SULTAN 3. AHMED.. 2

Osmanlı Hanedanı Üzerine Görüşme. 2

Kararlı İstanbul'a Avdet. 2

Hasan Paşanın Sadareti. 3

1slavların Şuurlanması. 3

Deli Petro Rusya'sı. 4

Avrupa Devletlerine Bir Bakış. 4

Karlofça Antlaşması. 4

İsveç-Rus Çekişmesi. 4

Prut Savaşı Ve Zaferi. 5

Demirbaş'ın Mağlubiyeti. 5

3. Ahmed'in Alicenaplığı. 5

Deli Petro'nün Hamakatı. 5

Savaş'ın Safahatı. 6

Prut Sulhunun Esasları   ". 6

Venediklerle Savaş. 7

Avusturya Seferi Ve Neticesi. 7

Pasarofça Antlaşması. 8

İran'daki Aksiliğin Dersaadet'e Te'siri. 8

Sultan Mahmüd'on Adı Telaffuz Ölünüyor! 9

Patrona Halil Ve İsyanı. 9

İsyan Nasıl Başladı?. 9

Padişah Nerede?. 9

Padişah 3. Ahmed'in Feragati. 10

Sultan 3. Ahmed'in Şahsiyeti. 10

3. Ahmed'in Hanımları. 11

3. Ahmed'in Sadrazamları. 13

1696-1736 Seneleri Deniz Harekâtları. 13

Pasarofçaya Doğru! 16


SULTAN 3. AHMED

 

Babası: IV. Mehmed Han

Annesi: Râbia Gülnüş Sultan

Doğum Tarihi: 1673

Vefat Tarihi: 1736

Saltanat Müd.: 1703-1730

Türbesi: İstanbul'da Yeni Camii Yanı Turhan Valide Sultan Türbesi.

 

Sultan 3. Ahmed 23. padişah ve 15. halifedir, 4. Meh-med'in oğlu 3. Ahmed. Edirnede bulunan padişahın tahtan indirilmesiyle geçtiği padişahlık makamına kurulduğunda otuzbeş yaşındaydı. Nasıl bir vaziyet ülkede hüküm sürerken devletin başına geçmişti? Bunu dikkatle incelemek gerekir. Bir yazarımız yeniçerinin yoldan çıkış hâlinin tipik görüntü­sünü şu satırlarla tesbit ediyor. ".. Sultan Mustafa'yı hâl et­mek üzere Edirne'ye kadar gitmiş olan şımarık yeniçeriler yeni padişahın tahta çıkmasını nazar-ı dikkate bile almaksı­zın arsızlıklarında 'devamı, vüzerayı ve ricali, erkân-ı idam ediyorlardı. Hâttâ şeyhülislâmlıkdan -yine kendi arzu ve ta-lebleriyle- bilazl Erzurum'a nefyedilen Feyzuilah efendi'yi bi­le yoldan çevirerek, fecii bir surette kati ve İtlaf etmişlerdi, "dedikten sonra biraz daha izah lüzumunu hissetmiş olacak ki, sayfanın dibine bir ilave gereğini görmüş. Aynen alıyoruz: "Feyzuilah efendi, bagiler (yol kesenler) tarafından üçgün kadar hapsedildikden sonra burnu, kulakları, dudakları ke­silmiş, ondan sonra bir beygire ters olarak bindirilerek Edir­ne at pazarına götürülerek badel teşhir, kemâl-i cefa ile edildikten sonra ayağına ip bağlanarak sokaklarda hrısti-yanlara süründürülmüş ve önünde papaslara ayin-i ruhani icra ettirilmiş ve bade Tunca Nehri'ne atılmıştır. Vakıa Fey­zuilah efendiden evvel dahi yeniçeriler iki şeyhülislâmı kati etmişler idiysede hiçbirisi böyle facia tarihimizce mucib-i cehalet bir su-i akıbete duçar olmamışlardı. Şu ahval o za­manlar ahlâkı umumiyenin seviyesini bize göstermeğe kâfi­dir." Demekten kendini alamamıştır.

 

Osmanlı Hanedanı Üzerine Görüşme

 

Şunu hemen belirtmek gerekirki; bir çok tarihçi, sıkışıldı-ğında kıyamcıiarın kellesini istediklerinin neden verildiğini aydınlatmak babında işin derinliklerine nüfuz edilecek müta­laadan içtinap etmişlerdir. Böyle olunca da, altıyüzyirmiiki seneyi bulan Osmanlı hanedanının devlet-i âliye'yi temsili hususu pürüzsüz devam etmiştir anlayışı ahali arasında yay­gındır. Ancak; yukarıda cümle içinde kullandığımız "sikışıldı-ğında kıyamcıiarın kellesini istediklerinin neden verildiği.." hususu hanedan değişikliğini önlemeye matuf tedbirlerden olarak düşünmek lâzımdır. Buna bağlı olarak İsmail Hakkı Uzunçarşılı tarihinden arabaşlığımiza aid bîr pasajı naklede­lim: "Asi kuvvetler Silivri mevkiine geldikleri zaman orada bir kaç gün oturarak Sultan 2. Mustafa'nın yerine kimin ge­tirilmesi lâzım geleceğini görüştüler. Bunlar henüz İstan­bul'da iken kimi hükümdar yapacaklarına dâir bir kararlan yoktu. Fakat Avcı Sultan Mehmed'in oğullarını istememek­te müttefik idiler. Bâzısı Kırım hanzâdesini ve bazılarıda İb­rahim Hanzâdelerden birini hükümdar yapalım gibi sözlerle dedikodu yapıyorlardı. Buradaki İbrahim Hanzâdeferden ka­sıt, Sokollu Mehmed Paşanın, 2. Selim'in kerimesi İsmihan Sultan hanımla izdivacından doğmuş bulunan İbrahim'in to­runlarıdır. Ancak; Hünkâr İmamı Bursalı Mehmed efendi, sadrazamın çadırında yaptığı müdehalece konuşmayla, şeh­zade İbrahim'in daha onbir yaşında olduğunu ileri sürerek, 30 yaşın üzerinde olan ekber şehzadenin tahta çıkarılmasını mukni bir lisanla temine muvvaffak oldu. Böylece de şehza­de Ahmed, 3. Ahmed unvanı ile taht-ı Osmani'ye çıkabildi. 2. Mustafa'nın Hafsa'ya geldiğinde kardeşi Ahmed'in İstan-buldan gelmekte olanlar tarafından tahta çıkarıldığını anla­dığından, Hırka-i Şerifi arabaya yükletirken "bu layke nemen selametle saraya varıp şu emaneti sahibine (yeni hü­kümdara) teslim edebildik, Allah mübarek eyleye padişahlı­ğını" Dediği Nusretname adlı eserde yer almaktadır.

3. Ahmed Osmanlı tahtına 9/rebiülahirl 1 15-22/ağus-tos/1703 çarşamba günü kuud etmiştir. (Jzunçarşılı tahta geçtiğinde 31 yaşı içinde olduğunu beyan buyurmaktadır. Yılmaz Öztuna ise, Hacıoğlu pazarı Otağı hümayununda 31/12/1673'de dünya'ya geldiğini, tahttan indirilen Sultan 2. Mustafa ile ana ve baba bir kardeş olduklarını bildiriyor.

 

Kararlı İstanbul'a Avdet

 

3. Ahmed, umumun isteği olan İstanbul'a dönüş yoiuculu-ğuna başladı. Beraberinde mahlû padişah 2. Mustafa ve onun üç oğlu, Mahmud Osman ve Hasan ile 2. Ahmed'in oğ­lu şehzade İbrahim'de olduğu halde İstanbul'a geldiler. Top-kapı Sarayına geçmeden Eyüb Sultan Camiine ve yüce sa-habiyi ziyaretle kılıç kuşanma merasimini yerine getirdi. Bu arada asilik yapanların yüreklerine kuşku düştü. Tecrübelerle sabittİrki ihanet erbabı, bir gün bana da ihanet eder veya ederler hükmü kaziyyesi içinde belâlara duçar edilmişlerdir. Bu ihtimal akıllarına geldiğinde, yüreklerini korkunun kırıntı­ları serpilmeye başladığı an, İstanbul'a dönmüş oldukları za­mandı. Çırpıcı Çayırında (bu gün ismi var kendi yok çayır) içtimaa ettiler. Şehre girmemeyi önerenlerle kaderciler mü­zakerelerde bulundular ve inceldiği yerden kopsun diyerek başşehre dahil olmaya karar aldılar.

Yeniçeriağası Çalık Ahmed paşa, pek kısa zamanda çeşitli mevkilere gelmenin hazımsızlığı içinde şımarmış, makam-ı sadareti yüzsüzlük yapıp bizzat 3. Ahmed'in kendisinden ta­lep etmişti. Önlü Nusretnâme'den sadaret talebi ile alakalı bir paragrafı sayfalarımıza alalım: "Çalık Ahmed paşa: <Bu devlet bana münhasırdır deyip sadaret sevdasına düştü, cuma günleri camilerde padişah hazretlerinin koltuğuna gir­dikçe mühür talebinde oldu ve hatta bir gün beni, yâni Si-lahdar Tarihçi Mehmed Halife'yi camide tuttu. Elbette müh­rü bana alıver deyip ve ben dahi bir orta kuşaklı oğlanım, bu asıl iş içinde bulunmak külli kabahattir. Lütfeyleyip bu tekli­fi eyleme, işte padişah, var kendin iste dedim. Vad'i hüma­yunları oldu dedi. Allah mübarek eyliye mülukte kizb olmaz dedim ve elinden güç kurtulup huzur-u hümayuna vardım ve şu herifle ne belâya uğradım, mühür delisi olmuş dedim. Ya beni nasıl taciz etti, bile idin, hele va'd ile başımdan sav­dım. Buyurdular>" Görüyorsunuz sevgili okuyucular mevki ve makam hırsı karışık dönemlerde nice değersiz kimselerin külah kapmasına yaradığını bu olayda da müşahede etmek mümkün. Çalık'ın istediği sadaret, mevcut sadrazam Kava­noz Ahmed paşa İle arasının açılmasını tevlit etti. Artık dev­letin ünlü plânları tatbike konma vakti geldi. Padişahın eniş­tesi Morali Hasan Paşa ilk önce sadrazam kavanoz AhmeJ paşanın yanına gitti ve "mühürdenmi vazgeçersin? Yoksa Çalık Ahmed paşadanım? Mühürün herifin eline doğru gidi­yor, eline geçirdiğinde de ne sen kalırsın ne ben. Sadrazam: <bu herif benim oğlum değil, ancak yapacağı kötülüklerden çekinirim. Yoksa bir gün evvel yok olması sadaretimi rahat geçirmeme yarar> dedi. Enişte; Çalık Ahmed paşaya uğra­yarak, padişah benim hanıma geldiğinde sadareti sana vere­ceğini söyledi. Ben: hemen verseydiniz dediğimde bakarsın mazulun başına toplaşirlar fenalık yapmaya kalkarlar, bu ba­kımdan meşveret günü vereceğim. Dedi şekli içinde nâkilde bulunur. Çalık, bundan memnun ve kanmıştır. Hasan paşa son çelmeyi takar: <aman bizi yabana atma> Çalık Ahmed hoşnutluk içinde <Allah korusun. Başım üzerinde yerin var. Sende bana dayanır ve yardım edersen sadaretim kolay olur> Cevabını verir.   Bunlar olmaktayken saraydan gelen bir haber Rusya'ya sefer var müzakere olacağına hâviydi. Sara­ya toplanan vüzera, ümera, veziriazam padişah huzuruna çıktılar sefer görüşüldü. Padişah: Çalık Ahmed paşa'ya fikrini sorduğunda, veziriazamlık beklemekte olan Çalık paşa, fer­man sizden, kulluk bizden cevabıyla matlub bir cevap ver­mişti. Padişahın huzurundan çıkan müzakereciler, Revan Köşküne istirahate çekildiklerinde Fındıklılı Mehmed Halife bir hilat getirerek sadrazama verdi. Yanındaki hat'ta Çalık paşaya Kıbrıs'ın valiliği tevcih olunduğu bildirilmekteydi. Va­ziyete pek kızmış olan Çalık Ahmed, çeşitli i'tirazlarda bulun­duysa da, Balıkhaneye yanaşmış gemiye binmek mecburi­yetinde kaldı. Bu gemide arkasından yetişen idam fermanı Kapıcıbaşı Küçük Hasan eliyle ulaştırıldı ve icra olundu. Ar­kasından Çalık Ahmed paşa tarafdarı olan yeniçeri ileri ge­lenleriyle sempatizanların kimisi uzaklaştırıldı, kimi katledil­di, kimileri de ordudan sivil vazifelere tâyin edildiler.

Akabinde Kavanoz Ahmed paşa sadaretten azil olundu. Yerine, devlet plânının işlemesindeki başarılı hizmeti Morali veya Enişte Hasan Paşaya veziriazamlık getirdi.

 

Hasan Paşanın Sadareti

 

Gerek Çalık paşanın gerekse sadrazamın azilleri yeniçeri­nin, bazı ileri gelen serdengeçtİleri arasında üzüntüye mucib oldu ve aralarında yaptıkları istişarede elli kişi kadar isyan taraftan belirlediler. Yeniçerilerin 1. Ağa bölüğüne kendilerini desteklemeleri hususunda muavenet istediler. Kıdemli oda-başıyı bunlara şu nasihati verirken görüyoruz: "Biz hükümet işine karışmayız. Saltanatın işlerini teftiş etmek bizim işimiz değildir. Yaptığınız işler açtığınız yaralar devlet gemisini batı­racak. Daha neler yapmak istiyorsunuz? Dedi. Odabaşı bu nasihatların fayda vermeyebileceğini temmül ettiğinden, bunları Yeniçeri Ağası Çelebi Mehmed Ağa'ya haber verdi.

Tedbirler alındı ve müstakbel bir isyan parlamadan söndürül­dü. Fitne erbabı öldürülürken, Cebecileri kışkırtan Boşnak İbrahim Ağa Bağdat'a sürgüne yollanırken, oraya varışında ela hayat defteri dürüldü.

Edirne vakası tertipçilerinden Karakaş Mustafa ve Enge­rek Yılanı Küçük Ali de kellelerini kurtaramadılar, ektiklerini biçtiler. 18/ramazan/1115-25/ocak/1704 perşembe günü, 3. Ahmed şeyhülislâmlığa Paşmakçızâde'yi getirip, Hünkâr İmamı Mehmed efendiyi azile karar vermişti.

 

1slavların Şuurlanması

 

Osmanlı devleti içinde birbirini takip eden kıyamlar, tahtın boşalması gibi vakalar cereyan ederken, Rusya'da pansla-vizm konusu dal budak saldı. Bu fikrin mucidi Kınyaniç isim­li Hırvatistanda yaşayan bir Sırplı idi. Aynı zamanda Katolik papası olması, arkasında Roma'daki Papalığın bulunduğunu hatırlatıyor. Moskova'da yaptığı sivri konuşmaları yüzünden yakalanarak Sibirya'ya sürgüne gönderilmişti. Orda da çalış­malarını durdurmamış, bir kitap yazmış ve bu kitapda "Slav kavmi altı kabile halinde, Ruslar, Lehler, Çehler, Bulgarlar, Sırplar ve Hırvatlar olarak bilinirler. Eskiden bunların her biri­nin hükümdarı vardı.  Şimdi ise; hükümdar sahibi olan yalnız Rusyadır, diğer beş kabile başka kavimlerin boyunduruğu al­tındadır. Islavların henüz ne bir tarihi, ne de tarihçisi vardır" gibi ifadeler yer almaktaydı. Kınyaniç ayrıca Rus Çarı Aleksi'ye, Osmanlı ve Almanyanın elinden Islavları kurtarmak için mücadeleye davet etmişti böylece Ruslar çok az bir za-nian sonra Çar Feodor zamanında Osmanlılar ile Tatarları dış düşman tanıma yoluna saptılar. Buna ilave olarak da za­man içinde Lehistan'ın meşhur kralı Jan Subiyeski ile ittifaka gittiler.

 

Deli Petro Rusya'sı

 

Bayezid-i Veli döneminde İstanbul'a gelen Moskova kralı elçileri, huzuru hümayuna çıktıklarında, ilkel kıyafetleri hase­biyle o gün sarayda bulunan zevat tarafından kahkahalarla alaya alınmışlardı. Fakat son senelerde Rusya adını almış bir devlet haline gelmiş olan Moskova krallığı, hududlarımizda bize gözaçtırmaz, saldırgan bir ülke hüviyetine bürünmüştü. Bizim tarihlerimiz de Deli Petro, Akbıyık Petro diye anılan, Rusiann ise; Büyük Petro dedikleri çar, ülkesini Avrupa Me­deniyeti anlayışına taşımaya orada bulunan mükemmeliiyet-leri tatbike uğraşıyordu. Beledi, toplumsal, askeri, sınai te­rakkileri kucaklıyordu. Ülkesine avrupanın ilim sahibi kimse­lerini davet ediyor, kendisi bizzat oralara seyahat yapıyor kültür araştırmalarına önem veriyordu. Yayımladığı bir be­yannamede ise; "Ecnebilerin Rusya'da her türlü can güven­liği ve rahatı, yardımı, seçkinliği, mezheple alakalı Özgürlük­leri bulacaklardır" demekteydi. Vine avrupadan; kara ve de­niz subayları, mühendisler, gemi İnşaiyecileri, sanatkârlar, doktorlar, mektep hocaları, ilim ve bilim adamları getirtiyor her alanda kitap tercümeleri yaptırmaktaydı.

Kıymetli yazar Ahmed Rasim bey; tarafımızdan sadeleşti-rilen kıymetli eserlerinden birini teşkil eden Osmanlı Tarihi­nin 3. cildinin 836. sahifesinde Rusya, Deli Petro riyasetinde yukarıda saydıklarımızı gerçekleştirirken biz ne yapıyorduk, sorusunu yönelttikten sonra kendi şöyle cevap veriyor: "iç ihtilâller çıkarıyorduk. O zamana tesadüf eden tarihlerimize bakacak olursanız, darüssaade eski ağasının sürgünü, vali tâyini, eyalet tevcihi, donanmanın gelmesi, makamların de­ğiştirilmesi, azledip öldürmek, Silahtar olan İbrahim bey, yeni köşk yapılması, padişah gezintisi.." gibi hususlarla meşgulüz diyor.

 

Avrupa Devletlerine Bir Bakış

 

İspanya taht savaşları ile meşgulken, kuzey avrupada sa­vaşlar birbirini takip etmeye başladı. Rusya, İsveç, Lehistan ve biz yâni Osmanlılar döğüşüp durmakta idik. Ruslar bizden Azak'i alırken Leh'lilerin kralı Subiyeski öldü. Lehistan'da krallık halk tarafından yapılan seçimle belirleniyordu. Bun­dan istifade etmeyi bilen Deli Petro, kesenin ağzını açıp, Mal­kıran adıyla tanınan Hersekli Odüst'ü seçtirmeye muvaffak oldu. Avusturya hükümeti bu tercihi mergup buldu ve des­tekledi. Bunun neticesinde de Rusya avrupa siyasi mahafilin-de birinci defa olmak üzre takdire şayan bulundu. Rusya'nın elde ettiği bu prestij, kendisine müracaat edilen kapı rolünü getirdi. Balkan yarımadasında ömür sürmekte olan hristiyan-ların bir kısmı Deli Petro'ya Osmanlı devleti ile savaşmasını söyleyip duruyordu. Buğdan voyvodası Kantemir ile Eflâk bey'i Jorj Kastoryato Rus birliklerinin Tuna Nehri civarında olmasını istediler. Allahdan Lehistan, Venedik ve Avusturya bu çağrılara destek vermediler.

 

Karlofça Antlaşması

 

Karlofça Antlaşmasını yapmak mecburiyetinde kalışımızın sebebi hakikisi 1683 yılında uğradığımız 2. Viyan kuşatma-sındaki yenilgidir. Avrupanın boynuna geçirdiğimiz tasma bu mağlubiyetle öyle bir duruma düşmemize sebeb teşkil ettiki, tarihte hiç bir devlet böyle ardı arkası gelmez saldırılara mu­hatap olmamıştı. Bu saldırıları durdurmak için büyük bir ri­catı dahi deneme durumu ile karşı karşıya geldik. Bu saldırı­ları Salankamen muharebesinde ancak durdurabildik.

Fütuhata yeniden başlamamız ihtimali, Salankamen mey­dan muharebesinin aziz şehidi Fazıl Mustafa Paşa'nin şerefli alnına isabet eden kurşunla beraber ortadan kalkmış oldu.

Köprülü Mehmed Paşa sülâlesinin yetiştirdiği kıymetli devlet adamlarından biri olan Amcazade Hüseyin paşa bir sulha ih­tiyaç olduğunu hissederek, buna zemin hazırlayarak, 1699 yılında Karlofça Musalahasını imzaladı.

Bu antlaşmaya göre, Erdel ve Macaristan Avusturya'ya Mora ile Dalmaçya Venediklilere, Podolya ile Ukrayna Leh-Ü'lere, Azak Kalesini de Ruslara terke mecbur olduk.

 

İsveç-Rus Çekişmesi

 

Avrupa üzerinde iki devletin arasında devam eden husu­met, belki hiç bir zaman Osmanlı Devletini Rusya-İsveç ihti­lafı kadar ve neticesi i'tibarıyla alakadar etmemiştir. Ancak şunu ilavede fayda vardırki; Ruslar, Çar Petro'nun yönetimin­de büyük atılımlar yapmaya muvaffak olmuş, Rusya tarihin­de ilk defa donanma kurmayı başarmışlar hâttâ, bazı avru-palıların "Sultan'm bakire kızı" saydıkları Karadenize de böylece el uzatmış oluyorlardı. Donanmalarının bir bölümüy­le Baltık denizinde bayrak dolaştıran Ruslar, lehistan ile ara­larında yaptıkları müsalahaya istinat ederek, İsveç'le kapış­ma alanı bulabildi. Bu savaş uzun bir zamana yayıldı.

Öte yandan Osmanlı devletinin, gerek Rusya gerekse Avusturya'nın taaruzlanndan korunma hususunda artık sa­dece kendi gücüne bağlı mukavemetten ziyade, büyük dev­letler arasındaki münasebetleri gözetip, ortamı müsait oİana yanaşma politikası gütme ihtiyacını duyduğunu görüyoruz. Hâttâ 1933 yılında bir komisyon tarafından kaleme alınmış bulunan ve yayımcılığını Maarif Vekâletinin üstlendiği üç cilt­lik tarih kitabının 3. cild 144. sahifesinde yukarıya aldığımız tesbitin bir benzeri şu satırlarda nümayan oluyor. "18. asır­dan itibaren Osmanlı İmparatorluğunun varlığını muhafaza edebilmesi, yalnız kendi dahili kuvveti sayesinde değil, bü-

yük avrupa devletlerinin yekdiğerlerine zıt menfaatlerinin çarpışması, yâni maruf tabirle <Rekabet-i Düveliye>nin te­siriyle mümkün olabilmiştir.

 

Prut Savaşı Ve Zaferi

 

Avrupa ile meşguliyetleri münasebetiyle Ruslar olsun, Avusturyalılar olsun devlet-i âliye'yi rahat bırakmışlardı. Bu rahatı değerlendiren Sultan 3. Ahmed iç meseleleri bir teviye hâl yoluna koymaya çalışıyordu. Hudud boylarında ise niza­mı ve intizamı sağlamaya muvaffak olmuştu. 1120/1108 ta­rihine gelindiğinde meydana gelen bir oiay, Osmanh Devleti ile Rusya arasında, husule gelecek bir savaşın başlangıcını teşkil etti, şöyleki:

m. 17. asırda şecaat-i askeriyesiyle nam bırakmış olan ve bizim tarihlerimizde Demirbaş unvanıyla anılan İsveç kralı 12. Şarl, Rusya Çarı Deli Petro'nun istilacı siyasetinin karşı­sında savunma yapmak yerine saldırıya geçme metodunu benimsemişti. Hakikaten bu saldırısı sayesinde hem ülkesi­nin harabiyete uğramasını önlemiş, hem de süvarileriyle tak­viyeli güçlü ordusunun Rus kuvvetlerine bir kaç yerde üstün gelebilmeyi başardığı görüldü. Bununla da iktifa etmeyen 12. Şarl, Varşova'ya kadar gelmeyi başarmış, hâttâ Lehistan tahtına kendi adamlarından birini oturtmaya da muvaffak ol­muştu. Demirbaş Şarl'ın Ruslara karşı bu tazyikine bu taraf-tanda Osmanh bir sıkıştırma harekâtı tertip etseydi, buna in-zimamende Kırım Han'lığına akına başlaması emrini vermiş olsaydı menfaatimizin büyük olacağı pek açıkdı.

Ne varki; devlet hem kendi harekete geçmemiş, hem de Kırım Hanlığına asla olaylara karışmaması istikametinde tebligatta bulunmuştu.

 

Demirbaş'ın Mağlubiyeti

 

Bir çok mevzi savaşın neticesinde İsveç kuvvetleri ile Rus­ya ordusu karşı karşıya geldiklerinde üzerinde bulundukları kara parçasının adı Poltava idi. Çok kanlı bir savaş meydana geldi. Şarl'in askeri bu ölüm kalım mücadelesinde Ruslara mağlup olmaktan kurtulamadılar. Demirbaş Şarl ise, hem yaralı, hem de mağlup kral psikozu içinde Buğdan civarında hudud-u hâkani yâni, Osmanlı hududlarına iltica etmişlerdi. Ancak Ruslarda sıcak takibi gerçekleştirmişler hududumuzu aşmışlardı. Davranışları iltica etmiş kimseleri kovalamaktan ziyade münasebetsizliklerin sergilendiği hareketlerle doluy­du. Bu hareketlerin tabii sonucu Rusya'ya savaş açmaya va­racak güne gebeydi.

 

3. Ahmed'in Alicenaplığı

 

Mehazlarımızdan olan Devlet-i Osmaniye Tarihi yazan Ali -. Şeydi bey şöyle anlatmakta: "Şarl'in memalik-i Osmani­ye'ye ilticasını haber alan 3. Ahmed, Demirbaş Şarl hakkın­da pek mültefitane davranilmasını hudut muhafızı Mustafa Paşa'ya emretmiştir. Daha önce Kral Şarl'a zorluklar çıka­ran Abdurrahman Paşa'nın, azarlanmasmida bildirmişti. 3. Ahmed ayrıca; Şarl'a pek güzelce bir at ve pek güzel do­nanmış eyer takımıyla birlikte hediyeyi yolladığı gibi, günde 415 kuruş maaş bağladığını bildirmişti. Mağlup Kral; Yusuf Paşa'ya iltica ettiği andan i'tibaren hüsn-ü kabul görmüş, en iyi şekilde ağırlanmaya başlanmış, bu davranış için padi-şahdan gelecek fermana göre hareket diye bir yola gidilme­miştir. Kral'ın yanında bulunan dörtyüz kişiye yakın zevata misafirperverliğimiz bütün şaşaasıyla gösterilmiştir. Padi-şahdan gelen ferman sonrası bu fevkalade güzel ağırlama­nın ziyadeleştiğini söylemek abestir. Ruslar mülteci kralı bizden kendilerine vermemizi ısrarla talep ettiğinden, buna Karşılık mensubu olduğumuz din-i mübin'in bu hususta mü-saadekâr olmaması da bahse konu olduğundan, Demirbaşı vermektense, Petro ile savaşmak tercih olundu. Nihayet ta­rih 1123/20/safer-1711/9/nisan/perşembe günü Baltacı jVlehmed paşa kumandasındaki orduyu hümayun İstan­bul'dan yola çıktı. Aynı yılın 19/temmuz/pazar günü Rus ordusunun karşısına dikildiğinde Deli Petro bizzat kumanda etmekteydi Rus kuvvetlerine.

 

Deli Petro'nün Hamakatı

 

Osmanlı devletinin zafiyetini bilen Deli Petro bu vaziyet halinde kendisine yapılan savaş ilânına ehemmiyet vermedi. Halbuki; aşağıda ifade edeceğimiz gibi, Deli Petro aniden karşısında bulduğu ve kendinden ikimisli mevcutlu orduyu görünce şaşırdıb öylece de hatasının büyüklüğünü anlamişsa da, iş işden geçmiş bulunuyordu Petro için. Hele bir müddet -tenberi Osmanlı devleti aleyhinde kışkırttığı ve kendilerine yaptığı yardımlar hasebi ile hududda yaşayan Osmanlı teba-sındaki gayri müslimlerden umduğu yardımı ve anlayışı gö­remeyince moralman epeyi çökmüştü. Deli Petro, geniş Os­manlı topraklarını ele geçirmek işine büyük çareyi doğuda yaşamakda bulunan hristiyanları kendine çekmesiyle başa­rabileceğini idrak etmişti. Bunun yolunuda o bölgelerde ya­şamakta olan dindaşlarının kendisini koruyucu gibi tanıma­larını teminde bulmuştu. Böylece Osmanlı ülkesinde hristi-yanlarla alakalı ihtilafa dayalı işlerde hemen sesini yükselti­yordu. Zaman içinde bu davranışları bir kapı açmış sayılabil-rnektedir. İsveçliler ile savaşmadan evvel Eflâk ve Buğdan bölgelerine bir çok gizli ajanlar göndermiş, yakında oralara orduları ile gelerek bölgeyi feth edip, hristiyanları müslüman-ların elinden kahredici idarelerinden kurtaracağını vaad etmisti. Fakat; kendisi dehşetli bir gurur içinde hududa yaklaş­mışken adı geçen tebâ'nın son derece sakin durmaları me­yus olmasının sebebi oldu. Kara yolu ile Ordunun başında giden sadrazam Baltacı Mehmed Paşa'ya, deniz tarikiyle gi­den Kaptan-ı Derya Mehmed paşa tarafından levazım ve er­zak lojistiği yapmak üzere gönderilmeside ayrı bir isabetti. Baltacı'nın ordusunda, 30 bin yeniçeri, bin cebeci, 7 bin top­çu, 3 bin aylıklı asker bulunmaktaydı. Daha sonra Kırım, Anadolu, Rumeli vilayetlerinden gelen yardımcı birlikler sa­yesinde mevcud 145 bini buldu.

 

Savaş'ın Safahatı

 

Osmanlı ordusu Prut Nehri civarında Falçi Köyü yakınla­rında, Rus kuvvetlerine yetişti. Tam bu sıradada Kırım Ordu­su aksi istikametten Osmanlı ordusuna iltihak etmek üzere gelmiştiki buna bağlı olarak Rus kuvvetleri iki güç arasında kalmış bulunuyordu. Petro içine düştüğü zor durumu kabul­lenmekte pek zorluk çekmekteydi. Ya ordusunu ve kendini ölümün kucağına atacak idi. Yahut da, izzet-i nefsini yenip, esaret lâlesine boynunu uzatacaktı. Bu arada tebarüz ettire-limki Rusların mevcudu 60 bini aşmamaktaydı. Kendisinin müşkül mevkide kalması Petro'da her yolu denemeye karar vermesine zemin hazırlamakta idi. Bundan dolayı, kendi bu­luşumu, müşavirlerinin tavsiyesimi yoksa bizzat savaş alanı­nın hemen kenarındaki karargâhında bulundurduğu nikahsız karısını tarih kitaplarında 1. Katerina adı ile anılan metresi­nin aklıylamı nehâl ise, bütün hazinesini ve mücevherlerini hâvi olarak göndermek ve sulh talebinde bulunmayı tatbike koyma kararı aldılar. Katerina, sadrazam Baltacı Mehmed Paşa ya mülâki oldu vesulh antlaşmasının gerçekleşmesini temine muvaffak oldu demekte olan beyanlar olduğu gibi, bizce de daha doğru kabul edilmesi icab eden görüş yukarıda ileri sürülene muhalif olan görüştür. Şimdi biz bu savaşın ayrılmaz bir parçası gibi kabul edilmiş bulunan Çar'ın gayri menkuhası, yâni nikâh akdi yapılmamış, diğer bir tâbirle metresi sayılması gereken Katerina nam güzelin hüviyyetini araştırmış bulunan merhum ve tarihi sevdiren adam olarak bilinen Ahmed Refik Altınay'ın, 1. Katerina hakkında sundu­ğu bilgileri nakle çalışalım: "Petro'yu esaretten, Rusyayı iz­mihlalden ve felâketten kurtaran Marta (Katerina) Litvanya-Ii bir köylü km idi. Marta'nm babası belli olmadığı için, ma­hallenin papası terbiye etmiştir. Ondört yaşına geldikten sonra da, Martin Luter mezhebine bağlı bir papasın hizmet­çisi olan Marta yâni Katerina, onsekizine geldiğinde İsveçli bir subayın eşi olmuştu. Ancak İsveçlilerin Ruslarla yaptığı savaşların birinde kocası öldürülmüş, Marta ise Ruslara esir düşmüştü. Bu esaretinde evvelâ general Baver'in daha sonra mareşal Şermetiyef in, ondan sonra da, Mençikof un eline düşmüştü. Günün birinde general Mençikof un evinde verilen bir ziyafete katılan Petro, burada gördüğü Marta'nin yâni Katerina'nın müthiş güzelliğine hayran ve aşık olmuş. O sıradada kendi karısını boşamış olması Marta'yı metres edinmesinde işe yaramıştı. Petro işte bu Marta'yı mezkur savaşa giderken yanında bulundurduğundan ve metresinin zekâsına ve kabiliyetine olan itimadı, generallerle yapılan is­tişarede Katerina'yı sadrazamın çadırına gönderme kararını kesinleştirdiler. Sabah olduğunda Şafirof yazmış olduğu bir mektubu Katerina'ya vermiş o da, sadrazama götürmüştü. Katerina, Baltacıya göz süzmüş, yalvar yakar olmuş, niyaz ve ricalarda bulunduktan sonrada döktüğü gözyaşları ikna-ya yardımcı olmuştu. Sulha ikna olunan, sadrazamın imza­sını teminden sonra, bütün mücevherler hâttâ orduda bulu­nan subaylardan borç olarak toplanan paralarda mücevher­lerin yanına ilave edilerek, ertesi sabah Baltacı Mehmed paşanın o zamanki tâbirle kethüdası, şimdiki deyimle sekrete­rine bu hazine verilmiştir. Kethüdanın adı Tezkereci Osman Ağa idi. Baltacı Mehmed Paşa, bu büyük hediye paketi kar­şısında biraz yumuşamış ve galiplerin tavrıyla <çaresine ba-karız!> cevabını vermişti." Demektedir.

Demekki; Petro olsun, Rusya olsun dünyanın başına belâ kesilmeleri mukadderattanmış ki; 1123/6/cemaziyelahir-1711/23/temmuz/perşembe günü imzalanan Prut Müsalaha-sı sayesinde Osmanlı'nın elinden kurtulabildi ve kaderin ona yüklediği misyon devam imkânına erdi. Meseleye yukarıdaki doneler kabul sayılarak bakılırsa şunlarda satırlarımıza dö­külmelidir. "Eğer Baltacı metanetini muhafaza edipde Rus­larla harbe girişmiş olsaydı Petro'yu ya esir etmeye muvaf­fak olacak, veyahud da, ölümüne sebeb olacakdı. Her iki hâ­lin mevdana gelmesi de, Rusya için pek dehşetli bir darbe olurduki, bu günkü Rusya karşımıza çok çok küçük bir ölçü içinde çıkabilirdi. Avrupalı bir tarihçi Baltacı Mehmed paşayı tenkit ederken demekteki; <Ruslann şimdiye kadar Baltacı namına altundan bir heykeli neden dikmemiş olmalarına şa­şarıma                                         ,                          ,

Prut Sulhunun Esasları   "

 

Prut 'ta imzalanan sulh antlaşmasında esas şartlar şu isti­kamette şekillenmişti: Azak Kalesi içinde bulunan bütün si­lah ve cephanesiyle birlikte Osmanlılara verilecek, Bu ve di­ğer hududlarda Ruslar tarafından tahkim olunmuş bütün ka­leler yıkılacağı, Kırım Han'hğına Kazaklar İle Lehistan mese­lesinde Rusları alakadar eden taraf olmadığı, müdahil olama­yacağı, İsveç Kralı Demirbaş Şarl'ın ülkesine serbestiyet içinde dönmesine müsaade olunmak, esir olmuş müslüman-ların iadesi ve bu maddelerinde yerine getirilmesini temin için Petro'nun başvekili Şafirof'u rehin almak gibi esaslardan ibaretti. Şurada tarihçi ve devlet adamı Abdurrahman Şeref Efendinin bir mülahazatını zikretmede fayda görmekteyim: Merhum diyorki; ".Sadrazamın otağında toplanan müşavere meclisi beyanda bulunurken gerek Kırım Hân'ı gerekse De­mirbaş Şarl, Ruslara katiyyen aman verilmemesi, mutlaka savaşılması hususunda rey ileriye sürmüşlerdi. Ancak müşa­vere meclisini teşkil eden diğer erkân-ı devlet, harbe girişildi-ği takdirde, neticesinden o kadarda emin olmamak gerekti­ğini, düşmanı bu kadar hakir hâle getirmeye muvaffak ol­duktan sonra savaşa zorlamağa lüzum yoktur. Şerait-i müs-tahsene yâni en güzel şartlar Ruslara verilen "aman işinden" elde olunacaktır diyerek, sulhu kabul ettiler." Deli Petro cibil­liyetinin gereğini sergiler, şÖyleki; Baltacı'nın elinden kendini kurtaran Deli Petro imzaladığı sulhun hükümlerine asla ri­ayet etmemekle Baltacı'nın ihanet değilse de, ne kadar dar görüşlü olduğunu İspata muvaffak olmuştur. Demirbaş Sari İhtilafı Yapılan antlaşmadan memnun olmayan isveç Kralı, bu antlaşmada mevcut maddelerin hiç birinin Osmanlı dev­letinin işine yaramadığını ileri sürüyor, bir müddet geçtikten sonra Rusların elan Azak Kalesini teslim etmedikleri gibi, Le­histan topraklarındaki askerlerini henüz çekmemiş olduğunu bildirmekle beraber, padişahı Rusya aleyhine teşvik etmek­teydi. Bu hususta hergün İstanbul'a arizalar göndermekteydi. Ne varki bu teşvikler ve tahrikler padişah katında yerine ge­tirilme şansı bulamıyordu, üstelik bu müraacatiar can sıkıcı bir hâl aldığından ayrıca Petro'nun işarı ise, antlaşmanın bü­tün maddelerinin işler hâle gelebilmesinin an şartı 12, Şarl'ın sığındığı Osmanlı toprakları dışına çıkıp, ülkesine gitmek ol­duğu istikametindeydi. Osmanlı devletince bu hâl Kral'a bil­dirilmiş ve harcırahının verilip, Osmanlı kuvvetlerinin hima­yesinde ülkesine dönmesi gerektiği bildirildi ve bahse konu harcırah ödendi. Sadrazamlardan Kâmil Paşa'nın "Tarih-i Si-yasiyye" adlı eserinde şu bilgiyi nakle çalışalım: "Şarl Os­manlı hududuna ilticasının ilk günlerinde kendisine tahsis edilen paranın daha sonra kesilmesi münasebetiyle sıkıntı­ya düşmüştü. Memleketine dönebilecek paraya ihtiyaç bin kese idi. Bunu Padişaha bildirdiğinde bu talebi ikiyüz kese fazlasıyla binikiyüz kese olarak ödendi fakat Edirne'ye gön­derdiği bir vazifeliye padişahdan bin kese daha almasını ak­si takdirde gitmeyeceğini bildirdi. Padişah bu isteği getiren adamı hapse attırdı. Şarl'ın Bender cihetinden hudud dışına çıkarılmasına mahalli idareye ferman gönderdi. Nevarki bu zoraki misafir emri dinlemediği gibi, üstüne gelen askere yanındaki üçyüz askerle karşı koymaya başladı. Sonunda Demirbaş Şarl Dimetoka'ya gitmeye ikna edilmişsede, öyle bir devlet misafirinin hapsedilmesi halk içinde dedikoduya sebeb olması hasebiyle, buna fetva veren şeyhülislâm azl edilirken, sadrazam da düşürülüp, yerine Kaptan İbrahim Paşa getiriliyordu."

Hakikaten Bender Muhafızı İsmail Paşa yeterli sayıda as­kerle gelip Şarl'ı Dimetoka'ya şevke muvaffak olmuştu. Ay­rıca durumu devlete bildirmişti. Ancak Sultan 3. Ahmed bir hükümdar hakkında reva görülen muameleye çok üzülmüş­tü. Bunların müsebbibi gördüğü şeyhülislamı ve sadrazamı görevden azletmek kararı aldı. Yukarıda işin böyle yapıldığını Kâmil Paşa da eserinde bahsetmiştir. Dimetokada bir miktar ayak süreyen 12. Şarl sonunda Erdel yoluna düşerek, mem­leketine 1126/1714'de çıkıp gitmiştir.

 

Venediklerle Savaş

 

Karlofça antlaşmasının icabatından olan Venedik ile uzunman sürecek sulh yapılmıştı. Ötedenberi her fırsatı bir ga-•met bilen Venedik devleti onbeş sene kadar devam eden ,|h ve sükuneti bozmak için sebeb icad etmeye çalışırken, bizim hükümetimiz tarafından hiç bir fenalık ve şikâyete ve­sile olacak hususlara meydan verilmiyordu.

Halbuki; Venediklilerin bir tarafdan Karadağlıları Osmanlı üzerine kışkırtırken, öte yandan da, Akdenizde dolaşmakta olan gemilerimize taarruzlar tertiplemekteydiler. Misâl olarak sunuda yazalım: "Eski sadrazamlardan Damad Hüseyin Pa­şanın kız torunu Hadice Sultana aid eşyalarla yüklü bir Os­manlı gemisini çevirerek yağma etmişlerdi. Venediklilerin bu yaptıkları Sultan 3. Ahmed'i ziyadesiyle üzmüştü. Bilmecbu-riye Venedik'lilere harp ilanı yapılmıştı. 1127/1715'de başla­nan bu muharebe neticesinde de epiyi zamandan beri Vene­dikliler istilasında bulunan Mora topraklan tamamen istirdad olundu.

Ayrıca Donanma-i Hümayun sayesinde İstandil ve Çuha Adaları ile Girid'in fethinde kendilerine bırakılan üç iskele dahi ele geçirildi. Bu savaşlarda Köprülü ahfadından Muman Paşa ile sadrazam Şehid Ali Paşa'nın ve Kapdan-ı Derya Ca­nım Hoca Mehmed Paşanın büyük gayretleri görülmüştür. Beri yanda da Karadağ eşkıyası mükemmel bir şekilde ceza­landırılarak o havalinin de asayişi berkemâl hâle getirildi..

 

Avusturya Seferi Ve Neticesi

 

Osmanlı devletinin Mora kıtasını tekrar eline geçirmesini, deniz fetihlerine de başlamış olmasını hoş karşılamayan

Vusturya'!ılar, fethettiğimiz toprakların Venedik'e iadesini en

9Çikşeküde taleb ettiler ve hudud boyuna da asker yığmağa başladılar.   Sadaret makamında bulunan Şehid Ali Paşa, Se muamele taraflısı, herkesi yıldıran tavrıyla, padişah huzurun da yapılan top-lantıda, Avusturya'ya harp ilanı hususund teklif ve bu teklifinde ısrarlı olması ve yaptığı mütalaav kimsenin cevap vermeye cesaret edememesi, 1 127/1715'^ bunlara da savaş açılmasını sağlamıştı. Kuvvetlerin başın-, da Şehid Ali Paşa bizzat geçmişti. Ne varki Osmanlı ordusu Tuna Nehrinin öbür tarafındaki sahilde bulunan Varadin mev­kiinde büyük ve acı bir mağlubiyete duçar olurken Vara-din'de yine bir sadrazamımız daha şehadetin şerbetini içmiş oluyordu. Evet Ali Paşa "şehid" unvanına burada kavuşuyor­du. Tamışvar Kalesi ve Belgrad beldemiz Avusturyalıların eline geçmiş oldu. Ayrıca Korfu'yu muhasara altına aimıs bulunan bir gurup askerimizde ricata mecbur kalmıştı. 1129/1717 tarihi yaşanmaktaydı.

 

Pasarofça Antlaşması

 

Şehid Ali Paşa'nın şehadetinden sonra Osmanlı devleti sadrazamlığı meşhur Damad Nevşehirli İbrahim Paşaya tev­cih edilmiş idi. Diğer bir unvanı Sefih İbrahim Paşa ünvanla-nyla tanınmış idi. Avusturya ile yapılan savaşın devamı enin­de sonunda kendisininde ordunun başına geçmesini gerekti­receğinden böylece de zevkü sefadan mahrum kalacağını id­rak ettiğinden sulh yapabilme yolunu seçti ve padişahı da bu fikre imâle etmeyi başardı. Pasarofça antlaşması yirmidört seneliğine imza olunmuştur. Bu antlaşma gereğince Mora kı­tası Osmanlı Devletinde kalacak, Çuha Adasiyla, Hersek ve Arnavutluk sahillerindeki ele geçirilen yerler Venediklilere terk olunacak idi. Tamışvar, Belgrad eyaletleriyle Dalmacya bölgesi Avusturya'nın muhafazasına terk olunuyordu-1130/1718 İran ile Savaş Safevi hanedanının sonuncusu olan Hüseyin Şah, müfrit bir şii olduğundan tebaası olan

akla gelmedik zulümler uyguluyordu. Aynı zaman-, halife olan Osmanlı padişahına müracaata karar veren h-Medeki mazlum sünni ahali, halife-i Osmaniyeden alaka ördü. Şikâyetler incelendi. Feryatların bir zulme maruzkal-maktan ileri geldiğine karar veren Osmanlı halife ve padişahı Sultan 3. Ahmed, zâlim şah'ın zulmüne son verilmesi niyeti irinde İran üzerine sefer emrini verdi.

Bu sırada 1134/1722 yılı gelip çatmıştı. İran üzerine yürü­yen askerimiz; Kirmanşah, Erdelân ve Hoy havalisini taht-ı idaresine aldı. İranlılar tarafından gelen talepler makul görü­lerek bir mütareke yapıldı. Ancak bir sene sonra İran Tahtına Şah Tahmasb geçti. İran üzerine çullanan Afganlılara bu yeni» şah önce mukavemet sonrada zafer kazandı. Yok olma dere­cesine gelmiş İran devletini yeniden hayata kavuşturan bu zafer arkasından Osmanlı askerinin eline geçmiş bulunan yukarıda saydığımız bölgeleri istirdad için bizle savaşa giriş­tiler. Ali Şeydi bey tarihinde şu beyanı yapıyor: "Sadrazam Damad İbrahim Paşa, İstanbul'daki huzur ve sefahatini bı­rakıp, savaşın içine girmek istemediğinden, savaşı hudud muhafızları vasıtası ile idare etmekteydi. Seneler süren bu savaş içinde nice insan telef oldu. Sadrazam ise, eğlence ve âlemler içinde çırağan ziyafetleri tertibiyle, Kâğıdhane'de müslüman kadınlarına söz ve para atmakla meşgul olması efkâr-ı umumiyeyi tamamiyle kendisinin aleyhine çevirmişti. Buna inzimamen meşhur Nâdir Şah'ın tahta çıktığı İran'da bulunan Osmanlı askerine bir kaç yerde galib gelmesi hu­sule gelince ve bunlar İstanbul'a aksedincede gerek sadra­zam gerekse hempaları hakkında çirkin şayialar yayılmaya ^." Demekte.

 

İran'daki Aksiliğin Dersaadet'e Te'siri

 

İran'da husule gelen acı mağlubiyetlerin İstanbul'a estirdi­ği havayı, İsmail Hakkı üzunçarşılı merhum şöyle diie getir-mekde: "...İran cephesinde elde edilen başarılar dolaysıyia Damad İbrahim Paşa meclisine müdavim şâirler vücuda ge­tirdikleri kasidelerle 3. Ahmed'i ve Damad Nevşehirli İbra­him Paşa'yi göklere çıkarıyorlardı; bu hâl, 1136/1723'den, 1143/1730 yılına kadar devam edebildi.."

Devletin bütün ipleri tam selahiyetie Damad Nevşehirli İb­rahim Paşa da olmakla beraber, ortada görülen idare adetâ bir damadlar kabinesi teşkil etmekteydi. İbrahim Paşa ve oğ­lu Mehmed Paşa ile yeğenleri Ali ve Mustafa Paşalar 3. Ah-med'in damadı olup, Kapdan~ı Derya Kaymak Mustafa Paşa ve kethüdası Mehmed Paşa da, Damad Nevşehirli İbrahim Paşa'nın damadları idüer. Bu kadronun tabiiki muhalifSeri vardı ve artık faaliyete geçmişlerdi. Doğru yalan her şeyi söylemekteydiler. Ahalinin eğlenceye dalmış erkân-i hük mete kırgınlığı söylentilerin tesirini çoğaltmıştı. Vaziyeti göz­den geçiren Damad Nevşehirli İbrahim Paşa padişahın mut­laka sefere götürülmesi bu dalgalanmayı sükuta çevirir bulu­şunu tatbike koyması hakikaten patlamak üzere olan isyanı teskine yetmişti. Ülkenin her tarafına gönderilen teskerelerde padişahın sefere çıkacağı ilân olunuyordu.

27/temmuz/1730'da padişahın tuğları saraydan yola çı­kıp, 31/temmuzda Üsküdar'da hazırlanan Otağ~ı Hümayuna dikildi. Asker hazır, ahali hazır, ulema intizardaydı. Sadrazam Damad Paşa, saraya geldi: -Her şey hazır! Saadetle buyuru­nuz! Dediğinde. Padişah tereddütle sefere gitmeyeceğim ce­vabını verdi. Sadrazam şaşkın ve korkular içinde başına gel­mesi muhtemel hâli gözlerinin önüne getirdi ve içi titredi. Ye­niçeri Ağası Hasan Ağa'ya padişahın koyduğu tavır bildirildiğinde gelen cevab şu oldu: -Yeniçeriler Üsküdar'da padişahı beklemektedirler. Gelmeyecekleri duyulursa büyük kötülük­ler zuhura gelir, böyle bir kalabalığı dağıtmak kabil değildir!. Şeklindeydi. Bu haber padişahı isteksiz bir hâl içinde Üskü­dar'a geçmeğe mecbur eyledi. Sancağ-ı Şerifi alıp ordugâh-daki otağına geldi. Basiretleri bağlanmış olan sadrazam da, padişahda bu tekâsülün acısını fena çekecekleri akıbete yu­varlanmaya başlamışlardı. Tebriz'in İranlılar eline geçtiği ha­beri Dersaadete ulaştığı esnada, bazı kişiler yeniçerilerin Or­ta Camie toplanmaya başladıklarını ve ahaliye beyanname dağıttıklarını gördüler. Bu vaziyet bir ihtilâl iklimini idrak za­manı geldiğinin habercisiydi. Nitekim bazı kişiler velinimetle­ri olan sadrazama doğrudan ulaşma yolunu bulamadıkların­dan olacakki küçük damadı Kethüda Mehmed Paşa'ya vazi­yeti bildirip, işi bastırmasını söyledilerse de, zât bunların söy­lediğini kaale almadığı gibi üstelik kovarak tedbir şansinıda elinden kaçırmış oldu.

 

Sultan Mahmüd'on Adı Telaffuz Ölünüyor!

 

Kethüda'nın gösterdiği kayıtsızlık, ocaklı askerin Üsküdar ordugâhında bulunmaları, isyanı tertip eden heyetin ekmeği­ne yağ sürmüştü. Bu ihtilâli tercih ve tertip edenler ne ahali ne de askerdi. Sadece siyasi görüş i'tibanyla Nevşehirli Pa­şanın muhalifleri idi. Ancak kendilerini meydana atmıyorlar­dı. Bu arada şeyhülislâm Mirzazâde Mehmed efendiye gelen bir yazan meçhul yazıda "Biz, mahmud-ü! hisal bir padişah isteriz'1 talebi ortaya çıktı. Bunun mânası Şehzade Mah-mud'un padişahlığının makbul olacağı idi.

 

Patrona Halil Ve İsyanı

 

Patrona Halil isyanı basit bir olay olmayıp, ülkede farklı hayat tarzını tercih edenlerin arasındaki ihtilafı gidermek için yapıldığına dâir romanlar kaleme alınmıştır bu memlekette. Romancılar, yazdıklarını basan makineleri yâni matbaayı kullanışa açan adam olan Damad Nevşehirli İbrahim Paşa'yı bile kötüleme yolundan ayrılmamışlardır. Çünkü tarihi roman yazarları ellerine aldıkları bir fenomeni ve o fenomenin kah­ramanını yüceltebilmek için nice hakikatleri, nice hizmetleri yok saymaktan içtinab etmezler. Patrona Halil, tarih sayfala­rında bahse konu olduğunda bir sahifeyİ bile dolduracak ehemmiyete hâiz değildir. Ne varki; tarihin sahnesine çıkar­dığı vak'a daha asırlarca anılacak ve üzerinde tartışmalar açılacak cinstendir. Yeniçeri Ocağının onyedinci bölüğünden olan Patrona Halil aslen Arnavud olup, Hurpüşteli'dir. Kader arkadaşı Muslubeşe ise, Rusçuk kazasının Karalar köyünden olup, Ulah asıllı olduğu İsmail Hakkı Üzunçarşılt tarafından belirtilmiştir. Bunların avanelerinden bazılarının adlan şöyle­dir: Ali usta, Karayılan, Çınar Ahmed, Oduncu Ahmed, Derviş Mehmed, Erzurumlu Mehmed, Küçük Muslu, Cebeci­lerden Kutucu Hacı Hüseyin ve Manav İsmail ve v. s Patrona Halil'i hamam tellağı diye anarlarda, yaptığı işe cesaretini hesaba almak istemezler. İstanbul'da Beyazıd'dan aşağı doğ­ru inilirken sağ kolda kaldırım üstünde kubbesi sağlam, an­cak her yerinden ağaçlar çıkmış bir eski hamam vardır ki; bu hamam, Patrona Halil'in bir müddet çalıştığı yer olması mü­nasebetiyle Patrona Halil Hamamı olarak elan anılmaktadır.

 

İsyan Nasıl Başladı?

 

25/eyIül/1730 yılı mevlid kandili münasebeti ile tertiple­nen alay esnasında isyanı patlatmak istedilerse de, böyle mübarek günde dini hislerine yönelmiş ahaliyi, patlatılacak ihtilâl hareketine imâle etmenin adetâ imkânsız olduğunu söyleyen görüşe hak verdiler ve isyan ertelendi. Aradan dört gün geçti, yâni 1 143/rebiülevverinin 15. perşenbe gü­nü/l 730/eylül ayının 29. günü, Patrona başta olduğu halde onyedi tane yeniçeri askeri Bayezid Camii'nin Kaşıkçılar ka­pısı tarafından ellerinde kılıçları ve bayrak olduğu halde, bir kaç koldan yürüyüşe geçtiler ve davamız var! Sedalarıyla or­talığı velveleye vermeyi başardılar. Et meydanına epeyi b't-kalabalığı topladılar. Patrona Halil yanına bir kuvvet alarak, Süİeymaniye'de bulunan Ağakapısına gitti. Yeniçeriağası Ha­san Ağa 300 kişilik bir kuvvetle karşı koyduysada, çabuk dağıldı ve kaçmayı tercih etti.

Patrona ve arkadaşları cesaretlerinin arttığını gördüler. Orada bulunan tutukluları serbest bıraktılar vede aralarına aldılar. Buna inzimamen İstanbul'un bütün hapishanelerinde­ki mahkumlar başta Baba Cafer zindanındakiîer olmak üzere serbest bırakıldılar. Tersane ve taş gemilerindeki mahkum­larda bundan müstefid oldular.

 

Padişah Nerede?

 

Bütün bunlar cereyan etmekteyken, Sultan 3. Ahmed, İs­tanbul'un bir başka güzel mevsimi olan sonbaharın en sıcak ayı eylülün son günlerinde boğazın temiz havasını ciğerlerine çekmek arzusuyla ve İran seferi ordugâhının bulunduğu yer olan üsküdarda idi. Sadaret Kaimmakamı Kaymak Mustafa paşa Çengelköy'de bulunan Bağ-ı Ferah adlı yalısında bulunuyordu. Haberi alır almaz, İstanbul'un rumeli yakasına geç­miş ve Üzunçarşı civarına tetkike gitmiş, esnafa dükkânlarını açmalarını emretmişti. Öte taraftan devlet memurları, tebdili kıyafet ederek, İstanbul'un vaziyetini tesbite çalışmış ve isya­nın kolay duracağını ümid etmemekteydiler. Padişahın, otağı bırakıp, Saray'a dönmesi kararını aldılar. Başta padişah ol­duğu halde bütün rical heyecan içinde kalmış akşam karan­lığı bastıktan sonra karşı baskın hazırlamak gerekirken, boş laflarla gecenin avantajını elden kaçırmışlardı. Akşam ile bir­likte isyancıların yanında toplananlar, evlerine çekilmiş, ki-miside adamakıllı uzaklaşmayı yeğlemişken, isyan yönetimi otuz-kırk kişilik bir guruba istinad etmekteydi. İşbilir kimse­lerin yapacağı bir saldın, isyanı bastırır, isyancılarıda inlerin­de boğabilirdi. Ne varki sabah olduğunda fırsat kaçmış, sıra isyancıların isteklerine muhatap ve talepleri karşılamaya gel­mişti. Sabah olduğunda saray'm orta kapısı üzerine sancak-ı şerifi çekerlerken, Bostancılardan bir kaç kişi, Et meydanına gönderildi ve isyan sebebi soruldu. Cevap: -Biz padişahımiz-x dan memnunuz. Ancak iki saat içinde hiyanet erbabı dört ki­şiyi bize teslim etsinler. Dedikten sonra 37 isimin yazılı oldu­ğu bir liste Bostancılara verildi. Bu arada ise Sancak-ı Şerif aİtına toplanan olmamıştı. Hele bir kısım İstanbul ahalisinin bir kısmı çıkarılan Sancak-ı Şerif den bile habersizdi. Sonun­da sancağı alıp mutad yerine koydular. Bu arada iki saat geçmiş ve dört hiyanet erbabı teslim edilmemişti. Bu dört ki­şi ise, Damad Nevşehirli İbrahim paşa, Kaymak Mustafa pa­şa, sadaret kethüdası Mehmed paşa ve de Şeyhülislâm Ab­dullah efendilerdi. Zülalİ Hasan Efendi - Bu zât aslen Arna-vud olup, iimiyedendi. İstanbul Kadı'sı olmuş ve döneminde her şey aksi gitmiş, mahsulün azlığı dahi uğursuz addolunan Kadı'ya izafe olunmuştu. Yerine meşhur tarihçi Raşid Efendi getirilmişti. Zülali Hasan Efendinin büyük rüşvetler aldığı rivayettendi. Hâttâ bu isyanda desteklediği Patrona Halil Zülâ-li'nin konağını daha önce oğlunu sünnet yaptırırken basmış ve davetlileri de soyduğunu ayrıca Zülâli Efendiyi köçekçe oynattığı rivayetlerin içinde yer almaktadır. Ancak böyle başlayan tanışma zaman içinde nasıl oiuyorda bir ittifaka dönmekte?

Bu sorunun cevabı ha diye verilecek vaziyetten değildir. Ancak; rivayetler daha ziyade roman üslûbunda tarih yaz­mayı meslek edinenlerden kaynaklanmaktadır. Bizim çocuk­luğumuzda Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu bir gazetede "Fâtih'in Fedaisi Karadavud" adlı bir roman tefrika ettiriyor­du. Bir gün Kara Davud'a, Sultan Fâtih'e bir tokat attırma küstahlığını sergilemişti. Hiç aslı olmayan bir şey zaman içinde önce rivayet daha sonra da, hakikatmiş gibi ağıziaida dolaşır durur maalesef. Neyse; bahse konu Zülâli efendi sad­razam tarafından saraya getirtilir ve şeyhülislâm Abdullah Efendi ile görüştürülür. Görüşe çıkan şeyhülislâm can kay-gusuna düşer ve gerek Zülâli Efendiye gerekse ulemaya: "hepinize fetva makamında bulunarak hizmet ettim, benim kanımın dökülmesine müsaade etmeyin istirhamı içine gi­rer. Görüşme sırasında da; kendisine daha evvel gönderil­miş olan bir pusuladaki; biz Mahmud ül hısal bir padişah is­teriz talebini açıklamıştı ve asilerin maksadı Şehzade Mah-mud'u padişah yapmaktır. Daha ne duruyorsunuz, uzun uzun ne düşünüyorsunuz? diyerek, ulemanın saltanat deği­şikliğine onay vermesini teşvik etmişti. Sultanlıkda; Mah-mud-u evvelin adı geçtiği andan itibaren isyanın varacağı is­tasyon belli olmuştu. Bu istenen adamların haydutlara veril­mesi, taleb ettikleri zevatın istedikleri makamlara getirilme­leriydi. Arkasından da 3. Ahmed ya feragat ettirilecek ya da, katledilecekti. Hakikaten buna yakın hususlar gerçekleşti. İbrahim, Mehmed ve Mustafa Paşalar padişah tarafından boğdurularak cesedleri bir arabaya konarak, isyancıların bu­lunduğu yere gönderildi. Damad Paşanın cesedine yapılan muamele müslümanlığın hiç bir tarafına sığacak cinsten de­ğildi.

Şeyhülislâm Abdullah efendiyi ise, Bozcaada'ya sürgüne gönderdiler. Sadnazamlığa Silahdar Mehmed Paşa getirildi ki;b u zat da Hanedanın damadı idi.

 

Padişah 3. Ahmed'in Feragati

 

Padişah 3. Ahmed, Ayasofya Camii vaizi İspirizâde Ahmed efendiyi asilerin yanına nasihata göndermeye kalktığı esna­da, vaizin: "Efendimiz, siz saltanattan çekilmedikçe bu is­yanın dağılması muhaldir" demesi üzerine padişaha bu söz derin bir te'sir yaptı. Zaten az sonra 2. Ahmed'in oğlu Şehza­de İbrahim'in akıbeti, 3. Ahmed'den isyancılar tarafından so­ruldu. Halbuki bu vefat tabii bir halde husule gelmişti. İsyan-cılarsa, 3. Ahmed'in öldürttüğünü imâ etmek istiyorlardı. Buradan şehzade katilliği yükleyecekler, taht'tan inmesini lep edeceklerdi.

Halbuki; şehzade 22 yaşındayken vadesi dolduğundan ve­fat etmiş, padişah 3. Ahmed teneşiri darüssade kapısına koydurmuş ulemanın ve ocak ağalarının mevtayı bir güzel görmelerini ve tabii ölüm net'cesi olduğunu anlamalarını is­temişti. Bu malumattan sonra, isyancıların şu İthamı günde­me geldi:

-Padişahımız İbrahim Paşayı saklayıp, yerine Kürkçü Ma-nol'u öldürtmüş. Aynı zamanda halife olan bir Hakan'a böyle yalan yakışırını? Sorusu tevcih ettiler. -O değilse yarın ken­disini verelim! Diyen ses padişah 3. Ahmed'in sesiydi. Soru­yu soranlara bu cevabı vermek için pencereyide bizzat aç­mış, yukarıdaki sözleri beyandan sonra içeri çekilip, salta­nattan çekilme kararı aldığını yeni şeyhülislâmı, Anadolu ve Rumeli Kazaskerlerini çağırıp: "Bu kadar zamandan beri İb­rahim Paşanın şahsı herkesçe malum iken âsilerin bundan kasıtları benim saltanatımı istemedikleri aşikârdır, bendede saltanat ve hilafete fütur gelmiştir. Hâttâ Üsküdarda iken bir iki defa şehzade Mahmud Hz. lerini taht'a geçirmeyi ha­tırımdan geçirmişidim. Şimdi bunu gerçekleştirmek istiyo­rum. Kan dökülmesini bertaraf etmek için kendi rızam şeh­zadeyi saltanata getirmektir. Ancak şahsım ve evladlanmın da, hayatına dokunulmayacağına dâir sizlerden biriniz At-meydanına asilerin yanına gidip arzumu söylesin" sözleri ağzından döküldü. Ayasofya vaizi İspirizâde ile âsilerin ada­mı Zülâli Anadolu Kazaskeri olarak, Atmeydanı'na gidip va­ziyeti isyancılara bildirdi. Onlar da, istenen talebe uyacakla­rına dâirde, Kur'an-ı Kerim'e el basarak yemin ettiler.

Böylece 1. Mahmud'a saltanat ve halifelik yolu açılmış ol­du.   

                                                        

Sultan 3. Ahmed'in Şahsiyeti

 

Sultan 3. Ahmed hân, geçmiş padişahlardan bazıları gibi, cedelci, faal bir padişah olmamakla beraber, kötü bir kimse de hiç değil idi. Ne var ki; döneminde ahlâk-ı umumiyede önemli bozulma vücuda gelmişti. Kendi arzusuyla taht'tan çekilmeye karar vererek, bu kararını uygulamıştır. Şehzade Mahmud'un yanına getirilmesini emretmiş ve de yanına ge­len Şehzadeyi, kendi elleriyle tahta oturtmuştu. Başarılar te­menni etmiş ve elini de öpmek suretiyle de itaatini göster­miştir. Kendi evlâdlarına da, biat etmeleri emrini vermeyi bil­miştir. Böylece ulvi bir anlayışın sahibi olduğunu sergilemiş­tir.

3. Ahmed, zarafete, dirayete, terakkiye son derece eğilimli idi. Yeniçerilerin ısrarları yüzünden bir çok sadrazam tâyin etmiş ve bilhassa bunların arasında bulunan Kavanoz Ahmed paşa dönemi, ahiâk nâmına yaptığı fenalıklarla son haddine varmıştır. Sultan 3. Ahmed, Damad Nevşehirli İbra­him Paşanın sadaretine kadar sağlam bir ahlâkın sahibiydi. Fakat sadrıazam, kendisini sefahate, eğlenceye alıştırmış böylece devlet işlerinin tamamı ile kendisine kalmasını temin etmişti.

Bütün bunlara rağmen bu dönemde de büyük fetihler ya­pılabilmiş, devletin haysiyet vede şerefi parıltısını muhafaza edebilmişti. 3. Ahmed'in devri tabii ki, Damad Nevşehirli İb­rahim paşanın teşebbüsleriyle bir çok hayırlı neticelere var­mıştır. Matbaacılık ve .dtap basımı bunun başında gelmekte­dir. Kâğıthane semti adı kâğıdı imâl etmek teşebbüsünden doğmuştur.

Ancak, avrupahnin ve de bilhassa, yahudilerin n.e uğraşı­yorsunuz? ithal suretiyle çok daha ehven fiatla getiririz de­mesine kanılmış, böylece de, önemli bir sanayii kolunun ge­lişmesi engellenmiştir. Kâğıd fabrikası olması muhtemel semt, lâle bahçeleriyle dolarak, eğlence merkezi hâline geî\ mistir. Seneler sonra, Şâir Yahya Kemâl Beyatlı tarafından da Osmanlı dönemlerinden bir ad türetilerek ve Lâle Devri diye kabulüne kadar vardırılmıştır. Bu arada yeri gelmişken mat­baa meselesi babında bir iki kelime dermiyan etmek icab et­mektedir.

Bizde matbaanın ilk mucidi, Macar asıllı İbrahim Müteferri­ka adını almış bir muhtedidir. Bu adam; matbaa meselesinde proje götürdüğü, Damad Nevşehirli İbrahim Paşadan büyük alaka görmüştür. Kendisine para ve selahiyet bahşeden, ye­niliklere açık sadrazam bu sanayiin vücudiyetine inanmış olarak da teklife son derece ılımlı bakmış üstüne düşenden fazlasını yapmayı gerçekleştirmişti. İbrahim Müteferrika av-rupadan getirdiği ustalarında emekleri ile harfleri döktü. Ta­rihler ise bu sırada 1139/1727'yi gösteriyordu. İbrahim efendi ilk matbaayı Sultan Selim civarında bulunan evinde tesis etti. Daha sonra Üsküdar'da bulunan: "Darültabatüt Amire" adı verilen yere nakletti. İlk tab olunan eser Cevheri'nin ter­cümesi olan "Vankulu" lügatidir. Basım tarihi 1141/1729 se-nesidir. Her yeni ihdas olunan hususatta da olduğu gibi, mat­baa meselesi de, bir hayli patırdı gürültüye medar oldu. Bu mevzuda ihtilaflar, bir asra yaklaşan durgunluk geçirilmesine sebebiyet vermiştir. Ancak şunu da; beyan etmekte fayda vardırki, Beyoğlu cihetinde basım yapan tjazı küçük çaplı matbaaların varlığı İbrahim Müteferrikaya tekaddüm etmek-tedirki matbaanın Almanya'da 1444'de faaliyete geçmesi, mucidi Gutenbergin hristiyan olması, Istanbulumuzun Be­yoğlu semtinin avrupanın hiç bir buluşundan mahrumiyete duçar olmadığının anlayışı içinde meseleye atfu nazar edebi­lirsek, matbaa mucidimize, Beyoğlu frenklerinin tekaddüm etme şansı elde edebileceğini teslim ederiz.

3. Ahmed; Sultan 4. Mehmed'in oğludur. Gülnüş Sultan Valide tarafından dünya'ya getirilmiştir. Doğumu; 1084/1674'dür. 1115/1704 tarihi, taht-ı Osmaniye cülus et­tiği tarihtir. Yaşının bu sırada otuzbir olduğunu söyleyebiliriz. Meşhur Prut Savaşı; bu zâtın döneminde cereyan etmiş, Rus­ya kahkari bir bozguna uğramış, Petro'nun nikâhsız karısı bu savaşın sonunda bazı dedikodulara mevzuu olmuş, böylece Rusya namusunu muhafaza edememiş duruma gelmiştir. Beri yandanda; İran'a vekâlet yoluyla hâkim olan Nâdir Şah; Osmanlı padişahı ve islamların halifesi 3. Ahmed'den hem İran meselesindeki savaşı durdurmak gayesiyle hem de, sünni/şii ayrılığını tartışmak ve neticesinde halifenin, şiayı beşinci mezhebin temsilcisi ve meşru görmeye vardıracak, toplantı tertipleme yoluna gitmiştir. Osmanlı; gönderdiği ule­ma heyetinin müzakerelerden sonraki hükmüne riayet ede­ceğini deklare etmişse de, ihtilaflar halloldu zannı galib hale geldiği sırada, Cuma günü geldi çattı. Hep birlikte kılınacak Cuma Namazı tanzimi yapıldı. Hutbeye İran'ı temsil eden başmüftülerİ çıkacak, Cuma Namazını ise; Afganlı ve sünni bir imâm kıldıracakdı. Tertip bu halüzere yapılmışken, hut-be'ye çıkan İran başmüftüsü, fevkalade mükemmel arabça-sının sayesinde yaptığı varyasyonlarla şia'yı üstün saydığını ortaya koyan kelime oyunları sergiledi. Gerek Osmanlı tem­silcisi, gerekse namazı kıldıracak olan Afganlı âlimi bu hileyi tesbit etmiş olarak görüyoruz. Böylece şii'liğin ehl-i sünnet içine alınması, red olunmuştur. 65 yaşına geldiğinde dar-ı bekaya intikal eden 3. Ahmed'in dönem-i saltanatı 27 sene devam etmiştir. Vefatından önce, taht'dan feragat etme bü­yüklüğünü göstermiş ve de, menkup durumdaydı. Babasının yattığı türbeye defn olunmuştur.

 

3. Ahmed'in Hanımları

 

Padişah Kadınları ve Kızları adlı eserin 79 sh. de, 7 numa­ralı dip notta şöyle bir beyan var, alıntılayalım: ".. 3. Murad bir tarafa bırakılırsa, 3. Ahmed elliden fazla çocuğu ile pa­dişahlar arasında rekor kırmıştır. Alderson 13 kadını oldu­ğunu yazar.." demektedir. İskit Yayınevinin çıkardığı, Mufas­sal Osmanlı Tarihi adlı eserde on hanım ismi sayılmaktadır. Emetullah Sultan başkadınıdır, 3. Ahmed'in. Hayır sahibi kimseler arasında başta gelir dense sezadır. Kocasının taht'-tan indirilmesini yaşadı. Eski Saraya gönderildi. Vefat tarihi belli olmayıp, Eyüb Sultan semtinde Kıbrıs Fatihi Mustafa Paşanın mezarının ayak ucunda medfundur. Fatma Sultan bu hanımdan doğmuştur. Mezkûr esere göre ikinci hanım Ayşe Kadın adlı hanımdırki hakkında pek malumat yoktur.

3. Kadın ise Emine Kadın adlı bir hanımdır'kİ Ayşe Sultanı dünya'ya getirmiştir. 1163/1750'de ölmüştür. Yenicâmi nazi­resine gömülmüştür.

4. kadını Fatma kadındır 1145/1732'de ölmüş ve ortağı­nın defnolunduğu yere gömülmüştür. Gülsen Kadın 5. hanı­mıdır. Hatice Kadın, 6. hanımıdır, sırasıyla Hurrem, Meyli, Mihrişah hanımlardırki bunlardan Mihrişah hanım, 1710 da şehzade Süleyman'ı, 1717de 3. Mustafa'yı dünya'ya getirdi. 1732 senesinde vefat etti. Yeni Cami haziresine gömüldü. Oğlu 3. Mustafa padişah olduğunda, Üsküdar Ayazma'da annesi adına bir cami yaptırdı. Listeye göre; Mihrişah Kadın 9. hanımı olmaktadır. 10. hanımı ise muhtemelen Nazife ka­dındır. Nejat Kadın 11. olup, 12. lik, Rukiye Kadındadır ve bu hanım Hatice Sultanı doğurmuştur. Yeni Camii türbesi yanın­daki çeşme bu hanımın adını taşımaktadır ve kızı Hatice Sul­tan tarafından yaptırılmıştır. 1151/1738 tarihini taşır çeşme­nin yapılışı.

Hanımların ismi ve sayısı devam etmektedir, Sadık Kadın, ümmügülsüm Kadın, Zeynep Kadın ile 15. sayıyı buluyoruz ve Hanife Kadın 16. oluyor. 17. yi teşkile Şermi Sultan nâ-sipmişki, bu hanım 1137/1725'de 1. Abdülhamid'i dünyaya getirmiş ve valide sultan olmuştur. Ancak vefatı, 1145/1732' olduğundan valide sultanlık makamına bizzat erememiştir.

Şayeste hanım adlı bir ikbali olduğu mezkûr eserde yer al­maktadır. Böylece 18 bayan ile ülfeti olduğu görülür, Lâle Devri padişahının! Kızlarına gelince; 1116/1704'de doğan Fatma Sultan, beş yaşında Silahdar Ali Paşa ile sembolik ev­lenme yaptı. Ali Paşa ise, Petervaradin'de şehadet şerbetini içtiğinde sembolik evliliği devamda idi. 12 yaşındaki dul-kiz, 13 yaşına geldiğinde de Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa ile evlendirildi. Paşa bu sırada elliyaşları içindeydi. Daha sonra vuslat hası! oldu. Fatma Sultanla İbrahim Paşa mesud bir yu­vanın sahibi oldular. Ne var ki Patrona İhtilâli her şeyi yok et­ti. Fatma Sultan ihtilâl sonrasının ancak üç yılına mukavemet edebildi.  1145/1733'de 29 yaşında olduğu halde, dağ-dağai dünyadan ahirete göçtü.

Ümmügülsüm Sultanhanım, ablasının bir kaderdaşı imiş sanki: 1119/1708'de dünyaya gelmiş ve iki yaşına geldiğin­de Kubbealtı vezirlerinden Abdurrahman Paşa ile nişanı ilân edildi. Çok geçmeden Paşa öldü. 1136/1724 de Nevşehirli Ali Paşa ile hakiki izdivaç yaptı. Babası 3. Ahmed tahttan fe­ragat ettiğinde, vaziyetleri sarsıldı. Buna 2 yıl dayanabilen ümmügülsüm Sultan hanımda vefat etti.

Tuhaftırki; yukarıdaki Ümmügülsüm'den sonra iki-Ümmü­gülsüm daha adını taşıyan kızları vardır, 3. Ahmed'in. İlki, 1142/1729'da vefat etmiş diğeri de, 1155/1742 senesinde vefat etmişler her ikisi de Yeni Camii haziresine defnolun-muşlardır.

Zeynep Sultan, 3. Ahmed'in kızlarındandır. 1140/1728 yı­lında Sinek veya Küçük lakablarıyla anılan Mustafa Paşa ile düğünü olmuştur. 1764'de Küçük Mustafa Paşa, Kapdan-ı Derya görevinde bulunurken vefat etmiştir. Bir sene sonra Melek Mehmed Paşa isimli bir zatla evlendi. İki defa Kapdan-ı Deryalığa ve bir kerede sadarete getirildi bu damad da. 12/muharrem/1188-25/mart/1774' tarihinde vefat etti. Gül-hane Parkı karşısındaki Câmîi Zeynep Sultan yaptırmıştır ve adını taşımaktadır. Yine tuhaftırki Zeynep Sultan adını taşı­yan iki kerimesi daha vardır 3. Ahmed'in. Biri 1119/1708'de doğup, bir sene sonra vefat eder. Diğeride 1121/171 O'da do­ğar ve 1122/171 l'de vefat ederler, her ikisini Yeni Cami ha­ziresine defnederler. Küçük Ayşe Sultan lakablı, bir kızı daha vardır 3. Ahmed'in, lakabın verilmesine sebeb 2. Mustafa'nın kızı, Ayşe Sultan ile karıştırılmasında. CIç tane izdivaç yapan Ayşe Sultanın 3. kocası Sİlahdar Mehmed Paşa makamı sa­darete kadar yükseldi. Ayşe Sultan 1189/1775 senesinde vefat etti. Yeni Cami haziresine defnedildi.

3. Ahmed'in; diğer bir Ayşe Sultan adını taşımış kızı daha vardır ki, 1118 /1706'da vefat etmiştir. Saliha Sultan 1127/1715'de doğdu. 1140/1728'de Deli Hüseyin Paşanın oğlu Sarı Mustafa Paşa ile evlendi, üç yıl sonra, kocası öldü­ğünden Abdi Paşazade Ali Paşa ile evlendirildi. Bu evliliği Sultan Mahmud-u Evvel, yâni 1. Mahmud emretmişti. Bu Pa­şa da, vefat ettiğinde, Saliha Sultanın 3. evliliğide sadrıazam Mehmed Ragip Paşa ile oldu. 1763 yılında Ragıp Paşanın vu-kubulan vefatı, Saliha Sultanın 3. defa dul kalmasına sebeb oldu. Ancak padişah emriyle, 4. evliliğini vezirlerin içinde, kapdan-ı deryalıkda yapmış bulunan Mehmed Paşa ile yaptı. Altı yıl sonra Mehmed Paşa kabire, Saliha Sultan yeniden dullar arasına katıldı. Ancak bir daha evlenmedi. 1192/1778'de vefat eden Saliha Sultan, Eyüb Sultan Türbesi kapısına gömülmüştür.

Esma Sultan (Büyük) 3. Ahmed'in diğer bir kızıdır. Büyük lakabını, Sultan Abdülhamid-i evvelin, aynı adı taşıyan kızın­dan tefrik olunsun diye verilmiştir. 1138/1726'da dünyaya gelmişti. Sultan 1. Mahmud'un emriyle, 1155/1743'de Ya-kup Paşayla evlendirildi. Yakup Paşa bir yıl sonra ölünce Bü­yük Esma Sultan dul kalmış oldu. Arada bir evlilik yapmışsa da damadın adı tesbit edilmiş değil tarihçilerimizce. Ancak Muhsinzâde Mehmed Paşayla 1 7/şevval/l 171-24/hazi-ran/1758 cumartesi günü padişah 3. Mustafanın emriyle Es­ma Sultanın 3. evliliği gerçekleşti. 1188/1774'de Muhsinzâ-de'nin vefatıyla yine dul kaldı ancak, başka izdivaç yapmadı. 1 l/zilkade/1202-26/ağustos/1788 pazar günü vefat etti. Ve son kocası Muhsinzâde Mehmed Paşanın Eyüb'deki türbesi, medfeni olmuştur.

3. Mustafa ve 1. Abdülhamid devrinde, pek sevildiği için epeyi zengin oldu. Ancak adamları olan; Bezirgan Dimitri, Çelebi Efendi, Said Ağa ve masraf kâtibi Müderris Osman efendi sultan hanımın vefatından sonra bir şey zuhur etme­yince sorguya çekildiler. Görüldü ki, Esma Sultanın malını kendilerine kullanmışlar. Hepsinin cezaları verildi. Kadırga semtinde olan bir namazgahın ve Meydan Çeşmesi adıyla da anılan çeşme, Esma Sultan tarafından yaptırıldığı bilinmek­tedir. Atike Sultan, 3. Ahmed'in kızlarından bir başkasıdır. Nevşehirli Damad İbrahim Paşa'nın yine paşa olan oğlu Mehmed Paşa ile izdivaç yapmıştır. 1150/1737'de 25 yaşın­da olduğu halde, vefat etmiştir. Hatice Sultan;l 122/1710'da doğdu. İki yaşındayken Abdurrahman Paşa ile nikahlandı di­yen, İ. Hakkı üzunçarşılı'ya itiraz vardı bu nikâhın ümmügül-süm Sultan ile yapıldığı beyanı vardır. 1151/1738'de 28 ya­şında vefat edip, Yeni Cami haziresine defnolunmuştur. 3. Ahmed'in kızlarının bazılarının da sıra içinde adlarını vererek bu mevzuyu hitama erdirelim. Zübeyde Sultan, Emine ve yi­ne bir Emine sultan daha, Naile, Nâzife, Rabia ve yine Rabia Sultan hanımlar, Reyhan, Rukiye, yine Rukiye, bir Rukiye daha ve Sabiha Sultan, ümmüseleme Sultan, Akile, Beyhan vede Emetullah Sultanhanımlardır. Yirmisekiz kızı olduğu gö­rülmektedir. Erkek çocuklarının adlan ise sırasıyla; Mehmed, İsa, Ali, Selim, Murad, Abdülmelik, Mustafa, Süleyman, Meh­med, Selim, Mehmed, Mustafa, Bayezid, Selim, Abdullah, İb­rahim, Numan, Abdülhamid ve Seyfeddin olup ondokuz sa­yısını bulmaktadır.

 

3. Ahmed'in Sadrazamları

 

Kavanoz Ahmed Paşa, kıyamcılann, 22/8/1703'de, tâyin ettiği biriydi. Ancak üç ay kadar makam-ı sadarette kalabil­di. Yerine getirilen Enişte Hasan Paşa, onbir ay kadar sadra­zamlık yapabildi. Kalaylıkoz Ahmed Paşa, 3. Ahmed'in üçüncü sadrazamı olduysada, üç ayı dolduramadı. 4. sadra­zam Baltacı Mehmed Paşa, Prut zaferi sahibi olmasına rağmen, ilk sadareti 17 ay kadar sürebildi. 2. sadareti ki Prut zaferi bu dönemdedir, bu dönemde 1 sene 3 ay 3 gün sür­müştür. Baltacı Paşanın 1. sadareti peşinden makama aynı zamanda dâmad olan Silahdar Çorlulu Ali Paşa; 1706-1710 seneleri arasında dört seneyi aşan bir dönemi sahibidir. Dev­lete, 111. Sadnazam olarak Köprülüzâde Numan Paşa gel­diyse de, ancak 2 ay, 2 güne sığan hizmette bulunabildi ve Ağa Yusuf Paşa, 112. sadraızam öldü ve bir seneden 9 gün eksik olarak bu makamda kalabildi. Abaza Süleyman Paşa, 4 ay 25 gün makamı sadarette kaldıysa da 113. sadnazam sayılmayı da hakketti. CIrlalı Pehlivanzâde Hoca İbrahim Pa­şa 21 gün süren sadaretiyİe bu döneminen kısa sürenidir. 115. sadnazam Şehid Ali Paşa 1713Mel716'da 3 sene, 3 ay, 8 gün süren ve şehadetle biten bir hayat, 116. sadnazam olarak gelecek zat Hacı Halil Paşa oldu ki, 1 sene, 22 gün sürdü makamda kalışı. Bu zâtı takip eden ve ancak sekizbu-çuk ay süren sadaretiyİe, Nişancı Kayserili Mehmed Paşadır. 3. Ahmed döneminin en istikrarlı dönemi damad Navşehirii İbrahim Paşanın sadaretidir ve 12 sene, 4 ay, 22 gün devam etmiştir ve ayrıca bu dönem, bir terakki mevsimi diye kabul edilebilir.

Ancak; 3. Ahmed devri bu sadrıazamın feci şekilde terk-i hayat ettirilmesiyle son bulmuştur. Böylecede Baltacı Meh­med Paşanın İki sadaretiyİe birlikte, ondört sadrazam 3. Ah­med ile birlikte çalışma şansı bulabilmiştir. 3. Ahmed'in Şey­hülislâmları 3. Ahmed, 2. Mustafa'nın yerine taht'a geçtiğin­de şeyhülislâmın Bursalı Mehmed Efendi olduğunu gördü. Vazifesine devamını emretti. 26/Ocak/l 704'de Mehmed Efendi çekildi, yerine Paşmakçizâde Ali efendi, 3 sene 6 gün sürecek meşihatına oturdu. Paşmakçi'nın 2. meşihatıdır bu görevi, l/şubat/1707'de Sadreddinzâde Sadık efendinin 1 sene, 8 ay, 20 gün süren şeyhülislâmlığını görüyoruz. Ebezâ-

de Abdullah efendi 2. meşihatına geldi 1 sene, 1 ay, 1 gün sürmüştür. Yerine gelen Mehmed Ataullah efendi 2 ay, 7 gün meşihatta kalabilmiştir. 20/mayıs/1713'le, 15/aralık/1714 arasında makamı meşihate îmâm-ı Şehriyâri Mahmud Efen-di'yi görüyoruz. 77. şeyhülislâm Mirza Mustafa efendi 6 ay, 13 gün sonra ayrılıyor, yerine Menteşzâde Abdurrahim efendi makamında vefat ettiğinde 1 sene, 5 ay, 6 gününü dolduru-yordu. Ebu İshak Kara Nâim İsmail Efendi 1 sene, 5 ay, 5 gün kalabildi meşihatta. Yenişehirli Abdullah Efendi 3. Ah-med'in son, şeyhülislâmların ise 80. si olarak, geldiği vazife­de 12 sene, 4 ay, 24 gün sürmüştür.

 

1696-1736 Seneleri Deniz Harekâtları

 

Ara başlıkta koyduğumuz 96 ile 36 seneleri arasındaki, kırkyıllık zaman dilimi içindeki deniz hareketleri, üç padişa­hımızın dönemine müsadifdir. Bunlardan; 2. Mustafa'nın, se­kiz yıl süren saltanatını, 3. Ahmed'in 27 yıl süren devrini, Sultan 1. Mahmud döneminin ilk 6 yılını kapsadığı görülür. Mezamorta Hüseyin Paşanın donanmay-i hümayunu bida­yetten beri savaşa hazırlama hususundaki azimkârane tutu­mu, hiç bir zaman kendisinde bir bıkkınlık husule getirmedi. Dayandığı temel düşünce "büyük gemi-büyük top" fikr-i sa­bit hâlini almıştı. Mora yarımadasını düşmandan ve bilhassa Venediklilerden temizlemekde siyasi Öngürüsüydü Mezamor­ta Paşanın, bunda da muvaffak olacağına inanıyordu.

Sultan 2. Mustafa bu deniz kurdunun görüşleriyle bir mu­tabakat içinde olduğundan, ayrıca donanmaya, o da hayli ehemmiyet veriyor ve sık sık tersaneyi ziyaret ediyordu ve çalışmaları takipten geri kalmıyordu. Avrupalıların da, her a-lan da Osmanlı üzerine saldın halinde olmaları, bunlardan korunabilmek için, haylice tedbir ve vasıta ile kuvvetli bir ka­ra ve deniz kuvveti gerektirmekteydi. Nitekim; 20/mart/1696'da donanmamız İstanbuldan Çanakkaleye geçti. Öte tarafdanda İlyas Kaptan; 24 adet firkateynle Azak kalesi muhafızının emrine girmek üzere Karadeniz'e açılır­ken, yine Samurkaş Kaptan yönetimi altında, 9 fırkateynlik bir filo da Dinyester nehri civarında çarpışmakta olan müca-hidlerimize takviye maddeleride götürmek üzere yola çık­mıştı. Mezamorta Hüseyin Paşa ise Sultan 2. Mustafa'nın da hasretle beklediği garbocaklan gemilerinin kendisine iltihakı-m beklemekteydi ve onlar gelmeden de harekete geçmemiş­ti. Çok geçmedi ki; Cezayir'den on kalyon, Trablusgarb'dan üç ve Tunus'danda yine üç kalyon geldi ve donanmay-ı hü­mayuna iştirak ettiler.

Böylece; Mezamorta Hüseyin Paşa da Osmanlı kapdan-ı deryası unvanı ile donanmanın başında olduğu halde; 37 kalyon, 27 çektiri ve iki ateş kayığından kurulu, büyük bir fi­loyla, 13/mayıs/1696 günü Ege denizine açıldı. Evvelâ Sakız Adasına yaklaştı ve oradan çıkardığı kesife uygun gemiler ile istihbarata önem verdi.

Venedik donanması uzun müddet Salamis limanında yat­mış ve Osmanlı gemilerini kollamışsa da, su yüzünde bir ge­misini bile göremeyince donanmayı sağa sola dağıtmıştı. 28 kalyondan müteşekkil ana filoyuda, Eğriboz yakınlarında toplamış, çektiri denilen küçük fakat hızlı gemicikleri keşf için o da istihbarata çıkarmıştı. Ancak dikkati çeken bir tara­fı da vardı ki işin, Venedikliler Çanakkale önlerine yaklaşma­ya hiç de teşebbüs etmemekteydiler. Buda; Mezamorta Hü­seyin Paşadan çekindiklerini göstermekte idi. Çeşitli manev­ralarla iki donanma biribirini arıyor fakat karşılaşmayı her­kes, kendi lehinde pozisyon içinde yakalamak istemekteydi. Hüseyin Paşa gemilerinin kısmı azamini Eğriboz'un Kızılhisar mevkiine götürdü ve orada gerek fırtına yüzünden gerekse, düşmanın oraya geleceğini tahmin etmiş bulunduğundan bahse konu mevkıide haylice bir zaman kaldı.

24/ağustos/1696'da Andre boğazı ile Eğriboz arasındaki sularda, iki donanma karşılaştı. Karşılıklı top ve tüfenk atış­larıyla yapılan muharebede haylice Venedik gemisi, yara al­maktan kurtulamadı. Akşam karanhğıyla birlikte, Venedikli­ler selameti yine firarda buldular. Sabah olduğunda; gemile­rimiz düşman gemilerinin kendilerinden çok uzaklaşmış ol­duğunu gördüler. Bunun adı; Venediklilerin mağlubiyeti ve firarlarıydı ve takip etmek İçin mesafe, kapanacak derecede de olmadığından peşlerinden gitmekten sarf-ı nazar edildi.

Hüseyin Paşa gemilerini alarak, Şira Adasına gidip ufak te­fek hasarını onarmayı, ihmal etmedi. Bu işleri bir hafta sür­meden halledince Naksos adasına giderek oradan da, ikmâl yaptı. Venedik donanması; Mezamorta Hüseyin Paşa'nın önünden kaçmayı bir gelenek hâline getirmişti. Rüzgâr leh­lerinde bile olsa, yaptıkları hemen, firar yoluna düşmek ol­maktaydı. Böylece deniz mevsiminin fırtınalarla geçen gün­lerine girildi herkes kışlağına çekildiyse de, bahara kavuş­mayı iple çeken Mezamorta, hemen donanmasını Çanakka-leye, oradan da barut almak üzere Foça limanına yelken aç­tı.

Geçen yılı Venedik donanmasıyla kovalamaca oynayarak geçiren Osmanlı kapdan-ı deryası Mezamorta, bu sene Ve­nedik donanması yanında haçlı donanmasını karşısında bu* lacaktı. Çünkü uzun zaman müzakereler yapan küffar, Os­manlıyı sıkıştırıp, barış talebine mecbur kılmak istiyordu.

Bunu da şöyle planlamışlardı: Avusturya-Macaristan cep­hesinde, büyük bir kara saldırısını tanzim edecekler orayla uğraşılırken, haçlı donanması da, Çanakkaleyi geçebilmeyi zorlayacaktı. Bunun tazyikinden; sulh talebi için Osmanlının sıkıştırılmasını düşünmüşlerdi. Bunları haber mi aldı! Yoksa düşündümü? Tam bilmiyoruz amma, Mezamorta Paşa do­nanmayı Çanakkaleye getirdi ve burada savaşı yapmayı uy­gun gördü. 6/temmuz/1697'de, düşmanın Midilli adası Üe, Anadolu kıyıları arasındaki Müslim Boğazından Çanakkaleye doğru süzüidüğü keşif gemilerince, Mezamorta'ya bildirildi­ğinde, Paşada donanmasını üzerlerine sürmekte hiç fütur ge­tirmedi ve iki taraf kapıştığında, zafer yine bizde kaldı, firar ise haçlılara düşmüştü.

2/eylül/1697'de iki donanma, bir defa daha karşı karşıya geldiğindeyse, Andre Boğazı sularında seyretmekteydiler. Bu sefer, düşman gemileri kendisinin yerine ateş kayıkları denen kayıkları donanmamızın üzerine göndermişlerdi. Tedbiri pek genişçe düşünmüş olan Mezamorta gemilerin üstüne gelmekte olan, bu ateş kayıklarını top atışlarıyla, gemilerine dokundurtmadan, sulara gark etmeğe muvaffak oldu. 23/ey-lül/1697'de, böyle bir baskına yeniden teşebbüs eden düş­man, bir defa daha boyunun ölçüsünü aldı ancak bu seferki sular, Eğriboz adası yakınındaki Kızılhisar sularıydı, üçüncü bir deneme daha yapan düşman donanması bu seferde ateş kayığı yerine, bir kalyonu, gemiyi yüzdürecek kadar bir mü­rettebat koyarak, içi barut dolu olduğu halde, Osmanlı filosu üzerine yolladı. Ancak; bu savaş açık denizde ve derin sular­da olduğundan manevrası kuvvetli gemilerle Osmanlı do­nanması düşmana yine galib gelirken, bu ateş kalyonunun gelişini, serice bir manevra ile boşa çıkaran gemilerimizse, kalyonu endaht ettirerek kendi kendisini batırmasınıda zevk­le seyrettiler. Venedikliler ve düşmanlar, denizin namusunu Mezamortaya bırakıp çekildiler. Mezarnorta da, Çanakkaleye döndü.

1698 yılı ile birlikte; Osmanlı devletide artık birden fazla cephe de, hem kara hem de deniz savaşları yapmak mecbu­riyetine girmişti. Donanmayı Karadeniz ve Akdeniz filosu di­ye ikiye münkasım etmek mecburiyetindeydi. çünkü herbir yerde ayrı bir düşman sahibiydi Osmanlı devieti. Bunun çâ­relerinden biri de bunlardan en kolay olanını, önce bir güzel yenmek ve sulhe mecburkılmaktı. Bilahire diğerlerinede aynı muameleyi uygulamaya koymaktı. Sadnazam Amcazade Hüseyin Paşa; bunu nazariye de, böyle düşünmekle beraber, tatbikata nasıl koyacağını, uzun uzun mütalaa etmekteydi. Allahdan; donanmay-ı hümayunun başında Mezamorta Hü­seyin Paşa gibi bir kapdan-i derya olması ülkemizin ayn bir şansı idi. Çünkü bu zat, tersaneleri bir saniye boş bırakmıyor, hummalı bir faaliyet içinde tutarak donanmay-ı şahanenin,her çeşit ihtiyacını temine gayret ettirdiği gibi, top mesele­sinde de, Tophane'yi rahat bırakmamakta, en ileri teknik bu­luşları, gemi toplarında uygulatma hususunda araştırma-ge-liştirme çalışmalarına ehemmiyet vermekteydi. Bu sebeble de; donanmanın ikiye ayrılması, genel güç açısından, bir zaafiyete sebeb olmayacaktı.

Bütün bu faaliyetler yanında, denizlerin donanmamızın sancağından mahrum kalmaması için Akdeniz donanmasını, 25 adet kalyon, 35 çektin ve 5 tane de ateş kayığı ile cihaz-landırmış ve deryaya salıvermişti. Karadeniz donanmasınıda, 40 adet firkateyn, 40 adet iskampava ve 4 tane kalita i!e tanzim etmişti. Akdeniz donanmasının başında olduğu halde; 23/eylüI/1698'de, Midilli Adası civarındaki; Zeytinbumu ha­valisinde Venediklileri yakaladı ve kaçmalarına fırsat verme den tepelerine bindi. Çok kanlı ve göğüs göğüse çarpışmalar oldu. Rüzgâr; her iki tarafıda alıp sürüklemişti. Düşmanda bir daha kaçmaktan başka çâreyi bulamamış ve-Psara adasına doğru uzaklaşmayı seçmişti. Mezamorta Paşa da; Koyun Adaları dâhiline girerek hırpalanmış gemilerini onarıma al­mak mecburiyetinde kalmıştı. Yenilen doymaz, yenen bık­maz, hesabı onarım sonrasında her iki donanmada biribirleri-ni aramaya gayret sarfederken vede tutuşmak fırsatını kol­larken, 26/ocak/1699'da Karlofça Sulh antlaşmasının, imza­landığı haberi ulaştı ve donanmanın Akdeniz filosu, Dersa-adet'e avdet etti. Bu donanmanın başşehre gelmesinin ardın­dan Azak Denizine yakın yerde, devriye gezen kuvvetlerimi­zin başında Ali Paşa olup, 4 kalyon, 6 çektiri vede 5 firka­teyn ile 30 adet işkampavya bu seyr-ü sefainde vazife almış­tı. Dİnyester nehrine ayrılan kuvvetlerimizse, Mustafa Bey komutasında, 11 adet çektiri, 28 firkateyn, 16 adet kalita ve 25 tane işkampavyadan teşkilolunmuştu. Karadeniz filosu­nun savaş gemilerinin de, şöyle bir niteliği vardı: kalyonlarda, 450 kişi mürettebat vardı ve yelkenli idi kalyonlar. Çekti-riierde de 150 kişi bulunup 25 çiftekürekliydi. Fırkateynlerse; 80 kişilik mürettebatıyla 18 çifte kürekli idi. İşkampavyaiar ise; 35 mürettebatlı ve 12 çjftekürekliydi. Yukarıdan beri; bahsettiğimiz ateş kayığını bir izah edelimki, deniz bahsimiz de bu ifadenin ne olduğunu iyice öğrenen okurlarımız, yük­lendiği vazife bakımından ateş kayığınında önemini daha çok anlamış olur. Mehmed Zeki Pakalın merhumun da "Târih deyimleri ve terimleri" adlı enfes güzellikteki ve bir o kadar da mühim eserindeki maddede aynen şöyle yazıyor: "Eski­den üç veya dört çifte kürekli kayıklara verilen isimdi. Bu kayıklar, pazar kayıkları gibi Eminönün'den Boğaziçine iş­lerdi yük ve adam taşırdı. Ateş kayıkları öteki kayıklardan daha dar ve zayıf olarak yapılırdı. Bu sebebten de Pazar ka­yıklarından daha fazla surata mâlikdiler. Bu kayıklara ateş kayığı denilmesinin sebebi, eskiden yangın olduğu zaman, tulumbalarını İstanbul'dan Üsküdar'a, Anadolu yakasından, Rumeli sahiline nakletmek için kullanılmış olmalarıdır. Ateş kayıkları; Eminönü sahilinde beklerler, Üsküdar'da veya o cihetde çıkan yangına İstanbul'un yangın tulumbacılarını, tulumbalarıyla birlikte nakleylerdİ. Yangın nöbetçisi; elinde harbisini tuttuğu halde kayığın kıç üstünde otururdu. Bu ateş kayığı denen vasıtaya, rum ateşi adlı, suda bile yan­maya devam eden ateş yüklenirdi vede hedefe gönderilir idi. 1770/senesi haziran'ında Rusların Orlof isimli komutanı, bizim İzmir Çeşme limanındaki donanmamızı, bu vasıta ile yakmıştır. 26/ocak/1699'da Karlofça Antlaşması imzalan­mış, Osmanlı devleti bu antlaşmayı 1683'de vukubulan Vi­yana bozgununun bir neticesi olarak hesaplamıştır. Devlet-i âliye bu antlaşmalar çerçevesinde ilk defa; bu kadar büyük toprak kaybı yaşamıştır. Bundan dolayı üzerimizde pek ağır bir üzüntü meydana getirmiştirki, Erdel ve Macaristan toprakları, Avusturya devletine terkle Podolya ve Ukrayna'nın batısı ile Komaniçe kalesi, Lehistanın olmuştu. Karadenizde Azak kalesi ve civanda Rusya'ya verilmiş Ruslar;Azak deni­zinde gemi gezdirme imtiyazını da, elde etmiş oluyordu. Mezamorta Hüseyin Paşanın gayri müslimlerden temizle­meye çalıştığı Mora Yarımadası ise; maalesef Venediklilere geçmişti. Netice olarak; Amiral Afif Büyüktuğrul daha ön­cede bahsekonu ettiğimiz değerli eserinde şunları söyle­mekte: "Karlofça barış antlaşmasına, bir denizci gözüyle bakacak olursak, artık Tuna nehrinin ekonomik çıkarlarını Osmanlı, Avusturya, Lehistan yâni Polonya devletleri arala­rında pay edecektir. Rusların Karadenize çıkması ihtimalin­den ötürü, bu denizinde tek devletin malı olmaktan çıkarak, iki devletin birleşik malı olması ihtimali belirmişti. Venedik­lilerin Mora yarımadasını almalarından ötürü de hem Orta akdeniz hem de Ege denizindeki Osmanlı denizyollarının gü­venliği, politik ve stratejik şartlara bağlı bir biçim alıyordu. Takvimler 1700 yılını gösterirken İsveç Kralı Demirbaş Şarl Ruslarla yapmış olduğu Poltava muharebesini kaybetmişti. İsveç-Rus savaşı, Azak kalesini geri almak ve Rusları bir daha Karadenizden uzaklaştırmak, Osmanlı devletine bir fayda sağlardı. İsveçle Rusya arasındaki muharebe esnasın­da Osmanlı devleti Ruslara saldırmış olsaydı, çok uzak me­safedeki İki cephede savaşmak zorunda kalacak olan Rus­ya'nın pek büyük bir ihtimalle savaşı kaybedecekti. Sultan 3. Ahmed; böyle bir fırsatı değerlendirememiştir. İsveç Kra­lı; Osmanlı devletine, Ruslara karşı bir ittifak teklifinde bu­lunmuştu. Ancak bu teklif de bir takım deniz ticaret hakları koparmak, Cezayirli korsanların yakalamış olduğu İsveç ti­caret gemilerinin, kendine verilmesini istemek ve bir de Os­manlılar İsveç'e bir hayli sayıda kara kuvveti de yollaması, Şarl'ın tâlebleri arasındaydı. Bu şartlar 3. Ahmed'in bu teklifi red etmesinde mühim rol oynamıştı. Demirbaş Şarl'ın bu teklifini kabul etmeyen 3. Ahmed; ne kadar hata ettiyse, İsveç Kralıda bu teklifleri yapmak suretiyle aynı derecede hatalıydı. İsveç Kralı ile olan bu anlaşmazlığın başka bir ta­rafından da, Osmanlı devletinin Karadeniz politikası adı ve­rilen anlayışına da bir göz atalım. Osmanlı devleti; 2. Bayezid zamanında huzura çıkmış olan Rus elçisinin, insanları kahkahalara boğan gayri medeni halinden bu yana, geçen üç aşırın sonunda Rus devletinin, büyümekte olan bir tehlike olduğunu, anlamamış değildi. Bu tehlikeyi önleyecek çareyi Mezamorta Hüseyin Paşa Karadeniz donanmasıyla ve orada, güçlü birlikler bulundurmak ve takviye yapmak suretiyle al­mak istemişse de 2. Mustafa; kaleleri güçlendirmek ve külli­yetli sayıda asker bulundurmakla, Rus tehlikesini önleyebile­ceği kanaatine vardığından; dolayı, yanlış bir tutum tatbik olundu. 2. Mustafa'nın karacı tedbirlerle Rus tehlikesini kont­rol etme talimatı ve kapdan-ı derya, Mezamorta Hüseyin Pa­şayı bölgeyi keşfe göndermesi, tedbirlerin yerinde tesbit edil­mesi arzusu, donanmanın Kerç Boğazına gitmesine neden oldu. Hüseyin Paşa Yenikale ve Taman Yarımadasının korun­masını ve müdafasını temin için, Aço ve Temrek mevkıileri-ne birer kale yaptırarak, ayrıca Kılburnu kalesini de, tahkim ettirerek, kara'ya dönük tedbirlerin alınabileceği kadarını ye­rine getirmiş oldu. Aço ve Temrek mevkıilerinde yapılacak kalelerin işçileri, İstanbuidan çektiri ile görütürüldü. Bu çekti-riler silah, cephane ve diğer malzemeleride taşımaktaydı. Sekiz çektiri Aço ve Temrek kalelerine, yedi çektiri ise, Kıl-burnu kalesine malzeme getirdi. Bu çektirilerin kaptanlarını üçyüzyıl önce bu millete hizmet eden reislerin, isimlerini Os­manlı Târihi kitabımıza dere etmek bir kadirbilirliktir diye dü­şünüyorum ve bu adları buraya kayd ediyorum. "Memi Pa-şaoğlu Ahmed Paşa, Abdülkadir Paşaoğlu Ömer Bey, Haznedar İbrahim Bey, Deli Mehmed Paşaoğlu Ömer Bey, Köse Hasan Paşa oğlu Mustafa Bey, Maryol Oğlu Ali Bey, Kap-tanpaşa yedek çektîrisi, Memioğlu Abdurrahman Paşa, Ebubekir paşaoğiu Salih Paşa, Memioğlu Kasım Beş, Meh-med Paşaoğlu Mustafa Bey, Eğribozlu Mustafaoğlu Ahmed Bey, Yaryol oğlu Mustafa Bey, Tersane kâhyası Recep Bey­lerdi." O dönemde; savaş ve ticaret gemilerine, özel İsimler takmak adet olmadığından, gemiler kendisini kullanan reis­lerin adıyla anılırlardı. Bu arada; Akdenizde, Fransızlar hare­ketlenmeye başlamışlar ve Sakız Adasındaki Ermeni Patiriği-ni, ada'daki katoliklere iyi muamele etmiyor diye, Fransaya götürmüşlerdi. Patriğin iadesini defaatle isteyen Osmanlı Devleti, Fransa'ya bu sözünü dinletememişti. Ancak; Meza­morta Paşa, çıktığı Akdeniz seferinde, Fransız korsan gemi­lerini yakalayıp, İstanbul'a getirmiştir. Ne çâre ki 21/tem-muz/1701'de Mezamorta Hüseyin Paşa vefat etdi; denizlerde artık adımız zor okunur oldu.

Onun yerine Abdülfettah Paşa 17 ay, Ahçs Mehmed Paşa 12 ay, Küçük Osman Paşa 11 ay, Baltacı Mehmed Paşa 2 ay kapdan-ı deryalık yaptılarsa da, Mezamorta Hüseyin Paşa­dan boşalan makamı dolduramadılar.   Yine mühim deniz sa­vaşlarımızdan sayılan 1714/1718 yıllan arasında vukubulan Osmanh-Venedik deniz savaşına vede bu gerginliğin genel yapısına bir atfu nazar edelim. Mora; Venedik senatosunun yönetiminde, 16. yılını doldurmaktaydı ki, bu yönetimi yarı­mada ahalisi asla benimsemedi, onlar Osmanlı'daki adil bir sistemi, her devlet yapar zannındaydılar ve felâket bir halde yanıldılar. Mora ahalisinin Ortodoks mezhebinde olup, Vene-dik'in Katolik olması geçimsizliği tırmandırıyordu ve orto-doks Mora ahalisi İstanbul'a gizlice gönderdiği temsilciler va­sıtasıyla halas edilmelerini taleb ediyorlardı. Bu müracaatları bir kenara yazan divân, Venediklilerin denizlerdeki ticaret gemilerimizi çapul ediyorlar, yol emniyetini ihlâl ediyorlar, Os­manlı ticarî dünyasını hayli zarara uğratıyorlardı. Silahtar Ali Paşa; her şeyi hesab etdikten sonra, bir stratejide karar kıldı. Edirne'den yola çıkacak kara ordusu, Mora yarımadasını he­def alacak donanmay-ı hümayunsa, deniz üzerinden Vene­diklilerin Mora'daki limanlan olan, Tinos Adası ve Girid Ada­sındaki Suda limanını istirdat edecekti. Bu arada Venedikliler bir sulha tâlib olmazlarsa, kapdan-ı derya sefere devam ede­rek Korfu Adasına varıp orayı ele geçirdikten sonra, Yunan denizindeki adaları da Osmanlı sancağına râm edecekti. Bü­tün bunlar olduğu takdirde, Ortaakdeniz ve Ege denizide es­ki durumuna kavuşmuş olacaktı.

Takvimler;l/nisan/1715'i gösterirken, Silahdar Ali Paşa Mora üzerine yürümeğe başladı. Yarımadanın kuzeytarafi he-mencik bizim oldu. Navarin, Modon ve Koron limanlarıda güney cihetde olup, hemen işgal edilmeliydi. 7/hazi-ran/1715'de Canım Hoca'nın; kapdan-ı deryalığındaki, do­nanma pek kolay bir şekilde Tinos Adasını ele geçirdi. Ege denizinde hükümferma olan korsanların, merkez üs'sü diye bir şey bırakmayan kapdan-ı derya çapulculuğunda önünü kesmiş oluyordu. Kara ordusu da, Mora'yı işgale muvaffak olmuştu. Osmanlı devletinin karşısındaki durumu ezik ve ye­nik bir hâle gelen Venedik yıkılmak üzereydi çünkü Osmanlı karşısında yalnız kalmıştı.

Ali Paşa çok iyi takip ettiği avrupa siyasi ahvali gereğince, Venedik'in yıkılmanın eşiğinde olduğunu pekâla bilmekteydi. Savaşı da zaten bunu bilerek açmıştı. 21/eylül/1715'de, Os­manlı donanması Suda limanının işgalini tamamladığında Venedik, doğuakdeniz ve Ege deniziyle alakası böylece tamamiyle kesilmiş oldu.

 

Pasarofçaya Doğru!

 

Takvimler 1617'yi gösterirken   sadrıazam Silahdar Ali Pa­şayı;   Korfu Adasını almaya hazırlanırken görüyoruz. Ne var ki; Venedik Avusturya'ya müracaatla, bir savunma ve saldırı antlaşmasının imza edilmesini temine muvaffak oldu. Bu antlaşmanın peşinden, Avusturya'nın Osmanlı divân'ına, Karlofça antlaşmasını çiğniyorsun bâbunda sesi ulaşdı. Di­vân; bu sesi duyunca kendini bir yokladı. Karlofça antlaşma­sına mugayir hiç bir hareketin içinde olmadığını gördükten sonra, durumu tezekkür ettirdi ve istihbar ettiği Venedik-Avusturya antlaşmasının Avusturya'yı böyle bir ses yüksel-temeye ittiğini anladı. Bahane basitti. Çünkü Karlofça antlaş­ması, Venedik ile alakası olmayan bir hususdu. Mora üzerine yapılan Osmanlı istirdat harekâtı Venedik'le alakalı bir ope­rasyon olmakla beraber, Avusturya'nın Venediği koruma ar­zusuna yoruldu. Bunun üzerine divân bu mesele üzerin de müzakere açdı. Görülen manzara; Osmanlı deniz yollarının herhangi bir ülkenin denetimi veya tasallutuna açık olduğun­da bu vaziyet Avusturya'nın işine gelirdi. Bu bakımdan Mora yarımadası üzerindeki Osmanlı stratejik saldırısı her ne ka­dar doğrudan Venedik'i alakadar ediyorsa da, yukarıdaki an­layışa göre Avusturya'nın bu istirdat harekâtını tasvibe niyeti yoktu.    Divana karşı yükselen sesin bir cümlesi şunları hâ­viydi: "Mora Yarımadasındaki toprakları işgal etmekle Karlof­ça Antlaşması hükümlerini yırttınız.. Osmanlı ordusu Mo-ra'dan çekilmeli.. Yaptığı haksız işgal için Venedik'e savaş tazminatı vermeli. " Divan; bu sesden iki ayrı tavır çıkardı. İl­ki; bu ihtarın akıbetini göz önüne alıp toprak iadesini yerine getirmek, diğeriyse, savaşmak dahi göze alınıp, iddiayı ve talebi reddetmek. İlk görüşe katılanlar ülkenin iç olaylarının gösterdiği duruma bakmakta vede mâli buhranların içinde yüzüldüğünün idrâki içinde zaman kazanıp, durumu İslaha çalışıp Mora yerinde durduğuna göre şimdilik Avusturya'yı tatmin edip, ilk fırsatta işe kaldığı yerden devamı öngörüyor­du. İçlerinde sadrazamında bulunduğu gurup ise, böyle bir teklifi kabul elden yeni çıkmış Mora'nın istirdatına girişme­mek oradakileri ihmâl demek olacağı gibi düşmanın teklifini kabulün peşinden, nice tekliflerin gelebilecek olabileceğiydi. Bu bakımdan; bu gurup asla bu tavizi vermemeyi ısrarla be­lirtiyordu.

Padişah 3. Ahmed bu gurubun tarafında yeraldığında, sa­vaşmakta olunan Venedik yanında Avusturya'da yeraldı. Fa­kat; bu düşman kuvvetinin çoğaldığı bir savaşı yapacak kud­rette olmayan devlet, bir maceraya girişmiş bulunuyordu. Bilhassa; denizyollarımızın emniyet bakımından yetersizliği pek açık olarak ortadaydı ve destekleme de yetersiz kalma­sını önleyecek bir tedbirimiz maalesef yoktu. Bilfiil değilse de, 24/nisan/1716'da Venediklilerin müttefik devleti olarak Avusturya, kâğıt üzerinde artık karşımızdaydı. 5/ağus-tos/1716'da Petervaradin'de bozguna uğrayan kara kuvvet­lerimiz, 20/ekim/1716'da Tamışvarı elinden kaptırdı. Silah-dar Ali Paşa'nın Petervaradin'de vukubulan şehadeti akıbeti­mizi daha da kötü hâle getirdi. Aradan bir sene geçmediki 18/ağustos/1717'de Belgrad'ı kaybettik. Bu sırada makam-ı sadarete geçen Dâmad Nevşehirli İbrahim Paşa 21/tem-muz/1718'de-Tuna Nehri kıyısındaki, Pasarofça kasabasında imzalandığı yerin adı olan Pasarofça antlaşması yapıldı. Su­da limanının Osmanlı devletine geçmesi, Dalmaçya, Hersek-ve Arnavutluk kıyılarındaki kalelerin, bizde kalması gerçek­leşirken, Belgrad, Semendire ve Sırbistan topraklarını Avus­turya'ya bırakıyorduk. Amiral Afif Büyüktuğrul; Pasarof-ça'daki kaybımız Karlofça'dakinden pek fazlaydı demekten kendini alamaz.   Silahdar Ali Paşadan sonra, sadarete gelen,

Nevşehirli İbrahim Paşa; devletin, uzun zaman sürmesi gere­ken bir sulh dönemine ve ıslah çalışmalarına girmesi icâb et­tiğinin, idrâki içinde hemen bu çalışmalara koyuldu. Esef edilir ki; bu kadar reformatik ve çağı iyi okuyabilen bir insan olarak, İbrahim Paşa, deniz kuvvetlerinin ehemmiyetini İd­râkten, yoksun bir adam olmadığından donanmay-ı hüma­yuna bir el atabilme şansı bulsaydıki dünyanın çehresini de­ğiştirecek bir donanmayı, vücuda getirebilirdi. Bu hem yapıl­ması şart olandı ve Nevşehirli bunu yapacak kapasite ve ka­biliyetteydi.

Sultan 3. Ahmed; aynı zamanda Damad olan bu sadrıaza-ma yardımcı olmaktan hiç geri kalmıyordu. Bütün iş, deniz­lerde güçlü olmak, ticaret filomuzu bu caydırıcı güç sayesin­de dünya denizlerinde emniyet içinde geşt-ü güzarını sağla­maktı. Üstelik bunun üç aşıra dayanan tersane ve denizci alt yapısı mevcuttu.    Bir savaşın unsurlarını teşkil eden; Kara, Hava ve Deniz kuvvetlerinin, ilk ikisi benzin vecephane veri­lirse savaşır. Bu sebebden bunlara Tüketim Kuvveti denir. Deniz kuvvetiyse, savaşlar da ekonomi kudretini muhafaza edebildiği için, kendi parasını kendisi çıkarır. Bundan ötürü de deniz kuvveti bir üretim kuvvetidir diyen Amiral Fioravan-za, bu ifadelerle ne kadar haklıdır bilemem amma, yelken, kürek dönemi için yukarıdaki beyanın da yanlış bir ifade kul­lanmış olmuyor.