi'nin, çocuk padişahın buluğa ereceği döneme kadar adeta
padişah vekilliği yaptı. Valide sultanların devletin önemli güç merkezlerini
ellerinde tutan bu adamlarla ister istemez işbirliği yapmaları gerekmekteydi.
Herhalde başka ülkeden
idareciler getirilemeyeceğine göre, elde bulunanlarla ülkenin idaresi çaresine
bakılacaktı. Tabii ki; burada ortaya koymamız gereken önemli bir hususun; iyi
anlaşılması lâzım. Bilindiği gibi Yıldırım Bayezid adına, devlet adamlarının,
kahraman bir şehzade olan Yakup Çelebi'yi izale etmeleriyle başlayan taht
kavgası, Sultan Fâtih'in oğullan 2. Bayezid ve şehzade Cem arasında hayli
pahalıya mal olacak çekişmelerle devam etmiştir. Cem'in Avrupa macerası,
Osmanlı devletinden; yürekler paralayan istimdad feryatlarıyla müslümanlann
yardımına koşma isteklerini haykıran Endülüslülere Cem'in papalığın oyuncağı
olması yüzünden, uğradığımız şantajlar münasebetiyle merhem ola-
Kanuni Sultan
Süleymanoğullarının taht mücadeleleri, da-a sonraki şehzadelerin tahta çıkma
iddiasında bulunurlar •ye ülkenin çeşitli yerlerindeki devlet görevlerinde istihdam
ilme geleneğinden vaz
geçip, sarayda gözün önünde, karkasında ve kısıtlı ortamda yaşamalarını
sağlamayı ter-
' artık padişahların
ehil olmasını mecburen ortadan kalaırrniştı.
Her ne kadar Sultan 1.
Ahmed; hanedan büyüğünün tahta geçmesi hukukunu kaim kılınca, bu tehlike geçti
zannına kapılırken, validelerin benim oğlum padişah olsunun mücadeleleri
hemen başlamıştı. Delidolu, ülke idaresine padişah olan Sultan 1. Mustafa'yı
taht'tan indirip, Genç Osman padişah yapılınca şehzade analarının mücadelesi
yeniden gündeme gelmeye başlamıştı. Bunların en önemli zirvesini bahsettiğimiz
senelerteşkil eder.
Tâ ki, Köprülü Mehmed
Paşa vezareti uzma makamına gelene kadar. Diğer bir tesbitle de meşkûk bir olay
sayılması gereken Kösen Vâlide'nin şehid edilmesi, Turhan Validenin harem'in
tek hâkimi olacağı döneme kadar devam ede gelmiştir, bu netameli kadınlar ve
ağalar saltanatı denilen dönem! Eğer Valideler; bu zorbalara güleryüz
göstermeyip, onların isteklerini yerine getirmeye çalışır görünmeleri ve bunların
da birbirerine düşmesini sağlayan, bilerek veyahut kendiliğinden neydana gelen
politika sayesinde, bu zorbaların, taht'a göz dikmelerini akıllarına
düşürmemeleri, takdire şayan bir idare şeklidir diye bir tesbitte bir iddiada
bulunuyorum.
Osmanlı devletinin
1596'daki gelir gideri arasındaki fark gelirin fazlalığna uygun idi. Ağalar ve
kadınlar saltanatı ismi verilmiş de/rede bu vaziyet ters dönmüş, gider
gelirden çok daha fazla hâle gelmişti. Devletin her bölümünde olduğu gibi
askerlere ,/apilan tahsisatta da bir çok suistimaller oluyordu. Aylıklar
deftere göre çıkıyor, meselâ defterde 800 bin kuruş yazılı, ismler ve yövmiye
mikdarı doğruysada, defter sahtedir. Adlaıın bir bölümü uydurmadır. Hazineden
çıkan 800 bin kuruşın anca 300 bini sahibini bulur, geri kalan 500 bin kuruş,
ağclar arasında taksim olunurdu. Bu taksimden ağalar milyoner olurlar, fakat
doymak bilmezlerdi. Dönen her işe müdehale edip, para kazanmağa çalışırlardı.
Bir savaş zuhurunda defterde kayıdı bulunan 60-65 bin civarı olan isim sayısı
meydanı harbe ancak bu rakamın yansı bir sayı ile gitmek üzere toplanırlar,
bundan da asla sıkılmazlardı. Zengin kimseleri daima tehdid altında bulundurup,
muntazaman haraca bağlanırdı. İstekleri karşılamayan olursa bir iftira yapılarak
hanesi söndürülürdü. Tabii bu muamelât nüfuzlu kimselere tatbik olunurdu.
Diğer kimselere bunlar gereksiz olup, zorbalarına haber gönderip, adresi
bildirirler, zorbalar ve haydutlar haneyi önce basarak yağma eder, bilahire
tutuşturup yakarlardı. Çünkü bahaneleri pek çoktu. ! Vergi tahsili hususunda
bir misâl olarak, Mizancı Murad beye ait Ebul Faruk; adlı tarih çalışmasının 6.
cildinin 147. sahifesinden alıntı yapalım:
"Boyacı Hasan Ağa
Rumeli'de vazifelendirilir. Erkeklerin ortadan yok olduğu bir kasabada kadınlara
işkence yaparak para toplama yoluna sapar. Kadınların boyunlarına halkalar
geçirir. Zincirleri halkalardan geçirerek birbirlerine rapt eder. Yüzlerce
kişilik bu kafileyi hem yürütür, hemde değnekle dövdüre dövdüre, kırda bayırda
dolaştırır. Bu işkenceye dayanamayan bir kadın ölür. Değnekçi; Boyacı Hasan
Ağa'ya müracaat ederek zincirin anahtarını ister ki halkayı bağlı olduğu
zincirden çıkarabilsin. Ne varki bu isteğe Boyacı Ağa yanaşmaz ve Bırak kalsın
sürüklesinler cenazeyi, az sonra çürür ve kokusu tahammül edilmez hâl alır.
Bundan kurtulmak içinde belki para vermeye razı gelirler. Der. Müracaatının
red edilmesine içerliyen değnekçi de, zincirdeki halkanın bağlı olduğu
merhumenin, boynunu vücudundan ayırarak sıradan çıkarmanın yolunu bulur."
Bu alıntıdan anlaşılan şudur ki; böyle zalimane davranışları irtikâb edenlerin
sonunun, selâmet olmayacağı ne kadar âşikârisede, hanımları bırakıp giden
erkeklerin durumları hiç bir çuvala sığacak adetten olmadığını da kabul etmek
lâzımdır. Hâzin bir numune olarak şu vakayı da arzederek, devleti âliye'nin
sürüklenmiş olduğu hâzin durumu nakle son verelim: Yine Murad bey'in adı geçen
eserinin 149. sh. de ".bir aralık Venedik Donanmasının Çanakkale Boğazını
geçip İstanbul üzerine yürüyeceğine doğru havadisler yaygınlaşinca, devrin
sadrazamı bu saldırıyı önlemek için tedbir almayı düşünüyor ve neticede, çâre
olarak bulduğu tedbirde şehrin, denize bakan surlarının muntazam bir şekilde
badana edilmesini kararlaştırır" Bu tedbîri alma yolunu seçen sadrıazam
Gürcü Mehmed Paşa kitabın yazarı tarafından tenkit edilir ama, aslında alınan
tedbir sadece bu olmadığı takdirde, bu şeklin fazla gülünç bir husus olmadığının
idrâkinde olmak lâzım gibi geliyor bize, çünkü savaş bilhassa savunma savaşı
kuvvei mâneviyesi yüksek müda-afilerin kazanmasında pek önemli faktördür.
Saldırganın,
savunmadaki tahkim olmuş müstahkemler karşısında demoralize olacağı harp
psikolojisinin tesbitİ içindedir. Bu bakımdan alınan tedbirlerin sadece
surları badanalamak olmadığı takdirde, yapılana müteveccih tenkidler bizce
pek haklı sayılamaz.
Eski dönemlerde
donanmaİ şahane denize açılır, merdane dolaşır, rastladığı düşman gemileriyle
savaşa tutuşur ve bir güzel bunları yenerdi. Bol miktarda elde ettiği esirlerden
donanmaya kürekçi temin etmiş olurlardı. Tabii bizdeki kürek-çiler asla kötü
bir şekilde istihdam olunmazdı. Senelerini bizim gemilerimizde forsa olarak
geçirmiş kimseler derin şikâyetlerde bulunmamıştır. Kırbaç sadece
avrupalıların gemilerinin vazgeçilmez ihtiyacı idî.
Bizim gemilerimizde,
kırbaç asla kullanılmazdı. Rahatsız olan bir forsa derhal tedavi edilir
tedavisi sırasında yerine nö-levendlerden kimseler bakarlardı. Ancak
yaz-k7 olduğumuz dönemde ise,
donanmamızın gücünün zâ-uğraması, dışarı denizlere çıkıpda düşman gemisi
av-madiğimiz için, donanmamızın kürekçi bulma sıkıntısı Kendini göstermeğe
başlamıştı.
Ancak buna şöyle çare
bulabildiler: ".Anadolu'nun içinde bulunduğu maddi sıkıntılar, ailelerin
genç erkeklerinin, bir müddet İstanbul'a gelerek, hizmet sektöründe, mesela
odunculuk, hamallık, lağımcılık gibi işlerde çalışarak, bir miktar para
biriktirip memleketlerine döndükleri görülmeye başlandı Bu genç adamlar
potansiyelini gören Tersânei âmire mensupları bazı memurlar tebdili kıyafet ederek
Anadolu'dan gelmiş bu yiğitlere sokulup arkadaşlık kurarlardı ve onlara
aşçılarda yemekler ısmarlar, kahvehanede çayla kahve ısmarlar sonra da belli
merkezlerde kurulmuş toplanma yerlerine kendi evine misafir götürüyormuş ..gibi
içeriye sokup, teslim ederlerdi. Buradaki silahlı askerler, getirilenleri
tutuklar ve ayaklarına pranga taktıkları bu millet evlâdlarını zorla küreğe
mahkum etmiş olurlardı.
Beri yandan bir
vilayette veya belde de, çıkan asayişsizliği teftişe eski bir devlet adamı
müfettiş olarak gönderilir buna bağlı olarak teskin edilmesi gereken asayiş
daha da bozulurdu. Buna da yine Murad bey'in tarihinden bir misalle izah getirmeye
çalışalım.
Basra'da Efrasyab
oğulları miras yoluyla sancakbeyliği görevindeydi. Bunlardan Ali Paşa vefat
etmiş, oğlu Hüseyin aŞa yerine geçmişti. Buna karşılık amcaları Ahmed ve Fethi eV'er
şikâyette bulunmuşlardı. Ahalinin bir kısmı Hüseyin ?ayı kabullenmişler. Diğer
kısım ise, amcalarının tarafdargini tercih etmekte olup, bu arada kan da
dökülmüştü. Bu vakalarda hadiseyi teftiş için yakın vilayetlerden birinin valisi
gönderilirdi. Bağdad Valisi Murtaza Paşa meydana gelen olaylardan haberdar
olup, burayı teftiş için izin istemişti. Bu izne muvafakat haberi gelince
Murtaza Paşa, Kâhyasını göndermişti. Fakat Murtaza Paşanın bu talebi yapmaktaki
maksadı, Basrayi düzeltmek değil, halkı teskin ise hiç değil. Maksadı para elde
edebilmeğe dönüktü. Buna karşılık da Hüseyin Paşa Basra'da yerleşmiş,
ayanlarını da kendine razı eder hâle getirmişti. Hal buyken, Bağdad valisinin
kâhyası kâfi miktar askerle geldiğini görünce Basralı'lan bir telâş aldı.
Çünkü bir yanda askeri beslemek öte yandan atlarını beslemek, yapacakları
tecavüzlere katlanmak, işlerini bitirip giderlerken de, diş kirası denilen
bahşişler vermek icab ettğin-den, bunları şehre sokmama karan aldılar. Vaziyet
bu rengi aldığında Bağdad valisi Murtaza Paşa İstanbul'a, Basra'da isyan var
şeklinde aksettirdi.
Bunların İran'a
iltihaklarını önlemek için hemen işgal etmek gerektiğini anlatarak, bu
vazifenin kendisine verilmesini istemişti. İzin verilmiş idi. Basra'hlar
Murtaza Paşayı pek güzel şekilde karşıladılar. Murtaza Paşanın kâhyasını şehre
sokmayan Hüseyin Paşayı paklayacak iş oradan kaçmaktır ve oda öyle yaptı.
Arabanların sinesine
iltica etti. Ahmed bey adlı biri Basra bey'i tâyin olarak, Hüseyin Paşanın
sarayında bulduğu bütün nakit ve kıymettar eşyaları Murtaza Paşaya takdim eder.
Basra tüccar ve esnafının sunduğu bol ve çeşitli hediyelerle Murataza Paşa
devrin en zengin kimseleri arasına katılır. Ancak doymaz nefsi tatmin pek
müşkülmüşki, Murtaza Paşa bu verilenlerle iktifa etmez, Basra'nın aşağı
tarafında ve Şat'tü-larab kenarında bulunan Hankapanı denen bu günün
ortado-ğusunun deposu dense, seza olan bir mağazalar antreposunu eline
geçirmeyi kurmaktadır.
Günün birinde Ahmed
bey'den, mezkûr depolardaki her çeşit emtianın kendisine, yâni Murtaza Paşaya
aid gemilere yüklenmesini hepsini görev yerinin esasını teşkil eden Bağ-dad'a
götüreceğini emreder ne varki, Ahmed bey Murtaza Paşanın çizgiyi aştığını
tesbit etmiştir. Çünkü bir çok, devlet, kavim ve tüccara aid bu malların, bu
tür müsadereye benzer nakli, Devleti Osmaniyanın emanetlere ihanet ettiği
ithamına maruz kalmasına sebeb olacağını söyleyerek muhalefet eder. Bu makul
itirazda Murtaza Paşanın bir kulağından girip, diğerinden çıkar. Bu istek
kuvveden fiile yâni depo malları gemilere yükleme ameliyesi başladığında,
Basra ahalisi "vaybe bizimde vali diye saydığımız herif, serseri bir
yağmacı, hırsızdan başka bir şey değilmiş" dedikten sonra kıyam ederler.
Bu sırada; Arabanlara
iltica etmiş bulunan Hüseyin Paşa yanlarında kaldığı Arabanları bu çirkin
muameleyi göstererek Basra ahalisine yardıma ikna eder, Murtaza Paşa tahammül
edemeyeceğini anladığı kıyamdan kurtulabilmek için, yapılan yükleme
ameliyesini, zavallı Ahmed beyle Fethi bey isimli zatlara yükleyerek, derhal
idamlarını emreder hüküm yerine getirilirse de, yutturulmaya kalkılan dolma
Hüseyin Paşanın inanacağı lokmalardan olmayıp, derhal Murtaza Paşa tevkif
edilir. Nesi var nesi yoksa elinden alınır. Bir güzel de üzerindekiler
dongömlek kalana kadar çıkartılır. Bindirildiği topal bir afla şehirden
uzaklaştırılır. Murtaza Paşa dongömlek çöl'e düşmüştür. Ahlâk bozukluğu ve
nefsinin azgınlığı kendisini ne hâle getirmiştir ki; kul bundan ibret alsa!
Bunlar husule gelirken
tarihler h. 1065/m. 1655'i göstermektedir. Yine bu karışık dönemin uygun
olmayan işlerinden biri de, vali tâyinleridir. Okurlarımız; bu tâyinlerin
yapılışının nerelere düşürüldüğünü öğrenmiş olsun. İbşir Mustafa Paşanın
arkadaşlarından Şeydi Ahmed Paşa uhdesinde bulunan Boğaz Muhafızlığı esnasında
başarılara imza atar. Bu başarıların gereği Konya'ya vali olarak nasbedilir.
Ancak Konya'da zorba Kürt Mehmed bulunmaktaydı. Şeydi Ahmed Paşa'ya ise şifa
bulmaz düşmanlık taşırdı bunu da her zaman tazelemeğe hazır idi. İşte Konya'ya
vali olarak geleceğini öğrendiği Paşanın zalimliğinden söz ederek Konyalıları
direnişe sevk eder. Kendisinin de, bin kadar yardımcısı ile yanlarında olacağını
vaad eder. Gelmekte olan Şeydi Ahmed Paşayı kıyam etmiş Konya'lılar şehrin
dışında karşılar ve aralarında adamakıllı bir çarpışma cereyan eder. Her iki
taraf bu çarpışmada kayıp verir. Konya ahalisi şehre kapanırken, Şeydi Ahmed
Paşa derhal şehri ablukaya alır.
Vaziyet İstanbul'dan
haber alındığında, Şeydi Ahmed Paşayı azli düşündülerse de, buna cesaret
edemediler. Çünkü böyle bir şey yaptıkları takdirde Abaza Hasan Ağa ile birleşerek,
İbşir Mustafa Paşa'nın intikamını almayı plânlar korkusu hâkim oldu. Şeydi
Ahmed Paşa'nında tâyinini Haleb vâli'liğine tahvil ettiler. Haleb valiliğini
duyan Kürd Mehmed soluğu Haleb'de aldı ve Konya'da yaptığı İfsadı burada da
tekrarladı.
Haleb'in valisi, ahali
ve Kürd Mehmed birleşerek Şeydi Ahmed Paşa'yı direnişle karşıladılar. Bir çok
çatışma sonucunda babıâli devreye girerek Haleb valiliği perişan olmuş Murtaza
Paşaya verilirken, Şeydi Ahmed Paşaya Sivas'ı verdiler. Bütün bu yanlış
davranışlar valiliklerin liyakatin gereği değilde rüşvetin fiyatına göre
değerlenmesinden kaynaklanıyordu! Şeydi Ahmed Paşanın Sivas valiliğine
oturtulma vazifesi, Kıbns'dan mazul Kehleli (bitli) Ahmed Paşa'ya verilmişti.
Ancak Kehleli, verdiği rüşvetle Sivas valiliğini kendine celbe muvvaffak oldu.
Şeydi Ahmed Paşa ise ancak Karaman'a vali olabildi. Bu arada Buğdanlılar ile
Ulahlar arasında çatişmalar vukubularak, Buğdan bey'i Radol ölünce, makamını
oğluna vermediler de Ulah bey'i canibine yarayacak tarzda ihanet sahibi bir
yazıcıya beylik verilmişti.
Aslında ölen Radol'un
oğlu rehin olarak istanbul'da okutulmak ve babasının yerine ısıtılmaktaydı.
Buğdan bey'i yapılmak istenen Yazıcı, Ulah bey'i Ağatatay'a bu bakımdan pek
yarıyordu. Böylece adetâ, Buğdan ve Ulah topraklan adetâ bir elden idare
olunacak hâle dönüşüyordu.
Ne varki; Osmanlı
sadnazamlığı görevini iki defa uhdesine almış olan, bu sırada da, Tuna
yakasında valilik görevinde bulunan Damad Siyavuş Paşa bir başka serseriyi
bulmuş, ölü Radol'un oğlu ve de Buğdan beyliğinin namzedi olarak ilân ederek,
lâzım gelen hürmeti ve riayeti göstermekteydi. Derhal Ağatatay faaliyete
geçmeyi yeğlemiş, pek önemli bir parayla sözde Radol'un oğlu imiş gibi
gösterilen delikanlıyı satın almıştı. Maksad onu ortalıktan kaldırmaktı. Ancak
adamı öldürmeden durumun aslını öğrenen Ağatatay derhal Murtaza Paşa'ya
şikayet etmişse de, Paşa gayet pişkin, yanlışlık oldu, esas oğul benim yanımda
deyip, bunun da bir pazarlama sonunda Ağatatayca alındığı görüldü. Bu böyle
epeyi devam etti. Siyavuş Paşa bu alışverişten bir hayli para kazandı.
Yaşanan bu anarşik, rüşvet dolu dönem ve ahlaksızlık avrupalıların bizler için;
"asya barbarları" adı koyduğu ileri sürülüyorsa da, Mizancı Murad
bey, aşağıdaki isimleri sayarak; Bektaş Ağalar, Kâhya beyler, Kara Çavuşlar,
Sofu Mehmed Paşalar, Siyavuş Paşalar, Melek Ahmed Paşalar ve Murtaza Paşalar
avrupalıydı deme suretiyle bir mugalata yapıyor. İyi ve kötü; her yerden ve de
her kavimden çıkar, gerçeğine sırt dönüyor.
Hakikaten şimdi adları
serdedilen zevatın, biyografilerine göz atarak bir durum tesbiti
gerçekleştirelim. Sofu Mehmed Paşa'nın doğumu hakkında bir bilgiye
rastlayamadık. Melek
Ahmed Paşa merhum,
Abaza olup, Kafkasya kökenlidir. Siyavuş Paşa'da Abaza olup, Kafkasya
cihetindendir. Gürcü Mehmed Paşa'nın kavminin Gürcü olduğu, adının başında yer
almaktadır. Görüldüğü gibi gazeteci tarihleri, biraz ilmi olmak bakımından geri
kalmışsada, okuma ve okumayı kolaylaştıran uslûb bakımından ayrı bir güzellik
arzediyor, tasvirleri daha akılda kalıcı olduğu gibi, kuru bir resmiyetten fariğ
oluyor.
Merhum Sultan İbrahim
devrinde, fethine başlanan Girid savaşı devam ediyor, yukarıda bir nebze
bahsettiğimiz, donanma gücünün yetersizliği, Venedik donanmasının boğaza
yaptığı tıkaç bizi ne Girid gazilerine yardıma gidebilmeye fırsat bırakıyordu
ne de, boğazdan çıkmamıza müsaade etmekteydi. Yokluklar içinde, maaşları bile
gÖnderilemeyen orduyu hümayun, başlarında serasker Deli Hüseyin Paşa olduğu
halde, nice kahramanlık destanları yazıyorlardı. Hüseyin Paşa hücum esnasında
en önde, geri çekilme sırasında ise en geriden gelmekteydi. Böyle bir kumandan
nasıl seviliyordu bir atfı nazar edelim:
Bu devrin en müstekreh
kimselerinden bulunan Zurnazen Mustafa Paşa adlı birisini ip beklerken, o
terfilere gark oldu. Rumeli Beylerbeyi sıfatıyla Girid'de bulunan gazilere
istim-dad etmek üzere gönderilmiş idi. Sipahilik ve askerlik mesleğinde
boşalan mansıblann dağılımını rumeli ve anadolu'da beylerbeyleri yaparlardı.
Ancak serdar seferlerde ordunun başında bulunduğunda, bu hak serdar'ın
tasarrufuna geçiyordu. Deli Hüseyin Paşa'da bu hakkı pek güzel tarzda kullanmaktaydı.
Aslında bu işi suistimale âlet eden büyük paralar kazanabilirdi. Zurnazen
Mehmed Paşa böyle bir eğilim taşıyan me'şum kimselerdendi. Ne varki Hüseyin
Paşanın var-
önünde pek mühim bir
engeldi. Kendine bir ortak aradı onunda Sekbanbaşı Mahmud Ağa'yı, kendine
uydurdu ve Hüseyin Paşanın aleyhine askeri kışkırtıp, isyan çıkmasını
acıladılar. Bu isyan şöyle böyle değil, direk olarak serdar'ın ansına
saldıranların temin edildiği tarzda bir kalkışmaydı. İste bu meyanda, Deli
Hüseyin Paşa, üzerine hücum eden bir caniyi, kılıcının bir darbesiyle İkiye
bölerek, ölümden, kıl pa-y! kurtulabildi.
Öte taraftan
kışkırtılan asker, Paşanın evine saldırıya geçti Bu arada evi yağma ettikten
sonra, yakma ameliyesine giriştikleri gibi, hizmetkârlarını ve cariyelerini
rehin alıp dağa kaçırdılar. Ancak bu son davranış bütün namuslu insanları
harekete geçmeğe sevk etti. Hepsi Hüseyin Paşadan kendilerini bağışlamasını
istirham eylediler. Paşa, bu istirhamları müsbet tarzda kabullendi. Zurnazen ve
Mahmud Ağa korkuya düştüler ve barışıklığı temine mesai sarfına giriştiler.
Neticede şu şartların
tahakkukuna riayete karar verdiler. Madde bir olarak askerler, Hüseyin Paşa'dan
özür dileyecekler ve siperlere girerek Kasım ayına kadar Kandiye önünde
duracaklar. Eğer o döneme kadar kabul edilecek miktarda para, yardımcı
kuvvetlerle, terhisler gelmeyecek olursa askerler kendilerinden mevzilerden
çıkıp İstanbul'a hareket edecekler idi.
Barış temin edilmiş,
serdar'ın ele geçen malları mümkün mertebe bulunup iade olundu. Cariyelerini ve
hizmetçileri de Paşalarına iade edildiler. Şurasını biraz düşünelim: böyle bir
noktaya getirilmiş askerle Girid gibi önemli bir üssün fethini becermek ne
kadar mümkündür? Böyle soruya kolay cevap her babayiğidin işi değildir. Diğer
taraftan düşman donanma-sı- sadece Çanakkale Boğazı kapısını tıkamakla iktifa
etmi-V°r, sahil köy ve kasabalarına yaptığı gerilla tipi baskınlarla Zararlar
veriyor, yağmalar yapıyordu. Hâttâ can bile aldıkları
oluyordu. Bu saldırı
dalgalarını kırmak için Kaptan Paşanın îstanbul'a yaptığı teklifle düşman
saldırısına maruz kalan bölgelere, yeniçeri askeri vazifelendirilmesi yoluna
gidildi.
Ancak çok geçmedi ki;
ilk feryadın duyulduğu ağız Kaptan Paşanın ağzı oldu. Gelen savunma askerleri,
düşmanı gözetleyeceği yerde, bilakis kendisi köylere musallat oluyor, yağma ve
haraçla beraber ırza tasaddi kendini göstermeye başlamıştı. Hâttâ Gelibolu'da
kadınlar hamamı bu adamlar tarafından basılıyor ve namus ehli insanlar, büyük
bir hakarete maruz bırakılıyordu.
Ereğli ise; Rusya
canibinden gelen Kazakların taarruzuna uğruyor, nice can ve ırz pâyimal
ediliyordu. Burayı da koruma altına vermek için asker getiriliyor. Bu seferde
ahalinin feryadı ayyuka çıkıyor. Çünkü gelen asker yeniçeri olup, bunların
ortaya koydukları yağma ve ırza tasallutları, kazaklardan daha da şedit olarak
gerçekleşmekteydi. Şu da el-zemdiki, Boğazdan çıkışı engelleyen düşman
donanmasını bu işlevi yerine getirmek için alınması gereken, tedbirlerden belki
de başta geleni, bunlar üzerine saffı harp nizamında ilerlemek, hâttâ göğüs
göğüse denen çarpışmalar yapmaktı.
Yapılması lâzım gelen
bu gemilere doğuşken asker doldurup, saldırıya geçmek üzere gemilere
dolduruldu. Artık yapılacak iş Tunus, Cezayir beylerinin, Barbaros ve Turgut
reislerin usulü düşmanı gemisi içinde bastırmak için rampa yapılması idi. Bu
yerine getirilmiş adetâ düşman gemisine rampa yapılmasına pek az kala, yeniçeri
müfrezeleri, gerni kaptanlarının gırtlağına çökerek, bizi karaya çıkar, biz
deniz savaşçısı değil , kara cengaveriyiz hemen bizi karaya çıkar diye tehdit
ederler. Mecburen düşmanların üzerine süzülmekte olan gemilerimiz, bu tehdit
karşısında birden cenah değiştirip, karaya yönelip baştan kara eder.
Yeniçeriler kendilerini sahile atarlar. Ne hâzin, mazisi dünya harp tarihinin
en parıak zaferleriyle dolu bir asker sınıfının, ortaya koyduğu bu cebîn hâl,
korkaklık ve mesuliyetsizlik Allah ve Rasûlü'nün rızasına muhalif davranış
olduğundan bu ocak zaman içinde inkıraza yâni yıkılışa doğru yol almaya başlamıştı
Ancak yeniçerileri karaya döken kaptanı derya, eksik kuvvetle saldırdığı
düşmana maalesef mağlup olmuştu. Böylece gemilerden inen yeniçeriler
sayesinde, rakip donanma baştan kara eden gemilerimizi işgal ediyor. Bunlardan
uygun gördüklerini kendilerine alıyor, gözü tutmadıklarını ise tutuşturup
yakıyorlardı ayrıca Boğaz önünde ablukayı kıran donanma Girid'e doğru rota
açarken geride cereyan eden bu olumsuz vakadan etkilendi perişanlığı yaşadı.
ülkede eğitim son derece
zayıflarken, çocuk padişahın tahsiline başlandı. Dini ve ilmi bilgiler,
mütehassıs kimseler tarafından verilirken, yazı hocalığı Hadım Beşir Ağa'ya tevcih
edilerek eğitim başladı. Beşir Ağa kısa müddet içinde temel öğretileri
gerçekleştirdikten sonra padişah'a, ilk meşki olan yazı örneğini verdi. Bu
Örnekte yazılan bizim hemen yukarıda arabaşhk olarak da verdiğimiz: "Ben
senin başını keserim" hattı idi. Biraz üzerinde teemmül etsek görürüz ki,
bu tercihte hiç bir isabetsizlik yoktur. Padişah kısmı bu sözlere ve bu hatlara
çoğu zaman muafiyet kesbetmiştir. Bir evvelki paragrafın sonunda nakle
çalıştığımız yeniçeri askerinin donanmada yaptıkları hâin davranışın cezası,
bunların kellesini koparmaktan başka nedir ki?
Devlet başkanı nev'i
beşer olarak tabii ki bizden biridir. Ancak vazifesi itibarıyla büyük
farklılıkların muhatabıydı. İki ı arasından çıkan sözün kanun olduğu şartların
insanı ü ki, mezkûr ifadeyi anşart hazmetmesi gerektiği gibi "se-
affettim" demeyi de onunla eşdeğer zaman diliminde okuma ve yazmalı
hükmüne varabiliriz! Eğer bu hususa aid bir vecize söylersek şunu yaldızlayarak
bir yere aşmalı: "Mülkün tahribi, ferdin fıtratının menfide yol almasında
görülür"
Devletin merkezinde ve
üst kademeyi teşkil edenlerin israfı ne dinin şartlarına ne de nafilelerine
uymaktaydı. Defter-darzâde Mehmed Paşanın, yedi tane ahçıbaşının emrinde kırk
tane ahçısı bulunuyordu. Bu kırk ahçının emrinde hizmetçiler, çadırlar vardı.
Bu çadırları ve takımları taşımak için katırlar ile develeri vardı ve bunlar
heran harekâta hazır tutuluyordu. Kiler takımları, altun, gümüş, çini ve
Saksonya takımları çok büyüklükte zenginlik atıl olarak durmaktaydı. Yine
büyük servetlere muadil hediyeler Paşa tarafından bayram günlerinde, nevruz'da
padişahlara, valide sultanlara, sadrıazama, kızlarağasına, dönemin sözü
geçenlerine büyük zenginlik getirecek hediyeler vermekteidi.
Bu davranışı ile
kendini garantiye alıyor, servetini muhafazaya muvaffak oluyordu. Ancak bu
servet terakümü kaynağı milletin mazlumane feryatlarımıydı? Buna cevabı
verirken klâsik sosyal anlayışın hududlarını zorlamak gerekir. Rüşvet ve
iltimas dini hükümlere dayanılarak yönetilen toplumlarda merduttu ve bu
merdutıyet geniş bir tefsiri hukuk anlayışı içinde ihaneti vataniye'ye kadar
götürülebileceğinden hayatı kaybetmek tehlikesini de göstermekteydi.
Nitekim nice devlet
adamları, bu çeşit doğru yalan suçlamalarla hayatlarını kaybetmişlerdir.
Korudukları zevattan ilk tekmeyi yiyenlerde onlar olmuştur. Bunlara karşı çıkan
kimseler olmuştur. Meselâ İbşir Mustafa Paşa; çok muktesit bir kimse idiki,
Saray adamlarına adetâ verilmesi şart haline gelmiş olan hediyeleri,
verdirmemekle itham edilerek, öldürülmesine sebeb olan haller arasında
geçmiştir. Şimdi; böyle
fharn olunmuş İbşir Mustafa
Paşa'nın, Nevruz gününde sara-verdiği hediyelere bir bakalım ve göreceğiz ki
pek büyük-sayılan servetleri gölgede bırakan hediyeler, yine de ada-rnm idamını
önleyememiş.
Tarihçi Nâima'nın
cümlelerine hiç dokunmadan yer verelim: "bir semend (besili) ve iki
gabrilon at ki, üçünün dün-va'da nâziri bulunmaz. Serapa cevahir ile arasta
zehebeh-maddan mamul, raht ve rikâbı ve gaddare ve topuz vesâir zerdüz besat
ile müzeyen idi. Şâir ecnas; tuhaf ve taraifi gü-nagünden ve boğçalardan maada
bir arbedeh, yüz keselik flori ve kuruş gönderdi. Valide hazretlerine yirmi
keselik peşkeş irsaledip, Darüssaade Ağasına ve şâir uzmayı musahibine ve
Silahdar Ağa'ya ve gedik sahiplerine, bir habbe göndermedi. Bunlar vüzerai
sâlifeden iydü nevruz ve şâir meva-siminde müstevfi hediye vede kese kese
atiyeler almağa alışmışlardı. Veziri cedideden, bu vâz'ı şedidi müşahede ettiklerinde,
akılları perişan ve bununla hâlimiz nice olacakdır diye, tefekkürde
kaldılar." Yukarıda metinde hediyeleri kısıtladığını, miktarda indirim
yapmakla beraber, alışılmış nice kimselere bu seferinde hediye göndermeme
yolunu tercih eden sadrazam İbşir Mustafa Paşa ile alakalı daldıkları tefekkür
dünyasından, çabuk çıktılar. Bu yeni sadrazam iki ay geçmemiştiki, sarayın
mahsusai idam odasında hayatı izale olundu. Sarayın kapısına cesedi atıldı.
Saray mensupları, İb-Şir Paşa gerek anadolu gerekse rumeli taraflarında bir kaç
belde kaybetseydi, birkaç yüzbin kişinin helakine sebeb olsaydı bu kadar
düşmanı olmazlardı.
Ancak uygulamaları
direk kendilerinin menfaatine zarar irdiğinden öylece galeyan gösterdiler ki,
şaşılır!
Günümüzde yâni
parlamenter demokrasi döneminde, ahali ve basının hilafsız ittifak ettiği bir
husus vardırki, bu husus meclisi oluşturan mebusların, menfaatleri umumiyesine
dâir işlerde gösterdikleri ittihad ve aculiyeti sergilemiş, olmalarının
tesbitidir. Üç beş dakikalık oturumlarla getirilmiş teklifi kanunileştirmeleri
hayranlık uyandırmıştır! İşte bunlara benzemelerini tesbit ettiğimiz, tarihi
bir toplantıyı anlatalım: "Melek Ahmed Paşanın sadareti esnasında, para
temini için aranması gereken yolların bulunması müzakeresinin divânda yapılması
kararlaştı. Yapılmaya başlanan müzakereler esnasında vezirlere aid has'ların
hâzineye alınması ileri sürülmüş. Vezirler hemen buna itiraz etmiş. Kenan Paşa,
Bektaş Ağa'ya özetleyerek, şunları söylemiş: <Yeniçeri mevacibi (maaşı)
üçyüzbin kuruşla kapanırken, sekizyüzbin kuruş alırsınız. Üç-yüzbin'in üstü
yanınızda kalıyor. Bunları alanlarsa askerin ulufesine imdad etmelidirler.
Yoksa vezirlerde, yirmişer, otuzar keselik has'ından bir şey olmaz. Bu kadar
içoğlanı ve et-baı ve ayali aç ve çıplakmı bırakalım?" Dikkat buyurulursa
Bektaş Ağa'ya karşı ağzını açan Kenan Paşa, yeniçeri ulufesindeki yolsuzluğu
Divan'da dile getirmesine rağmen bu işin üzerine fazla gidilmediği görülüyor.
Türkiyenin 54.
cumhuriyet hükümeti, Prof. Dr. Necmeddİn Erbakan'ın başbakanlığında Refah
partisi ile Doğru Yol partisi arasında teşekkül etmişti. Ülkenin aklı başında
her vatandaşının lanetlediği PKK ile mücadele edilmekteydi. Memleketin önemli
ekonomik kanamaya maruz kalmasında bu vakanın tesiri pek açıktı. Silahlı
kuvvetler tek çâre olarak görülen, silahlı mücadele metoduyla ve sabırla bu
yangını, fecii olayları ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Tabiiki, böyle bir
mücadelenin ne kadar pahalıya mâl olduğu izahtan varestedir.
Memleketin son onbeş
senesinde tanzim olunan bütçesine tfu nazar ettiğinizde, sene be sene ayrılan
tahsisatın yükselirini müşahede ederiz. İşte bahse konu RefahYol kabinesi-ir.
Mâlive Nâzın AbdüIIatif Şener, ciheti askeriyenin tahsisat talebini,
elinizdekini kullanın bitmeden biz takviye edeceğiz mealinde bir cevap
verdiğinden gerek, kendisi gerek hükümetin başvekili Necmeddin Erbakan ile
ordu üst kademesi arasında buzlu havalar esmeğe başladı. Devrin genel
kur-maybaşkanı orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, alt kademede komutanların
askeri hiyerarşiyi hiçe sayarak, başvekil ve kabine üylerine tariz ve
dokundurmalara, ya aciz kaldığından ya da parayla ilgili tahsis meselesinden
kırgın olarak, yapılanlara gözünü kapaması, 1660'lardaki divan toplantısının
ulufe kavgasının tekrarı gibi geldi bize. Kenan Paşa'nın içoğ-lanları kasdı ile
söylediği, aslında devleti âliyenin devlet adamı yetiştirme mekanizmasında yer
alan seçme gençlerdir. Bu iç oğlanlar müessesesi, İskender Çelebi'yi Sokullulan
yetiştirip devlet adamlarının büyüklerinden kılmayı becermiş müessesedir.
Tabiiki sosyoloji ilminin denenmiş sonuçlarından bulunan bir kuruluşun,
doğuşu, olgunlaşması, kanıksanarak kalitesinin düşmesi değişmez kaidesinden
kaynaklandığından bu müessesede kendini bu kaidenin dışında tutamamıştır.
Kendi ülkemizde kendi
yağımızla kavrulmaktayken hariciyenin vaziyetine göz attığımızda orada da
dünya devletleri tarzının uyguladığına muvazi gitmediğimiz kendini belirtir.
Meselâ devletler arası nezaket ve terbiye kurallarına riayet birinci
vazifeyken, nezdimizde bulunan elçilerin masuniyetlerini sağlamamız gerekirken
tam tersine, Venedik elçisine bağlı olduğu hükümetten gelen resmi evrak
müsadere edilir, devletinin kendi sefirine yaptığı emir ve tavsiyeleri, elçinin
ithamında sebeb sayarak Rumelihisarı içinde mahpus tuttular. Sefaretin
tercümanlarını bu ithamlarla boğup denize atma, işlemini gerçekleştirdiler.
Sefirin ülkesine dönmesine müsaade etmiyorlardı. Buna mukabil sefir de, boş
durmayıp çeşitli işleri bitirmekteydi.
Meselâ, donanmanın
gecikmesini temin için heyeti vükelâda rüşveti yedirecek birini bulabiliyordu.
Demek ki; savaşmakta olduğumuz ülkelerin elçilerini, tahtı tevkif altında bulundurmanın
maksadı bu örnekte az çok kendini gösteriyordu. Kadı ile Konsolos Bir İngiliz
tüccar ile İngiliz Konsolos arasında ihtilaf çıkarak tüccarın Kadı Efendiye
müracaatı gerekmiş. Kadı açılmış davanın muhatabı olarak, İngiliz konsolosunu
celble mahkemeye davet etmiş. Kadı konsolos'un önüne koyduğu ahitnameye
bakmasına bakmış da, orada ikiyüzbin akçayı geçerse dava ingiltere de görülür
maddesine önem vermiyerek, davaya rüyet etmek istediği için, kon-solos'a:
"şeriata senin itimadın yok mu? şeklinde hitab ile bu husustaki davranışı
ile davaya bakmakta ki ısrarını ortaya koymuş. Konsolos ise, meselenin öyle
olmadığını, devletinin talimat ve ahitnamenin tanzimine bakarım, başka şeye itimat
etmem dediğinde işin boyutları almış yürümüş. Kadı ise; bu kâfir şeriatı
Muhammediye'yi tahkir etti diyerek vaziyeti dallandırıp, budaklandırmış.
Vaka İstanbul'a
aksetmiş. Bir çok isnatlar eklenerek vakanın şeyhülislâmlık kapısında
görülmesini taleb etmiş. Şeyhülislâm Bahai Efendi de, sadnazama yazmış. Melek
Ahmed Paşa işin çürüklüğünü görür görmez üzerine almaktan imtina etmiş, tekrar
şeyhülislâmın rüyetine sevketmiş. Sadrazamın bu davranışında maksadı, müftü
efendiyi bir pot kırışa mecbur bırakarak böylecede azlini sağlamaktı. Ama
bunun sonunda İngiltere gibi bir devletin düşmanlığını celbeder, ülkeyi
badirelere sokarız diye esas hususları hiç akıllarına getirmediler.
Şeyhülislâm Behaii efendi nezdine getirtir elçiyi ve şeriat hacında İzmir
Konsolosu'nun yaptığı hakaretten tarziye ermesini ve konsolosun memuriyetine
son verilmesini taleb eder. Ancak sefir, işin esasından haberdar olduğu için bu
talebe pekde önem vermez. Müftü efendiye: soğuk bir edayla; "konsolosu
kralım tâyin etmiştir. Onu bu vazifeden azle muktedir değilim" Cevabını
verir. Behaü efendi; büyük bir hiddetle: "Bre dinsiz mel'ûn! Siz neye
güvenirsiniz de devamlı din ve devlete hiyanet etmekten geri durmazsınız?
Venedik Kâfirine gemiler ve imdad vermeğe devam edersiniz? Bunu biz bilmiyormu
sanırsın? sözleriyle hitab eder. "İngiliz sefiri: "Biz ticareti
severiz. Kirayla bizden kim gemi istese veririz. Siz isteseniz size de veririz.
Bundan dolayı antlaşmamız bozulmuş olmaz." Dediğinde, Behaii efendi
"Götürün şu me-lûn'u Paşaya hapseylesin. terbiyesini versin" Der.
Sefir'in c > vabı: "Sen beni hapsetmeye kadir değilsin! Buna memur bile
olamazsın." olur. Behaii efendi sinirinin son hududuna geldiğinden,
bağırır: "Bre kaldırın şu melunu!" Hizmetkârlar, aldıkları emir
icabı sille, tokat sefir'i dışarı çıkarıp, ahıra hapsettiler. İşin vardığı
kerte her yerden duyulur. Devlet ricali telâşa kapılır. Derhal Kahya Bey'in
hanesinde bir toplantı tertip edilir. Sefir'i hemen serbest bırakması için,
Sarı Kâtip Çele-bi'yi müftü efendiye gönderirler. Müftü Behaii efendi bu seferde
şefaatçi olanlara kızar. Vazifeleri olmayan işlere karışmış olmalarının yanlış
olduğunu ileri sürer. Sari Kâtipde; aslında münafık tabiatlı Kahya Bey
dalkavuklarından biriydi. Müftü efendinin kendisine söylediklerini geri dönüp
nakleder, bü seferde, Ağalar kızarlar ve sadrıazama hiç başvurmadan, saray
kapısına varıp müracaatta bulunurlar. Behaü efendinin Gedilmesini,
Karaçelebizâde'nin şeyhülislâm nasbedilmesi-n> istidaya, cesaret ederler.
Ancak bu istek saraya ulaştığında Sultan 4. Mehmed'in Validesi Hatice Turhan
Valide Sul-taı~ı, padişah oğlunun hemen yanındaydı. Talebi öğrenen Turhan
Sultan, padişaha dönerek:
Aziz efendi bizim
katilimizdir! Devletimizin düşmanıdır, bu istek kabul edilemez. Şeklinde
mütalaa serdeder. Bu cevap Ağalara ulaşmış ancak fazla önem atfetmeyen
Ağa'ları, Mahpeyker Kösem Valide Sultan'in kapısını çalarlar. Burada taleb
yerine getirilir. Hemen şeyhülislâm yapılır. Eski şeyhülislâmın hırpaladığı
elçi bulunduğu ahırdan tahliye edilir. Mükte seven kimseler; bu tâyin münasebetiyle
şu tarihi düşürürler "balyos müftüsüdür Abdülaziz" diyerek h. 1061
tarihini tesbit etmeyi başarırlar. Bunların arasında münafık tipli Sarı
Kâtip'de bulunmaktaydı. Kâhya Bey'in yardımına erişdİ-ğinden babıâli'ye memur
kılınmıştı. Divan toplantılarında kâtiplik vazifesi görerek hayatını
kazanmaktaydı. Bir gün divan toplantısından çikıpda gelen Sarı Kâtibe teşrif
nerden sorusu tevcih olunduğunda, cevabı pek enterasandı: Esir pazarından! Bu
târifden Dîvânı Hümayun olduğunu anlamayan yoktu. Artık ülkede gelinen nokta;
ne saraya, ne padişaha, nede ulemaya, hâttâ dini Muhammedi'ye dâhi eski hürmet
kalmamasıydı.
Bahse konu Sarı Kâtib,
günün birinde Kâhya Bey'in odasında Kazasker yanında olduğu halde demiştiki:
"Geçengün şiddetli bir sıtmaya tutuldum. Titremeden hâlim yaman oldu.
Sonra yanmağa başladım. İlaç yaptırdım bir hoca'ya okuttum. Kâr etmedi. Sonra
hatırıma geldi. Sitmayıda geçirirse şeytana Anadolu Kadıaskeri'nin günahlarını
adayacağımı söyledim. O anda sıtma kesildi. Bir daha da gelmedi. Hazır
bulunanlardan birinin, niçin Anadolu Kazaskerinin günahlarını adayıp, Rumeli
kazaskerininkini adamadığını sordu. Rumeli kazaskerinin günahlarını o kadar
ehemmiyetsiz şeye feda edemem. Onları taun gibi, gazabı padişahi gibi büyük belâlara
saklıyorum. Yukarıya aldığımız gibi son derece çirkin herzeler söylenir, işin
kötüsü kadıasker efendiler bu nüktelere benzer yavelerin tesiriyle
kahkahalarla gülerlerdi.
Melek Ahmed Paşa'nın
devrinde otuzbin kişiye kadar verilmekte bulunan sadakalar kesildi. Kösem Valide
Sultan bu sadakaların verilmesi İptalinden korktu. Otuzbin insanın geçimini
sağlamakta olan bu yardım, nice problemler doğurur endişesi taşıyan hassas bir
kimsenin tavrını sergiledi. Bu fakirlerin bedduaları asumanı tutar ve milletin
başına belâ olarak iner diye, San Kâtib'e ikazda bulundu. Sarı Kâtip se:
"Be canım Sultanım, bunca kale ve toprak hangi mollanın, hangi şeyhin ve
dervişin duasıyla fetholunmuştur? O kaleleri fetheden, küffâra kılıç çalan hep
Serhoş İbrahim, Tiryaki Hasan, Deli Hüseyin gibi falan filan ağalar ve
Paşalardır. Kendilerini bilmez sefillerin dualarından bir şey çıkmaz"
cevabını verdi. Belkide bu söze i'tirazı yeterli tonda yapmayan Kösem Valide
belkide hayatının hatasını işlemiş oluyordu. Sarı Kâ-tip'den dinlediği bu herzeler
değil müslümanlıkta diğer semavi dinler nezdinde dahi ağır mesuliyet
gerektiren ifadelerdi. Haksızlık karşısında susmak Kösem Vâlide'nin yapacağı
işlerden olmamakla beraber, nasılsa bu ifadedeki küstahlık ve bidinlik
şaşırtmış olabilir merhumeyi..
Şayram günleri ve
gecelerinde adet olmuştur ki padişahların Has Oda takımının ortaya serdiği
çeşitli oyunları seyretmesi. Hâttâ bu oyunları pek beğendiklerinden, sabaha
kadar aralarında kaldıkları olmuştur. Buluğ çağının yaklaştığı senelerde 4.
Mehmed bu eğlencelerde sabaha kadar kalmak arzusu izhar etmişsede, mâni
olmuşlar. Bu mâni oluş Hadım Reyhan Ağa'dan gelmişti ve bu durumu Reyhan Ağa;
meşhur müverrih Nâima'ya şöyle nakleder: "Padişahımız henüz bir şahbaz
çeşmi duhte ve gazanfer şikâr niyamuhtedir (?) Bizim (yâni harem ağalarının)
zabtımıza meluf olmağla henüz tarikai zevki (zevk yolunu) ve inbisatı
(genişleme) bilmez. Has odalılar vesair ağalar beyninde (arasında) haseni eda
ve melâhati (yüz güzelliği) likaya mâlik sabi ül vecih a-ğalar vardırki,
taatleri ayinei sânii rabbani şekli ve suretleri numûneİ sırrı tenasübü
ruhaniyyettir. Ol makulelerin zâtı pâ-kizelerine incizabı müveddet ve ülfet ve
sohbetlerine meyi! ve muhabbeti devai tabiyyeden vesimü nüfus zekiyeden olduğunda
niza yoktur. Padişahı masum bu gece dışarıda kalıp, inşirah ve sürür ile
onların dilfirabına hareket ve sekinet-lerine ferifte olup bazı akıllısından
gafletten ikaz edici sözler işitip, reşid ve sedad erbabından birini mukarrebi
has edicek olursa, tâyin olur.
Zira sohbet müessirdir
ve tabiatı şarkadır" Deyimi üzerine Kızlarağası Bayram Ağa, padişahı
içeriye davet etti. Eğlen-mekde olan padişah, bu daveti red etti. Turhan Valide
tarafından Ağa davetini tekrarladı. Ancak bu da, kâr etmedi. Sonunda Kösem Vâlidesultanın
emri olduğu bildirilincede akar sular durdu padişah itaate geçti. Devlet
işlerinin ileri gelenleri bu günkü deyimle müsteşar, bürokrat, valiler ila..
Padişaha, dürüst, namuslu cesur ve işbilecek sadrıazam bulma fırsatı
bırakmıyorlardı.
İşte yukarıda
saydıklarımıza yakın kıratta bir sadrazam olan Tarhuncu Ahmed Paşanın akıbeti
hakkında, böyle sadrazamlar istemeyen gurubun insanları, sadaretten düşmesi
münasebetiyle yapılması gerekenleri kararlaştıran bir toplantı yaptılar. Örnek
olarak takdim etmekteyiz: "..Bu vezir bütün işlerde padişaha yarayacak
şekilde gayret gösterdi bizlerin menfaatlerini hep askıda bıraktı, ülkenin
gelir ve gideri, durumu malumdur. Bunun yerine geçecek vezir hepimizin hatırına
riayet ederse yine bir iş göremeyip Ahmed Paşanın sadakatle hizmet ettiği
ortaya çıkar. Şimdi bu sağ kurtulursa (yâni Tarhuncu Ahmed Paşa öldürülmezse)
yeniden dahada selahiyetle göreve getirilir, böylece o da bizden adamakıllı
intikam alır. Yapılacak iş bu adam hakkında idam karan ver-
direcek bir vukuatla
padişahı ikna edelim, böylece de bunun tize verdiği korku artık bitsin.
Yakaladığımız bu fırsat bir daha ele geçmeyebilir. Şimdi padişah buna
muğberdir, bundan istifadeyle işi tamamlatalım, kaydını gördürelim."
Tırnak içinde
sadeleştirerek alıntıladığımız mezkûr yazı, Mizancı Murad bey tarafından, Ebul
Faruk adlı tarihine 6. c. sh. 178'e, Nâima tarihinin 5. cildinin 296. sh. inden
alınmış. Bakınız; 1998 senesi aralık ayı sonlarında bu satırları yazarken,
ülkede konuşulan önemli hususa ne kadar benzer bir alıntı yapacağım. Çünkü
Türkiye; devletini kuşatmış resmi ve gayri resmi çeteleri konuşmakta ve vakit
geçirmekte. Yukarıda Osmanlı devlet ileri gelenlerinin, mâzu! sadrazam
hakkında takip edecekleri politikayı kararlaştırma hususun daki toplantıyı
almıştık. 1910!da basılan tarihinde Murad beyin yorumunu, noktasını virgülünü
değiştirmeden ahntılıya-hmda tarihin tekerrürden ibaret olduğuna bir daha nazar
edelim! "Devleti muazzamai Osmaniyanın müteddid olan esbabı inkırazı
içinde, iş bu çete hesapları dahi, büyücek bir mevki tutmuştur! Fenası da şu
haset ve meskeneti medeni-yenin henüz sahai Osmaniyeden zail
olamamasıdır." Hemen üstteki paragrafda geçen "henüz" kelimesi,
Mizancı Murad bey'in eserinin yayımlandığı zaman dilimini işaret ettiğini de
göz önüne alırsak, çete işlerinin en az üç asırlık boyutunu yakalamış oluruz.
Ağaların tenkil
olunması, şüphesizki devlet üzerinde yapılması gereken ameliyenin büyük önem
taşıyan vakalarından-dır. Yalnız bu tenkilin, yâni ortadan kaldırılmalarını
temin eden habere geçmeden, Kösem Valide Sultan'ın, şehid ediliş olayına
gelelim. Kösem Vâlidesultan vefatından sonra o devri yaşayan ve daha sonraki
dönemleri idrak eden mü'minler tarafından şehid vâüde diye anıla gelmiştir. Bu inceliğe
bakarak, vücudu yâni varlığı devletin ihtiyacı olan bir hanımdır dersek,
doğruyu tesbite varmış oluruz.
Dünya'nın en büyük
devletleri arasında bulunan Osmanlı padişahlarının devleti, tabiiki fırtına
gibi geçen hadiselerle daima karşı karşıya gelmiştir. Kösem Sultanın
öldürülmesine sebeb olan mücadele, gerçekten bir iktidar mücadelesidir ve Kösem
Valide bu mücadele de iktidarı kaybetme işini, ömrünü tamamlayarak
karşılamıştır. Valide Kösem Sultan'ın ahaliyi kendine bağlayan tarafını ortaya
serelim ve ahalinin esasda neye önem verdiğini ortaya koyalım. Kösem Sultan'ın,
İstanbul'da, Mekke'de, Medine'de hayırlara yol açacak vakıfları doluydu.
Camilere, hânlara, Seyyidlerle, fukaralara yardımı hiç eksiimemiştir. Ramazan
ve üç ayları, bayramın hususiyetine büyük önem atfettiği için, bu günlerini
tebdili kıyafet her tarafa koşturarak geçirirdi. Yardımları birbirini takip
eden seller gibi olurdu. Borçları yüzünden hapiste yatanların borçlarını Öder
ve bulundukları hapishanelerden, halas ederdi. Fakirlerin kızlarının
çeyizlerini yapardı. Şehadeti sonunda odası aranmış epeyi serveti ortaya
çıkmışsa da, şimdiki İstanbul Üniversitesinin, Bakırcılar tarafındaki kapısı
önünden Sultanhamamına inen yokuşun sonlarına doğru sol koldaki Büyük Valde
Han'da bulunan hazinesinde yirmi sandık dolusu altun çıkmıştı. Beş has'ı
bulunan Valide Sultanın senelik geliri ikiyüzbin altını aşar denmiştir. 2003
itibarıyla 26 trilyon eder. Kösem Sultan ile Turhan Sultan arasında meydana
gelen saltanat rekabeti diye adlandırmaya kalktığımız mücadele aslın da,
devletin bekasını temin mücadelesi-nide hâizdir. Bir kere Sultan İbrahim'in
çocuk sahibi olup, hanedana erkek vâris kazandırmasını beklerken ne sıkıntılar
çektiklerini, hatırladıklarından şehzadelere dokunmamışlardı. Turhan Sultan ve
Kösem Mahpeyker sultan takımı diye ayn-san devlet adamlarıyla saray ahalisi,
adetâ ülkenin ikiye bölünmesini sağlamışlardı. Ne acı bir marifet! Kösem
Valide sultan ile Turhan Valide arasındaki gizli rekabet, İstanbul esnafının
ayağa kalkması ile su yüzüne çıktı.
Kıyam karşısında
padişahın annesi Turhan Vâlidesultanı buldu. Ne istediklerini sordu,
kryamcılara: "Ne istiyorsunuz?" Verilen cevabı tereddütsüz kabul
etmesini padişah oğluna tavsiye etmiş. Buna karşılık; Kösem Sultan, Kara
Çavuş'u sadarete getirmek icab ettiğini ileri sürdüysede, Kara Çavuş korkak bir
davranışla istemedi. Sadrıazamın azline engel olamadığı gibi, Siyavuş Paşanın
sadaretinede mâni olamamasına rağmen kendini yenilmiş saymadı. Bu arada da,
kellesi istenen bazı ağaların kellelerini kurtarmayı başardı. Halbuki padişah
olsun, Turhan Valide olsun bu Ağaların izalesir.e müsaade etmişlerdi. Bunun
yapılmamasının neticesinin vahim olacağını söyleyerek, Siyavuş Paşanın
tarafına yanaşdı. Ancak bu yanaşma bir taktik idi. Çünkü Siyavuş Paşanın kafasındaki
tasan ağaların izalesine dönüktü. Halbuki; Kösem-valide Ağaların kurtulmasını
hedeflemişti. Kösem Valide bu hâllerden pek müteessirdi. Siyasi iktidarını
elinden uçurmak üzere olduğu hissine kapıldı. Böyle yapıldığında nankörlük yapılmış
olacağı kanaatine kaptırdı kendini. Mücadele etmeğe karar verdi ve kullanacağı
silahı seçti. Bu silahı kullanmaktaki meşruiyyeti, hiç kaale almadı ve Borjiya
ailesinin me'şurn silahı zehirdi seçtiği araç. Masum padişah, çocuk padişah 4.
Mehmed'i, bir babaanne olarak zehirleme kararı almasını yorumlamak kabil
değildir. Buna karşılık devletin âli menfaatleri bahanesiyle aldığı karar, bize
göre iyi bir nnü'minenin şeytan'ın oyuncağı olmasına pek açık bir misaldir,
diye düşünüyorum.
Sultan 4. Mehmed Valide
Kösem Sultan'ın zehiriyle ecel Şerbetini içince onun yerinede Saliha Dilaşub
Sultanhanımdan doğan şehzade Süleyman tahta geçecekti. Saf ve hırstan azade bir
hanım olan Süleyman'ın annesinin yerine Kösem Valide devlet üzerindeki gücünü
devam ettireceğini tasarlıyordu. Bunun gerçekleşmesi şartlan epeyice kolaydı.
Çünkü aşağı yukarı saray hizmetlilerinin çok çok büyük kısmı Kösem Valideye
körü körüne bağlı kimselerden müteşekkildi. Bostancıbaşı, Kilercibaşı,
Silahdar, Hasodabaşı, İmam gibi zevat bunların arasındaydı. Bunların saray'a
giriş ve çıkışları haberleşmeyi temin açısından pek mühim işlev taşımaktaydı.
Bunlardan Kilerci
erkânından Helvacıbaşı Üveys Ağa, Kösem Validenin talimatıyla iki kavanoz
zehirli şerbet hazırladı. Bu şerbeti Sultan 4. Mehmed tarafından içilmesini
temin işini üzerine almıştı. Bu hazırlıkların müşavereleri, Kösem Sul-tan'ın
dâiresinde yapılıyordu. Valide sultanın başkapıoğlanı ve bir iki kalfa
yapılacak işler hususunda bilgi sahiblerinden-di. Valide Kösem Sultan'ın
dâiresi mensuplarından Meleki Kalfa böyle bir tasavvur üzerine insani
hislerinin üstün gelmesi münasebetiyle, Hatice Turhan Sultanın yanına koştu ve
olanı biteni birbir anlattı. Kendisinin ele verilmemesini de, rica eyledi. Bu
ricası tabiiki kabul olundu. Turhan Valide sultan, dâire halkından üzün
Süleyman Ağa, Reyhan ve İbrahim ve İsmail ağalarla meşveret eylediler. İşi
büyütüp, ortaya çıkmadan gizli bir şayia halinde yaydılar. Üveys Ağa bunu duyar
duymaz, saraydan firarı yeğledi. Buda göstermektey-diki, ihbar asılsız değil,
kesin darbeyi vuracak kişi selâmeti firarda bulmuştu. Kösem Valide Sultan
yapılan karşı hamleyle oyunun sızdığını anlar anlamaz, yapmaması lâzım gelen
bir şeyi yaptı. Ağalara haber göndererek mahv edileceklerinin vakti gelmek
üzere olduğu bilgisini aktardı.
Yapılacak tek işin
saraya baskın vererek, Süleyman, Reyhan İbrahim ve İsmail ağaların
öldürülmesi, padişahı taht'tan indirip, şehzade Süleyman'ı boşalan tahta
oturtmaktı. Saran bazı kapılarının o gece açık bırakılacağını, geldikleri
tak-Hirde Bostancıbaşı ve bazı ağaların bu kapılardan gelenlerin önüne düşerek
yapılacakları göstermeleri sağlanmıştı. Bu haber üzerine ağalar toplandılar.
Bektaş Ağa'nın israrıyla sa-rava gönderdikleri bir pusulada Turhan Sultanın
ağalarından bilinen dört kişinin kellelerini taleb ettiler. Yaptıkları hesaplara
göre şüphesizki kabul edilmeyecek bu taleb, bunların akşam açık bırakılacak
kapıdan, saraya girmelerine bahane olacaktı. Ağaların bu isteği saraya
geldiğinde, yapılacak fesadın, ağa kapısı tarafından da benimsenmiş olduğu
böylece anlaşıldı ve bu haberleşme sadece Kösem Valide tarafından yapılabilecek
işlerden olduğuda katiyyet kesbetti. Kendisine kimlerin yardımcı olacağını
tesbit için, CJzun Süleyman Ağa, saray dışına istihbarat elemanı gönderdi. Kapıların
hangilerinin açık bırakılacağından, kimlerin içte ve dışta rol alacağını
tamamen öğrendiği görüldü gelen rapordan. CJzun Süleyman Ağa, cesur, gözü pek
ve lakabı gibi bir haylice uzun boylu bir zenci idi. Gereken bütün tedbirleri
aldı. Kapıları kapattırıp, arkalarına emin olduğu kimseleri koydu. Karşı
tarafın başta bostancıbaşı olduğu halde bütün adamlarını gözhapsine aldırdı.
Şüphelendikleri biri olduğunda öldürebilecekleri hususunda kati emirler verdi.
Saraydaki eli silah tutanları bölük bölük etrafına toplayarak, ekmeğini
yedikleri padişahın hayatına kasdedİldiğini bunu önlemekle hem vazifelerini
yapmış, hem de yediklerini hakketmiş olacaklardı. Ancak burada "harp
hiledir" peygamberi sözünün gereğindenmiş gibi, bir yalan uydurdu Süleyman
Ağa. Bu yalan; padişahın öldürülmesinden sonra Kösem Sultanın, Bektaş Ağa'ya
varacağı-nı ve tahtı Osmaniye Bektaş'ın geçeceğini söylediki bu çirkin Valan,
saray ehlinin böyle hususun gerçekleşmemesinde 9ayrete gelmelerine sağladığı
görüldü. Sarayda yatsı namazı sonrasında bağınşmalar başladı. Görüyormusunuz?
Kösem Valide padişahı öldüttürecek, kendisi Bektaş Ağa ile nikâhlanıp, âli
Sultana padişah olacakmış Bektaş, feryatlar halinde duyulur oldu. Bu
seslenmeleri duyan Hasodabaşı nasihat edecek olduysa da, Üzün Süleyman Ağa'nın
bir işaretiyle parça parça edildi. Ok yaydan çıkmıştı bu olayla. Artık kalabalık
Kösem Sultan'ın dairesine yollandı. Hadımağalar yanlarındaki yine hadım
hizmetçilerle karşı koymak istedilerse de, hasodabaşına yapılan onlarıda buldu,
parça parça edildiler. Bu gürültü Kösem Valideyi sevindirdi. Geldinizmi diye
kapıya yanaşıp sesledi, üzün Süleyman Ağa; beli, geldik, dediğinde Valide
Sultan bu sesin kime aid olduğunu hemen bildi ve derhal firar etti. sığındığı
yer bir dolap içiydi. Yorganların arasında saklanmayı yeğledi. Gelenler, büyük
valideyi isteriz diye bağırıyorlarken biraz yaşlıca bir kadın çıktı: Büyük
Valide benim. Ne istiyorsunuz? Diye seslendi. Süleyman Ağa bu bir fedakâr,
kendini feda ediyor, dediğinde kolundan tuttukları gibi bir kenara fırlattılar
kadını. Buna ne olursa olsun alkış tutmak gerekir sanıyorum. Dünya'da vefa ile
sadakat takdire değer haslettendir. Dairenin her tarafını arayanlar sonunda
Kösem valideyi buldular.
Perdenin kaytanını
boğazına doladılar ve çekerek boğmayı becerdiler. Kuvvetli bir kimse olan
valide sultan her tarafından kanlar akarak vefat etti. Bu kanlı vaka
1061/ramazanı olan 1651/ağustos ayında vukubulmuştu. Bazı tarihler Kösem
Valde'yi bulan ve öldürenin Kuşçu Mehmed adlı biri olduğunu rivayet ederler.
Tabii bu arada Validenin dâiresinin ve orada bulunan servetinin yağma
edildiğini beyana gerek yoktur. Ağalan senelerce oyalamayı başaran ve bu
başarısı ile bize göre devleti Osmaniye'ye hizmet etmiş bulunan Valide
Sultan'ın şehadetinden sonra devlet ve millet üzerinde her istedikleri havayı
estiren Ağalar saltanatının nasıl sona erdiri-lip, başında bulunanların yok
edilişini anlatmaya gayret edelim.
Kösem Sultan'ın
katledildiği gece saray'da yaşanacak vaziyetlerden habersiz olan sadrazam o
gece konağına iftar vermek üzere davetli misafirlerinin arasına, iki
kazaskeri'de çağırmıştı. Oruçların dualarla bozulduğu iftar esnasında, yeniçeri
Ağalarından Samsoncu Ömer Ağa konağa gelmiş gerek sadrıazam Siyavuş Paşa ile
iki kazaskeri Ağakapısına davet etmişti. Kazasker efendiler bu davete hemen
koşarak icabet ettiler. Sadrıazam Siyavuş Paşa ise, davet sebebini sorduğunda
tatmin edici bir cevaba nail olamadı. Bunun üzerine gitmekten istinkâf etti.
Yeniçeriler bu sırada ulema takımın] da, Ağa kapısına davet etmişler,
bunlardan şeyhülislâm Abdüîaziz, Nakibüleşraf Zeyrekzâde, diğer kazaskerler,
sarayın davetine bir kaç gün önce gitmedikleri halde, Ağa kapısından gelen
çağrıya gittiler.
Çünkü iktidarın
Ağalarda olduğunu biliyorlardı. İktidara destek oluyorlardı, hakk'a tercüman
olacaklarına! buna karşılık temkin seven Hocazâde Ebu Sâid gibi bazı ulema ne
saray davetine ne de Ağakapısı davetine icabet etmeyip, birer mazeretle işi
geçiştirmeyi bildiler. Bunun bir mânası vardır ki; şeriatı kuvvet karşısında
hâkim kılması gereken âlimler, ilimleriyle amil olmadıklarının gereği, imtihanı
kaybediyorlardı. Halbuki; İbni Kemâller, Ebussudlar veya onları gerçekten
ölçü alan ulema böyle yapmazlardı. Onlar da böyle yapsalardı, şeriatı islâmiye
ve hikmetlerine mugayir davranışa girmiş olurlardı. Bu daveti ne için yaptığını
Ömer Ağa'nın, sadrazama izah ettiğini ve dediklerinin, Turhan Vâlide'nin
Ağalarından dört kişinin kellesini, yeniçeri ağalarının istemeleri ve bunun
teminine lâzım gelen işlemi yapmak üzere olduğunu rivayet ederler. Ancak bu
rivayet doğru olmasa gerek.
Çünkü; Ağalar bu
taleblerini gündüzden yapmışlar, buna *arşılık Süleyman Ağa karşı tedbirleri
almıştı. Siyavuş Paşa, Samsoncu Ömer Ağa'y1 yanına alarak saray'a gider ve burada
vaziyeti tetkik eder. Kösem Valide taraftarı Bostancıbaşı Ali Ağa başta olmak
üzere, bu hizbin taraftarını öldürtür. Sarayın her tarafını gözden geçirdi.
Yanında bulunan Ömer Ağa bu durumları gördü. Sadrazamın maksadı da, vaziyeti
gören Ağa, arkadaşlarının yanına gittiğinde her şeyi olduğu gibi nakletsin ve
cesaretlerinin kırılmasına, zemin hazırlasın taktiğine varmaktı. Sadrıazam bir
çok tedbir aldığı gibi, ulemayı saraya davet etmeyi elzem buldu. Epeyi bir
vakit geçtikten sonra bu davete gelen Kayseri eski Kadı'sı Numan efendi oldu.
Daha sonra Hocazâde Mesud efendi, Bâlizâde Mehmed efendiler geldi. Müftü Aziz
yâni şeyhülislâm Abdülaziz efendi tercihini Ağakapısına sığınmada kullandı. Çok
geçmedi ki, bu tercihe epeyi bir ulema mensubu da iştirak etmiş. Saraydaki
toplantı neticesinde alınan karan hayırla uygulamak üzere şöyle açıklamak
mümkündü:Ağalar helak olunacak. Bu doğru ve kahramanlık gerektiren kararın
muharriki acaba kimdi? Kadı Numan efendi ile Hocazâde Mesud efendi en açık
tarzdaki fikirleriyle temayüz etmişlerdir. Bunların özetle söylediği iş ancak
Ağaların katledilmesiyle halledilir. Bunun başka bir hâl şekli yoktur. Bu
sözler fikir bakımından önem taşımaktaysa da, esas olan bunu tatbik
edebilmekti. Turhan Valide, Sadrazam Siyavuş Paşa, Üzün Süleyman Ağa azimkar
bir tutumla işe koyulmuştu ancak unutulmaması gereken bir istinat vardı ki,
buda ağaların saltanat ve zülumlann-dan gına getirmiş İstanbul ahalisi idi.
Devlet ve millet
işbirliği temin edilmiş bir vaziyet ihdasına gelinmişıi. Bunu sağlayacak olan
son hamle,'Hz" Peygamber (s. a. v) in Sancağı Şerifini sarayın önüne
dikip, ümmeti Mu-hammed'i altına toplamak ve mütegallibeye haddini bildirmekti.
Ahalinin açılan
sancak'ı şerif altına toplandığını müşahede eden ulema, birer bahane uydurarak,
yeniçeri ocağından uzaklaşma yolunu seçti. Saraya kapağı atmanın yolunu aramaya
başladılar. Hiç bir kurtuluş ümidi olmayan Müftü Ab-dülaziz efendi ile iki
kazasker Ağakapısından ayrılmayıp, onlarla ittifakta ısrar ettiler. Ağalar
tarafında kaldığı görülen, şeyhülislâm Abdülaziz efendi yerine Ebu Said efendi
tâyin olundu. Yalnız, burada karşılaşılan bir durumu haber verelim: Saray
davetine biraz geç gelen Ebu Said efendi'nin icabetinden ümid kesildiğinde,
şeyhülislamlığı Hanefi efendiye veı-mişler, Rumeli Kadı'lığı ise, Hocazâde
Mesud efendiye verilmişti. Sâid efendi geldiğinde, Hanefi efendi, müftüiükden
alınıp, Rumeli Kazaskerliğine, Hocazâde Anadöhu Kazaskerliğine, Müftülük de,
Sâid efendiye tevcih olundu. Her nekadar, âlimin büyüğüne riayet icabederse de,
toplantıya gelmede ağır davranan Said efendi bu davranışının cezasını çekeceğine
müftü yapılarak mükafatlandırılmış oldu. Rütbei tenzile uğrayan Hanefi
efendinin durumuna tahammül nefsi hususundan kolay olmasa gerek! . Nitekim;
Hanefi efendi, kendisini müftü yapan fermanı, Hocazâde ise Rumeli Kazaskerliğine
tayini belirten hattı geri vermekte biraz nâz ve soğukluk göstermişlerdir. Bunu
yapılan muamelenin neticesinden saymak gerekir. Bâlizâde ise ilkönce yapılan tayinde
Rumeli Kazaskeri yapılmıştı. Sonraki düzeltme sırasında daha efdal durumda
olan Rumeli Kazaskerliğini Hocazâde'ye bırakıp, Anadolu Kazaskerliğine
gösterdiği feragatin şahsi kemâlatla alakası olduğu teslim olunmalıdır.
Bâlizâde şu sözleri ile herkesin ve asırlar sonrada bizleri bile hayran
bırakan davranışı sergilemiştir:
"Biz; bu meclise mansıb için gelmedik. Tâifei bâgiye'nin
cemiyetlerini defe ve zülumlannı men için geldik. Bana Kazaskerlik makamı lâzım
değil Bir başka duacıya verin" Demeyi bilmiştir.
Beri yandan kendi
durumlarının sağlamlığından emin olarak vaziyetin inkişafını takip
ediyorlardı. Kösem Vâlide'nin şehidliği dâhi yeniçerilerin hesabına yazılmıştı
adetâ. Bu kendilerine olan güvenleri yeni bir hata yapmalarına sebeb oldu.
İşleri tahkik etmeden padişahlığa şehzade Süleyman'ın getirildiğinin
haberlerini bile yaydılar. Halbuki sarayın kalın duvarları gerisinde cereyan
edenler hiç de onların umduğu gibi netice vermemişti. Tabii bunların bu kadar
peşin hüküm taşımalarının sebeblerinden biri, kazaskerler ile müftü Abdü-laziz
efendi'ninde onların yanında bulunması idi. Az sonra yeniçeri ağası Kara Çavuş
başta, yanlarındada kazaskerler olduğu halde diğer ileri gelen yeniçeriler,
Etmeydanına doğru yola çıktılar. Zaferlerinin ganimetini almaya giden galibiyet
sahibi kimselere benzemekteydiler. Meydana geldiklerinde Kara Çavuş: binek
taşına çıkarak toplanmış yeniçeri ve bir takım ahaliye doğru: Saraydaki musahib
ve saray mensubla-rının yaptıkları nedir? Valide Sultanı katletmişler.
Bunlardan Valide Sultan'ın kanı istenmelidir! Dediğinde; yeniçerilerin
arasından bir ses: Valide Sultan'ın vârisi sen mi oldun? Sorusu, bir yeniçeri
tarafından seslendirildiğine göre, ağalar hatta basit yeniçeride bile ittihad
olmadığının delili idi bu manidar soru.
Bu anda da bir
değşiklik görülmeye başlandı. Yeniçeriler arasında bulurari âlimler gurubundan
bazıları alenen ve apaçık, sakin ve veıkûrane açımlarla safların arasından
çıkıp, saray cihetine yürümeğe başlamışlardı. Bu ne demekti? Biz söyleyelim;
büyük bir gururlan etrafa yıldırım bakışlar fırlatırlarken, hafif geride
kalanların kulaklarına sanki gizli bir delikten fısıldanan "Sancak-ı
şerif çıkarılmış" sözleri bu sembolün ümmet, hatta yeniçeriler dahil
toplum üzerinde birlik getirici, vahdeti sağlayıcı gücünü bilenlerdi saray
tarafına doğru yürümeğe meyledenler. Tabii bunların arasında, Abdülaziz Efendi
ile kazasker efendiler bulunmuyordu. Çünkü onlar az-ledüdikleri haberini
almışlar, yerlerine yapılan tâyinlerden haberdar olmuşlardı. Bu gurubla artık
beraber olmaları belki makamlarımızı tekrar elde edebilirizin ümidiyle
rabıtalıydı. Bir diğer tarafda, geriden kopan ulemanın yaptığını bunlar da
yapmasın diye, etraflarını sıkıca sardıran ağalardan fırsat bulamamış
olmalarıydı!
Öğle namazının edasına
yakın vakitte saray, şehrin çeşitli mahallerine münadiler çıkardı ve: Her kim
jnüslüman ise Hazreti Rasûlullâhın Sancağı altına gelsin! ülûlemr'e itaat etmiyenler,
karşı tarafda olanlar, Orta camideki (Şehzadebaşi Camii) bagiler ile bir
olanlar din ve devlet düşmanlarıdırlar. Öldürülmeleri için fetva çıkarılmıştır.
Bilindiği gibi Kur'an hü-kümlerindendirki, sizden olan emire itaatli olunuz
diye fevkalade uyulması gereken bir emir vardır. Bu emirin başa geçme veya
geçmesini, görevini sürdürmesini temin etmekte olan şartlar; hadis, kıyas ve
icma anlayışı içinde birbirini kuvvetlendirir şekilde tesbit olunmuştur.
Bu şartlara aid
hususlarda eksiği olmayan veya bu durucunu muhafaza ettirenlere itaat şarttır.
Münadiler ilânı neticesinde vaziyeti duyan ahali olsun, ağaların yanında
bulunan bir çok yeniçeri, mezkûr "Ulûlemre İtaat" emri karşısında,
bir saniye bile tereddüt etmeden sancağı Muhammedi'nin gölgesine koştu.
Sarayın bahçeleri
koşan halk ve askere dar gelmeye başladı. Şimdiki Gülhane parkının önünden
daracık bir sokak yokuş olarak Topkapı Sarayı istikametine çıkar, o sokağın
ismi Soğukçeşme'dir. Kalabalık oradan, Ayasofya Camii arkasını, deniz
tarafında Ahırkapı ve Cankurtaran civarını doldururken, Sultanahmed Meydanı
ise lebaleb dolu bir haldeydi. Buna karşılık Ağalar ve etbaları bir avuç
kaldılar. Saraydan ağalara gelen bir davet, ayak divanına gelmeleri şeklinde
idi. Ancak Kara Çavuş: Bizden saraya gidecek yoktur. Bulunduğumuz yerde
kalacağız. Padişaha da, asi değiliz. Fakat üstümüze gelen olursa vuruşmaktan
çekinmeyiz. Dedikten sonra kışlalarına çekildiler. Dışarıdan gelenleri içeri
almakla beraber dışarı çıkmak isteyenlere müsaade olunmadı.
Enteresan bir bilgi
geldi koğuş ağalarından birinden, bu haber, hiç merak edilmesin. Dışarıdan
içeri gelmek isteyen kimse yok, buna karşılık içeride kimse kalmadı ki bunların
çıkmalarını engelliyelim. Hepsi saray'ın davetine koştular.
Kâhya Bey karşılaştığı
bu tehlikeli durumu altun sesleri ile kendi lehine çevirebileceğini düşünerek,
bir gülümsedi. Arkasından, hemen keseler dolusu altunu yanlarına getirtti ve
toplanmış bulunanlara keseleri göstererek: Altun isteyenler bize koşsun.
İstemeyenler ise saraya gitsinler. Şeklinde bağırdı. Kâhya Bey'in bu daveti
boşa çıktı. Bir kişi dahi bu davete icabet etmedi. Herkes, sancağı şerifin
altında kalmayı tercih etti.
Günümüzde de,
güneydoğu ve Kürtçülük hususunda dinin bütünleştirici vasfına müracaat
olunsaydı bu gaile asla büyü-mezdi. Hattâ bir ara, uçaklarla bazı âyeti
kerimeler yazılı matbu kâğıtların atılmasını, o sırada ülkeyi yönetmekte olan
Süleyman Demirel başkanlığındaki DYP/DHP koalisyonuJnun başbakan yardımcısı
Erdal İnönü, yapılan çalışmaları lâikliğe aykırı davranış olarak vasıflandırmış,
mütereddit ortak Süleyman Demirel ve partisi DYP, koalisyon bozulmasın djye
yapılana engel olmayı kararlaştırmıştır. Devletin bu karardan beri bu olayda
bir daha bu yola baş vurma imkânı ele edilemeyerek yara büyümüş, nice millet
evlâdının şehid olmasına, nice aile ocaklarının kararmasına, adetâ yeniden bir
dul karı neslini görmeye zemin hazırlanmıştır. Neyse biz Sancağın ortaya
koyduğu işleve bakarak; şaşkınlığını biraz Üzerinden atmayı beceren Kâhya
bey'in akıbetin korkusunu akla getirdiğinin ispatı olacak sözlerini buraya
alalım: Tü yüzüne Allah belânı versin tamahkâr arnavut! Bu işler hep senin
tamaın yüzünden meydana geldi. Bize; mal lâzım. Devlet yüzçevirirse
biriktirdiğimiz akçalar, derdimize derman olur hemen servet toplayalım der
idin. Bizi kendi hâlimize koymadın. Hepimizi ifsad eyledin. Bizi baştan
çıkardın. Haydi bakalım bu miktar altun topladık. Şimdi onlar ile yapacağını
yap da görelim. Kâhya bey'in bu sözleri Bektaş Ağa'nın üzerine yürüyerek
söylediğini de ifâde edelim tabii.. Kâhya bey'in sözleri, toparlayıcı sözlerden
olmayıp, kendilerini getirmiş oldukları vehamet ve bunun mesullerinin
birbirlerine girmek üzere olduklarının, birbirlerini suçlamanın kapısını açan
ifadeler saymak gerekir nitekim Ağalar yanında yer alan ve eskiden bunları
methü senalarıyla şöhret bulan Ayasofya kürsü şeyhi Veli efendiyi, Kâhyabey'in
Bektaş Ağa'ya Çatan sözlerini duyduktan sonra bu güruh yanında kalmanın
yanlışını anladığından bulunduğu daireden üstünü silkeleye silkeleye çıktı ve
yürüdü. Bu vaziyeti de müşahede eden Bektaş Ağa: Kuzgun suhte! Kürklerimizi
giyip, kese kese ak-Çalarımızı alırken "Sizler devlete lâzımsınız. Çünkü
din ü dev-'et sizin ile kaimdir" derdin. Artık rüzgâr döndüğü için senin
yanında da yaramaz mı olduk? Diyerek, laf atmakdan kendi-ni alamadı.
Nâkip Zeyrekzâde
Abdurrahman efendi saraya dahil oldu ve pek soğuk ifadelerle dolu özür
beyanlarında bulunuyor, böylece de, bulunduğu makama yakışmayacak kertede biri
olduğunu göstermekteydi. Ama olsun kelleyi kurtarma savaşında normal insanlar
bu yola başvurabilirler. Ancak az bulunan fakat onur sahibi kimseler
Zeyrekzâde'nin tabasbusunu göstermezler. Her ne kadar yanhşdan ayrılıp, doğruya
koşmak herkesin yapması gereken husussada tabasbus ve dalkavukluğun gereği
yoktur sanırım. İlmin Zeyrekzâde'nin şahsında düştüğü derekeye şâhid olan,
Kazasker Kudsizâde mühim sayılacak derecede zarafet gösterdi, ilmi düşürülmeye
çalışılan yerden kurtarmak için. Karşılaşmış bulunduğu nezâketin sayesinde
idrak eden Abdurrahman efendi, huzura gitmeye yüzü olmadığını anlıyarak,
konağına kapandı. Sabık şeyhülislâm Abdülaziz efendi Yenikapı'ya indi ve orada
bulunan bir kayığa binerek Topkapı Sarayı'nin Yalı Köşkü cihetinden saraya
girdi. Ayak Divanında bulunan padişah 4. Mehmed'e Abdülaziz efendinin saraya
geldiği haberi verildi. İrade "Bostancıbaşı'nın yanında kalsun"
şeklinde çıktı. Bu iradeyi duyan, Abdülaziz efendinin ölümün korkunç sessizliğini
sağken yaşadı desek hata etmiş olmayız.
ulemanın yanlarından
ayrıldıklarını gören Ağalar, Şehza-debaşı Camiinde ümidsiz bir halde
kalakaldılar. Kara Çavuş şeyhülislâm Ebu Said efendiye bir tezkere yazarak,
şefaat etmesi dileklerini bildirdi. Kara Çavuş eskiden beri Ebu Said efendi'ye
taşıdığı saygısını izhar etmiş bulunduğundan, aralarında hukuk ve sevgi bağlan
kurulmuştu. Kâhya bey'de aynı hukuk sahibi olduğu (Jzun Süleyman Ağa'ya bu
minval-
bir tezkere gönderdi. Ayrıca son dönemlerde
Kâhya bey iKi taraflı çalışmaktaydı. Görüntüde Bektaş Ağa ile arası kav-aalı
olmamakla beraber, üzün Süleyman Ağa vasıtasıyla, Hatice Turhan Valide Sultana
ubudiyetini sunabilme şansını kullanmıştı. Burada biraz düşünecek olursak şu
nazariye ortaya atılabilir: merhume Şehid Valide ağaların bir bölümüyle,
Hatice Turhan Sultan, ağaların diğer bir kısmı ile gerek kendi iktidarlarını
sağlamak için gerekse devlet idaresinde inançları noktasında kimseleri
destekleme görevini üzerlerine almışlar, böylece hanedanı, niçin biz tahta
geçmeyelim düşüncesini taşıyacakların tasallutundan korumuş olmaktaydılar, düşüncesi
makul bir izah görünüyor bize.
Kâhya bey bu
müracaatıyla affa nail olamadı. Artık ortaya ahali çıkmıştıı \e ahali
zorbalardan intikam almanın zamanı geldi anlayışına sürüklenmiştir artık.
Yapılan zülumlardan
bıkan insanlar yapılacak işlemleri tartışmaya başladıklarında intikam meselesi
pek önemli bir husus oldu. üzün Süleyman Ağa ve sadrazam derhal infazlar
yapılmasının önemini ileri sürerken, şeyhülislâm Ebu Sâid efendi, şu nazariye
ile karşı çıkmaktaydı: "Yeniçerilerde, ulemâda ve diğer kimseler, sancağı
şerifi açtığımız ve buna olan bağlılıkları hasebiyle o tarafı bıraktılar, bu
tarafa iltihak ettiler. Şimdi biz infazlara başlarsak, hayati tehlikeye maruz
kaldıklarını düşünerek tekrar karşıya dönerler.
Hâttâ bu arada
Yeniçeri Ağalığına Silahdar Ağa'yı nasbet-mişsiniz, bunu hemen geri çekin.
Ocaklıya kendinden ağa töredir. Buna riayet gerekir yoksa bu yapılan nasbi
hakaret olarak vasıflandırabilirler. Bu olayların müsebbibleri zorbalara dahi
şimdilik dokunmamak kararı alalım." Şeklinde beyanda bulunur. Görüldüğü
gibi, Şeyhülislâmın görüşü, Hz. Ali (k.v)
nin, Hz. Osman (r.a) in şehid edilmesinden sonraki vaziyete, düşünüp
uygulamaya çalıştığı tedbirleri andırır, üzün Süleyman Ağa ve sadrazam Hz.
Muaviye' (r.a) in görüşü olan katilleri hemen cezalamak hususudur. Ancak Hz.
Ali (k.v) nin içtihadını andırır tarz olan şeyhülislâm efendinin görüşü, karar
altına alınır, o vecihle hareket edilir.
Kara Çavuş; Tamışvar
Valiliği görevine yollanırken, Kâhya bey'i Bosna Vilayeti bekliyordu Bursa
muhafızlığı ise Bektaş Ağa'ya verilmişti. Hemen vazifelerine gitme fermanı da
ellerine tutuşturulmuştu. Kâhya bey, Kara Çavuş derhal sur dışına çıkmayı
gerçekleştirdiler. Kâhya bey'i yanına lâzım olur diye, yüzyirmi bin altun almış
olduğunu kaynaklar bahsediyor. Yüzyİrmibin altunu, bu gün Reşad lira adıyla
andığımız altun ile karşılaştırıp, servetinin değil de yanında bulundurmayı
düşündüğü para miktarını hesaplayarak durumu idrak edelim! 120. 000 X 20. 000.
000=2. 400. 000. 000. 000 eder. Yazıyla=ikitrilyondörtyüzmilyar ederki, bu
hesap, 1998 sene sonu altun fiyatı göz önüne alınarak yapılmıştır. Görülüyor
ki, bu miktarda para toplamaya muvaffak olmuş bir tek yeniçeri ileri geieni! Ne
zenginlikmiş veya ne yolsuzlukmuş. ülkemizde aşağı yukarı bir kaç fabrikası
olan kişinin dahi böyle bir net birikimi olabilsin. Bu izahların; ülke
insanına, iktisatçıların araştıracağı ve tamamen, objektif yaklaşımla izah
etmesi gereken hususattandır, diyorum.
Bu görevlere gönderme
şüphesizki içeride coşması muhtemel taraftarlardan ayırarak ve de işi
soğutarak sona erdirme siyaseti yatmaktaydı. Hattâ buna bir misâl olarak;
şehir dışına çıkmayı tercih eden Kara Çavuş çadırında beklerken, sadrazamdan
gelen bir tezkere ile, Kaptanı deryalığa nasb olunduğu bildirilir. Gelen
müjdeciye ve sadrıazama teşekkür babında önemli miktarda bahşişler ödemiştir.
Öte yandan; Bektaş Ağa
Bursa'yeı gitmedi. İstanbul'da saklanmayı tercih etti. CerrahPaşa semti
yakınında bir ara-,-na sırasında ele geçti. Sürükleye, sürükleye Topkapı sarayına
getirildi orda boğularak öldürüldü. Kara Çavuş'da pek qeçmedi sarayın davetine
icabet etti. Burada bazı sorulan cevapladıktan sonra infaz gerçekleşti. Kâhya
bey firarı denedi. Ne varki Edirne de tutuldu. Yakalandığı andan itibaren son
derece sakin ve itaatkâr, abdest için müsaade istedi. Verdiler. Sükunet içinde
namaz kıldı. Bir eli ile sakalını yukarı kaldırıp, diğer eli ile kemendi
boynuna geçirdi. Sıktılar ve ruhunu teslim etti. Bazı tarihçilerin, Kâhya bey
için bu çirkefe tesadüfen karışmış olduğuna dâir beyanları bulunmaktadır.
İstanbul ahalisinin
Sancakı Şerif altında toplanarak son-landırdığı, yeniçeri ağalan baskısı, gerek
şehirde gerekse ülkede bir hürriyet havası estirmişsede, bu iklimi devamlı
kılacak işbilir idareci azlığı fırsatın müsbet tarzda değerlendirilmesini
engelledi. Bir bakıma, külden kaçınırken, ateşe düşülmüştü. Yeniçeri ağaları
gitmiş, yerlerine harem'in hadıma-ğaları gelmişti. Tarihler bu sırada h.
28/ramazan/1061m. 15/eylül/1650 yılını göstermekteydi.
Memleket idaresi
merkezde rastlanan ihtilaf ve çekişmelerden her zaman için büyük zarara duçar
olur ve olmuştur-da. Buna karşılık Osmanlı devletinin bu döneminde, taht
Şehrinde yukarıdaki bilgilerini verdiğimiz olaylar esnasında, serhat
komutanları, kâfirleri sıkıştırıyor, bir çok başarılara ın~ıza atıyorlardıki,
buna karşılık Anadolu'da özetleyerek vermeye çalışacağımız baskılar ve bu
baskılara karşı kıyamlar, lsyanlar zaman zaman kendini gösteriyordu. Bunlar
bazen isyanı neticelendirme kertesine gelindiğinde ki geçmiş sayfa- özel bir
şekilde verme lüzumunu hissettiğimiz Üsküdar yakınlarında Çamlıca eteklerinde,
Bulgurlu ve Dudullu semtlerinde devlet kuvvetleriyle yapılmış olan savaş en
tesirli olanıdır. Ancak işin sonuna doğru da birbirlerine düştükleri, bundan
dolayı da çözülüp, dağıldıklarım görüyoruz. Şüphesiz ki, bu kıyamlar merkezi
bozukluğun, içtaraflara aksetmesinden olmakla birlikte bir çok sosyal
sebeblere de dayanmaktaydı.
Misal olarak: Şer'i
şerifin en önemli hususiyeti, adil idarenin temini ve bunun devamını sağlamak
yolundaki ısrarıdır. Adalet olmadığında artık devletin izmihlali yakın oiuf.
Adaletsizliğe duçar olmuş kimselerin haklarını aramaları meşruiyet dahilinde
olmaz ise, bir tuğyan, bir isyan görüntüsüne bürünürse de, devletin otoritesine
riayeten yapılacak kapı aralama veya bu kapıyı aralamayan devlete ve devlet adamına
herhalde bir mesuliyet terettüp eder. İşte Gürcü Abdül-nebi harekâtında
divan'da müzakereler sonunda gelenlerin te'bit olunması Abdülnebinin kafasının
kesilmesi fetvası çıkarılmak istendi.
Müftü yâni şeyhülislam
Abdürrahim efendi fetvayı imzaladı. Fakat Karaçelebizâde Abdülaziz efendi bu
fetvaya itiraz etmekle birlikte, İmzada vermedi, ulemanın çoğu bu görüşe
iştiraketti. Fetva tekemmül etmedi. Abdülaziz efendi itirazını şu hususa
istinat ediyordu. Bunlar ta nerelerden yola çıkmışlar, kimsenin malına, canına
ve ırzına zarar vermeden, kendi masraflarını kendileri görüp, dersaadetin
kapısına şer'i şerif davamız var, demekteler. Biz böyle şey olmaz deyip, hayatlarına
nasıl kıyabiliriz, davalarına rüyet etmeden görüşüyle pek haklı bir ikazda
bulunmuştur. İşin bu tarafıyla Saray'a aksettiğinde, oradan böyle görüşe hak
verir mütalaa geldiği görülmüş, hattâ sarayın da ağaların kurduğu baskıdan
kurtulabilmek için, Gürcü Nebi'ye mail oldukları hakkında tâbirde bulunanlar
olmuştur.
Tarihin bu döneminde
tarikat ehli ile zahir uleması arasında cereyan eden ihtilaf bir kavgaya kadar
gitmiştir maalesef. Ülke insanımızın pek çoğu, bu mücadeleden habersizdir. İnsan
bazı bazı bu habersizlik daha mı iyi yoksa diye düşünmek mecburiyetinde
kalıyorsa da, menfur emeller besleyen, din ve millet düşmanlarının yazıp
söylediklerinden öğrenecekleri vakaları, kendi milletinin kaynaklarından
sağlam bir şekilde öğrenmek, dışarıdan gelecek fitneye karşı iyi bir silah
yerine geçer. Bundan dolayı Ebul Faruk tarihinden bu bölümü özetlemeyi münasip
bulduk: "Dahili sıkıntıların kavgaya kadar uzandığı noktada üzücü
coşkunluklara tesadüf olunur. İşte bu coşkun vakalardan biri de zahir uleması
ile sofiler, yâni ehli târik arasında eskiden beri devam etmekte olan ihtilaflar,
bunlara bağlı münakaşalar ne hikmetse önemli bir gaile hâline geldi. Böyle
olmasının sebebi Üstüvani Mehmed efendi adlı, Şam şehrinden İstanbul'a geldiği
ileri sürülen biriydi. Şam'da işlemiş olduğu bir cinayet münasebetiyle İstanbul'a
iltica ettiği ileri sürülmüşse de, meşkûk kalmıştır. Bu zât, ilim sahibi bir
kimse olup, konuşması da fevkalade beğenilen biriymiş. Ayasofya Camiindeki
Somaki sütün bu zâtın vaaz ettiğinde sırtını dayadığı yermiş. Kendisine
Üstüvani denmeside bu sütün münasebetiyle olduğu rivayet olunmuştur. Saraya
yakın olan Ayasofya Camii cemaati saray men-sublarının, bostancıların, hasoda
takımları denen kişilerin, harem ağalarınında bulunduğu bir cemaatti. Üstüvani
verdiği vaazlar, konuşmasındaki akıcılıkla bu cemaati kendine bağlamaya
muvaffak oldu. Saray takımı bir ara bu müthiş vaizi saraya alıp, büyük salona
bir kürsü kurdular. Üstüvani vaazlarının bir bölümünü de burada verdiğinden,
adı hünkâr Şeyhliğine çıkarıldı. Bu hâl ise, Üstüvani'de bir yanlışa
düş-niesini getirdi. Bu yanlış tasavvuf ve mensuplarına dil uzatıp, tecavüzkâr
ifadelerle sataşma yolunu tutması oldu. Bu hususta da, Kur'an ve sünneti sağlam
bir zemin olarak kullanıp saldırıları kendisi aleyhine oldu. Valide Sultan,
haremağaları ve bir çok saray ileri gelenleri birer tarikatın mensubu olmalarından
bu sözleri tutulmadı. Ayrıca üstelik bahse konu Valide Sultan ve Ağalar,
Kurâni Kerim hakikatlerinden haberdar kimselerdi. Söylenenlerin getireceği
olumsuzlukları da hesaba katan idare, Üstüyani ve arkadaşlarını sürgüne
yolladılar.
Buna rağmen mesele
kapanmamış, sadece içten içe yanmağa bırakılmış oluyordu. Hakikaten Köprülü
Mehmed Paşa döneminde bazı şiddet tedbirlerinin alınmasına kadar gitti.
Sultan 4. Murad
döneminde, padişahın emriyle öldürülen CJrmiye Şeyhi'nin kardeşinin oğlu Şeyh
Mahmud adlı kişi, Saçlı Şeyh lakabıyla bu karışık devirde şan ve şöhrete ermişti.
Vaazlarının dinleyicileri binlerce kişiyi buluyordu. Bu ilginin sebebini de
Saçlı Şeyhin vaazlarında dile getirilen hususlar, Osmanlı devletinin içinde
olduğu başta siyasi sıkıntılar olmak üzere, güncel sayılacak bütün meselelere
temas etmesiydi. İşte bu Saçlı Şeyh Mahmud'un vaazlarından biri, İstanbul
ahalisini adetâ galeyana getirdi. Şeyh efendi şunları dillendiriyordu:
"Devletin ve milletin başına gelen felâketlerin arkası alınamıyor.
Bunların böylece devamı bitmeyecek gibi görünüyor çünkü tesir eden unsurlar
izâle edilmedikçe, ortaya çıkan eser çok edilemez."
Şeyhin bu vurgulaması,
valide sultanların devlet işlerine karışmamaları gerektiğine dönüktür. Tabii bu
ifadede en önde gelen hedef Kösem Mahpeyker Valide Sultan olmakla beraber,
diğerlerini de kapsadığı kesindi. Saçlı Şeyh'e göre; "..esasında ecnebi ve
çarşı mah olan sarayın mensuplarından bir hanım, kazaen bir şehzadeye valide
olmasıyla işlerin başına geçmeye fırsat bulmuş oluyor. Halbuki buna ne durumu
ne de geçmişi uygunluk arzetmiyor ve arzetmezde. Dev-let işlerine
yetersizlikleri nasebiyle kifayetsiz iktidarların sahibi oluyorlar. Muktedir
olamayan iktidarları ülke ihtiyacını Karşılayamaz bir idarenin müsebbibi
oluyorlar. Diyor ve tedavi olarak çözümü ise payitaht dışındaki vazife
sahiplerinin ileri gelenleriyle evlendirilip, elleri idareden çekilmeli
Bu tedavi şeklinin,
çirkinliği, tatbiki gayri mümkünlüğü, padişah ailesine, hele hele aynı zamanda
halife sıfatı taşıyan padişahın Sultan Hanımlarının böyle bir muameleye muhatap
kılınmasını talep eden Saçlı Şeyh önce hastaneye yatırıldı, bilahire de
yakınları ile birlikte sürgüne gönderilmesi gerçekleşti. Böylecede millet;
padişah ailesinin kendilerine bir emanet olduğunu ve onlara sahiplenmek
gerektiğini idrak ne bu saçmalığa pirim vermedi. Teklif sahibini vatanın başka
bir köşesinde inzivaya etme inceliğini gösterdi. 1924'Ier Türkiye'sinde
gecenin yarısında bir kanunla 623 yıl hizmetinde oldukları milleti ve
toprakların birer ferdi olan hanedan üyelerinin vatan cüda edilmelerini
seyredenler, bu hanedanın yâd ellerde çektiklerinin (çok minik bir kısmı hariç
olmakla) bigânesi olarak yaşamaları, 1658'lerdeki ced'lerinden insanlık
açısından ne kadar geri düştüklerini gösteren bir misal sayıyorum. Şeyh
efendi'nin sürgünü, açılmış münakaşa kapılarının tamamının kapanmasına kifayet
etmedi. Tâ ki, büyük vezirazam Köprülü Mehmed Paşa'nın bu münakaşaları bitiren
müdehalesine kadar devam etti.
Osmanlı devletinin; 4.
Murad'dan sonraki döneminin, 4. Mehmed'e isabet eden bölümü, cidden dört mevsim
gibidir. Kadınlar saltanatı yakıştırması bu dönemin başlangıcına verile*;
ilimdir. Çünkü sabi padişah henüz yedi yaşındadır. Ülke; Kösem Mahpeyker
valide Sultan tarafından niyabetle idare olunmuştur. Bir sadrıazam resmi geçidi
yaşandığı gibi, devlet idaresinde nice kahtıricâl yaşandığından adam kıtlığı
ile karşı karşıya kalınmıştı buna bağlı olarak var olanlar, yerlerini
doldurmayı öğreninceye kadar, sefinei devlet hayli hırpalanıyordu. Yıllar
geçtikçe valide sultanlar aralarında giriş-dikleri nüfuz kavgasında hayli
mesele çıkmasına sebeb oluyorlardı. 4. Mehmed; çıkmış olduğu tahtın sadrıazamı
olarak karşısında Mevlevi Derviş Mehmed Paşayı bulmuştu. O dahil onbir
veziriazamı çalıştırdıktan sonra, düzineyi yâni onikiyi bulduğunda karşısında
yaşı yetmişi aşmış bir ihtiyar delikanlı buldu.
Bunun gayret ve
salabeti sayesinde, devrinin parladığını gördü. Fakat bu tâyindeki isabeti
evveliyetle Hatice Turhan Valide Sultan Hz. lerine teslim olunması gerekir..
Dinç fakat yaşlı vezirin sadaretinin başlangıç târihinin; 15/eylül/1656'
olduğunu görüyoruz. Aziz ve büyük milletimiz, eski devirlerde Fâtihler
yetiştirirken, artık kurtarıcılar yetiştirmeye başlamıştı. Köprülü Mehmed Paşa
geldiği sadaret makamında, kapdanı derya müessesine göz attığında, Şeydi Ahmed
Paşayı vazifeden almıştı yerine de, Topal Mehmed Paşa bu göreve atanmıştı.
Köprülü Mehmed Paşanın
donanmanın başına getirdiği adaşı Topal Mehmed Paşa, büyük ve ısrarlı
çalışmalarla kalyon, kadırga ve mavnalardan meydana gelen bir donanma inşaya
muvaffak olduğu gibi bu gemileri denize salıp derhal
Çanakkalede ki
savunmaya güç katmak için yola çıkarmıştı, apdan Paşa 36 kadırga ile 4 mavna'yı
alarak Rodos Adasına gitdi. Maksadı hakikisi Girid'e değiştirme birliği götürmekti.
Yolda rastlamış olduğu Malta korsanlarına aid üç kalyonu batırdı ve bir kaç
yıldır denizde galibiyet duraksamasına, bir haftaym ilân etdi. Sakız adasına
yanaştığında mevcud askeri, gemilere aldı böylece Girİd Adasına dümen kırılması
emrini verdi. Kendisi ise Sakız Adasında bulunmayı tercih etdi. Gönderdiği
filo ise Girid'e varamadan dönmek mecburiyetinde kaldı. Sadrıazam Köprülü
Mehmed Paşa, Çanakkale tahkimatını güçlendirme gayretine ek olarak da, Boğaz yakınlarındaki
adaların devleti âliyenin olması gerektiğini stratejisine dahil etmişti. Bütün
bunların istenmesinde de, Şemsi Paşa komutasında 19 kalyon, 10 mavna ve 3
kadırga ile 1 ü".O nakliye gemisinden kurulmuş bir filonun ilâve kuvvet
olarak gelmesi hayli rol oynamıştı.
Çanakkale önlerinde,
abluka İşlemini gerçekleştirmeye çalışmakta olan Venedik donanmasının en büyük
sıkıntısı, su temininde uğradığı müşkülatdı. Ancak bu arada da bol ami-ralli
Venedik donanmasında, üç büyük amiral arasında çeke-memezlik bulunuyordu. Bunda
Venedikli denizcilerin kendilerini denizlerin fâtihi görmelerinin payı
hayliydi. Biraz da bu çekememezliğin kaynağı Papa'nın ortak donanmaya, kend»
inisyatifiyle Amiral Bechiy'i başkomutan atamış olmasıydı. Lazzaro Moçenigo
Venedikli amiral olarak, başına gelmiş bulunan Bechiy'i ve forsunu selâmlamadığı
gibi, ziyaretine gitmeyip bir zabit göndermekle iktifa etmesi hasebiyle
soğukluğun tırmanmasını temin ettiği anlaşılıyordu.
Bechiy'i bu soğukluğu:
"Venedik Cumhuriyetine nasıl hizmet edebilirim?" sorusuyla ortadan
kaldırmak istemişsede, Venedikli amiral kendini müttefik donanmanın gerçek
komu- olarak gördüğünden, bu centilmenlik salvosunu pek takmadı. Gördüğünüz
gibi sevgili okurlarım; insanlar her ta raf da aynı davranışları sergiliyor.
Bizim derya kaptanları biribirleri-nin ayaklarını kaydırmak için çeşitli
dolaplar çevirirlerken, gayri müslimlerin dünyasında da, kin, adavet ve
çekeme-mezlik hassalar mücadeleyi iç yapıda sürdürtüyordu. Amiral Moçenigo;
donanmanın büyük ihtiyacı olan su temini için, bir kaç tane çektiri tâbir
olunan küçük gemiyi ve bir miktar askerle birlikte Soğanhdere sahiline
göndermişti. Gemiye su alınırken, muhafız gurubu olarak bir tedbir nöbeti
aldırmıştı. Osmanlı fedaisi bir kaç yüz kişi bunların üstüne savlet etmek
suretiyle yürüdüğünde Venediklilere kaçmak yolu görünmüş, bu hâli müzakere için
müttefik donanmasının yetkilileri toplanarak bir karara varmayı düşünüp,
eyleme geçtiler. Bütün bunlar olurken; Venedik gemilerinde ve bu gemilerin
buiun-duğu cenahda müthiş bir susuzluk kuyusuna yuvarlanmışiar-dıki, Osmanlı
donanmasının birdenbire gözükmesi ve demir atması Moçenigo'nun yapacağı artık
bütün gemilerine, su bulmalarının temini için şimdiki adı Gökçeada olan İmroz
Adasına sevketmekti. O da Öyle yapmıştı.
Köprülü Mehmed Paşa;
Çanakkale tahkimatına daha fazla önem verdiğinden, Moçenigo ve gemilerinin
İmroza gitmelerini fırsat sayarak zayıflamış müttefik donanmasının da üstüne
gitmeyerek, belki de kolay kazanacağı bir zaferden feragat ediyordu. İmroz
adasında ihtiyacını tamamlayan Moçenigo'nun gemileri, eski cenahlarına avdete
koyulduklarında, donanmayı hümayun, aldığı rüzgârın yardımıyla, düşman
donanması üzerine akmaya başladığı görüldü. Battagüa adlı Venedik mavnası, 3
adet Osmanlı kadırgasının ricatını gerektirirken, iki kadırgamızın kendisine
rampa yapmasına engel olamadı. Kumandanları Hali! ve Ömer reisler olan bu
mavnalar Battaglia'yı teslim alırlarken, Battaglia'ya yardıma gitmek isteyen
mavnalara da Süleyman Reis'in idaresindeki mavnanın engel olmayı başardığı
görüldü.
fSihayet; müttefik
donanması, Osmanlı gemilerinin yarmakta pek zorlanmadığı hâle geldiği görüldü.
Bunun sonucunda Şemsi Paşa komuta ettiği gemilerle savaşı kazanmıştı. Bunun
neticesi de Boğazın kontrolünün yeniden inisiyatifimize geçmesi oldu.
Ali Haydar Emir
Alpagut'un; "Târihi Bahri Sahifeleri" adlı kitabında yazdıklarına
göre, Çanakkale önünde yapılan savaşın fiilen muharibi olmamasından dolayı,
sadnazamın kendisini mahkum edeceği endişesiyle, donanmasını aldığı gibi
firarı düşünmüş olduğunu, bu düşünceyi istihbar eden Köprülü Mehmed Paşa olaya
suhuletle yanaşıp, ne kaçmaya fırsat bıraktı, nede donanmanın kaçırılmasıyla
milletin uğrayacağı zarara müsaade vermedi. Kendisine gayet iyi davrancn
Köprülü Mehmed Paşa, Topal Mehmed Paşanın kuvvei mâ-neviyesini takviye
ettiğinden başka Bozcaada'yı istirdat etmesini tâleb etdi. Bozcaadanın
karşısında bulunan Anadolu sahillerine asker yığan sadrazam, Topal Mehmed
Paşanın 86 adet hafif teknesi ile çok geçmeden adanın işgali yerine getirildi.
Takvimler bu anda 31/ağustos ile l/eylül/1657 senesini göstermekteydi.
Topal Mehmed Paşa;
13/eylül/1657'de yolunu Limni Adasına çevirdi. Bu ada da müdahil olarak
karşısına çıkan, Françesko Morosini komutasındaki 15 gemiden müteşekkil Venedik
filosu işin 65 gün uzamasına sebeb oldu. 15/ka-sım/1657'de ise, Limni Adası
istirdat olunmuştu. Osmanlı ve Venedik donanmalarının, Çanakkale önlerindeki
son çarpışmalarını teşkil etti bu muharebe. Çünkü büyük bir stratejist °lan
Sadrıazam Köprülü Mehmed Paşa, sahil boyunca ve ka-fa istikametinde yaptığı
gözlemler sonucunda, Seddülbahir v^ Kumkale surlarını tesis için karar verdi.
Bu kararı saraya bildirildiğinde, Hatice Turhan Vâlidesultan kendi parasını bu
lrnara tahsis etmekte hiç gecikmedi. Derya kaptanı seleflerrinden Ali Paşanın
bu inşaatı, çok kısa zamanda bitirmesi, takdire mûcibdir. Bu hızla gitmesi
donanmamızın Girid meselesini de halledileceği intibaını uyandırdığını
görmezden gelemeyiz. Ancak devletler arası her türlü münasebetlerin sürprizler
yapmasını tabii görmek icâb eder. Bu hususdada merhum Büyüktuğrul amiral,
değerli çalışmasının 2. cildinin 151. sahifesinde şunları beyan eder:
"Avusturya savaşı açılmamış olsaydı Köprülü Mehrned Paşa belki de Girid
Adasının geri alınmasını da kısa zamanda sağlayacaktı. Lâkin Ve-nedikli'ere
müttefik olarak karadan savaşa katılan Avusturya, Osmanlı devlet adamlarının
bütün dikkatlerini kendi üzerine çekmiş ve bu halden de en çok Venedikliler
hoşnut kalmışlardı. Böylelikle Girid savaşı 1666 yılına kadar sürüncemede
kalmıştı. Bu uzun süre içinde sırasıyla derya kaptanlığı yapmış olan Çavuşoğlu
Mehmed Paşa, Küçük (Deli) Hüseyin Paşa, Köse Ali Paşa, Hüsameddinoğlu Ali Paşa,
Hüsameddin Beyoğlu Abdülkadir Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, hep tersanede
kalmışlar ve Girid ikmâlini hep kaçak nakliyatla yaptırmışlardı. Buna karşılık
Venediklilerinde; denizlerde eskisi gibi aktif bir hareketleri
görülmemişti." Bu mütalaa üzerinde bir miktar durursak şu dersi
çıkarabiliriz.
Osmanlı donanması
kuvvetli olduğu zamanda, zafiyete düştüğü zamanda zuhur edecek haçlı
seferlerini geciktirmeye, birlikteliklerini önlemeye, gayret sarfetmesi
gereken döneme girmişti. Teessüs etmiş müttefik donanması ticaret yollarını
Osmanlı tasallutundan kurtarmaya hasretmişti. Her iki tarafda biribirini
bitirecek savaşın mümessili olmamaktaydılar.
Halbuki; Karada
vukubulan savaşlarda bu amacı görmek kabildir. Fakat sunuda hatırlamak
gerekmektedir ki, gerileme devrine girmeden duraklama dönemini yaşamak
nisbeten || mühim seferler
yapılmasına ve bunları zaferle bitirmek gibi basanlar görüldü. Osmanlı ordusu;
Köprülü Mehmed Paşanın ^arı bekâ'ya irtihalinden sonra merhumun oğlu, Fâzıl
Ahmed paşanın komutasında, milletimizi ümidvar kılan hareketlerin devamında
büyük bir rol üstlendi. 1661 ekiminde makamı sadarete gelen Fâzıl Ahmed Paşa,
tam beş yıl Avusturya devleti ile becelleşmekten Girid'e fazla zaman ayıramadı.
Vasvar'da; 30/ekim/1666'da, Osmanlı Avusturya barışı akte-dilince sadrıazam,
Girid üzerine her geçen gün dozajını arttırarak düşmeğe başladı. Venedik;
Girid'e eğilen sadnazamın durumunu istihbar ettiğinden senatolarında aldığı
karara müsteniden İstanbul'daki elçilerine talimat vererek, sulhun teminine
yarayacak çalışmalar yapmasını hatırlatmışlardır.
Muhterem okurlarımız;
bazı meselelerde devlet politikası uygulamasına girişildimi, artık efkârı umumiye
o meseleyi büyükler bilir demek suretiyle, kendilerine verilen bilgi kadarıyla
iktifa ederdi. Haberleşme araçlarının günümüzle kabili kıyası mümkün olmayan
durumu, milletin devlet adamlarına olan itimadını sarsacak bir tesir
gösteremiyordu. Nitekim; Fâzıl Ahmed Paşa kapdanı deryalığa getirdiği, Kaplan
Mustafa Paşaya, daha 1662'de tersaneyi bir güzel faaliyete hazırlaması ve
gemi yapımına hız vermesini padişah 4. Meh-med'den aldığı talimat üzerine
emretmişti.
Bunun üzerine sabırla
ve sebatla gayret gösterilmeğe başlandı. Yakın târihimizde rastladığımız
Kıbrıs Adasına 1974'de yapılan anfibi hareketi neticesinde, zaferimizi göz
önüne alırsak Johnson mektubuna muhatab olan İsmet İnönü'nün, çıkarma
gemileri yapmak bu ihtiyacın giderilmesine işareti de, 1964'de vukubulmuştu.
Deniz kuvvetleri de bu hususda tersanelerini harekete geçirerek, işaret
edildiği yılda, bir tane bile mevcud olmayan çıkarma gemilerini 1974'deki
indirme Çıkarma hareketinde, mebzul miktarda kullanma imkânımız hâsıl oldu.
Böylecede Fâzıl Ahmed Paşanın 1662'de
aldığı tedbirlerle, 1964'ierde başlatılan tedbirlerin biribirine yakın olması
aradaki 302 sene sonra görülen fark sadece teknolojik değişimlerdir.
3/kasım/l666'da
Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa Girid'e bizzat gelerek, komutayı yed'ine aldı. Bu
sırada Donanmayı hümayun ise karşısında hiç bir maniaya maruz kalmadan,
gemilere aldığı kara askerini, Girid'e getirmeye muvaffak olmuştu. Üstelik;
lojistik faaliyetlere üs olarak da, Eğriböz, Go-los ve Selanik tahkim
olunmuştu. Takvimler "16/ma-yıs/1667'yi gösterirken Osmanlı gücü Kandiye
önündeki hamlelerini şiddetlendirmiş ve muhasaranın da sonunun görülmesi
yakınlaşmıştı.
Ne var ki; Suda
limanının Venedik tarafınca kullanılması da, düşmanın takviye almasına açıkbir
kapı olmuştu. Kandiye muhasarası bu takviye alabilme sayesinde, 2 sene, 4 ay,
11 gün daha devam etmiş ve 27/eylül/l 669'a kadar sürmüştür. Venedik tarafı
28/ağustos/1669'da sulh talebinde bulunmuştu İslâmi anlayışın emri olan sulh
tekliflerine acık olma hâlide devleti âlî'yenin bidayetten beri şiarı
olduğundan görüşmelere başlanmıştı. 5/eylül/1669'da imzalanan sulh antlaşması,
yukarıda beyan ettiğimiz gibi Sancakı Osma-nî'nin, Kandiye burcuna çekilmesi
27/eylül/1669'da sağlanmıştı.
Varılan antlaşma
maddelerini dört kalemde zikre çalışalım.
A) Kandiye Kalesi; içindeki bütün cephane ve
silahlarıyla Venediklilerce Osmanlı yetkililerine teslim edilecektir.
B) 21 sene sonra Suda, Spinalonga ve Karabusa
Kaleleri, Osmanlılara verilmek üzere, Girid Adasının bütün toprakları devleti
âlî'ye ye hemen geçmiş olacak
C) Venedikliler: savaş sırasında Dalmaçya
kıyılarında işgal ettikleri Kilis Kalesini muhafaza edeceklerdi.
D) Venedik Senatosu, savaşdan önce Osmanlı
Devletine verdiği haracı ödemeğe devam edecekti. Sahifelerimizde Girid
fethinin teknik ve siyasal akışını verirken, deniz mevzu-unun mütehassısı olan
zevattan, merhum amiral Afif Büyük-tuğrul'un aşağıya özetleyeceğimiz
mütaalasınada temas etmeden geçemedik. "Girid savaşına ilişkin söz
söylerken, tartışmalar yapılırken, yazılar yazarken akla gelen ilk soru,
<sa-vaşm neden yirmi ikiyıl gibi çok uzun zaman sürmesi ve bu kadar yıllar
içinde, ne Osmanlı Devletinin ne de Venedik Cumhuriyeti'nin kesin bir sonuca
varamamasıdır! Alman tarihçi Ekkehard Eykof un dediği gibi, savaş sadece
Ada'nın merkezi Kandiye Kalesini alıp, vermemek mücadelesiyle, toprak üstü ve
altı mücadeleleriyle, sürdürülmüştür. Deniz de ise harekât stratejisi olarak
ileri bir üs elde etmek gibi, ilkel bir strateji kuralı bile düşünülmemiştir.
Her iki tarafın yaptığı, çok kısır bir abluka harekâtından bile ibaret
kalmamıştır. Her iki tarafın ablukası da çok başarısızdır. Her iki tarafda da
ciddi ve iyi düşünülmüş bir savaş plânı yoktur. Savaşın bütün hareketleri
güncel olarak düşünülmüş ufak ufak ikmâl hareketlerinden ibarettir."
Diyen, merhum amiral Büyüktuğrul yukarıya aldığımız görüşlerine şöyle devam
etmektedir: "Bu soruya gerçeklere en yakın olarak yanıt vermek Osmanlı
Devletinin; kuruluşuna kadar geriye gitmek, gerektir. Çünkü; Osmanlı Devleti
denizlerdeki mücadelenin ve deniz ticaretinin, korsan mücadelesi etkisinde
yapıldığı bir dönemde kurulmuştur. Tarihçilerimiz; sadece Osmanlı Bizans
ilişkilerini esas aldıkları için, kursan savaşlarının etkisini düşünememişlerdir
bile. Halbuki yabancı tarihçiler; korsan savaşlarının etkisine büyük önem
vermişler ve bundan ötürü, evvelce belirttiğimiz gibi Osmanlı Târihini, deniz
olaylarını temel alarak yazmışlardır. Akdenizdeki korsan mücadeleleri, daha Osmanlı
Devletinin kurulmasından çok önce, denizci İtalyan cumhuriyetleri tarafından
Bati Akdeniz'de başlamış; Venedik, Cenova ve Piza cumhuriyeti korsanları öteki
cumhuriyetleri denizcilerini ekarte ederek Doğu Akdeniz'e geçmişler; bura-dada
Venedik ve Cenova, Piza denizcilerini ekarte ederek, haçlı seferleri
çerçevesinde, biribirlerinin üstüne düşmüşler, mücadeleler vermişler ve
biribirlerine karşı savaşlar yapıp, bu savaşlar çerçevesinde yaptıkları ada
mücadelelerindede ilk önce Aydınoğlu umur Bey sonra da, Sultan Orhan'ın kara
kuvvetlerinden yardım almışlardır. Profesör Kamillo Manfro-ni'in belirttiği
gibi bu mücadelede Osmanlı Devletinin tek şansı, ne Venedik nede,
Cenevizlilerin <birgün gelip Osmanlı Devletinin korsan mücadelesine rakip
olarak karşılarına diki-lebileceğini tahmin edememeleridir. Ne Venedik ne de
Cenevizlilerde, büyük topraklar istila etmek hevesi yoktur. Onların
biribirlerine karşı mücadeleleri, küçük kara devletleriyle, deniz ticaretini
Ötekine kaptırmayıp kendisi almak için, ticari mukaveleleri yapmak, deniz
ticaret yollarına hükmedecek ada ve limanlara yerleşmekten ibarettir. Bizim
târih otoritelerimiz; bu döneme ilişkin deniz mücadelelerinde <Osmanlılar
Ege Denizine egemen oldu>, <Osmanhlar Akdenize egemen oldu> gibi
deyimler kullanacaklardır. Ama korsan dönemi deniz mücadelelerinde egemenlik
söz konusu olamamaktadır. Çünkü denizde zayıf olan taraf da, kuvvetlinin kıyı
ve denizyollarına akınlar tertipleyebilmektedirler. Korsan savaşlarının
Osmanlı Târihi üzerindeki en kuvvetli etkisi şöyle görünmektedir: <Anadodolu
kıyılarına vaki olan, hristiyan korsan saldırılarına hedef olmamak için
Osmanlı Devletinin Türk unsuru, dağlara yerleşirken, Rum unsuru, kıyılarda ve
adalarda kalmış, dolayısıyla Osmanlı Devletinin ziraat, ticaret sanayii ve
ticaret merkezlerini tutmuştur. Devletde bunları silah altına almayıp kara
savaşlarım, Türk unsuruyla yaptıkça ve zamanın kara savaşı gereği olarak en
atik ve cevval fürk unsurunu kullandıkça, birinci sınıf Türkleri, Avrupa ve
/Asya'nın en uzaklarına dağıtmış ve istilâ dönemi kapanınca da yâni birinci
sınıf Türkler orada kalmış ve ikinci, üçüncü derecedeki Türkler de, Anayurt
olan Anadolu'da kalmışlardı. Durum değişmesinin baş sorumlusu Derya Kaptanlığı
makamına göz diken saraylı vezirlerdir. Onların; deniz sorunlarının devlet ekonomisi,
silahlı kuvvet ve sosyal hayatı üzerindeki etkilerini ölçmeye ve incelemeye
lüzum görmemeleri kıyılarda olduğu gibi devlet ekonomi ve donanmasını da
değerli Türk unsurundan yoksun bırakmıştır. Ege Adalarında da Venedik
taraflısı Rum unsuru, Türk unsurundan çok fazladır. Yurt İçindede deniz
ticaretine Rum unsurun hükmetmiş olduğunu ileri süren merhum amiral
Büyüktuğrul, İsmail Hakkı üzunçarşılı'nin vefatından sonra, TTK (Türk Târih
Kurumunun) neşrettiği, Osmanlı Târihini devam ettirip, ikmâl eden Enver Ziya
Karal'inda ileriye sürdüğü şu tesbiti yapıyor: Napolyon'un Venedik
Cumhuriyetini târihden silmesinden sonra Osmanlı Devletindeki Rum asıllı
armatörler, bütün dünyada Venedik ticaret kolonilerini değiştirmişlerdir. Kuruluşu
sırasında Osmanlı Devleti nasıl italyan denizcilerden yararlanarak kuvvet
bulmuş ise, Yunan istiklâlindede donanmadaki Rum denizciler kaçtıkları için
Osmanlı Devleti birden denizlerde zayıflamıştır. Buna mukabil Osmanlı Devletinde;
kara kuvveti, donanma yerine deniz sorunlarını da harelendirir fikri doğmuştur.
1897 Osmanlı Yunan savaşından sonra, Osmanlı Devletinde, donanma yerine,
demiryolu yapmak fikrinin doğması gibi.. istikametinde açıklamalar
yapmışlardır. Bu nazariyeleri ileri sürenlerin ifadelerine katılıp katılmadığımız
yerler vardır. Bizim bu İfadeleri buraya al-rnamız, aykırı görüşlerinde mütalaa
edildiğin de, istifade edilmesi
imkânının kabil olduğunu ortaya koymaktır. Şüpheyi, araştırmacının enyakın
arkadaşı görmek icâb eder. Tâ ki; insaf ve adalet, şüpheyi denetleyen birer
murakabe sembolü olarak, dâima kendini hatırlattığı takdirde. Bu bahse dâir
görüşlerimize geçmeden merhum Amiral Büyüktuğ-rul'un bir hüküm mesabesinde olan
şu satırlarına yer verelim: "..Osmanlı Devletinin kazandığı zaferlerin
bile, Türk kanının fazla dökülmesine, Türkiyenin teknikte geri kalmasına ve
barışta da savaşta da fazla harcamalar yapmasına neden olmuştur. Girid savaşı
da, böylece hem uzamış, fazla harcamalara neden olmuş ve bundan sonra da
Osmanlı Devleti bu adayı kendisine katmanın yararını elde etmesini
bilememiştir." Demektedir.
Şimdi yukarıdan beri
merhum amiral Afif Büyüktuğrul'un işin mütehassısı olarak tenkid ve
tahlillerine teknik olarak, savaş iimi görmüş, muharip bir denizci olarak karşı
çıkmak haddimiz değilse de, Osmanlı Devletinin varoluş sebebi olan hususa aid
söyleyeceklerimiz vardır. Merhum amiral; Osmanlı Devletinin 17. asır ile
birlikte deniz hâkimiyetinin yavaş yavaş elden gittiği gibi, kara savaşlarında
da, bir gerileme yaşandığını pek hesaba katmamakta. Osmanlı Devleti; bir süngü
ucu gibi, avrupanin orta kapısına kadar dayandığından avrupa devletleri her ne
kadar kendi aralarında da di-dişselerde, hristiyan Papasının Öncülüğüyle
müslümanlara karşı birleşiyorlar, kalabalık ve güçlü ordularla, donanmalarla
vede 5. kol denilen içten çökertme faaliyetlerine başvuruyorlardı. Hududları
içinde çeşitli prensliklerin, mümtaz eyaletlerin yer aldığı ve hayli gayri
müslim bulunduran devletin, 5. kol harekâtından gördüğü zararı hiç kaale
almıyor vede 20. asır araç ve gereçleriyle, eğitim metodu, yakın ve uzak
muharebe silahlan, haberleşme imkânları demir tekneler ve bilhassa
denizaltılar, güçlü dizel motorlu gemilerle yetişerek, yelken ve kürek dönemini
tenkit ne dereceye kadar ciddiyet arzeder. Büyüktuğrul amiral, gerek
Venediklileri gerekse de Osmanlı Devletini başarısızlıkla suçlamak suretiyle
işe zâten eski devire, bulunduğu dönemden bakmış olduğunu dikkatli bir
okuyucunun anlayacağını düşünmüştür elbette.
Akıl mektebinin
müdavimi, diğer birtâbirle, hiç bir kayida tâbi olmayan anlayışında sahibi
olarak gayri müslim avrupa, qeçerli bütün silahlan gayesine varmak için
kullanırken, korsanları organize ederken ve el altından, desteklerken, Kur'anı
Kerim buyruklarına, ehadisi şerife hüküm ve açıklamalarına bağlı Osmanlı
Devleti de, şüphesiz ki dünyevî bir anlayışın zebunu olmayıp, Rızai ilâhiyi
tahsil, Mevlânın adını ve nizamını dünya'ya yayma ve duyurma göreviyle
mütehai-İi olduğundan, her şeyi ince derinlemesine hesaplama', ve tatbike
yükümlüydü. İstilâ etdiği ülke insanlarını katliam etseydi, belki avrupa da
hristiyan kalmazdı, amma Mevtamız zulme asla müsaade etmediğinden, bizi
altından kalkamayacağımız mağlubiyetlere duçar ederek, perişanlığa düşürecek
haller musallat ederdi.
Ayrıca devlet ricali,
Osmanlı Devletinde her şeyin bile zaptı tutulan devlet anlayışı taşıdığından
hareketle, meydana gelmiş her harakâttan haberdar olup, atacakları adimlarıda
pek dikkatli atarlardı. Nitekim Girid'in; çok uzun yıllar, sonunda ele
geçirilmesi ne ihmaldir ne de kasta bağlıdır. Çeşitli coğrafî alanlara yapılan
saldırıları önlemek için Girid üzerindeki baskılı muhasarayı zaman zaman
gevşetmesi icâbı halden sayılmalıdır. Merhum amiralin asla iştirak edilmeyecek
görüşü kesinlikle Türklük unsurunu, bir ümmet devleti olan Osmanlı Devletinde
öne çıkarma bakışıdır. Güya avrupalılar bir izaha göre müslümanlara Türk
derler, onların Türk demeleri müslüman demek istemeleri şeklinde telâkki
edilmişse de, batılılar islâmda ırkçılığında şiddetle yasaklanmış olduğunu,
islâm ittihadının bundan dolayı pek güzel gerçekleştiğini görmüş olmalarından
dolayı, Osmanlı Padişahlarının, bir Türk boyu olan, Kayı aşiretine
mensubiyetini dikkate alarak, Türkler demek suretiyle, zamanla ırkçılık empoze
edebilmek için ısrarla bilhassa tarihçi vede şarkiyatçıları, Türklük üzerinde
durmuşlardır. 19. yüzyılın başlarında da, ırkçılığı Osmanlı İslâm devletine,
bulaştırmışlardır. Ondan sonra ise ırkçı anlayış başını alıp gitmiştir.
Venedik ve italyan denizcilerinin ardından Yunanlıların istiklâliyeti sonrasında
denizcilikte adı geçen devletlerin dahi önüne geçtiğini ileri sürmesi, üzerinde
kafa patlatılması gereken husustandır. 4. Mehmed döneminin aslında savaş yapma
açısından babası Sultan İbrahim tarafından açılmış bulunan, Girid Fethi
dolayısıyla başlamış olan ve genellikle Venedik ile gerek karada gerek denizlerde
tevali eden seri savaşlara inzimamen, 1672'de uç veren Lehistan Savaşı, iki
safhada gerçekleşti. İlk safhası başladığında sebeb olarak Ukrayna'nın
kazaklarının, gerek Lehistan, gerekse Rus tecavüzlerine karşı, devleti
âliyeden istimdatta bulunmasından ve bu yardım isteğine, Osmanlı Devletinin
icabet etmesi hasebiyle devleti âliye tarafından açılmıştır. Ukrayna Kazakları
riyasetini üzerinde taşıyan Do-rozenko, kendilerini bir sancak beyliği
statüsünde Osmanlı Devletine bağlanmasını tâleb etmişlerdi.
Gerek Rusya gerekse
Lehistan burnu dibindeki Ukrayna'yı, Osmanlı Devletinin himayesi mânasına
gelen talebi yüzünden cezalandırma mânasına işaret eden tacizlerine başladılar.
Ancak bir Osmanlı müdehalesinin karşısında bilhassa Lehistan karşı koyabilecek
ne güç ne de taktiğe sahipti. Buna bağlı olarak padişahın adamlarını politik
yaklaşımları kullanarak oyalama yoluna gittiler ve hesaplarını da aniden
Ukrayna üzerine çullanma hesabına raptettiler. Hatayı da Osmanlı serhaddine
yakın olan Komaniçe Kalesini tahki- kalkıştıkları esnada yapılanlar padişahın
kulağı ona eriştiğinden 4. Mehmed'i Lehistan'a savaş açmış olarak görüver-clik.
İstanbuldan Komaniçe Kalesi üzerine yürümek üzere yola çıkarken, Kırım Han'ı
ve Ukraynalıların Dorozenko'ya kaleyi adres gösterip, orada buluşup
Lehistan'ın cezasını verelim düşüncesini, kuvveden fiile çıkarmak suretiyle ve
niyetiyle, sadrıazam Fâzıl Ahmed Paşa ile Komaniçe önüne gittiler. Takvimler,
27/ağustos/1672'yi gösteriyordu ki, Lehistan'ın etekleri tutuştu. Çünkü
Komaniçe Muhasarası fiilen başladı. Sekizinci gün ise kale Osmanlıya ram oldu.
Hareketin devamının Lehistan'ın işgali mânasına geldiğini akleden Lehliler,
savaş çubuğunu, barış çubuğuna tahvil için hemen müracaatda bulundular.
18/eylül/1672'de Puçaş şehrinde müzakereler nihayetlenip, imzalar atıldı.
Lehistanin yâni Polonya'nın Podolya eyaleti de Osmanlıya verildi. Ancak; Lehistan
kralı kabul ettiği şartlan hâvi barış antlaşmasını Diyet Meclisi tâbir edilen
yetkili kuruldan geçİremeyince, vaziyet İstanbul'a dönmüş bulunan sadrıazam
Fâzıl Ahmed Paşaya bildirildi. Aynı zamanda düşman kuvvetleri, Osmanlı hududuna
dalmak suretiyle bir iki kaleyi de işgale muvaffak oldular. Savaşın ikinci
safhası böylece başlamış oldu. Hayret uyandıran bir şey olarak Lehistan'ın bu
cesareti üzerinde durmak icâb eder, tetkikte karşımıza başta Papalık olmak
üzere, bir çok ülke Lehistan'ı Doğu Avrupa üstünde söz sahibi olmak isteyen
Osmanlıya engel olmaya çalıştığını görüyoruz. Bu karşı koyuş hareketine Eflak
ve Boğdan'a iştirak etmesi zorlanmaya başladı. Padişah bu tedbiri hissettiği
için her iki Voyvoda'yı tâyin hakkını kullanarak, kişileri değiştirdi, bunun
sonucunda bu topraklarda aleyhine hareketi önleme-Ve muvaffak oldu. Ukrayna'nın
bu Osmanlıya iltihak talebi Rusya'yı harekete geçirmiş ve ani bir saldın ila
Kazak'ların üstüne çullanmış ve bilfiil işgal başlatmıştı.
Sultan 4. Mehmed
soğukkanlılığını hiç kaybetmemiş, bu Rus taarruzuna karşı bizzat yanındaki
birliklerle yürüyüşe geçmiş öte yandan da, Rusları her sene bir defa olsun
atlarının nallan altında çiğneyen Kırım Hân'ına haber gönderip Rusların üstüne
gitmesini emrederek Rusların üzerine gidip, Dorozenko'yu muhasaraya almış Rusu,
bahadır askerlerinin güçlü kolları cesaretle çarpan yürekleri ve bir yardım
talebine cevap vermenin Mevlânın yardımını yanıbaşında bilen insanların
rahatlığıyla düşmanı, çok kısa zamanda paraladılar. Çok geçmeden Kırım Hân'ının
gelmekte olduğunu da haber alan Ruslar'ın yapacakları tek iş ülkelerine kaçmak
idi ve onlarda öyle yaptılar.
Kış mevsiminin
gelmesi, Lehistan cephesinin Halep Valisi İbrahim Paşaya bırakılmasının kararı
alınıp, 4. Mehmed'in İstanbul'a dönüşü gerçekleşti. İbrahim Paşa da tempoyu
biraz düşürmekle birlikte, Lehistan toprakları üstüne yürümeye devam
etmekteydi. Nitekim kirsekiz tane kale burcuna, Osmanlı sancağı toka edildi.
Tatarlar cepheyi terk edip gitmemiş olsalardı, belki de bütün Lehistan toprağı
hakimiyeti Osmaniye'ye girecekti. Ancak Kırım Hânlarının bu davranışı, yine
her zamanki alışkanlıkları diye geçiştirilirken takriben onsene sonra Viyana'da
sergilenecek İhanetin habercisiymiş de bundan bir ders almayı düşünememişiz.
Lehistan ile sulhun
sağlanışı taa 1676'da vefat eden Fâzıl Ahmed Paşanın yerine getirilecek olan
Merzifonlu Kara Mustafa Paşaya kaldı ki, bu sadrıazam Podolya ve Ukrayna'nın
biz de kalması şartıyla barışı yapmağa mecbur oldu. Yoksa Halep Valisi İbrahim
Paşanın fütuhatına Kırım hânı yanında kalıp yardımlarını yapsaydı, karşımızda
ülkesi elinden alınmış toprağı olmayıp, sadece adı olan bir devlet olacaktı
ki, böyle bir idare ile barış antlaşması yapılmaz ona statüsü belli edilmiş
bazı görevler verilirdi. Ne varki, Tatar böyle bir fırsatı ortadan kaldırıcı
davranışı yaparken, başlarında Selim Giray bulunmaktaydı.
Kırım Hanlığının dâima
ihtilafa müsaid zeminde birbirlerini çekemeyen han'larla, yürütüldüğünü
söylerken umumiyetle hânlar karşılarında ya eski bir hânile yahut da müstakbel
bir han ile İç mücadele vermişlerdir. Tabiiki bu barış antlaşmasının
tasdikini, Diyet Meclisinden geçirmeye muvaffak olamayan Lehistanlı barış
taraftan kralları ve onu destekleyenler, Osmanlı ile savaşın yeniden
başlamasıyla karşılaşmışlardı.
2. Lehistan savaşında
donanmamıza da iş düşmüştü. Çünkü bu safhada Rusya'da savaşa müdahil olmuş
donanmasının Karadeniz'de sıkıntılara sebeb olacağı uzakça ihtimal değildi.
Savaşa müdahil olan Rusların Karadeniz'e sahili y.-maktan dolayı donanmasının
önüne, Osmanlı Donanmasının çıkarılması iktiza ettiğinden Mora Sancak Bey'i
Köse Ali Paşa, uhdesine Cezayir Beylerbeyliği verilmek suretiyle, Kap-dam
Deryalıkla vazifelendirilmişti. Vazifei asliyesi evvelâ Karadeniz üzerine
gidecek oradaki Rus hücumuna açık sahillerimizi bu tecavüzden men etmeye
çalışmak, ayrıca cepheye her çeşit savaş malzemesini ve takviye asker
götürmekti. Köse Ali Paşa Baba Hasan Beyin komutasında bir miktar gemiyi Azak
denizi kıyılarını muhafazaya yollaması iyi bir tedbirdi. Kendisi de üstüne
düşeni yaptı.
Dönüşte ise; Karadeniz
Ereğlisi civarında, bir fırtınaya yakalandılar ki büyük kayıplar verdiler. Ali
Paşa derlediği gemileriyle İstanbul'a döndü ve evine kapandı. Az sonrada kederinden
vefat etdi. Bu zâtın yerine 1675 yılında Seydioğlu Mehmed Paşa Kapdanı Deryalık
görevine getirildi. Bu zâtın da donanması, Karadeniz'de görülen fırtınalardan
birine yabalandı. Akıbeti Ali Paşa gibi oldu büyük zayiat verdiğinden, bunun
yerine de 13/kasım/ 1677'de Kara İbrahim Paşa göreve getirildi. İbrahim Paşa,
geçmişten ders alan akil bir adam olarak, kendinden önceki iki kapdanı
deryaninde başına gelenleri teemmül ettiğinden, görevli olarak Abdülkadir
Paşayı yerine vekil olarak donanmaya gönderip, ayağı karada olarak padişahın
yanında bulunmayı tercihe baktı.
Sevgili okurlarımız;
1075/1665'de imzalanan Sen Gotard savaş neticesi olan antlaşmayı, Avusturya
İmparatoru Le-opold'a imzalatan serdarı ekrem Fâzıl Ahmed Paşa, bir tesadüf
eseri yenilmiş sayanların da bulunduğu savaşa rağmen öyle bir antlaşmaya imza
atmıştı ki, sanki mağlup olan gâlib, gâlib olan mağluptu Müdekkik tarihçi
İsmail Hakkı Üzunçar-şılı, târihinin 3. cildindeki dip notunda Askeri Müze_
Müdürü Ferik Ahmed Muhtar Paşaca kaleme alınmış olan "Sen Go-tarda Osmanlı
Ordusu" adlı eserdende istifade edildiğini kaydetmiş. Biz de; bahse konu
kitabı ilk defa lâtinize edip, bu çalışmamızın 4. Mehmed bölümünün son tarafına
okuma parçası olarak koymağa böylece de savaşın arka plânını tam manasıyla
öğrenilmesini temin bu tarzı seçtiğimizden bu bölümde bahse konu etmeyip bu
izahat ile yetinelim dedik.
Sadnazam Fâzıl Ahmed
Paşa 1087 senesi şabanının 26. günü 1676/4/kasım salı günü darı beka eyledi
Çorlu ile Karıştıran isimli mevkıide bulunan Karabiber Çiftliğinde ve ölümünde
yaş henüz 42 idi. Arabaya koydular İstanbul'a getirip, Çenberlitaş karşısında
Köprülüler Camii yanındaki üstü açık türbede pederi Köprülü Mehmed Paşanın
yanına defnolundu. Yerine de senelerce kendisine kaimmakamhk yapan, eniştesi
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa getirildi.
Ancak Köprülüler
ailesinin içinde yetişmiş olmasına rağmen kibirli, azametli inatçı ve asla
mülayemet sahibi olmayan bu Merzifonlu idi. Böylece de, âkil, mütevazi,
güleryüzlü, yüksek karakter sahibi Fâzıl Ahmed Paşaya alışanlar Merzifonlu ile
yapamaz hâle geldiler. Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın sadareti iki gün sonra
gerçekleşen tâyinle yâni 28/ka-sım/1676'da başladı.
Doroşenko bir bize,
bir Rusya'ya yakınlaşıp, ortalık karıştıran bir yapıyla nice kan dökülmesine
sebeb oldu. Son dayanak olarak Ruslara taraf olan Doroşenko Kazak Hatrnanlı-ğında
bırakılamazdı bu bakımdan yerine Zaparog Kazaklarının Hatmanı İken sonradan
papas olup Yedikule'de mahpusa Konan Himilenitski, kubbealtının emri ile Rum
Patriği 4. Par-tiniyos ile Divanı Hümayun tercümanı Mavrokordato tarafından
hapisten çıkarılarak, Hatmanlığa tâyin edildi ve Kazakların yanına gönderildi.
Tuhaftır ki, Doroşenko'nun yaptığını daha önce bu Hİmilenitsde yapmıştı.
Çehrin'in Ruslardan alınıp gönderilen Hatmana teslim edilmesi serdar, İbrahim
Paşaya bildirildi.
1677 senesi idi.
Cehrin üzerine gitmesi emredilen Şeytan İbrahim Paşa, senenin 6. ayı olan
haziranda Cehrin Kalesini kuşattı. Ancak kaleyi, Rusya Kazaklar ve Alman
askerleri savunduğu gibi kalenin üç tarafı bataklık olduğundan, saldırı tek
yerden yapılabiliyordu. Sayılanda dört bini bulmaktaydı. Bu kalenin alınması
hayli zaman ve zorlukların çıkmasına sebeb olmuştu. 1677 haziranında başlayan
muhasara, fetihle neticelendiğinde 12/ağustos/1678 olmuştu ve ondört aylık dişe
diş bir mücadele verildi. Osmanlı Ordusu bahse konu mücadelede hayli zor
durumlara düştü. Bunlardan; Merzifon'u Kara Mustafa Paşanın metaneti ve
soğukkanlılıyla sıyırgayı başardı. Cehrin Kalesinde otuzbin düşman askeri öldürüldü.
3/recep/1089/12/ağustos/1678'de Tasmin suyunu aŞan Osmanlı Ordusu Silahdar
Fındıklılı Mehmed Ağa tarihindeki bilgiye göre Rus, Kazak ve aşağıda adları
yazılı çeşit-11 Tatar kuvvetiyle karşılaşıldı ki tamamı ikiyüzbinİ
bulmak-taydı. Tatarlara gelince; Tura Tatarı, Eşker Tatarı, Kazan Ta-tan,
Beyluk Tatarı, Kalmuk gibi, kırkdört çeşit Tatardan bahseder Fındıklık Silahdar
Mehmed Ağa şu da vardı ki; Ruslar, 2. Bayezid döneminin hayli geride kaldığını
gösteren bir görüntü sergiliyordu.
Kırım Tatarları ve
Osmanlı askeri, bunların üzerine yürüyüp Özi nehrine kadar sürdüler, burada
mukavemeti güçlendiren düşman mağlup sayılsada yok edilemeyeceğide anlaşılmıştı.
Ordunun zahiresinin azaldığıda görülünce düşman kendi haline bırakıldı. Önce
Osmanlı askeri daha sonra Kırım Hanı da geri geldi. Veziriazam Mustafa Paşa
İstanbul'a döndüğünde serdarı ekremlik vazifesi Kara Mehmed Paşaya tevcih
olundu. Kendisine Babadağında bulunması talimatı verilmişti. Bosna Valisi vezir
Defterdar Ahmed Paşa Özi Suyunun uygun yerlerine iki kale yapmak emri aldı.
1090/1679'da tamamlanmış kabul edilen bu kalelerede muhafız konduğundan
nisbeten biraz daha güçlüce emniyet tedbiri alınmıştı.
Öte yandan; Serasker
Kara Mehmed Paşa ve Kırım Han'ından gelen malumata göre, Rusların hummalı bir
faaliyet içinde oldukları haber veriliyordu. Şaban/1091/1680 eylülünde ricali
devletde saraya davet olunarak, enine boyuna müzakere olunmuş vebundan da,
padişahın başda olması sefere güç katacağı kanaatine medar olduğundan, o yolda
birlik hâsıl oldu. Bunun üzerine Edirne'ye doğru yola çıkılmıştır. Rusya;
Osmanlı Devletinin kendi üzerine gelmek üzere sefere çıktığını haber
aldığında, şahsi dostu olan Kırım Han'ı Murad Giray ile temasa geçmek suretiyle
barış yolunu açma gayretine girdi.
Nitekim bu teşebbüsü
Kur'an emri müsalaha isteyene bunu konuşma şansı verin, tavsiyesine uygun
hareket eden devletin, 22/muharrem/1091-13/şubat/1681'de, oniki maddeden
müteşekkil, yirmi sene müddet geçerli olacak sulha imzalar atıldı. Bu sulh
antlaşmasına göre bizim Özi dediğimiz
Dinyeper nehrinin
sağındaki yerler biz de, Kiyef ve bir kaç palanga ise Ruslarda kalıp Potkalı
Kazaklarına, Karadeniz'de balık tutma müsaadesi bunun içinde yer alırken, Kiyef
Kalesi jle Potkali Kazakları sınırına kadar olan sahada her iki devlet de kale
İnşa etmeyecekti. Bu arada Kırım Han'ının, Rusya üzerine akınlarına son verilipesir
alınmış olanlar serbest bırakılacaktı.
Fazıl Ahmed Paşanın
darı bekaya intikalinden sonra Orta Macar Beyi'nin oğlu Tökeli İmre nasıl bir
yol bulduysa, çeşitli hediyeleri hâmil olarak, gönderdiği rical ile sadrıazam
Mustafa Paşaya başvurmuştu. Bu başvuruyu değerlendiren sadrıazam, Tökeli
İmre'ye Orta Macar Kralı unvanı verecek, berat ve ahidnâmeyi padişah 4. Mehmed
Han'dan istihsal eylemişti. Girmiş olduğu, Osmanlı himayesinin verdiği lezzet
ve hamilerine olan itimat, bayrağına "Allah ve Vatan İçin" yazısını
koydutturacak kadar sevince dalmasına sebeb olmuştu. Pe-şindende, Avusturya
İmparatorluğuna ait topraklara tecavüze koyulduğu görüldü. TökeÜyi bu
tecavüzlerde Osmanlı kuvvetlerini de beraberinde götürdüğü ileri sürülmeye başlandı.
Acaba bunun aslı hangi merkezdeydi. Acaba bu işi Tökeli, kendinden mi
yapıyordu? Yoksa sadnazama sokulduğunda Avusturya seferi ihdas etmek için
mezkûr devleti de rahatsız edip bu tecavüzler hasebiyle Avusturya'nın kendisine
saldırı veya devleti âliye nezdinde şikâyet edip, bir Osmanlı Avusturya krizi
çıkarmak veyahutda Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Kaanuni Sultan Süleyman Han
Cennetmekâ-nın fetihe muvaffakiyet bulamadığı Beç'i, yâni Viyana'yı Osmanlı
kılıcına ram etmek ve dönemini bu fethin fâtihi olarak şanlandırmak arzusunun
getirdiği, uzun fakat hayli tehlikeli bir plânamı dayanıyordu Tökeli'nin,
Osmanlı bahadırlarının da içinde bulunduğu taciz hareketleri yine çarpık bir
mantık ile baktığımızda Tökeli, askeri birliklerinden birini, Osmanlı askeri
birliği kıyafetindemi bu akınlarında bulunduruyor ve .düşmanı benim yanımda,
Osmanlıda var diye kandırıyordu?
Bununda nazarı itibara
alındığını târih kitaplarımızda, tetkik ettiğim kadarı ile görememiş
bulunmaktayım. Şimdi hâl böyleyken; Avusturya İmparatorluk başvekili devleti
âliyeye müracaatla, Tökeli ile alakalı şikâyetler söylenmişsede ve buna en üst
seviyede muhatap olarak sadnazamın olması ve "memleketlerini almak isteyen
kimselere karışmayız" demiş olması ortadayken, bunları padişaha hiç
bahsetmemesi, devleti âliyenin sadnazamına tanımış olduğu vâsi yâni geniş
selahiyet içinde hareket sağlamış olmasının, kendine kazandırdığı bir anlayış
olarak kabul etmemiz kabilse de, padişahlarında uçan kuştan haberdar olmaya
matuf istihbarat sistemi, vezirini bu cevapları vermiş bir kimse olarak
bilmesi gerektiğini aklımıza getiriyor ve bu akıl bu ihtimali gayri kabil
görmüyor! Nevar ki; sadrıazam Paşa, belki de padişahın üzerinde hâsıl ettiği
yüksek itimat sayesinde, durumu siyaseten izah ve kabule muvaffak olmuştur diye
de düşünüp, kabullenmek olabilir!
Zâten târih okuru, bir
papağandan ziyade artı eksi mütalaalar yürütmek suretiyle iştigâli târih
olursa iyi bir sentezci olma kabiliyeti kazanabilir. Nitekim çok geçmeden;
Tökeli İmre, sadnazama başvurup, Avusturya işgalindeki, Fülek ve Honad, Kaşav
veya Kassa'nın istirdatı için yardım istedi. Bilhassa Kaşav, Orta Macar
krallığınında merkezi idi. Bu başvuruyu sadrıazam, Vasvar Antlaşmasının
müddetinin dolmasına iki sene gibi önemli bir zaman dilimi variken Tökeli'nin
elçisini, elinden tuttuğu gibi, huzuru padİşahiye çıkardı. Padişah ise burada
yardım vaadini elçiye ifade etdi.
Sadrıazam Merzifonlu
Kara Mustafa Paşa bu vaadin arkasından Avusturya ile Orta Macar krallığı
arasındaki ihtilafa, müdehale etti. 1092/şabanl681 ağustos ayı içinde Varat
Beylerbeyi, Hasan Paşa, serasker tâyin olunup Eğri ve Ta-nnışvar Beylerbeyleri,
Erdel kralı ve birer miktar da Eflâk ve Boğdan kuvvetleriile beraber, onbeşbin
kişilik kuvveti olan Tökeli İmre'de birlikte olduğu halde hareketi başlattılar.
Avusturyanın elinden bazı beldeleri alıp Tökeli'ye verdiler. Askerler ise, her
biri üslerine döndüler. Avusturya imparatoru Leopold, olanları haber alınca ve
askerlerin üslerine dönmüş olmasından da müstefid olarak, harekete geçti.
Sonunda da hayli yeri Tökeli'nin elinden geri alma başarısını sağladı. Bunun
sonucunda da, Avusturya Osmanlı savaşı kaçınılmaz hâle geldi. Nitekim;1
Macarların başlayan feryadı, Osmanlı devletini padişah katında vaad ettiği
yardımın gereğini yerine getirme merkezine oturttu.
Bunun da neticesinden
olduğunu gözleyebildiğimiz serasker tâyini yapıldı. Bu sefer görev Budin
Beylerbeyi İbrahim Paşa'ya tevcih edildiğine şâhid olundu. Yeni serasker ilk iş
olarak eşkiya yatağı hâline gelmiş bulunan Honad Kalesini önce istila ondan
sonra da berhava ettirerek hâk ile yeksan eyledi. Oradan hareketlede Kaşav
üzerine yürüdüğü görüldü, Imre bundan pekde menun olarak onbin kişilik bir
kuvvetle seraskerin yanında yer aldı. Böyle bir güç karşısında Kaşav iki günde
dayanma gücünü tüketti. Böylece teslim oldu. Yapılan icraatın en mühimi,
Kaşav'da Orta Macar Kralı unvanını burada başına tac giyerek, Tökeli İmre'nin
tatması oldu. Serasker Paşa, Osmanlı Devletinin olup, Leopold'un askerlerince
işgal edilmiş bulunan Füiek Kalesi üzerine gitdi ve on-beş gün sonunda Osmanlı
kılıcı eski kalesini istirdat etmeye muvaffak oldu. Ancak serasker Paşa, burayı
da yıkıp, düzle-mek yolunu seçti. 3/şubat/1682'de Avusturya İmparatoru Leopold,
Kont Aiber dö Kaprara'yı elçi olarak Osmanlı Padişahının nezdine gönderdiği
görüldü. Padişah; elçiyi hükümetle görüşün diye sadnazama sevketdi. Bu sırada
ise takvimler, 4/c. ahiri O/haziran/l 682'yi gösteriyordu. Bu sırada ise;
Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşa'nın dilinde yeniçeriler; "Padişah bizi
neye besler, oturmaktan bıktık, kötürüm olduk! Cenk isteriz. Sen Gotarda kalan
elbiselerimizi varıp düşmandan atalım" dedikleri görülmeğe başlanmıştı.
Yeniçerjlere söylettirdiği düşünülen bu sözler padişahın kulağına erişdiğinde,
4. Mehmed sulhun terkine izin vermedi. Sadn-azam, bu vaveylalara padişahın
otuziki yaşına gelmiş olmasının ve çeyrek asırdır tahtda, olmasının getirdiği
tecrübe hasebiyle ehemmiyet vermemesi üzunçarşılı İsmail Hakkı Bey'in TTK'ca
yayımlanmış değerli târihinin 3. cilt 1. kısmında sahife 427'de aynen şöyle
bir ifade ile yorumlanmakta: ".veziriazam bu sefer hiyleye başvurdu.
Serhad Beylerine ve Valilere yazarak oralardan, Avusturyalıların taarruzlarına
dâir, sahte feryatnâmeler getirterek padişaha arz etdi. bununla beraber sulhu
bozmamakta ısrar eden padişah] harekete geçirmek için, kürsülerde vaizlere ve
hâttâ, padişahın hocası Vâni Efendiye vaazlar, yaptırdı ve böylece muharebeden
çekinen 4. Mehmed'i kandırıp, hazırlığa başladı." Muhterem okurlarım;
merhum Gzunçarşıh'nın bu hususda verdiği malumat hiçde yabana atılacak
tiplerden bir malumat olmadığı gibi insan tabiatına da mugayir bir hâlden
değildir, umumiyetle bir görevliyi yerine gelmek suretiyle takip eden yenilerin
köklü değişiklik adına hayli güzel ve nâfi yâni faydalıları da ortadan
kaldırdığı geçmişte ve gelecekde şahit olunan hakikatlerdendir. Bu hususda
şanlı târihimizde nice misâller vardır. Hele hele, Merzifonlu Kara Mustafa
Paşa; çocuk yaşından beri bir evlâdı manevî olarak aralarında büyüdüğü
Köprülüler ailesi içinde babası yerine koyduğu Mehmed Paşa ve onun hayırlı oğlu
Fâzıl Ahmed Paşanın başarılı sadaretlerinde, Osmanlı Devletini izmihlal
çukurundan, zirvelere yücelten neticesinin ardından, bu Köprülüler ailesinin
bir damadı makamına erişmişliği ve Fâzıl Ahmed Paşanın uzun süren sadaretinde
kendisine müşavirlik, serdarlığında kaimma-kamhk yapmış ve vazifelerde
gösterdiği muvaffakiyet neticesinde kaimbiraberinin darı bekaya intikalinden
sonra vezareti makamına irtika etmesi
Merzifonlu Kara Mustafa Paşada seleflerinin başarılarına başarı eklemek niyyet
ve gayreti olduğu gibi onları tanzir etmek, onları aşmak arzusu ile yanıp
tutuşduğu ileri sürülse pekde yalan sayılmaz.
Bunu temin içinde
başvurduğunu yukarıda İsmail Hakkı merhumun satırları arasında gördüğümüz
hiyleye hak vermemekle birlikte yaptığını iyi niyete vermekten başka bir şeye
de hamledemeyiz. Amma neticede Beçi alamamış olan Koca Kaanuni'ye sebkat
etmesi, ona Viyana fethi ile üstün gelme arzusu taşımış da olsa nihayet bu
devlete bir hizmet düşüncesine dayanmaktadır. Diye bir mütalaa ile burada beyanda
bulunmaya cesaret ettikki belki düşünce dünyamıza bir fayda sağlarız.
Evet! Şimdi
veziriazamın arzu ettiği Avusturya savaşının temini babında neler yaptığından
da bazı çarpıcı vakalar nakile geçelim. Osmanlı Devlet yönetiminde
reisülküttaplığın bu günkü dışişleri bakanlığı mesabesinde bulunduğunu hatırlatma
lüzumunu görmüyoruz ancak sadnazamların bu vazifede bulunanlara günümüzde
olduğu gibi tesiratının da olduğunu hatırlatmadan geçmeyelim dedik, çünkü
veziriazam bu hususda Reisülküttabı İstanbula gelmiş bulunan elçiyle görüşmek
üzere, vazifelendirirken asıl maksadıysa, savaşmak olduğundan işi yokuşa sürmek
için, eski antlaşmayı teceddüt yâni yenilemek içinde Yanıkkale'nin Osmanlıya
terkini, sefer hazırlıklarının masrafının tazminini istemesini teklif ettirdi.
Avusturya elçisi, bunun ne maksada geldiğini anlama-, yacak kadar aptal
olmadığından, reis efendiye: "Benim imparatorum, bana vakti dolmak üzere
olan bir antlaşmanın yenilenmesi için talimat verdi. Yoksa mal ve memleket ver
diye göndermedi. Cevabı verdi. Yine: Silahtar Fındıklı'lı Meh-med Ağanın
târihinde, şöyle bir bilgi görüyoruz: ".İslâm şeriatı üzere boğazına bez
bağlayıp aman diyene kılıç olurmu? Üzerine sefer câizmidir? diye bir vasıta ile
Şeyhülislâm Efendiden fetva istedi ve bu suretle sefer caiz olmadığına dâir fetva
aldı ve gösterdi ise de, Kara Mustafa Paşa aldırış etmedi ve elçiyi göz hapsine
aldırdı" der.
Yine 4. Mehmed ve
maiyeti kışı geçirmek üzere Edirne'ye gittiklerinde gerek Avusturya'nın dâimi
elçisi gerekse de, özel elçisi Edirne'de mülâki oldukları padişahın bulunduğu şehirdeki
temaslardan bir şey çıkaramadılar.
1093/aralık
1683'ü gösteriyordu.
Yalnız sunuda asla
unutmamak lâzım gelirki dini mübini İslâm indinde en makbul ibadetlerin başında
cihad gelir ve devleti âliye bu hususda bilhassa hristiyan dünyasına karşı
gerek tebliğci olarak gerekse de onların, islâm dini üzerine garaz ve kinlerine
düşmanca saldırılarına, imân dolu göğsünü siper etmiş nice evlâdını, güzide
kahramanlarını feda etmek gibi şahikalar meydana getirmeye muvaffak olmuştur.
Tabiiki bu tebliğ işi
zaman zaman düşman üstüne gitmekle, vakit vakit de, onların taarruzlarına
karşı koymakla ola gelmiştir. İşte harp sanatı, devlet yönetiminin tecrübe
didele ri, mümkün mertebe herçeşit şartı göz önüne almış olarak meselelere
strateji ve taktiksel açıdan yaklaşırlar. Meseleye yukarıdaki kritiğimiz içinde
baktığımız takdirde, aslında Mer-zifonlu Nemçe'yi yâni Avusturya'yı pek uygun
zamanda yakalamıştı.
Çünkü Avusturyayı otuz
sene savaşlarının akabinde yakalamış idi. Belki de, sadrıazamın niyetini
çoktan anlamasına rağmen yinede sulh içinde devam etmeye arzu etmesi, pek sulh
severlikten değil, tam tersine savaşmak için hâli ve ortağı olmamasından
kaynaklanıyordu. Sadnazam; tesbitinde isabet etmiş olabilirdi fakat Avrupayı bu
tarz tehditin zaman kaybına vakti yoktur. Çünkü Viyana Avrupaya açılan mühim
bir kapı sayıldığından savunmaya ortak temini mutlaktı. Nitekim de; kendinden
emin olarak yerinde politika üretmeye
uğraşan Osmanlı
entelijansıyası farkında olmadan, Papa 11. İnnosan'ın teşebbüsü ile batı
hristiyan dünyasını birliğe doğru itmiş olduğunun akıbetini hesaba katmaz bir
anlayışı sergilediğini söylemekten kendimizi alamıyoruz.
Daha önce vukubulan
Osmanlı Lehistan savaşında, Jan Sobiyeski'nin feryadına kulak tıkayan
Avusturya'ya gücenik Prens Sobiyeski, birliğe katılınca Papanın etekleri zil
çalmaya başladı çünkü gücenik olan bir devletin ve reisinin maziyi bırakıp
ati'ye yâni gelececeğe bakması, İnnosan'ın çalışmalarına şevk, davetlerine
cevabı müsbet verenlerin çoğalmasını sağladığı görüldü.
Halbuki Merzifonlu
yıldırım hızıyla Beç'in yâni Viyananın üstüne düşmeli darbesini vurmalıydı ve
böyle yapmayınca da, faturası hayli pahalıya mâl oldu. 31/mart/1683'de Avusturya
Lehistan arasında savunma antlaşması imzalandı. Şartlar ise; Lehistan, savaşın
sonuna kadar Avusturya ile beraber hareket edecek, vereceği kırkbine yakın
askerin komutası Leh kralında olması şeklinde karara bağlanmıştı. Osmanlı
Devleti mağlubiyete duçar edilirse, Bucaş muahedesi gereği, Osmanlının eline
geçmiş bulunan yerlere ilâveten Eflâk ve Boğdan dahi Lehistana verilecekti.
Yeniçeri Ağası Bekri
Mustafa Paşa; Edirne'de bulunan Avusturya elçisini yanma celbederek,
görüyorsunuz üzerinize gidiyor ve size son defa söylüyoruz:Yamkkaleyi teslim
edin sulh yenilensin! Dedi. Ancak Avusturya elçisinin cevabı hayli cesurcaydı
ve şunları söyleyerek Bekri Paşayı şaşırttı: "Kaleyi kılıç
ilealabilirsiniz. Buradaki sözle kale verilmez" dedi. Böylece
22/muharrem/1094-21/ocak/1683'de padişah tuğları çekilerek seferle vazifeli
olanların, Hıdırellezde yâni 6/mayısda Belgrad'da toplaşmaları hakkında her
tarafa fermanı âliyigönderdiler. Bu arada padişahın da, Belgrad'da Kalmak suretiyle hareket
edilirken, sadrıazamın serdarı ek-rem sıfatını hâiz olmak suretiyle ileriye
gitmesi karar altına alındı. 1683'şubatının sonunda Edirne'den hareketle,
3/ma-yıs/1683'de Belgrad'a varıldı. Lehistan Avusturya antlaşması jse 31/martta
imzalanmıştı. Sadrıazamın komutasındaki ordu, o güne kadar tanzim edilen,
asker mevcudu olarak en kalabalığıydı. Kapıkulu Yayaları denilmiş olan
yeniçeri, cebeci ve topçuların yekünü altmışbini buluyordu. Onbeşbin, kapıkulu
süvarileri diye bilinen Atlı Bölük gurubunun sayışıydı. Kırım Hanı'nın kuvveti
ellibin ve Orta Macaristan Kralının yirmibin kişilik kuvveti hazırdı. Bunlara
ilâveten de, üçbin Mısır askeri, beşyüz kişide Şam askerinin yanında bulunuyor,
Erdel, Buğdan ve Eflâk voyvodalarının onarbinden, yekûn otuzbin askerini de
topladığında yüzyetmişsekizbinbeşyüzü (178. 500) buluyordu. Ordunun savaşan
gücünün miktarı üçyüzellibin olunca, bütün sayı beşyüzbini aşmaktaydı. Silahtar
Târihi seferde ellibin de araba bulunduğunu ifade eder. Sultan 4. Mehmed'in
sadrıazamına tenbihi Yanıkkaleyi almanız ondan sonra hâl ne gösterir bilinmez
fakat arkada düşman komayı hiçbir zaman önemsiz sanmayın şeklindeydi. Beri
yandan Reisülküttap Mustafa Efendi ise hakikaten muazzam orduyu müşahede
edince, sadrıazarna, bu kadar güçlü ve kalabalık bir ordu ile insan heryeri
ele geçirir diyerek Merzifonlu'daki enaniyeti haylice okşadığının belki
farkında bile değildi. Hedef olarak Beç yâni Viyana Şehrini almasını
göstermişti. Gerek reis efendinin gerekse Merzifonî'nin ta-savvuratı, aynı
karar noktasında tetabuk edince, Yanıkkale es geçildi. Bu arada da Yanıkkale
adının monografisini de anlatmak suretiyle bir de bu eserde mühim sayılan rolü
yanında macerası da bilinsin! Yanıkkale'nin asıl ismi Macarca da Gyoer,
Almanca'da ise Raab olup, Macarcadan bozma olarak da Gülvar'dır. Cihannümâ
târihinin andığı isim ise aynı olup bunda da Gülvar olarak yazılmıştır.
Kaanuni Viyana üstüne
giderken buranın ahalisi hem itaat göstermiş hem de saygı göstermişti. Dönüşde
ise Viyana'yi alamayan padişahın geçişine bu sefer bigâne kaldığı gibi adetâ,
uzaktan geç mânasına gelecek tarzda alarga topu denen atışa başvurulması
Süleyman Kaanuni'yi kızdırmış ve yakın dediği kale yakıldığından, adı da böylece
Yanıkkale olarak kalmıştır.
Buna savaş müzakeresi
de dendiği olur. Sadnazam; Kırım Hânı, hudud boylarını yiğit ve tecrübeli
savaşçıları bulunduğu gibi aksilik Budin Beylerbeyi gelememişti. Sadnazam sözü
şu ifadeyle açtı: "gerçi maksadımız Yanıkkale ile Komaran Kalesidir.
Allanın inayetiyle alınması kabildir. Ancak aldığımız bir kaleyi almak olur.
Bize yaraşan memleket almaktır ve bu yüzden hedefi Beç olarak nişanladım. Ne
dersiniz? Sorusunu sorduğunda daha önce anlaşmış olduğu Sarı Hüseyin Paşaya
bakarak ağzın bağlımı? Neye söz söylemezsin?" Demesi üzerine, Hüseyin
Paşa:
Siz emredersiniz! Biz
yerine getiririz! Dediğinde, Kırım Hânını konuşmak mecburiyeti sardı. Verilen
kararın doğru sayılmayacağını beyan eden Murad Giray şöyle konuştu: Bu yıl
Yanık ve Komaran Kaleleri alınır. Etrafa akınlar yapılır, hem arazi biraz daha
tanınır, hem de korkutulan ahali bize yardıma döner. Demek suretiyle
düşüncesini söyledi amma, o günden itibaren sadrıazamın adavetini üzerine
çekti. Belki de bunun farkındaydı. Ancak söylenen tedbir hem padişahın talimatına
uygun hem de, savaşın icabatından idi. Serdar Budin valisi üzün ibrahim Paşa
ile müşavereyi en sona bırakmıştı.
Yüzyüze geldiklerinde
Merzifonlu; "Paşa Baba: Beç'e gideceğiz ne dersin?" Sorusunu
sorduğunda yaşlı vezir "Zerini, [Sadasdı, Battanioğulları gibi Avusturya
imparatoruna bağlı kimselerin, Macar Beylerinin toprakları alınıp Yanıkkale ve
Komaran'ın zaptını sağlam kazığa bağladıktan sonra varalım Beç'in üzerine yoksa
saydıklarım yapılmadan Viyana gidişi doğru değildir, şaştım duyunca"
dediğinde serdar; Viyanayı alınca her iş kolay olur herkes işe razı gelir,
dedi. Karşılıklı fikir teatisi sonunda sadnazam yapacağını yapıp, diyeceğini
dedi! O da şu idi: "Sen bunamışsin! Bir adamın yaşı seksenini geçince
idraki kalmayacağına dâir rivayetler doğruymuş! Akıncılar akın yapıp bir tarafı
feryada boğarken, bizede kale almak düşer. Sen memur olduğun işi yap. Yanık,
Kamoran kaleleri bize helva gelmez. Alsak; askere zeamet ve time; verilerek
hazineye faydası olmaz! Fakat Beç'i alırsak bu kaleler hemen teslim olur.
Dedikten sonra Viyanaya gidişine kim mâni olmak isterse öldüreceğini ilân etti.
-
Zaten çok geçmedi ki,
sadnazam, padişah'a durumu bildirecek bir telhis yazdı ve İsmail Ağa ile
birlikte olanı yazdı. Sadaret kaymakamı Kara İbrahim Paşa, İsmail Ağayı huzuru
şahaneye çıkardı. Arizayı verdikten sonra da şifahen kendine tenbih edilenleri
padişaha söyleyince, 4. Mehmed de, bizim bildiğimiz Yanıkkaleydi Komaran
Kalesiydi Beç Kalesini hiç söze getirmemiş idik. Paşa acaib bir saygısızlık
yapmak sureti ile bu sevdaya düşmüş. Hadi Allah işini rast getire lâkin
önceden bildereydi, rıza göstermezdim, dedikten sonra biraz muzdarib emri vâkii
istemeyerek kabul etmişti! Öte yandan Papa yine ortaya çıkmış, bir haçlı ordusu
tezekküre gayret ediyordu. Avusturya imparatoru başşehiri terkedip kaçarken
ikibuçuk günlük bir mesafede olan Lenz Kasabasına sığınarak, Viyana
savunmasını da Von Starhanberg'e bırakmıştı. Fransa Kralı 14. Lui'yi yardım
etmeye apaçık davet eden Papa kralın ayak sürüdüğünü görüyordu, fakat kendisine
bir şeyde yapmaya cesareti yoktu.
Çünkü; daha evvel
Fransa, Venedik ve Kandiye işlerinde Osmanlıya karşı yardımı vermesi, bu
ülkenin doğu topraklarında nice menfaatleri zarar görmüştü. Onun için Fransa
bu işe karışmak istemezken, Papa da, bir açık itiraz kendisinin otoritesini
sarsacağından dolayı nezaketi elden bırakmama yolunu tercih ediyordu.
14/temmuz/1683'de Viyana önlerine gelebilen Osmanlı Ordusu, karşısındaki bir
kızıl elma gibi durmakta olan Viyana'yı görmüşlere bir şey diyemeyeceğiz fakat
düşünenlere yardımcı olmak üzere şu tarifi yapmaktan da kendimizi alamıyoruz.
Viyana şehri tamamen surlarla çevrili Kara Mustafa Paşanın muhasarası
zamanında, Tuna Nehrinin gövdesinden ayrılarak bir kanal meydana gelen yerin
kenarındaydı.
Tuna Nehriyle kanal
arası çevresi dört saatte kat edilen bir ada idi. Bu yer savaş başlamadan evvel
her zaman olduğu gibi Kur'an emri olan teslim olmayı teklif etmek suretiyle kitabı
kelâmın arzusunu yerine getirmiş oluyordu. Ama cevabı red de hemen geliverdi.
Viyana'nın
muhasarasına girişildiği zaman, Osmanlı Ordusunda bulunan topların üç okkadan,
dokuz okkaya kadar gülle atan toplar vardıki bunlara Kolonborna top ve bir miktar
humbara havanı ve yüzyirmi adet kadar Zarbezen bulunmaktaydı. Düşmanın ise
otuz tane kadar dörder okka gülle atan, yüzotuz adet balyemez ve bir miktarda
kolonborna toplan vardı. Bu silah nakışlığını savaşın uzamasına sebeb faktör
saymak gerekir. Ancak etraftaki bütün palanga ve kaleler alınıyor, fakat
Viyana Kalesi dayanıp bir tarafı kanal olan Viyana batı cihetinden sarılmış
orta kolun arasında serdarı ekrem bulunmaktaydı, Tunayla Kanal arasındaki ada
kuşatmadan bir müddet sonra Tuna'dan yüzerek geçilebil-mek suretiyle alınmış ve
muhasara yalnız kaleye yönelik olmuştu.
Erdel kralı Apafi
Mihal, sadnazamın yanına geldiğinde Merzifonlu çok tatlı bir şekilde misafir
etti. Hoşbeşten sonra sadrıazam Paşa, Erdel Kralı Apafi Mihal'e şu soruyu
tevcih etti: Sana izin, yaptığımız işi beğendinmi yok beğenmedinse sebebini
söylede anlayalım dediğinde, Apafi lâfı eğip bükmeden o da bir soru ile
mukabele etdi: Sofraya pilav konsa, ortadanmı yemeğe başlarsın yoksa
kenarındanmı? Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tabiiki kenarından. Cevabını
verince o zaman karşısındaki konuşmaya başladı: Cephane ve saysca kalabalığına
ve silahlarınıza diyecek bir şey yok bütün avru-pa birleşsede ne böyle birgüç
ne böyle intizam ortaya çıkaramaz. Fakat Beç Kalesi sarpça bir kaledir. Keşke
önce Ya-nıkkale'yi alıp, buralara oradan kışı hep durmadan tacizlerle
geçireydiniz ve topraklarının, bir bölümünü işgal etseydiniz belki imparator
korkuya düşer aman'a getirirdiniz! Kış gelince büyük sıkıntı çekersiniz buna
bağlı olarak Budin'e gidiniz ve kışı orada geçiriniz. Şeklinde İfadede
bulununca veziriazam da: Sen; Nemçe'den korkarsın! Yanıkkale altında zevkine
bak diyerek, Apafi Mihal'i Yanıkkale'ye yolladı.
Bütün bunlara
zamimeten Veziriazam, Yanıkkale'den Viya-na üstüne yürürken, Eğri Beylerbeyi
Abaza Kör Hüseyin Paşa altı bin askerle Tökeli İmre ile buluşup Macaristan'ın
Kuzey bölümlerine saldırmalarını tenbih etmişlerdi. Ancak bu beraberliği
teşkil edenler etraftaki kale ve palangaları onbe-şonaltı bin askerle
sıkiştırmışlarsa da müdafiiler, Beç kimin olursa bizimde ondan olmamız iktiza
eder, demek suretiyle haylice de umulmaz bir mukavemete hazır olduklarını
ortaya koymuş oldular. Ayrıca biz size tâbi olsak ve siz Beç'i ala-mazsanız
imparatorun bizi kırarken sizin haberiniz bile olmaz cevabını verdiler. Gerek
TÖkeli gerekse Hüseyin Paşa, bu mütalaalara bir şey deyemediler ve oradan geçip
gittiler. Oradan Pojon üzerine inmeye koyuldular. Bu sırada Tökeli-nin
gönderdiği öncüler düşmanın otuzbin civarında bir kuvvetle, Pojon altında
mevzilendiklerini bildirdi. Tökeli İmre; bu gücün kendilerinin iki misli olduğu
idraki içinde olarak bunlara saldırmanın akıl işi olmadığını beyan etdi. Kör
Hüseyin Paşa olsun, gerekse itimat ettiği ünsahibi ihtiyar silah arkadaşları:
"Biz ne düşman kuvvetlerini, ne de kaleyi gördük. Veziriazam bizim
padişahımızın vekilidir. Siz kaleyi ve düşmanı görmeden nasıl döndünüz derse
ne cevap veririz." Dedikten sonra düşman üzerine doğru yol aldılar.
Tökeli'nin sıkıntısı,
karşısındaki düşmanla kendi askeri umumiyyetle aynı din ve ırkı paylaşıyordu.
Pojon önlerinde kendilerini bekleyen sayısı da otuz binden hayli fazla adetâ
kırk, aşmıştı. Tökeli düşman üzerine giden ve yanında altıbin kişiyi bulunduran
Hüseyin Paşaya haber yolladı. Ben bunların üzerine gidersem askerim onlara
iltihak eder, Bu kadar çok askerle savaşmaz dönerdim kumandan ben olsaydım
demekteydi. Hüseyin Paşa Magravoğlu Gürcü Mehmed Paşayı ardçı yaparak geri
döndü ve kenardan sıkıştırılmasına rağmen tecrübeli bir komutan olan Kör
Hüseyin Paşa çekilişi tamamlayabildi.
Sadrıazama yolladığı
bir haberde onbin Tatar ve bir o kadar, Osmanlı askeri göndermesini tâleb
etdi. Eğer Hüseyin Paşa yenildiği takdirde kendisinin bir kıymeti olmadığını ancak
beni aştıktan sonra ordugâhınıza yürüyüşe geçeceklerdir ve bilhassa, Bucaş Bozgununu
bir türlü unutamayan Lehistan Kralı Jan Sobiyeski'nin atlı ve yaya otuzbeşbin
kişilik bir kuvvetle Viyana'ya yardım niyetiyle yolada çıkmış olduğunu haber
verdi. Sadrıazam bu ciddi uyanlara fazla kulak asmayıp, üç, beş bin Lehliyi,
beşonbin Avusturyalıyı gözde büyütecek ne var! Viyana'ya kadar gel oradan
Tunayı geç ve ordugâha gel emrini göndermekle birlikte, Tatar han'ına da
on-bin süvarisini Hüseyin Paşa için yardıma göndermesini iste-eli. Ne varki;
etrafdan aldıkları ganimetlerle kendilerini taşıyamayacak hale gelmiş tatar
süvarilerinin bu emrin yerine getirilmesinde ancak üçyüz (300) kişisi yer aldı.
Viyana önlerinde düşmanın saldırısına maruz kalan Kör Abaza Hüseyin Paşa
burada muharebeyi kabul etdi. Yapılanın hesabada gelir tarafı yoktu. Avusturya
askeri seksenbine yakın mevcuduyla, üçyüz tatarında dahil olduğu yedi bin
kişiyi bulmayan os-manlı birlikleriyle çatışmaya girdi. Çok geçmedi ki Kırım'ın
askeri zaten azdı ve kaçtı. Hüseyin Paşa Moravya Suyuna çekilebildiyse de,
çarpışma esnasında aldığı yaralar hayli fazla olup, çok kan zayi etti. Köprü
üzerinden geçerken suya yuvarlandı ve yetişilene kadar suya gark oldu böylece
vefat etdi.
Böylece veziriazam
kıymetli bir komutanını kaybetmiş oluyordu. Öte yandan Viyana önünde muhasara
sürdüren Osmanlı askeri geçen iki ayın sonunda durumdan sıkılmış, sadrıazamın
şehri ve ka.çyi hücumdan ziyade teslim olma yolu ile fethetme arzusunuaynı
zamanda, yağma ve garete müsaade etmemek tarzında ele aldıklarından haylice de
kızgındılar, hele tatarlar burnundan solumaktaydılar. Bir taraf-tanda erzak ve
hayvanların yemi meselesi önemli bir hâle gelmeğede başladı. Ayrıca Osmanlı
Ordusu bulunduğu yerlerde, menzil teşkilatları sayesinde iaşe ve ibate
meselesini hallederken düşman topraklarında bu lojistik husus istenildiği gibi
ikmal edilemediğinden düşman topraklarında kalınması, zaruri ihtiyaçları
karşılamada hayli güç bir hâle geliyordu. Meselâ bu kimindi1- deyip de her
hangi bir ürüne el koymayıp, peşin para vermek düstûru milletimizin vazgeçe-
meyeceği bir yaşayış
tarzı olduğundan, civardaki satıcılarda fiyatları yükseltmek suretiyle,
ihtiyaçların karşılanmasında zorluklar çıkarma işinde belki de, sinsi sinsi
vazife alarak topraklarını bizim askerimizin eline geçmesin diye korumaktaydı.
Di! dedikleri; esir alma faaliyetleri içinde olan çalışmalarda ele geçen
bazıları, Lehistan askerinin otuzbeşbin kişilik bir kuvvetle muhasara dış
alanına yürürken yine Avusturya, Saksonya Bavyera ve Frankonya beldeleri askeri
ceman yüzyirmibin kişiiik mevcuduyla muhasara dış hattında buluşup, Osmanlı
muhasara kuvvetlerini kuşatarak, ani bir hücumla imha muharebesi yapacaklarını
dillendirmişlerdİ. Bu arada da hemen belirtelim ki; bahse konu savaştada
bilfiil bulunmuş olan, Defterdar Sarı Mehmed Paşa değerli eseri Zübdet'ül
Vekaayide; yaya ve süvari olarak yirmidörtbin Leh, otuzbeşbin Alman ve kırkbin
Avusturyalı ve bazı kavimlerden vede milletlerden mürekkep düşman kuvvetinin,
yüzbin kişiden ziyade olduğunu beyan ettiğinide hemen ilâve ede-
Bu haberin alınmasını
müteakip, sadnazam Budin Valisi üzün İbrahim Paşanın yerine, Silistre Valisi
Mustafa Paşayı bırakarak, acele orduya iltihak etmesi hakkında emir gönderdi.
Ramazanın onbeşinde, bu gelme işini tamamlayan İbrahim Paşa, ordu yakınında
karargâhını kurdu. Serdarı Ekrem Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; Kör Hüseyin
Paşanın şe-hadet haberinden sonra, işin varacağı zorluğu hissetmeğe başladı.
Tabiiki hep Osmanlı ordusunun durumunu gözetlemek yerine Viyana müdafiileri
cephesinde neler olmakta, önada bir göz atmalıyız.
Bilhassa Osmanlı
kuvvetleri 26/ağustos da, yaptığı kuvvetli bir saldırıda haylice tabyaları
çökekti ve haylide düşman askerini öldürmüşlerdi. Bu arada da Viyana şehrinde
er-zak'ın haceti gideremeyecek seviyeye düştüğü haber verilirken
hastalıklarında kendini yavaş yavaş göstermeye başladığı öğrenilmekteydi. Kale
savunmasının komutamda her mevzuda taleplerini arttırmaktaydı ki bu hâl onun
mukavemetinin tükenmekte olduğunu gösteriyordu. İşte bu talepler sonunda
neticeverdi. Biz; bunu anlatan satırları Defterdar Sarı Mehmed Paşanın Zübde't
ül Vekaiyat, yâni olayların özü diyebileceğimiz eserinin sahifelerinden
okuyalım: <..Sözün kısası, akıbeti kötü Avusturya kralı, korkusundan sair
hristi-yan devletlerinin krallarına, elçiler gönderip batıl dinlerinin
korunması içinde her tarafdan yardım istemiştir. Bu dünyada sığınakları
cehennem olan Roma Papalarının azdirmasiyla küfür bir tek millettir sözünede
mutabık olarak çeşitli milletlerin ittihadından teşekkül eden, küffar ordusuna
ilk koşan Leh kralı olmuştu ki, daha Önce zorla bin can ile İstanbul'a müracaat
ederek antlaşma imzalamıştı. Yani sureten dost olmuştu. Fakat padişahın
gayretiyle daha evvel elinden alman Kamaniçe Kalesi, Podolya ve Ukrayna
vifayetlerinin zaptı hususu, pislikle dolu olan yüreğinde, yerleşip ve içine
dert olup daima fırsat gözettiğinden Osmanlı Devleti ile olan barışı bozmuştu.
Gücü yettiği kadar
topladığı askerlerle Avusturya askerinin imdadına koşmuş, öteki kâfirlerin
dahi, kimi de mal ile kimi asker ile yardıma geldiği haberi herkesin malumu olmuştur.
Karşı konuşması için meşveret yapılmış, bütün si-perlerdeki askerleri dışarı
çıkarmak ve toplan çekmek ve oraya yakın ve muharebe edilmeye uygun bir yerde toplamak
ve küffar askeri gelinceye kadarda bu şekilde mukabelede bulunmak üzere kara
verilmiştir. Fakat serasker, herkesin ittifak ettiği bu görüşü beğenmeyip, hiç
kimsenin sözünü dinlememiş ve hemen asker'in bir miktarını muhasara altında
bulunan kaledeki düşmanlar ile çarpışmak üzere balyemez toplarla siperlerde
alıkoymuştur. Ancak alay toplarıyla, öteki askerleri savaş tertibi üzere diğer
askerleri karşılamak için siperlerden dışarı çıkarmıştır, düşman ordusu Viyanadan,
oniki saat uzakda bulunan taşköprüye gelinceye, Avusturya kralı orada kalmış
ve rütbesi itibarıyla Leh Kralı bütün kefere üzerine başkumandan olmuştur. Atlı
ve Piyade yirmi-bin Leh askeri toplam, yüzbinden fazla alçak ve rezil ramazan
ayının yirminci, 12/eylül/pazar günkİ kale muhasarasının altmışıncı tepede
piyadesini görünce, atlısını ardına almış ve bir kaç yerden kısım kısım
yürümüşlerdir. Her iki tarafdan, bir iki saat kadar süren muharebeden sonra
askerin çoğu savaştan kaçmış ve böylece de, ordunun nizamı bozulup daha sonra
serdar da çadırına dönünce müşrikler kaleye girmeğe yol bulmuşlardır. İslâm
askerleri de bu hâli görünce toptan oradan kalkıp Yanıkkale önüne gelmişlerdir.
"Defterdar Mehmed Paşanın, bu özet fakat pek tatmin edici olmayan
malumattan sonra bizde, bir miktar daha dünya târihinde hayli tesiri olan bu
savaşın tafsilatına biraz daha sayfalarımızda yer verelim ki, mektep
târihlerinin perde arkası olaylara önem vermemesi hasebiyle, olayların
esrarını muhafaza ettiği, milletçe bilinmediği dolaysıyla da, târihden
gerektiği kadar istifade etmesi böylece muhal olmaktadır.
İşte buna bağlı olarak
çalışmamız gibi diğer kitaplarında bu hususları ihtiva etmesi nesillerimizin bu
bilgilerle mücehhez olması büyük milletimize hizmet etme şansı bakımından, bir
çerağ olarak istikbali aydınlatmaya fayda sağlayacaktır.
Başkumandan Jan
Sobiyeski komutasında, yüzbin kişiden
İl fazla haçlı ordusu, bir koluda Dük dö Loren komutasında Tuna Nehrini
Şimalden yâni kuzeyden gelerek Kalenburg Dağındaki mukavemetimizi kırarak
işgale muvaffak oldular.
Serdarı Ekrem düşman
kuvvetlerine karşı altıbin askerle, pzirlerden Kara Mehmed Paşayı gönderirken
üzün İbrahim Pasa yanınc*a bulunan yirmibinden fazla askeriyle, Kanburg
Geçidini tutması emrini vermişti. Kırım han'ı tarafın-, düşman kuvvetlerinin
Tuna Nehrini aştıktan sonra yapılma sı lâzım gelen iş, ordunun arkasının
çevrilerek, emniyetsizliğe duçar edilmesi idi. Ancak; Kırım han'ı bu işlevini
yerine getirmedi. İşte biz burada, kendi mülahazamız yerine, muteber târih
kitaplarından sayılan ve buna hak kazanmış olan üzunçarşılı Târihinde; 3. cilt,
1. kısımda sahife 451'den bir dip not yazısını aktaralım gerekirse bizde bunu
tahlile çalışırız: "Veziriazamın, Murad Giraya evvelce teveccühü vardı;
fakat serdarı ekremin arzusu hilafına Viyana muhasarasını muvafık bulmaması ve
Yanıkkale ve Komaronun alınmalarını, tavsiye etmesi üzerine gözden düştü ve
veziriazama karşı ihtiyatlı hareket etmeğe başladı. Murad Giray maiyyetini, Selim
Giray gibi zaptu raptdan âcizdi, kuvvetleri üzerinde otoritesi olmadığı
görülüyordu. Düşmanın Tunayı geçmesine mâni olmak için tâyin edildiği İskender
Köprüsünü muhafaza edememiş ve yüksekçe bir yerden elini böğrüne koymuş olduğu
halde, at üzerinde düşmanın geçişini seyrediyordu. Bu hâl üzerine kendi imamı
yanına giderek: <Hân'ım; şu bölük bölük geçen kâfirleri kırdırsanız gerisi
kesilmezmiydi?> demesi üzerine, hân: <Behey efendi sen bu Osmanlının
bize ettiği çevri bilmezsin; ancak bizi bir hâle kodular ki yanlarında trlak
ve Buğdan keferesi kadar rağbetimiz kalmadı, bu düşmanın hareket ve
cemiyetini, kaç defadır yazıp bildirdim, uŞman çok, mukavemet mümkün değil,
askeri metristen vKaralım, iktiza ederse saf cengi edelim ve illâ selamet yere
elim dedim, inadından dönmeyip söz geçiremedim, tekdir u cevapları ve
gönderdiği mektuplarında, kokmuş beygir
varıcaya kadar yazmış.
İr.'şallahüteâla bu
düşmanın defi yanımda iş değildi ve bili-rimki dinimize de düşmez bir
ihanettir. Lâkin gayret beni ko-madi, anlarda görsün kendilerin kaç akçelik
adam imiş, Tatar kadrin bilsinler!> diyerek atını depip kuvvetlerini alarak
ordugâha geldi ve sadnazamın çadırına inip vaki hâli söyledi vede düşmanın
yürüyüşüne göre Pazar günü mukabil olacaklarını (yâni karşılaşacaklarını)
beyan etti. 17/rama-zan/1094-10/eylül/1683 Sevgili okurlarım görüyorsunuz! İnsanoğlu
ne çok yanlışların zebunu oluyor.. Meselâ Merzifonlu Kara Mustafa Paşa,
veziriazamı olduğu devletin tarihindeki, 1. Ahmed döneminde eğer Osmanlı
hanedanında erkek üye kalmadığında, Kırım Hân'larının tahta kuud (oturacağını)
edeceğini Yavuz Sultan Selim'in, bir antlaşma ile Kırım hânı olan Kaimpederine
vaad ettiği söylenmektedirki buna uygun olarak bir av partisinde, Sultan
Ahmed'in önünü kesmeye cüret eden, ancak emellerine muvvaffak olunamaması™ bilmesi
gerekir ve buna rağmen Kırım hânlanyla padişahların iyi geçinmesinin hikmetini
araştırması icâb eder ve Kırım hân'ını öyle etüd etmeliydi ki onun şikâyetçi
olacağı hususları ifade etmez, böyle bir ihanete yol açan sözleri ne söyler
nede yazardı! Kırım hânına; gelince onun saldırmayı kısıtlı tuttuğu düşman
ordusu, kendi lehlerine ve müslümanların aleyhine bir başarıya imza attılar. Bu
ihaneti itiraf eden Mu-rad Giray kendi diliylede akıbetinin iyi olmayacağını,
dini is-lamın vatan hainlerini sevmediğini bile bile bu İşi irtikâbı az
cehaletmidir? Ne var bu hân'ın selefleri zaman zaman bu ihanetleri işleyerek
sonunda Rusya Çariçesinin yerine getirmeyeceği vaadlerinin meclubu olmak
suretiyle umdukları bağımsız Kırım Hanlığı yerine koskoca bir esaretin kuyusuna
düştüler. Murad Giray; İslâmi müesseselerin başında gelen müşavere hususunda,
hocası kimse yanlışça bilgilendirmiş olmalı ki, söylediklerini tutmayan
veziriazamı hem de gizlice boykot ederek, mağlubiyete duçar etmekte büyük hisse
sahibidir ve mert Tatar Milletinin efsanevi murabıtlığına kara bir leke
sürmüştür. Aslında islâmi hayatta insanların fikirleri sorulduğunda, tam bir
istiklâliyet içinde düşüncelerini beyan ederler fakat çıkan karar onların ileri
sürdükleri fikrin tam tersi olsa dahi, Hz. Kur'anın sizden olan emirlere uyunuz
tav-siyei şahanesine muvazi hareket edip, bu yolda şehadeti dahi göze almayı
gerektirir.
Osmanlı serdar'ının
yanma bir atlı, çatlatırcasına sürdüğü atından atlıyarak hemen huzura koştu.
Bekletmeden veziriazamın çadırına alındı ve biraz nefeslenmesini serdarın kendisini
hemen kabul edeceğini söylediğinde o yerinde durami-yordu. Getirdiği haber
mühimdi, namaz gibi nasıl vakti giren namazı insan hemen kılmaz ve o arada emri
hak vâki olursa o namazın borcu ile ahiret yolculuğu başlarsa, işte bu haberi
vermeden ölürse orduyu islâmiyeyi tehlikeye atmış olur endişesi içinde
sabırsızlıkla geçen dakikaları beklemeğe başladı! Haydi huzura gir!
Dendiğinde, "üzün İbrahim Paşadan hayırlar ve müddeti ömrünüz uzun olsun
duaları ile birlikte düşmandan haber getirdim. Çatala benzer ayrı iki yoldan
düşman ordusu yaklaşmaktadır ve bizle aralarında üç saatlik bir mesafe
kalmıştır" dedikten sonra, el bağlayıp kenara çekildi. Sadrıazam ve
serdarı ekrem unvanı ile orduyu hümayun komutanlığı etmekte olan, Merzifonlu
Kara Mustafa Paşa, Uzunca İbrahim Paşaya pek kızgın olduğundan gelmiş bulunan
haberci yiğide berhudar olasın dedikten sonra vaktin geldiğini savaşın
başlaması tedbirlerinin sonuncusunun talimatını vermeye başladı.
Viyana şehrinde
muhasaraya maruz kalmış bulunan Viya-nalılar, Kalenburg burçlarında
halâskârlarlan askeri birlikleri gelince öyle bir sevinç gösterileri yapmaya
başladılarki, bunu gören gerçekten kurtulduklarında ne yapacaklardır diye
merak etmekten kendini alamazdı. Düşman; bol cephane ve hayli sayıda
toplarıyla, yağmur gibi daneler göndermekteydi. Tüfenk kurşunları ise son
derece mebzuliyette olduğundan şakır şakır ateşleniyordu. İki ayı geçen
kuşatmanın yorduğu Osmanlı askeri, kumandan İle maiyeti arasında aşikâr olan
anlaşmazlıkların faturasını ödemeye başladıydı ve bu ödeme kan ve can pahasına
yapılmaktaydı.
Osmanlı ordusu sağ
cenahında Budin Beylerbeyi üzün İbrahim Paşa, saldırıya tahammülü kalmamış
askerleriyle bozguna yüz tutarken, sol kolda yeralmış bulunan Sarı Hüseyin
Paşa uzun süre dayanmağa muvaffakiyet gösterirken, elindeki kuvvetleri
dağılmış olan Kırım hân'ı kuvvetlerinden muavenet göremediğinden onun tarafı
da dağılmaya yüz tuttu. Merkezin cenahlarla yâni sağ ve sol tarafındaki mesafe
açılınca bu boşluğu düşman kuvvetleri doldurmaya başladı ki, bu savaşın en
mühim bir anı idi!
Eğer dağılmış sağ ve
de sol cenahlar dışarı doğru dağılacaklarına içe yâni merkeze kayarak derli
toplu bir hareket takip etselerdi, merkez pek kuvvet kazanacak boşluklara girmiş
düşman askeri, adeta bir çarkın dişlileri arasında ezilip, öğütülmüş
olacaklardı. Ne var ki; dağılma dışa doğru olduğundan iç tarafda boşluk daha
fazla büyüyor ve sadrıazamın ortada bulunduğu hedef adeta düşman askeriyle,
ancak mukayese kabul etmez bir sayı farkıyla düşman lehine inkişaf etmekteydi.
Lehistan Kralı
saldırıda bizzat bulunmaktaydı ve sadn-azam Paşa burada cesaretini ve
metanetini ortaya koyarken nice parmaklar ısırttı. Altı saat burada
yiğitleriyle omuz omuza kılıç salladı. Cenah diye bir şey kalmamış ortada görünen,
sadece bir merkez ve dere gibi bu merkeze akmakta olan insan seliydi. Sadnazam
vuruşa vuruşa çekildi ve ordugâhına geldi.
Metris de kuşatma
faaliyeti devam edenlerin otuzbinini derhal savaşa çekti. Düşman askeri hemen
peşlerinden ordugâha dalmışlar, kılıç şakırtıları, silah sesleri aynı
Haço-va'da olduğu gibi burda da yaşanmaktaydı. Sadnazam Paşa savaşın gidişatına
dâir kestirdiği karar kendini düşman üzerine atmak ve şehadet şerbeti içmekle,
dünyevi hesabı kapatmaktı. Peşinden vuruşmaya devama başladığında Sipahiler
Ağası Osman Ağa; <Efendimiz! kerem eyle iş işden geçti size şahadet yakışır
da, ancak sizin varlığınız askerin ruhudur! Eğer siz yok olursanız herkes kırılır,
ne olur buyrun gidelim dedikten sonra
Sancakı Şerifi alıpda, otağın arka kapısından Yanikkale istikametine
uzaklaştığı görüldü.
Serdarı Ekrem'in
geride bıraktığı eşyayı zâtiyesi, ordu hazinesi, ordugâhın onbeşbin çadırı
üçyüz top ve nice malla birlikte, Köprülüler devriydi de. . Şimdi savaşın
sonunun Târihi Osmanî Encümeni'nin 3. sene sahife 1007'den şu nakli
özetleyerek alalım: "Müellifi bu harpte bulunmuş olan Mi-yar'üd Düvel adlı
yazma eser kabahati üzün İbrahim Paşaya yükleterek şöyle diyor: <Budin
Valisi İbrahim Paşa serdarın işi ileri götürdüğünü istemeyenlerin başında idi.
Önce, Yanık-kaleT altında köprülerin muhafazasına tâyin olunmuştu. Orduyu
hümayuna gelip, müşavere ettiklerinde ibrahim Paşa nice illet ve özürler yâni
sebeb ve mahzurlar söyleyip, kâfir çoktur uygun olan, Metristen askeri ve
topları çıkarıp dönmektir. Dedi.
Serdar ise; altmış
gündür bu kaleyi muhasara etmekteyiz. Askerin yaralısı ve şehidi vardır. Her
bir ocağın şehidieriyie etraf kabristana döndü. Bu kadar çok mal ve para
harcandı. İş ele geçmek üzereyken dönersek padişaha ne cevap veririz dediğini
beyan eder ve serdarın sözlerini şöyle bitirdiğini ifade eder: <Kara Mehmed
Paşa vesair Paşalar da, tabur ile harpediyorlar diye ibrahim Paşaya, padişah
seni tabur üzerine serdar tâyin etdi dedi ve Kırım hânı'nıda düşman taburlarını
karşılamağa yolladı>.."
Aziz okurlarım yine bu
Viyana savaşının arka plânına dâir o savaşda yer almış bulunan Bursalı Hasan
Esirî Mİyarüd Düvel adlı el yazması eserinden şöyle bir ifadesiyle sahifemi-zi
süsleyelim ve ondan sonra bu ifadeler ışığı altında 319 sene sonra da olsa bir
de biz tahlil etmeye çalışalım: Esirî demekteki; "dahi akşam oldu ve
akıbet yâni sonunda Amca Hasan Ağa (Köprülü Mehmed Paşanın kardeşi) serdarı
ekre-me buyur gidelim dedi. Sancağı Şerifi ve asakiri islâmı, selamete
çıkarmağa sây eyle yâni çalış, şimdengeru iş işden geçti! îyazenbillah şimdiyse
Sancağı Şerifi düşmana aldırısında kıyamete kadar siperi lanet oluruz! Dediğin
de; Veziriazam ağlayarak oturduğu iskemle üzerine çıkıp, bir koltuğuna Amca
Hasan Ağa ile bir koltuğuna Cebecibaşı Siyavuş Ağa girip ve bile olan cümle
topian ve de cephaneyi bırakıp orduyu hümayuna avdet olundu" demektedir.
Viyana muhasarasının
2. si bildiğiniz gibi Osmanlı Devletine bir gün dönümü yaşatmıştır. Yukarıdaki
satırlarda Yanık-kale ve Komaron kalelerinin alınmasını iradei padişahi çıktığını,
Viyana'yı muhasara ve zapt teşebbüsü Merzifoniu Kara Mustafa Paşaya
reisülküttap Mustafa Efendi tarafından ilka olunmuştur. Bu hususdaki muhavereyi
geçmiş satırlarımızda okumuştunuz.
Tabii reîsülküttap
efendi bu tavsiyeyi ve bu ilkaati yaparken büyük bir işin başarılmasını
samimiyetle arzu etmekten başka bir hususu dile getirmemiştir. Sadrıazam ise bu
ilka-ata, Kaanuni'nin yapmaya muvaffak olamadığını, gerçek kılma arzusu ile
kabullenip giriştiği de bir vakıadır. Ancak büyük işlerinde haylicene etüd
istediği, ilim ve irfan sahiplerince malumdur. Sultan Fâtih'in İstanbul'u
fetih çalışmaları sırasında, attığı güllelerin Cibali Baba adlı bir meczub
tarafından; "gavurcukfanma zarar irişmesin" denilerek yine takdiri
tecelli içinde tesirsiz hâle gelmesinde, alınacak tedbir Mevlâmıza tazarrudan
başka ne olabilirdi ki?
Nitekim Sultan Fâtih
niyaza başlamış ve "bu bir emri makdurun neticesidir. Ya giderim, ya
gider" demek suretiyle Allahımıza yalvarır ve sonuç, İstanbul'un fethi
olduğuna göre meczuba fren, Sultan Mehmed hân'ada fetih nâsib olmuştur.
Merzifonlu da; bu misalde olduğu gibi iyi niyet ve zahiri gerçeklerin her
birine yapışırken kendini aşamamanın nice ser-had eskilerinin tavsiyelerine
kulak asmayarak, kimini gücendirerek, kimini de alaya alarak, nefsine eziyet
etmiş çünkü kendine güvende pek ileri gitmiştir. Sonunda da; şimdi padişaha ne
deriz sıkıntısına düşmüş, adetâ intihar edercesine düşman üzerine çalakılıç
gitmiş, elhak bu hususda Yıldırım Bayezid'in Timur önündeki, şecaat ve
bahadırlığını hatırlatır yürekliliği ve kılıç maharetini göstermeyi bilmiştir.
Bütün bunların yanında
herkes kaderin üzerine yüklediği rolün icabatını yerine getirmiştir. Şimdi;
veziriazamın Sancağı Şerifi hâmil olarak, meydanı harbden uzaklaşmasından
sonraki hadisatı takip etmek üzere yorumumuzu burada noktalayalım. Bütün
bunların yanında hemen ilâve edelim ki; düşman ordusu Osmanlı'nın çekilmesi
sonrasında yine İki kola ayrıldı ve bir kolu Viyana'ya girerken, diğer kol da,
Osmanlı ordugâhını işgaletmeye koyuldu. Ne kadar güçsüz, yaralı ve hasta
varsa çekilen arkadaşlarıyla gidememenin acısını çok geçmeden dindirdilerdi
çünkü muzaffer olan haçlı ordusu, cibilliyetlerinin gereği olarak bu
mukabeleden aciz insanları, tek tek öldürmek suretiyle bedeni acılarına son verirken
onların kaatili olma unvanını da almış oldular.
Muhterem okurlarım bu
sayının onbin olduğunu hatırlata-limki, bu katliamın boyutu bütün varlığıyla
hafızalarda Avrupa vahşetinin bir başka versiyonu olarak yerini alsın. Çünkü;
Mavi Tuna Vâlsinin bu zarif insanları bu katliamı nasıl yapar diye aklınızdan
geçirirseniz, bu satırları hatırlarsınız. Efendim!
Osmanlı Devletinin
savaş anlayışında gaalib kumandan mükâfaata hak kazanır. Mağlub olan ise
umumiyetle hayatını celladın ellerine teslim eder. 2. Viyana kuşatması mağlubiyetten
sonra da tesiri devam eden mühim bir olay olarak, za-feryab olan bir kimse
ortada görünmediğine göre mağlubiyetin husulünde Paşa seviyesindekiler, en
büyük cezaya elbette mâruz kalacaklardı. O da, tabiiki kelleyi vermekti. Bu
dökülme evvelâ veziriazam ve aynızamanda serdarı ekrem Merzifonlu Kara Mustafa
Paşanın padişahın katından gelen hediyelerle buluşması sonrasında başladı.
Padişah işi tam tahkik
etmemiş sadrıazamı, büyük bir belâyı savuşturmuş olmanın rahatlığı içinde
tebrike şayan bulmuş böylece hilat ve kılıç göndermişti. Merzifonlu;
Yanıkka-le'ye geldiğinde takvimler 22/ramazan/1094-14/eylül/1683 târihini
göstermekteydi, üzün İbrahim Paşa ise mezkûr yere veziriazamdan birgün önce
gelmişti. Fakat veziriazam Yanık-kale'ye geldiğinde İbrahim Paşanın orda
olduğunu öğrendiğinde, biraz sıkıldı ve yanına çağırttı. Ancak karşılık bulamadı.
Bu veziriazamın hiddetini kamçıladı. Gönderdiği haber zehir zenberekti! Çünkü;
hastaysa arabaya binip gelsin! Olmuştu. Çarnâçar İbrahim Paşa geldi. Yaşı
hayli alıp yürümüş Paşaya hiç bir riayet göstermeyen Kara Mustafa Paşa:
"Bre dinsiz koca melun! Seni bu kadar zamandan beri padişahımızın
vezirleri arasında hayli himmeti var diye itibara lâyık görürdük! Bu sefer
cümlesinden evvel kaçmak suretiyle askerin bozulmasına sebeb oldun, bir de
burada ordu öncüsü gibi gelmiş oturursun!" Dedikten sonra tez boğun dedi.
Hüküm yerine geldi ve merhum Paşanın makamı, Budin beylerbeyliği Diyarıbekir
valisi Kara Mehmed Paşaya verilirken, mal ve mülkü hazineye mâl edildi. Serdar;
Yanıkkale'de üç gün kaldıktan sonra Tata Kasabasınada varıp oradan Bu-din'e
geldi. Padişah ise gerçek durumu öğrendikten sonra Belgrad'dan Edirne yolunu
tuttu. Bunu hiç de hayra yormak kabil değildi! Buna karşılık veziriazamın,
gördüğü aksaklıkları düzeltmeye çalışır, savaş da kusurlarını öğrendiklerini
de bir bir cezalandırmaya başladığı görüldü. Zira padişahın gönderdiği
hediyeler, haylice üzüntüsünü teskine sebeb olmuştu. Düşmanın arkadan
geleceğini tahmin ettiğinden de bütün kale ve palangaların muhafızlarını
arttırıcı tedbirlere baş vurdu, ihtiyaçları hızla tesbit edip takviyeye
koyuldu. Bu savaşın neticesi Osmanlı Ordularının avrupanın derinlerine bu kadar
çok girişinin sonuncusunu teşkil etti. Artık duraklamaya ve hazindir ki daha
sonraları da gerilemeye başlayacaktık.
Kara Mustafa Paşa daha
Budin'den ayrılmamıştık!, düşmanların bir iki adamı yakalandığında onlardan
alınan haberlerle tahmini yapılan palanga ve kalelerin üzerine düşmanın
gelmekte olduğu tahakkuk etmiş oldu. Tahminlerin doğruluğu, zaten oralarda
tahkimat ve güçlendirme yapılmış olduğundan, ilâve tedbir olarak Budin Beylerbeyi
yapılan, Kara Mehmed Paşa kumandasına otuz bin kişi civarında seyyar bir
kuvvet sevkedilmişti. Bu kuvvet bölgede devriye gibi gezecek muhtemel taarruz
alanını tesbit ederek onlara saldıracaktı.
Nitekim; Lehistan
Kralının askeri ile Tuna Nehrinin sol kanadında hareket olduğunu haber almış
bulunan Kara Meh-med Paşa hemen bu tarafa geçerek, saldırdı ve düşmanı pek
fecii bir mağlubiyete uğrattı. Ciğerdelen namlı kalemiz bu zafer ile biraz
daha rahat nefes almaya başladığındaydi ki, alt-mışbin kişilik yeni bir düşman
ordusu sökün etti. Kara Meh-med Paşaya tecrübeli Paşalar hemen Ciğerdeieni
boşaltmak suretiyle karşıya Estergon Kalesi tarafında saf tutalımın teklifini
götürdülerse de Kara Mehmed Paşa ferman böyledir demek suretiyle bu teklifleri
red etmiştir. Bir misli sayıca üstün düşman karşısında askerimiz ve nice
değerli Paşalarımızın ibraz ettiği kahramanlık mağlubiyetimizi önlemeye,
Ciğerde-îen'in düşmesine ve bu düşme teslim olma yoluyla gerçekleşmesine
rağmen katliamı meslek edinmiş gâvur buradada çocuk, hasta, yaşlı demeden
yırtıcı bir katiiam uyguladı ki, bunun perde arkasını Safiye Erol merhumenin
"Ciğerdelen" adlı belgesel romanından öğrenir ve denizlere gider
akıtacağınız gözyaşları.
Padişahın; Belgrad'dan
Budin'e gelmesi gerekirken, Edirne'ye dönmesinin yukarıda iyi haber olmadığını
söylemiştik. Buna bağlı olarak Kırım Hân'ı Murad hân'da bu hengâmede nasibini
aldı ve hanlığını Kırım Giray'ın oğlu 2. Hacı Giray hân'a bırakmağa mecbur
oldu. Esbabı mucibe şu idi:
<Murad Giray;
veziriazam ile arası limoni olduğundan işi ucundan tutmuş vede Sobiyeski'nin
geçişine engel olmakta gayret göstermemişti. Daha sonra Budine gelindiğinde de,
Ciğerdelen civarında ol emrine de askerim pekaz demek suretiyle gitmemeyi
seçmeside, hanlığını kaybetmesine kâfi gelmişti. Bu tâyin işi Osmanlı
Padişahının iki dudağı arasından çıkacak sözlere bağlıydı.
Ciğerdelen'in yürekler
kanatıcı kaybından sonra Osmanlı kuvvetleri Estergon'a çekildi. Estergon
savunması Kara Mehmed Paşa tarafından Deli Bekir Paşa'ya verilmişti. Ekim
ayının ortasında Sadrıazam Belgrad'a kışlamak üzere geldiğinde, haçlı ordusu
29/ekim/1683'de Estergon önünde kurduğu tertibatla bu kalenin kuşatmasını
bilfiil başlatmıştı. Teklif edilen teslim ola, Deli Bekir Paşa'nın ret cevabı
verdiğini herhalde söylememize gerek yoktur. Ancak; askerlerin Deli Bekir
Paşa'ya ve Arslan Mehmed Paşa ile Zağarcı ve Sam-suncubaşı'nın, üzerlerine
hücumla çarpışmak istemediklerini bildirdiler, kendilerine yapılan nasihatleri
de kaale almadılar, üstelik teslim bayraklarını direğe çektiler. Saldırıya
uğrayıp da cankarını zor kurtaran idareci zümresi böyle bir asker isyanına ne
yapabilirlerdi ki?
Bu soru her zaman
herkesin kendisine^sorması gereken bir soru olduğunu hatırlatmadan geçemiyor
insanoğlu fakat şunu .da hatıra getirmek icab ederki, Ciğerdelen'in mukavemet
sonrasındaki teslimi ve katliamcı haçlı askerinin onbin-lere varan nüfusu
canavarca bir raşe içinde katliama tâbi tutmasının bu Estergon Kale
müdafiilerinin moralini bozmuş olabileceği de nazarı itibara alınmalıdır.
Türkülerinin icrasında milletimizin ve bilhassa, Rumeli insanının göz
yaşlarını göz pınarlarında bir elmas tanesi gibi parıldadığını ve az sonca da
kucağına doğru yuvarlandığını gördüğümüz olmaktadır. Budin'e gelindiğinde
Estergon hesabı, saldırıya uğrayan üst komuta kademesi ve askerlerin ocak
Ağalarının itlaf edilmesiyle sonuçlandırıldı.
Osmanlı
başvezaretliği, bu günkü partileri pek andıran müessesedir. Bu makama gelen vezirler
kendi ekipleriyle gelirlerdi başarıyı hep birlikte aralarında nimet külfet
anlayışı içinde paylaşırlarken, başarısızlık ise veziriazamın iç kabinesi de
denilen küçük nüvenin omuzlarına yük olarak binerdi. Bazen veziriazam'ın hesabı
görülür, yâni hayat çizgisi sona erdirilir ondan sonra, iç kabinesi taşra
görevlerinin mızılda-nacakları düşünülen yerlerine yapılırdı. Bu vazifeye
gidişleri esnasındaki davranışları dikkatle takip edilir. Sessizce boyun eğip
gittiği takdirde idaresi takibe alınarak ilk hatasındada sensin falan denerek,
başı vücudundan ayrılırdı! Kimileri ise verilen tâyin emrine karşı temaruz
eder, bir koruyucu araşti-rırsa da, umumiyetle bu çabası boşa gider, kendisine
itibar iade ettirecek bir şefaatçi bulamazdı. Ancak bu arayışları da geçmiş
hatalarına ilâve hatalar sayılarak kaydı görülürdü. Ama bütün bunların
takipçisi olan padişahdan Önce, rakip ve gözü devirdiği veziriazamın makamına
oturmak gayreti içinde olan vezirler bu yolun takipçileridir. Bir fıkra da
denir ki en cesur ve aptal idareciler kimlerden çıkar? dediklerinde, cevap
olarak Osmanlıda çıkar olmuştur. Nasıl? Diye sorulduğunda da, seleflerinin
gövdesinden ayrılmış başlan yerde dururken, onlar mührü hümâyûnun kendilerine
verilmesi için bekleşirler! Cevabı verilmiştir. İşte; Merzifonlu Kara Mustafa
Paşa'da, selefi vede kaimpederi olan Köprülü Mehmed Paşa ve kaimbiraderi Fâzıl
Ahmed Paşa'nın yaptığı gibi padişahın yanında kendi muhaliflerini bırakmamak
yolunu kullansaydı, arkasından padişah katında çevrilen fırıldaklara fırsat
bırakmamış olacaktı.
Anca aşırı güven,
kibirinin kendine yaptığı oyunun, muhalifleri Kızla/ağası Yusuf Ağa, Mirahur,
yâni padişah ahırlarının büyük Ağası Boşnak San Süleyman Ağa hoşlanmadıkları
/v\erzifonî'nin yerine gönüllerine yatan Kara ibrahim Paşa'yı koymuşlar ve ona
yaklaşımları İbrahim Paşayı bu sadaret cezbesine çekmeye yetmişti. Kara İbrahim
Paşaysa Merzî-fon'lunun, sadaret kaimakamliğını yapıyor ve kendi seçtiği bir
görevli idi. Üstelik sadrıazamlar başkent dışına çıktıklarında, en kalitesiz,
en beceriksizi yerlerine bırakırlardı, arkasından bir dümen çevirmesin diye!
Halbuki; böyle bırakılmışların yâni kendinden zekavetleri yetersizliğinden
beklenmeyenleri, akıllı, uslu ve mert, vefakârların asla yapmayacağı
entrikalara yakınlaşıyor ve emanete ihaneten vezirazamın manevi fors denizine
yelken açıyordu.
Bunun böyle olmasında
takdiri tecellinin rolünü de unutmadan ifade edelimki, Kara İbrahim Paşanın
yukarıda geçen iki ağanın dolabına yakalanması Mustafa Paşalıların başına
inecek felaketin başlama noktası oldu. Hiç şüphe yok ki; Veziriazamın sadık
adamları da yok değildi üstelik o damad'rla oisa büyük bir soy olan Köprülüzâde
sayılabilirdi ve bunlara bağlı kimselerin, bu veziriazama kol kanat
gerebilecekleri cezayı hafif atlatabilmesi için bir şefaat kanalı
açabilirlerdi.
İşte bunlardan biri
olan Kadıköylü Mehmed Ağa, kapı kethüdası olarak yâni bugünkü tâbirle genel
sekreter makamında bir kimse olarak, veziriazama gönderdiği bir mektupda
padişaha sunulacak hediyelerle kendisine durumun anlatılması, telafinin mümkün
olduğunun hatırlatılması tavsiyesi bizim yukarıda dokunduğumuz padişah katında,
şefaat kapısının tıklatılması olarak âa mütalaa olunabilir.
Buna bağlı olarak,
Mustafa Paşa, telhisçisini yâni bugünkü tâbirle başbakanlık sözcüsünü
İstanbul'a gönderdi. Kara ibrahim Paşa, telhisçinin İstanbul kapısına
vardığını öğrendiğinde Kızlar Ağası ve şerikinin kendine vaad ettikleri
sadaret koltuğuna oturmak için üzerine düşene kendini bezletti. İlk işi yanına
koştuğu Kızlarağasına haberi verdi. Gmulur ki; getirilen hediyeler padişahın
sadrıazama muhabbetinin yenilenmesine sebeb teşki! eder, Merzifonlu badireyi
atlatır korkusuna kaptırmıştı kendisini.. Kızlarağası gelmiş bulunan hediyelerin
padişaha takdimini geciktirmek yolunu bulduğundan İsmail Ağa huzura çıktığında
karşısında veziriazamın da aleyhinde yönlendirilmiş bir padişah olduğunun
farkına varamadı taa ki padişah konuşmağa başlayana kadar..
Bazı tarihçilere göre
İsmail Ağanın bu ziyareti başkent'te değil de, serhad şehri eski başkent
Edirne'de vukubulduğunu kaydederler. Ancak işin bu noktada o kadar ehemmiyetli
olmadığını düşünebiliriz. Padişah, veziriazamın sözcüsüne sanırım kendinin
haberdarı olduğu bazı vukuatı sorduğu peşinden de gazabını ortaya seren
hiddetli çıkışı, takriben şu sözler ile kendisini gösterdi. "Paşan da sen
de yalancı bir alay melunlarsınız! Devletim yıkıp, ırzımı payima! edip askerimi
kırdırıp, nice namlı Paşalarımın şehadetini, topraklarımın, kalelerimin düşman
eline geçmesine de sebeb oldunuz! Alın bu adamı!" Emrini verdikten sonra;
hışımla Harem'e çekildiği, târih sayfalarında yer almaktadır.
Hiç şüphe yok ki, şu
ifade Kara Mustafa Paşanın idam edilmemesini ortaya seren bir görüş olarak
kıymet ifade eder. Bu ifade, Merzifonlu'nun katlettirdiği Üzün İbrahim Paşa
öldürüleceği sırada, üzunçarşılı tarihindeki kayıda göre me-âlen şunları
seslendirir: "Bu adam beni haksız yere öldürüyor. Zayiatı, uğradığımız
kayıpları telâfi edebilecek olan yine bu ademdir. Padişahımıza söyleyin aman
buna kıymasın!" bu ifadenin en kötü tefsiri hayatını kurtarmak için Uzun
İbrahim Paşanın böylece bir yol aradığını söylemek kâbilsede, ancak bu Paşanın
hayat çizgisi böyle tabasbusa müracaatına tenezzül edecek bir kimse olmadığını
gösteriyor ve de, ayrıca / erzifonlu'dan sonra yerine tâyini yapılanlar o
makamı doi-durmağa kâfi gelmemesi de gösterdi üzün İbrahim Paşa en azından bu
teşhisinde isabetliydi. Gazez Ahmed Ağa eline verilmiş olan idam fermanına
hâmil olduğu halde Belgrad'da bulunan veziriazamın yanına geldi. O sırada
Kara Mustafa Paşa,
imamı Mahmud Efendi ile henüz öğle namazına durduğunda göz ucuyla cihannümadan,
gelmekte olan Gazez Ahmed Ağa ile beraberindekileri görüvermiş. İmama
seslenmiş. "Namazı boz İmam Efendi işin tadı kaçtı" der. Gelenleri de
hemen yanlarına getirtirler. Veziriazam hayli kalabalık heyette
yeniçeriağasının dahi bulunduğunu gördüğünde Gazez Ahmed Ağaya sorar: Ne haber
Ağa? Cevap ise: Sancakı Şerif ve mührü hümayun istenir! Cevabını venı.
Sadrıazam Paşa yine sorar: "Bize ölüm varmidır?" dediğinde Gazez;
"olmak gerek! Allah imandan ayırmasın" cevabını verir. Bunun
üzerine, Rıza Allahındır! diyen Merzifonlu namaza durdu. Korkuya kapılmadan
edayı salat eyledi. Hizmetkârlarına; beni duadan unutmayın deyip gönderdi.
Sarığını çözüp,
kürkünü çıkardı. Cellatlar gelsin dedi. Sakalını kaldırıpda ipi boynuna kendi
geçirdi. İşte o sırada pek kıymetli kaliçeye yâni küçük fakat değerli halıyı
gördüğünde gelin bunu alın değerlidir. Millet malıdır. Kirlenmesin; deyip
kaldırttı. Ondan sonra infaz gerçekleşti. Viyana'yı alma teşvi-katında bulunan
reisülküttab Laz Mustafa Efendİ'de, Edirne'ye getirtildi ve Üç şerefeli Camii
önünde selb edilmek suretiyle idam olundu. Şunu da unutmamak gerekir ki;
devlet baki insanlar geçicidir.
Hatta devletler bile
baki olmayıp, târih sahnesinden za-nıan zaman çekilmiş devletlerin hikâyelerine
de rastlarsınız. Hâttâ malik oldukları toprakları, beldeleri hâttâ şehirleri
para karşılığında satan devletlerin bulunduğuna da, târih malumati içinde şahid
olursunuz. Devrân ol devran diye söylenen bir deyimin varlığıda bilinmektedir.
Hayattan kaydı silinen
Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın yerine veziriazam olarak tâyin olunan Kara
İbrahim Paşa; Avusturya üzerine kendisinin gitmeyip, kumandan olmak üzere
Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşayı tâyin etmişti ve Bekri Paşa Estergon'u
istirdat gayesiyle harekete geçti. Avusturya harekete geçmiş ve Estergon'u
almıştı. Oradan da Tuna'nın sol tarafına inen Brandenburg Dükü ve emrindeki
kuvvetler, Kara Mehmed Paşa kumandasındaki askerlerimizi mağlup edip, Vayçen
Kafesini almış ve peşindende, Peşte (Budapeşte) yi almıştı.
Burda da durmak
bilmiyen düşman kuvvetleri, Budin'in şimal taraflarına yâni kuzey yönüne geçip,
Akklise civarında karşılaştığı Bekri Mustafa Paşa birliklerini de bozmaya şans
kazandı. Şimdi ise, hedeflen Budin oldu. Budin muhasarasına engel olmayada,
uğraşmayı plânlayan Bekri Mustafa Paşa; Hamza Bey Palangasında hazır
beklerken, Budin üzerine gitmekte olan Avusturya birlikleri ani bir yönelişle
serdar Bekri Paşa üzerine yürüdü ve üstün vede baskın halindeki bu kuvvete,
askerimiz pek fazla müdafaada bulunamayıp, bir hayli sür'at ve uzakça mesafeye
ricat ederken bilemiyoruz, bir çok yerleşim alanını ve oralarda meskûn
insanları, düşmanın insafına terkettiklerinin farkındamıydılar?
Şurası muhakkak ki,
Avusturyalı komutan Budin'i sıkıştırırken hayli güvenlik içinde idi. Budin
kalesi içinde hasta olarak yatmakta olan Budin Valisi Kara Mehmed Paşada, yatağına
isabet eden bir humbaranın, verdiği ağır hasarla hayatını noktalama durumunda
olan Kara Mehmed Paşa, maiyetinde bulunan Divrikli Şeytan İbrahim Paşaya Budin
müdafaasına devam etmesinin gerektiğini vasiyet etti. Bütün bunlar olurken;
padişahdan gelen bir fermandan çıkanların insanın dudağını uçuklatacak kadar-
tehditkâr olduğu görüldü. Budin giderse kellen gider tehdidinin, şehid olan
Budin Valisi Kara Mehmed Paşayamı? Yoksa işi yeni devralan Şeytan İbrahim
Paşayamı? Veyahut da sadnazamın serdar tâyin ettiği Bekri Mustafa Paşayamı
olduğu pek malum değildi. Ancak; işe yaradığını kimse inkâr edemezdi. Hemen
Bekri Mustafa Paşaya askeri yardım hızlandırılmıştı. Bunun getirdiği gayret ve.
kuv-vei mâneviyenin artması Bekri Paşayı 26/ramazan/1096-6/eylül/1684'de
harekete geçirdi. Esek'ten yola çıkan Bekri Paşa kuvvetleri İstoni Belgrad'a
geldiler. Oradan Dalderesi mevkiine indiler ve bazı küçük çarpışmalarda
stratejik başarılar elde ettiler. Padişahın isteği olan Budinin içine asker
koymağı gerçekleştirmek için iki kol halinde Abaza Siyavuş Paşa ile Rumeli
Beylerbeyi Kadıköylü Mehmed Paşa komutasındaki askeri birlikler dağ vede ova
yolundan düşrrvın üzerine ilerlediler. Hırvat güçlerini yenerek, Budin'dekiiere
yetiştiklerini belirten bir haber uçurmayı sağladılar. Zaten bu vakanın iki gün
öncesinde Serhoş Ahmed Paşa komutasındaki serhad gaazileri kaleden yaptıkları
huruç sonunda düşmanı tedirgin etmişlerken, bu yardımın geldiğini görmeleri
ümidlerini büsbütün arttırmıştı. Bu iki Paşanın yanına Bekri Paşa da hayli
yaklaşınca, genel bir taaruzla düşmanı yararak hem zafer kazanmak hem de kaleye
askeri mebzul miktarda yerleştirmek gerektiğinde ittifak ettiler. Çünkü
anlaşılan taarruzu artık kendine pelesenk edinen düşman karşısında, hep hazır
olmak lüzumu hâsıl olmuştu. Teşebbüs Viyana Bozgu-nuyla maalesef küffar
tarafına geçmişti.
Yapılan plân düşman
üzerine dört tarafdan saldırmak suretiyle ve bunu beklenmeyen bir vakitte,
süratle yapmak böylece de düşmanı adamakıllı şaşırtmaktı. İşe girişildi Siyavuş
Paşa ve Kütahyalı Osman Paşazade Serhoş Ahmed Paşa, Estergon kalesi
istikametinden kaleye yalın kılıç yürümeye başladılar bu sırada hayli şiddetli
yağmur yağıyor ve ortalık bir çamur deryası halinde göz gözü görmez
vaziyetteydi.
Diğer kumandanlar;
plân mucibini havanın bu muhalefeti karşısında yapamadılar, bu sebebden de
Siyavuş ve Ahmed Paşalar, düşman ortasında yalnızlaştilar. Fakat azimlerinden
bir şey kaybetmedikleri de görüldü. Kaleyi çepeçevre muhasara eden düşman
kuvvetinin yekünü, yüzbin neferi aşıyordu.
Paşalar cephenin bir
tarafından kaleye yaklaşmak üzere yürüyüşün hızını arttırırken, kollan da omuz
üstünde-baş ko-mamak üzere, artık danada hızlı inip kalkıyordu. Sanki birer
otomatik kafa koparma aleti hâline dönüşmüşlerdi. Üst baş kan revan içinde
olup, kendi aldıkları yaralarında farkında bile olmadan, kuşatmayı bir yerinden
söküp geçtiler, bu bahadırlığı kale bedenlerinden gören yiğitlerde kale
kapısını usulünce açıp dışarı fırladılar ve o cenahdaki düşman, iki pres
arasında kalmış bir cisim gibi adetâ un ufak edildi. Sayısı bine varan asker
kale içine gönderildi. Bu seçim önce gönüllülük şeklinde sonra da lâzım gelen
vasıfları üzerinde toplayan bahadırların seçimi ile tamamlandı. Bu huruç vede
Paşaların saldırısı düşman askerinin; beş bininin hayatını kaybetmesiyle
sonuçlandı.
Bu arada düşman
lağımcılarından biri esir olarak alınmıştı verdiği bilgiler sayesinde, konan
lağımların yerlerini bulabilen mücahidler, kale halkını ve kaleyi mutlak bir
berhava kastedilmesinden kurtardıkları gibi bir hayli de barut elde etmiş
oldular. Avusturya İmparatoru'nun damadı, Maksimilyen vire ile teslim olsunlar
diye elçi yolladı. Bu elçinin; Fâzıl Ahmed Paşa hizmetinde yetişmiş daha sonra
meşhur Sen Gotar da düşmana iltica etmiş biriydi. Elçi Şeytan İbrahim Paşayı
mükellef bir sini içinde çeşitli yemeklerin bulunduğu sofrada buldu.
Maksimilyen ise; ekmekleri olmadığı haberini istihbar ettiği, kalenin kumandanı
İbrahim Paşaya ekmek göndermişti. Elçi mütelezziz yemeklerin süslediği sofrayı
gördüğünde "biz sizin ekmeğiniz bile yok diye düşünmnüştük" demekten
kendini alamadı. Paşa ise onu sofraya davetle erzak çok! Beş sene yeter! Dün de
bin kadar takviye askerimiz geldi. Daha ne istiyelim diye beyanlarda bulunarak
sordu. "Sen ne İçin geldin?" cevap "vire ile teslim olunuz
teklifini getirdim" oidu. Bu kale Paşalara değil kalede oturanlara teslim
edildi Sultan Kaanuni tarafından onun için ağalara sor dedi. üzun-çarşılı
târihinde yer alan satırlarda Ağalar şöyle konuşu verdiler: "Padişahımız
bizi bu kaleye tâyin ettiği zamanda kullarım Allah'a emanet olsun, kale'mi,
bir hoş muhafaza edin dedi; yoksa düşmana verin demedi. Fütur getirmedik,
şevkle harp ederiz,
Siyavuş Paşa içeri
imdat gönderdi; zahiremiz vardır, bir neferimiz kalıncaya kadar harp edeceğiz.
Allanın inayetiyle bu asker sağ oldukça size kale yok. Kumandanına öyie söyle
"cevabı ile gelen elçiyi geri gönderdiler. Budin muhasarasına dört ay
kadar devam eden yahudi Herzog Maksimilyen, kışın gelmesi, Kırımın idaresini
yeniden tanzim eden, Murad Hân'ın yerine getirdiği 2. Hacı Giray hân meşhur
Tatar Süvarilerini Osmanlı ordusunda istihdama devam ettiğinden ve Kırım
tatarlannında geliyor haberi Yahudi Herzog Maksimil-yen'in kuşatmayı kaldırıp
geriye dönmesine yettide arttı bile.. Çekilmeye başlayan düşman askerini bazı
komutanlarıyla ve Kırım Tatarlarıyla takip ettiren, Serdar Bekri Mustafa Paşa
bilhassa düşman artçılarının, yirmibinini kırdırmaya muvaffak oldu. Avusturya
ve müttefiklerinin bıraktığı cephane Budin Kalesine taşındı ve takvimlerin
ise: 24/zilka-de/1096-2/kasım/1684'ü göstermekteydi. Bu arada Şeytan lakablı
İbrahim Paşanın gösterdiği yararlıklar padişahın malumatı dahiline girdiğinde
takdire şayan olduğu hemen teslim olundu ve bunun ilk emaresi, lakabı olan
Şeytan, Me-lek'liğe tahvil olunsun iradei seniyyesi vukubuldu. Peşinden Bekri
Paşanın durumu yetersizlik olarak tesbit olunduğundan, serdarlık Melek İbrahim
Paşaya tevcih olundu yine Bekri Mustafa Paşanın ve bazı komutanların,
başarısızlıkları hasebiyle idamları hususunda karar çıktı. Sadrıazam Kara İbrahim
Paşa büyük bir çaba gösterip, idamları iptale komutanları daha düşük
derecedeki görevlere tâyine muvaffak oldu. Bekri Paşa Kanije Valisi olurken,
Budin Valiliğine Arnavud Abdurrahman Abdi Paşa getirildi. Bu arada da Tökeii
İm-re'nin üngvar ve bazı beldelerini de ŞuhStz adlı Avusturyalı komutan elinden
aldığı görüldü. Bu Şhultz'un yirmîbeşbin kişilik ordusu yanında Lord
Lotheringen ellibin kişilik askeriyle CIyvar üstüne harekete geçmişti.
Bu sırada yâni
1096/ramazan/ilk günül685/ağustos'unun ilk günü olup o hayırlı günde Osmanlı
birlikleri Estergon Kalesini istirdat etmek için muhasaraya aldı. Dük
Lotheringen kuvvetlerinin bir kısmını Estergon üzerine gönderdi. Diğerleriyle
üyvar önlerinde kaldı. CJyvar önleri bataklık olduğu için her iki taraf
biribirinin üstüne gidemediyse de, onbeşbin kişilik avusturya süvarileri bir
tatktik kurup Osmanlı ordusunun seksenbin askerini kendi üzerine celbetmeğe
muvaffak oldu bataklığı yandaş olarak kullanmayı beceren avusturya galibiyeti
e!de etti. Arkasındanda üyvar muhasarasını yeniden tesis etdi. Sağlam bir kale
olan Ciyvar ancak kırk gün dayanabildi. Düşman savaşa savaşa kaleden içeri
girdi kaledeki-İer teslim olmayıp ölümü seçti. Nice palangalarımız da bunların
eline geçti.
Melek İbrahim Paşanın
başarılan asker arasında sadarete geçebilmesinin konuşulduğu görüldü.
Merzifonlu'nun yerine geçen Kara İbrahim Paşa üyvar'ın düşmesi hasebiyle, suçu
Melek İbrahim Paşaya tahmil edip, ayrıca Avusturyalılara,padişah ve sadrıazama
haber vermeden, Dük Lotheringen'e muahede yapma hususu için elçi gönderdiği
haberi de gelince, hakkında idam fermanı almak zor olmadı,
muhar-rem/5/1097-2/aralık/1685'de hüküm infazolundu. Şimdi biz infaz sonrasında
4. Mehmed'in sadrıazama kinayesini buraya kayıtla işi bir takip edelim.
Belgrad'da infazın
yapılmasından sonra kafa derisi yüzülen baş, bal'a batınlıpda Edirne'ye
getirildi. Veziriazama teslim edildi. Veziriazamda gümüş bir tepsiye
koydurduğu başı padişahın huzuruna götürüp de sunduğunda, her halde yaptırttığı
tahkikat neticesinde işin fesat tarafını yakalamış olmalı ki; veziriazamına:
"yüzün kara ve canın rahat olsun! Vücuda getirdiğin hüneri hoş gör"
deyip başı sadrıazamına geri veriverdi. üzunçarşılı bu komploya dâir önem
taşıyan bir şerh koymuş, merhum Cumhuriyet Tarihçileri arasında cidden haklı
bir şöhrete nail olmuş ve CHP mebusluğu yapmasının yanında eserinin TTK'ca
yayımlanması da göz önüne alınır ise buna inzimamen, Tanzimat Dönemini yazma
zorluğunun idrakiyle bundan nasıl kurtulurum diye kendi kendine söylendiği
rivayetlerde yer alır. Her halde bu endişesinde samimiydi ki, tanzimat
dönemini yazmaya ömrü vefa etmedi. Onun bıraktığı yerdende Enver Ziya Karal
devam ettirmişti ve tanzimatı o kaleme almış idi. üzunçarşılı hakkındaki bu
bilgiyi verirken bu zâtın şerhinin mühim olduğunu çünkü kuvvetli bir araştırmacı
olduğunu duyurmaya matuf olduğu-nuda ifade edelim. Şimdi şerhe geçelim:
"Melek İbrahim Paşa hakkında, veziriazam ile Boşnak Sarı Süleyman Paşa
ittifak etmişlerdi; veziriazam kendisine rakib saydığı Meiek İbrahim Paşayı
bertaraf etmeyi düşünürken gizlice kendisine sadnazamhk vaad edilen San
Süleyman Paşa da; aynı rakipten kurtulmak istiyordu. Bunun için padişahın
huzuriyle hasta bulunan veziriazam hariç olarak Süleyman Paşa, şeyhülislam ve
iki kazasker, yeniçeri ağası ve Köprülü Mehmed Paşanın biraderi Hasan Ağa ve
kâtiplerden, Acemzâde Hüseyin Efendi, toplanarak görüştüler bu içtimada,
Enderun Ağalarından, Müverrih Fındıklılı Mehmed Halife'de hizmetkâr olarak
bulunmuş ve gördüğünü târihine kaydetmiştir.
Müverrih; Süleyman
Paşanın, Melek İbrahim Paşa aleyhinde söyleyip katlini istedi; veziriazam da
gönderdiği arizasın-da, katlini istiyor ve mizaçgir olan şeyhülislâm Ali
Efendi'de onlara uyuyordu, bunlara karşı Anadolu Kazaskeri Ebu Said-zâde
Feyzullah Efendi öldürülmeyip bir tarafa sürülmesini söyledi ise de ekaliyette
kaldı ve katli için acele kapıcılar kethüdası yollandı. (. . ) Hüküm tebliğ
edildiğinde İbrahim Paşa; iki rekât namaz kıldıktan sonra: "Yarab din ve
devlete, kırk yıldır sadakat ile ettiğim hizmeti bilirsin, ömrüm ahar oldu, hüsnü
hatime müyesser kıl ve bana edenleri hazretine havale eyledim" diyerek
oruçlu olarak boğulmuştur.
4. Mehmed'in
veziriazamları birbirlerinin kuyuların! kazıyorlardı. Nitekim; Kara İbrahim
Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşayı darı bekaya yollattıktan sonra Boşnak
Sarı Süleyman Paşayla karşı karşıya kaldı. Padişah ise, bu sefer gizlice
Süleyman Paşaya taraftar olmuş ve sadareti vereceğini ihsas etmişti. Bu arada
da cidden İbrahim Paşadan sıtki sıyrılmıştı.
Yukarıda padişahın
soğuma mânasına gelen sadnazam-dan sıtkı sıyrılmıştı değişimizin sebebi,
padişahın Boşnak Sarı Süleyman Paşayı sadarete getirmesinin ardından, Kara İbrahim
Paşa Üsküdar'da Bayram Paşa Yalısında oturulmasıyla emrolundu. Çok geçmedi ki,
hac'ca gitmek üzere padişah-dan müsaade istedi. Bu sırada da kazan kaynamakta,
biribi-rinden kurtulmak isteyen veziriazam namzetleri padişahın kulağına eski
sadrıazam hakkında parası çoktur. Hac'ca giderim diye çıkacak bu paraylada
Abaza Hasan gibi isyan bayrağını açar şeklinde nazariyeler ileri sürülerek,
padişahın vehmi ayaklandırıldı. Para meselesi için padişah bir ferman
yollayarak, beşyüz kese sefere yardım yapmasını emrettiğinde, Paşanın cevabı
benim o kadar param yok. Siz beni soya-cakmısınız? Şeklinde gelenlere lâflar
etti. Bunun padişahın isteği olduğunu her halde fehmedemedi. Bu hâlde padişahı
pekçe kızdırdı. Derhal malı müsadere olunan; İbrahim Pa-şa'ya> uygulanan
işkence sonunda kırk gün geçmekle beraber, param yok diyenden padişahın beş
yüz keselik isteğini param yok diye çeviren mazul sadrıazam, üçbinbeşyüz kese
parayı kırk günlük soruşturma sonrasında ortaya çıkardı. Bu miktar paradan
başkaca muazzam bir eşya ile pek kıymetli mücevherler çıkıverdi. Bunun üzerine
Kıbrıs'a sevk edildi.
Orada ikamet ederken,
elinin altındaki askeri, kendisinin sadaretini istemeye sevk ettiği haberi
İstanbul'a eriştiğinde gönderilen ferman 1098/zilhiccel687/ekiminde katledilmesine
yettide arttı bile. Bu arada makamı sadarete gelmiş bulunan, Boşnak Sarı
Süleyman Paşa, cepheye gitmeye yanaşmamış ve bir türlü Osmanlı ile didişmekten
imtina etmeyen Avusturya cephesine de Serhoş Ahmed Paşa'yı gönderdi. Kimileri
ise bu seferler sadrıazam işi değil padişah işidir der dururken, bir kısım
kimseler de padişah avı bırakıp, ya sefere ya başehre yâni İstanbul'a dönsün.
Edirne; angarya ödemekten yoksul düştü diye de mırıldanmaktaydı. Bu mırıldanmalar
bir alarm idi. Bunu duymak ve mırıldanmayı kesecek iş yapılmalıydı! Bunun ne
olduğu şimdi söylense neye yarar ki? Ancak, sunuda hemen ilâve etmek lâzım
gelirki, padişah bir veziriazamına Yarın kale'ye git diyor, o ise Viyana'yı
sıkıştırıyor. Sadrıazam yaptığı birisi sefere çıkmayıp serdar tâyin ediyor.
Avusturya'ya feci mağlup olmuş veziriazam, kendine gelen hediye kılıcı görünce
işi atlattım zannedip, güngörmüş Paşayı öldürtmekten çekinmiyor. Sadrıazamı
infisal ettiriyor, git otur surda diyor. Ben hac'ca gideceğim diyor. Beşyüz kese
sefer yardımında bulun diyen padişahın adammi kovalıyor. Sıkıştırıldığında ise
beşyüz kese yerine üçbinbeşyüz kese ve haylice mücevherlerini buluyorlar.
Şimdi söyleyin Allah aşkına, 4. Mehmed'in sefere gitmemesinden başka bir kabahati
görünüyormu? Sefere gidipde, Sobiyeski Merzifonlu yerine 4. Mehmed'i sürüp
geceydi. Ne olurdu Osmanlı devletinin hâli? Belli bir zaman diliminden sonra
padişahın seferden alıkonması padişah yenilirse devlet biter. Paşası yenilirse,
Paşa haylice bulunur! Bu anlayışı makul görmemek kâbilmi?
Sadaret kaimakamı
Süleyman Paşa, bu makama asaleten tâyininde kethüdası İbrahin Ağa rütbei
vezaretle Şam Eyaletine valiliğe atanmıştır. Bu arada denizciliktede değişime
gidilmiş Mısırlızâde İbrahim Paşa'nın bu alandaki ustalığı ve kıdemi gözönüne
alındığından, padişahın yanına Edirne'ye davetle, kapdani deryalık ihsan
olunmakla beraber ayrıca ve-zarette verilmek suretiyle bu bâbda güzel bir iş
yapılmıştır. Değişim rüzgarı esmeye devam etmiş ve Yeniçeri Ağası ile Sakız
Muhafızı da, bundan nasiplerini almışlardır.
Kul kethudalığında
bulunan Çolak Hasan Ağa, Yeniçeri Ağalığına getirilirken, eski yeniçeri Ağası
Zülfikâr Paşa azil olunarak, Sakız muhafızlığına tâyini yapılmıştır. Padişah
ise, bu sırada istanbul'a dönmeye karar vermişti. San Süleyman Paşayı Engürüs
yâni Macaristan üzerine gidecek orduyu hümayuna serdarı ekrem tâyin ettiğinden
birinci mirahur Recep Ağa'da sadaret kaimakamhğına getirildi. Meclisi, tâbiri
diğer ile divânı yönetebilmek tecrübesinden mahrum olan Recep Paşa bir kaç
toplantıda Sadrıazamın idare ettiği divân toplantılarına katılarak adetâ kurs görmüş
bunun üzerine top-
lantıda bulunanlardan
ilk defa böyle bir duruma rastlayanlar vaziyeti endişe ile karşılamışlardır.
Padişah'ın ise İstanbul dönüşünde Küçük Halkalı denen yerde ki mutad merasimle
karşılanmasından sonra gösterilen resmî geçit seyredilmiş, nihayetlendiğinde
herkes, arabalara binmek üzere gittiğinde, veziriazam kaimakamının yanında
bulunan, Rikâbı hümayun kaimakamı, Vezir Mustafa Paşanın yanında kimse
kalmamış, bunun üzerine padişahda atını onun yanına sürmüş ve beraberce, yan
yana at sürerek Eyüb Sultan Türbesine kadar birlikte gitmişlerdir. Daha sonra
da Vezir Mustafa Paşa Mora'da bulunan Anadolu muhafaza kalesi adlı bölgeye
muhafız olarak gönderilmiştir.
Yukarıda sadnazam'ın
serdanekrem olarak görevlendirilip-de Macaristan üzerine gitmesinin
emrediidiğini kaydetmiştik. Edirne ovasında son hazırlıklarını da tamamlayan
serdanekrem Belgrad üzerine doğru Tevekkel tü Tealallah deyip yola koyulduğu
görüldü. Avusturya Kralı da adetâ bir haçlı ordusu teşkil edip her çeşit
silahla mücehhez ordusunu Budin Kalesi önüne yığmıştı. Takvimler bu sırada
1097/receb/25-1686/17/haziranı göstermekteydi. Bu târihin kuşatma haberi olduğu
Boşnak Sarı Süleyman Paşaya ulaştı. Yapılan müşavereler sonucunda bulundukları
yer olan Budin'e pek yakın Hamzabey mevkiinden hiç bölünemeden yürüyüşe geçip
kaleye yardım kararı tezekkür ettirildi. Lokumtepe denilen yere gönderilen bir
keşif müfrezesi düşman askerinden serbestçe gezinenlerinden bir kaçını ölü, bir
kaçını diri olarak elde etmiş ve sorguya çekmiştir.
Düşman Osmanlınında bu
kaleyi koiay vermeyeceklerini tahmin ettiğinden ve onlarda bizim haber
aldığımızı öğrenmiş olabilİrlerki, tahkimlerini sade kale üstüne değil
bilhassa hilal şeklinde, tertipledikleri kuşatmanın, toplarını yerleştirirken
kale istikametinde atış yapanların hemen yanında, arkadan geleceklere atış
yapabileceği yöne çevrilmiş ve atışa hazır bir tarzda yerleştirmişlerdi.
Bu arada hemen şunu
belirtelimki; Budin Kalesi yakınındaki menzil olan Hamzabeye geliş,
1097/şevval/2-1686/ağustos/22'yi bulmuştuki geçen bu zaman diliminde düşmanın,
kaleyi hayli hırpaladığını görmek için bir bakış yeterdi. Bu bakışın hemen
farkedeceği bir husus vard' ki, o da, Kalenin hemen karşısına düşen Kargabayırı
idi. Düşmanında en büyük korkusu kaleye yardıma, muhasaraya saldırıya
hazırlanan Osmanlı birlikleri, bu Kargabayın'na hâkim olursa muhasaranın
parçalanmaya mahkûm olduğunu teşhis ettiklerinden, bahse konu yeri bir güzel
tahkim etmişler, tahrip ve menzili uzun bir topuda yerleştirmişlerdi. Ayrıcada
se-kizbin kişiden az olmayan bir kuvveti de mevzie yatırmışlardı. İslâm askeri
Kargabayırın işgalini hemen yapılan harp divanında kabul edip buna girişmesi
gerekirdi.
Ancak yapılan divan
toplantısında da güngörmüşler denen bazi tecrübeli gaaziler ilk iş olarak
Kargabayır Tepesini elde etmek lâzım geldiğini hatırlattılar ve bunun sonunda
düşmanı siperlerden çıkartmaya muvaffak olarak muhasarayı kırabiliriz
dediler. Fakat serdar'mda bu tekliflere sıcak bakmadığı yarın hep birlikte
saldırıya geçeriz, sözü ortaya koymuştu. Bosna Valisi Sivayuş Paşa'nın askeri
üzerine, düşmanın saldırıya geçtiği görüldü. Buradaki piyade askerininse, mukavemete
takat yetiremediği görüldü ve düşman bunları hırpalarken Sarı Paşa'nın
askerleri içine düşen korku hasebiylede, gerisin geriye Lokum Tepesine
çekildiler, aslında buna çekilme değilde adetâ firar desek duruma daha uygun
düşer!
Bu firarı fırsat sayan
düşmanlar bunların peşine takıldığında, yandan gelen askerimizin bir bölümü
tam bir metanetle, karşısına dikildiği düşmanın boyunun ölçüsünü almaya başladı.
Bunların arkasını sarayın manevrası yapan haçlılar, yola çıktıklarının akabinde
karşılarında Tatar ve Osmanlı Bahadırları ile karşılaştılar. Ortada kan ve
revan içinde büyük bir mücadele yaşandı. Düşmandan hayli kişi cehennem çukuruna
yuvarlanırken, bizim yiğitlerimizinde bazıları cennet bağ-çelerine uruç
eylediler. Bir gurub Dalkılıç Budin Kalesine girip, mücahidlere güç ve metanet
vermek istedilerse de, bir bölümü bu gayretle şehid olurken, bir kısmı da
girmeye muvaffak oldularsa da, aldıkları yaraları pek ağır olduğundan bakıma
muhtaç hâle geldiklerinden, maddi plânda, pek bir şeye yaramadılar denebilir!
"Hakimi Mutlakın olmazsa bir İşde takdiri Müfît olmaz hezâr erbabı aklın
re'yü tedbiri Ha-zeri men'i kader, kılmaz ne denlü kûşiş eylersen, Kazayı
mübremin mümkin değil sa'y ile tağyiri" Mevlâmız, bir işin gerçekleşmesi
için takdiri tecelliye murad ederse onu değiş-terecek hiç bir tedbir fayda
vermez. Bu beyitteki mânai münif, buna delalet eden tasavvufi tarafida ağır
basan bir dizedir ki, mezkûr Budin Kalesi 17/haziran/l 686'dan 2/ey-lül/1686'ya
kadar süren düşman muhasarası ve onlarla, çarpışan islâm askeri, savunma yapan
kaledeki askerimiz yetmişaltigün kan döktü, can verdi şan aldı, baş aldı nam
saldı fakat Takdiri Hüdâ; Budin'i düşman aldı. Budin'in düşmesi; her kaybedilen
toprağın, her kaybedilen beldenin, insanımız-daki feryadlarını, asumana yayan
vak'ayı teşki! etti. Hariciye eski bakanlarından Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü'nün
oğlu Dr. Orhan Köprülü'nün hazırladığı, MEB yayınları arasında neşredilmiş
bulunan Köprülü'den Seçmeler adlı eserde Budin'in melûl bir beste ile okunan
şarkısının güftesini sahifemize almak suretiyle, okurlarımıza sunmanın
bahtiyarlığını yaşarken, sahifemizi de süslemiş olmanın, farkında olduğumuzu
bilmenizide hatırlatırım.
, .
Ötme bülbül ötme yaz
bahar oldu
Bülbülün figanı
bağrımı deldi Gül alıp satmanın zamanı geçdi
Aldı Nemçe bizim nazlı
Budin'i *Budin'in içinde uzun çarşısı
Orta yerde Sultan
Mehmed Camisi Kabe suretine benzer yapısı
Aldı Nemçe bizim nazlı
Budin'i
Çeşmelerde abdest
alınmaz oldu
Camilerde namaz
kılınmaz oldu
Mâmur olan yerler hep
harâb oldu
Aldı Nemçe bizim nazlı
Budini *Cephane tutuştu aklımız şaştı
Selâtin Câmiier yanıp
tutuştu Hep sabi sübyan âteşe düştü Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i *Serhadler
içinde Budindir başı Kan ile yoğrulmuş toprağı taşı Çerkeş Alemdar şehidler
başı Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i Kıble tarafndan üç top atıldı Perşembe
günüydü güneş tutuldu Cuma günü idi Budin alındı Aldı Nemçe bizim nazlı
Budin'in bu hazin
nazmını, yarım kalmış üç mısralı bir ağıtla târihimize kaydederek tamamlamış
olalım. "Ben bir müftü kızıydım" sözleriyle başlayan esir edilmiş bir
müftü kızının hicranımızı arttıran feryadı sonrasında: "Budin'in kalesi
dörttür biri sahraya bakar Sokakları sel sel olmuş su yerine kan akar Al beni
küffâr elinden Padişahım der Budin... Bu folklorik yakınmadan sonra askerimizin
serencâmına avde-tedelim. Bunun üzerine askerimiz bunca uğraşa rağmen, mezkûr
bölgeden geri çekilirken yolları üzerindeki İstol-ni/Belgrad kalesinin de bir
savunmaya yakında İhtiyacı olabileceğinin endişesi içinde, Şeyhzâde Ahmed
Paşa'ya veza-ret verilmek suretiyle, bu kale'de komutanlığa, tayini gerçekleştirildi.
Bu yolculuk esnasında, bölgeye uzak olmayan Ka-nije Kalesi Komutanı olan
Tekfurdağlı Mustafa Paşa'nın yerine, Fındık Mehmed Paşanın tâyini yapıldı.
Oradan da orduyu hümayun Varadine geldi. Segedin Kalesine erzak götürmeyi
planlayan sadrıazam Sarı Süleyman Paşa, ordunun kısmı azamini, Varadin'de
bırakıp bizzat kendisi bu birliğe komuta edip, yola çıkarak Sente denilen yere
geldiğinde, karşılarında da pek kalabalık düşman askeri olduğunu gördüler.
Düşmanla derhal dişe
diş, göze göz bir savaş başladı. Az olan sayımız, eldeki erzakı muhahafazaya
kâfi gelmedi. Er-zakın mühim bir kısmı da, düşmanın avucunun içine düştü. Yine
de şükr gerekir ki; sadrıazamımız bu savaş da ölümle buluşabilir veya düşmana
esir düşebilirdi!
2. Viyana muhasarası
sonrasında artık milletimizin başına öyle işler açılıyordu ki; şimdiye kadar
bilmediği tarz politikalar, duymadığı teklif ve taleplerle karşılaşmaktaydı,
tşte ara-başlık yaptığımız ifade, eyaletlerimizin insanlarına ilk defa ulaşan
bir teklifdi. Osmanlı yıldızının parlaklığı Merzifon-fu'nun hatasından münbais
olarak, gölgelerin arkasına, bulutların arasına dalmaya başlamıştı.
Bütün bunların yanında
da düşmanın üzerimize tazyiki, her geçen gün artmaktaydı. Papa İnnosan'in
açtığı ehli salip saldırısı günbe gün devam ediyordu. Avrupa topraklarımızın,
Macaristan ovalarından, üstümüze doğru gelen düşman akınlarını önlemek için
yapılan seferlerin masraflarından hazine hayli daralmış, hudutlarımız içindeki
zengin, tüccar ve yüksek memurlarından akçe talebi yapıldı. Bu gün bile ekonomik
sıkıntı içinde olan halkımız, ne hikmetse milletvekillerini pek zengin
saymakta her çeşit sıkıntıda bunların bir aylık maaşlarını bağışladığı takdirde
işin hâl olacağına dâir doğru görmediğim bir çözümü vardır, ümanmki devletin
zaman zaman yukarıda yazdığımız gibi tebaasına baş vurup, savaş için yardım
veya kampanyalar açma dönemlerinden kalan bir sentezleme diye düşünüyorum.
4. Mehmed zamanında
yapılan bu İmdadı Seferiyye'ye Is-tanbulahalisinden binbeşyüz kese, Bursa
ahalisinden ikiyüz kese, Mısıra gelince üçyüzelli kese, Bağdad ve Basra ahalisinden
ise yüzellişer kese, ayrıca vali, vezir ve beylerbeylerinin her birinden
yardım istenmiş ve hepsinin yekûn olarak dört bin kese akçe topladığı
görülmüştür. Hemen ilâve ede-limki hammsultanlar, kendilerinin olan haslardan
gelen akarlarından yarısını imdadı seferiyye'ye vermekte tereddüt dahi
etmemişlerdir. Çöl hâkimi diye anılan Hüseyin Abbasa gönderilen fermanda
kendisinden asker göndermesi istenmiş bu zat da hemen dörtyüz askerini talebe
uygun olarak tam teç-hizatlı şekilde gönderdi. Ayrıca Belgrad'a gelen bu
askerin ihtiyaçların] Rakka malından gönderdiği biliniyor. İmdadı Se-feriyye
talebinin arzu edilen seviyeyi bulabilmesi, sanıyorum ki devletin ilk defa buna
başvurmak mecburiyet duymasından kaynaklanmaktadır. Zira zaman bir hayli
geçtikten sonra halk folkloru denen hikâyelerimizde, meşhur üç oğul düden dile
dolaşmağa başladı. Kısaca nakledelim:
Ülkei Osmanî'nin kenar
bölgelerinden birinde yaşayan bir adamın üç oğlu varmış. Bir gün tarlasının
hududunda, başında fesli bir süvari görüyor, buyur dediğinde, padişahın
Mos-kofa savaş açtığını buna bağlı olarak büyük oğlunu askere almaya geldiğini
söyler vatan uğruna feda olsun diyen üç oğullu baba, evlâdını uğurlar bir kaç
sene sonra yine bir asker toplama vazifelisi aynı tarlanın kenanna gelir ve
diğer oğuîu ister çünkü, padişah yine Moskofa savaş açmıştır. O oğlunu da
gönderir. Hatırlatalımki büyük oğlunu gönderen adam bir daha ondan haber
alamamıştır. Böylece ikinci oğlunu gönderirken birinci de olduğu gibi coşkusu
olamamıştır. İkinci evlâdın gidişi, o gidiş olunca baba, artık üçüncü oğlunu
gelip isteyecekler kaygusuyia göz yaşı dökmektedir. Çok geçmezki; üçüncü evlâdı
askere almaya gelen sürücü tâbir edilen asker toplayıcı, maksadını
söylediğinde, acılı baba: Alın! Alın! Padişaha da selâm söyleyin! Artık bana
güvenipde moskofa veya herhangi birine savaş açacaksa, kendi dölüne güvensin
artık Osman Ağa'da ne döl kaldı, ne de bel! İflas etti deyiniz! Şeklinde konuştuğu
dilden dile nakledilir. Bu mevzuyu aşağı alacağımız beyit ile noktalayalım:
"Şah'dan gönlü hoş olmayan sipahi, Vilayet hududlarım iyi gözetmez!"
Bu İmdadı Seferiyye hâdisesi hakkında, Zübdei Vekaiyat'da bir âlimin, ülkenin
bu hâle getirilmesinde yapılan yanlışların hatırlatılmasında, pek mühim dersler
çıkarılabilecek, beyanda bulunmasını buraya nakletmeden geçemiyorum.
"Sadaret
Kaimmakamlığında yapılan bir toplantıda İmdadı Seferiyye hakkında sözalan Recep
Paşa vaziyeti izah edip, katılanlardan yardım İstediğinde Rumeli Kazaskeri Deli
Ha-mid Efendi; "Baka Paşa Hazretleri; bu ne de demektir? Bu kadar devlet
gelirleri ne oldu? Kiminiz sefer açıp hazineyi telef ettiniz ve kiminizde
hevanıza sarfettiniz. Şimdi de fukaradan yardım istersiniz" Diye ifadei kelâmda
bulununca, sadaret kaimmakamı Recep Paşa: "Efendi, ne söylersin? Niçin
haddini aşarsın?"diye azarladığında da, Hâmid Efendi öfkelenip: "Sen
dün, pabuç kesesi belinde ve çizme süngeri elinde bir çuhadar olup, şimdi bu
kadar samur kürklü oğlanların var iken, devleti âliyyeye sen senken imad
(direk) eylemeyip, bizim gibi devlet duacısı olup yetmiş, seksen yılda bintürlü
meşakkatle nail olduğu ev ve eşyasını satmaktan başka akçe tedarikine kudreti
olmayan fakirlerden, medet ummanın, mânası nedir?
Şeklinde sözler irad
etdi. Meclis huzursuz olurken, Hâmid Efendi'nin bu söylemlerine, hazirundan
olan diğer ulemadan ne lam, ne mim diyen oldu. Deli Hâmid Efendi'nin bu ikazını
padişaha taşıyan kaimmakam, Hâmid Efendi'yİ Rodos'a sürdürmekle işi hâlmi
ediyor zannetti! Serhadlerde yâni hudud boylarındaki askerin maaşları için
hazinei hümayunda yâni padişahın iç hazinesinden, tâbiri diğerle, cebi
hümayundan beşyüz kese akçe ihsan edildi.
İnsan hayatında kimse,
kimsenin ekmeğiyle oynamamalı yanlışlar görüldüğünde ikazlar yapılmalı devam
ettiği müşahede olunduğunda da yeri değiştirilmeli ve bu seferki ikaz, biraz
daha açık ve sonucun vahim olacağı şeklinde izah edilmeli der akil kimseler.
Kaimmakam Recep Paşa, bazı kin ve. garaz sahiplerinin, kendisine kıvırdıkları
bazı yalanlarla Defterdar Ali Efendiye muğber olmasını sağlamışlardı. Bu
muğ-beriyet Paşa da hayli ileri safhaya gitmiş, azilden başka kellesini de
istetecek bir ispazmoza dönüşmüştü. Sonunda Defterdar Ali Efendiyi azlettirmeye
muvaffak oldu. Boşalan makama Eğriboz muhafızlığında bulunmakta olan Seyyid
Mustafa Paşanın tâyinini çıkarmış kendisine Belgrad'a gidip orduya
katılmasını bildirmişti. Emre uyan yeni Defterdar Mustafa Paşa, derhal görev
yerine gidip işine başlamıştır. Eski Defterdar'a gelince sadrıazamın aslında
memnun olduğu bu zâtın, kaldırılmasına çalışan kairnmakamin, gönderdiği bilgilere
pek kulak asmıyordu, yalan yanlış bilgilerden bıkan sad-rıazam, Seddülbahr'e
gönderilmek istenen Defterdar Ali Efendinin tâyinine rızası olmadığını
bildirmişti. Ne var ki, Recep Paşa kin ve gayzını aşamamış, vekili olduğu
sadrıazamın uyarısını hesaba almamış ve Ali Efendiyi vazifesinden etmişti.
Beri tarafta da,
Sadrıazamın Çavuşbaşısına sert ifadelerle cevap veren meşhur Minkarîzâde'de
sürgüne gönderilirken takvimler 15/cemaziyelahir/1098-28/nisan/1687'yi gösteriyordu.
Budin'in düşmesinden, vali Abdi Paşanın şehadetin-den sonra, elimizden bir çok
kale ve palanga çıkmaya başladı. Avusturyalı kuvvetlerin Macaristan üzerinde pek
rahat dolaşmaya başladığı görüldü. Segedin'in düşmesinin ardından, Şemontoma,
Peçuy (Peçevi) , Kapoşvar ve Şikloş gidenler arasındaydı. Kış bastırdığı için
ordumuz Essek üzerinden Belgrad'a kışlağa çekildi. Erdel Kaleleri de bu arada
Avus-turyanın eline geçti. Esek'de Avusturya saldırısıyla sarsılırken,
Belgrad'daki Sarı Süleyman Paşada hemen gelecekleri beklemeden Esek'e yardıma
koştu. Orada düşmanı mağlubiyete uğratmak kabil oldu. Şikloş Avusturyanın
tutunduğu bir nokta oldu. Ancak; Osmanlı askerinin oraya doğru yol aldığını
tahmin eden veya haber alan Avusturya birlikleri burayı da boşaltıp ovaya
yayıldı. Şikloş'dan fazla uzaklaşılmadan Prens Şarl'ın kuvvetleri Sarı Süleyman
Paşa ve askerinin önüne dikilerek döğüşe başlandı. Önceleri ordumuz vaziyeti
lehe doğru çevirmeye muvaffak olmuştu. Ancak veziriazamın harp tecrübesinin
fazla olmaması, yaptığı hatalı taktikler büyük bir hezimeti haber vermeye
başladı. Anadolu askerinin bulunduğu taraf yorgunluk emareleri göstermeye
başladı. Bu hâl ordunun tamamına sirayet etdi. Mağlubiyet pek çabuk geİdi.
Efendim; askerlik târihinin ve de Osmanlı târihi askeriyesinin nâdir evsafta ki
komutanlarından olan Katırcı-oğlu Gaazi Müşir Ahmed Muhtar Paşa'yı kendi erkânı
harbi Mehmed Arif Bey merhum "Başımıza gelenler" adlı muhteşem
eserinde anlatırken, bizim askerin bozulmasının hiç bir askerin bozulmasına
benzemediğini, adetâ bozguna dönüştüğünü, tam bir kurmay anlayışıyla izah
eder. Bu yüzdende bizim bozulan askerimizi, firardan ancak onu vurmak
suretiyle alıkoyabilirsiniz demektedir. Nitekim; İstiklâl Harbimizin kahraman
komutanlarından Dadaylı Deli Halit Paşa (Nur içinde yatsın) çok firarın önünü
bu tarif edilen yoila engelleyebilmiştir.
Bu firar işinde rütbe
tanımaz, cepheye arkasını vereni vurur geçerdi. "Yetmişlik Bir Subay'ın
Hatıraları" adlı kitapta Kemalettin Apak albayın, kendisinin asla firarda
gözü olmadığı halde, azkalsın yanlışlıkla Paşanın mermisine hedef olmaktan,
son anda kurtulduğunu kaydeder. İşte askerimizin bozulması öyle bir bozguna
döndü ki Eşek üzerine gelindiğinde bir nefes alındı. Eşek Kalesine asker koyan
veziriazam Boşnak Sarı Süleyman Paşa orada da durmayıp, Petervaradin'e geldi.
Ancak buraya da Eğri'den bir feryad ulaştı. Yiyecek ihtiyaçları dayanılmaz
safhaya erişmiş yardımın yapıl-
ması şart idi. Düşman
yollan kesmiş ve mesafede bir hayli uzak olmasına rağmen Cafer Paşa
komutasında, erzak, cephane ve de silah bir miktarda asker takviyesi için
tertibat alındı. Askerin itiraz edeceği ve itirazını isyana çevirmekten imtina
etmeyeceği göz önüne alındığından hazırlıkların ve gidilecek yerin gizli
tutulması kararlaştırıldı. Ne var ki; bu tedbire rağmen iş duyuldu.
Umulur ki; o tarafa
gidecek komutan bu saklı bilgiyi sızdırdı ve askerde muhalefet ettiğinden Eğri
Kalesine erzak da, esliha ve cephanede gönderilemedi. İşin rengi başkataştı! Tabii
ki dini mübini İslâm anlayışında sizden olan emire itaat şarttır. Bunun aksi
cezayı müstelzimdir. Bu olay savaş esnasında husule gelirse suçluların ölümü
hakkedecekleri tabiidir. Bu durumu idrak eden; Eğri'ye gönderilecek birliğin
komut > nı olan Yeğen Osman Paşa her halete sızdırma vakasından dolayı suçu
sübût bulacak ve bahse konu cezaya, çarptırıla-cakdı. Bunun önlemi vak'ayı
başka bir mecraya döküp, şans denemesine baş vurmaktı. Şerikleri olanlarla
birleşip, Amasyalı Küçük Mehmed'i de yanına alarak, askerin maaşı verilmedi
bahanesiyle sadnazam aleyhine İsyan ettiler.
Yeniden Yeniçeri
ağalığına getirilmiş bulunan Bekri Mustafa Paşa ve Defterdar Seyyid Mustafa
Paşa ile birlikte sadnazam, Sancakı Şerifi alarak Belgrad'a, Tuna Nehri
yoluyla kaçtılar. Bunlar canlarını kurtarmış oldular. Geride ise; kaçmış
sadrıazamın otağında bir toplantı düzenleyen Yeğen Osman Paşada, Köprülü
ailesi darnadiarından olan Siyavuş Paşaya gidip, "seni sadnazam
ettik" deyip, zorlayarak ata binmesini temin ettiler ve Süleyman Paşanın
otağına getirdiler. Siyavuş Paşanın sadaretini ilân ve birbirleri aleyhine
davra-nışda bulunmayacaklarına dâir sözleştiklerinden başka Padişah 4.
Mehmed'in hâl'ini aralarında söz kestiler ve de cepheyi boşaltarak İstanbul'a
doğru yola koyuldular. Zilkade/1098-Eylül/1687 târihleri idi. Bu vak'a gibisi
Osmanlı Târihinde eşi emsali olmayan bir fenomendir. Müthiş bir şeydir.
Siyavuş Paşayı veziriazam eden güç gayri resmî, gayri kaanuni ve bir isyan
hukukudur. Bu hukukunda padişah katında kabulü, gerçekten bir siyasi denemedir
hem de, kendini feda edercesine, kaçanlar başlarını kurtarmak için cepheyi
boş bırakmışlar, isyancılar, bu hareketin padişah tarafınca cezasız
bırakılmayacağını bildiklerinden onu taht'dan İndirebilmek için İstanbul'a
yürüyorlar ve bunlar da zaten çiğnenmekte olan mahrusei islâmiyeyi engelsiz
bir arazi olarak, ahaliyi bir avuç muhafıza bırakarak, katliama açık bir kurban
sürüsü yerine koymuşlardı.
Önce kaçan tez
gidermiş menziline hesabı; Süleyman Paşa geldiği İstanbul'da, kaimakam Recep
Paşa eliyle, mührü hümayunu padişaha gönderdi. İşte padişahın siyaseti burada
denemesinin takdire şayan olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Çünkü; bunlara
hot zot demek evvelâ, yukarıda işaret ettiğimiz cephenin boşaltılması, telafisi
gayri kabil tehlikeler arzediyordu. Bunların yaptığını kabullenmek, nefsini
yenen biri olarak padişah için kolay olmasa gerek.
Evet; 4. Mehmed hân;
mührü hümayunu Siyavuş'a gönderdi ve Belgrad'dan bu tarafa geçmemelerini
emretti. Cephenin bırakılmamasını da hatırlattı. Fakat dinleyen olmadı.
İstanbul'a doğru yola çıktılar. Onlar yürüye dursun Avusturyalılar da
gezintiye çıkmış gibi, bir zamanlar Kaanuni'nin Karlos'un ülkesinde atını nasıl
gezdirdiyse, bunlar da islâm topraklarını keyiflerince çiğniyorlardı. Sırayla
da, Eşek, Vara-din, Sirem ve civarı ile Belgrad yakınlarındaki Zemlin düşmanın
eline geçiyordu. Bu arada Lehistan Kuvvetlerinin Ka-maniçe üzerine yürümesinden
de bahsetmeden geçmeyelim. 1098/ramazanıl687/temmuzu Lehistan Kralı Jan
Sobiyes-ki'nin, büyük oğlu, Yakob Sobiyeski'nin kumandasındaki birliklerin,
Kamaniçe üzerine geldiğini haber aldığında Boşnak Hüseyin Paşa vaziyeti Bozoklu
Mustafa Paşaya bildirdi. Serdar etrafına kuvvet toplamaya çalışırken, düşman
Kamani-çe'ye gelip bilahare muhasarayı başlattı.
Yaş şehrini ise bu
arada ele geçirmişlerdi. Lehliler bu hücum hareketleri esnasında zahire
bakımından hayli sıkıntıya düşmektelerdi. Lojistik bakımdan yetersiz
kalışlarının telafisini Bucak'taki Tatarların buğday anbarlarını garet ve
yağmada gerçekleştirmeyi denediler. Fakat; Tatarlar her tarafı ateşe
verdiğinden Lehliler boşuna Prut Nehrini geçmiş oldular. Geriye dönüşlerinde
ise biraz da telefat vermişlerdi. Üstüne üstlük, Kırım hân'ınin gönderdiği
onbin süvari, Lehistan kuvvetlerinin Kamaniçe muhasarasını kaldırmasına mühim
bir se-beb teşkil etdi. 24/şevval/1098-2/eylül/1687'yi gösteriyordu.
Osmanlı deniz
filosunu, hareketlerini bu bölümde daha ziyade 1683'de vukubulan Viyana
Muhasarası bozgununun er-tesindeki vakaları merkez ittihaz ederek incelemeye
çalışacağız.
Tuna Nehrini,
Macaristan topraklan üzerindeki çekilişimiz, bu nehir üstünde hissedilen
baskımızı hayli ortadan kaldırttığı gibi, paylaşımda da bir kısıtlanmaya maruz
kaldığımız aşikârdır. Çünkü bu bozgun sonunda avrupa Osmanlı'ya bir teşhis
koymuştur. Bunu devri istilâsı bitti! Devri müdafaası başladı! Şu halde rahat
bırakmamalı ve durmadan saldırma-lı. Saldırıya uğrayan bir ülke kendini
toplamaya derman bulamaz anlayışına varmışlardı. Venedik Cumhuriyeti bu anlayışa
bağlılık içinde Dalmaçya, Arnavutluk kıyıları ve Girid Adasına saldırırken,
Rus'un ise Azak Kalesi, Lehistan'ın bir bölümü ve Basarabya'nında bir kısmı göz
diktiği yerler olmuştu. Avusturya ise Üsküb'e inerken, Ukrayna ve Podolya
Kazaklarını da, harekete geçiriyordu.
Bu dönemde donanmamıza
komuta eden kapdanı deryalar arasında, iki isim ehemmiyet arzetmektedir. Bunun
birini, rumca yanölü demek olan Mezamorta Hüseyin Paşa ile Mı-sırlıoğlu İbrahim
Paşalar olduğunu söyleyiverelim. Misırhoğlu ibrahim Paşa karaaskerlerinin
başına götürülmüşken, Hüseyin Paşa da Rodos Bey'i yapılmıştı. Yukarıda
bahsettiğimiz muavenet akçası yâni İmdadı seferiyye ada halklarından da tâleb
edilmişti. Buna inzimamende Kıyı Vergisi isimli bir vergi de Ada'lar ahalisine
tahmile koyulmuşlardı. Amiral Bü-yüktuğrul merhum, yapılan bu işlemlerin
devleti âliyenin artık deniz nimetlerinden faydalanmayı sarfı nazar ettiğinin
bir göstergesi olarak nitelerken, kara ve de deniz imparâtorjuğu-nu terk edip,
ilkel bir kara devleti biçimine avdet ettiğini, ifade eder ve Sultan Fâtih ile
gerçekleştirilip Kaanuni Süleyman döneminde, zirveye yükseltilen denizci
devlet anlayışı bu tedbirlerle sona erdirilmiş oluyordu.
2. Viyana kuşatması ve
peşinden gelen bozgun üzerimizdeki küffar baskısının ziyadeleşmesini
sağlarken, denizci devletlerin de bu hususda geri kalmadığını görüyor ve artık
donanmamızı savunma tedbirlerine göre yerleştirdiğini hissetmememiz kabil
değil. Bunlara misal olarakda şu tedbirlere göz atmak kâfidir. Dördüncü vezir
Şahin Paşa Çanakkale Boğazı muhafızlığına tayin edilmesi ve emrine haylice yeniçeri
askeri verilmiş oluşu.) Daha önce emekliye ayrılmış bulunan Halil Paşa'nın
yeniden; hizmete alınması ve Sakız Adası muhafızlığına getirildiği görüyoruz.
Şaban Ağa, Mora Mu-hafızhğıyla vazifelendiriimişti. Bozcaada, Limni, Midilli,
Sakız, İstanköy ve Rodos Adasında, müdafaa ağırlıklı tedbirler alındığı
görülüyordu ki, bu vaziyeti tesbit, Büyüktuğrul amiralin ileri sürdüğüne
delalet etmekteydi. Venedik ise; bu tedbirlerin alınışıylada, kendisine hücum
fırsatı verdiğine hükmetti ve Dalmaçya, Arnavutluk kıyılarıyla Koran ve Modon
Kalelerini almak, Ege denizine girmek zevkıyle yanıp tutuşuyordu.
Bu yanıp tutuşmaya
yardımcı olacak tedbirler arasında, Venedik, Papa'lık, Toskana Prensliği, Malta
Şövalyelerinin filolarını yanlarına çekmekte geliyordu. Bunlardan Malta Şövalyelerini
yedi gali, Papa'lık beş gali ve Toskana da, dört gaii ile kumpanyaya katılacaktı.
Bu kumpanya Ege Denizinde merkez olarakda kullanacakları bir ada üzerinde
müzakere açtılar. Netice de de Limni Adası üzerinde ittifak sağladılar.
Peşinden de harekâta geçtiler, bin kişi kadar askeri ada'ya çıkardılar.
Ancak Küçük Hüseyin Paşa'nın
bir saldırısı, çıkanlarında dahil olduğu üzere denize dökülmelerine yetti.
Herhalde yanlış kapı çaldıklarını anlamış olacaklar ki, Venedik donanmasının
ada'dan çekildiği görüldü. Ne varki Yunan denizinde işlerimiz pek iyi gitmedi
Amiral Morosini bir haçlı filosu Preveze ve kalesi üzerine yürüdü.
Bu sırada Şahin Paşa
Aziz Mauro adasını Venedikliler'den istirdat için yola çıkmıştı ki; Preveze
üzerine düşman gemilerinin dümen kırdığı haberi gelmişti. Saint Mauro adasını
almaktan sarfı nazar eden Şahin Paşa, Preveze'ye yetişmek için yelken bastı,
kürek çaldı. Düşman ise bu gelişten haberdar olduğundan, onlarda Preveze
önünden çekilip, Osmanlı filosu üstüne yelken bastılar. İki tarafda deniz saffı
harbine giriştiler karşılaştıklarında ancak mücadeleyi kazanan düşmanlarımız
oldu. 28/eylül/1684'de, Preveze de kaybedilen bu savaştan olumsuz etkilendi.
Kapdanı derya Mustafa Paşa, 15/nisan/1685'günü Çanakkaleden çıkış yaptı.
Maksadı denizlere korku salan korsanları etkisiz kılmak idi. Rodos Adası
civarında Malta korsanlarının Osmanlı ticaret gemilerini kovaladığını haber
aldı. Gemilerimiz; Göve limanı içine sığınmış, Malta gemileri ise çıkışın
ağzında volta atıp avı bekliyorlardı.
Rodos'tan Göve'ye,
doğru yelken açılıp, kürek çekilmeye başlandı. Nihayet Göve ağzına geldiğini
gördükleri Osmanlı gemilerinden, korsan gemilerinin bir, çoğu kaçtı. Biraz savaşan
bir tek korsan gemisi teslimden başka çâre bulamadı. Bu arada da Osmanlı
kalyonları su yapmaya başlamış ve neticede bir tanesi de batmaktan kurtulamamıştı.
Mustafa Paşa bu gemilerle sıkıntı yaşayacağını anladığından Rodos adasına
geldiler. Burada bir baskına uğrama endişesi yaşadı-larsa da düşmanın harekette
kuşkuya düşmesi, Osmanlı filosunun kalabalığı düşmanın korkmasına sebeb
olmuştu. Selameti, Rodos'tan uzaklaşmakta bulmuştu. Mustafa, Paşa ise Rodos'da
gemilerini tamire girişirken, Garpocaklan fiTösunu korsan takibi için
İskenderiye istikametine yolladı. İstanbul'dan gelen bir emirde, Venedik
filolarından birisi Koron Kalesine saldırdı. Donanma gidip Kale muhafızına
yardım etsin. Yazmaktaydı.
Müttefik donanması
adaların herbiri hakkında işgal kararı alırken, Mora Yarımadasınada bir çok
misyoner çıkartmışlar ve bölgedeki Osmanlı Devletine tâbi olan gayri müslimleri
isyana teşvike çalışıyorlardı. Francesko Morosini adlı amiral, birleşik
donanmaya komuta etmekteydi. İlk önce bizim İne-bahtı, onlarında Lepanto
dedikleri körfeze saldırı plânlan vardı. Kıyıya sokulduğunda işi yanlış
aldığını anladı, kıyıdan açılan ateş salvosu, kaptan köşkünden kafasını bile
çıkarmaya fırsat vermedi. O da, tası tarağı toplayıp, yelkenleri şi-şirip,
nasibini başka yerde aramaya koyuldu. Venedik, Pa-pa'lık, Ceneviz, Floransa,
Malta ve İspanya filolarından müteşekkil bu donanma, Korona gelerek onbin
askeri karaya çıkardı. Şehrin dış mahallerini işgale muvaffak oldu. Koron
artık, kuvvetli bir muhasaraya düşmüştü. Bu- siradada Mustafa Paşa'nın kapdanı
deryalığı son buldu ve yerine 25/ara-lık/1685'de çekirdekten denizci İbrahim
Paşa getirildi. Bu arada Koron, yukarıda söylediğimiz güçlü muhasaraya
on-beşgün dayanabildi. Karadan gönderilen; Mahmud Paşa komutasındaki
kuvvetlerimiz, sadre şifa olamadı.
Eylül'de Koron ve
Modon Kaleleri elden çıktı. Artık; Osmanlı donanması Akdeniz'i göl olmaktan
unutup, Ege'yi muhafaza etmeye çalışıyordu ki, bu da savunmayla olur sandılar!
Halbuki gereken hücumda olmaktır deniz dünyasına hâkim olmanın yolu.. İbrahim
Paşa; Osmanlı Ticaret filolarına nefes aldırmamaya çalışan korsan gemileri ve
onların gizli işbirlikçisi haçlı donanmasıyla esasında, hayli muvaffakiyetli
savaşlar yaptı. Devrinin değerli iki denizcisi Baba Hasan Paşa ve Benefşeli
Ali Paşa, birer deniz kurdu olduklarından uzun zaman ticaret gemilerimizi
himayeye muvaffak olmuşlar, düşmanı ise, herzaman korku içinde tutmayı bilmişlerdir.
Venediklileri, en çok alakadar eden husus, Mora Yarımadasını almak oradan da,
Atina'yı ele geçirmekti. Bunu yapabilir-lerse, Eğriboz ikinci hedefleriydi.
Eğriboz'a çekilen İbrahim Paşa, adetâ Morosiniyi üstüne celbetti. Morosini,
Eğriboz üzerine saldırı plânı yaparken ibrahim Paşa, Taşoz üzerinden
donanmasını İstanbul'a çoktan getirmişti.
Mora Yarımadasını
Osmanlılar boşalttılar 11/ağus-tost/1687'de Mora, 25/eylüI/1687'de, Atina
Venediklilerin eline geçti. Mora Yarımadasının Venedik eline geçmesi stratejik
bakımdan bizi geriletirken, Venedik'i kudrete eriştiriyordu.
Batı dünyasında küffar
ile boğuşan devleti âliye; 2. Viyana sonrasında savunmaya başlamıştı. Şimdi bir
de Anadolu cihetine veya istanbul'un şark tarafına bir bakalım oradaki ah-valü
âlem ne haldedir? Osmanlı târihinin batı'daki muharebelerinin netameli
neticeleri gerçekleştiğinde mutlaka asker arasında çıkan nifak ve şikakın bir
isyan veya kargaşaya yoi açması, bunun tesbiti ve ted'ibi fazla zaman geçmeden
Asya Osmanisinde asayişsizlik, isyan, bunları teskin içinde askeri hareket
gerektiğini hemen farketmek kabildir. 1622'de Hotin dönüşü, Hotin Seferi
sırasındaki 2. Osman (Genç) ıin asker sayımı yapması, nişan tâliminde de
mükafat vermesinde askeri memnun edememesi gerek ülkede gerekse kendisinin
nelerle uğraşmasına sebeb olmuştu. Celâlilik alıp, yürümüştür. Bunlar zaman
zaman temadi etmiştir. Viyana bozgunu sonrasında da bu tesbiti yapmak kabildir.
Anadolu'da Akkaş, Kara Mahmudoğlu, Yâdigâroğlu ve Bölükbaşı Yeğen Osman
adlarında ki, elebaşılar ve sekban ile levendler, Sivas'tan Bo-lu'ya kadar olan
yerlerde, asayişi ihlal ve köy ve kasabaları basmaya koyulmuşlardı. Teftişçi
herhalde müfettiş mânasına gelen bu lakablı Ali Paşa ondan sonra da, Ömer Paşa
bu ihlâlleri teskine, asayiş iadesine görevienmişse de bunda başarılı
olamamışlardır.
Canik mutasarrıfı olan
Vezir Cafer P.aşayı eşkiya üzerine onları tenkil ile vazifelendirdiler. Bu işe
hazırlıklarını ikmal edip gidecek olan Paşaya, padişahdan pek ağır bir hattı hümayun
geldi. "Memur olduğun türedi eşkiyası üzerine niye varmayıp avrat gibi
gezer durursun. Ya vurup haklarından gel veya başını huzuruma gönder.
"Cafer Paşa bu ikaz üzerine Anadoluya bir fırtına gibi girdi. Yukarıda
adı geçenleri bir bir yakalayıp kafaları tek tek huzuru padişahiye göndermeye başlamıştı.
Eşkiya takımının birer birer yakalandığını ve kafalarının padişaha,
vücudlarının başsız gömüldüğünü görüp işiten Yeğen Osman, eşkiyalıkda sebat
etmeyip, devlete dehalet etdi. Af olundu. Afyon Mutasarrıflığını bir müddet
ifa eyledi peşinden maiyetine dörtbin kişi verilerek, Rumeli tarafına sevk
olundu ve serçeşmelik unvanı tevcih olundu. Serçeşme unvanı bir çeşit yedek
subaylık gibi düşünülebilirse de Osmanlı zamanında savaş zamanında toplanılan
askerlerin komutanına verilen isimde olmuş, tşte burada adı geçen Serçeşme
Yeğen Osman, Boşnak Sarı Süleyman Paşaya kafa kaldıran ve meşhur Eğri kalesine
gönderilmek istenen erzak meselesini tehlikeli görüp, bundan kurtulmak için
askeri isyan için kışkırtan adamdır ki, ol şakiye itimat bazen de böyle
gösterir kendini!
Padişah; bazı cedleri
gibi, meselâ 2. Selim gibi, bir müddet 3. Murad gibi, Sokullu Mehmed Paşa gibi
bir veziriazamı bulunca da İşe karışmamak yolunu nasıl tuttularsa, Sultan
Mehmed'de Köprülü Mehmed ve Fâzıl Ahmed Paşalar gibi kiymetdar, veziriazamları
bulunca yetkilerine karışmaması, yanlış değildir diye düşünüyorum.
Tabiiki Merzifonlu
Kara Mustafa Paşa, padişahın arzusu hilafına Viyana üzerine yürüdüğünde
müdehale etmemesi, veziriazamın selefi Köprülüler gibi olabileceğine ihtimal
vermesinden kaynaklandığı ortadadır. Halbuki; daha çocukluk döneminde Turhan
Valide Sultan'ın işe yarar vezir bulmak için ne kadar çok sadrıazam değişmesine
müsaid davrandığını birazda düşünmek lâzım. Belki de sık sık sadrıazam değiştirmesi,
devlet de hanedan değişimine göz diken olu yüzden fazla görevde tutmadığını
teemmül gerekir. Amma Köprülüler gibi sadık, ahlâk sahibi becerikli insanları
bulunca da iki adamla yirmi seneyi aşan bir görev beraberliğinde padişahında
hayli hissesi vardır. Merzifonlu'nun infazı, kahtı ricali getirdi sanki.
Vezirleri başarılı görmek kabil olmuyor, biribir-leriyle çekişmekten memlekete
faydalı olamıyorlardı. Düş-manlarsa mukaddes bir ittifakla birleşmişler,
devamlı saldırıyorlar. Günlerden bir gün; Hacı Evhaddin Tekkesi Şeyhi Hacı
Hüseyin Efendİ'yi avlanmak üzere bulunduğu Davud Paşa'da iken bahse konu semtin
camiine vaaz vermesi için davet eder. Fakat: "Hüseyin Efendi; Vaaz
dinlemek isteyen İstanbul'a gelir herkes giBi camie girip dinler."
Dedikten sonra: "benim söyleyeceğim av'dan elçek, gel tahtında otur.
İbadet ve ta~ atle meşgul ol, ülke harabeye döndü, ibadullahı gör ve onları
gözet" Diye haber gönderdi. Padişah gönderdiği dâvetçı-den, yukarıdaki
cevaplan aldığında hayli kırıldı. Bu sefeı de başka bir zâtı davete karar
vererek dâvetçi gönderdi. Bu zât da Bayramiye'ye mensup şeyhlerden Himmetzâde
Abdullah Efendi idi. Padişah davetini red etmeyi uygun görmeyen Himmetzâde
DavudPaşa Camiine gitdi. Verdiği vaaz dinleyenleri hüngür hüngür ağlatacak
meşrebde idi. Söyledikle-riyse, özetle: "Ümmeti Muhammed, devlet sahipsiz
kaldı, şehir ve kaleler düşman eline düşüp cami ve mescitler kilise oldu.
Fiillerinizi değiştirin, günahınıza tövbe edin; şimdiden bize lâzım olan,
gözümüzün yaşından çimen bitinceye kadar başımızı yerden kaldırmamaktır."
Dedikten sonra padişaha tarizle: "Nedir bu inip binme? Bu hay huy ve
nefsi emmarenize uymalar? Nice bir gaflet uykusunda yatıyorsunuz? Gerçi
padişahlar av'a gidip gelmişler amma ancak şimdi zamanı değil! Her zamanında
bir icâbı var dedi." Padişah ise sözün döküldüğü alanı intikal ettiğinde
kızdı ve atına binip, kürsüyü ve şeyhi vaazda bırakarak ava çıkmayı tercih
eyledi. Bundan böyle kendisinin avda olduğu zaman bölgedeki camilerde vaazı
yasakladı. Bu yasaklama kararı sonrasında, cuma namazlarını ve dualara iştiraki
terk eden padişahı ikaz için ulemâ birleşip, şeyhülislamın kapısına dayandılar.
Sordular: "Padişah Hazretleri niçin Cuma namazına gelmez? Yedekçilikten
bozma, bir serhoşu sefihi kaymakam edip devleti sipariş etmiş! Kendi hevâyı
nefsine tâbi avında ve kuşunda, vilayatın harab olduğuna bakmayıp umun
müs-limiyni görmez oldu ve işte din ve devlet bu hallere girdi eğer padişah ise
şikârdan el çekip tahtında otursun ve ibadullahın hizmetini görsün. Şikâra
gittiğine duaya gelmediğine rızamız yoktur" Diyerek şikâyetlerini ortaya
koydular. Şeyhülislâmı bu şikâyetleri, Recep Paşa kanalıyla padişaha arz
ettiğinde padişahda o pazartesi Eminönün'deki Yenicâ-mie gelip, orduların
muzafferiyeti duasına iştirak etdİ. Fakat bu ifadelerin padişaha ait otoritenin
sarsılması demektir. Vasıtalı olarak söylenmesi daha zor yenir, yutulur bir
işdi! Bunlar olurken Budin Kalesinin elden gittiği haberi erişdi. Padişah bu
bilgi üzerine şeyhülislâmı istişare için yanına çağırdığında Efendi:
"Bizim yanınıza gelmemize ulemânın müsaadesi yoktur! Emirîeri ne ise
bildirsinler" şeklinde haber gönderdi. Bu cevap da işin vahametini ortaya
koyuyordu. Fakat; padişah dâvetine icabet etmeyenin azli gerçekleşti ve
Ankaravî Mehmed Efendide makamı meşihate nasbedildi. Yeni şeyhülislâm padişaha
güzel bir nasihat çekmek suretiyle bir ay kadar av yapmamasını sağladı. Ancak
bu zevkin tiryakisi olan padişah oturamadığını ileri sürüp izin istediyse de,
uzaklara gitmemek kaydıyla müsaade verildi.
Bilindiği gibi;
Siyavuş Paşanın İstanbul'a gelip, Recep Paşa vasıtasıyla mührü hümayunu ve
Sancakı Şerifi padişaha göndermiş olduğunu ve buna mukabil padişahında, bu Emrivaki
karşısında, nefsine mağlup olmayıp, mührü, Sancakı Şerifi ve bir de hattı
hümayunla bu tarafa gelmemelerini emrettiğini kaydetmiştik ve bunlar yeni
sadrıazamın eline geçtiğinde Siyavuş Paşa, maiyetindekiler! toplayıp onlara
yüzbe yüz olarak padişahdan gelmiş fermanı okuttu.
Ancak ocaklar halkı,
yâni çeşitli askeri sınıfın efrads şu ifadeyi ileri sürdü: "Bu hattı
hümayunu gönderen adamın mutlak padişahlığını istemeyiz. Burada kışlamayıp da
şer'ile dâvamızı görmeye İstanbul'a varmayınca hiçbir mahalde dizginimizi
çekmeyiz" Demek suretiyle ne padişahın dediği Belg-rad'da kalın sözünü
takmadılar ne de her hangi bir yerde duralım teklifine de kapı kapadılar.
16/zİlkade/1098-22/ey-lül/1687'de bu hâl tevali edince Siyavuş Paşa madem gideceğiz,
memâlikimizi bir düzen üzere bırakalım dedikten sonra, bazı vazifelere
tâyinlerde bulundu. Yeniçeri askerinin ısrarı üzerine Ağa'lıktan azledilmiş
bulunan Bekri Mustafa Paşaya yeni hizmet yeri olarak Boğazhisar (Çanakkale)
muhafızlığını gösterdi.
Kul kethüdası, yâni
yeniçeri erkânı harb sekreterini yeniçeri Ağa'Iığına yükseltti. Bunun adı da,
Cadı Yusuf Ağa idi. Bu icraattan sonra istikameti İstanbul eylediler. Ancak;
Vara-din'de bulunurken Sadrıazam Siyavuş Paşa; kendi ağzından değilde
isyancıların hislerini aktaran şikâyetnameyi de Şeyhülislâm Ankaravİ Mehmed
Efendi'ye gönderdi. Din ve imanla namus ve ırz gidip, düşmanlar arasında kötü
anılanlardan olduk padişah tahtında durmaktadır fakat askerde gönül birliği
olmayıp, bunlarla bir şey yapılmaz.
Büyük çoğunluğun
seçimi hepimizde öncülüğünüze ihtiyaç duyup, gidelim ve şer'le dâvamızı
halledelim 4. Meh-med'i tahtdan indirip, kardeşi şehzade Süleyman'ı padişah
edelim, dediklerini bildirdi. Bunun üzerine Ankaravî Mehmed Efendi; ulemanın
reisi olmasından doîayıda gizlice bir toplantı tertip etdi. Kendisine gelen
sadrıazamın mektubunu gelenlere okudu. Onlarda, cevap olarak "Bu noktada
bizde askerle aynı düşünüyoruz. Padişahın nezdimizdeki itimadı şayanı kabul
olmayacak derekededir. Nasihat kabul etmiyor, ne kadar işe yaramaz adam varsa
onları başa koydu ve ülke bu hâle geldi. Ancak bu isyancı reziller de yarın
İstanbul'da neler eder bilemeyiz çünkü bunlar söz anlamaz takımından-sa sıkıntı
daha da büyür. Sadrıazam bunlardan, ulemayı dinleyeceklerine dâir söz alabilirse,
biz de yardımcı olalım ve daha güç şartlar zuhur etmesin şeklinde cevap
verdiler. Sadrıazam Siyavuş Paşa İstanbul'a müteveccihen yoldayken, padişah
Sarı Süleyman Paşa ile Recep Paşayı yanına çağırttı, Boşnak San Süleyman Paşa
hemen geldiği saray'da boğularak kellesi yoldaki askere gönderildi. Recep Paşa
ise, kendisini almaya gelen Bostancıbaşı'ya "içeride pek önemli evrak var.
Birazda üzerime nakit alayım az bekleyin" demek suretiyle içeri girdi.
Tebdili kıyafet edip, firara muvaffak oldu. Çıkışını gizli kapıdan yapmıştı. Bu
firar, padişaha bildirildiğinde hayli kızdı ve ongüne kadar yakalanmazsa,
Bostancı-başı'nın öldürülmesini de emretti. Recep Paşa ise tebdili kıyafet
bindiği beygirle Edirnekapı istikametinde uzaklaşırken, esnafın çarşılarından
geçerken de şehre haydutlar bastı, dükkanlarınızı kapatın kaçın demek suretiyle
bir karışıklık çıkarmaya da gayret sarfettiğini Zübdei Vekaiyat bildiriyor. Padişah;
eski sadrıazamın kellesini gönderirken yolladığı yazıda kimlerin kellesini
istiyorsanız defter ediniz, ciğerparem Mustafa'yı bile isteseniz sizden
esirgemem diye yazmıştı. Bunları tutar tutar, kellerini gönderirim. Siz
Edirne'de kışlayın tenbi-hini de unutmamıştı. Şüphesizki padişahın bu
mektuplara yazdıklarını, harffiyen yerine getireceği sanılmamalidır. Bunlar
zaman kazanmış olmak için yapılan ajitasyon hareketleridir. O zamanki tâbir,
asileri birbirine düşürmek için serpilen nifak ve şikak teşebbüsleriydi. Eğer
altun ile de takviye edilirse, en azından kitleyi, ikiliğe düşürmek uzak ihtimal
değildi-
Padişahın; tahtını
muhafaza edebilmek için bazı yollara baş vurmasını makul karşılamak gerekir
diye düşünüyorum. İktidarın, buyrun sizin olsun diyenine deli lakabı
verildiğini, 1. Mustafa'nın, yeğeni Genç Osman'ı "Nerdesin? Osman; bu bâr
bana pek ağır geliyor" diye sedir altlarını arayan olduğunu hatırlarsak,
dünya saltanatına önem vermeyene deli mi denir? Yoksa akıllımı? Bunu iyice
temmül etmek gerek.. Yukarıda düşüncemizi belirttiğimiz minvalde; 4. Mehmed'de
aynı yola başvurmuş Serçeşme Yeğen Osman'ada gönderdiği haberde kendisine bin
altun gönderdiğini, bu işi atlattıktan sonra kızı Hatice Sultanla
evlendireceğini vaad etmekten de çekinmemişidi. Ancak padişahın son hattı
hümayunu, yine Siyavuş Paşa tarafından kaderdaşlara okutuldu. Onlar ise,
İstanbula varınca padişahımız bellidir." Dediler. Bu arada ise; boşalan
sadaret kaimmakamhğına Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa tâyin edildi. Siyavuş
Paşa, Fâzıl Mustafa Paşanın eniştesi olduğundan belki kendine faydalı bir yol
bulunuru düşünmüş olabilir.
Fâzıl Mustafa Paşayı;
Alay köşkünde kabul ederek padişah şunları söyledi "sana yapageldiğim
cevirlere rağmen bana sadakatte dâim oldun. Paşa baban ve biraderin zamanındaki
hizmetleri senden de beklerim dedi. Padişah bu sözleri söylemeğe kendini vicdanen
mecbur hissederek söylemişti. Çünkü, Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın infazı
sonrasında bu Köprülüler ailesi hayli istiskale maruz kalmıştı ve bu vicdanları
sızlatacak bir haldi. Bu sırada da Recep Paşa Çatalca'da ele geçirildi ve
boğduruldu. Edirne'de kışlamağa razı gelmeyen asker, padişahın hallinde
ısrarlı olduğundan, bu hâl padişaha bildirildiğinde, 4. Mehmed; Siyavuş
Paşa'ya meâlen son olarak şunları yazdı: "Sizin maksadınız malum olmuştur.
Ben size yaramadığımı anlıyorum. Beni tahttan indirmeniz murad ise, oğlum
Mustafa'yı size Allah'ın emaneti olarak veriyorum. Yerime geçirin ve beni kendi
hâlime koyun. Allahımızın bir esması da Kahhar'dır. Dilerim Allahdan
ki; cümleniz
kahrolasınız!" Diye yazdı. Bu son cümle padişahın nefs ve izettini korumasının
bir örneğidir ki, kellesini ortaya koymuş olması bakımından takdire şayan bir
şecaatdir. 1099/Muharrem başında, 7/kasım/1687'de 4. Mehmed'in menkubiyeti,
mahlû padişahın kardeşi şehzade Süleyman, 2. Süleyman unvanı ile Osmanlıya
padişah oldu.
19. Osmanlı padişahı
olan 4. Mehmed'in hanım sayısının sekizinin adından başka bir malumat olmayıp,
iki hanımı hakkında geniş sayılmasada bir miktar malumat bulunmuştur.
Bunların ilki Mehpâre
Emetullah Gülnûş valide sultandır ve 1647'de doğdu padişahdan beş yaş küçüktür.
68 yaşındayken, Edirne sarayında irtihal eylemiştir. Deli Hüseyin Paşanın
Resmo'da Verzizzi sülâlesinden esir alınıp, Turhan valideye hediye edilmişti.
Padişah bu izdivaçla 1661 'de Gülnûş sultanla başlayan hayat çizgisi 26 sene
sürmüştür. Bu ha-nimsultandan olan oğulları 2. Mustafa vede 3. Ahmed
ün-vanlarıyla tahta çıktıklarından, iki defa valide sultanlık etme şansı elde
etmiştir. Ayrıca Haticesultan adlı kızı bu hanımından doğmuştur 4. Mehmed
hân'ın. Üsküdar'da Vâiide Camiinde yaptırdığı türbeye defn olunmuştur.
4. Mehmed hânın 2.
hanımı ise, şâire Afife Haseki olup es-ki sarayda 1688'den sonra vefat
etmiştir. Diğerlerinin yukarıda ki ifademize uygun olarak sekiz hanımın
isimleri şöyledir: Râbia Haseki ile Kâniye, Siyavuş, Gülbeyaz, Rukiyye,
Cihgn-şûh, Dürriye ve Nevruz hanımlardır. Padişahın kızlarına gelinçe; 1662
doğumlu Hatice sultanhanım 81 yaşında vefat etmiştir. Kabri Yenicâmii
türbesindedir. Çokça eskimiş olan Ayvansaray'daki Yavedûd Camiini ihya etdi. Bu
sultanhanım 81 sene muammer olmuş ve bu uzun ömürde iki izdivacı olmuştur.
Bunun ilki Musahip Mustafa Paşa ile olmuş 1675'de izdivaç gerçekleşmiştir. Bu
dâmad'ın 1686'da vukubulan vefatını müteakip dul kalan Hatice sultanhanım,
Morali Enişte Hasan Paşaya verilmiştir. Bu evlilik 23 sene temadi etmiştir.
Hasan Paşa Î713'de vefat etmiştir sultanhanım ömrünün son otuz senesini
evlenmeden tamamlamıştır.
4. Mehmed'in 2. kızı
Emetullah sultanhanımın 1670'de doğup 30yaşında olduğu halde 1700 vefat edip,
Yenicâmi türbesinde toprağa verildiğini biliyoruz. Bu sultanhanimda iki defa
evlenmiştir. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile ilk izdivacını yaptığında daha
doğrusu nikâhı aktedildiğinde beş yaşında olan hanımı 2. Viyana bozgunu
sonrasında nikâhlısının idam edilmesi hasebi ile 13 yaşında dul kaldıysa da,
zifaf vu-kubulmamış olduğundan, bu izdivacın hukuken yapıldığını fakat fiili
bir izdivaç olmadığını kaydedelim. 2. dâmad ise Si-lahdar Çerkeş Küçük Osman
Paşa oldu. Evlilik Edirne'de 1694'de gerçekleşti. Bu sırada sultanhanımın yaşı
24 idi ve altı sene süren evliliği sonunda vefat etdi.
1681'de dünyaya gelen
Fatma sultanhanım'sa 4. Mehmed'in üçüncü kızıdır. Bu hanımsultanda ilk
evliliğini Tırnakçı Çerkeş İbrahim Paşa ile 1696'da 15 yaşında olduğu halde yapmıştır.
1697'de öldürülen daha doğrusu idam edilen Paşanın dul Hanımı, henüz 16
yaşındaydı. 2, Dâmad ise Topal Yusuf Paşa ile 1697'de üç sene sürebilen bir
izdivaç yaptılar, bu evlilik sultanhanımın vefat etmesiyle noktalandı.
4. Mehmed'in altı tane
adları bilinen oğlu doğmuş olup, bunların ikisi, biri Sultan 2. Mustafa, diğeri
3. Ahmed unvan: ile Osmanlı tahtına çıkmışlardır. Dört şehzade ise bebeklik dönemlerinde vefat
etmişlerdir. Bunların adları şöyledir: İbrahim, Bayezid, Süleyman şehzadeler
ve ümmi Sultandır.
4. Mehmed'in ilk
sadrazamı Mevlevi Sofu Mehmed Paşadır. Sultan İbrahim'in son sadrazamı
olmasıyla, otomatikman görevinde ipka olunduğundan çocuk padişahın ilk
veziriazamı olması kesinlik kazandı. Merhum padişahın katliyle alakalı fiil
ve rolü ifademizde yer almıştı. Mehmed Paşa, 1060/1650 tarihli vakfiyesindeki
bilgilere göre Süleyman adlı bir zâtın oğludur. 1051/1641senesinde Kemankeş
Kara Mustafa Paşa sadaretinde, başdefterdar görevinde bulunup, faydalı çalışmaları
görülmüştür. Yenikapi Mevlevihanesinde Hüseyin Dede dervişlerindendi.
1059/cemaziyeIevvelin 7. /1649 mayısının 19. perşembe günü azledildi. Kabri
öldürüldüğü yer olan Malkara'dadır.
Kara Murad Paşa: Aşağı
yukarı her Osmanlı ileri geleninde olduğu gibi, Kara Murad Paşa da doğum tarihi
bilinmemektedir. Arnavut ırkındandir. Yeniçeri Ocağının Samsuncu Ortasında
(bölüğünden) yetişmiştir. Girit'i fethe gönderilen ordunun komutanı Yusuf
Paşa'nın yanında yeniçerilere komuta eden Ağa olarak vazife yapmıştır.
Hanya'nın zaptedilmesin-den sonra Sekbanbaşı makamına yükseltilmiştir. Sultan
İbrahim'in son döneminde Girit'te sekbanbaşılıktan infisal ettiğinden
payitahta dönmüştür. 4. Mehmed'in tahta iclasında Yeniçeri Ağası
nasbediimiştir. Sofu Paşanın azlinden sonra makamı sadaret Yeniçeri Ağası Kara
Murad Paşa'ya düşmüş, Yeniçeri Ağalığı da, Kara Çavuş Mustafa'ya tevdi
olunmuştu. Sadrazam ve Yeniçeri Ağası aralarındaki rekabeti, can düşmanlığı
hâline getirmişlerdi. Kara Çavuş Mustafa Ağa, Kur çük Valide Turhan Sultan
hizbine müntesib olduğundan, hayatını tehlikede gören Kara Murad Paşa,
sadaretten istifayı uygun görmüş ve Budin Valiliği görevine tâlib olurken, padişaha
da, ocaktan hiç kimseyi veziriazam yapmamalarını, Melek Ahmed Paşa'nın
sadaretini tavsiye eylemiştir. Bir gün önce Bağdad valisi nasbolunan Melek
Ahmed Paşa bu görevden alınmış ve sadareti uzma makamına yükseltilmiştir. Kara
Murad Paşa üçyıl süren Budin Valiliğinden sonra İstanbul'a gelmiş ve Kaptanı
Derya makamına tâyin olunmuştur. Kaptanı Deryalığı esnasında Girit'e asker ve
yardım götürme işlemini yapmak üzere donanmayla, Çanakkale Boğazından çıkmıştı.
Üzerine saldıran Venedik donanmasını, mağlup etmeyi başararak, Girid'in
ihtiyacı olan yardımları taşımaya muvaffak olmuştur. Daha sonra veziriazam
İbşir Mustafa Paşa aleyhine tertiplediği isyan sonunda, İbşir görevinden atılıp,
idam olunduğunda boşalan sadaret tekrar Kara Murad Paşa'ya verilmiştir. Ancak
bu sadareti üç ay sürebilmiştir. Yine kendi İstifasıyla ve talebine uygun
olarak Şam'a vali olarak gönderilmiştir. Yolda tutulmuş olduğu Humma
Hastalığı, Hama şehrinde ölümle sonuçlanmıştır. Oraya defnedilen Murad Paşa
altmış yaşlarındaydı deniyor. Paşanın iki sadaretinin yekünü birbuçuk sene
civarındadır.
Melek Ahmed Paşa: Can
Mirza Paşanın Abaza diyarından çalıp satışa arzettiği çocuklardan olduğu
rivayeti varsa da, Zılhoğlu Mehmed Efendi nâmıdiğer Evliya Çelebi Merhum, ünlü
eseri Seyahatnâme'de annesi tarafından akrabası olan Melek Ahmed Paşayı
anlatırken, babasına ait Tophane semtindeki konaklarında doğduğunu, az sonra
yine babası tarafından alınıp, Abaza diyarına götürülüp, kendi yaşıtları arasında
yetişip, terbiyesine itina etmek üzere yetiştirilmesi sağlanmıştır. Daha sonra
yine babası, İstanbul'a getirip, Sultan 1. Ahmed Hazretlerine takdim etmişti ve
Melek lâkabı bizzat padişah tarafından verilmiştir, demektedir. 1048/şabanl638
aralık ayında Diyarbekir Valisi olarak saraydan çıkmıştır. Altı yıl sonra, 4.
Murad Hân'ın kızı Kaya Sultanhanım ile izdivaç yapmıştır. Çeşitli vilayetlerde
valilikle istihdam olunduktan sonra, Kara Murad Paşanın tavsiyesi üzerine
boşalttığı makama tâyin olundu. Bu sadarette Kösem Valideyle hanımı Kaya
Sultanın iltimasları yok sayılmamalıdır. Melek Paşanın memleketin mâli
sıkıntısının hafiflemesini temin hususunda, bütün devlet adamlarının
sipahilerin, timar ve zeamet sahiplerinin-de, fedakârlık yapmalarını taleb eden
tedbirleri yüzünden sevilmeyen bir kimse olmuştur. Makamı sadarette pekde
fazla kalamamıştır. 7/ağustos/1648ile21/mayıs/1649 tarihlerinde bir sene onyedi
gün sürmüştür. Bu zat'da altmış yaşlan civarında vefat etmiştir. Eyüb
Sultan'da Kaya Sultan Yalısı civarında üstadı Geçi Mehmed Efendi kabrinin
hemen yanına defnedildiği Hasibi üsküdâri'nin "Vefayat Mecmuası" adlı
eserinde yer almıştır.
Siyavuş Paşa: Bu
sadrazamda Damad olmak şerefine nail olmuştu ve bu da, selefi gibi Abaza
kavmindendir. 4. Murad devrinin meşhur Abaza Paşasının mâiyetindendir. Abaza
Pa-şa'nın öldürülmesi sonrasında padişah tarafından sarayda ahkonmuştur. Pek
güzelce bir zat olan Paşa iki defa sadaret makamına oturmuşsa da, bunu
birincisinde, bir ay yedi gün muhafaza edebilmiş, ikincisi Vakai Vakvakiye
meselesi esnasında Zurnazen Paşanın yerine geçmesiyle olmuşsa da, humma'ya
yakalanmış, pek bir şey yapamadan vefatı vuku-bulmuştur. İlk sadaretinden önce
çeşitli yerlerde valiliklerde bulunmuştur. İkinci sadareti de bir ay yirmiiki
gün sürmüş iki sadaretin toplamı 2 ay, 29 gün tutmaktadır. Bu zâtı da bir
defasında idam olunmaktan Kösem Mahpeyker Valide Sultanca kurtarılmıştır.
Gürcü Mehmed Paşa: Bu
zat, sadarete geldiğinde ası sekseni aşmış bulunuyordu. Sadareti 8 ay, 23 gün
sürmüşA, tür. Divân'da Hocazâde Mesud efendinin sözleri karsısında"evladım
ben bu saçı sakalı devlet işlerinde ağrıttım" cevabını verdiğinde Turhan
Valide Sultanın azarlaması pek anılan rivayettendir. Sadaretinden sonra bir çok
sürgüne muhatap olmuş, 1660 senesinde son valiliği olan Budin vilayetinde vefat
eylemiştir. Vefatında 90 yaşında olduğu söylense de, Vecihİ tarihinde 113
yaşında olduğunu belirten rivayetide buraya alalım.
Tarhoncu Ahmed Paşa:
Arnavutluk'un Mat kasabasından-dır. Enderundan yetişenlerdendir. 1633 yılında Mısır'a Vali tâyin olunan
Bosnalı Musa Ağanın maiyetinde saraydan Mısır'a gitmiştir. Sultan İbrahim'in
sadrazamı Hezarpare Ahmed Paşa maiyetinde de bulunmuştu. Sadrazamın
parçalandığı vakada hayatını kaybetmek üzereyken, şeyhülislâm Abdür-rahim
efendi himayesi altına alarak mutlak bir ölümden Kurtarmıştır. Önce Diyanbekir
valiliğine tâyin olunan Tarhoncu Ahmed Paşa daha sonra Mısır Valiliğine nasb
olunmuştur. Bu sırada tarihin h. 1
059/m. 1 649 olduğunu görüyoruz. H.1061safer/m. 1651ocak ayına
kadar Mısır Valiliğini yürütmüştür. Azledilmiş ve yerine Hadım Abdurrahman
Paşa getirilmiştir.
4. Mehmed tahta
çıktığında henüz yedi yaşının içindeydi tabii Kösem valide sultanın niyabetinde
hüküm sürmüştü. Bu sırada makamı meşihatde Adanalı Hacı Abdurrahim Efendi
bulunuyordu. Şeyhülislâm Osmanlı devletinin 41. şeyhülislâmı idi ve Sultan
İbrahim tarafından, 25/nisan/1647'de göreve getirilmişti. 4. Mehmed bu
şeyhülislâmla 11 ay, 10 gün çalışmıştır ve yerine aslına bakarsak devletin
atabeyi durumunda olan Kösem valide, Hocazâde Mehmed Bahai Efen-di'yi
18/temmuz/1649'da göreve getirdi. Bu zâtın meşihati i sene, 9 ay, 15 gün sürdüğü görüldü. Yerini 43.
şeyhülislâm olarak, Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi tâyin edildiğinde târih
2/mayıs/1651 idi. Bunun 4 ay, 2 gün süren vazifesini Ebu Said Efendiye 2.
meşihatini sürdürmek üzere devretmiş oldu bu zât da, bir seneyi tamamlamaya
18'gün kala infisal etdi. Bahaî Efendi ikinci defa vazifeye getirildi. Bu
seferki meşiha-ti 1 sene, 4 ay, 17 gün sürmekle beraber, hayattaki nefes sayısı
da göreviyle birlikte bitti.
Bu sefer halef selef
oldu, yâni biribirlerini takip ederek, Ebu Said tekrar ve 3. defa şeyhülislâm
oldu 2/ocak/1654'den 1 l/mayis/1655'e kadar 1 sene, 4 ay, 10 gün, sürerek üç
meşihatinin toplamı 4 sene, 2 ay, 10 gün olmuştur.
47. şeyhülislâm olarak
Tulumcuzâde Abdurrahman Efendiyi 9 ay, 25 günsonra makamdan istifaen ayrılmış
görüyoruz.
Memikzâde Mustafa
Efendi 13 saat süren meşihatiyle görevde enkısa zaman kalan oldu.
49. şeyhülislâm Mesud Efendiydi ki, bu çok genç
adamın meşihati 4 ay; 13 gün sürmüş,
azlinden 15 gün sonrada idam ettirilmiştir.
50. şeyhülislâm ise Nahcıvan doğumlu Hanefi
Mehmed Efendide vazifede, 4 ay, 5 gün kalabildi. Balızâde Mustafa Efendi, 6 ay,
2 gün kaldığı makamdan ayrıldığında takvimler 23/mayıs/1657'yi gösteriyordu.
Bolulu Mustafa Efendi 1 sene, 9 ay, 28 gün sürecek hizmetine başladığı târihin
son hizmet günü 20/mart/1659 oldu ondan boşalan yere, Bıçakçı-zâde Esirî
Mehmed Efendiyi getirdiler. 2 sene, 10 ay, 14 gün sürmüştü.
54. şeyhülislâm
Sunîzâde Mehmed Efendi, 3/şu-bat/1662'de göreve başlamıştı. Minkârizâde makamı
meşi-x hate geldiğinden 11 sene, 3 ay sonra giderken târih 21/şu-bat/1674idi.
İstikrar avdet etmiş
olmalıki Çatalcalı Ali Efendi, 12 sene, 7 ay, 4 gün süren meşihat dönemi
tamamlandığında, târihler 27/eylül/1686'idi. 57. şeyhülislâm Ankaravî Mehmed
Efen-didel sene, 1 ay, 5 gün sürdü ve makamı vefatıyla boşaldı.
Debbağzâde Mehmed
Efendi; 2/kasım/1687'de vazifeye tâyin edildi. 3 ay, 12 gün makamda kaldı ve de
yerini, 59. şeyhülislâm Erzurumlu Hacı Feyzullah Efendiye bıraktı. Fakat bu
zâtın ilk meşihati 17 gün sürebildi. Şeyhülislâmın altıncı günü dolarken, 4.
Mehmed'in tahttan indirilmesi gerçekleşti. Böylece 4. Mehmed; 19 defa
şeyhülislâm tâyini yapmışsa da, iki zâtda ikişer defa meşihate geldiğinden
on-yedi ayrı kişi ile çalışmıştır.
Dördüncü Mehmed
döneminin, uzunluğu ve çok dönemli bir devri ihtiva etmektedir. Biz, burada
yukarıda tamamlayıcı malumat olarak aşağıdaki çalışmayı ayrıca eserin bu
sahife-lerine dercini uygun gördük. Köprülü Mehmed Paşanın vefatından sonra,
vasiyeti üzerine sadarete oğlür Köprülü Fazıl Ahmed Paşa getirilmişti ve yaşı
henüz 27 idi.
1072/1661tarihi yeni
bir dönem başlatmıştı. Baba vezir, ülkenin iç nizâmını temin ettikten sonra
yavaş yavaş serhad boylarında, kıpırdanan düşmanlara haddini bildirmek üzere
harekete geçmişti ki, ecel onu yakaladı. Bahse konu hazırlıkları oğul
sadrıazam Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa devraldı. Avusturya son zamanlarda Erdel
işlerine pek karışır olmuştu. Hatta söz konusu belde üzerine asker bile
sevketmişti. Bu mesele hakkında Avusturya ile yapılan müzakereler bir seneden
çok sürdü. Sonunda müzakereciler geri çekildi. 1073/1663de mecburen Nemçeliler
üzerine sefer açıldı.
Genç sadrıazam seferin
baş kumandanlığını uhdesine aldı. Osmanlı ordularının geçmişde defaatle
sopasını yemiş bulunan Avusturyalılar, kısa zamanda bu ordunun öncülerini karşısında
bulduklarında şaşkınlığa düştüler ve hemen, sadrı azamın yanına gönderdikleri
elçi ile aldıkları bütün kaleleri geri vermeye, Erdel üzerine sevk ettikleri
birlikleri geri çekmeye amade olduklarını bildirdiler.
Fazıl Ahmed Paşa, son
zamanda Avrupa siyasi mahfillerinde Osmanlı'nın zafiyeti hakkında alıp giden
dedikoduları, boşa çıkarmak niyetiyle, Osmanlı Devletinin Kaanuni zamanındaki
yapılan antlaşmaya eş bir antlaşma yapmak ve böylece Avrupada yayılan
düşünceyi çürütmenin yolu olarak senede 30 bin altun vermelerini veya bir
seferde, 200 bin altun ödedikleri takdirde, sulha razı olacağını serdetti.
Arkasındanda
yürüyüşüne devam ederek; Ösek, Budin, Estergon yolu ile Ciyvar kalesi önüne
geldi. Vakit geçirmeden mezkur yeride kuşatmaya aldı. Hemen o sırada Kırım
Ha-nı'nın oğlu Ahmed Giray 100 bin Tatar süvarisi yanında olduğu halde gelip,
orduya katıldı. Bu kuvvetin iltihakı, düşman üzerinde kuvvei mâneviyeyi
sarsmağa yetti de arttı biie. Bir aya kalmadan Uyvar kalesi Osmanlı eline
geçti. Tunanın karşı yakasına geçen Osmanlı ordusu burada Avrupanın ünlü
komutanlarından Monte Kukuli birlikleriylen tutuştu. Monte Kukuli burada
mağlup oldu. Tatar süvarileri de, Silezya ve Moravya'yı çiğneyip yağmaladılar.
Avrupalılar bu Osmanlı başarısı karşısında birleşmeyi ve Avusturya'ya yardımı
karar altına aldılar. Çalışmalara başladılar ancak kış bastırdığından onların
ameliyesi yarım kalırken, Fazıl Ahmed Paşa da, kışlamak ve ordunun eksiğini
gediğini tamamlamak üzere Belg-rad'da kışlağa çekildi. Bizim tarihlerimizdeki
adı Demirkazık, olan meşhur Avusturyalı generallerden Zirinyi, Kanije kalesini
kuşatma altına almışsa da, Fazıl Ahmed Paşa'nın gönderdiği kuvvetler
karşısında mağlup olmuştu. Bu vaziyet Avus-^ turya imparatorunu 25 sene temadi
edecek bir sulh yapma mecburiyetine taşımıştı.
1075/1664'de Avusturya
Erdel'i ve civar kalelerini boşaltacağı gibi, defaten 200 bin duka altunu
verecekti. Nevarki sadrazam bu teklifi az bularak elçileri geriye gönderme yoluna
gitti. Askerleriyle San Gotar üzerine yürüdü. Raab Nehri üzerine köprü
kurdurarak öteki sahile geçti. Mevsim gereği Raab suyunun taşması, karşı yakaya
geçmiş onbin kadar Osmanlı askerinin, kendisinden bir kaç kat fazla Avrupalı
müttefik askerleriyle tutuşması, askerin geri kalan bölümünün öbür tarafta
kalması ve karşıya geçiş yolu olmak üzere yapılan köprüyü kabaran suların
götürmüş bulunması, karşıda mahsur kalan kendinden bir kaç misli kalabalıktaki
düşmanla boğuşa boğuşa şehadet şerbeti içen islâm askerini, bulunduğu yakada
çaresizlik içinde seyretmek mücahidlerin, canevinden vurulmalarını intaç
etmişti.
Düşman müttefik
ordusunun bu savaştaki kumandanı daha önce, Fazıl Ahmed Paşanın yendiği meşhur
Monte Kukuli idi. San Gotar Meydan muharebesi diye tarihe geçen savaşı,
fevkalâde güzel bir şekilde tahlil etmiş bulunan. Gazi Ahmed Paşanın bir
araştırmasını, ehemmiyetine binaen bölüm sonu sayfalarımıza almayı lüzumlu
bulduk.
Köprülüzâde Fazıl
Ahmed Paşa, Avusturya seferinden döner dönmez, 1055/1645'de açılmış olan Girid
seferi bunca zaman devam etmekte ve nice memleket evlâdının şehadet şerbetini
içmesine sebeb olan savaşa son noktayı koyma hazırlığına girişmişti. Bu yirmi
sene zarfında Girid'in bir çok bölgesi devletin eline geçmişti amma pek muhkem
ve metanetle savunulan Kandiye ele geçirilememişti. Burası mücahidlerin
yed'ine geçmeden, Ada'nında fethi gerçekleşmiş sayılamazdı. Bu büyük gaileyi
ortadan çıkarmak için gerek deniz kuvveti,
gerekse kara birlikleri hazırlıklarına
girişti.
1076/1665 senesi
ortalarında Edirne'den yola çıktı. 1077/1666'da Hanya'ya geldi. Kandiye'yi
muhasaraya aldı. Ancak bu muhasara iki sene, sürdüğü halde başarıya ulaşılamadı.
Sebebse, donanmanın pek kuvvetli olmamasından ve yeterli muaveneti
gösterememesinden kaynaklanmıştı. Ancak düşman bu kuşatmaya 2 sene mukavemet
edebildiler. Çünkü şehirde yiyecek azalmış, çarpışanların sabrı tükenmişti.
Şehrin muhafızı sadrazamın son hücumundan sonra bir murahhas yollayarak,
Venediklilere üç iskele bırakılmasını taleb eder. Bu iskeleler Suda,
Ispiralunga, Garabi-ye'dir. Osmanlılara gelecek her hangi bir zarardan Venedik
sorumlu tutulacak, bu hususta Galata'da bulunan Venedik Balyozuna müracaat
mahalli sayılacaktır. Bu şartlar altında Kandiye kalesini teslim edebileceklerini
söylediler. Malum olduğu üzere Girid fethi başlangıcından, nihayetine kadar
verilen şehid sayısı yüzbini aşmıştı. Yalnız Fazıl Ahmed Paşa'nın saldırıları
otuzbin kişinin telefatına sebeb olmuştu. 27/ey-lül/1669'da Kandiye teslim
alındı. Bu teslim alış Osmanlıların enson büyük zaferidir. ;
Döneminin en büyük
devlet adamı dense doğru bir tesbit yapmayı başarmış oluruz. İlim sahibi ve
faziletli bir kimseydi. Çok konuşmaz, maksadını kestirmeden yerine getirmeye çalışırdı.
Aklı tedbirlere pek ererdi. Mütevazi, eli açık bir kimseyken, çokça
hiddetlendiği Fransa kralı 14. Lui'nin elçisini kendi elleriyle hırpalamış,
hapse attırmış, böylece de, bu devletle aramızda büyük bir soğukluk
yaşanmıştır. 23 yaşında vali olan bu bu zat, sadarete 27 yaşında geldi. Bu
kadar genç bir sadrıazam işleri yürütmekte hiç zorluk çekmediğini göstererek
dostları sevindirip düşmanları çatlatmayı sağladı.
16 sene fasılasız
yüklendiği sadareti memleketin her tarafına sükunet, asayiş ve adalet içinde
yaşayış temin etti. Eğer Paşanın ömrü biraz daha uzun olsaydı, Viyana seferinin
muvaffakiyetle neticelenmesi mutlaktı. Bu fetih ise nice pürüzlerin çıkmadan
yok olması demekti.
1089/1678 senesinde
Ukrayna eyaletinin başşehri olan Cehreyn kalesi Rusların eline geçmişti. Gerek
bu hududa yakın askerlerimizle, Kırım Hân'ı Selim Giray buranın
hâlaskar-lığına memur edildiyselerde yapılan çarpışmalar askerimizin
başarısızlığını dolaysıyla mağlubiyeti getirivermişti. Padişş'h 4. Mehmed
vaziyete müdehale gereğini duyarak, birliklerin hazırlanması çalışmalarına
bizzat katıldı. Seferi başlattığında Tuna Yalısına kadar askerle birlikte
yürüdü. Burada orduyu, sadrıazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'ya teslim etti.
Bu sadrazam düşman üstüne yürürken Cehreyn'L almayı plânlamış, fakat elinde
tutabilme imkânını görememişti. Hakikaten kaleyi kurtarmayı başararak düşmandan
aldı ve yıkmayı tercih etti. Ardından padişahın yanma avdet etti. Bu sırada
İse, Rusların Çarı sulh talebini yapmaya mecbur kalmıştı bile. Teklif kaale
alındı, sulh yapıldı vede İstanbul'a avdet edildi.
Tarihi Encümeni Osmani
azasından Ali Sabri bey'in; kuruluşundan Merzifonlu Mustafa Paşa dönemine
kadar geçen vak'a, varılmış bulunan hedefleri tahlil eden ifadesiyle sayfamızı
süslüyoruz: "Üç asır içinde irili ufaklı ondört adet devleti ele geçiren,
Avrupanın adeta tamamını yumruğunun altında boyun eğdirebilen, arazisinin
yüzölçümü bakımından Roma imparatorluğunuda aşmış bulunan Osmanlı devleti,
muntazam kanunlarıyla adilâne ve medeniyete beşiklik edecek mahiyette idare
tarzı göstererek parmak ısırtırken, 1000/1592'den sonra yukarıdaki başarıları
sergileyememek^ teyse de, yinede Viyana kapılarına dayanmakta, San Go-tar'larda
düşmanı sıkıştırmakta pek geri kalmamışda eski şaşaa ve parlaklığı gösterdiği
ileri sürülemez.
Esasında: 4. Sultan
Murad gibi sağlam kimseler, Genç Osman gibi genç veya yaşlı fakat genç fikirli
padişahlar, Köprülüler gibi devlet hayatına yeniden kan ve can veren kimseler,
bu devrede de yetişmiş olsalar da, ne eskiler gibi icraat ve faaliyeti nede
ötekilerin rezanet yâni ağır başlılık ve kifayeti yetersiz, çürümekte olan
uzuvlarıyla, Osmanlı tamamıyla devasız olmamıştır.
Diğer bir anlatımla;
her birinin kendi tesir ve faaliyeti, yine kendi zamanına bağlı kalmıştır.
Çünkü, bu uzuvları çöküşe mahkûm eden sebebler ve alametler çeşitli idi.
Bunlardan bazılarını hemen aşağıda belirtelim:
Birinci sebeb
padişahların vaziyeti idi. Kuruluş ve müteakip dönemde padişahlarımız
ordularının başında bulunur hatta savaşların en kanlı bölgelerinden kılıcından
kan damlayarak çıkarlardı. Genç Osman'ı Lehistan seferi, 4. Murad'ı Bağdad ve
İran seferleriyle, 4. Mehmed'in Köprülü vezirin ısrarlarıyla katıldığı
Lehistan seferi, 2. Mustafa'nın katıldığı bir kaç sefer sayılmaz ise
padişahların, 1000/1592'den sonra seferlere katılmadığı çok net gözlemleniyor.
Esasta padişahların askerin yanında ve başında bulunmasının önemini tarih pek
net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak tarihin ortaya koyduğu bu faydalar
pek iyi değerlendirilemedi. Sultanlara söz geçirilemedi.
Efendim alıntı yaptığımız Ali Şeydi bey merhumun,
bu ifadesine genellikle katılmak mümkünsede, buvka-naatini 1329/191 l'de beyan
buyurduğunu görüyoruz. Bu devirde Osmanlı devletinin izmihlaline 11 yıl kalmış
bir dönemdir. Ülkenin içine düşürülmüş bulunduğu ahval, yazarın düşüncesinde
bir küşayiş husule getirmiş demekki, üstelik bu 1329 tarihi rumi dediğimiz
hesabın icrasını gerektiriyorsa, bu da 1913 tarihine denk gelirki, Balkan
mağlubiyetini tattığımız yıllara denk gelir, bu hâl ise yazarımızı daha fazla
üzmüş olacağından, mütalaasında hata etmekte olduğunu bilememesine sebeb olur
diye düşünüyorum. Asla unutmamak gerekirki; padişahlar ülkenin bir çok meselesi
hakkında bilgilenmekten mahrum kalmış veya edilmiş olabilirde ancak, onların
gafil olmadığı bir kurum vardır. Bu kurum orduyu hümayundur. Padişah
komutasındaki bir ordunun düşman karşısında hem de o devirde yapılan savaşlar
kafi neticeli meydan muharebeleridir ki; böyle bir savaşın tarafı olan ordumuz
başlarında padişahları olduğu halde mağlubiyete duçar oldu-mu, devleti ayakta
tutmak mümkün olabilir mi? Böyle olmadığını Yıldırım merhumun, Timur
karşısında aldığı acı mağlubiyet buna misal oimazmı? O mağlubiyetin devri
fetreti getirdiğini hatırlatmakla işin inceliğini ortaya koymuş oluyorum
sanıyorum. Genç Osman'ı Hotin seferinde biran düşünseniz, padişahların bitmez
tükenmez Paşalarını savaş alanlarına sevk ederek, devletin bekasını temine çalıştığını
anlamakda mümkün. Evet, Ali Sabri beyin mütalasına bu kadar bir itirazla
yetinerek devam etmeye koyulalım:
"Halbuki bu
milleti Osmaniye padişahlarına madden ve mânevi bakımdan merbuttur. Padişah
hangi yol ve anlayışı seçerse ahalide onun tercihine iştirak eder. Saray israfa
ve sefahata ne kadar eğilim gösterirse halkda onların bu haline iştirak eder.
Misal olarak, 2. Bayezid'i tarikata yönlendiren anlayışı, devletin memurundan
ahalisine kadar herkesi zühd vede takva yoluna i'sal eder. Adeta taassub
derecesine varan bir dindarlık hissi uyanır.
4. Murad; harb ve darb
adamı olduğundan, ahalinin ağzında celadet, şecaat, cesaret, döğüş kelimeleri
daha fazla dolaşır. 4. Mehmed'in avcılığı, ahaliyi de av meraklısı yapmaktadır.
Görülmekte olan şudurki;
Osmanlı padişahlarının
millet üzerinde kurduğu nakıs otorite ve tesiri sonucunda, üçüncü devre adı
verilen dönemde ordumuz korkutuculuğu koflaşmış, devlet işleri idaresi intizamını
kaybetmiş haldedir. Sultan 3. Murad sonrasındaki taht sahiplerinin çoğunluğunu
yedi, onbir ve ondört yaşlarında çocuklar teşkilettiği müşahede olunur. Bu
hâlin müncer olacağı vaziyet tâlim ve terbiyelerinin tamamlanmasına imkân
kalmadan me'suliyeti yüklenmeye mecbur kalmalarıdır, bu vaziyette de, talim ve
terbiye yoluyla yetişme yerine vakaların içinde yoğrulma ve boğuşmaya duçar
olunmaktadır. Son vaziyeti yakalayana kadarsa, devlet işleri menfaatperest kişilerin
çoğunluğunun husule getirdiği vükelâya veyahut da sarayda nüfuzunu devam
ettirmeye çalışan tâifei nisâ'nın ellerine kalmaktadır. Padişahların eski tarz
yetiştirilmesi sonucu elde ettikleri, muhariplik, kılıç kullanma, ata pek
mükemmel binme, çeşitli harp aletlerini layıkıyla kullanabilme şansı, artık bu
devir hakanlarının işi olmaktan çıkmış bulunduğundan, bunların orduyla beraber
savaşlara gitmesi bir mâna ifade etmezdi, denmekle beraber, değerlendirmeyi
yapan Ali Sabri bey'in biraz ifrata kaçtığını ifade, boynumuza borç olmuştur.
Çünki; Yavuz Selim'den sonra gelen padişahların Hakanlıkları dışında bir de,
halife sıfatları bulunmaktaydı ki; bu mânevi rütbe, askerimizin riayeti
diniyede kaldığı müddetçe padişahın kılıcındanda, atındanda önem taşıyan
husu-sattan olduğu, ne hikmetse gözardı edilerek yoruma gidilmiş.
3. Mehmed'in gerek
Eğri Zaferinde, gerekse Haçova meydan muharebesinde gösterdiği manevi
kahramanlıklarla, zaferin amili olmayı sergilemesi, Ali Sabri bey'in aklından
çıkmış oİacak! Yine 3. Murad'dan sonra gerek yeniçeri askeri-
4. MEHMET) (AVCI)'
nin, gerekse orduyu teşkil eden diğer sınıflarda bozulmalar her geçen gün
çoğalarak, Genç Osman'ın tahta geçtiği sırada en şımarık dönem yaşanılmağa
başlamıştır.
İstanbul'da silah
taşıma yasağı olmayan enaz ellibin sivil erkek varken, çeşitli askeri sınıflar
mevcudiyetini sürdürürken ve bunlarda bilhassa sipahiler de padişaha
sempatileri mevcutken, bir kaç yüz kişiyi aşmayacak organize yeniçeri asi
taifesi, bu genç padişahı islâm âlemine ve Osmanlı milletine hakaret
edercesine katlederken görülen nemelâzımcılık askeri ve sivil cemiyetteki
çürümeyi göstermesi bakımından Önemli bir numunedir. Dolaysıyla iyi bir
kumandan bile, düzensiz ve disiplinsizliğe duçar olmuş bir ordu ile hangi
başarıyı elde edebilir? Doğrusu üzerinde çok durulması icab eden hallerdendir.
Diğer bir hususda;
batı dünyasında husule gelen terakki-yat bize nazaran bir hayli hızlı ve müsbet
olarak gerçekleşmiştir. O milletler bizim ordumuz karşısında aciz kalırlarken,
vaziyetin aleyhimize döndüğü, yaptığımız her cedelde yavaş yavaş kendini
göstermeye başlamasıyla anlaşılmıştır. Bizim İstanbul'u fethetmemizden sonra
Bizans'dan Avrupaya geçen hristiyan âlimleri, batı dünyasına islârn dünyasının
yanında yaşamanın verdiği, avantajla ve islâm dünyasından aparttik-ları ilim ve
fenleri nakletmeyi ödev bildiler.
Martin Luter
tarafından açılan protestan mücadele, yâni klişe dini olan hristiyanlık
karşısında lâzım olan reform gerçekleştiğinden, avrupa milletleri kendilerini
cidden geri bırakan papasların dini ve onların ellerinden halas olmayı becerdiler.
Bunun sayesinde bir çok ilimlerin ihyasına, keşiflerin yapılmasına muvaffak
olmalarıyla beraber, hurafelerden kurtulmayı da başarmış oldular. Avrupa
cemiyetinde görülen düzelmeler, tabiatıyla bunların askeri düzenlerine de
yenilikler getirdi. Alman, Avusturya ve Leh ordusu kuru bir şövalye birliği
olmaktan çıkmış, silah üstünlüğü, bizim aleyhimize olarak onlara geçmişti.
Bizim tarafda ise intizamını kaybeden yalnız ordumuz değildi buna zamimeten,
gerek ulema gerekse devlet kâtipleri aynı manzarayı veriyorlardı. Adetâ
topye-kün bozulmaya yüz tutmuştuk. Misal olarak ilim dünyasında kendini ispat
edebilmek için, gereken tahsili yapmak çok uzun senelere bağlıyken,
1050/1640'ların sonrasında bu tahsile riayet edilmeyip, bir âlimin daha
mahalle mektebinde okumakta olan oğluna makam, lakab ve gelir getirici arpalıklar
verilmeye başlanmıştır.
Diğer bir deyimle batı
dünyası dirildİkçe dikleşiyor, bizler ise bozuldukça yamuluyorduk. Yine bir
tesbit gerekiyorki, bozulmamızı hızlandıran unsurların hemen önemli bir
tarafı-da, zor kullanmak ve zâlimleşmekdi. Halbuki Allah (c. c) Kitabı
kelhamında, "zâlimlerin zulmünün cezasının mutlaka verileceğini ve de
asla cezalanın hafifletilmeyeceğinin apaçık buyurmaktaydı. Yeniçeriler ve halk
bu hakikati bilmelerine rağmen, madden ve manen bozulmuşlar bu tehdidi umursamaz
hâle gelmişlerdi sanki. Ahlaken bozulmuş ferdlerin ayakta tuttuğu bir ülke tek
yolun takipçisi olurki, bu yolda yıkılmağa ve tarih sahnesinden çekileceği ana
koşmak yoludur. Yine önemli bir tesbittir ki; kadınların devlet İdaresine olsun,
tahtı Osmaniye doğurdukları şehzadeyi oturtmak için yapmaya başladıkları
entrikalar, 3. Murad döneminde kendine göstermeye başlar.
Hürrem Sultan, hâttâ
ondan evvelki dönemlerde valideler çocuklarını çok şerefli bir görev olan
padişahlığa çıkarabilmek için gayretler sergilemişlerdir. Ancak otoriter,
yerine geçecek karakteri kendine göre tesbit etmiş padişahlara sözünü
ettiğimiz çalışmaların pek tesiri-olmadığı görülmüştür.
Tarih sayfalarında;
Otuz Sene Savaşları diye nam almış bulunmakta olan hengamenin bitiminden sonra
Avusturya (Nemçe) imparatoru 1. Leopold, Macaristan üzerinde pek zalimane
davranışların tatbikçisi olmuş, gerek ahali gerekse Macar asilzadelerinin
çoğunluğunu hapis, sürgün ve idamlarla perişan etmişti. Bu dayanmak zor eziyetlerin
sona ermesi niyetiyle, bazı Macar asilzadeleri, halkın galeyana gelmiş
his-lerinede tercüman olarak, Erdel Kralını kendilerine ricacı edinerek,
Osmanlı devletine başvurmak için aracı olmasını istediler, isteklerini
padişahın dergâhına duyurmaya muvaffak oldukları talebleri, Osmanlı'nın
Avusturya'nın yaptıklarına dur demesini ve bunun kuvveden fiiliyata erişmesi
için mü~ dehale etmesini istemekten ibaretti.
Bu istek diğer bir
deyimle, aynı dinin mensuplarının biri-birlerine yaptıkları zulümleri durdurmak
için müslümanların merhametine başvurmaları demekti. Hristiyan âlemi için son
derece aşağılık bir halken, adaleti taleb edilen müslümanların insaniyetininde
ne yüksek mertebelerde bulunduğunu göstermesi bakımından, üzerinde önemli
durulması gereken hususattan olduğu, bütün mükemmelliyetiyle ortaya çıkar.
Dünya devleti olmanın gereği olarak Osmanlı bu istimdadla-nn bigânesi olmadı.
Hemen feryadlara cevap olacak hareketleri sergilemeye başladı. Sefer
hazırlıklarını ikmâl ettikten sonra, savaş ilânını Avusturya devletine
1093/1682'de yapı verdi.
Aslında yapması
gereken tatbik edilmekte olan mezalimi kınayan, vazgeçilmesini taleb eden
yazışmalarla, bütün insaf sahibi kimselere duyurma yoluna gitmesi gerekirdi.
Çünkü içişlerde epeyice düzenlemelere ihtiyacı vardı. Merzifonlu Kara Mustafa
Paşa işi bu noktada önemli bulmadıki, savaş ilânını gerçekleştirdi. Merzifonlu
Kara Mustafa Paşa, Köprülü Mehmed Paşanın damadlarındandı. Aileye çocukken
girmişti. Bir nevi evlâdı mânevi idi ve damadlıkla bu yakınlık bir kat daha
perçinleşmişti. Merzifonlu Paşa, Fâzıl Ahmed Paşaya uzun yıllar sadaret
kaimakamiığıyla yardımcı olduğundan Fâzıl Paşanın vefatından sonra, sadarete
getirilmesinde bu yakınlıklar ve işlerde kazandığı tecrübe nazarı itibara alınmıştı.
Yanında İkiyüzbİn asker olduğu halde İstanbul'dan çıkan sadrazam, Tuna Nehrini
aştı. Viyana üzerinde sefere devam ederken önüne çıkan kale ve kasabaları da
zapt etmekteydi. Viyana üzerine gelen sadrazamın ordusunun haşmeti, İmparator
Leopold'un telâşına ve saray halkını yanına aldığı gibi şehirden uzaklaşmayı
tercih etmesine düşürdü. Osmanlı ordusu Viyana önüne geldiğinde, karşısında hiç
bir kuvvet görülmüyordu. Bunun üzerine şehrin kuşatma işlemine girişildi.
1094/receb'inin/19.
1683/temmuzunun/15. /çarşamba günü, başlamış bulunan muhasara, onsekİz saldırı
yapıldığında eylül ayının 15. gününü bulmuş, altmış günlük bir kuşatmada
geride kalmıştı. Fakat fethi mümkün olmadı Viya-na'nın. En önemli müverrihler
ittifakları ile şu hususu belirtmektedirler. Harp ilmi üzerinde fazlaca
bilgisi bulunmayan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bu eksiğini idrak etmediği gibi,
kendisine bir takım tavsiyede bulunanlara, yapılması gerekenleri
hatırlatanlara önem vermeyen hatta meramlarını anlatmaya fırsat vermeyen,
davranış sahibi olarak tanımlıyorlar. Böyle davranışının sebebini, askerce
zayiat vermemek için muhasarayı uzatarak, şehirdekileri teslim mecburiyetinde
bırakmayı tercihi teşkil ediyordu. Halbuki bu tarzı tercih etmesi kendi
açısından şu mahzurları taşıyordu:
Askerin zafere inancı
azalıyordu. İaşesi zorlaşıyor ve her geçen gün düşmanın kendisine karşı koymak
için, Avrupa devletlerinin kurtarıcı bir ordu tanzim etmelerine fırsat tanımış
oluyordu. Hakikaten ülkesinin başşehrini terk etmiş bulunan imparator,
avrupayı adım adım dolaşarak, hristiyan
anlayışı harekete geçirerek, müslümanların istilasını önleme hususunda ittifak
arama çabaları sarf ediyordu. Bu dolaşmalar, tahrikler ve teşviklerin semeresi
görülmeğe başlandı. Başta Almanlar olduğu halde, Lehistan'dan ve bazı prensliklerden,
misâl olarak, Kohlenberg savaşı diye anılan savaştaki prenslikler şunlardı:
Bade Margrafları, Sadoa prensi, Bav-yera ve Saks prensleri, Eyzenah, Lanborgh,
Holşteyn, Vor-temborg, Brunsvik Luneburg düka'lıklarıyla Avusturyalıların altı
tane mareşali karşımıza dikildiler. Sadrazamın muhasara tedbiri, bir sabah
yukarıda saydığımız gücün ani ve şiddetli saldırısına uğramamızı önleyemedi.
Yiyecek noksanlığı ve hareketsizlik, yeniçerinin kuvvei mâneviyesinin
kırılmasında en önemli tesiri icra etmişti. Böyle ani ve güçlü bir saldırıya
karşı koyma yerine savaş alanını terk etmeyi seçince mağlubiyet mukadder oldu.
Her ne kadar askerin tamamı firara başvurmamışsa da, çarpışan gurup azınlığı
teşkil ettiler. Şereflerini muhafazaya muvaffak oldularsa da, hayatlarını düşman
elinden kurtaramadılar. Meydan 10 brn şehid, 300 top, 15 bin çadır ve bol
miktarda harb levazımını kaybeden Osmanlı ordusunu taa YıldırırnTimurlenk
savaşı olan 1402'deki Ankara savaşından beri böyle bir bozgunla karşılaşmadığı
tarihi hakikatlerdendi bozgunu ancak Yanıkkale'ye çekilerek durdurabilirdi. Ne
varki; daha derlenip toparlanmadan Lehistan ordusu, yâni Polonyalılar
üzerimize öyle ani ve kuvvetle saldırdılar ki, verdiğimiz zayiat iyice
fazlalaştı. Serdar ancak, Belgrad'a çekilmeyi akıl etti.
4. Mehmed; Viyana
bozgunu haberini aldığında bir hayli üzüldü. Ancak bu işde, sadrıazamın kötü
idare ve tedbirlerinden haberdar olmadığından, kendisi teselli babında pek
süslü bir kılıç hediye etme nezâketini gösterdi. Daha sonra hakikati hâle
vakıf olunca tereddütsüzce idam emrini verdi. Bu mağlubiyet bu kadarla kalmadı.
Macaristan üzerinde yapılan mezalime son verdirmek üzere harekâta geçen İslâm
müca-hidleri seferi başarısızlıkla bitirince, dişleri dökülmüş, tirnak-landa
sökülmüş orta yaşlı bir arslana benzemeye başlamıştık. Topraklarımızın
genişliği, fert halinde sergilediğimiz kahramanlıkları görenler arslanhğımiza
inanıyor, topluca sefere çıktığımızda umulan elde edilmiyordu. Bu mağlubiyetin
hemen ardından bazı kalelerimiz elden çıktı, umulmaz bozgun düşmana cesaret
verdi. Papa'nın teşvikiyle meşhur "İttifakı Mukaddes!" kuruldu.
Lehistan, Venedik ve Rusya bazı devletler birleşip birleşip üstümüze yürümeye
başlamışlardı. Ruslar bilhassa Kırım hân'lığının üzerine bütün güçleriyle eğilmişlerdi.
Bu mutlaka savaş şeklinde olmayıp, çeşitli va-adler ileri sürerek,
gösterdikleri menfaatlere râm ederek, Osmanlıdan ayırma metodlarını denemeye
başlamaları gözden kaçmıyordu.
Kırım bu sebebden
ikiye münkasımdı yâni ikiye bölünmüştü.
' '
Viyana önünde
sadrıazamm hatasından olsun, kendilerinin beceriksizliklerinden olsun, münhezim
olarak Edirne'ye dönen asker başta yeniçeriler olmak üzere, biz feci bir
mağlubiyete uğrayarak ülkeye dönerken, padişah hâla Edirne'de av peşinde
koşmakta, bize böyle padişah lâzım değil sözleri birden bire ortada dolaşmaya
başladı. Bu arada İstanbul'a varan asker bu talebini sadrıazama, devlet
adamlarına ve ulemaya dayatmaktan çekinmediler. Hemen peşinden Ayasofya
Camiinde bir toplantı akdedildi. Buradaki toplantıdan çıkan karar Sultan 4.
Mehmed'in hâl edilmesi, yerine 2.
Süleyman'ı tahta geçirme kararı uygulandı. Tarih bu sırada 1099/1687yi
göstermekteydi. Sultan 4. Mehmed taht'tan indirildikten beş yıl sonra irtihal
eylemiştir.
4. Mehmed esasasında
iyi kalbli bir kimseydi. Yumuşak, şefkatli cömert olarak ömrünü geçirmiştir.
Çok renkli bir saltanat geçirerek, nice badireler atlatmış ve uzun bir dönem padişahlık
etmiştir. Üç devre ayırabileceğimiz padişahlığının birinci dönemi müthiş
sıkıntılarla ve kadınların söz sahibi olduğu çeşit, çeşit entrikaların,
isyanların, sürgünlerin kauTle-rîn yaşandığı bir dönem olmakla beraber, Köprülü
Mehmed Paşa ile başlayan devire adetâ devletin yükselme devrinin en şaşaalı
günlerinin hatırlandığı ve mukayeseye medar olacaK başarılar görülmüştü. Viyana
bozgunundan sonra ve Kara Mustafa Paşa'nm bu bozgunun müsebbibi olarak idamı,
düzelme imkânının yok edilmesi sonucunu vermişti. Taht'tan hâl'i, son
devresinin son olayı olmuştur. Bu görüşümüzü te'yit eden bir tarihçi şunları
söylemektedir: "Şehriyan müşa-rileyhin 41
sene süren ahdi saltanatları, üç devire taksim olunabilir. Birinci
devre, bidayeti cüluslarından, Köprülü Mehmed
Paşa'nm sadaretine yâni
1058/1648den 1066/1656'ya kadar mümted olarak padişah hazretlerinin
sinni sabavetlerine müsadif ve ahdi sabıkın seyyiatine, mu-karin olduğu cihetle
idarei devletin en müteştet zamanların-dandır. İkinci devir, Köprülü Mehmed ve
Ahmed Paşaların hengâmı sadaretleri olan 21 yıllık 1067/1657-1087/1677
zamanıdırki; Bu devrede saltanatı Osmaniye, devri Süleyma-nı Hâni'de vâsıl
olduğu mertebei refi'ai şevketü mekinete avdet etmiştir. Üçüncü devre dahi
evahiri saltanat Mehmed Hân olan oniki senelik zaman olup Köprülülerin ras'ı
umurdan te-baidi cihetiylede o devrede devleti mütecavere ile ağır bir harbi
umumiye tutuşmuş ve zayiatı mütenabeaya uğramıştır.
"Sultan 4.
Mehmed'in en isabetli davranışlarından biride ceddi 2. Selim'in devlet
idaresini Sokollu Mehmed Paşanın dirayetine ve mahir idaresine bırakması gibi,
kendisi de, devlet gemisinin idaresini Köprülülere bırakmayı tercih etmesidir.
Baba Köprülü irtihal ettiğinde, yerine oğul Köprülü'yü getirirken, menfi olarak
yapılan telkinlerin hiç birine kapıl-maması ayrıca takdire sezadır. Şunu da
belirtmeden geçmeyelim ki; Sultan Mehmed'e Avcı lakabı verilmiştir. Biz bu
eserde bu lakabı pek kullanmamışsakda, yok da sayamazdık. Sultan Mehmed,
ülkenin karanlık günler yaşadığı dönemlerde bile av peşinde koşmakla itham
olunmaktadır biz bu hususa tarihlerin söylediğinden başka bir şey ilâve etme
durumunda değiliz. Ancak; bu av merakının her padişahda bulunan meraklardan
olduğunu beyana cesaret edelim. Ayrıca Osmanlı devletinde av partileri, bir
çok maksada matuf olarak tertiplenerek, başta savaş ekserzisi sayılacak hızlı
at sürme, nişancılık, iz sürme gibi tatbikat safhasına girdiğini de belirtelim.
Bu arada; devlet işlerinin kendi omuzlarından tamamen alındığı Köprülü Mehmed
ve Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşalar devrinin kendisine sağladığı rahatlık,
avcılığa fazla zaman ayırmasına fırsat verdi dersek yanlış bir şey söylemiş
olmayız.
Sultan 4. Mehmed'in;
Osmanlı devletinde, Kaanuni Sultan Süleyman'dan sonra, en uzun müddet taht'ta
kalan, padişah olduğunu göz önüne alarak devrinde, dünyanın diğer ülkelerinin
başındakilerin kısa bir listesini vermeye çalışalım. Almanya'da 3. Ferdinand
ve 1. Leopold, Britanya yâni İngiliz-lerde 1. Şad, Olİvya Kromvel, Rişar
Kromvel, 2. Şarl ve 2. Jak muasırlarıdır. Papalıkda 10. Inosan, 7. ve 9.
Koleman, 10. Koleman 11. İnosan ile Rusya'da İmparator 1. Aleksi, 3. Feodor, 5.
İvan, 1. Petro, İmparatoriçe Sofi ve Fransa'da ise,
14. Lui dünyada aynı
dönemde yaşadıkları yöneticileri teşkil etmiştir. Yeni Camiin banisi olan
Turhan Valide Sultan'm dini bütünlüğünü ortaya koyan şu davranışını, sayfamızı
süslemek için belirtelim:
4. Mehmed'in önce
Mustafa, arkasından Ahmed adı verilen çocukları dünyaya geldikten sonra,
kardeşi Süleyman ve Ahmed'i boğdurtmak düşüncesini haber alan Hatice Turhan
Valide bu iki şehzadeyi hemen himayesine almış, gerek Top-kapı gerekse Edirne
sarayında, bîr siyanet meleği gibi koruyucu kanatlarında muhafazya muvaffak
olmuştur. Sabetay Sevi meselesi bu padişahın döneminde vukubulmuştur. 4. Mehmed
bir müslüman kadın ile yahudi gencin zina ithamıy-la yargılanıp, recm cezasına
mahkum edilmelerinden dolayı, yapılan infazı seyrettiği tarih sayfalarında yer
almaktadır. Yazısı pek güzel olmadığından bunun eksikliğini çocuklarına hat
dersi aldırmakla telafiye çalışmıştır. Musiki meşgul olduğu bir zevkiydi.
Segah tekbirin bestekârı Mustafa İtri Dede olsun, Hafız Post olsun padişahın
daima iltifatına ve hediyelerine nail olmuş büyük sanatkârlardır. "Abdi
Paşa Vekayina-mesi" bu devri en güzel anlatan bir kaynak olmakla beraber,
medihnâme gibi kaleme alındığı bilinmektedir.
Padişah 4. Mehmed:
"Gönül ne Göksuya mail ne sân yâre gider Sipahi gamdan emin olmağa hisar'e
gider" Beytini söyleyen kimsedir. Hanımlarının arasında, bir şâire olan
Afife hanım en sevdiği eşidir. Afife hanımı şu beyitle tasvir etmiş, gönderdiği
şiirinde: "Beyazlar geydiğince bir dürri yektaya benzersin. Siyahlar
geydiğince sen hemen Leylaya benzersin. Yeşiller geydiğince tûti güyaya
benzersin. Benim hoşbu Âfifem sen güli rânaya benzersin." Bu şiiri alan
Afife hanım aşağıdaki beyitle padişah kocasına mukabelede bulunmuştur:
"Beyazlar geydiğince padişahım Ay'a benzersin. Siyahlar geydiğince Kâbei
ulya'ya benzersin. Kızıllar geydiğince
cevheri hamzaya
benzersin. Benim heybetli hünkârım hemen deryaya benzersin."
4. Mehmed'in ilk
hanımı, Rabia Emetullah Gülnuş Sultandır. Şehzadeler bu hammındandır. Giritli
Verzizzi ailesinden olan Gülnüş Sultan kadının, Girit Serdarı Deli Hüseyin Paşa
tarafından Resmo fethi esnasında esir alındığı ve hanedanı âli Osmana hediye
olunduğu kaynaklarda yazılıdır. 1052/1642 yılında Girit'de dünya'ya gelmiştir.
Sarayda padişahın gönlünü çalarak başkadmefendi olmuştur. 1664'de şehzade
Mustafa'yı, 1673'de Ahmed'i dünya'ya getirmiştir. 1715 senesinde vefat
etmiştir. Cesedi Edirne'den İstanbul'a getirilmiştir. Üsküdar'da adını taşıyan
camiin haziresine def-nedilmiştir.
Sultan 4. Mehmed'in 2.
hanımı Gülnar kadın diye meşhur tarihçi Ahmed Refik (Altınay) iddia etmektedir.
Ancak bu hanım hakkında bilgiye rastlanmamıştır. Afife Kadın hakkında
şiirlerden başka bilgi yoktur. Şu şiiri pek manidardır. Çünkü 4. Mehmed'in
tahttan indirilmesinden sonra yazılmıştır: "Söyleyin Gülnûş'a karalar
bağlasın Ah ettikçe ciğerini dağlasın Sultan Mehmed Şimşirlikte ağlasın Bana
hayf değil mi der Sultan Mehmed" 4. Mehmed'in; altı kızı olduğunu beyan
eden Alderson, ancak üç isim verebilmektedir, bunlar da Hatice, Fatma ve
Ümmügülsüm Sultanlardır. Sultan 4. Mehmed 1099/1688'de tahttan indirildikten
sonra 5 sene daha ömür sürmüş, 1693'de darı beka eylemiştir ve annesi Hatice
Turhan Valide Sultan'ın türbesine defnolunmuştur. Bu türbe Mısır çarşısının
Sultanhamam çıkışına yakın köşesindedir.
Muharriri:
Mühendishanei Bern Hümayun Nazırı Erkânı Harb Ferik'i Ahmed Muhtar **** Tâb ve
Naşiri Tüccarzâde İbrahim Hilmi (Çığıraçan) Kütübhanei islâmi ve askeri Tüccarzâde
İbrahim Hilmi Çığıraçan 1326/1908
Sultan 4. Mehmed'in
saltanat döneminde, sadrazam ve serdarı ekrem Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa
kumandasındaki Osmanlı'larla Feld Mareşal Monte Kukuli'nin kumandasındaki
Avusturya ve müttefiklerinden kurulu, müttefikler ordusu arasında 1075/1664
senesinin muharreminin, 8. ağustos ayının 1. günü olan Cuma gününde meydana
gelen "San Gotard Meydan Muharebesi" ile bahse konu meydan savaşından
önce ve sonra yapılan askeri harekât hakkında verilen önemli ve esaslı
bilgileri kapsamaktadır. Bu eserin meydana getirilmesinde başvurulan kaynaklar
Osmanlı yazarlarının eserlerinden:
1- "Sahaifil Ahbar" adlı Müneccimbaşı
tarihi
2- Abdurrahman Şeref beyefendinin "Tarihi
Devleti Osmaniyesi
3- Defteri hakanı eski nazın Mustafa Paşa
merhumun" Ne-tayicül Vukuat" adlı mühim eseri.
4- Bu sefer sebebi ile Viyana'ya elçi olarak
gönderilen Evliya Çelebi merhumun, seyahatnamesi.
5- Tarihi Raşid
6- Çenberlitaşda bulunan Köprülü kütüphanesinde
mevcut "Tarihisülâlei Köprülüzâde" adı taşıyan Tarihi Hususi.
7- Gülşeni Maarif isimli osmanlı tarihi.
8- Fudeladan Ahmed Rıfat efendi merhumun
"Lügati tarihiye ve Coğrafya" adlı meşhur eseriyle, Kamus ül âlâm.
9- Osmanlı askeri yazarlarından miralay Tahir
bey merhumun "Müellifatı Askeriyye Tetkikatı" adlı eseri.
10- Tarihi Cevdet, Fezlekei Tarihi Osmani,
Sicilli Osmani, ile daha bir çok tarih eserleri. ....
Ecnebi
Yazarların,eserlerinden: , ,
1 Vortenburg erkânı harbiyei umumiyesi
miralaylarından, İsveç askeri üniversitesi azasından meşhur, Kauzler'in 1847
senesindebasılan ve Ezminei kadime yâni geçmiş zamanlardaki, kurunu vusta ve
ezminei cedid, yâni orta çağ ve yakın dönemdeki savaşların bahsini eden büyük
atlaslı meşhur eseri.
2 Avusturya ve müttefikleri ordusunun
başkumandanı Monte Kukuli'nin 1760 yılında, Amsterdam şehrinde basılan
"Memovar dö Montekukuli" adlı meşhur eseri.
3 1683 senesinde "Viyana Önünde
Osmanlılar" adıyla, 1883 senesinde Prah ve Layipzih şehirlerinde
yayımlanan ve "Kari Lovazel" tarafından yazılmış mühim eser.
4 Almanyalı Wilhe!m Totebum adlı bir zatın
1887'de Ber-linde yayımlanan "Monte Kukuli ve Sen Gotard Masalı"
eser.
5 Hammer ve Joannen adlı zatların Osmanlı
tarihleri, vesaire. Montekukuli, Avusturya devletinin fransa ile yaptığı
harpte, bilhassa 1675 senesinde fransızların meşhur mareşali, Toren'e karşı
yapmış olduğu savaşlarda, Avusturya ordusuna tam bir ustalıkla komuta
etmiştir. Son seferden sonra Lins şehrine çekilerek ömrünün geri kalan kısmını
askerlik hatıralarını yazmakla geçirmiştir. Esere ve yazdıklarına dair geniş
malumat almayı arzu edenlere, meşhur askeri yazarlarımızdan merhum Mehmed
Tahir beyefendinin "Müellifatı Askeriye Tedkikatı" adlı askeri
eserler arasında, nefâsetiyle temayüz eden kitaba müracaat edebilirler.
Montekukuli'nin San Gotar savaşına ait bilgileri ihtiva eden
"Memovar"ında Montekukuli'nin bir resmi bulunup, alt yazısında
Meclisi Harp reisi, Tophane müşiri, Raab Valisi ve asakiri imparatoriye
başkumandanı olarak unvanları yer almaktadır. Tovassun Şövalyeliği, unvanları
arasındadır, ne eriştiler. Ne kadar uzun olsa, bin sene bile yaşanılmış
bulunulsa, yine bir sonu olan ömür uzunluğunu, şehadet rütbesine, namus ve
sadakat kaidesine feda etmediler. Askerlik dünyası; şu San Gotard fedakârlarını
ilelebed, şanla şereflerle yâd edecektir. Bütün islâm âlemi ve Osmanlılar
ruhupâkilerine bundan sonraki her gün kıyamete kadar, saygılar sunarak
rahmetler dileyeceklerdir.
(Rahmetullahi aleyhim ecmain) Almanların erkânı harplerinden meşhur
Kauzler'in; yapılan savaşın meydana gelmesinden evvelki vaziyetler hakkındaki
beyanları içinde yer alan, aşağıya alacağımız bölümü pek dikkat çekicidir. İşte:
"Nehrin geçid noktası yakınlarında vaziyet almış Osmanlı bataryaları
alafranga saatle, sabahın dokuzunda ateşe başladılar. Bunlar ateş ettikleri
sırada, Bosnalı İsmail Paşayı emrinde bulunan, üçbin sipahi ve yine üçbin
yeniçeri ile Raab nehrini geçit mahallinden karşıya geçmiş görüyoruz. İmparatorluk askerlerinin ileri karakolları Osmanlılar
tarafından mahv ve perişan edildi. Avusturyalı Naseslo ve Kiyel Manes-kiğe adlı
komutanlar idaresindeki piyade alayları ile Şemiyet komutasındaki zırhlı süvari
alayı, yazdığımız ileri karakolların imdadına koşmuşlarsa da, bunlarda
Osmanlıların perişan ettikleri arasına katıldılar. Yeniçeriler; Mükeksedorf
köyünü işgal ederek o bölgede siperler kazarak usulen bu metrislere girdiler.
Sipahiler dahi imparatorluk askerinin ordugâhına kadar girip, tesirlerini
göstererek, orada bulunan imparatorluk askerlerinin çeşitli yönlere firarına
sebeb olmuşlardı. Bosnalı İsmail Paşanın düşman ordugâhına yaptığı tam başarı
sayılan hareketi gerçekleştirdiği sırada, Osmanlı ordusunun tamamı nehrin sağ
tarafındaki tepeler üzerinde bulunan kendi ordugâhlarından çıkarak nehrin
sahili boyunca doğru inişe geçti. İşte bu sırada sadrazam büyük bir hata işledi
ki, bu hatası şu idi: düşman ordusunun bölünmüş cenahlarını <yâni sağ ve
sol yanlarını> hiç bir şekilde işgal etmemek ve Raab nehrinide geçmiş
bulunan askeri birliğe, yeterli sürat ve acele ile yapılmasını gerektiren yardımı
sevketmemiş olmaktır.
"Montekukuli'nin
geçmişteki beyanından, hakikati aynen ortaya koymadığı <yâni geçit
hareketinin-bir adam tarafından yapılan hatalardan dolayı değil, belki
Osmanlıların fenni askeri kaidelerine uygun olarak ve gayet ustaca, cesurane
hareketi sayesinde muvaffakiyet elde edilmiş bulunduğu, bu hareketten sonra
Avusturya ve müttefikleri kuvvetlerinin müthiş bir baskına maruz kaldığı>
Kauzler'in yazılı
beyanından iyice ortaya çıkıyor Avusturyalılar ve müttefiklerinin, baskına
uğradığını Montekukuli de, tasdik edip, itiraf eylemektedir. Bu baskının
verdiği neticeyle; Avusturya ve ortağı devletler ordusunun içine düşmüş bulunduğu
perişanlık, Montekukuli'ninde itirafları arasındadır. Önceden olsun, sonradan
olsun anlatılardan anlaşılacağı üzere bu baskın, bütün müttefikler ordusunun,
kafi bir hezimete uğradığı şeklinde telakki ettirmiştir. Herkes, adetâ başının
çaresini aramağa başlamış, şu bir avuç Osmanlı bahadırlarının, yüzbin kişiyi
aşan Avusturya ve müttefikleri birliklerinin içine dalıvererek rast
geldiklerini kılıç ve mızrak darbeleri ile yere sererek, düşman ordugâhımda
çiğneyerek herkesin kalbine korku ve endişe saçtıkları, Montekukuli'nin
itirafıyla doğrulandığı gibi, yedi saat süren bu müthiş an Osmanlının zaferi
kazanmasına ramak kaldığını gösterir. Eğer; kesin zafer elde edilmiş
olunsaydı, pek şanlı olan ilk muzafferiyetin arkası getirilebilmiş olsaydı,
düşman ordusu tamamen esir veya artık herhangi bir harekete mecali kalmayacak
şekilde hareketsizliğinden yok edileceklerdi. Böylece de, padişahın ordusu
önünde hiç bir engel kalmadiğından, doğruca Viyana şehrini muhasara altına
alacaktı. Böylece daha sonra 1093/1682'de sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa
Paşanın komutasındaki kuvvetin Viyana'ya şevkinin, 2. Viyana kuşatması adıyla
anılması ondokuz sene evvel başlamış olacaktı. Daha ileri safhalarda
verilecek, tafsilattan anlaşılacaktaki; Montekukuli'nin dediği gibi sonunda
kesin zafer, düşman (Osmanlı) tarafında kalmamış ve şu kadar ki, Raab nehrinin
tasmasıyla nehrin karşı sahilindeki Osmanlı askerine yardıma koşulamadığından
yalnız oradaki askerimiz mecburen perişan olmuştur. Avusturya ve müttefikleri
ordusunun tamamının mahv olup çökmesinden Raab kalesinin zaptına dair esas
maksat gerçekleşememişti. Böylece nehri başka bir tarafdan geçerek, düşman
üzerine hücum için sadrazamın ordusu bu vakadan sonra nehrin akışı
istikametinde sağ sahil boyunca yeniden askere çıkış harekâtına başlamış ise
de, işin sonunda devleti âliye lehine olarak yapılan sulh antlaşması harbin
nihayet bulduğunu ilân etmiştir. Şu halde Montekukuli'nin, güya büyük bir
meydan savaşı kazanmış gibi yazmış olduğu eserine hodbince satılmış yazılar
karalaması garib sayılacak şeylerden değilmidîr? Gelecek sayfa ve satırlarda
bu hususata ait bir çok hakikati efkârı umumi-yenin tetkik nazarlarına
sunacağız. Montekukuli; bahse konu muharebenin tafsilatı hakkında bilgiverirken
demekteki; "..Bu esnada sadrazam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa, nehrin
bizim bulunduğumuz tarafına asker geçirmekten bir an geri kalmıyordu. Buna
bağlı olarak Osmanlının bütün kuvvetlerinin bu mahalde toplanmakta olduğunu
gördüğümde ve bizi o kuvvetlerle eşitlik bakımından mukayese edersek
vaziyetinde aleyhimize olduğunu müşahede ettiğimden yanımda bulunan Markidö
Maşlo'yu, sol cenahda bulunan Fransızların kumandanı Markidö Kolonyi'ye çabucak
gitmesini verdiğimiz karar mucibince bize yardıma davranmalarının, zamanının
gelmiş olduğunu söylemesini ve bu yardımını ise pek acil şekilde yapmasını rica
ettiğimi bildirmesini ten-bihledim. Kolonyi; bazı müşkülatlar ileri sürdüysede,
tahminen bin kişi kuvvetinde, iki tabur ve tamamı altıyüz atlı süvari olan
dört bölüğü gönderdi.
Gelen piyade
taburları, Foyyad'ın süvari bölükleri ise Bu-veze'nin komutasında idiler. Bu
kumandanlar ise emir ve komutamıza girmek ve ilettiğimiz, emirleri almış
olduklarını, yüksek sesle emir tekrarı yaparak bildirmek ve büyük cesaretle
yerine getirmeye pek büyük gayret göstermişlerdir.
(*) Bizim
kuvvetlerimiz; işte ancak Fransızların ve diğer müttefiklerin, Şiplık ve Piyo
komutasındaki piyade ve Ra-paksi komutasındaki, süvari alaylarından meydana
gelmiş kuvvetlerin yardımıyla meydanı harbde sayımız çoğalmış bulunduğundan,
işlerin azar, azar lehimize sayılacak güzelliklere dönüştüğü görüldü. Ne var
ki Osmanlılar da, bulundukları yerde kurmaya başladıkları mevki müstahkemler
sayesinde kendilerini sağlama almağa koyulmuşlardı. Öte yandan Osmanlının
büyük bir süvari kolu, yarım fersah yukarıda nehri geçti. Öbüryandan da bir
takım Osmanlıya ait asker daha aşağıda Sen Gotard köyü yakınlarında nehri
geçmek teşebbüsüne başlıyordu. Eğer Osmanlıların bahse konu hareketleri
başarıyla sonuçlansaydı ordumuz tamamen bir kuşatmaya maruz kalmış olacak
böylecede zafer Osmanlılar tarafında kalacak idi.
(*) Sen Gotard savaşına iştirak eden ve
çoğunluğunu, süvari şövalyelerin teşkil ettiği fransız askerînin bıyık ve
sakalları traş edilmiş ve eski usulleri gereği, saçları kadın gibi uzatılarak
enselerinden aşağı salıverdiklerinden dolayı sadrazamın bunları kadın
zannetmesinden ve böyle savaş girmiş olmalarını ve davranışlarını gördüğünde
hayrette kalırken, bu fransız şövalyelerinin üzerlerine atılan osmanlı askerini
birbirlerine, "öldür öldür" feryatlarıyla coştururken, buna ilavetende
savaşı başarılı bir tarzda sürdürmelerini gördüğünde, bu hayreti şaşkınlığa
kadar varmış idi. Çünkü bunların kadın olduğunu sanmaktaydı. Avrupalı bazı
yazarlar sadrıazamın bu şaşkınlığını eserlerine almış bulunmaktadırlar.
Monteku-kuli yukarıda saydığımız tehlikeli hareketi ifadeden sonra, bu hareketi
zafere çevirmek için aşağıdakileri yapmamın gerektiğini anladım demekte. Bütün
ihtiyat askerinin geride bulunanı ve Şiparuk alayları, nehrin üst tarafına ait
bölümü müdafaaya koştular. Müttefik ve fransız askerleri nehrin akışına doğru
atılıp, düşmanı (Osmanlıları) durdurup, nehri geçmekten menetmeye muvaffak
oldular.
Anlatılanlara
dayalıdırki; savaş nizamının merkezi, harbi hâl ve fasl eyleyecek duruma
cilvegâh olmuş ve o an, büyük bir önem kazanmıştı. Burada bir an bile zaman
kaybı olmamalıydı. Çünkü; böyle bir yerde ve vaziyette tereddüd içinde
kalınırsa, Osmanlılar buradaki mevkilerinde kendilerini kuvvetlendirme,
sağlamlaştırmaya vakit bulacaklardı. Harb mevkiinin yerini ve faydalı
taraflarını, düşman askerinin (osmanlı askerinin) düzenini bizzat kendim
yeniden tahkikle keşfe giriştim. Bunu tamamladıktan sonra diğer arkadaşlarında,
istikşafatta bulundurduktan sonra diğer generaller ile birlikte saldırıya
geçmek üzere tertibat yapma karan aldım. Bu arada bazı zevatın çekilmek
fikrinde olduklarını, başka bir takımınında daha evvelce ordugâhı terk etmiş
olduklarını vede birtakımının da yine ricat fikriyle dolu olduğunu gördüğümden
vücudumuzu kurtarmak için, cesaretimizi kolumuzun kuvvetini kullanmaktan başka
çare kalmadığım, bu bakımdan bütün gücümüzle düşmana saldırmamız ve mağlup
etmek için, en son gayretimizin dahi gösterilmesinin gerektiğini söyledim.
Galibiyeti elde edemediğimiz takdirde metanetle ölümü seçmemiz icab ettiğini,
yahud zafer veyahudda canımızdan vazgeçmemiz icab ettiğini bunu yapabilmek
içinde cesur olmanın kâfi geleceğini beyan ettim. Yukarıda ifade ettiklerimi
tamamladıktan sonra bir anda her cihetden düşmanın üzerine atıldık. Aynı yerde
bulunan düşmanın dehşet verici tarzda attıkları, nâra ve sayhalarından ve
onlara karşı kullandığımız ateşli silahlar ve çeşitli topların husuie getirdiği
seslerin meydana gelmesinden, gökleri sarsıcak büyüklükteki şamata içinde
savaşmağa başladık. İmparatorluk askeri alaylarından Şepik; Piyo, Tasso, Loren,
Şinadav, Rap-pak alayları sağda ve imparatorluk askeri ve bilhassa Şuab dairesi
askeri ortada, fransız askeri solda bulunuyorlardı. Bahse konu askerin hepsi
bir kavis şeklinde yürüyerek düşman kuvvetlerinin kuşatılmasını cepheden ve
yan taraflardan hızla yürüyerek gerçekleştirdiler. (Meydan savaşının Viyana'da
basılmış bir eserden alınan resmin gösterdiğine dikkat edilmesi) İki hasım
arasında meydana gelen müthiş kapışma neticesinde istihkâmlar inşa ederek
yerleşmiş oldukları araziyi terk etmeğe, bunla da iktifa edilmeyip, gayri
muntazam şekilde geri çekilme hatta kendilerini nehre atmağa mecbur oldular. Bu
vaziyet öyle bir karmaşa, korku ve dehşet halinde vukua geldi ki oskerin pek
dar bir geçid içinde sıkışarak birbiriyle çarpışmağa, birbirlerini itip kakmağa
mecburiyetlerinden dolayı> göğüs göğüse savaştan canını kurtarabilen ne
çare nehir içinde boğuldu. General Şiparuk ise, düşman <osmanlı>
süvarisine meydan okuyarak, büyük bir savaşın kanlı sahnesini yaşadı, üst
tarafda ise, düşman süvari askerleri ise, Hırvatlar ile imparatorluk askerlerinden
Dragon süvarileri tarafından mağlub edilmiştir. Nehrin karşı yakasında mevki
tutmuş bulunan düşman topçusu; tüfenkli askerimiz tarafından, arkası
kesilmiyen bir atışa mâruz bırakılarak toplarının başından ayrılma fiilini
işleme vaziyetine düşürüldüler. Bizim askerin bazıları sahilin karşısına
yüzerek geçtiler. Buradaki topların bazılarını çivilediler, bir kısmını da
nehre yuvarladılar. Daha sonra da, nehire dökülen toplarda çıkartılıp ordugâha
getirildi. "Yukarıya almış olduğumuz Montekuku-li'ye ait ifadeden
sadrıazamın karşı sahile asker şevkinden bir an bile geri durmadığını bununla
birlikte Osmanlı kuvvetlerinin tamamının burada buluştuğunu, buna bağlı olarak
da kuvvetler arasında eşitlik kalmadığını, sol cenahdaki fransız -ların kumandanı
olan Kolliniden yardım taleb etmeye mecbur kaldığını, itiraf ettiğini anlamış
oluyoruz. Bir takım adi davranışları, Montekukuli gibi büyük bir asker ve
komutanın ağzından işitmek, doğrusu insanı hayretlere garkediyor. Bakınız
koskoca mareşal, bilinen eserinin başka bir bölümünde, kendi söylediklerini
yine kendi ifadeleriyle nasıl yaralıyor. "Suların azgınlığından Raab nehri
o kadar kabarmıştı ki savaşın ertesi günü nehrin kenarında bulunan
karakollarımızı, geri çekmeğe mecbur olduk. Bundan başka Osmanlıların savaşa
seyirci gibi bakmış'otuz bin atlısının*tamamen dinç olarak savaşa hazır
bulunması... Takibin yapılamamasına asli sebeb gibiymiş şeklinde
gösterilebiliyor." Şu ifadesiyle Montekukuli; otuzbin Osmanlının harbe hiç
girmemiş olduğunu itiraf ederse, neticesinde kazandığı galebenin, zaferin
temini İçin Osmanlının bütün kuvvetinin bir araya gelmiş olması nasıl mümkün
oluyor. Bütün anlatılanlardan anlaşıldığına göre, çoğu gerek ecnebi, gerekse
yerli tarihlerde gösterildiği üzere Montekukuli'ninde nehrin ortasında,
kendileriyle harbe giriştiği askerin, Osmanlı askerinin tamamı olmayıp, bu
ordununun mahdut bir kısmıdır. Yâni; Avusturya ordusunu ansızın basan ilk
Osmanlı taarruz birliği ile onları kuvvetlendirmek için sadrazamın fezeyan
yâni; suların kabarmasından önceki ana kadar, karşıya geçirebildiği sayısı
belli bir miktar asker, tahminen orduyu hümayunun sekizde/birini teşkil
etmektedir. Tarihçilerin çok büyük bir bölümünün kanaati bu muharebede
Avusturya ordusu ve müttefik devletlerin gücünün tamamı yüzbin kişiyi
aşmaktaydı, buna karşılık-da Osmanlı kuvvetlerinin tamamı seksenbin civarında
idi. Nehri taşıran su feyezanına kadar bu kuvvetin ancak onbin kişilik kuvveti
karşı sahile çıkarılabilmişti. Böylece nehrin suları kabarınca imdadına
koşulması gereken Osmanlı kuvveti, onbin kişiydi. Bu askerin imdadına gidemeyen
Osmanlı kuvvetleri katliamın ancak seyrine bakma durumunda kalırken, mareşal
Montekukuli bu kuvvetin onbin kişi olduğunu görmezden gelerek, beyanında
kuvvetlerin eşitsizliği münasebetiyle, fransızlardan yardım isteme
mecburiyetinde kaldım demesi, gülünecek hâldir!
Nehrin öte tarafında,
avusturya kuvvetlen ve de müttefikleri ile başbaşa kalmış onbin kişi
civarındaki Osmanlı birliği, aradaki aleyhlerine olan korkunç güç ve sayı
farkına rağmen cesaretle, soğukkanlılıkla çarpışıyorlardı. Kifayetsiz kuvvet ve
sayıca az olmalarına rağmen, osmanh birliği muzafferiye-te nail olmak şansına
erecekti nerdeyse. Ancak; geriden gelmesi gereken takviye, nehrin sularının
kabarması yüzünden mümkün olmayınca bulundukları mevkii düşmana vermemek için,
olanca güçleri ile savaşmaya koyuldular. Bu duruma bağh olarak, Montekukuli bu
fırsattan istifade ederek, ce-' nahlardaki bütün kuvvetleri merkeze topladı ve
kendi kuvvetlerinin binde birini teşkil etmeyen Osmanlı üstüne saldırdı ve
hududu belli bir muvaffakiyet kazandı. Yukarıda söylediğîmiz gibi, onbin osmanh
askeri nehrin öbürtarafında, çok büyük kuvvetler karşısında katliama tâbi
tutulmaktayken geri kalan ve kuvvetin büyük kısmını teşkil edenler seyretme
durumunda kalmıştı. Buradaki kuvvet otuzbin kişi olmayıp, adetâ Osmanlı
kuvvetlerinin çok büyükçe kısmını teşkil etmekteydi. Osmanh birlikleri nehrin
sularının kabarmasından pek az önce düşmanın sağ ve sol cenahlarına saldırıya
geçmişse de, daha erken yapılması ve merkezle birlikte yapılması gerekirken,
yapılan tehir, nehrin kabarması sonucuna denk gelince başarı elde etmek kabil
olmamıştır. Buna bağh olarak, düşmanın sağ vede sol cenahları serbest
kaldığından Montekukuli bu serbestlikte merkeze, yeterli kuvvet çekebilme
şansını bulmuş ve kullanmıştır. Geçde olsa avusturya kuvvetlerinin sağ ve sol
saflarına karşı hücumla vazifelenen osmanh yan kollan, Montekukuli'nin dediği
gibi, Osmanlılar kendilerine karşı koyan gücün kuvvetlice mukavemetinden değil,
taşmış bulunan nehrin karşı yakasına geçemediklerinden bir şey yapmağa
muvaffak olamamışlardır. Yine Montekukuli'nin dediği gibi; bu cenahlardan
birinde Osmanlı güçleri başarılı olsaydı, avusturya ordusunun kalabalık bir
süvari kuvveti ile arkası alınmış olacak, bu süvari gücü hasebiyle avusturya ve
müttefiklerinin tamamı arkalarını feyezan halindeki Raab nehrine vermeye
mecbur kalarak, Osmanlı merkez hücum kolu ile cenah kuvvetlerinin arasında
kalarak ya tamamen mahvolacak ya da, terki silah etmeğe mecbur kalacaktı. Ne
çareki; takdiri İlâhi böyle tecelli etmiş, Raab neh-rininde suları kabarmış,
Osmanh askerlerinin istihsal edeceği bir zafer tahakkuk etmemiş oldu.
Montekukuli'nin uzun uzun anlatmaya çalıştığı, aldığını söylediği harb tertibatına
bakarsak, bu ifadelerinde takdiri hakkettiği söylenebilir. Ancak; kendi
kendine meydana gelen su kabarmasının husule getirdiği fırsattan istifade
ederek, tabiyatiyle yapması gerekeni tatbik etmeyi anlatırken gösterdiği
mübalağa inkâr ediimez şekilde kendini sergiliyor. Karşısında pek zayıf bir
güçle direnen düşmana karşı, çok üstün bir kuvvetle elde edilen galibiyette
hele talihin az görülür derecedeki büyük yardımı sayesinde gösterilen
muvaffakiyete bir büyük kumandanın bu kadar sevinmesi ve büyük bir şeref
duymaması icab eder.
Montekukuli'nin bu
savaştaki başarısını mübalağalı yersizce övünmesi, savaş erbabının
ciddiyetiyle tanınmış kimseleri arasında takdire mazhar oİamaz. Mareşal
Montekukuli savaşın nihayetinde, kendisinin askerlerinden bazılarının nehri
yüzerek geçtiğini ve Osmanlıların bırakmış olduğu topların bir kısmını
çivilediklerini, bir kısmını da nehire yuvarladıklarını, bilahire sudan
çıkarılıp karargâhlarına getirdiklerini söylüyor. Şimdi kendisiyle savaşmakta
olanlar mağlup edilmişler, yazılan toplan da bırakıp gitmişler İdi. Geçit
yerinin ellerine geçmesi ve Osmanlıların burada kurduğu muhakkak olan vede
mareşalin ifadesinin tamamına bakarak hâlâ mevcud bulunması icab eden köprüden
galib olarak geçerek bahse konu toplan ele geçirerek ordugâhlarına
nakletmelerini gerektirirdi. Askerlerin bazılarının nehri yüzerek geçip,
topların bazılarını çivilemesi ve bazılarımda nehre yuvarlamasına hiç lüzum
yoktu. Montekukuli'nin bu ifadesiylede ortaya çıkmaktaki, Raab nehri askerin geçişine
müsaade etmeyecek tarzda taşmış, üstündeki köprüyüde alıp götürmüş, buna bağlı
olarak da, suyun öbür tarafına geçmiş bulunan Osmanlı askeri lâzım gelecek
yardımı alamamış, kendisinden on mislinden fazla sayıdaki düşman kuvvetine
mağlup olmuştur. Mareşal Montekukuli; savaşın safahatı ve neticesine sözü
getirerek diyorki: "Bahse konu savaş pek kanlı ve inatla sonu
belirleyecek açıklıktan uzak tarzda cereyan ediyordu. Avrupa saati İle sabahın
dokuzundan önce başlayıp, akşam üstü onaltıya kadar devam etmiştir. Her iki
taraftan bir hayli insan ölmüşsede ve bir çokda yaralı varsada, osmanlı
tarafının kaybı dahada ziyade idi. Osmanlılar meydana gelen bu sa-vaşda
yardımcı askerlerini değil, belki en savaşçı, en cesur, kahramanlığı ile
temayüz etmiş seçme askerlerini, dünyaca meşhur yeniçeri ile arnavut
askerleriyle, sipahilerini yâni Osmanlı devletinin kılıçla kalkanı sayılan,
İstanbul'un en birinci bahadır yiğitlerini zayi ettiler. Tarih sayfalarında
misaline pek ender rastlanır ki böyle, büyük bir kavga ve cenk ile kuvvetlerinin
hepsinide biryere toplamış büyük bir ordunun sahrada, yukarıdan beri
anlattığımız şekilde perişan edilmesine rastlanmış değildir. Yapılan bu savaşda
düşmandan (Osmanlıdan) bir çok sancak vede bayraklar ele geçirildi. Ayrıca çeşit
çeşit altun ve gümüşden, beygir takınılanda ele geçti. Nice sanat eseri
kılıçlarla, para ve pek kıymetli taşlar, velhasıl külliyetli miktarda ganimetin
sahibi olduk. Savaştan sonra bir hayli zaman geçmesine rağmen, mezkûr nehrin
dibinden nice kıymetlere hâiz ganimet çıkarılmaya devam olunmaktaydı. Suyun
üstünde yüzen cesetlerde, çengelle kenara çekilenlerde de bu kıymetli
ganimetlerden bulunuyordu. Bu savaşda tecrübe bakımından yetersiz olan yeni
askeri merkeze koymak, kendilerine daha fazla emniyet ve itimat edilmekte
bulunulan kıdemli askerin yan bölgelere konma suretiyle tabiye olunması bu
üzücü neticeyi davete sebeb olmuştur.
Bilhassa düşman yalnız
merkeze hücum etmeyip, cenahlara da hücum etmiş, Raab nehrini merkeze karşı
bir yerde geçmiş bulunduğundan askerlerimizin burada bulunan az bir bölümü,
eğer etraf ve yanlardan gelen yardımlarla takviyesi sağlanmasaydi, ordunun
tamamı Osmanlıların, biraz büyükçe kuvveti tarafınca ricata mecbur
bırakılsaydı büsbütün ku-şatılacaktı. Yanı vede arkası alınarak feci bir
mağlubiyete duçar edilecekti. Böyle durumlarda askerin azlık olmalarından
doğan eksiklikleri, cesaretle ikmal ile bertaraf etmeleri mutlakı lâzım
edendir. Arzu edilen bu çeşit hassa tecrübesiz askerde değil, belki değeri ve
kıymeti denenmiş tecrübeli ve muntazam askerde bulunacağı aşikârdır. Bundan
başka bizim yaptığımız gibi merkezi kendisinin yakın ve bitişiğinde bulunan
cenahların yardımıyla takviye edip himayeye almak kolay ise de, aradaki mesafe
büyüdükçe bir uçdaki asker ile taa diğer uçdaki askerin koruma altında
bulundurulamaya-cağı herkesçe kabul edilir. Anlattıklarımızla görülürki; meydan
savaşı yinede kaybedilme tehlikesine maruz idi. Sükunetle incelersek
görülecektirki, müttefik askerler meydana gelen çeşitli karışıklık ve
perişanlık yüzünden, bozulduktan sonra dahi ölmeyi yaşamaya tercih eden, asla
minnet ve âmâna düşmeyen yeniçerilerle, arnavutlann cesaret ve kahramanlıklarının
ve metanetlerinin yüksekliği, denizlerde görülen med ve cezir olayı gibi zaman
zaman askerimizin gerilemesini, vakit vakitte kendilerinin geriye çekilmesi
bundan dolayı savaşın uzun bir zamanının meşkûk kalması, barutun bitmeğe yüz
tutması gibi hususlar savaşın kaybedilmesine dair ikna edici delillerin
başhcalanndandır. " Avusturya ve müttefikleri ordusunun başkumandanı olan
Montekukuli'nin anlattıklarına göre: sabahın dokuzundan akşam üstüonaltı'ya
kadar yedi saat sürmüştür. Alman erkânı harp miralaylarından meşhur Kauzler;
yedi saat süren bu savaşta müttefiklere ait kuvvetlerin bir hayli ölü (60
subay, 2000 asker) verdiğini, karşı ordununda 6 bin ölü, 8 binde Raab nehrinin
sularında boğulduğunu ifade ediyor isede, Osmanlı tarihçilerine göre bizim
zayiatımız ordunun tamamına nisbetle pek az olup, avusturya, müttefik ordusunun
zayiatı ise, Osmanlılardan bir kaç misli ziyadedir. Savaş alanı ve bilhassa
harb nizamının merkezi sayılan Mükeksedorf köyü yakınları müttefikler or-\ duşu
mensubu askerlerin (eşleriyle dolmuştur. Montekuku- \ li'nin, Sen Gotard savaşı
hakkında yukarıda kaydettiğimiz^ sözlerinden olan Osmanlıların en seçme
askerlerini telef e -tiklerine dair ifadeleri, pek mübalağa sayılsa yeridir.
Montekukuli'nin bu ifadesi kendisini büyüklük kompleksine kaptırdığını ortaya
koymaktadır. Çünkü; ordusunun tamamının 80binkişi olduğu ve bu kuvvetin lObin
kişisi nehri geçmiş ve Montekukuli kuvvetleriyle çarpışmıştır. Yetmiş bin
kişinin bil-fiilsavaşa girmediği noktada, seçme askerin kaybedilmesi olayı
nasıl mümkün olabilir? Montekukuli, hakikati söyleme yolunu tercihi şu ifadeyle
gerçekleşebilirdi: "Bu savaşda Osmanlılar seçkin askerlerinden olan
yeniçeri ve sipahilerin az bir kısmını kaybetti" Mareşal Montekukuli'nin
Osmanlıları tamamen bozduğuna ve büyük bir zafer kazandığına dair ifadelerde
bulunması, şaşılacak şey olmayıp, ancak gülünecek bir haldir. Bu kumandanın
anlatmaya çalıştığımız hududu belli başarısını, tarihlerde ve bilhassa
Avusturya tarih kitaplarında, hassaten de kendisinin kaleme almış olduğu
"Me-movar"ında tarif edilmez büyüklükte gösterdiğini müşahede eden
hakikat sever zevattan, almanyah Wilhelm Notebom adlı zat: "Montekukuli ve
Sen Gotard Masalı" adını verdiği bir eser kaleme almıştır. Bahse konu
eserde Montekukuli'nin tesir ve rolünün tarihçiler tarafından büyütülmüş
olduğunu ikna edici delillerle ortaya koyduğu rahatça görülür. Bu eser 1887
senesinde Berlin'de tâb olunmuştur. Bay Wilhelm bu çalışmasını yaparken bahse
konu savaş hakkında yayımlanan bütün kaynaklara bakmış, risale haline
getirilmemiş nice hatırat ve layihalarıda taramıştır. Hâttâ h. 1153/m. 1740 senelerinde
ülkemizdeki basılmış tarih kitaplarından olan "Râ-şid Tarihi"ne de
müracaat etmiştir. Bütün bu tetkiklerden sonra bu alman muharrir, yapmış olduğu
eserde, iki asırdır avrupayı ve avrupalıları pek büyük bir zaferin sahibiymiş
gibi adeta aldatmış olan Montekukuli'yi bütün çıplaklığı ile gözler önüne
sermiştir. Herhalde bu Montekukuli'nin, kazanıldığından bahsettiği parlak
zaferin çeşitli ganimet mallarının kıymetinin de mübalağa edilmiş olduğunu
kabul gerekir. Montekukuli, tecrübesi yetersiz askeri yalnız merkeze koymakla
yaptığı hatayı itiraf ediyor. Yaptığı bu hata ile birlikte, yapılmasına, pek
geç başlanan ve suyun taşması sebebiyle başa-çıkılamayan hücumlarından birinde
başarılı olunduğu takdirde, kendi ordusunun başına geleceği gayet tabii olan
felâketi pekgüzel görüp tetkik ediyor. Ayrıca cenahlar ile merkez arasındaki
büyük açıklığı, kendisinin yaptığı gibi cenahlarda-ki askerle merkezi korumak
her dem mümkün olmayacağını düşünebiliyor. Meydan savaşının neredeyse kaybetme
tehlikesi bulunduğunu göstererek, hududu belli başarısının bile kendisine pek
pahallıya oturacağını dolaysıyla gösteriyor. Hele Osmanlı askerinin kahramanca
ve usanmaz bir iman ve inançla yaptığı savletleri, din ve devlet uğruna ölmeği,
yaşamağa tercih ettiklerini tasdik ve ifade ederek, her zaman iftihar
ettiğimiz ecdadımızdan bize hatıra sunmuş oluyor. Mon-tekukuli; düşmanın takibi
üzerine sözü getirip diyorki: Bozulmuş ve korkuya dalmış ve dehşete düşmüş
olan düşmanın takibiyle zaferden büsbütün istifade etmek akla gelmemiş değildi.
Hatta Kartaz (Kartaca) ordusunun başkumandanı Anibal'e bu hususda isnad edilen
ayıp ve kusur bile bu sırada, iyice düşüncemizi sarmıştı. Fakat gelecekteki
korku engel teşkil etmiştir. Düşmanı takip etmek için geçilmesi gereken
nehrin suları savaşın sona ermesiyle başlayan fezeyan-dan dolayı o kadar
yükselmiştiki, nehrin kenarında bulunan karakollarımızı dahi ertesi günü
çekmeğe mecbur olduk. Bir de; düşmanın savaşa seyirci gibi bakma durumunda
kalmış olan otuzbin atlısının son derece dinç ve savaşa hazır durumda olması,
son hücumda ise ekmek ve cephanenin tamamen tükenmiş olması, askerin önemli
miktarda azalması, yorulmuş bulunması hatta konması şart olan karakolların
bile asker azlığından dolayı konulamaz hale gelmesi, bu takibin yapılamamasının
esas sebebi olarak gösteriliyor. Bundan da başka düşman; kendi ordugâhını
kaldırmayıp, ağustosun beşinci ve altıncı gününe kadar yalnız sıkıştırmak,
takviye yapmak ile yetini vermişti" Montekukuli büyük bir meydan muharebesini
kazanmış olduğuna herkesi inandırmış bulunduğuna kanaat getirdikten sonra,
alelusul yapılması icab eden bîr takibden bahsederek, Aniballerden filânlardan,
misal getirdikten sonra takibi yapamamasının sebebi hususunda beyanda
bulunmaya çalışıyor. Bir büyük meydan muharebesi kazanılmışım ki takip mümkün
olsun?. Osmanlı kuvvetleri bütün kuvvetinin ancak sekizde birini kaybetmekle
birlikte faal durumunda, mükemmel nizamında kalarak, dehşet ve iktidarını
sergilemekte ve düşmanı tepelemek için, hâla fırsat gözleyerek savaşıp darbe
vurmaktan asla aciz değildi. Bulunduğu yerde bütün korku salan heybetiyle beş
gün kalmış, harekete başlamamış idi. Bu vaziyette galib olarak geçinmekte olan
Montekukuli mağluplardan çok, çöküşe ve perişanlığa düşmüş olduğunu beyan
ettiğinden dağınık ordusuyla Osmanlıları takip işini nasıl yapacaktı?
Montekukuli, savaşı anlatırken kendisinin zaferini iyice parlak göstermek
için, düzmece bir plân icad etmiştirki, o dahi Raab nehri sularının güya savaşı
bekleyip de takibe mâni olmağa savaş biter bitmez suların kabarmasının
başlamış olmasıdır! Fesübhanal-lah!
Koca Montekukuli,
herkesin gördüğü, osmanlı tarihçilerinin tamamının meydana koyduğu koca bir
hakikati <yâni savaşın cereyanı sırasında, nehrin birdenbire taşarak karşı
sahildeki osmanlı askerine artık imdada gidilememiş olduğundan mecburen o
askerler yenilmiştir. Şimdi böyle açık bir hakikati nasıl saklamaya cesaret
edebiliyor? Ancak romanlarda rastlanan, garib tesadüfler Sen Gotarda da
kendini gösterdi! Ecnebi tarihçi ve yazarlar ile osmanlı müverrihleride acaba
savaş yapılma esnasında meydana gelen şu suların kabarmasını, karınlarındanmı
uydurmuşlardı? Deniiebilirmi ki; bu hususda ecnebi yazarlarda yalanı seçmeyi
tercih ettiler? Kesin olarak tesbit olunmuştur ki; feyezan yâni suların
kabarması öğleden biriki saat geçince birdenbire başlamış, nehrin üzerine
kurulu hafif köprüyü alıp götürmüş, nehrin iki yakasını birleştiren vasıta
ortadan kalkmış oluyordu böylece. Bu vaziyet karşısında az bir sayıyla kalmış
osmanli askerini, bütün kuvvetleriyle kuşatıp, kuşatmada kalan askeri bozmak
için, büyük müşkülâtlarla karşılaşarak ancak muvaffak olabilen
Montekukuli'nin, nehri kendi ordusu ile geçebilmesine, farzı muhal geçse bile
<karşı sırtlarda avusturya ve müttefikleri ordusuna hâla dehşet saçan faaliyet
ile mükemmel vaziyette olduğu kendisi tarafındanda tasdik olunan> osmanlı
ordusu, kısmı azaminin aç vede perişan halde olan ordusunun durumunu kendi
itiraf eden kimse böyle bir orduyla takibe kalkışabilirini? Savaştan sonra
meydana gelen durum iyice tetkik olunur, bilhassa savaş ağustosun birinci günü
meydana geldiği halde, Montekukuli'nin itirafına göre osmanlı ordusunun
ağustos'un altısına kadar, bulunduğu mevkii terk etmeyerek vaziyetin
telafisini fırsatı olduğu düşünülürse, ileride anlatılacağı gibi bu savaştan
sonra yapılan sulh antlaşmasının Osmanlılar lehinde cereyan ettiği
düşünülürse, Montekukuli'nin takiplerden, filanlardan bahs ettiğine kendisi
her zaman osmanlı ordusunun tehdidi altında kaldığı halde, galip olarak
geçindiğine cidden hayret edilse elverir. Montekukuli; Sen Gotard savaşından
dolayı avusturya'da meydana gelen büyük memnuniyete dikkat çekerek şöyle
demekte: <Zaferin haberi, avusturya imparatoru ve bütün halkın gözünde fevkalade
neşeyle karşılanmış, bu haber üzerine Viyana mabedinde de pek büyük ayinler
yapılmış, neş'e içinde toplarının şehre velveîesâz olmuş bulunduğunu, imparator
tarafında^ yazılıp orduya gönderilen mektuplarla kendisine ye emrindeki
generallerle zabitana arzı teşekkür ve takdirlerde bulunulduğunu, kendi eliyle
italyanca yazarak, adına göndermiş olduğu iki mektupda dahi hakkında fevkalâde
iltifatlar yapıl-- masına vede bu mektupların gelecek nesiller için kıymet
bi-çilemeyecek derecede, pek pahalı bir hazineyi teşkil ettiğini bundan başka, hizmetinin mükâfaatı olarak imparatordan
uhdesine kendi ordularının leytonan generalliği <feriklik> rütbesi
verildiğini*bir de, imparator tarafından mükafat olarak, bütün askere birer
maaş ihsan olunup, bununda memnuniyeti umûmiyeye sebeb olduğunu nakil ve
rivayet ediyor. Bu rivayettende anlaşılıyor, ki Montekukuli ötedenberi her
zaman muzaffer olan osmanlı ordusunun, nehri geçen bir müfrezesine, suların
kabarması yardımıyla elde ettiği zaferi, pekçok parlaklıkta göstererek
bildirmiş ve bu başarı pekde büyük görülmüş ki kendisine, büyük teşekkürat
yapılıp, mükafatlara nail edilmiştir. Montekukuli; Sen Gotard meydan
savaşından sonra avusturya'da husule gelen büyük memnuniyete sözü getirerek
"Muzafferiyet haberinin avusturya im-paratorununun ve bütün halkın gözünde
fevkalade neş'e ve sürura sebeb olduğu görüldü. Alınan zafer haberi gereğince
Viyana büyük mabedinde azim bir ayin yapıldı. Tesit için atılmakta olan
topların sesiyle neş'e bulunduğunu, imparatorun kendi eliyle yazarak orduya
gönderdiği mektuplarla, Monte-kukuli'ye ve maiyetindeki komutanlara,
generallere ve zabitlere teşekkürlerin arz olunduğunu, çeşitli takdirata
mazharol-duktan sonra, imparatorun kendi el yazısı ile italyanca olarak yazmış
bulunduğu iki mektubdan memnuniyetini belirtmiş ve gelecek nesline, bu iki
mektubun paha biçilmez kıymet taşıyan hatıra olarak kalacağının zevkini
tatmıştır. Ayrıca imparator, kendi ordularının başına kumandan yaparken
"liyotonan generalliği" "<bizdeki feriklik> rütbesini
verdiğini ayrıca askerlerin her birine bir maaş ikramiye ihsan ettiğini1' beyan
ediyor, bu anlatılandan ortaya çıkıyorki; Montekukuli eskidenberi devamlı galip
gelen osmanlı ordusunun nehri geçen bir müfrezesine karşı suyun kabarması
sayesinde elde etmiş olduğu galibiyeti pek fazla büyütüp, parlatarak
bildir-liştir. Hakikaten bu anlatım vakayı büyük göstermeğe yara-ıışki,
teşekkür ve mükafatın büyük tutulduğu görülmüştür.
Kauzler, bazı ecnebi
ve osmanlı tarihçileri nezdinde Os-nanh askerinin muvaffak olamamasına
aşağıdaki sebebler medar olmuştur. Montekukuli; feld mareşallik rütbesiyle diğer
rütbelerini daha sonraları avusturyanın diğer savaşlarında elde etmiştir.
Genellikle, sulh zamanında gösterdiği büyük yararlıklar kendisine mükafat
olarak bu rütbeleri getirmiştir. <Montekukuli'nin tercümei haline müracaat
1) Raab
nehrini önce geçen ve avusturya imparatorluk askerini kendi ordugâhları
ortasında tarn bir emniyet içinde iken basan ve şecaatin son raddelerine kadar
sebat etmiş bulunan Bosnalı İsmail Paşa komutasındaki osmanlı birliğinin
himayesinde ihmal bulunularak, lâzım gelen zamanda ona yardımın gönderilmemesi
ve düşmana vurulması gereken kuvvetli darbe fırsatınında kaçırılmış bulunması;
2) Raab
nehrinin henüz suları kabarmadan önce avusturya, müttefikler ordusuna ait iki
cenahada daha önce hiç do-kunulmaması, bu cenahların bulundukları iyi halde
serbest bırakılması, Montekukuli'ye merkezin yardımına gelebilmek için bu
cenahlardan istifade etme şansının sağlanması;
3) Cenahlara hücuma geç başlanıldığı gibi gevşek
davra-nılmasida, bu hücumların tam fayda vereceği esnada suların kabarma
vakasının cereyan etmesi hareketi adetâ akim bırakması;
4) Büyük bir hızla yağan yağmurun tesiriyle,
öğleden sonra Raab nehrinin taşması ve bu su üzerindeki hafif köprüyü götürmesi
böylece de iki sahili birbirine bağlayan vasıtadan mahrumiyet;
5) Ordunun yanında her vaziyete uygun tarzda
kullanılabilecek tam tekmil köprü takımlarının, nehrin karşı sahiline atış
yapabilecek uzun menzilli topların ve bundan başka, düşman ordusuna nisbetle
yeterli sayıda adi topların dahi bulunmaması;
6) Bu savaş esnasında, eski savaş nizamımızın
bozulmağa başlamasına ait zamanda olması buna karşılık ise, avrupalı-ların
savaş usullerinde, bir hayli terakki etmiş olduğu döneme rastlaması;
7) Müttefik askerlerinin, başkumandanı olan
general Mon-tekukuli'nin fevkalade ustalık ve sebatkârlikla savaşı idare
edebilmesi, yazmış olduğu mezkûr savaşı anlatan eserde durumu her ne kadar
abartmışsa da, bunların ze_ki, başarılarını değerli bulmak gerektiği, rivayete
göre general Montekuku-li'nin emrinde bulunan generallerin telaş ve korkulan
başkumandana erişememişti defalarca yapılan osmanlı hücumları karşısında harp
ilmine vukufiyeti sayesinde dayanması, başarısında büyük rol oynadığını kabul
lâzımdır.
Tarihi Devleti
Osmaniye diyorki: "Osmanlı ordusu Raab Çayı'nın sol yakasına geçmeğe
savuşup, bir münasib geçid bulmak üzere, sağ yakasını ve avusturya başkumandanı
general Montekukuli de geçişe engel olabilmek için, sol sahili takibe
başladılar. San Gotar köyüne gelindiğindeyse dar bir geçit yeri bulundu.
Sadrıazam hemen burda bir köprü kurulsun emri verdi. Asker kurulan köprüden
karşı yakaya geçmeğe başladı. 8/Muharrem/10751/ağustos/1664'de Yeniçeriler;
düşmanın gözleri önünde suya atılarak selamet sahiline çıktıklarında da
savaşlarının kaidesine göre derhal toplanıp şiddetle harbe koyuldular, ne
çareki, bir taraftan suların tuğyanı diğer taraftada, o zamanın en önemli
savaş bilgini olan Montekukuli'nin manevraları Osmanlı kahramanlarının gösterdiği
cesaret ve sebat yüz güldürücü netice vermedi. Ayrıca avusturya ordusunda
Kpntdö Kolini komutasında altıbin fransız askeri de bulunuyordu.
"Netayİcül Vukuatın özetlenmiş beyanatı aşağıya alınmıştır:
"Sadnazam, Raab nehrini geçip diğer ismi Yanıkkale olan Raab kalesini
muhasara etmek kararını verdi. Geçid yeri bulmak içinde nehrin bir tarafından
giderken, general Montekukuli de nehrin öbür tarafından yürümekte olup,
herhangi bir geçiş hareketinin önünü kesmeği plânlıyordu. Bu sırada dört
süvarinin yanyana geçebileceği büyüklükte bir geçid yerine rast gelindi. Hafif
piyade birliğinin geçişini sağlayacak mertebede küçük bir köprünün inşa
edilmesiyle, karşı kıyıya onbin kişi kadar geçirilebilindi.
Bu asker, karşılaştığı
Avusturya askeri ile yaptığı çarpışmada onları ricata mecbur eyledi. Tam bu
esnada sular kabardı. Bunun sonucu meydana gelen selin, hafif olan köprünün
yıkılmasını sağladığı görüldü. Bu olay sonunda; Avusturya askeri moral bulup,
az bir kuvvetle ve yardımsız kalması mukadder Osmanlı birliklerinin vaziyetine
karşı, üstün bir duruma geldi. Osmanlı askeri ölümün veya esaretin hesabını
yaptığında, tarihden gelen alışkanlığıyla çarpışarak şehid olmayı tercih etti
ve şanına lâyık bir hamiyyet ve kahramanlık gösterdiler ve şehadet şerbetini
içtiler. Her nekadar uğranılan zayiat pek fazla sayılmazsada, gerekse nehrin
taşkın hâli, gerekse Avusturyalıların bu durumdan istifade ederek savunmada
avantajlı duruma geçmiş olmalarından dolayı Ziget- karar verildi."
Osmanlı tarihleri
arasında yer alan ve pek de makbullerinden sayılan "Raşid Tarihi" bu
seferle ilgili olarak özetlemeye çalışacağımız aşağıdaki ifadeyi serdetmiş:
"h. 1075/muhar-rem/3 m. 1663/temmuz/27 pazar günüdürki serdarıekrem
hazretleri, islâm askeri ile Raab nehri kenarında bulunmakta olan, Karmend ve
Çakan adlı palangalar karşısında çadırlar kurup, karşıyakadaki plangalar
karşısında olduğundan o tarafa asker geçirmek için köprü yapmaya karar verildi.
Köprünün oralarda bulunan düşman birlikleri islâm askerinin karşıya
geçebilmesini önlemeye çalışıyordu. Eskiden Morava suyu denilen Mor nehri
üzerindede Osmanlının geçişini güçleştirirken şimdi de bu Raab nehri üzerinde
de Nemçeiiler, yâni Avusturyalılar engel olmağa çalışmaktaydılar. Bu sırada da
bunlarla sulh müzakereleri de devam etmekteydi. Maddelerin kendi içlerinde,
müzakerelerinin yapılması müsaadesini kullanmaktaydılar.
Red cevabı gelmesi
endişesiyle savaş alanını terk etmeyen, Osmanlı askeri reisleri arasında
yapılan toplantıda Raab suyunun geçilmesi, oradaki askerin üstüne gidilmesi
kararlaştırıldı. Büyük gayretlerle ve çalışma ile Sankoncar yâni Sen Gotarda
bulunan palanganın üst yanında bir saat mesafede olan mahalde dört atlının
yanyana geçebileceği genişlikte olan suyu özengiden yukarı seviyede olan geçit
yeri bulundu. Yüksek ferman gereğince ocak halkı, İsmail Paşa, Bosnalı Mehmet
Paşa, Kaplan Paşa aynı ayın sekizinci günü bahse konu yere geldiklerinde
acileten bir köprünün yapılmasını nehrin karşı yakasını da zaptetmek ve burayı
muhafaza etmek için deve'ler ile bir miktar, yeniçeri geçirip, vardıkları
yerde siper almayı kararlaştırdılar. Düşman askeri, vaziyetten haberdar
oluncada hemen yeniçerilerin üzerine saldırdı. Geçid başında bulunan, dilaver
gazilerin bir çoğu kendilerini suya atarak, yeniçeriye yardıma koştular böylece
düşman askerinden, ikibin kişiden fazlası cehennemlik oidu. Bir tarafdan
düşmanın uğradığı hezimeti gören asker, kimisi atlar kimi develerle, karşı
tarafa geçmeğe hazırlanmağa başladılar. Orada bulunan İsmail Paşa,
yeniçeriağası, Kaplan Paşa ve serdarıekremin yanında bulunanlar, düşman
tarafında görülen bozulma alametlerini tesbit ettiklerinden, o tarafa geçmeye
başladılar. Düşman askeri; Osmanlı ve Tatar askerinin tamamen nehri geçerek
karşısına çıkacağı korkusuna düşmüş olduğundan kaçmağa koyulmuşlardı. Osmanlı
askerinin çok çok büyük kısmının karşıda, kendileriyle savadan askerin ise
ancak onbin civarında olduğu şeklinde bilgilendirildiğinden ve ayrıca bunlara
yardıma koşacak kimse görmediklerinden ricattan vazgeçip, mevcud asker üzerine
hücum ettiler.
İki taraf birbirine
girdi. Sabahdan ikindiye kadar devam eden kanlı savaşın en talihsizleri,
çaresizlik içinde karşıyaka-da can verip şan alan arkadaşlarını seyretmek
mecburiyetinde olan ordunun çok büyük bir kısmını teşkil edenlerdi. Çünkü
suların kabarmasında meydana gelen sel, hafif köprünün yıkılmasına dolaysıyla
da kendilerinden mukayese edilemeyecek derecede kalabalık, bir düşman
karşısında kalan os-manlılann adetâ yok edilmesine vesile oldu. Bu nadir rastlanan
faciayı seyretmek mecburiyetinde kalan serdarıekrem, emrinde bulunan asker bu
vakanın intikamını almak için, karşı kıyıya geçebilmenin bir çok yollarını
aradıysa da, böyle bir arzu gerçeğe ulaşamadı. Artık görülen o tarafa bu hengamede
geçilemeyeceği idi. Bu bakımdan oralarda dolaşıp durmak ayrıca bir hata
sayılır. Artık yapılacak iş, Avusturya kapıkethüdası ile sulh meselesini bir
şekle bağlayıp geri dönülmeğe karar verilmesiydi zaten onlarda öyle
yaptılar." Bir Hatırlatma Efendim görüldüğü üzere nehrin karşı yakasında
avusturya ve müttefiklerinin eline düşmüş bulunan askerimizin, kanlı bîr
muharebeden sonra terki hayata, şehadet inancı ile baktıklarından, onlar
hakkında söyleyeceğimiz tek husus ruhları şâd, mekânları cennet olmasıdır.
Şefaatlerinin bizlere de ulaşmasıdır. Ancak; bu feci hâlin mecburi seyircileri
askerlerin tabiiki, bu iş bitti gidelim, diyemeyeceği açıktır.
Hâttâ bu askeri oradan
alıp götürmek de her babayiğit kumandanın işi değildir. Nihayet işin
şahidleri, katliama uğrayanların enaz beş altı mislini teşkil etmektedir. O
kadar büyük bir kuvvetin çekilme işlemine peyderpey razı gelebileceğini
düşünebilmek, o savaştaki komutanların, insan psikolojisine vukufiyetlerinin
saklı delilini teşkil eder. Nehrin civarında karşıya geçebilecek başkaca bir
geçid arama arzu ve temayülünü gösterenlere hayır dememek hâttâ onların önüne
düşerek bu geçidi aramak, sükunet ve askerlikte pek mühim olan solidalite yâni,
ayrılmaz beraberliği temin yönünden çok isabetli olmuştur diye düşünüyorum.
(Metin Hasırcı)" Yine seferin meydana geldiği devrin meşhur yazarlarından
ve os-manlı muharrirlerinden biri "Sen Gotar meydan muharebesi"
hakkında ve neticesi babında şunları dile getiriyor: "Erdel topraklarında
savaşla vazifelenen orduyu hümayun Sebin Kalesi altında bulunduğu esnada
Köprülü Mehmed Paşanın vefatından sonra yerine geçen oğlu henüz yirmiyedi
yaşında idi adı İse Fazıl Ahmed Paşa idi. Bu zâtın babasının yerine tâyin
olunduğu zaman tarihler 8/rebiülevvel/1078-28/ağus-tos/1667 Pazarını
gösteriyordu. Aradan çok az bir zaman geçtikten sonra, Foğraş isimli yerde aynı
ismi taşıyan bir kale önünde önemli çarpışmalar husule gelmişti. Bir ay kadar
süren bu savaşlar neticesinde düşmanların elinden pek kıymetli ganimetler elde
edilmişti. Ellibin kişiden fazla esir, binlerce araba elde edilmişti. 1073/1663 yılında serdarıekrem Fâzıl Ahmed
Paşanın, Macaristana gelişinde üyvar (Nevah-zol), Letre, Liveh, Novigrad,
Secan, Kermab, Derekli, Holok, Buyak kaleleriyle birlikte, bir çok yer
serdarıekremin gayretleri ve öncülüğünde feth olundu. Bir çok esirin elimize
geçtiği :cephane ve mal yönünden, kıymetli ganimetler elde olundu. Bu kadar
fetihlerden sonra orduyu hümayun dinlenmeye çekildi.
Bunu fırsat bilen
Avusturyalılar bazı kalelerimizi muhasara altına almışlarsada, durumu haber
alan serdar, umulmaz bir süratle bunların üzerine harekete geçti. Sadrazamı
yanında büyük bir kuvvetle üzerlerine geldiğini istihbar eden düşman derhal
ellerindeki savaş aletlerini olduğu yere bırakarak Osmanlıların Yenikale,
onların ise, Keçkopuvar dedikleri kaleye ve Zerinyivar dedikleri hisara
sığındılar. Sadrazam serdarıek-rem Fâzıl Ahmed Paşa bunları fena bir şekilde
mağlup etmeyi başardı. Bulundukları yerde tutunamayan düşman kaçmaya başladı.
Nehirlerden geçmek için kullandıkları köprülerin üzerinde takip edilmekte
oldukları Osmanlı kuvvetlerince topa tutuldular. Osmanlı ordusu buraya kadar
gelmişken Hırvatistan toprağını da bir kolaçan etmekten kendini alamadı.
Zaferlerle taçlanan askerimizin ırki gururu galeyana geldiği için durmak kolay
değildi. Sadnazam Raab suyu tarafına geçti. Bu nehrin kenarında bir savaş
meydana geldi. Yapılan bu son muharebeye kadar bir aksilikle karşı karşıya
gelmi-yen Osmanlıların bu sefer karşısına bir aksilik çıktı. San Go-tar
yakınlarında nehri geçen ve oradan düşman ordugâhına kadar sokulan yeniçeriye
"Geriye dönüp metrislerinize giriniz" şeklinde emir geliverince
hepsi itaat ettiler. Nevar ki sipahilerin bu emirin gelişinden haberi olmadı.
Bu sırada adeta düşmanla göğüs göğüse gelmiş bulunuyorlardı. Yeniçeri askerinin
peşlerinde olmadığını fark ettiklerinde, yeniçerinin firar etmiş olduğu
düşüncesi birdenbire akıllarına düştü.
Paniğe kapılıp
beygirlerinin gemini çektiler istikametlerini Raab suyuna çevirdiler.
Maksatları firar ettiklerini sandıkları yenicen askerinin önünü çevirmeyi
başarmaktı. Yeniçeriler ise sipahilerin karşı tarafa geçtiklerini görünce,
bunlar da sipahilerin firara kalkmış olduklarını zanneylediklerinden bunlara
katılmak için hızlandılar. Böylece köprü üzerinde biriken gayrımuntazam ve ağır
yük, bu köprünün kırılmasına sebeb oldu. Köprünün çökmesiyle birlikte suya
düşen külliyetli insan kalabalığı, maalesef büyük çoğunlukla gark oldular. Yâni;
Allaualem boğularak şehid oldular. Köprüyü geçemeyenler ise karşı tarafta,
vuruşa vuruşa şehidlik makamını ihraz ettiler. Sadnazam bu feci vakaya
metanetle dayandı ve savaş gayretini elinden bırakmadı. Savaşa savaşa İstolni
Belg-rad kalesinin altına kadar geldi. Burada ortaya atılmış olan sulh
konuşmalarına rağbet gösterdi. Avusturya imparatoru tarafından elçiler geldiği
gibi; Rumeli pâyeli, Kara Mehmed Paşa ile bu makaleyi yazan fakir (Evliya
Çelebi) elçi tâyin o-lundu ve Avusturya imparatoru nezdine gidip, sulh antlaşmasını
imzaladılar. Yalnız bu makalede görünen bir husus varki oda suların
kabarmasından bahis edilmemiştir. Bunun bahse konu olmamış olması, suların
kabarması yok diye, neticeye tesir edici anlayışa kapılmamalıdır. Yoksa burada
bahse konu makaledeki bölümde suyun kabarması durumu yer almamıştır. Evliya
Çelebinin eserinde bu sefer hakkında pek geniş malumata rastlayabilir tetkik
eden okuyucular.
Almanya devleti
fahimesinin zabitlerinden olduğunu, daha öncede ifade ettiğimiz mösyö
"Wilhelm Notebom" adlı zat, birkaç sene evvel epeyi miktarda esere,
bunların arasında da Osmanlı târih kitaplarından bazılarına müracaat ederek yaptığı
tetkikat sonunda bulmuş olduğu deliller ile hatta Osmanlı eserlerinden sarfı
nazar edilse bile, diğer muteber tarih eserleri sayesinde, Avusturya
yazarlarının, mübalağalarla dolu eserleri ve /Aontekukuli'nin abartılı
ifadelerini iptale yeter, hükümler çıkarabilmiştir.
Bunları aşağıya
dercediyoruz: Evvelâ: Bu ifadelerden anlaşıldığı kadarı ile Osmanlı devleti
Avusturya ve müttefikleri arasında yapılmakta savaş 1073/1663'den beri yâni iki
senedir devam etmekteydi. Sulh müzakereleride bu arada yapılmaktaydı. San
Gotar savaşı husule geldiğinde, Osmanlı devletinin harp hareketleri içinde
olması tedbir alma niteliğinden kaynaklandı denilebilir. Saniyen: Sen Gotar
savaşına katılan asker sayısı ancak beşonbin kişi mesabesinde olup, buna dense
dense bir müfreze denilebilir. Ordunun tamamının katılmış olduğu bir savaş
olmayıp, buna bağlı olarakda orduyu hümayun büyük bir hezimete uğratıldı
denemez.
Sâlisen: Raab nehrini
geçmeye müsaid geçit karşı tarafa geçenlerin mağlub olup ricatından sonra
avusturya askeri tarafınca savunmaya alınmıştır. Bu arada da suların kabarma
olayı temadi ettiğine bakarak, bilahirede ötedenberi devam etmekte bulunan,
sulh müzakeratı imza aşamasına geldiğine göre orduyu hümayunu mezkûr geçidi
yeniden geçmeye ne sevkedecektirki?
Rabian: Daha sonra
imzalanan sulh antlaşmasının maddeleri gereğince Osmanlının eski hududunun
Viyana şehrine yirmi mil daha yakın hale gelmesi, orduyu hümayunun rivayetlere
göre büyük hezimete düştüğü mânasındaki ifadelerin yaîan olduğu bu hükümde ayan
beyan görülmektedir.
Montekukuli, bahse
konu eseri "Memovar"ında San Gotar savaşından sonraki vaziyeti ve
şevki idaresini şöyle nakle girişiyor "Osmanlı ordusu ağustos ayının 6.
gününe kadar, San Gotar sırtları üzerindeki ordugâhında kaldıktan sonra, yukarıda
zikredilen günde yürüyüşe geçti ve nehrin sağ sahili üzerinde bulunmakta olan
Kirman'a doğru yönlendirdi. Biz ise, nehrin karşı sahilinde Osmanlılarla aynı
hizada yürüyor idik. Fakat bu hareketimiz büyük zorluklar içinde
yapılabiliyordu. Çünkü Lanfiniç (San Gotar'da Raab nehrine karışan bir nehir ismidir)
ve Pinka (o da bir nehirdir) nehirlerinin sulan o kadar çok kabarmıştıki,
suyun kabarmasından dolayı, bu nehirler üzerinde bütün köprüler yıkılmaktan
kurtulamadı. Aynı istikamette karşı yakalarda Osmanlıya muvazi olarak yürümekteydik.
Ağustosun 9. günü Kirman civarına geldik. Yapılan harp meclisi toplantısında,
ben Raab nehrinin geçilmesini teklif ettim. Ağustos'un 11. günü osmanlı
ordusuna bir daha hücum etmeye durumun, her zaman böyle müsait olacağını
sanmadığımı, düşmanın seçme askerle mağlup edilerek takip altına alınması
gerektiğini beyan ettim. Harp meclisinde yer alan Avusturya ve müttefikleri
komutanları, yaptığım teklife itirazda bulundular. Bunların hepsi
"Osmanlıya saldırmadan evvel ordumuza bir istirahat imkânı vermezsek, bunlar
yorgunluktan dolayı asla savaşamaz, yapılacak hareketin merkezi sayılacak olan
insanların ekmeği ve hayvanların yeminin bulunmadığını, eğer nehir geçilip de
düşman üzerine gidilirse, bataklıklarda onlarla savaşmak icab edeceğinden
çekilmek, ricat, gibi hususlar akıldan çıkarılmalı ancak yorgun aç ve
hastalanmış insanlarla, böyle bir savaşa giremeyeceklerini beyan ettiler.
Bu bakımdan
istirahatin şart olduğu ve bunu Edimburg civarında gerçekleştirmek
gerektiğini, istirahat esnasında da, yiyeceklerin teminine, yardımcı askerin
bulunduğu yerlerden katiyyen ayrılmamalarının temini ve tecrübeli askerin de
bir araya getirilerek harekete hazırlanmak kararlaşmak diyorlardı. Buna
bakarak düşmanı takip etmek ve onu göz altında tutmak üzere o aralık yalnız
Kont Nadasti'nin, maiyeti olan Macarlar ile Hırvatları Dragonlar ile altı kıta
sahra topu, beraberlerinde olduğu halde düşman üzerine gönderilmesi yeterli
görüldü. Bu sırada ise; Osmanlı ordusu Alpiroyal denen İstoİni Belgrad adıyla
yâd ettiğimiz bölgeye yürüyordu. Bizim or-du'da Pinka ve Gunz nehirleri boyunca
aheste aheste Edim-burga doğru ilerlemedeydi. Avusturya ordusu menziline vardıktan
sonra bir kaç günü istirahatla geçirdi. Bu istirahat ta-biiki iadei kuvvete
sebeb oldu. Prens CJlrick dö Vittenberg komutası altında bulunan vede
imparatorun tophanelerinden henüz çıkmış gayet nefis toplarla imparator
tarafından gönderilmiş yeni askerden meydana gelmiş bir imdad kuvveti
almıştır. Edimburg'da Avusturya ordusuna istirahat ettirildiği sırada Osmanlı
ordusu Alpiroyal yâni jstoni Belgrad civarında ordugâh kurmuştu. Burada
bulundukları zaman içinde Osmanlılara 12 ilâ 15 bin asya askerinden ibaret bir
imdad kuvveti gelmiştir. " Osmanlı ordusu Raab nehrinin sağ sahili boyunca
akıntı tarafı istikametinde giderken avusturya ve müttefikleri ordusunun nehrin
sol sahili boyunca, osmanlı kuvvetlerinin hizasında yürüyüşe devam etmesi, bu
kuvvetleri takip etmek için değil, belki adı geçen kuvvetlerin başka bir
yerden, yeniden bir geçidin yardımıyla kendi üzerine düşmemesi için gözaltında
tutmaya çalışmasıdır. Bunun böyle olduğu da, şu ana kadar vermiş bulunduğumuz
bilgilerden rahatça çıkarılabilir.
Montekukuli'nin
Lanfinç ve Pinka nehirlerinin de, Raab nehrigibi olağanüstü şekilde kabararak,
köprüleri alıp götürmüş olması ve bununla beraber askeri harekâtın gayet açık
yapılması gerektiğini apaçık söylemesi Osmanlının başarısızlığının suların
taşmasından kaynaklandığının İtiraf edildiğini, ortaya koyan mühim
maddelerdendir. Montekukuli'nin ara sıra orduyu hümayunun takip olunmasının
gereğinden bahs ettiğini, ancak muhalif reyler yüzünden takibi yapamadığını
ileri sürmesi, Osmanlı ordusunu mükemmel bir tarzda bozmuş olduğunu söylediği
yalanı beslemek, kuvvetlendirmeyi temin için olduğuna, şüphe etmemek lâzımdır.
Ordunun başkumandanı ve tam selahiyetle sevkı idareye sahip olmasına rağmen.
Takip İşi için şuna buna engel oldular diye, suçlamalarda bulunması büyük bir
insafsızlıktır. Baştan ve sonradan elde olunan malumattan da anlaşılırki;
Osmanlı ordusu San Gotar savaşından sonra, mağlup bir ordu gibi geri dönmemiş
olup, Avusturya ve de müttefikleri ordusunu nasıl bir hezimete uğratmalıyım
düşüncesine kafa yorarak, intikamını planlamıştır. Hakikaten aynı ordu en kısa
zamanda Avusturya içlerine dalacak hücumları gerçekle yüzyüze getirmiş, bu
toprakların altını üstene getirmeyi becererek, kendi menfaat ve arzularına
uygun bir sulh imzalamaya da muvaffak olmuştur. Böylece bu sefer sulhun
menfaat-i Os-maniyana yaramasından dolayı zafer, devleti âliyede kaldı
denmelidir. Montekukuli; zaferinin! devamı için takipten dem vururken
birtaraftanda kendi ordusunda, cidden acınacak ve merhamet edilecek durumlarını
açık etmesi, kendilerini korkudan tir tir titreten Osmanlı ordusunun
karşısına, kalelerden tecrübeli askerleri getirtmeyi, uzun uzun anlatması
gülünecek hale gelmesine yeterde artar bile. Kont Nadesti'nİn Osmanlıları
takip için değil, belkide Osmanlıların tekrar nehri geçmeğe teşebbüsleri
halinde yapılacak geçiş harekâtına engel olmaya çalışmak içinde bir hazır kıta
bulundurması şeklinde telakkisi, okuyucunun dahi aklına gelmiş sayılır.
Tarihi Devleti
Osmaniye adlı eserde San Gotar savaşı sonrasındaki durum ve yapılan antlaşmayı
şöyle nakletmekte:
"San Gotar
muharebesinden sonra, sadrıazam orduyu hümayunu Vasvar kasabasına getirdi.
Burada Avusturya elçisi tasdiklenmiş antlaşmayı Fâzıl Ahmed Paşaya takdim
eyledi. Tâbiiki bu tasdik Avusturya murahhaslarına aid tasdik İdi. Avusturya
imparatoru bunda, bu günden sonra Erdel (Traıv silvanya) işlerine müdehalede bulunmamaya,
Apafi Mihal'i yeni Erdel kralı tanımayı, yıkılmış bulunan Zerinovar kalesini
tamir etmemek, sulhun bedeli olarak da ikiyüzbin kuruş vermeyi, tiyvar ve
Novigrad hisarları Osmanlıda kalmak, eski ahidlerin yâni yapılmış eski
antlaşmaların, diğer hükümleri iki tarafçada geçerli şartlardan sayılmasını
kabuiehazır olduğuna amirdi. 1075/1664 Görülüyorki; San Gotar hezimeti Vasvar
antlaşmasına asla bir tesirde bulunmamıştır. Ayrıca tamamen Osmanlı
menfaatlerine uygun tarzda neticelenmiştir. Ancak sadrıazam, Montekukulİ'yi
bozmuş olsaydı, sulh-nameyi Viyanada bizzat imparatorun elinden alması ihitma!
dahilinde idi. Ancak hu fark etmiştir. İki sene süren bu büyük sefer içinde
serhad kumandanları ve seferde bulunan bütün asker pek güzel tarzda vazifelerini
yapmışlar, Osmanlı sancağı aynen cennetmekân Kanuuni Sultan Süleyman hân
hazretlerinin devrindeki sânı hatırlatarak, serhadlerde dolaş-tınlmıştır.
Köprülü ailesinin bu hizmette büyük hissesi vardır.
Osmanlı ordusunun
başkumandanı bulunan ve bu seferde sadrıazamlıkla birleşen serdarıekrem,
unvanlı Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşanın tercümei hâlini vererek bu bölüme başlayalım.
Bu eserden daha geniş malumatı, Kamusül âlâm ve Tarihi Râşid'den elde edebilirsiniz.
Fâzıl Ahmed Paşa, Osmanlı devleti vükelâsından meşhur Köprülü Mehmed Paşanın
büyük oğludur, h. 1072/ml661 senesinde Köprülü Mehmed Paşanın husule gelen
vefatı ve yine merhum sadrıaza-mın vasiyeti üzerine fazileti ve irfanı göz
önüne alınarak veziriazam olarak nasbedildi. Osmanlı devletinin hayatiyetini
ihyada büyük hizmeti geçen merhum sadrıazam Köprülü Mehmed Paşa oğlu Fâzıl
Ahmed Paşa sadarete tâyin oluşundan bir sene sonra 1073/1662'de Avusturya seferine çıkmıştır.
1075/1664 Morava civarında bir kaç tane mühim kaleyi zap-tetmiştir. Daha
sonra San Gotar savaşını yapmıştır. 1077/1666dan 1080/1669 tarihine
kadar yâni üç sene içinde, yapmış olduğu çalışmalar ile savaş ilminde büyük
başarılara imza atan. bir ordu yetiştirerek bütün dünyanın bildiği ve bazı
avrupa askeri mekteplerinde öğretilmekte olan ders mahiyeti taşıyan Kandiye
Kalesini.muhasarası, daha sonrada bu kaleyi cesur ve kahraman askerleriyle
kılıcına râm eylemiş yirmiüç sene süren kuşatmayı zaferle taçlandırmıştır.
Köprülüzâde Fâzıl
Ahmed Paşa bu kalenin fethinden döndükten sonra 1083/1672'de ise Lehistan
seferine gitmiştir. Lehlilerin hayrete düşmelerine sebeb olacak hâli ihdas etmiştir.
Lehistan bir defaya mahsus seksenbin ve her sene içinde yirmişerbin altun vergi
vermek şartıyla sulha bağlamıştır. (İstidrad: Lehli'ler sadrazamın bu
davranışından büyük üzüntüye düştüler. Ne var ki aradan on sene geçtikten
sonra Fâzıl Ahmed Paşa ailesinin damadlanndan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa
Viyana'yı muhasaraya aldığında bu Lehlilerin, meşhur krallarından Jan
Sobiyeski'nİn komutasındaki birliklerle, daha on sene önce aynı aileden biriyle
imzaladıkları sulh antlaşması hükümlerinden yüz çevirerek Avusturya ile
anlaşarak Osmanlı muhasara kuvvetlerine taarruza geçerek, Osmanlı yenilgisini
getirebilecek darbeyi vurmuşlardır.
Gaazi olarak anılsa
seza olan Fâzıl Ahmed Paşa nice nice vazifelerde büyük liyakat gösteren,
padişahının ve devleti âlî'yenin şanına şân katan, vezir oğlu vezir, devlet
işlerinde vücudunu helak edercesine verdiği hizmetler esnasında 1087/1676'da
diğer bir tâbirle, San Gotar muharebesinden, oniki sene sonra fâni dünyadan,
hakiki dünya'ya göç etmişlerdir. (Allanın geniş bulunan rahmeti üzerine otsun)
Köprülüzâde Fâzıl
Ahmed Paşanın vefatından sonra, Köprülü Mehmed Paşanın evlâdı mâneviyesi, daha
sonra da damadı olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa kendisine halef olmuştur.
Kara Mustafa Paşa, Fâzıl Ahmed Paşa ile birlikte büyümüş ve devlet hizmetinde
daima onunla birlikte bulunmuştur. Özellikle Kandiye muhasarasında hemen
maiyetinde bulunurken, San Gotar savaşı esnasında kaimakamlıkda istihdam
olunmuştur. Kara Mustafa Paşa, Fâzıl Ahmed Paşanın verdiği ve halleri kolay
olmayacak işleri büyük bir liyakat ve vukufla becermiş, cesur bir kimse olarak
da Kandiye kalesi önlerinde kemâle getirilen muhâs,ara usulünü, kendisi
sadaret makamına yükseldikten daha sonralanda yaptığı Viyana kuşatmasında
tatbike koymuştur. Fâzıl Ahmed Paşanın vefatından altı sene sonra yâni
1093/1682 tarihinde Viyaca üzerine yürürken, kaleyi ele geçirmeye ramak
kalmışken rivayete göre son derece kibirli olması teşebbüsler bakımından
nakıs kalmasına ve bazı işlerde başarısızlığa uğramasına sebeb olmuştur. Eğer
Fâzıl Ahmed Paşa bir müddet daha yaşayıp, Kara Mustafa Paşanın hattı
harekâtını tatbik etseydi, Osmanlı hududuna pekde yaklaşmış olan Viyana kalesi
hiç şüphe olmasın bu zâtıâlikadir tarafından zapt edilecekti. Şayanı dikkatdir
ki; Kara Mustafa Paşa'dan sonra da, mevkii iktidara geçen Köprülü hanedanına
mensup olan zevat, din ü devlete, padişahına büyük bir sadakatle hizmetler
vermişlerdir. Buna bağlı olarak da çok büyük şöhret ve nâm kazanmışlardır.
Bunlar her bir işinde Fâzıl Ahmed Paşanın takip eylediği hizmeti ve usûlü
kendilerine düstûr eylemişlerdir. Böylece Osmanlı tarihinde pırıltılı yerlerini
almışlardır. Alla-hın rahmeti üzerlerine olsun.
Raymond Kont
Montekukuli; 1608 yılında doğmuştur. 1681'de Sangotar savaşından onyedi sene
sonra ölmüştür. Kont Montekukuli'yi Avusturya devletinin en meşhur, en usta -kumandanlarının
arasında görüyoruz. Yazmış bulunduğu askeri eserinde, bizim harb fennimizle
alakalı hususlardaki ma-kaleleriyle, özel bir yeri vardır. Dondömalfi unvanını
almış olan Montekukuliyi evvelâ topçu sınıfında vazife almış görüyoruz.
Miralay rütbesiyle otuz sene savaşlarının ikinci kısmında hazır bulunmuş 1657
yılında mirlivalık rütbesine yükseltilmiştir. İsveçlilerle yaptığı savaşlarda
pek büyük başarılar göstermiştir.
1661 yılından sonra
Osmanlılar ile savaşmakta olan orduya kumandan tâyin edilmiştir. Avusturya'ya
çok büyük hizmetlerde bulunmuş Osmanlılarla yapılan sulh antlaşmasından sonra
imparator sarayında toplanan, harp meclislerine başkanlık etme görevine
getirilmiştir.
Montekukuli, Avusturya
devletinin Fransa ile yaptığı harpte, bilhassa
1675 senesinde Fransızların meşhur mareşali, Toren'e karşı yapmış olduğu
savaşlarda, Avusturya ordusuna tam bir ustalıkla komuta etmiştir. Son seferden
sonra Lins şehrine çekilerek ömrünün geri kalan kısmını askerlik hatıralarını
yazmakla geçirmiştir. Esere ve yazdıklarına dair geniş malumat almayı arzu
edenlere, meşhur askeri yazarlarımızdan merhum Mehmed Tahir beyefendinin
"Müellifatı Askeriye Tedkikatı" adlı askeri eserler arasında,
nefâsetiyle temayüz eden kitaba müracaat edebilirler. Montekukuli'nin San
Gotar savaşına ait bilgileri ihtiva eden "Memovar"ında Montekukuli'nin
bir resmi bulunup, alt yazısında Meclisi Harp reisi, Tophane müşiri, Raab
Valisi ve asakiri imparatoriye başkumandanı olarak unvanları yer almaktadır.
Tovassun Şövalyeliği, unvanları arasındadır.