Karışıklıkların BirıbiriniTakibi
Rusya Savaşı-İngiliz Donanması
3. Selim Hân'ın Hanımları Ve Çocukları
1736'dan-1789'a Kadar Deniz Harekâtımız
1787/1792 Osmanlı-Rus ve Avusturya savaşı
Babası: Sultan III.
Mustafa Han
Annesi: Mihrişâh
Sultan
Doğum Tarihi: 1761
Vefat Tarihi: 1808
Saltanat Müd.:
1789-1807
Türbesi: İstanbul
Laleli Camii Yanı.
Osmanlı İslâm
devletinin, 28. padişahı ve 20. halifesidir 3. Selim hân. Tahta çıktığında 28
yaşında idi. Babası; 3. Mustafa'dır. Babasının kardeşi; Abdülhâmid-i evvel pek
merhametli iyi kalbli kimseler arasında cidden ayrı bir yeri, olan zevattandı.
Yeğenine sıkıntı verecek davranışı hiç bir zaman ne sergiledi ne de müsaade
etti. Eğitimine de pek önem verdi. Amcasından gördüğü bu anlayışı'takdir
etmekten geri kalmayan veliahd şehzade Selim, devlet işlerine kesb-i vukuf için
sokulmak ve takip etme imkânıda bulabildi. Gençliği ve gayreti ahalinin ümidini
kendisine bağlama hususunda ciddi bir faktör oldu. 1. Abdülhamid'in vefatı
üzerine, tahta çıktığında Ruslarla yapılan savaşı kazanmak ve ikinci bir Kaynarca
antlaşması tehlikesini yaşamak istememekteydi ve bunu temin için, orduyu
takviye için, İstanbul'da derleyip topladığı askerleri serdar-ı ekremin emrine
ulaştırdı. Devleti âliye; Ragıp Paşa sadrazamken, 3. Mustafa'nın israfı
önleyici yaklaşımı sayesinde hazine-i şahaneyi hakikaten doluluğu bakımından
harika bir seviyeye getirmişti.
Hâttâ padişah 3.
Mustafa ara sıra aynı zamanda eniştesi olan Ragıb Paşaya siteme benzer sözler
eder, Moskofluya savaş açalım, para sıkıntısını bahane etmeyin, Petersburga kadar
adım başına altın dizerim diye teşvikde bulunurmuş. Sonradan açılan savaşlarda
öyle para sarfiyatı husule geldi ki, 28. padişah, 3. Selim'in belini bükmekte
olan parasızlığın ta kendisiydi. Bu ihtiyacı def edebilmek için, Rusya ile
zahirde hasını görünen Felemenk ile İspanya'dan, istikraz da yâni borç para
alma teşebbüsüne geçti.
INe varki o sıralarda
batı avrupa bir ihtilâle gebe olarak ateşler içinde yanmaktaydı. Bu hâl para
talebinde bulunulan devletlere red cevabı verme hususunda çok hizmetetmiştir
desek yanlış bir hüküm vermiş olmayız! Devlet adamı ve vakanüvis Abdurrahman
Şeref bey, parasızlıkla ilgili olarak şunları: ".. Parasızlığa bir çâre
bulmak erneiiyie Sultan Selim-i sâlis Saray-ı hümayunda, rical ve ayan
konaklarında bulunan, sim (gümüş) ve zer (altun) evâniyenin (kap-kacak) ahnıb,
sikkeye tahvilini irade eylemiş ve mucibince hareket olunarak epeyice
mikdarda; mağşuş (bozuk) akça, darb olunmuş idiysede bu tedbir-i muvakkatten
de, bir fâide hasıl olamamış idi."
"Demekte. Bu
arada Prusya devleti ile yapmış olduğumuz antlaşma da, fayda cihetinden hiçbir
işe yaramamıştı. Osmanlı devleti Prusya devleti nezdinde, yaptığı
hatırlatmalara karşılık, bir oyalamanın tatbik edildiğini görüyordu fakat bunu,
yüzlememek şıkkı tercihi olmaktaydı. Hudud boyunda harb devam etmekte zafer
bazen bize gülümsüyor bazen de Rus tarafında kalıyordu. Sadrazam serdar-ı ekrem
Koca Yusuf Paşa serhad boylarında zayıf yerlere lâzım gelen yardım ve takviye
yapma gayretinde iken, garazkârları olan bazı rical Vidin seraskeri görevinde
olan bir lakabı Kethüda diğeri Cenaze Hasan Paşa olan zâtı sadarete tâyin
ettirdiler. Dere geçilmekteyken at değiştirilmez düstûru kendini burada belli
etti. Çünkü geldiği görev kapasitesini aşan bir vazife idi. Yapabildiği, diğer
ricalin söylediklerine münasibdir demekten başkaca yapacağı bir şey yoktu.
1204/1789'da Büze Suyu
yakınlarında iyi bir kumandanın idaresinde olmayan ordumuz, Rus ve Avusturya
orduları karşısında fecii bir mağlubiyete mâruz kaldı. Bunun sonucunda
elimizden Bender, Akkirman ve Kili kaleleri Rusların sahipliğine geçti.
Belgrad kalesi de Avusturyalıların eline geçti. Al-lah'dan İsmaiyl seraskeri
meşhur Gazi Hasan Paşa bölgesinde dolaşmaya başhyan büyük bir moskof ordusunu
öyle tarumar ederek mağlup ettiki, adetâ Osmanlının intikamını almayı
becermiş sayıldı. Zâten bu başarısı Gâzî Hasan Pa-şa'nın makam-i sadaret ve
mührü hümâyuna mâlik olmasını sağlamıştır. Ancak çok çalışkan ve cesur bir
kimse olan Gazi Hasan Paşayı öne çıkaran hususlar arasında teftişçiliği
gelirdi. Ancak onun teftişleri âla'yı vâlâ ile değil, tebdili kıyafet ve pek ani
olurdu. Böyle yaptığı her tarafta duyulmuş olduğundan vazifeye dikkat,
er'inden en üst kumandanına kadar herkesin riayet ettiği husus olmuştu. İşte
bu teftişlerin birisinde hava şartlarına uygun kıyafet giymemiş olması adamakıllı
üşütmesine sebebiyet verdi. Yattığında bu üşütme onun ölüm hastalığı olmuştu.
Nâşını; kendi yaptırmış olduğu Şumnu'daki Bektaşi dergâhına defnettiler.
Karışık ve üzücü bir devirde sadarete tâlibli çıkmıyor, teklife ise adetâ
herkes kapalı kalmaktaydı. 3. Selim; devrin şeyhülislâmı ile yaptığı
istişareden sonra bir kaç adayın ismini kâğıdlara yazdılar. Oradan Hirka-i
Saadet dâiresine giden padişahı, aldığı fetvaya uygun olarak olacak kura
usulüyle sadrazamı belirleme ameliyesinde görüyoruz. Kur'a sonunda Şerif Hasan
paşanın çıktığını görüyor ve sadarete tâyin ediyor. Çalışmamızda mehaz olarak
müracaat ettiğimiz "Devlet-i Osmaniye Târihi" yazarı Ali Şeydi bey,
padişahın bu tarz seçimini içine sindire-miyerek <Fesübhânallah!>
nidasıyla karşılıyor. Halbuki başka ne çare bulunabilirki? Talibi olmayan,
teklif edildiğinde is-tinkâf edilen bir vazifeyi başka türlü nasıl birinin
üzerine tahmil edebilirsiniz? Maneviyata bağlı insanların, dinin muhafazasını
üstüne almış şeyhülislâmın verdiği fetva dâhilinde, yukarıda bahsettiğimiz kur'aya
baş vurmanın şaşılacak bir tarafı olmadığını kendisinden yâni Ali Şeydi beyden
doksanbir sene sonra söylemekde bir beis görmüyorum.
Târih; 1205/1790
yılını gösterirken Şerif Hasan paşanın ademi muvaffakiyeti İsmaiyl kalesininde
Rusların eline geçmesine şâhid kıldı milletimizi. Mezkûr yer Rusların eline
geç-diğinde buranın müslümanları öyle bir jenosite ve vahşete maruz kılındıki,
yukarıda bahsettiğimiz Ali Şeydi bey merhum; şunları söylüyor:
"..Rusların İsmaiylin zabtını müteakip ahaliye-i mahallii islâmiyye
hakkında, reva gördükleri enva-ı mezâlimi ve i'tisafı <mekâtib-i
idâdiye-yâni üseye> mahsus olan şu eserde tadâd ve tafsil etmek
istemeyiz." Görüldüğü gibi yapılan muamele sadece bir canilik, kan içicilik
değil, lise talebesi seviyesinin çirkinliklerden korunmasını gerektiren bir
ahlâksızlığı anlatmaya edeblerinin mâni olduğuna dikkat etmek gerekir.
Arda arda
mağlubiyetlere duçar edilmiş bir ordu, artık başına kim gelirse gelsin,
kendine olan güveni kaybetmişse akıbet iyi olamaz. »
Nitekim Koca Yusuf
paşa geldiği bu sadaretinde yaptığı savaşlardan yüz güldüren bir netice
istihsal edemedi. Ayrıcada mâli sıkıntılar yavaş yavaş kendini gösterince,
orduya lâ-zımiyeti olan levazımda temin güçlüğü görülmeye başlandı. Bütün
bunlar olmaktayken, Fransa'da meydana gelen ihtilâl dünya devletlerinin her
birini, kendi iç vaziyetlerini gözden geçirmeye
itti. Avusturya ise bundan asla müstesna olmamakla beraber daha da te'sir
altına girebilecek durumda idi, çünkü imparatorları 2. Jozef bu sırada
oluvermişti.
Buna bağlı olarak da
Rusya ile ittifakından kopmuşlardı. Artık açıkça gözlenen eğilimleri sulh
antlaşmalarını imzalamaya dönük olduklarıydı. Devletimiz Osmanlı ise; Ruslar
ile kozunu paylaşabilmek için Avusturya ile sulh yapma ihtiyacı, insanın suya
ekmeğe olan ihtiyacından daha az değildi. Ziştovi iki devletin sulha
ihtiyacının bir imza ile noktalandığı yer oldu. İngiltere, Prusya ile Felemenk
devletlerinin tavassutları bu sulhun imzalanmasında epeyce iş gördü. Mezkûr
Ziştovi antlaşması Belgrad ile diğer kaleleri Osmanlıya iade etmek şartıyla
Osmanlı-Avusturya sulhu yapıldı. 1205/1790
Rusya ile probleme
gelince: Padişah 3. Selim, pederi 3. Mustafa gibi samimi bir moskof düşmanıydı.
Onları mutlaka mağlup etmek gayesinin zirvesiydi. Avusturya ile yapılan Ziştovi
antlaşması nihayetinde, Rusya ile başbaşa kaldığını düşünen padişah, orduyu
kesin ve şiddetli bir emirle, Rusya ordularının üzerine atlamalarını istedi.
Padişah bu tâleblerini yaparken, ordunun başkomutanı da dâhil olmak üzere bütün
güngörmüş askerleri ve subayları şiddetle sulh yapmaya gerek gördüklerini,
orduyu değil savaştırmak, geri çekebilmek bile müşküldür beyanlarını ve bunları
destekleyen imzalar vermekten imtina etmemeleri, işin vahametini göstermeğe
yeterde artardı bile. Prusya ise Osmanlıyla müttefikliğine rağmen, Fransa'da
zuhur eden ihtilâlin kendi bacasını da tutuşturacak korkusundan, Ruslara harb
ilânına İmkânı bulunmadığını gayet net olarak babıâli'ye bildirdi.
Avusturya ile Ziştovi
sulhünden sonra, 3. Selim ordudan kendine ulaşan beyannamede, Ruslarla da bir
barış konferansı icabatını siyaseti içine aldı. 1206/1791 baharının girmesiyle
birlikte Yaş denen şehirde Osmanh-Rus murahhasları müzakereye oturdular. Yaş antlaşması
mucibince Kırım Hân'lığı ile Özi arazisi tamamen Rusya'ya bırakılıyor,
Dinyes-ter nehri hudud kesilmişti Anadolu tarafında eski hudud geçerli olarak
her iki tarafcada kabul edilmişti. Rusya ve Avusturya ile yapılan son savaşın
bilançosu, üç devlet için şu haldeydi: Osmanlı devleti, 330 bin evlâdını, 6
kapak, 4 firkateyn ve bir kaç ufak gemi. Rusyaysa 200 bin askerini kaybetmiş,
5 kapak, 14 firkateyn, 80 tane ufak teknesi elden gitti. Avusturya'nın ise; 130
bin askerini kaybettiği, Katerina adına yazılan tarih eserinde yer almaktadır,
diyor "Târih-i Siyasi" yazarı eski sadrıazam Mehmed Kâmil Paşa.
müddet zarfında beylerden birinin bir iftirası çıkacak olursa Ruslar ile
haberleşilip, itham sabit olduktan sonra azil etmeye gidileceğine karar verildi.
Fransızlarla yapılmış bulunan yeni antlaşma mucibince bu hükümetin ticaret
gemileri Karadeniz'de rahatça geliş geçiş yapmaya hak kazanmışlardı.
Bu vaziyet Osmanlı
devleti tarafından taahhüt olunmuştu, ingilizler, Kahire'de bulunan askerlerini
Süveyş yolu ile Hindistan'a yolladilarsa da İskenderiye'yi boşaltmıyor, Sayda
da bulunan Kölemen emirlerini himaye yoluna gitmekteydi. 1214/1799 Necef'de,
Hezeali aşireti ile Vehhabiler arasında münazaa çıktı. Bu olay neticesinde
üçyüz tane vahhabi öldürülmüştü. Vehhabilerin reisi bulunan Abdülaziz, oğlu
Suûd'u askerleriyle Kerbelâ üzerine yolladı. Matem gecesi şehri basıp,
rastladıklarını katledip, oratlığı yağmaya tâbi tuttular. Hâttâ, İmam Hüseyin
(r.a)ın kabrinde bulundurulan altun ve gümüş kandilleri ve diğer kıymetli
eşyayı gasb ettiler. Bu sıralarda ise İngilizler Mısır'ı terk ettiler. Ancak;
komutanlardan Elfi Mehmed bey ile onbeş kişi kölemeni beraberlerine alarak
Malta'ya çekildiler.
Vehhabiler Osmanlı
devletinin ve 3. Selim güdümündeki hükümetin karışıklıklar ve bir sürü olaylar
içinde, yuvarlanıp gittiği sıralarda Napolyon, meşhur Amiyen antlaşmasını İhlâl
ediyordu. Çünkü; Mısır'a, Akdenize ve de, hind yoluna ulaşmayı aklından
çıkaramiyordu. 1217/1802 senesi ağustosunda general Sebastiyani adlı birini
ticaret vazifesiyle doğu bölgelerine gönderdi. Bu memurun önce Trablusgarb
bilahire Kahire sonra da İskenderiye'ye uğradığı görüldü. Uğradığı" her
yerde ahali tarafından alkışlarla nistikbal olundu. Bu alkışların sebebi
olarak, İngilizlerin denizlerde göstermiş olduğu şiddete atf olunuyordu.
Akkâ'da da aynı tarz
alkışlara lâyık görüldü. Fransa'ya dönüşünde; resmi yazı ile yayımladığı
raporda Mısır, Akkâ ve İskenderiye gibi şark bölgelerine dair düşünceler ve
hareket yapılmasına dair sunuşlar mevcut, hatta Mısır'ı almak için, altıbin
Fransız askeriyeter kaydı yazılı idi. Yine bahse konu sene içinde; general
Dekain adında biri Hindis'tanda, yalnız başına İngilizlerle savaşmak için oraya
gönderilmesi hususunda istida vermişti.
Bonapart, bu generali
Fransızların elinden çıkmış beş şehri ele geçirmek için gizli olarak
vazifelendirmişti. Emrine bir kaç bin kişilik askeri kuvvetverdiği gibi,
yerlilerle uyuşabilmek içinde ve ingiliz hakimiyetinin aleyhinde çalışmalar
yapmak içinde kati emirler verme yoluna gitmişti. Generai, Pundeşeri'ye gelince
iki devletin arasında savaş imkânı çıkmıştı. Bu bakımdan ingilizler kendisini
şehre sokmadı. Gemilerini de gözetlemeye aldılar. Hattâ Dekain, Frans adasına
kaçırıldı. Adayı İngiliz taarruzlarına karşı kuvvetlendirdi. Daha sonra
1803'den 1811 senesine kadar Hind denizine korsanlar göndererek İngilizlere
ticaret yollarındada büyük büyük zararlar verecek saldırılar sağladı.
Napolyon Bonapart;
Akdeniz hakimiyetinde önde olmak için ispanya'yı çalıştırdı. Amiyen antlaşmasına
mugayir olmasına rağmen burada hâkimiyetini kurdu. 1801 senesinin, aralık
ayından itibaren, Lombardiya'nın ileri gelenlerini getirterek, kendisine
Cisalpİne yâni kuzey italya (lombardiya, pi-yemonte) cumhuriyeti reisi unvanını
verdirdi. Adamlarından Jerom Doraco adındaki birini Ligure cumhurreisliğine
tâyin etti. Piyomento şehrini de 1803'de Fransa'ya katarak, Sardunya kralına
tazminat verileceğini vaad eyledi. Elbe adasını dahi Fransa'ya kazandırdı. Bu
icraatın tamamı Rusya ve İngiltere devletleri tarafından protesto ediliyordu.
Bonapart; aldırmayarak Taranet, Otranet ve Brindizi şehirlerini de zapt
ettirdi. İngilizlerde Malta'yı terk etmediler. Bonapart buna fena halde
hiddetlendi. İngilizler ayrıca İskenderiye'ye de bir miktaraskeri muhafız
olarak bıraktılar. Fransızların Hind'deki beşşehirlerini de iade etmediler.
18. Lui'yi ve meşhur
ihtilalcilerden Jorj Kadodal gibilerini ülkelerine kabul ettiler. Birinci
konsülün yâni Mapolyon'un bir ticaret antlaşması yapmaması yüzünden infial
gösterdiler, ingilizlerin elçisi Lord Whitvortda antlaşma hükümlerinin İhlâl
edilmesinden dolayı, vaziyeti protesto ediyordu. Velhasıl az bir müddet sonra
İngilizler bir ültimatom vererek, Felemenk ile İsviçrenin boşaltılmasını,
Sardunya kralına tazminat verilmesini ve Malta'nın, terk olunmayacağını
bildirdiler. Bo-napart'da gelen sefire şiddetle muamele etdi.
Lord Vayvorth Paris
şehrini terk etti. Çarpışma hemen başladı. İngilizler bir kaç tane Fransız
ticaret gemisini yakalayıp içindeki malları müsadere ettiler. Bonapart ise,
Fransada yaşamakta olan ne kadar 18 yaşından yukarı, altmış yaşından aşağı kim
varsa hepsini tevkif ettirdi.
General Mortier;
Hanover'i işgal ederek Fransanın batı limanlarında, tedariklerini yapmaya
başladı. Bolonya ordugâhı yeniden düzenlendi ve bütün bu haberler, Osmanlı
devletini düşüncelere salıyordu. Bu iki devlet arasında dolaşan Mısır
sözleri, yine şarkın meseleleriydi. Diğer taraftan da, Osmanlı devleti
Fransızlar ile daha yeni bir antlaşma yaptıkları gibi Mısır meselesindede İngilizlerden
biraz yardım görmüşlerdi. Bütün bunlardan başka Vehhabiler meselesi de artık
çok önem taşıyan bir mesele olma yolunu aşmıştı.
Tarih-i Cevdet bu
mesele hakkındaki gafletimizi şöyle özetlemekte: "Osmanlı devletinin ne
kadar sıkıntılı dönemler geçirmiş olduğu buradan^ da malum olur ki, bundan
seneler evvel, tebasından birinin kurmuş bulunduğu yeni bir mezhep hakkında,
pek çok bahisler ilmen konuşulmuş ve bir cereyan husule gelmiştir. Hicaz ve
Irak âlimleri taraflarından çeşitli ki-tablar yazılmış olduğu halde, nihayet
dinin vatan-ı aslisi oian Arab yarımadasında, bu mezhebin tesirleri
münasebetiyle Deria Şeyhi bir çıkış yaparak müstakiliiğe varan bir yola girmişti.
Buna karşılık devletin müşkül işlerinin görüldüğü yer olan meşveret meclisinde
bunlara dair bilgi bulunmayıp ve bu yeni mezhep sayesinde bir kabile şeyhinin
kuvvetli bir hükümdarın hüviyetini kazandığını bilemiyorlarda, hâla
Veh-habilerin isteklerinin neden ibaret olduğu sadnazamlar arasında bahse ve
mücadeleye konu oluyordu.
Osmanlı devleti ulema
sınıfına fevkalade derecede itibar verdiğinden bu insanların yüksek derecede
olanlarını kendi ileri gelenlerinden saymasına rağmen şöylece elli altmış yıldan
beri devam ede gelen ve ülke içinde, müstakil bir hükümet kurulmasına sebep
olan bahse konu mezhep meselesinin künhüne dair henüz malumat-ı sahiha sahibi
olunamaması inanılacak bir durum değildir. Lâkin önceleri hakiki vaziyetten
bilgi sahibi olunmasına rağmen bir hükme varamamışlardı.
Zira o sıralarda
İstanbul'da ilmiye yolunun âlimleri üç kısma bölünmüş olup, birincisi müretteb
ilmiye ashabı olan, ulemai resmiye, ikincisi fiilen şer'i hizmette bulunan
hâkim ve kâtibler ve üçüncüsü medrese çıkışlı olan üstaze ve talebeden
müteşekkildi. Birinci sınıf içinde malumat sahibi nadirdi. İkincileri teşkil
edenlerin malumat-ı sermayesi, davaları fetva kitaplarında yazılı olanlan
meselelere tatbik ile büyük alimlerin usulü mesleklerini uygulamaktan ibaret
olanlar, il-mi bahisler iddia etmekten uzaktılar, üçüncü sınıf ise, bu iki
sınıfa da cahil nazarı ile baktıkları halde şer'i hükümlerin nazari ve de
tatbikatından mahrum olarak felsefi düşüncelerin, kâh mutezilenin yaralayıp
iptal ettirdiğine vakit sarfetmekte, devlet memurlarından hariç, özel bir sınıf
şeklinde bulunduklarından İhtimalki henüz vaziyetten haberdar değillerdi.
İdareci memurlar ise,
çöldeki mezhep kavgasıyla soğuk ve taassup sahiplerinden olan vaizlerin
mübalağalı sözlerini, fark ve temyiz edemezlerdi. "Biraz evvel görmüştük
ki, Ab-dülaziz Vehhabi, oğlu Suûd'u yollayarak Lahsa, Katif taraflarını ve
Basra hududuna kadar bululunan yerleri tamamen zapt eylemişti.
Vehhabiler 1212/1797
tarihinde Mekke Emiri Şerif Galib'i Huzme karyesinde mağlup ederek aralarda
Vehhabilerin Mekkeye gelip gitmeleri onlarında Yemen ile Şam taraflarında
Şerife tâbi olan, Arablara dokunmamak şart koşulmuştu, 1215/1800'de Vehhabilik
Asir'den, Tihamiye yayıldı. Necid, Cebeli Şamir beldeleri dahi Vehhabi olup,
Lahsa'nın zaptı üzerine Basra ile Bağdad tehlike altında kaldı. Velhasıl Arab
yarımadasının her tarafında Abdülaziz Vehhabi'nin, hükmü geçerli oldu. Yalnız
Mekke emiri bundan müstesna idi.
1217/1802'de
Vehhabilerin Haremeyn-i Şerefeyne, hücum edecekleri hakkında Mekke emirliğinden
birbirini takip eden haberler ve istimdadnâmeler geldi. Toplanma lüzumunu gören
meclis, İstanbul'dan cephane ve top derlenerek Kaptan paşa ile gönderilmesine,
Mısır'danda asker sevk olunmasına Bağdad valisinin ve yahut kethüdasının Necid
üzerinden hücuma geçmesine karar verildi. Fakat Vehhabiler Tâif üzerine
saldırmışlardı. Hâttâ Abdülaziz, Mekke Şerifi Galib'in yakın adamlarındanken
Vehhabilik mezhebine geçen Osman Mü-zayife'ye de Taif taraflarının emirliğini
verdi. Osman Müzayif, Yemen'e musallat olan Sultan bin Şakban ile Taif'i
kuşattılar. Şerif Galib ile yapılan savaşta pek büyük zayiata uğradılar-sada,
Şerifin Mekke'ye kaçması üzerine takip edip şehre dahil olup, müthiş bir
katliam gerçekleştirdiler. Taşınır taşınmaz mallan yağma edipsahih islâmi
eserleri ve Kur'ân-i Kerîm'le-ride sokaklara attılar. Gömülü servet ve mal var
bahanesi ile her yeri kazarak da şehrinde altını üstüne getirdiler. Hac zamanı
dahi Mekke üzerine yürümekten çekinmeyip, hareke-tettilersede hacıların
kalabalığından saldırıyı yapamadılar.
Fakat devlet
tarafından gönderilmiş Adem efendi adlı na-sihatçı, ve üç gün içinde Mekke'yi
terk edeceklere aman ver-dilerse de, Mekke'yide tehdit altında bulundurmaktan
utanmadılar. Suud'un Mekke'ye girmesinden sonra Mekke Şerifi Galib ile Osmanlı
devletinin göndermiş olduğu Şerif paşa Mekke'yi terkederek, Cidde'ye
çekildiler. Suud ise muharrem ayının 8. günü Mekkeye girerek derhal beyt-i
şerifi tavaf etti. Yarın kuşluk vaktine kadar herkes mescid-i şerife gelsin
diye bağıran dellallar dolaştırdı. İlân edilen vakitte hutbe-i pey-gamberîyi
okuduktan sonra: "Cenab-ı Hak'ka teşekkür eylerim. Sizi İslama hidayet ve
şirkden halâs eyledi. Sizi yalnız Allah'a ibadet edipde bulunduğunuz hâl-i
şirkten ve dalaletten feragata davet ederim. Şer'iat-i islâmiye üzerine,
Allahı sevenlere dost ve Allah'ın düşmanlarına düşman olmak üzere sizden biat
isterim" diyerek elini uzattı ve biat aldı. İkindi namazından sonra şarab
ve zinanın haramlığından bahsederek yarınki gün çıkıp kubbeleri hedm
(yıkınız)ediniz. Beytleri atınız, Allah'dan başka, mabud olmasın demesinin
ertesi günü Vehhabiler peygamber (s.a.v) doğduğu evle Ebu Bekir, Ömer ve Ali
(r.a)'lann ve de Hz. Fatıma, Hz. Hatice'nin evi ile ashabı güzin ve
evliyaullahin kabirlerini yıktılar. Suud, Mekke'de çeşitli cemaati yasaklayıp,
herkesin bir imam arkasında namaz kılınmasını emreyledi. Ne kadar çubuk, nargile,
saz varsa hepsini toplatıp yaktı. Ezan okuyan müezzinlerin salat ve selam
getirmelerini, ashab-ı kirama tazim edilmesini, büyük şirkdir diye yasakladı.
Devlet tarafından
giden; Adem efendi ile Kerbelâ vakası ile diğer vakalar üzerine görüşerek,
sudan cevablar verdikten sonra eline yüz riyal, altına bir hecin devesi vererek
yolladı. Vehhabiler mezheblerine girmeyenleri keserler ve onlardan da nekâl
(işkence) adıyla bir miktar para alırlardı. Bu sebeb-le Mekke'de ve civardaki
kabilelerde ve aşiretlerden pek çok mal aldılar. Suud, 14 gün Mekke'de
oturduktan sonra ikiyüz kadar muhafız bırakarak, Cidde üzerine yürüdü.
Ciddeliler-den ikiyüzbin riyal, altmışbin altun, altıbin riyaliik kumaşı ceza
parası, olarak istedi. Buna karşılık, top ve tüfenk ile mukabele gördü. Sekiz
gün süren çarpışmalarda, Suud'un askerleri büyükçe telefat verdiler. Neticede
çekilip Necid tarafına gittiler. Bunun üzerine Şerif Galib; Vadi'i Mer,
üzerine hücum ederek Suud'unda muhafızlarını kaçırdı. Sonra beraberinde.
Şerif Paşa ile askerleri ve aşiretler olduğu halde Mekke'ye döndüler.
Vehhabilerin Mekke ve
Medine'ye karşı, vukua gelen ta-aruzlar 3. Selim'i büyük kederlere gark
etmişti. Bu kedere zi-yadelik veren rüşvet kabul etmez, iltimasları dinlemez,
şeyhülislâm Ömer Hulusi efendinin infisalidir. Tarih; şeyhülislâmın bu azlini
şöyle bir satırla bildiriyor: "böylesi karışık bir donemde birtarik
sahibinin pasif, çekingen durmaları uygun hâl ve işlerini cabindan
görülmediğinden azlolundu!" Kava-lalı Mehmed Ali'nin Çıkışı Serdar-ı ekrem
Yusuf Ziya Paşa Mısır'dan dönüşü sırasında yanında bulunan anadolu yeniçerileri
ile çoğunluğu arnavut olan rumeli başıbozuk askerinden meydana gelmiş bir
kuvveti, oraya bırakmıştı. Rumeli başıbozukları mirmiran Arnavut Tahir paşa,
serçeşmeleri de Kavalali Mehmed Ali Ağa idi. Tahir Paşa; cesur ve cenğaver
olmakla beraber basit biri, Mehmed Ali Ağa ise pek akıllı, zeki ve tedbir
sahibi kimselerdendi. Başkumandan bu kuvvetleri Mısır emirlerinin
tasallutlarını def edebilmek, maksadıyla bırakmıştı. Az bir müddet geçtikten
sonra bu kimseierede devlet tarafından tahsis olunan maaş ile, Asuvan'da nizam
yerli yerine konulmuştu. Bu vaziyet karşısında, askerinde bu kadarına lüzum
kalmamıştı. Defterdar Recai efendi askerleri bu kadar fazla sayıda istihdam
etmenin doğru olmadığını beyan etmesi vali Hüsrev Paşanın kendisi için Fransız
askerini takliden bir miktar nizam-ı cedid askeri düzenlemesi yaptığından
bunların kalmasını, Arnavut askerlerin terhis edilmesine karar vermişse de
birikmiş maaşlarını verecek para yoktu. Paşa; tüccarandan bir miktar borç
alarak bunlara vermek sonra Mısır'dan göndermek arzusu taşıyarak belli şeyleri
kesti. Arnavutlar ulufelerini tamamen almayınca, yerlerinden kımıldamayacak
olduklarını söylemek için Defterdara gittiler.
Defterdar bunlara:
"ulufeleriniz Mehmed Ali'dedir. Onun yanına gidiniz. Dedi. Mehmed Ali'nin
konağına gittiler, ulufelerini istediler. Mehmed Ali ise; ben hazineden bir
akça bile almadım diyerek baştan savmak istedi. Bunun üzerine; arna-vutlar ile
diğerleri arasında kavga dövüş çıktı. Kahire'de dükkânlar kapandı. Herkes
dehşet içinde kaldı. Bir hafta sonra, ulufelerin tamamlanıp verileceği vaadiyle
arbede bastırılabil-di.
Arnavutlar, bir hafta
sonra defterdarın konağına gittiler. Defterdar, 60 bin kuruşu olduğunu
söyleyerek biraz daha sabretmelerini ihtar ettiyse de, alacaklı Arnavutlar bu
gün içinde ödenmelidir, şeklinde dayattılar. Defterdar, vaziyeti Hüsrev Paşaya
bildirdi. Valinin yan'ndaki hazineden bir miktar para istedi. Fakat, Paşa ben
bir akça vermem, verilmesine de iznim yoktur. Ya buradan çıkıp giderler, yahut
hepsini katlederim diye haber gönderdi.
Bu haberi alanların
hemen defterdarın konağına hücum ettikleri görüldü. Hüsrev Paşa da, defterdarın
konağını topa tuttu. Yine dükkânlar kapandı. Tellâllar: "herkes silahlanıp
şeyhleri (reisler) ile birlikte paşanın yanına gelsinler" diye
bağırtıldılar. Ahali bir yağmaya uğrama korkusundan siperler kazdılar. Yeniçeri
ağasıyla diğer ocakların ihtiyarlan, Hüsrev Paşanın yanına gidip kalenin
muhafaza altına alınmasını hatırlattılar. Paşa onlara cevaben: "kalede
hazinedar var. Ben ona lâzım gelen tenbihleri yapmıştım." Gelenlerin, her
kapının dışına birer yeniçeri koyalım ihtarına da, "siz benim askerimi
ayırmak isteme yolundasınız, haydi gidin ahaliyi silahlandırıp buraya
getiriniz" şeklinde mukabelede bulundu. Paşa gafildi. Çünkü kalede
hazinedarın yanında bulunan asker Arnavut ve diğer başıbozuklardan
müteşekkildi. O gün akşama kadar defterdarın konağına top attırdı. Konağında
ahşap olan her yeri tutuşup yanmaya başladı.
Defterdar, geceyi
mahzende geçirdi. Arnavut askerin bir kısmı defterdarın, bir kısmıda Muhammed
Ali'nin konağında, bazıları da Özbek camiiyle diğer yerleri siper tuttular.
Ertesi günü Hüsrev Paşanın askerlerini taburlar halinde başıbozukların üzerine
sevk ettiği görüldü. Arnavutlar defterdarla beraber evrak defterini de alarak,
Tahir Paşa'nın konağına götürdüler. Orada dikiş tutturamayinca, Özbek camii
bölgesinde savunma gayretine düştüler. Bu sırada Hüsrev paşanın askeri
defterdar ait konağa geldiklerinde nizam ve intizamı unutarak yağmaya
koyuldular. Arnavutlar, bu askerin uygunsuz hâlini görünce, üzerlerine
saldırıya geçip tarumar ettiier. Tahir Paşa tam bu sırada ortaya çıktı.
Arnavut askerlerinin yanında yer aldı. Öte taraftan Arnavutlar kaleye çıkarak
orada bulunan hemşerileri ile birleştiler. Hazinedarla beraber kaleden
anahtarları, top, humbara ve cephane alıp, Özbekiye götürdüler. Hüsrev paşa
olanlar karşısında şaşırdı. Tahir Paşa, Mehmed Ali Ağanın düzenlemesiyle
ahaliye aman verdi. Halka asla zarar verilmeyeceğini tellâllarla duyurdu.
Türbeleri, şeyhleri
ziyarete gidip yardımlarını istedi. Hakikatten asker, ahaliye asla taarruz
etmedi. Çarşıdan aldıkları her şeyin parasını hemen ödediler. Buna ahalide
şaştı. Çünkü; böyle aşırı eşkiyadan böyle mükemmel bir insaniyet örneği
beklenmezdi. Mehmed Ali ise, müracaat sahiplerinin kalbİerinin kazanılması
yolunu buluyor, zorluklan halle çalışarak kendini sevdirmiş oluyordu. İki
gurub askerin cumartesi ile pazar günü gecesi kavgaya tutuşarak Arnavutlar,
Ka-hire'nin bir çok yerini, Bulak kasabasını, Anbabe'deki yiyecekleri, Kasr-i
aynİ'deki Hüsrev Paşa kölelerini zapt, Özbekiye tarafındaki paşanın yanında
yer alanların hanelerini yağma ettiler. Hüsrev Paşayı muhasara altına aldılar.
Yağlı paçavralarla konağını tutuşturdular. Paşada, ilk önce ailesini kaçırmayı
başardı. Sonra kendisi ve yanında kalan kapı halkı ile birlikte firara
muvaffak oldu.
Arnavutlar alevler
içine dalarak Paşanın konağını yağmaya tâbi tuttular. Paşayı takip etmekte
olanlarda, Hüsrev Paşanın adamlarıyla kapıştıklarında bozguna uğradılar.
Hüsrev Paşa ve yanındakiler taşınır mallarıyla ve aile efradı ile birlikte bir
gemiye binerek, Betha bölgesi istikametine yola çıktılar Neticede; yeni vali
gelene kadar, Tahir Paşa'nın kaimma-kamlığı üzerine alması kararlaştırıldı.
Mısır kadısı, bir kürk netirerek Tahir Paşaya giydirdi. Vaziyet bir rapor ile
İstanbul'a bildirildi. Kölemenler, bu vaziyetten haberdar olduklarında
Said'den Mısır'a doğru yola çıktılar. Hüsrev Paşa ise, Mansure'ye girince,
ahaliden doksanbin riyal civardakilerden de epeyi miktarda akçayı vergi diye
aldı. Tahir Paşa kardeşi Hasan Bey'i, o tarafa yolladıysa da paşa Dimyat'ı
sağlamlaştırdı. Daha önceleri, Hicaz'a sevk olunmak üzere cephane ile birlikte
bir miktar yeniçeri gelmiş ve Camii Zahir'de iskân edilmiş, Hüsrev Paşada
bunları Hicaz'a yollamak üzere iken bahse konu olaylar meydana gelmişti. Tahir
Paşa tarafı, ga-lib gelince bunlara hakaret dolu nazarlarla baktîlar. Yeniçeriler
bu davranıştan huylandılar. Paşa; kendi askerine öteden beriden, müsadere
yoluyla aldığı para verir, yeniçeriler ise ulufe (maaşlarını) istedikçe:
"Ben kendi valiliğim zamanından sonrasını bilirim. Alacağınız var ise
Hüsrev Paşadan isteyiniz." derdi.
Yeniçerilerin bu
muameleden de rencide oldukları şüphe götürmez. Bunlar; Hicaz'a gitmek üzere
Mısır'a gelen, Medine muhafızı Ahmed Paşa ile söz birliği ederek bir gün 250
kişi oldukları halde, Tahir Paşanın konağına gidip, ulufe istemekte ısrar
ettiler. Paşa bunlara söğüp saydı. Fakat içlerinden biri koşup Tahir Paşanın
kellesini kesip pencereden dışarıya attı. Diğer arkadaşlarımda Tahir Paşanın
adamlarına hücuma geçtiler. Pek çoğunuda kestiler. Bu seferde asker ikiye
ayrılmış oldu. Yeniçeriler ile diğerleri Ahmed Paşanın yanında, Arnavutlarda
Özbekiye tarafında toplaştilar. Ahmed Paşa, Hüsrev Paşaya hemen gelmesi ve
Mehmed Ali'ye itaat etmesi için haberci yolladı. Fakat Mehmed Ali; "Ahmed
Paşa burada vali değil, misafirdir. Tahir
Paşa Mısır'da kaimma-kamdı. Bizde ona itaat ederdik. O yeniçeriyi alsın, dışarı
çıksın, onları teçhiz edip mahalli memuriyetine gitsin" diye cevap
verdi. Mehmed Ali, kalenin kendi elinde olmasından gayri Mısırlı komutanlar ile
de haberleşmekteydi. Ciyze yakasına geçip gelenler ile görüştü. Kölemenlerin
pek çoğu, Araban ile Kahire'ye girmişlerdi. Yeniçerilerin gurubu Remile
tarafına giderlerken üzerlerine top atılışı yapılınca döndüler. Bu sırada İse,
İbrahim bey Ahmed Paşaya bir mektup yazarak, Tahir Paşanın katillerini, teslim
etmesini, kendisinin de saat onbire kadar belde dışına çıkmasını isteyen hususu
bildirdi. Ahmed paşa: "Katillerin teslimi kabil değildir. İbrahim bey
deve göndersin çıkayım" demeden başka söz bulamadı. Hakikatten; ikindi
üstü, hafif eşyalarını uşaklarına yükleterek perişan bir halde çıktı. Arnavut,
Arab ve Kölemenlerden bir çok kimsenin kendisini gözetlemekte olduklarını
hissedince Kale-i Zahire kapandı. O gün Arnavutlar, Paşa kethüdasıyla,
defterdarı kestiler. Gece ise, zabıta müdürünün önündeki tellâl: Vilayetin
hakimi İbrahim bey ile efendimiz Mehmed Ali'nin tenbihi üzerine cümleye âmân
ve âmân diye nida etti. Kale-i zahire kapananlar bir iki gün süren savaştan
sonrada teslim yolunu seçtiler.
Arnavutlar Ahmed
Paşa'yı Kasr-ı ayni'e yeniçeri ağalarını Ceyze'ye gönderdiler. Tahir paşanın
katillerini Nasıriye'de kesip kellelerini Tahir paşanın haremine gösterdikten
sonra kardeşine götürdüler. Yeniçerilerin silahlarını, eşyalarını aldılar.
Biçareler beşyüz kadar idiler. Bunları da yolda Arablar soydu. Ortalık biraz
düzelince Arnavud isyancılar, kaleyi Mısır komutanlarına teslim ettiler.
Böylece Mısır yine kölemenlerin eline geçmiş oldu. Mehmed Ali ise Mısır'daki
Rumeli askerinin hakiki isyancıbaşısı idi. İbrahim bey yine şeyhülbeled oldu.
Eski dönemde rakibi
Murad bey iken, şimdi Berdisi Osman diye birisi ortaya çıkmıştı.
Görüyorsunuzki; Bonapart'm istifasından beri Mısır'da ne kadar adice
entrikalar, manevralar döndürülüyor. Hükümet muntazam olsa ve düzgün işlese bu
yollu entrikalar zuhur etmezdi. Hüsrev Paşa kudretsiz, Ahmed Paşa Hicaz'a
gitmeye mecbur kaldıktan, Kölemenler Mısır'ın idaresini ele geçirdikten sonra
İstanbulda vali aranıyordu. Çok geçmeden de bulundu, mirmirandan Trabluslu Ali
Paşa adında biri: "şöyle keserim, böyle biçerim. Devlete gelir temin
ederim" diyerek göz boyadı. Hazinenin büyük sıkıntısı var olduğu için, şu
kadar gelir bulurum sözüne daya-nılamadı. özerine rütbe-i vezaret ile beraber
Mısır eyaleti verildi. Bu Paşanın mazisi ise bozuk idi. Vakti zamanında
Trab-lusgarp beylerbeyi iken yapmadığı zalimlik, işlemediği fısku-fücur
kalmamıştı. Tunus beylerbeyi Hemduh paşanın kardeşiyle evvelce yaptığı savaşta
galib gelmişse de ikinci seferinde ahali bile kıyam etmiş ve tam kaçmağa
başlayacağı sırada vucuhzâdelerden iki delikanlıyı güya rehin alarak, pek tanınmış
Murad beye iltica etmişti. Paşa bu iki delikanlı ile bir aralık Hicaz'a
gitmişti.
Trablus hacıları;
kendisini yanındakilerle, beraber gördüklerinde Hac emirine vaziyeti
bildirdiler. Delikanlıları elinden aldılar. Yüzüne tükürerek, sakalını
yolmuşlardı. İşte bu Ali Paşa idi ki, varidatı çoğaltacak ümidiyle, Mısır
eyaletin evâli olmak üzere nasb olunmuştu. Halbuki bu sıralar da Vehhabi-lerin
Mekke ile Medine'ye, tecavüz ettikleri haberide İstanbul tarafından pek büyük
bir üzüntü ile karşılanmıştı. Vekiller heyetinde bir sürü tatlı tatsız
münazaralardan sonra Şam ve Bağdad valilerine seraskerlik unvanı verilerek,
Vehhabiler üzerine göndermeye, bu Ali Paşanın da Mısır'ı himmetiyle ıslah
etmesi kararı verildi. Mısıra gelince burada hadise üstüne hadise cereyan
etmekteydi.
Hüsrev Paşa,
kendisinin üzerine yürümekte olan, Tahir Paşanın kardeşi Hasan Paşayı bozmaya
muvaffak olmuştu. Fakat, Berdesi Osman bey, Kölemen, Arab ve Arnavud
kölele-riyle, yürüyüşe geçip, Hüsrev Paşayı mağlup edip Azabe kalesine iltica
etme mecburiyetine düşürdüler. Burada aman dileme ile kendini kurtaran Hüsrev
paşa yakalanıp Mısır'a getirildi. Burada nezaret altına alındı. Ali Paşanın
Mısır'a gelmesi kötü tesir yapmaktan bir işe yaramadı.
Berdesi Osman bey,
Reşid'i istila ederek valinin kardeşi Şeydi Ali kaptanı Buruc-u Mağizel isimli
yerde, hiyie yaparak ele geçirip Kahire'ye yolladı. Vali Ali paşa ise,
Berde-si'nin İskenderiye'ye hücum edeceğini düşünerek meşhur Ebukır şeddini
tahrip ettirdi. Bu tahrip üzerine İskenderiye'ye Nil nehrinin suyu gelemedi.
Ahalisinin çoğunlukla İzmir, Rodos ve Kıbrıs taraflarına hücum ettiler. Fakir
fukara ise, Ali Paşanın yanında ve elinde ezilip duruyordu. Artık Mehmed Ali
Ağa ve Berdesî, birlikte hareket ediyorlardı.
En nihayet; Mısırlı
komutanlar, Arnavut askerlerin maaş ve taayinatını, kendileri tarafından
verilmek ve iki üçyüz adamıyla, Kahire'ye gelerek, eski Mısır valileri gibi
resmen makamına oturarak, gelirlerden kendine düşen hisse iie geçimini
sağlamak üzere Ali Paşayı Kahire'ye davet ettiler. Paşa ise, Arnavut
isyancılarla Arab şeyhleriyle giziice haberie-şirlerken, isyancı Arnavutlarda
vaziyeti Mehmed Ali ağaya duyurmaktalardı. Mehmed Ali Ağa, bunu Kölemenlere
açtı. İttifak ettiler. Paşayı kandırıp İskenderiye'den çıkmasını sağladılar.
Paşa varlığını ve yüklerini 60 gemiye yükletmiş nehir yolu ile Kahire'ye
iniyordu. Saikana vardığında gemileri ablukaya alındı. Top ve tüfenk atışına
tuttular askerinin çoğunu telef ettiler. Gemilerini zapt edip Ceyze'ye
götürdüler.
Velhasıl esir alıp,
askerini de Bilbese gönderdiler. Paşayıda,
İbrahim beyin çadırında misafir ettiler. Ancak uslu durmayıp,
Kölemenlerin aleyhinde olan, Kına'daki Osman bey'e gizlice mektup yolladı.
Yolda ele geçirilen mektup, Mısırlı komutanların eline geçti. Bu vaziyet
karşısında da Ali Paşayı Bilbes yönüne doğru gönderdiler. Yolda kölemenlerin
saldırısına maruz kaldılar. Kendi yâni Ali Paşa, kızkardeşinin oğlu ve
kethüdası ile yanında bulunanların pek çoğu öldürüldü. Mehmed Ali ağa, İbrahim
bey ve Berdesi Osman bey'in gü-veninielde etmişti. Almış olduğu tedbirlerle
Hüsrev paşayı Mısır'dan firara mecbur, Ali paşayıda katiettirmeye muvaffak
olmuştu. Hatta Elfi bey gibi bir kaç komutanı da çeşitli yollar sayesinde baştan
atabildi. Yeniçerileri Kölemenlere, Kölemenleri, Arnavutlara musallat ederek
pek çoğunu kırdı. Fn sonunda Berdesî'ninçok vergi koyması yüzünden çıkan hoşnutsuzluk
ve kargaşadan da istifade ederek hem Berdesi Osman'ı hem de, İbrahim bey'in
hânlarını kuşatma altına alarak onları da firara mecbur kıldı. Bunların bir
nevi bağlısı olan kölemenleri ise Arnavut askerlere kırdırdı.
Mısır'da bağımsız bir
vali olmak esas arzusuyken Ahmet Paşa ve diğer vakaları göz önüne alarak bunu
açıklamaktan çekiniyordu. Beylerin firarı üzerine sekiz aydan beri hapiste olan
Hüsrev Paşayı yanına alarak kale'ye çekildi. Sonra Öz-bekiye'deki konağına
geldi. Ahalide. Hüsrev Paşanın tekrar vilayete gelmiş olduğu zehabına kapılarak
tebrik etmeye koşar oldular. Hatta Hüsrev Paşa bile bu zanda idiyse de, esas
hâl öyle değildi. O arada^İskenderiye muhafızı olan Hurşid Paşayı Mehmed Ali
davet etmiş bulunuyordu. Hurşit Paşa; Kahire'ye gelir gelmez, valiliği İlân
edildi. Mehmed Ali'nin Istanbula yazdırdığı dilekçede "Ali Paşayı öldürenlerin
Arnavut askerleri olmayıp, Kölemenler idi. Bu gaddarca muamele devlete
bağlılıkları hasebiyle Arnavut askerinin namusuna dokundu. Bunun üzerine
onlarda kölemenleri perişan ederek Mısırdan kovalayıp sürdüler." gibi
ifadelerle vakaları anlattığı gibi, Hüsrev Paşanın dahi 50 kese harcırah
vermesiyle Rodos taraflarına gönderildiğini ve kendisine bir mansıb ihsan
buyrulmasınm faydasınıda hatırlattı. Fakat Mehmed Afi ağa tazminatı pek güzel
gizliyordu. Ancak, Ali Paşanın idam olunduğu başkent tarafından duyulmuş, Mısır
eyaleti de, Cezzar Ahmed Paşaya tevcih olunmuştu. Cezzar ise; ölüm hastalığına
tutulmuştu. Mehmed Ali'nin bu arzı İstanbul tarafından hayretlerle
karşılanmakla birlikte hemen kabul edildi. Çok geçmeden Cezzar Ahmed Paşanın
vefatı vukubuldu. Hurşit Paşa Mısır'da yerleşti. Ne varki Kölemenler rahat durmama
yolunu seçtiler. Kendilerine celbetmiş oldukları Arab-larla birlikte, Mısır'ı
tazyik altına almaya başladılar. Mehmed Ali, kölemenler üstüne yaptığı saldırı
ile bir güzel bozguna uğrattı. Bunların kötülüklerini mahvettikleri gibi,
köylülere de ağır vergi yükünü tahmil ettiler. Yolları tuttular. Buna bağlı
olarak, Kahire vasıta ile gidilebilecek yer olmaktan çıkarılmıştı. Bilinmez
şekilde yiyecek fiyatları pek yükseldi. Hemen peşinden tabii olarakda mal
sandığında sıkışıklık arttı ki, Hurşid Paşa mali bir tedbir olmak üzere
komutanların haremlerinden birer mikdar cerime ala koyma garipliğinde bulunarak,
konaklarına karakollar koydu. Hurşid Paşanın valiliğini müteakip büyük Elfi
bey ile Hasan bey kölelerinden Osman bey itaat göstererek Elfi Bey Carca'ya,
Osman bey ise Kına sancaklarına tâyin olunmuşlardı. Elfi bey bu tâyin haberini
alınca arz başka davaya benzemez, diye Mısır'a gelmeğe kalkışarak, bir
taraftanda İbrahim bey ile Berdesî Osman'ın öte taraftan büyük ve küçük
Elfi'lerin askerleri, Kahi-re'yi sıkıştırmaya ve ahaliden vergi almaya
başladılar. Mehmed Ali ağa tabiatıyla, bunların üzerine yürüdü. Ancak başa-rıh
olamadı. Beyler Mehmed Ali ağayı Mısır'dan çıkarmak için gizlice Hurşid Paşa
ile haberleşmeye geçtiler. Esasta maksadın hakikisi kölemenleri Kahire ve
Mısırdan çıkarmakti. Hurşid Paşada ise bu kudret asla yok idi. Mehmed Ali ağa
bu iş İçinde bir hiyle düşünme yolunu seçti. Komutanlar ile barış yapma
haberleşmelerine girişirken, kendini de zayıf gösterme taktiğini seçti.
Karşısındaki bey'lerin bütün ihtiyatlarını terk ettikleri görüldü. Dört bin
askerle Mehmed Ali tarafından sarıldıklarını gördüler.
Şebrede meydana gelen
şiddetli savaştan sonra bir baskın daha verildi ve Kölemenlerin perişan olup,
kaçacak yer aradıkları müşehade olundu. Bütün bu başarı sadece Kahire'nin
kurtarılmasına yetme neticesi vermişti. Kahire'nin anbarı Sa-id ise, yine
Kölemenlerin elinde kalmıştı. Kıtlık ve açlık da yine başlamıştı. Hurşid Paşa
ise hem Kölemenleri hem, Men med Ali'yi defetme hülyasıyla bir takım gizli
teşebbüsler de bulunmaktaydı. Mehmed Ali'nin kölemenleri zorlamak için, Said
taraflarına gitmesinden mütevellid, bu vaziyetten istifade ümidine düştü.
Fakat meselenin diğer bir garib tarafı da; İstanbul'un Mısırdaki vaziyetten,
bütün çıplaklığı ile haberdar olamaması münasebetiyle Hurşid Paşanın
Kölemenleri atarak, Arnavutlarla bağımsız olarak, valilik yapmakta olduğunun
zannını taşımalarıydı. İşte böyle kör döğüşü esnasında, Hurşid Paşa, Mehmed Ali
ağanın gücünü zayıflatmak maksadıyla, Şam'dan biraz delil askeri getirtti. Bu
askerin getirtil-mesinde; ki maksadr sezen Mehmed Ali hemencik geri döndü.
Tarihler bu sırada h. 1219/m. 1804 senesini göstermekteydi.
Hurşid paşa ise, delil
askerini Mehmed Alinin üstüne göndermiş bulunduğundan, yoldan geri dönmüş
bulunan ağanın askerleri, üzerlerine gelen askerle Tarah adlı yerde faca façaya
geldiler. Delil askeri denenler hemen saldırıya geçemedi.
Mehmed Ali hemen
onlara seslendi: "Biz ulufemizi istemeye geldik. Kimse ile alış verişimiz
yoktur" dedi. Onların cevabı da "öyleyse bunlara ilişmeyelim"
demek oldu ve kenâra çekildiler. Mehmed Ali ve askerleri böylece Kahire'ye
girmeye muvaffak oldu. Mehmed Ali doğruca Özbekiye'deki konağına gelip oturdu.
Hurşid paşa, şeyhleri, ocaklıyı onunla bir araya gelmekten men etti. Bu esnada
Elfi Mehmed Bey'inde askerleri Ceyze'ye geldi. Öte taraftan Mısır ahalisi
Camiül Ezher'de toplanarak valiler tarafından yapılmakta olan zülumlardan,
feryadlar içinde şikayetçi olduklarını ortaya koydular. Halbuki; Mehmed
Ali'nin Cidde valiliği gelmişse de bunu Hurşid paşanın sumen altı ettiği
görüldü. Hurşid paşa şehre inince Mehmed Ali, yanma giderek hilat giydi. Atına
binip giderken askerler hücum ederek ulufe istediler. Mehmed Ali: "İşte
paşa buradadır. Diye atını sürdü. Ahaliye altun ve gümüş serperek gitti. Asker
Hurşid paşayı sardı. Paşa büyük zorluklar karşısında kalarak kaleye
çıkabildiysede ertesi gün halk sokaklara dökülerek "Bu zâlim valinin
elinden fer-yad! diye bağırıştılar.
Az sonra da, bir çok
kişi mahkemeye toplandı. Mehmed Ali'ye müracaat ederek, Hurşid paşayı
istemediklerini ifade ettiler. Mehmed Ali de, kimi istersiniz? Diye sorunca:
"Seni dediler. Çünkü sende hayır ve adalet görüyoruz Mehmed Ali evvelâ pek
istermiş görünmeyecek davranış sergiledi. Daha sonra rıza gösterdi. Daha sonra
kürk ve kaftan getirilip, me-şayih tarafından giydirildi.
Mehmed Ali güzel bir
manevra çevirmeyi bilmişti. Hurşid Paşa: Hâla beni padişah nasbetmiştir. Ben,
fellahların emri ile mazu! olamam. Padişahın emri ulaşmadıkça vâliliktende
ayrılmam diyordu. Ertesi gün kaleyi kuşatarak bir ay sonra vezir tepesine
toplan çevirip tepeden de yine toplarla sıkıştırmağa başladı. Halbuki devlet
tarafından haremeynin muhafazası en önemli mesele sırasına geçmişti.
Mısır'da; yaşanmakta
olan bu olaylar artık endişelere düşülmeye yolaçtı. En sonundada İstanbul'dan
Mehmed Al-
i'nin; Paşa ve Misir'a
vâii olarak nasb olduğunu âmir fermanın gelmesi ve bu, fermanın Özbekiye'de
okunması gerçekleşti. Artık Hurşid paşaya kaleden çıkmak Bulak'dan bir vapura
binerek Kahire'den ayrılıp gitmek gerekti, o da zaten öyle yaptı. H. 1220/M.
1805'te bu işler olup bitmişti.
Mısır meselesinin
geldiği bu vaziyet esnasında, rumeli ve de anadolu'da da bazı pek önem arzeden
vakalar, husule gelmekteydi. Tepedelenli Ali Paşanın Rumeli valiliğine tâyin
olunmasını eşkiya büyük bir ürkeklikle karşıladı. Bu tâyin karşısında bir
kenara çekilip sakin duracaklarına dair söz vermelerini de intaç etmişti.
Tepedelenli Ali Paşanın bu tayini Rumeli ayanı arasında bulunan Tokatçıklı
isimli biri tarafından itirazla karşılandı. Mutedil ve münsif, yâni pek
insaflı birini tâyin etmelerini ve yanına verilecek, bir başbuğ ile haydutların
yok edilmesini deruhde edeceğini ileri sürmüştü. Bu itirazıda ne hikmetse makul
bulunup Rumeli eyalet valiliğini de Vezir Vâni Mehmed Paşaya İhale ettiler.
Tirsiniklioğlu bu vakada yararlıklar gösterek eşkiyadan Molla İbrahim ile avenesini
ve ileri gelenlerini öldürdü. Fire ve Malkara taraflarındaki eşkiyanın takip
edilmesi için, bir deneme olmak üzere bu sefer nizamı cedid askerinden biraz
süvari birazda piyade yolladı.
Nizamı cedid'in
yapacaklerını herkes merak etmekte olduğu gibi bizatihi kendilerini de pek çok
kişi görmek istiyordu. Hatta bazı elçilikler özel vazifeyle adam gönderme
yoluna dahi gittiler. Hakikattende; bunların itaat açısından olsun
davranışlarından olsun, pekçok kimse memnun kaldı. Hele Ballı köyündeki,
çarpışma esnasında muzika çalatak, manevralar yaparak eşkiyanında perişan
edilmesini sağladılar. Ne varki Mısır'daki gibi, Rumelide de bir Mehmed Ali
daha ortaya çıkmak üzereydi. Tepedelenli, Toska taraftarı hanedanların teker
teker mahvını temin ederek Yanya civarında bağımsızcasına bir şekli idare
kurmuş gibiydi. Onbeş seneden beri kendisine karşı koymakta olan Solyut ve
Çamlık beylerinide yıldırmıştı. Artık arada sırada babıâli'den gelen emirlere
de, kulak asmamaya başladı. Anadoluda da böyle önemi hâiz vakalar çıkmağa
başladı. Rumelinin belalısı iken, anadoluya çekilen Gürcü Osman Paşanın
delibaşı'sı Ömer Paşa Kayseriye, Gürcü Paşanın kendisi de Erzurum vâliliğiy-le
gittiğinde Murad paşa tarafından tutularak hemen orada, Karahisarı Sahip
sancağı mutasarrıfı Halil paşa'da kendi sarayı içinde İdam edildiler. Cezzar
Ahmed paşanın ölümü ise Suriyede de bazı meselelerin çıkmasına fırsat verdi.
Şeyh Ta-ha adlı biri Cezzar'ın zindana attığı İsmail paşa adındaki birini
ordan çıkararak dairesini ona teslim ve de, güya Cezzar makamını ona vasiyet etmiş
gibi İlânatta bulundu. İsmail paşa Cezzar'ın elbiselerini giydi. Hazineyi
idaresi altına alıp, askerin maaşlarını dağıtarak, onları da kendini destekler
duruma getirdi. Öte yandan Halep valisi İbrahim Paşa Cezzar'ın vefatını
duyunca da hemen Şama geldi. Burada Cezzar'ın ölmeden önce makamı kendisine
vasiyet ettiğini ilân etti. Hakikaten de, İstanbul'dan gelen fermanda Hicaz
seraskerliği, Şam, Trablus ve Sayda eyaletlerini İbrahim paşa yönetimine
verildiği yazılıydı. İsmail paşa ise, zaten kaçak biriydi. Devlete, mesele
çıkarmama, Cezzar'ın mallarını teslim eder, Ak-kâ'dan çıkıp gittiği takdirde,
kendisine Anadolu topraklarındaki istediği eyalet vezirlik rütbesi ile
verilip, yapmış olduğu suçlarda affa tâbi tutulacaktır diye, İbrahim paşa
tarafından bildirim yapıldı.
Ne varki İsmail paşa
kulak asmadı. Bunun üzerine kale kuşatıldı. İsmail paşa eğer Sayda eyaleti
üzerinde bırakılırsa Cezzar'ın bırakmış olduklarını vermeğe amade olduğunu
beyan etmişse de, bir cevap verilmemişti. Cezzar'dan arta kalan 75 bin yaldız
altunu, bin keselik akça, bir çok eşya ve haberleşme yazıları, kaptan paşa ile
İstanbul'a yolladıysa da, kaptan Abdülkadir paşa'nın bu husustaki tavassutu hoş
görülüp Bursa'ya, İsmail paşa'nın yerine de Cezzar'ın kethüdası, Süleyman
paşa tayin olundu. Süleyman paşa Akkâ üzerine gittiğinde İsmail paşanın
askerini bozup, kendisini firara mecbur kıldı. İsmail paşa daha sonradan zindan
arkadaşlarından biri tarafından teşhis olunarak, Süleyman paşaya teslim
edildi. Süleyman paşa, İsmail paşayı bir gemi ile İstanbul'a gönderdi. Ne var
ki paşa gemide katlolundu. Beri yandan Vehhabilerin meydana getirdiği mesele,
gittikçe büyüme istidadı göstermekteydi. RumrJideki eşkiya takiblerinin netice
vermeye başladığı görülmüş, Kömelince ayanı Süleyman'ın yakalanıp idam
edildiği görüldü. Karadağlılar ise bir kıyam daha başlattılar. Podgoriçe
üzerine yürüyüşe geçtiler. Sırplılara Rusların yardım ettiği pek açık bir hale
gelmişti. Karayorgi çetesinin günden güne genişlediği rahatça anlaşılır hâle de
geldi. Aynı zamanda Bosna valisi Bekir paşa, Böğür-delen kalesi yakınlarında
Sırp Kenzleri de denen bir takım Sırp İdarecilerini yanına getirtip, kıyama
geçme hususundaki sebebi sual etti. Bu sual karşısında Kenzlerin cevabı:
Belg-rad'da dört tane dayı'nın zülmundan şikayetçi olmalarıydı. Paşa gayet
kurnaz bir tutum takınarak, Beîgrad kalesinde bulunan Arnavut sekbanbaşılardan
Koşancalı Halil ağa'yı ele aldı. Halil ağa, Bekir paşaca gönderilen dört
aayının teslimi hakkındaki, emirnameyi aldığı sırada aşağı ve yukarı kaleleri
zapt etti.
Dayılar, Adakalesine
kaçtılarsa da, yakalanıp ioam olundular. Halbuki Sırpların ihtilâli Rusların
körüklemesi ile alevlenmekteydi. Kara Yorgİ beri taraftar Pasbanoğlu ile
barıştı. Drina nehri boyunca yürüyüşegeçti. Karadağlılar da isyan işinde pek
gecikmeyip, hemencik harekete geçip, Rus bayrağını omuzları üstünde
yükselttiler. 1219/1804 tarihi bunların şahidi oluyordu. 1219/1804 senesinde
avrupadaki siyasi ahvalde meydana gelen büyük bir değişiklikte son derece
dikkat çekicidir.
Napolyonun birinci
konsül olarak görev yaptığı, sistemin diğer iki konsülü adetâ mel'un gibi
görevde tutulmaktaydı. İşte bu sırada Fransız anayasası dördüncü defa olarak,
değiştirilmeye tâbi tutulmuştu. Teşrii kuvvete, Şura-i devlet, he-yet-i
kanuniye, Tiribüne ve senato adlarıyla dört meclise daha işlerlik
kazandırıldı. Fakat Bonapart 1. konsüllüğünü gelecekteki emellerine göre idare
ederek, büyük inkılabı muvaffakiyetle sonuçlandırmak için, üzerinde bulunan
kuvvetli hükmetmek şansını ailesinin de miras olarak alabilip kullanabilmesi
için kendisine yeni bir unvanı bulup vermelerini istedi. Kral denmesi yıkılan
idareyi hatıra getirdiği için hoşlanmıyordu. İmparatorluk unvanı ise, hâli
hazır duruma uygunsa da, ayrıca Fransızların gururunu okşayabilirdi. 1804 senesi
nisan ayının 23. günü, Tribüne meclisi azasından mösyö Küre adlı biri:
"Hâlihazırda 1.
konsül olan Bonapart'm, Fransızların imparatoru ilân edilmesini ve
imparatorluk şerefinin, hanedanına miras olarak kalması" teklifini yaptı.
30/nisan/1804'de bu teklif gündeme alınıp, münakaşa mevzuu yapıldı. Mösyö
Kure'nin bu teklifi kabul edildi. Teklifin Senato'ya gönderildiği görüldü.
Senato ise, şura:i devlet tarafınca ayan kararı ile bunun genel oylamaya tâbi
tutulmasını tensib eyledi. O gün Napolyon Bonapart fransızların imparatoru
unvanını alarak, genel oylarda, 2569 muhalif oya karşı 3. 572. 329 reyle tasdik
edilmiştir.
Aradan vakit geçtikçe;
kanun meclisine ait maddelerin adi iradelerle veyahut kendi iradelerinden farkı
olmayan âyanların kararı ile çıkar oldu. Her iki meclisi nizamın tamamlanması
için bıraktı. Daha sonrada meclisi kanun yapmak için senelerce toplamadı.
Tribuna (meclisi) 1807 senesinde ortadan kaldırılma yoluna gidildi. Artık
Napolyon'un iradesi kanun yerine geçer oldu. Napolyon'un Fransızların
imparatoru olarak ilân edilmesi, İtalya üzerinde gasbiyeti bulunması, bilhassa
Burbon hanedanındaki Dük Daniken'in hiyle ile Straz-burg yakınlarında bulunan
Etenhaym şatosundan zorla kaldırılarak fesad başı olarak ithamı ile gizlice
bir divan-ı harpde savunmasız olarak yargılanıp da ertesi gün kurşuna dizilmesi
şeklinde gelişen olayların gizliliği Avusturya ve Rusya'yı birbirlerine
yaklaştırdı. 1804'de yapılan bu iki devlet arsındaki, gizli antlaşmaya bir yıl
sonra İngilizlerde iştirak eyledi. Bu üçüncü olarak anlaşmış bir heyet olmuştu.
Ruslar, Napol-yon'dan Hollanda ve İsviçre'nin istiklâlini tastık etmesini,
Ha-nover'in boşaltılmasını, Piyemonte kralının makamına iadesini talep etti.
Napolyon ise, tam aksine imparatorluk unvanını, İtalya kralı unvanını eklediği
gibi bukrallığı Hidiv unvanıyla oğlu Ojen Boşerane'ye verdi. Bir kaç gün sonra
Ceno-va ile Likori'yi Fransız imparatorluğuna ilhak, Luk'u ve Pi-ombino'yu
prensiliğe yükselterek eniştesi Bakşiyoşi'ye hediye etti. Bu arada savaş
kokulan da, yayılmaya başladı ve İngiltere hükümetinin başında ise, yine mösyö
Pit bulunmaktaydı. İngiltere, Rusya, Avusturya, Napoli, İsveç'den meydana
gelmiş bulunan birleşmiş bir güç harekete başladı. Fakat, Prusya kralı Fredrik
Gilyom tarafsız kalmayı yeğledi. Az önce görmüşidik ki Fransa ile Osmanlı
devleti arasındaki sulh antlaşması kati olarak imzalanmıştı. Ancak bu
antlaşmanın hükümleri Osmanlı devletinin, Fransa ile Avrupa devletleri arasında
çıkacak savaşlarda Fransızların, taraftarı olacağı anlamına gelmiyordu. Bu
bakımdan İstanbul sefiri Brun'un babıâlide yaptığı teşebbüslerin ittifakla
ilgili olanları netice vermedi. 1805 senesi ocak ayının 30. günü Napolyon, 3.
Se-lim'e şöyle demekteydi: "sen bir gün rumlann yardımını kendilerine celb
ettikleri halde bir rus donanmasının ve ordusunun gelerek İstanbul'u istila
edeceğini görmiyecek kadar körmüsün? Selim uyan, dostlarını vekiller heyetine
getir, hâinleri uzaklaştır, Fransa Prusya gibi dostlarına itimat et."
Mösyö Brun; bu birleşmeyi husule getiremedikten başka, Napolyon'un
imparatorluk unvanını dahi babıâliye tasdik ettiremediğinden Mösyö Rofen'i
maslahatgüzar sıfatıyla bırakarak ülkesine döndü. Fakat, İstanbul'da bulunan
Rusya elçisi İtalinski ile İngiltere sefiri Staratton birleşmiş devletler
adına babıâli'yi yönlendirmeye çalışmaktaydı. Napolyon'un bu sırada müttefik
devletler ordusuna Osterlİçte İndirdiği darbe, İstanbul'da bir saika gibi
patladı Bu zaferi Presburg muahedesi takip ettiki, önemli maddelerinden
biride, Fransızların İtalya krallığı adına olarak Venedik eyaletinin kendi hesaplarına
olarak, İstirya ve Dalmaçya'nında sahibi olduklarını kabullenmiş olmasıydı.
Fransızlar yine Osmanlılarla hu-dud komşusu oldular. Fransız tarihlerinin
anlattığına göre 3. Selim iki hristiyan hükümetine darbe olması bakımından
memnun fakat Österliç savaşının doğuyu alakadar eden tarafı yüzünden,
endişelenmeğe düşmüştü. 1221/1806 senesinin haziran ayında, fevkalade bir
elçilik heyetini Fransaya gönderdi. 3. Selim, Fransa'y1 Osmanlı devletinin en
eski, en sadık, en ihtiyaç duyduğu müttefiki olarak kabul ettiğini bildirmekten
duyduğu memnuniyeti ifade ederken, Napolyon ise bu ifade karşısında
"Osmanlılara gelen, hayır'da şer'de aynen Fransızlarındır." Dedi.
Giden bu heyet Muhib efendinin başkanlığında idi. Çok az sonra Mevkufatçı
Mehmed Emin Vâhid efendi görevine ilaveten verilen nişancılık rütbesi ile
birlikte murahhas elçilik verilmek suretiyle gönderilmiştir ki, Rusya'ya karşı
ilân edilen harp tarihine rastlamıştı.
Tarih-i Cevdet diyorki:
Bizim tarihlerde ise, şöyle bir izahla karşı karşıyayız: Mülakat günü, Muhib
efendinin Napolyon'un huzurunda beyan edeceği nutkun resmi sureti önceden
tetkik olunmak üzere istenildiğinden padişahın mektubunda yer alan lakablara
göre, uygun olarak kaleme almış olduğu nutkun bir sureti gönderildiğinde, bu
nutuğun içinde Napolyon'un, yalnızca imparatorluğu yer almış olup, İtalya
krallığı yazılı bir yer görünmüyordu. Bunun da yazılmasının gerekeceği Taleyran
tarafından İşaret edilmişti. Esasında İtalya krallığının tasdiki, Osmanlı
devletinin, Rusya ve İngiltere devletleriyle olan ittifakına, aykırı olmak
düşüncesine ve kendi talimatında buna dair bir şey yazılmamış olmasına
bi-naende Muhib efendi bunu söylemeye cesaret edememiş şimdiye kadar bu iki
devlet arasında geçen bahislerde imparatorluk unvanına dair ve de, İtalya
krallığına ait bir bahis geçmediğinden padişahın mektubunda yer alan
lakablardan, fazla bir ilavede bulunamayacağını da ifade ederek, özür beyan
etmiştir. Öte taraf ise ısrar edip, hattâ önceden Napolyon tarafından
İstanbul'a elçi tayin olunmuş Sebastiyanj, bir kaç kere bu husus için Muhib
efendiye gelip gitmiş ve de sonunda, İtalya krallığı unvanını eklemeyi yapmaz
ise, imparator ile görüşemeyeceğini belki hemencik savaş edip Dal-maçya'daki
Fransa ordusunun İstanbul'a yürüyeceğini söyleyerek Muhib efendiyi tehdid
altına almıştı. Muhib efendi mazeretinde sabit kadem olunca bu istektende
vazgeçerek, "Garbın yıldızı ve bütün maliklerin hâmisi" şeklindeki,
unvanların ilavesi teklif olunmuşsa da, Muhib efendi padişahın mektubunda yer
alan lakablardan başka bir lakabı asla ilaveye niyeti olmadığını söyleyince bu
isteklerden de vazgeçilmişti.
Fakat, alay halinde
Napolyon'un yanına gidilirken, Fransız teşrifatçı, arabanın sağ tarafında ve Muhib
efendi onun solunda oturmuştu. Napolyon'un huzuruna çıkıldığında da, odanın üç
tarafında temenna etmek için şimdiye kadar Osmanlı sefirlerine yapılmamış
muamelelerin teklifi edilmişti. Muhib efendi ise; şimdiye kadar riayet olunmuş
usûl dışında herhangi bir şey yapmayacağını söyleyerek: Bu alay eğer teşrifatçı
içinse bizim alayda bulunmamıza lüzumu yok, hemen nâme-i hümayunu ve tercümanı
alır giderim şeklinde cevab vererek teşrifatçının sol tarafa oturmasına karar
verilmiştir.
Bu sıralarda Napolyon,
Ruslarla bir antlaşma yapmış bulunduğundan Osmanlı devleti tarafından yanına
elçi göndermekten maksat bir gösteriş sergilemek böylece Rusyaya korku vererek
ingilizlerden ayırabilmek, düşüncesinde başarılı olmak şeklindeki bir
antlaşmaya mecbur kılmaktan ibaretti. Bu hâl sonradanda sabit olmuştur.
1220/1805 senesi
başlarında husule gelen olayların yanında, Sırbistan ihtilâlinin çok dikkat
celbedici yanlan vardır. Reis Kara Yorgi kendisine Sırp Gospodariığı unvanını
vererek istiklâlini ilâna kalkıştı. Kara Yorgi, Sırpların bağımsızlığını
Osmanlı devleti tanıma yoluna gitmedikçe, silahlarını bırakmayacağını beyan
etti. Bosna civarını çiğnemesine rağmen üzerine asker yollanamıyor, Karadağ ve
Akdeniz sahili adalarında yaşamakta bulunan Rumlar dahi müttefikimiz Rusya-nın
parmağında oynamaktaydı. İhtilâle dair hareketlerin içinde yer alıyorlardı.
Rusların hareketli parmağı Gürcistan taraflarını da karıştırmaya muvaffak
oluyordu.
Tiflis hânı Erekli
1214/1799'da öldüğünde topraklan Rus ülkesine ilhak edilmişti. Osmanlı devleti,
Rusya ile Fransa aleyhinde olmak üzere ittifak halindeydi. Bu sebebten yapılana
ses çıkaramadı. Artık sıra Mengli hân idaresindeki Gürcistan'ın diğer
parçasına gelmişti. Biz iki taraftanda sıkışmaya maruz kalırken, iç işlerimizde
yeniçerilerin, nizam-ı cedide olan düşmanlıkları kendini gösteriyordu.
Vehhabilerin ortaya koyduğu feci hallerden dolayı, Mekke-i Mükerremeye hacılar
gelemediği gibi Mekke ahalisi de, Arafata çıkamıyor-lardı. Kürdistan
taraflarında, Baban mutasarrıfı Abdurrahman Paşa isimli biri de Kev Sancağı
mutasarrıfı Mehmed Paşayı idam ederek Bağdad Valisi Ali Paşanın adı geçeni
cezalandırmak üzere askerini mağlup etmesi üzerine, İran Şahına iltica
ederek, Bağdat ile Tahran arasının münasebetleri şeker renk oldu.
Mısır eyaleti ise,
Kavalalı Mehmed Ali Paşanın hükmüne giriyordu. Mehmed Ali; Mısır eyaletini
yakalamakla birlikte, Mısırlı komutanların herhangi bir taarruzundan emin
değildi. Bunlar üzerlerine gidildikçe çekilir, avdet olundukça harekete geçer
takımından olduklarından Mehmed Ali Paşa bunları akıllı müslümana yakışır
tarzda bir hileyle avlamayı başardı. Güvendiği Arnavut askerlerin bazılarına da
aldığı tertibatı anlatarak, bunları Mısırlı komutanlarla belli etmeden savaşa
gönderdi. Kölemen Beyleri bu hileyi sahih olarak belleyip, kandırıldıklarını
anlayamadılar. Mehmed Ali'nin yaptığı hileli düzenleme şöyleydi: Mehmed Ali
Paşa Halic'in ağzına çıktığı esnada Kölemenler aniden Mısır'a dalacaklar, filan
gurup falan yerde, falan gurup filan yerde bulunacak. Bu tuzağa Ka-hire'den
Mehmed Ali Paşaya aleyhdar olanlar dahi inanmıştı.
Cemaziyelevvelin 20.
günü Mil sakin olduğundan herkes gezmeğe çıkmıştı. Mehmed Ali Paşada Hisar
nahiyesinde çadır kurdu. O gün; Kölemenlerin bir bölümü dağın ardından hareket
etti. Yolcular Süveyşe çıkamadı. Her ne ise; Mısırlı komutanlar Nevah-i
Hüseyniye geldiler. Buradan da, Baba Fettah'a ulaştılar. Bekçiler yoktu.
Bazıları bunları tanıyıp kapıları açtılar. Bir çok Kölemen kumandan ve asker
içeri girdiler ve o ortalıkta, Mehmed Ali'nin askerlerinden bir kişi bile,
görünmüyordu. Bunlarda korkusuzca yükleri ile eşyaları beraberlerinde olduğu
halde yürüdüler. Atıfet ül Haratine denilen yerde ikiye ayrıldılar. Hasen
memleketinden olan Osman bey gurubunun Camiül Ezhere, diğer fırka ise, Derib-i
ahmer tarafına yöneldi.
Buraya geldiklerinde
aniden bir ateş salvosu başladı. Ne tarafa kaçsalar, ne tarafa koşsalar kurşun
yağmaktaydı. En sonunda Berkuk Camiinde toplandılarsa da çok geçmeden esir
düştüler. Osman bey gurubu ise kaçmağa yüz tuttu. Fakat yolda Arnavutlar
hepsini soyup soğana çevirdiler. Elli kişi kadar insanın kafalarını kestiler.
Geri kalanlarıysa yalın ayak, başıkabak olarak döğe söğe Ozbekiye'ye
getirdiler. Bunlar arasında meşhur komutanlardan beş-altı kişi ve hayli de
kâşif var idi. Çoğu idam olundu. O dönemin adetlerinden olarak, başlan
soyularak derilerinin içine saman doldurulup İstanbul'a gönderildi. Mehmed Ali
bu sırada Hurşid Paşa devrinde Şam'dan gelen delil askerini de sürüp, Mısır
hududia-rından çıkardı. Şark cephesinde bütün bunlar olurken Balkanlarda
Osmanlı devleti Sırplara bazı imtiyazlar tanıma politikasına eğilim göstermişse
de, Kara Yorgİ bağımsızlıktan başka hiç bir imtiyaz kabulüm olmaz demekteydi.
Öte taraftan şehzade Sultan Mustafa'ya mensup olanlar nizam askeri aleyhine
hareketleri körüklemekteydiler. Bunlardan biride Trabzon valisi Tayyar Paşa
idi. Paşa adeta isyan etmişti. Eski sadrazam Yusuf Ziya Paşa hizaya getirmek
üzere vazifelendirildi. Tayyar mukavemet edemeyeceğini anladığında Rusya'ya kaçmak
yolunu seçti. Bizim dış siyasetimize gelince; bir tarafımıza Rusya, İngiltere
diğer tarafımızda da Napolyon askıntı olmuşlar bizi çekiştire çekiştire bir
yerlere götürmeğe gayret sarfediyorlardı. Sonunda Ruslar daha becerikli
çıkıp,dokuz sene için bilinen muahedeyi yenilediler. Ayrıca on gizli maddeyi
daha kapsayan başka ve de gizli bir antlaşma İmzalandı.
Avrupa ise; gerek kara
gerekse deniz savaşlarıyla vakit geçiriyordu. Amiral Nelson, Fransız amiral
Vilnov'un donanmasını Trafalgar açıklarında yenip, kendisini de esir aldı. Ayrıca
Nelsonda yaralanmıştı, daha sonra bu yaradan öldü. Napolyon'da Ülm'da parlak
bir zafer kazanarak otuzüçbin kişi, altmış top, kırk sancak ile Avusturya
generali Max'ı esir aldı. Çar 1. Aieksandr'm ordusunu püskürterek Viyana'ya
girdi. Brün'de de genel karargahını kurdu. 1805 senesi aralığında da
Österlichte müttefiklerin ordusunu perişan ederek 20 bin esir, 45 bayrak, 146 top ele geçirdi. Ruslar Polonya'ya
çekildiler. Avusturya imparatoru 2. Jozef, antlaşma istedi. İngiltere
başvekili Wilyam Pit bu savaşların tevlit ettiği üzüntüler neticesinde öldü.
Mütarekeyi takip eden Presborg antlaşması Avusturya'yı İtalya ve Almanya'dan
çıkarıyor, "Mukaddes Cermen Roma imparatorluğu" denilen eski heyete
nihayet veriyordu. İtalya krallığı Venedik eyaletini, Fransa ise, Triyestenin
içinde olmadığı İstirya ile Dalmaçya'yi alıyorlardı. Österliçh zaferinin
haberi; Rusya ile yapılan 2. ant-laşma tasdiknamelerinin babıâlide mübadele
edilmesinden, bir gün sonra gelmiştir. Österliçh savaşının neticesinden Osmanlı
devleti siyaseti haylice müteessir oldu. Napolyon, kazanmış olduğu bu savaşın
galibiyet haberini, özel bir vazifeli göndererek bildirdi. Tarihlerimizin
bildirdiğine göre aynı zamanda Ruslar sulha eğilim göstermezlerse, Lehistan'a
saldıracağını haber vermiş, devlet de, bu ana kadar, Fransa imparatorluğunu
tasdik etmediği halde, bu sefer cevab olarak yazılan padişah mektubunda
imparator unvanı gayet tumturaklı sözler kullanılarak konmuştur. İstanbul'a
gelen özel memurla yapılan, gizli bir toplantı da Osmanlı devletinin ülkesinin
bütünlüğü, Rusya'yla Eflak ve Buğdan için yapılmış kötü şartların kaldırılması,
İstanbul'a elçi gönderilmesi gibi hususlar konuşulmuş, reisülküttab (hariciye
bakanı) Vasıf efendinin boşboğazlığı yüzünden vaziyet Rus elçisine ulaşiverdi.
Bu vaziyet karşısında; Rus elçisi İtalinski macerayı anlamak ve İngiliz
elçisinin Osmanlı devletini eski antlaşmayı yenilemek için tazyik
etmekteydiler.
Napolyon, ne Rusları
nede Avusturyalıları İstanbul'da görmek istiyordu. Prosburg antlaşmasıyla,
Venedik ve Dalmaç-ya'yı aldığı gibi Rusları da durdurmak için, general
Sebasti-yani'yi İstanbula gönderdi. İki devlet-i muazzama hakkında gösterdiği
şu önlemler, kendi imparatorluğu namının kıymeti için gelecekte, Osmanlı
devletinden bir şeyler kapabilmek için, olduğu pek umulmaktaydı. Muhib
efendinin; Paris'e elçi olarak gönderilmesi, Fransa sefiri Rofen'in
tavsiyesiyle vuku-bulmuştur. Efendi; hem Napolyon'un imparatorluğunun tasdiki
hem de dostluğu pekiştirmek maksadıyla gidiyordu. Özel talimatına gelince:
Parisdeki müzakereler sırasında, Osmanlı devletine zarar verici şartlarının
ortadan kaldırılması zaman ve kefalet adıyla Rusların, Buğdan ve Eflâk üzerindeki
müdehale hakkının kaldırılması, Korfu, Karadağ ve Akdeniz sahilleri ile
Cezayir'i ve ahalisini sahiblenmekten vazgeçmesi vede Gürcistan bölgesini
ifsad etmekten el çekmesi gibi maddelerin, Napolyon'un himmetiyle meydana
getirilmesi hakkında teşebbüsde bulunmakla alakalıydı. Islavlar başlığı altında
yazdığımız fâide bölümümüzde de gösterdiğimiz gibi Ruslar, Sırbistan kıyamına
doğrudan yardım ediyorlar, Avusturyalılarda yiyecek ve giyecek veriyorlardı.
Diğer taraftan Ruslarla İranlılar arasında, muharebe zuhura geldi. Fettah Ali
Şahın veliahdi Abbas Mirza mağlup olmuş böylecede Azerbaycan topraklarına
tecavüz etmişlerdi. Napolyon önüne çıkan bu fırsattan istifadeyle ruslann
aleyhine olmak üzre, gerek Osmanlı devletini gerekse de, İran'ı sevk etmek
arzusuna uygun olarak, üçlü bir ittifak kurma teklifini babıâliye bildirdi.
Devlet; Refii efendiyi
İran'a yolladı. Bu ehliyetsiz adam ittifak gerçekleştireceğine, Fransızların
aleyhinde ağzına geleni sıraladığından vazifesi başarı ile bitmedi. Meseleye
birde ayrı bir gariblik getiren husus, Baban mutasarrıfı Abdurrahman Paşanın
İran'a sığınması hasebiyle, İran şahının, Paşayı yine Kürdistanda tutmayı
sağlamak için, tehdidkârane teşebbüslere girişmesi ve bundan sonra, Bağdad
valisi Ali Paşanın kızgınlıkla oniki bin kişiyle ve babıâliden izin almadan İran'ın
üzerine yürümesidir. Yukarıdaki duruma benzer bir olayda Ragüza taraflarında
vukubuldu. Bilindiği gibi Prosborğ antlaşmasıyla; Fransa, Dalmaçya, Kataro
ağızlarına sahip hale gelmişti. Kataro'da bulunan, Avusturya kumandanı Fransızların
gelmesinden evvel, Korfu'da bulunan Rus amirali ile anlaşarak limanı ona teslim
etti. Bunun üzerine Napolyon, Dalmaçya'da bulunan askerlerinin kumandanı
Laristona, Dubrovnik cumhuriyeti içlerinde ilerliyerek Ragüza'yı istila etmesi
emrini verdi. Adı geçen komutanda aldığı bu emri tatbik ederek Ragüza'yı istila
etti. Bu haber Bosna Valisi Hüsrev Paşa tarafından babıâliye duyurulunca da
büyük heyecana sebeb oldu. En önce Rusların, Sırp ve Karadağlı'lan, tahrik
etmeleri, ittifak hükümlerine aykırı davranıştı. İkinci olarak da; dostluk
hisleri gösteren Mapolyon'un, uzun zamandan beri Osmanlı devletinin himayesi
altında bulunan adı geçen Ragüza cumhuriyeti ile Dalmaçya arasında bulunan,
Hersek sancağını çiğneyerek geçmesi bu heyecanı da haklı kılmaktaydı. Ancak
Fransa maslahatgüzarı Rofen, yeterlice teminat verdi. Ruslar, Ragüza'nın zaptı
üzerine Kataro'ya harp gemisi değiladi gemilerle boğazlarımızdan geçerek,
ittifaka aykırı olarak Korfu'ya taşıdıkları askeri dökerek binikiyüz kadar
Karadağlı ile beraber bahse konu şehire hücumda bulundularsa da, Dalmaçya'da
bulunan general Moli-tor, dörtbin kadar askerle yetişmiş ve bilhassa
Karadağlıları bir güzel ezmİşse de fakat zavallı Ragüza cumhuriyeti bir daha
belini doğrultamayıp, mahv olarak Venediğin yanına gitti. Takvim bu arada
1220/1805 yılını gösteriyordu. Rusyanın Paris'de bulunan siyasi işlerin memuru
Baron Obril ile Fransa harbiye Nâzın Klark'la arasında bir antlaşma imza
ecTildiki bunun adı İbrail antlaşması olmuştur. Bu antlaşmanın gereği Ruslar
Cezayir adaları müstakilliğini tanımış olmakla beraber Kataro'yu Fransızlara
terke mecbur kalıyor ayrıca Ragü-za'nın Osmanlı devleti kefaleti altında olarak
yeniden İstiklâ-liyetini tanıyor, Rusya ile Fransa, Osmanlı devletinin
istikiâli-yet ve ülkesinin bütünlüğünü de teminat altına almış oluyorlardı.
Pekâla anlaşıhyorki, bu antlaşma mucibince Ruslar Ak-denizi terk edip,
Karadeniz'e çekilecekler ve Osmanlı vilaya-tında tahrik ve idlal etmekten
geriye kalmayacaklardı. İngiliz başvekili Mösyö Pit'in ölümü üzerine yerine
sulh sever bir siyasetçi olan mösyö Foks geçti. Napolyon'a düşende bu anlayışla
dolu adamın, İngilteresi ile sulh müzakerelerine girmesi hususuydu. Ancak
Rusların memuru Dük Dobril'in, Fransızların ünlü hariciye nâzın Taleyran'ın
kandırması yüzünden imza ettiği antlaşmayı Çar 1. Aleksandr kabul etmedi.
Fransa'nın İstanbul elçisi Sebastiyani bunu babıâli'ye bildirdiği sırada:
"Ruslar bu antlaşmayı, devlet-i âliye lehine oldu diye kabul etmediler.
Ruslar, ne Osmanlı devletinin ne de, Ragüza'nın istiklâlini istiyorlar. Ruslar
asla Osmanlı devletinin kudret ve kuvvet kazanmasını istememektedir. Onlar Osmanlı
topraklarında karışıklıklar çıkarmak, meydana getirilecek nifak ve şikakla
devleti zayıf düşürecek, şeklin taraftarı olduklarını isbat ettiler."
Demek istemişti. Kullanılan bu anlatım, Napolyon'un Osmanlı devletini
Ruslardan ayrı düşürme politikasına pek uygun geiivermesiydi. Öte tarafdanda,
sulhsever İngiliz başvekili mösyö Foks'da, bu arada fâni hayattan çekilmiş,
ölüler mezarlığındaki yerine konmuştu. Müzakereler sırasında Napolyon'un,
Hanoveri işgal etmek arzusunda bulunduğunu İngiliz murahhasına kaçırılan söz,
Prusya kralı 3. Fredrik Gilyom'un hiddetlenmesine, asker takımının galeyana
gelmesine sebebiyet verdi. Böylece de siyasetin ufkunu yine kara bulutlar
sardı.
Prusya devleti,
meydana getirilen, 3. birleşik devletler heyetine girmemiş olmanın verdiği
pişmanlıkla, bu defa kurulmaya başlanmış, 4. heyete girmeğe adetâ koştular.
Avrupa yine karma karışık oluyordu. Osmanlı devleti ise artık bütün meylini
Fransaya doğru yapmıştı. Elçi Sebastiyani, İngilizler ile ittifak edilmemesi
için elden geleni esirgemiyordu. Hattâ Ruslarla yapılmış, ahidnamede Osmanlı
devletinin İstiklâli-yeti apaçık belirtildiğine göre, Rusya'nın Eflâk ve Buğdan
prenslikleri hakkında koymuş olduğu maddelerin, hükmünün katmadığına babıâli'yi
ikna etmiş ki, Buğdan ve Eflâk beylerini azlettirdi. Prens Morozi ile
İpsilanti Rus taraftan olmakla biliniyorlardı. Bunların yerine; Kalimaki bey
ile Aleksandro Suço tayin edildiler. Babıâli'nin bu cesareti Sebastiyani'nin
gözünde Osmanlı devletinin, Rusya'nın vesayetinden kurtuluşuna alamet olmak
üzere telakki olunuyordu.
Fakat; Ruslar
İstanbuldaki b. elçisi İtalinski vasıtasıyla, bu durumu şiddetle protesto
ederek Petersburg'a fevkalade bir posta çıkardığı gibi, çok yakında ilân-ı harp
edilecektir sözüyle de, tehdidlere başladı. İngiliz elçisi Arbutont ise, Osmanlı
devletini tamamen Fransız tesiri altına girmekle itham etti. Azl edilen
prenslerin görevlerine iadesi yapılmadıkça, kendisinin gitmeye hazır olduğunu
söyleyerek tehdidlerini savurmaya devam ettiği görüldü. İngiliz elçisine
tavassut için başvurulduysa da, bir fayda temini mümkün olamadı. Sonunda
prenslerin vazifelerine dönmesine müsaade olundu. Cevdet tarihinde yazılmış olduğu
gibi; "devletin sânına naki-se verecek bir rezalet idi" Yine o
dönemlerde; Napolyon'da Prusya ordularını feci bir hezimete uğratarak, Berlin'e
girmekteydi. Yâni; Fransızlar, aleyhilerine ittifak etmiş heyetin kol ve
kanadını, bir kere daha kırıyordu. Prenslerin meselesini duyar duymazda
Sebastiyani'ye yollamış olduğu talimatta: "İpsilanti ile Moruzo tekrar
azlile Osmanlı devletinin birer sadık bendeleri, nasb olunmadıkça imparator
silahı bırakmamağa karar vermiştir." kayıtlı yazı aldığını babıâliye
bildirdi. Bu vaziyet karşısında Napolyon'a bir mektup gönderilerek bu yazıda
hâli hazır vaziyetten ve askeri vaziyetin perişanlığından bahisle özür beyan
olundu. Napolyon, bu ma-zeretnâme karşısında 3. Selim'e teselli edici bir
cevapname vermekle birlikte, Dalmaçya ordusu ve bir fırka Fransız donanması
ile imdada gelebileceğini de, vaad eylemiştir. Rus-larsa boğazlardan, harp
gemilerinin geçebilmesi talebinde bulunuyorlardı. Prusya bozgun'u babıâli'nin
işine yaradı. Meseleleri te'hir ettirdi. Ayrıca da, Sebastiyani'nin padişahın
huzurunda yaptığı konuşma esnasında, devlet-i âliye reayasından bazılarının
da Rusya'ya gittiklerinde pasaportlarına kendilerini Rus tebasından diye kayıd
yaptırdıkları sonra da bu kayıtla Rus patenti almalarının önüne geçildi. Diğer
taraftan, Hicaz topraklarıyla bütün Arab yarımadasında doğrudan doğruya
Vehhabilerin elinde kaldığı, bunların, hacı kafilesini silahlar, davullar ve
zurnalar ile gelmelerini men ettikleri gibi sürre alayını götüren ve adına
mahmil denilen vasıtayı getiren çavuş'a, bir daha mahmil getirilecek olursa
kınlıcağını, Cidde'de Muhammed bin Abdülvahabın risalesi okutulması gibi
isteklerini söyleme cüretlerini gösteriyorlardı.
Şerif Muhammed Gaîib
bile Vehhabilere müdara ederek Harem-i Şerif'de, cemaatin tekrarını men,
herkesin bir imâm arkasında namaz kılınmasını, ezan ile yetinilerek arkasından
selatüselam getirilmemesini emreylediğinden Ehl-i sünnet, Vehhabilere uyarak
şiîler gibi takiyye yapıyorlardı.
3. Selim'in en büyük
arzusu olarak nizam-ı cedid'in bütün ülkede yerleşmesi isteği,
muhalif-olanların kin ve gazabının çoğalmasına sebeb olmaktaydı. Cahilliğin en
büyük belirtisi, her şekilde faydalı yeniliklerin karşıtı olduklarından, nizamı
cedid askerininde çoğalması aynı neticeyi meydana getirmek yoluna girmişti.
Yeniçeriler eski ocaklarının itibardan düşerek, mevacib adı altında almış
bulundukları binlerce kese parayla vesair menfaatlerini, kaybedecekleri
düşüncesi ile çabalamaktan ve bunlarla beraber olan Vidin'deki Pasbanoğ-lu,
Rusçukdaki Tirsinklioğlu, Edirne'deki Dağdevirenoğlu gibi çeşitli derebeylerin
zorbalıktan mahrum kalacaklarını göz önüne alarak, adı geçen nizamı cedidin
Rumeliye yayılma-masını gözetlemekteydiler.
Halbuki; Sırp
ayaklanması her an şiddetini arttırıyor Rumeli Valisi İbrahim Paşa bir ordu
ile Belgrad üzerine, Bosna Valisi Hüsrev Paşada kendi askeriyle hem Sırbiye,
hem Fransızların Ragüza'ya el atmış olduklarından o tarafa vazifelenmişler ve
de Rusya ile devleti âliye münasebetleri her geçen gün gerginlik çıkmazına
daldığından İstanbul'daki devlet adamları da hayrette kalmışlardı, üzün
müzakerelerden sonra nizamı cedidin kurulmasına bir hayli emek sarfetmiş olan
Karaman Valisi ve padişah askerinin başbuğu vezir Kadı Ab-durrahman Paşanın,
askeriyle beraber Rumeli'ye geçerek, alenen Sırplar aleyhinde olmak ve de
Rusyanın tecavüz etmesi halinde, ilk savunma kuvvetlerini teşkil etmek üzere
Sofya veya Edirne'de kırk-ellibin kişilik bir ordu kurmaya teşebbüs edildi.
Yukarıya aldığımız Sırplılar aleyhine kayıdı Rusya ve Fransa tarafından vuku
mümkün suallere, bir miktar cevab yerine geçecekti. Maksadın gizli tarafı,
taarruzlar karşısında boş bulunmayıp, mukabil kuvvet bulundurmakla beraber,
nizam-ı cedidi Rumeli kıtasında da yaymak idi. Öte taraftan, İstanbul ile Edirne
arasında eşkiya bolluğundan dolayı asayiş son derecede bozulmuştu. Çünkü
Edirne'de bulunan Bostancılar ocağıda bozulmuşlar arasına ilhak olmuştu. İşin
bu tarafı gizli maksada pek çok yaramıştı. Bostancibaşı mazullanndan Gümüşhane
Emini Ahmed ağa, talimli askerden müteşekkil bir orta kurmak üzere Edirne
bostancıbaşısı tayin edilmişti. Fakat çıbanın başı, Tekfurdağında (Tekirdağ)
koptu.
3. Selim nizam-ı
cedidin ilk önce Rumelide Tekfurdağında kurulmasını arzu etmesi ile birde
ferman gönderdi. Hâkim, fermanı okuyunca ve gereğince amel edilmesini
bildirince, yeniçerilerin üzerine üşüşerek kendisini parçaladıkları görüldü.
Kadı Abdurrahman Paşa Üsküdar tarafına gelmiş gerek süvari gerekse piyadeden 24
bin talimli askerle Edirne üzerine geçip gitmişti ve o devrin terbiyesine
dikkat edinki, sadrı-azam İsmail Paşada bu hususta aleyte olanlar arasında bulunuyordu.
Bu cihetle nizamı cedid taraftarlarından ve tesir sahibi kimselerden, olan
kethüdası ibrahim Nesimi efendi ile Kadı Paşa'yı çekemiyor ve bunların padişah
yanındaki itibarlarını, kendi istiklâline aykırı görüyor, hele İbrahim
efendiyi düşürmek için her çeşit fenalığı göze aldırıyordu. Bu vaziyette
olmasına rağmen Tirsinklioğluna bir adam göndererek: "İstanbul'daki tesiri
çokça olan kimseleri mahvetmek ve kendisi ile birlikte devleti düzeltmek!"
hususunda bir antlaşma teklif etti. Bu teklifi Tirsinklioğlu şayanı kabul bir
teklif olarak gördü. Rumeli ayanlarını da birer birer fesada verdi. Kadı
Abdurrahman Paşanın Rumeliye büyük bir askeri güçle geçmesi fesatçılarında
büsbütün galeyana gelmesine sebeb oldu. Bu hâle esasda nizamı cedid harekâtına
aleyhdar olan, Sultan Mustafa'nın ve adamlarının tahrikleri de eklendi. Şehzade
Mustafa'nın ağzından yeniçeriler ile Rumeli ayanlarına vaadler, nizam-ı cedidin
kaldırılacağına dair senetler yolladığı gibi sadnazam dahi Rumeliye giden
hasekiler ile hepinizi kılıçdan geçirecekler tarzında tehdidler gönderiyordu.
Bu teşvikler Rumeli'de bulunan eşkiya ve haşaratı ayağa kaldırmaya kâfi idi.
İlkönce, bostancıbaşı Ahmed ağa ile Babaeski'deki mübayacıyı ve Kadı Paşanın
Tatarağasını öldürdüler..
Silivri, Çorlu ahalisi
Paşanın askerine mukavemet ettiler. Tekirdağ zaten karışıvermişti.
İstanbul'daki yeniçeriler de ayaklanıyorlardı. Kadı Abdurrahman Paşa emrindeki
askerler bu işlerin üstesinden rahatça gelebilecek güçte idi. Ancak padişah 3.
Selim maksadını metanetle sağlama erbabından olmadığı için çoluk, çocuk ayak
altında kalır merhametiyle ordunun Silivri'ye ricat etmesini emretti.
Bu cesaretsizlik ve
bikararhlık eşkiyanın iyice şımarmasını sağladı. Bu sıradada tesadüf bu ya!
Tirsinklioğluda çiftliğinin bahçesinde çengi oynatırken, karısına göz diktiği
birisi tarafından öldürüldü. Onun yerine adamlarından Alemdar Mustafa (paşa)
Ağayı Rusçuk ayanı yaptılar. Tirsinklioğlu'nun bir fedai tarafından
katledilmedi, Edirnedeki cemiyeti sarsıntıya uğratmışsa da, İstanbul'dan
biribiri ardınca yapılan tahrikler, fesat kazanının bir daha taşmasını sağladı.
Hâttâ adı geçen cemiyeti meyd.ana getirenler, devlet ricalinden on kişinin idam
edilmesini istedikleri gibi, bir iki hafta dahi hutbelerden adını kaldırttılar.
Bu haberlerde İstanbul yağmacılarının gözlerini dört açmıştı.
• Ancak; Ağnboziu
İbrahim Paşazade Bekir Paşa ile Sirozlu İsmail Bey fesadı yatıştırdılar. Bu
vakaların verdiği neticeye gelince tarihlerimizin beyanına göre: "bir
takım rezil kimseie-rin edebsizliği üzerine 24 bin talimli asker ile geri
çekilme, hükümetin büyüklüğüne ve haysiyetine nâkisiyet getirdi.
Bu olay; 3. Selim'İn
tahttından manen indirilmiş olmasının başlangıcıdır. Bu da devletin, kendi kötü
idaresinin neticesidir. Hattâ, Selimiye câmiinin bitmesi sonrasında ilk cuma
namazının kılınması esnasında yeniçeriler yerine, nizam-ı çedid askerinin
selamlama merasiminde safta yer alacak mı? Sorusunun zihinlerde yer alması,
yeniçerilerin silahlanarak, ba-bıâliyi basıp, devlet adamlarını telef, nizam-ı
cedid'e hücuma geçecekleri anlaşılır anlaşılmaz, selamlık merasiminin sadece
yeniçerilere tahsis olunduğu ve nizam-ı cedid askerinin kışlalarından dışarıya
çıkmayacakları hezele gurubuna teminat verilerek anlatılmasından anlaşılan
odur ki, 3. Selim yeni tertib askerinden henüz emin olamamıştır! O kadar emin
ol-mamışki, zamanın gerektirdiği siyasetten olarak, sadrıazam İsmail Paşayı
<çevirdiği dolaplar, su yüzüne çıktığı halde idam etmesi gerekirken>
yalnız azl etmekle ve Bursa'ya sürgüne göndermekle, iktifa etmesi bunu
doğrulamaktadır. Şeyhülislâm Salihzâde Esad efendi bile: "beni de azil
edin. Çünkü eşkiyaların arasında, düşman üzerine giden gazilere, eşki-yadan
mani olanlar için idama mahkum edilmeleri lâzım gelir; diye fetva verildiği,
şuyû bulmuş buna dayanarak ma-kam-ı meşihatta kalırsam, devletin yine eski
niyette ısrarlı olduğuna hükm olunur" demek suretiyle kendisinin menkub
kılınmasını istedi.
Olayların başlangıç
sırasında Kadı Abdurrahman Paşanın Rumeliye geçmesi için teklifde bulunan
sadaret kethüdası İbrahim Nesimi efendi de aynen, görevden alınmasını istedi.
Bu vaziyette anlaşılıyorki, 3. Selim sırf nazari olarak bir yenileşme
hareketine teşebbüs etmişti. Kurmaya çalışmış olduğu binanın sağlamlık ve
gücünden emin bulunmadığından gösterilen bunca gayret ve emekler boşa çıkmış
oldu. Bu gibi in-kılablan, vücuda getirmek ancak demir pençeli, metin ve
azimkar kimselere vergidir.
1221/1806 yılı vakai mühimmelerinden
biride Kavalalı Mehmed Ali paşanın Mısır valiliğinde devam etmesine müsaade
edilmesi olayıdır. Yukarıda anlatılmış bulunduğu gibi Berdesî Osman bey ve
İbrahim bey kendilerine mensub olan, Kölemenlerle Said'e çekilmişler ve Mehmed
Ali ile savaşmak zorunda kalmışlardı. Öte taraftan meşhur Elfi bey'de, Bahire
tarafında duruyor ve İngilizlerden yardım talebinde bulunduğu gibi, payitahta
da, Mısırlı komutanlar aftdil-dikleri takdirde gerek Haremeyni şerifeyn'in
mürettebatını ve gerekse devlet hazinesinin varidatını tamamiyle hazırlayıp
ifaya müteahhid olduklarını bildiriyordu.
Babıâli hem
Kölemenlerin cezalandırılmalarını, hemde Arnavut askerinin Mısır'dan
çıkarılmasını isteyen iki yönlü siyasetin tutkunu olmuştu. İngilterenin
İstanbul elçisi, Mısırlı komutanların sahibliğine soyunmuştu. Babıâliyi bu
hususta sıkıştırmak fırsatını benimsemişti. Bu vaziyetler karşısında
ba-bıâlide Mehmed Ali Paşanın Misırd'a sağladığı kuvvetli idare ve haysiyetten
bihaber olmasından Mısırlı komutanların taahhüt ettikleri devlete itaat ve
uygun davranma hususlarında sebat edeceklerini belirten istidalarını mahalli
ulema, ocaklı ve muteber zevatın kefaletleri altında olmak şartıyla kabule
bağladı. Fakat, Mehmed Ali Paşa her nasılsa, Mısır'da bulunduğu müddet içinde
bu kararın yerine gelemiyeceği de anlaşıldığından güya paşayı müzakere
hattından çıkarmak niyetiyle Mısır eyaletini, Selanik Mutasarrıfı Musa Paşaya,
Selanik mansıbını Mehmed Ali Paşa'ya tevcih, Paşa ile birlikde Mirmiran Hasan
Paşanın maiyetleri efradı ile Rumeliye geçerek mansıbını zapt eylemesi hakkında
dafermanlar çıkarıldı.
Kaptanı derya Hacı
Mehmed Paşa'yı dahi donanma ile İskenderiye'ye gönderdi. Elfi bey, kethüdası
vasıtası ile önceden yasak edilmiş olan köle ticaretinin serbest bırakılmasını
istida ederek hazineye binbeş yüz kese akça verebileceğini vaad eylemişti.
Kaptanpaşa İskenderiye'ye çıkar çıkmaz, Elfi bey Bahire'den bir çok koyun ve
hediyeler göndererek bahse konu binbeş yüz keseden beşyüzünün kendi, beşyüzünün
İbrahim, geri kalan beşyüzün de Berdesî Osman beyler tarafından verilmesi
hakkında, Said'e haberler gönderdi.
Fakat Berdesî, Elfi
bey'in bu haberini alınca: "Mademki, kendisi devletle haberleşecek
dereceye gelmiş ve Kaptanpa-şayi buraya kadar getirtmiştir binbeşyüz keseyi kendisi
versin. Bizlerde, büyüğümüz ve pederimiz makamında bulunan İbrahim ve Osman
beyler onun köle uşağı olalınV'diye red ve sual etti ki, bu söz komutanlar
arasındaki ihtilafı büyüttü. Zaten Mehmed Ali'de Sayda'da bulunan komutanlara
gönderdiği hediyelerle aralarını açıp, Elfi bey ile ittifak etmelerine engel
oluyordu, bir taraftan da işe vâkıf olduğundan, Kahire kalesine mühimmat ve
yiyeceklerin depolanmasını temin ederek, top arabalarını tamir ettiriyordu.
Sayesinde; servet-ü
saman, aile ve arazi sahibi olmuş, bekalarını bekasına bağlı bilmiş olan,
askeriye reisleri ile müşavereyle Mısır'dan çıkmamağa karar veriyordu. Bu
bakımdan da Musa Paşanın Mısır valiliğine tayinini belirten, ferman gelince,
Nakibul eşraf ve diğerlerinin huzurunda mevzuyu açtı, divan efendisince kaleme
alınıp meâlen: "Bizler devletin emirlerine mûtiyiz. Fakat daha yakın
zamanlarda ki vakalar ile malum olan ümeraya da kefil olmaktan aciziz. Mehmed
Ali Paşa ise, erbab-ı fesadın cezalandırılmasında, devletten gelen emirlerin
infazında son derecede başarılı gayretler göstermiştir. Bunu duyurmak için bu
dilekçe imzalandı, "şeklinde kaleme alınıp Kaptanpaşa'ya gönderildi.
Kaptanpaşa ise: Mehmed Ali ve Hasan Paşa'lann askerleri ile Dimyat üzerinden
gitmeleri, irade-i seniyye gereğince hareketlerini tanzim etmelerini
bildirdiysede, bunlarda Mısır ahalisi zayıftır, asker isyan çıkaracak olursa
çeşit çeşit zararlarada uğrarız. Hanelerimiz harab olur, büyük fenalıklar
zuhura gelir şeklinde merhamet istidası verdiler.
Kaptanpaşa; Mısırlı komutanlar
arasındaki ihtilafı anladığı gibi Mehmed Ali Paşa ile de haberleşip, netice de
Mısırlıların vereceği meblağın bir kaç mislini vererek, devletin emirlerine
İtaat edeceğine dair ve kendisinin Mısır valiliğinde devam etmesi hususundaki
istirham dilekçesi de hazırlanıp, gönderilmesini bildirdi.
Düzenlenen dilekçeyi
bütün meşayih ve ocaklarla diğer zevat mühürleyerek, Mehmed Ali'nin oğlu
İbrahim beyi çeşitli hediyelerle birlikte yolladı. Kaptanpaşa; hacıların
kafilesini çıkarmak ve levazımı haremeyn-i düzenleyip ifa eylemekle beraber
Reşid, Dimyat, İskenderiye gelirleri gümrük rüsumuna bağlı olarak tersane-i
âmireye aid olduğundan bunlara dokunmamak, komutanlar af olunduğundan onlarla
savaşmamak iaşeleri için onlara yer göstermek şartlarıyla Mehmed Ali Paşanın
valiliğinde ibkasını bildiren bir emir gönderdi.
Bunun üzerine Kahire
kajesinden ve Ozbekiye'den toplar atılarak şenlikler yapıldı. Kaptanpaşada bir
kaç gün sonra Mehmed Ali paşazade İbrahim bey yanında rehine olduğu halde Musa
Paşa ile beraber İskenderiye'den yola çıktı. Mısır komutanlarının ağzı açık
kaldı hatta valilikte ibka fermanı ile birlikte kılıç ve kaftan da geldi. Mısır
meselesi görünüşü bakımından nihayetlendi! 1221/1806 tarihi bu perdeyi gösteriyordu.
Rehavetle tereddüt
politikası 3. Selim devrinin özel halidir 1221/şaban/1806/ekim ayı başlarında
İngiltere sefiri Arbut-not babıâliye Prusya, İsveç, Rusya, İngiltere'den
meydana gelmiş, heyeti müttefikiyenin adına, Napolyon'un uğramış olduğu, hezimet
dolaysıyla herhalde deviet-i âliyeye yardım edemeyeceğini bildirdi. Bu
bildirimden üç gün sonra, babıâli Fransa elçisinin sıkıştırması yüzünden Buğdan
ile Eftak'da, ibka etmiş bulunduğu beyleri yeniden azledip, bu gurubun istediği
kimseleri göreve getirdi. Buna bağiı olarakda, elçi Sebastiyanİ; "bu
hükümetin tarihi geçmişinde bundan daha fazla utanılacak bir olayın kayıtlı
olamayacağı açıktır." demiştir. Pek bilinen İpsilanti ile Moruzi, çok
zengin kimseler olduklarından, devletin ileri geien kimselerini ve bilhassa
reisül küttab efendiyi altunla ikna etmişlerdi.
Devlet,
Sebastiyani'nin tarifiyle altunla veya tehdidle baş eğmekteydi bu iki hususun
esiri oluyordu. Dış siyasette ise vakanın keyfiyetine göre yaşamağa alışmıştık.
Bu dönemi yazan ecnebi tarihlerin özetlemesine göre Napolyonun çıkışından beri
geçen şu bir kaç sene zarfında devlet:
1- Marango
savaşından sonra Paris'e bir elçilik heyetini Şeydi Ali efendi riyasetinde
yolladı.
2- Fransız devleti aleyhine teşkil olunan 3.
heyetin hayata geçmesinden sonra, Napolyon'un imparatorluk unvanın tanımadı.
3- Österlich savaşından sonra Muhib efendiyi
fevkalâde eiçi sıfatıyla Paris'e gönderdi.
4- 4. heyetin kurulması esnasında Ruslara
yanaşmayı tercih etti
5- Ayene
savaşında birleşik devletlerin orduları yenik düşünce Napolyon tarafına
dönmekten çekinmedi. Hattâ reis efendide, general Sebastiyani'yi bizzat davet
ederek, İttifak yapmaya hazır bulunduğunu beyan etmekle beraber, ancak savaşın
neticesine kadar beklemekte daha fazla fayda gördüğünü hatırlatır tarzdaki
rehavetini hissetirdi.
İşte bu işleri
sürüncemede tutma politikası, hükümet işlerini de sürüncemeye
soktuğundandirki, bir Rus ordusu hududumuzu tecavüz etti. Dinyester nehrini
geçen bu ordunun, altıbin kişilik bir gurubu Prens Dolgorik'in komutasında olarak
Hotin'e, onbin kişilik bir gurubu da, başkumandan Mikel-son'un emri altında
kurşun atmadan Yaş'a girerek Bükreş üz-erine vede hâli isyanda bulunan
Sırbistan taraflarına, diğer bir fırka da yirmibeşbin kişiyle, general Tomanski
komutasında Bender üzerine yürüyüp, İsmaiyle sarkacaktı.
Hudud boyumuzda savaş
tedariki için herhangi bir hazırlığımız olmadığından Bender, daha Rusların ilk
tehdidi karşısında teslim olma yolunu seçti. Çok geçmeden Hotin'in, Bender'de
yapılan teslim olma harekatına iştirak ettiği haberi alındı. Kışın, bütün
şiddetiyle hükmünü sürdürdüğü bu sırada hududda bulunan ahali Tuna kıyılarına
dökülmeye başlamıştı. Tirsinklioğlu'nun yerine Rusçuk ayanı olan Alemdar Mustafa
Ağa (paşa) bu üzücü haberi işitir işitmez, Tuna sahillerinin muhafazasına
seçilmiş bulunan hudud askeri heyetine durumu haber verdi.
Rusya ise, Kili ve
Akkirmanı aynı tarz ve usulle zapta muvaffak oldu ve artık İsmaiyl üzerine
yürümeğe başladı. Ancak İsmaiy! ve İbraiyl ile Akkirman kalelerinde müdafaa se-beblerinin
hazırlığı başlatıldı.
Başkumandan Mikelson,
yirmialtıbin kişilik bir kolorduyu İsmaiyl üzerine yolladı. Alemdar Mustafa Ağa
ise, güç ve cesareti her yere nam salmış bulunan Pehlivan ibrahim Ağa isimli
zatı, bir miktar asker ile bahse konu yere sevk etmişti. Ağa, bir Rus memurunun
-Rusların Bender ve Hotin'de yaptıkları gibi- ahaliyi tehdid ile ikna etmeye
çalıştığını görünce, memuru oradan kovdu. Beş-altı yüz süvari ile Rusların bir
kaç binden ibaret öncülerini perişan etti. Fakat Rusların bütün kuvvetleriyle
gelmekte olduklarını gördüğünden İsmaiyl muhafızı Mirmiran Kasım Paşa ile
beraber ahaliyi cesaretlendirerek kaleden çıktı. Sayıca az bir askerle birlik
olmasına rağmen, yedi saat süren çarpışmada Rusların fena şekilde mağlup
olmasını sağlamıştır. Bu muhterem zat daha sonraları ordu içinde, şanlı
tarihimizde Babapaşa adıyla yâd edilen bir şöhretin sahibi olmuştur.
Osmanlı'nın bu zaferi
üzerine, mareşal Mikelson, evvelce Bender ahalisine vermiş olduğu doksan günlük
mühleti geriye alarak, insanlık ve milletler arası hukuka mugayir ve gayette
çirkin bir tarzı harekette bulundu. Burayı muhafızlanyla birlikte, çoluk
çocuğun tamamının, esarete düşmesini ve Rusya'ya gönderilmelerini temin etmiş
oldu ki, bu ayıp onun mareşalliğine ne kadar yakışır? İstanbul'da bulunan Rus
elçisi; hâla cahilane davranarak, yukarıdaki vaka'dan haberdar olmadığını
bildirmekteydi. Mamafih, babıâli bir taraftan Rusya ve ingiltere elçilerinin
öte taraftanda Fransa sefirinin arasında kalmıştı, ingilizlerin elçisi Arbutnot:
hükümetinin Ruslar ile ittifak etmiş bulunduğundan bahsederek Fransızlardan
yüz çevrilmesini Fransızlar hücum edecek olursa kara tarafından yüzbin kişilik
bir Rus ordusu ve denizden de, İngiliz bahriyesi tarafından kovulacağım, aksi
taktirde, Rus askerlerin karadan, İngilterenin ise denizden hücuma
geçecekleri, Rus sefirini yollayacak olurlarsa kendisinin de gitmeye hazır
olduğunu ve otuz güne kadar İstanbul'da kıtlık olacağını, Mısır'ın da elden
gideceğini bildirdi. Bunun yanında da Rus harp gemilerinin boğazlardan geçişi
meselesi de bahis mevzu idi. Fakat, Sebastiyani'nin teşviki Rusların aniden
tecavüzü üzerine sadnazamın, peygamberin sancağı altında ilân~ı harb
edilmesine karar verildi.
Rusların tecavüzüne
sebeb, o zamanki postaların yavaşlığıydı 122i/recep/1806eylül/29.cu günü
Ruslar babıâliye Eflâk ve Buğdan beyleri hakkında bir oltimatom vermişlerdi.
Çar 1. Aleksandra 29/ekim/1806'ya kadar bekledi. Babıâli'nin, Rus taleblerini
kabul ederek bahse konu beylerin, yerlerinde bırakılması haberini ancak kasım
ayı başlarında aldı. Fakat bundan önce de mareşal Mikelson'a "Buğdan ve
Eflâk'da Kaynarca ve muahedeyi takip eden hükümlere uymak, babıâli'yi emri
altında bulunduran Fransız siyaset-i hâ-kimanesini durdurmak, Sebastiyani'nin
çalışmasını geriletmek ve mecbur kalındığında Dalmaçya'da bulunmakta olan
Fransız askerlerine karşılık vermek üzere, Buğdan'a girmesini emretmişti.
Ruslar, hiç bir sebeb yokken hücum etmiş oldukları gibi Rumeli içlerine de;
Osmanlı devleti, ülke içine Fransız askeri sokacak ve nizam-ı cedidi zorla icra
ettirecektir, tarzında fesat çıkarıcı yayımlarda bulunuyorlardı. Savaş İlanı
sonrasında Rusya sefirinin Yedikule'de hapsedilmesi kadim (eski) adetlerden
ise de, devletler arası hukuk gereğinden ve ilk tatbiki münasebetiyle elçi
İtalinskiyİ de bab-ı âliye çağırarak uygun bir lisanla: "Osmanlı
devletinin istila olunmuş yerlerini Ruslar tahliye ettiklerinde yine
İstanbul'a avdet edebilirsiniz" sözleriyle gerek kendisine gerek Rusyanın
tüccarlarına on gün müsaade*tanındı. İtalinski, çok geçmeden Bozcadaya kadar
gelen üç Rus gemisine gitmek üzere İstan-buldan bir İngiliz gemisine bindi.
Osmanlı devleti tedarik ve durumunu sağlam bir hale koymağa çabalıyordu. Hattâ
Anadoludan pek çok asker getirtilmesi hususunda emirlerde verildi. Ne varki
emirlerin yerine getirilmesi pek fena bir şekilde aksayacaktı. Buna bağlı
olarak da, askerin İstanbul'a gelmesi tam üç ayı aldı. Bu halden anlaşılan,
devlet ne büyük sahtelik ve asayişsizlik içinde, hayat sürmekte olduğunu
anlamıştı. Gelecek içinde hiç tutunacak bir dalı olmadığı görülmüştü.
Akdeniz adaları;
Ruslara yardımcı Rumlarla dolu olduğundan Çanakkale'nin dahi savunmasının pek
kolay olmayacağı anlaşılıyordu. Az asker, az para, zayıf savunma velhasıl
her-şeyde bir yetersizlik hüküm ferma idi.
İşte; bu sırada Vahid
efendi fevkalade elçilikle Napol-yon'un yanına yoiianmıştıkİ fakat bu
göndermekten umulan netice elde edilemedi. Ancak; Ruslarda, İngüizlerde sanki
iyiliğimize çalışmaktaymış gibi davranıyorlardı. Ruslar, Fransızların istila
yapacaklarını ileri sürüyor, Fransızlar da Rusların Buğdan ve Eflak'ı zapt
etmek Sırbistan ve Karadağ ile Rum ahaliyi ayağa kaldırma azmini de taşıdığını
haber veriyorlardı.
Özellikle Napolyon, 3.
Selim hâna yazdığı nâmelerde, fevkalâde teşvik ve koruma hisleri yer
almaktaydı. Hattâ Almanya'da bulunan Pojen'den yazmış bulunduğu mektubun bir
yerinde: "Ruslar ile müttefik olan Prusya mahv oldu. Ordularım; Vistül
nehri üzerinde, Varşova ise hükmüm altına girmiştir. Prusya ve Rus politikası
tekrar istiklâl kazanmayı temin iqin ordularını hazırlıyorlar. Sen de
hazırlanıp, istiklâlini kazan. Zaman bu zamandır. Eğer bu ana kadar tedbirli
davranmışsak, Rusyanın hatırını bu kadar saygıya değer bulmanız senin içinbir
zaaf hükmüne girer. Devletini kayıb edersin!" Diyordu.
Beri taraftan da
Sebastiyaniye, Buğdan, Eflâk ve Sırbiye eyaletlerinin mülk-ü hakimiyetlerine
bir zarar gelmemek şartıyla, dev!et-i âliye ile saldırı ve savunma paktı
imzalamasına izin veriyordu. Napolyon, İran taraflarından da Rusları meşgul
ediyordu. Seksenbin İranlı, Fettah Ali şah'ın emriyle yürüyüşe geçmişti. Lâkin
Rusların Buğdan üzerine inmeleri İn-niltere içinde hoşlanılacak şey değildi.
Hattâ donanmasını da Çanakkale taraflarına getirdi. Bu sıralardaysa Pasbanoğlu
ölmüştü.
Rusçuk ayanı Alemdar
Mustafa Ağa'nın vezirlik rütbesi iie taltifi beraberinde, Silistre eyaletine
tayini çıkdı. Paşa, Eflâk tarafına geçmişti. Bükreş yakınlarında karşılaştığı
bîr gurup Rus birliklerini fena hâlde bozdu.
Öte taraftan da
Pehlivan Ağa da, dörtbinden çok Rusya askerini tsmaiyl'e yakın Sahib adlı bir
köy civarında, pusuya düşürerek perişan etti. Eline geçirebildiği kadar Rus
asker elbisesini, kendi askerlerine giydirip, yukarıda adı geçen köyün
önünde, Rus askerlerinin tarzında saf bağladı. Gelmekte olanlar Rus birliği
idi. Karşılarında saf tutmuş kuvvetin kendi askeri olduğunu sandıkları için
buraya gelişleri, gayri muntazam birtarzda vukubuldu.
Ancak; kıyafet
değiştirmiş askerimiz ani bir saldırıyla bir çoğunu katledip bir kısmını da
esir almayı başarabildi. Buna tam sevinmek üzereykendi; İngiliz donanmasının
Çanakkale boğazını geçmiş olduğu haberi büyük endişeye sebeb oldu. İngilizlerin
elçisi Arbutnot, devletinden almış olduğu kati talimat üzerine:
"1213/1798 ingiltere-Osmanlı ittifakının yenilenmesi, Sebastiyani'nin
kovulması, Osmanlı gemileri ile boğaz istihkâmlarının İngiliz donanmasına
teslimi, genel sulha kadar Buğdan'ın Rusya'ya teslimi," talebinde
bulunmakla, kabul edilmediği taktirde de, İngiliz donanmasının İstanbul'a
geleceğini hatırlatmıştı. Sebastiyani; işe karışarak bu isteklerin tamamını
red ettirdi. Bu vaziyet karşısında İngiliz elçisi daha önce İstanbul'a gelmiş
olan iki harb gemisinden, amiral Sir Tomas Levis 'in binmiş olduğu Endimon
isimli gemiye binerek İstanbul'dan gitti. Geminin Çanakkaleden çıkışı
esnasinda, kale memurları içinde elçi bulunduğundan habersiz oldukları için
durdurmadılar.
İngilizler, Osmanlı
devletinin tatbik etmekte olduğu yeni siyasi sistemi Sebastiyani'nin
teşviklerine bağlıyorlardı. Bunda da oldukça haklıydılar. Hele bu son bir kaç
hafta içinde 3. Selim'in en has müşaviri kesilmişti. Arbutnot binmiş olduğu
gemide ziyafet verilmesi bahanesi ile davetli olarak gelmiş bulunmakta olan
İngiliz tüccarlarının protestolarını dinlemeyerek, sıvıştığını haklı göstermek
için hareket vakasını kemâli emniyetle müzakereye girişecek bir yer aramış
olmasıyla tevil ediyor ise de, babıâlİ vazifesini terk ederek giden bir elçi
ile de müzakerelere girişemeyeceğini vereceği izahatı doğrudan doğruya
Londra'ya göndereceklerini beyan etti.
Bütün yabancı elçiliğe
bu hususta tebliğ eylediği bir no-ta'da ne elçi, ne de İngilizler hakkında
hiçbir kötü muamelede bulunulmadığı halde ani gidişinden dolayı şikâyetini belirtti.
Hakikaten; Arbutnot'un, ortadan çekildiği dönemdeki, İngiliz menfaatlerini,
sefaretin mal ve eşyalarını emanet ettiği, vekil kıldığı Danimarka elçisi
Baron dö Hubeş, İngiliz sefaretinin mallarını ve eşyalarını teslim aldığı gibi
İngiliz tebası hakkında koruyucu işlemleri de yapmaya başladı.
Velhasıl, elçininde
firarı büyük çirkinlik olarak görülmüştü, ingiliz donanması başamirali
Dukvarth'da müzakerelere başladı. İngiliz elçisinin talimatında, dev!et-i
âliye'yi tehdit etmek var idiysede, ilân-ı harp selahiyeti asla mevcut değildi.
Sebastiyani, yaveri Lakor'u
önce Erzuruma yollamişsa da, boğazın savunmasını tamamlamak için Çanakkafeye
gönderiyor, Rumlara ise, 3. Selim'e tam olarak itaat etmelerini tavsiye
ediyordu bir taraftan da babıâlinin müdafaya kudreti olmadığını bildiği için
telâşa düşüyor, Fransızların Varşova taraflarında mağlubiyeti hakkında çıkan
haberlerden dolayı, Osmanlı devletinin bu tarz davranışı terk edeceğini zan
ediyordu. Fakat, İngiltereye aid gemilerde Bozcaada önünde toplanmaya devam
ediyorlardı. Bu sırada İngiliz sefareti tercümanı Pizani aracılığıyla
konuşmalara başlandı. Kaptanpa-şanın; Bozcaadaya gelmesini ve geldiği takdirde
ingiliz donanmasının harekete hazır olduğunu yazdı 8/şubat'da "amiraller
hareket edecekler. Çanakkale istihkâmlarından top atışı yapılmasın. İstanbul'da
katliam olacaktır. Bizim maksadımız sulhdür. Eğer top atılmaz ise,
Kaptanpaşayı selamlayacağız.
Sir Sidney Esmit,
bombardımana memur edilmiştir, donanmamızda üç amiral bulunduğunu düşünmek
yeterlidir! Artık, Türkler bizim ciddiyetimizden emin olsunlar." dediği
gibi, 9/Şubat'ta: "İngiltere hükümeti Rusya'ya karşı düşmanlığı terk etme
hakkında emir verirse kâfi sayacaktır. Fakat bu emir yarın akşam'dan evvel
verilmelidir. Me olursa olsun İngiliz donanması, İstanbul'a gidecektir. Bu
gidişin dostça ve düşmanca olmasını Türkler tayin edecektir ve bu fırsat onların
elindedir." Diyordu. Hakikaten 13/şubat'ta Kaptanpaşa ile elçi arasında
bir mükâleme husule geldi. Ancak işler keşmekeşe düşmüştü. İngilizlerde
Osmanlılarla münasebetleri, birden bire kesmeyi göze alamıyorlardı. Ayrıca
rüzgârın muhalif esmesi de gemilerini boğaz üstüne salmalarına müsaade
etmemekteydi.
19/Şubat sabahı saat
sekizinde lodos esmeğe başladı. Donanmamız Karadeniz boğamı dışında idi. 2
tane; üçanbarlı, yedi kalyon, altı firkateyn, altı korvet, iki şalopeden
ibaretti başlamış olduğundan amiral Dokvorth Çanakkale boğazı girişine iki
gemi bırakarak, boğaza iki tane üçanbarlı altı tane harp gemisi, üç firkateyn,
iki briykle girdi. İki tarafada gülle ve salkım saçarak, hızla kaleler arasından
geçti. Bu donanma; Naraburnu'nun üst tarafındaki donanmamıza hücum etti.
Askerin çoğu bayram münasebetiyle, karada olduğundan demir almaya, yelken
açmaya vakit müsaid değildi. İçlerinden birinin, bir firkateyn, şiddetli bir
savunmada bulunmuş ise de, yinede İngilizler hepsini karaya oturttular. Dördünü
yaktılar. İkisini zapt ettiler. Bu gemilerin içinden; Tonbik kap-tanzâde'nin
idare ettiği briyk kurtularak pupa yelken İstan-bula, doğru firara başladı.
İngiliz askerleri, karaya çıkarak Nara istihkâmındaki topları çivilediler.
Topçular kaçmış ve Fransız subayları iş göremez hâle gelmişlerdi. Tonbikzâde;
bayramın 3. günü İstanbul'a gelip vaziyeti haber verdi. Bu haberin meydana
getirdiği heyecanının büyüklüğünü anlatmak kabil değildir.
Hemen sahilin muhafaza
altına alınması, tabyaların inşası için lâzım gelenlere vazifeler verildiysede,
İstanbul her şekilde savunmadan mahrum idi. Tarih-i Cevdet; bu sırada İstanbul'un
manzarasını şöyle tasvir ediyor: "İstanbul'da acıyı tatmamış, sert rüzgarı
tecrübe etmemiş çelebiler, habbeyi kubbe ve katreyİ derya ederek işi büyütme ve
mübalağacı, birbirlerine aykırı ve zıd, çeşit çeşit fikirlere inanmış lafazanlar
pek çok olduğundan boyleleri köşe başlarında toplanıp, ağızağiza verip bir
takım karışık rivayetlere benzer evham ve hayaller ile birbirlerini kuşkulara
düşürerek, öylesi acaip ve dehşet hale düştülerki İstanbul'un hâli kıyamet günü
için bir numune olmuştu. Bu sırada bazıları da, cifir hesapları yapmaya
başladı. <Be canım, ahir zaman olduğu şüphesizdir. Ben-i asferin galebesi,
mehdi'nin çıkması pek açıktır. Galiba beklenmekte olan vakit geldi. Bazılanda,
bu son günümüz işareti olduğu muhakkaktır. Hayfaki kıyamet başımızda koptu,
derlerdi.>
Neyse askerler tayfası
cûşu hûruşa geldi. Topçular toplarının başına geçti. Yeniçeriler;
yatağanlarını takıp, tüfenklerini aldılar. Talebe-i ulum dahi sokaklara
fırlayıp ahaliye gayret vermeğe çalıştılar. İngiliz donanmasının boğazdan
geçmesi padişahı korkuttu. Hele Baruthane açıklarında görüntüsü en çok
tehlikeye açık olan saray halkını titretti. Kadınlar ve harem ağalan bütün
geceyi feryadı figanla geçirdiler.
Donanma Kızıl adalar
önüne demir attıktan azsonra babı-âliye İngiliz elçisinin bir yazısı geldi. Bu
yazı da padişahın donanmasının emaneten teslimi, Rusya ile sulh imzalanması,
İngiltere ile ittifakın yenilenmesi, hakkında bir senet verilmesi bunun
cevabının, bir gün içinde ulaşması istenmişti. Babıâli ile ingiliz elçiliği
arasında bir kaç defa haberleşme olunca, İngilizler verdikleri müddeti üç saate
indirdiler. Sebastiya-ni'nin kovulmasının müddeti için vakit uzatması yaptılar.
Devletin ileri gelenleriyle yapılan müşavere sonunda İngii'z tekliflerinin
kabul edilmesinde ittifak ettiler. Hattâ Sebastiyâ-ni'nin İstanbul'dan çekilip
gitmesi için sarayın memurlarından İshak beyi yolladılar. Vaziyet elçiye
nezaketle anlatıldı.
Sebastiyani ise; zaten
böyle bir teklifle karşılaşacağını tahmin etmiş bulunduğundan kendini
hazırlamış. Hiç bir hayret ve kızgınlığa giriftar olmadan nezdine gelen İshak
bey'e "bağlısı olduğum devletimin bana vermiş olduğu bu yüksek vazifeyi
bana hiç bir şey terkettiremez. Bir Fransız sefiri, çok büyük ve muazzam
devlete mensup olduğundan, avamın patırdılarını andıran hareketlerden korkacak
olursa, hakkında tatbik edilebilecek ceza olacağından emindir. Zât-ı şahaneye
söyleyin. Bu hâl yalnız devlet-i Osmaniye'nin şeref ve sânını zail etmez,
İr^gilterenin cebren kabul ettirmek istediği şartlara muvafakat ederler ise
bütün Avrupa Osma-ni'sini terk etmek tehlikesi de vardır. Otuz milyonluk nüfusu
olan bir devleti muazzamayı İngilizlere terketmektense bu payitahtı terk
edipde, meselâ Edirne'ye çekilmek daha evlâdır. Bundan başka babıâli şayed
mösyö Arbutnot'un teklif ettiği antlaşmaya muvafakat edecek olursa, yalnız
haşmet-meab-ı imparatoriyenin dostluğunu gaib etmeyip, belkide bütün bütün
hiddet ve kızgınlığına maruz kalacağımda bilmez değillerdir. Sebastiyani;
babıali nezdinde, kendisinin, muteber bir sefir olduğunu söyleyerek, apaçık
tarzda kendisine bir tebligat yapılmadığı takdirde asla İstanbuldan çıkmayacağını
açıklamıştı. Kalkıp; reisülküttap efendiye giderek: "böyle beş-on gemiye
bir payitahtı teslim etmek ne demektir? Bundan sonra artık devleti âliye
istiklâliyyet ve ta-mamiyyet-i, mülk sözünü hangi yüzle, dile getirebilir? Bu
İngiliz donanmasında asker yok ki, karaya döküp de, İstanbul'u zaptetsin.
Yalnız; Sarayburnuna yeterli sayıda top koysanız, onları harab edebilirsiniz.
Onlar, size nazaran çok daha büyük tehlike karşısında. Hem sizin ateşinizden
çekinirler, hemde su ve rüzgârdan dolayı karaya düşmekten sakınırlar. Bütün
bunlar kendilerine müsaid olupda, sizin ateşinize galebe çalsalar dahi ne
yapabilirler? Sonun da; İstanbul'un ancak bir kaç mahallesini yakıp giderler.
İstanbul bu kadar yangına maruz kalıyor. Farz ediniz ki; bu defa da büyük bir
harik <yangm> oldu. Yanan yerler yine yapılabilir. Lâkin devletin namusu
esasından yıkılırsa daha sonra yapılamaz." şeklinde sözleri söyleyerekten
reisefendiyi susturup, düşüncelere sevk etti. Ve "Zâtı şahaneleri
kendilerine her bir vasıta ile yardım edeceğimden emin olabilirler. Rus kuvvetleri
kaçmağa devam etmektedir. Osmanlı devletini kuvvetlendirmek için takviye etme
zamanı gelmiştir. Fakat padişah hazretlerinin müşterek düşmanımıza bir an bile
rahat vermemek için ahalinin sadakati icab ettiği her türlü tesir edici tedbiri
almaları elzemdir." Sebastiyani'nin telkinleriyle ahalinin ve askerin
müdafaada gösterdiği koruyuculuk, vekiller heyetine ilk verilen kararın
kaldırılmasını temin ettirdi. Hattâ savunma idaresinde Sebastiyani görevli
kılındı.
"Ey sultan Selim,
Hz. Muhammed aleyhissetamın hilafetine şayan olduğunu ispat et. İşte seni esir
eden, ahidna-melerden kurtaracak vakit şimdi gelmiştir. Sana yaklaştım. Eski
dostun olan Lehistan devletinin yeniden hayat bulmasıyla meşgulüm.
Ordularımdan birisi, Tuna yalısına gitmek üzere hazırdır. Sen, moskoflan
cephelerinden vurduğun zaman benim ordum da arkalarını çevireceklerdir.
Donanmaların bir gurubu Tulun'dan çıkıp ve gidip, payitahtı ve Kara-denizİ
muhafaza edecektir. Artık cesaretlen. Zira; bir daha devletini kuvvetlendirecek
ve namını şÖhretlendidîrecek böyle bir fırsat vaktini bulamazsın"
Napolyon'un bu sözleri Sultan Selim'e çok te'sir etti." (Tarih-i Cevdet)
Sebastiyani bu münasebetle bir muhtıra yazdı. Derhal Türkçe'ye tercüme
edilerek, devlet adamlarına klavuz olmak üzere dağıtıldı. Bu muhtıralar:
ingiliz gemilerini yaklaşmaktan men etmek böylece şehrin bombardımana
tutulmasını önlemek, gemilerin veya hiç olmazsa, bunların baştan veya kıçtan
demir atmalarının başarısızlığa itilmesi, Osmanlı donanmasını ve deniz
müesseselerini mahv etmek için İngiliz donanmasının girmesini önlemek
maksadıyla limanın ağzını müdafaaya hazırlamak, İstanbul bataryalarını,
Üsküdar bataryalarıyla ahenkli bir şekilde ateş etme ve bunu güzelce idare
etmek, Osmanlı donanmasını-İngiliz donanması ile savaşa giriştiğin de mevkii
toplarının ateşi altında ricat etmeyi temin, emin bir yerde bulundurmak bunlar
içinde, toplarla donanmış ve mümkün olduğu kadar, çabuk ve çeşitli bataryalar
inşa edilerek İngiliz amiralinin hücumuna mukabelede bulunmak yahut onu hücum
etmekten alıkoymak gibi maddeleri yazılıydı.
Herşey baştan
başlayacaktı. Avrupa ve asya sahilleri üzerinde bataryalar yerden çıkar gibi
zuhur etti. Sebastiyani herkesin gayretini arttınyordu. Her tarafı tanzim
ediyor, padişah-da, vükelada, ricalde gayret ve himmet gösteriyorlardı. Osmanlı
milleti Fatih Sultan Mehmed ve Süleyman zamanlarındaki gibi savaşa olan
istidadlarını isbat ediyorlardı. Sebasti-yani daha neleri gerçekleştiriyordu?
Beraberinde sefaret kâ-tibleri olduğu halde yüzbaşı Lakor, mülazım Dökar ile
Jerar bulunduğu gibi savunma ameliyesine bakıyorlardı. Daimaç-ya ordusundan
ingiliz donanmasının geldiği gün İstanbul'a varmış olan yüzbaşı Butin, Loklark,
Kotaîyo'yu bataryaların silahlanmasına memur ediyor, bu arada da İstanbul'a
gelmiş olan Fransa ayan azasından Pontekolant da çalışanlara karışıyor,
İspanya sefiri Marki Dalmanera da kâtibleri ve maiyet askeride, subayıda
iştirak ediyor ve bir İstanbul topçu bölüğü teşkil eyliyor. Rumlara hediye ve
taltiflerde bulunarak faaliyete geçiriyor, İngilizlerin burun büyüklüğünü
kırmak arzusuyla uğraşıyordu. Sarayburnundan, Yedikule'ye kadar açılan cephe
boyunca duvarlar yıkılıyor yerine mazgallar peyda oluyor. Sarayların
bahçelerinde toprak istihkâmlar beliriyor, evlerin bazıları yıkılıp yerine
istihkâmlar yapılıyordu. Her yerden binlerce amele koşuşup geliyor, bütün
sahilde cenk ve cidal avazları yükseliyor, İngilizlere karşı hakaret ve sövmeler
işitiliyordu. Her delikten bir top namlusu uzanıp, gülleler yığılıyor, top
mavnalanyla, ateş gemileri iki hat üzere diziliyor, Kızkulesi ayrı çapda
toplarla silahlandırılmış emre hazır bulunuyordu, Sultan Selim bütün gün
askerlerin arasında, genellikle yalnız, yaya ve bazen Fransız elçisiyle beraber
geziniyor. Ahaliye, askere, cömertçe davranarak saltanat mimarı gibi, elinde
bir fildişi arşın (ölçü aleti) gülümseyerek mühendislere öteyi beriyi soruyor,
bataryaların hacimlerini bizzat ölçüyor, Fransız elçiye son derece iltifat
ediyor, göstermiş olduğu gayret, himmete daima müteşekkir olduğunu açıkça
söylemekte idi. Hakikaten; kısa bir zaman zarfında tophane depolarından yüz
adet top çıkarılarak sahil boyuna tayin olunmuş yüzbaşı Boten'in verdiği rapora
bakılarak beş günde, Yedikule'den Sarayburnu'na kadar 102 adet top, 69 adet
havan, sağ sahile 24 Otop, 12 havan boğazın karşısına 84 top, 15 havan, Üsküdar
tarafına 94 top, 14 havan konulmuş idiki, tamamı 520 top, 110 adette havan
idi.
Osmanlı devleti de bu
mühleti, İngiliz donanmasına gönderilen divan~ı hümayun tercümanının, Rus ile
sulha ve İngil-tereyle ittifakı yenilemeye karar verdiğinden ve bunlara dair
bir senet vermek, İngiltere, Rusya'nın istila ettiği kalelerin geriye
verilmesini senede lüzum görmiyerek taahhüd etmek, bu senetleri kaide üzerine
müzakerede tanzim edilene kadar, İngiliz donanması Çanakkalede durmak, İngiliz
elçisi İstan-bula geldikten sonra Sebastiyani'nin, kovulmasına çare düşünülmek
üzere, kaleme alınmış müsveddenin düzeltilip, değişikliğe tâbi tutulması ve
irade-i seniyye taalluku için almıştı. Ayrıca muhalif rüzgârların meydana
getirdiği şartlar, bombardıman gemilerinin baştan ve kıçtan demirlemeleri
kabili imkân olamıyordu.
ingilizler Çanakkale
boğazında da istihkâmlara emir verildiğinden dönüş yolunun pek zor olacağını
kestirmişlerdi. Ancak, kaçtılar denilmesin diye de, avdet yolunu tercih etmiyorlardı.
Bütün bu meyanda garib bir olay husule geldi: "Fe-nerbahçeye vazifeli
verilmiş bir kaç asker, Kınahada'ya geçmişler. Bir kaç tane İngiliz, sandalla
su almak üzere, oraya gelir. Hemen savaşa başlarlar. İngilizlerin yedi-sekiz
tanesini Öldüren askerler, birkaçını da esir alırlar. Bu esirler arasında
amiralin genç oğlu da vardır. Askerler amiralin oğlunu saraya gönderirler.
Sultan Selim askerlere kırkar altun ile birer çelenk verir. Amiralin oğlu da
Kaptanpaşa tarafından ingiliz donanmasına aşırılır. Bu havadis balıkçıları
galeyana getirdiğinden İngilizlerin gemileri etrafında dolaşıp bir gemiden
diğer gemiye giden sandalları tevkife başlarlar. Hakikaten İstanbul beş gün
zarfında toplarla donandığı gibi ahalide kayıklara binip, adeta donanma üzerine
yürüyecek cesarete mâlik olmuştu. Yeni kaptan Şeydi Ali paşa komutasında
bulunan 20 kıta harp gemisi Beşiktaş Önlerindeydi. İngiliz elçisi hem hasta
hemde yapmış olduğu hesapsız hareketin neticede üzerine düşecek mesuliyetini
bir başkası üzerine yıkmağa gayretli idiyse de amiral Dukvorth'dan uygun birini
bulamamış ve müzakereleri ona havale etmişti. Amiral 21/şubat'ta ültimatom
vermişti. Babıâli 21/şubat'ta kimlerle müzakere edileceğini, nerede
yapılacağını, İngilizlerin iyi niyetinden endişe edildiğini, müslümanların
heyecana geldiğini, bir bir ve ağır ağır sordu. Amiral kesin olarak iyi niyet
taşımakta olduklarını bir daha temin etti. Babıâli hayatının emniyetini temin
ettiği takdirde konferans için neresi tercih edilirse edilsin, oraya
geleceğini bildirdi.
Bu sırada ise, sarayın
duvarlarında sekiz mazgalın daha açıldığını görerek konferans işine İki güne
kadar bir netice verilmesini bildirdi. Aynı günde yapılmakta olan savunma
hazırlıklarından şikayetçi olarak, üç saat içinde cevabın verilmesini taleb
etti. Eğer cevaba erişemezlerse, Marmara denizinde bulunan Osmanlı
gemilerinin, batırılma veya ele geçirileceğini beyan eden tehdidler savurdu.
Babıâlide geceleyin boğazın Anadolu kıyısında yedi mil ötede (Beykoz olacak)
bulunan bir yeri müzakere mahalli olarak tayin ettiğine dair haber yolladı.
Amiral bu teklifi kabul ettiysede, kendi yerine amiral Lewis'i gönderecekti.
Bu arada bir mülazım
(teğmen) ile dört gemici esir alınarak götürülmüşse de, bunların da çarçabuk,
tahliyesini taleb eyledi. Fakat ertesi gün bir Osmanlı gemisi gelerek müzakereye
katılacakları alacak idi. O beş ingiliz salıverilmedi. Dok-vorth, yeni şartlar
söyleyerek Sebastiyani'nİn, uzaklaştırılmasını ve üçlü ittifakın yenilenmesini
istedi. Babıâli; verilen son cevabında, Osmanlı ülkesinde bir tehlikeye maruz
kalmadan, bir karış yere bir ingilizin çıkmak mümkün olmadığı, hattâ saraya
bile bir İngiliz gelse onu müdafaa etme çok güç olacağı, velhasıl İngiliz
donanması bulunduğu yeri terketme-ye ve Çanakkale boğazını, dışarı doğru
geçmedikçe müzakereye devam edilmeyeceğini bildirdi.
Dokvurth ilk önce
hiddetleşiddet göstererek, Arbutnot'un Bozcaada'dan gönderdiği geçmiş
tekliflerini tekrara kalkışacak olduysa da, az sonra bu tehdidlerinin İngiliz
donanması, aleyhine olacağını kestirdiğinden, yelkenleri suya indirmeyi tercih
etti. 1221 senesi zilhiccesinin 12. günü, 1807 senesi şubat ayının, 20. cuma
gününe müsadifdir. İşte o gün yelkenleri açık olarak, İstanbul üzerine doğru
yürüdü. İstanbul'da bulunan, Fransız elçiliğinde büyük bir heyecan husule
geldi. Fakat donanma bir dönüş yaparak yine adalar önüne geldi. Direklerinin
ucundan başka yeri görünmüyordu. Yine yakınlaşıp, uzaklaştı. Bütün günü
voltayla geçirdi. Akşamleyin güney cihetine doğru gitti. O gece de şehirde
büyük bir endişe hüküm ferma oldu.
Ertesi gün de bütün
halk, hattâ içlerinde padişah bulunduğu halde surlara çıkıp, İngilizlerin
gittiğini görüp, inandılar. Ahali padişahı büyük bir şiddetle alkışladı.
Beşiktaş önlerinde bulunan donanmayı Osman-i askerleri İngilizleri takip için
izin istediler. Adetâ söz dinlemez dereceye geldiler. Müessifa-ne; bir hadise
zuhur ederdiye korkuluyor, elde edilmiş neticenin heba olmasından çekiniliyordu.
Daha sonra padişahın iradesi çıktı. Ahalinin tezahüratı arasında donanma
Marma-raya doğru süzülüp, Kumkapı önlerinde demir attı. İngilizlerin ricatı
ile alakalı resmi haber, Fransanın Gelibolu konsolosu tarafından gönderilen
bir haberci ile kesinleşti. Mart ayının 2. günü Gelibolu minaresinden onüç
yelken görülmüş. Bunlar, Lapseki ile Naraburnu arasında Ekinlik deniien yerde
durmuşlar. Su alan gemilerini tamir etmişler. Boğazdan geçişlerinde Osmanlı
bataryalarının şiddetli atışlarına maruz kalarak, Vindsor Kastil isimli
geminin, büyük direğinin dörtte üçü 800 librelik ve iki kadem kutrunda bir taş
gülle ile kırıldığı gibi Aktiv fırkateyni'de 560 librelik bir gülle yemiş.
Ro-yal Corc isimli amiral gemisi de başka ve büyük bir gülle isabeti ile hasara
uğramış. Bu donanma tamam bir saat bir çeyrek ateşaltmda kalmış. 130 Ölü ve 412
yaralısı olmuş. Eğer Anadolu kıyısı müstahkem ve silahlı olsaymış ve topları
da sabit olamasa imiş, tamamen mahvolacak imiş.
Tabiatıyla bu
hadisenin neticesinden olarak İstanbulda Fransızlar lehine; büyük bir emniyet
ve itimat, son derece yükseldi. Hatta ahali sokakta rastladığı Fransızları
çeviriyor, kendilerine yapılmış yardımların minnetini ifade ediyorlardı.
Rusya'ya taraftar olan Rumlar bile, patriklerinin kumandası altında olarak
şehrin tahkimatının yapılmasında gayret göstermişlerdi Mora'fılarda, padişaha
bir dilekçe ulaştırarak Rusyalılar ile savaşmağa hazır olduklarını
bildirdiler. Fakat; bütün bu nümayişler arasında yine, İstanbul sokaklarında,
fesat ve fitneye dair dedikodular dönüp duruyordu.
Devlet adamları
birbirine düşerek, herkes yekdiğerinin aleyhine iftiralara girişiyor,
İngilizlerin İstanbul'a gelmelerini yeni kaide olan "yeniçerileri
kaldıracaklar, nizam-ı cedidi onların yerine koyacaklar imiş"e vardırarak
devlet ricali tarafından özel bir davet olduğu ileri sürülüyordu. Trafalgar ve
Kopenhag galibiyetleri üzerine İngilizlerin İstanbul sularında uğramış
oldukları hezimet, İngiliz ahalisi düşüncesinde bir hayli kötü tesirler vücuda
getirdi. Akdeniz'de dolaşmakta olan Rus amirali Seniyavin, çok geçmeden de
Bozcaada önlerinde amiral Dokvortha, birleşerek yeniden İstanbul'a girmeyi
teklif ettiyse de, İngilizler yeniden uğrayacakları müşkülatı tecrübe etmiş
oldukları için kabul etmediler.
Bundan başka yalnız
İngiltereye yaramayacak böyle bir teşebbüs için, Ruslara yardım etmek,
menfaatlerine aykırı idi. Fakat, bu tarz hareket iki devlet arasında burudet
yâni soğukluğa da vesile oldu. Hattâ; bir dereceye kadar da, Ma-polyon ile
Aleksandr arasında bir ittifak doğmasının sebebi olan Tilsit mülakatının
öngörüşmesini teşkil etti.
Amiral Seniyavin
Bozcaada'dan Selanik önlerine geldiyse de, taarruza geçmeğe cesaret edemedi.
Tekrar dümeni Boz-caadaya kırmakla, burayı üç gün aralıksız top ateşine tâbi
tuttuktan sonra kara çıkardığı ikibin askerle, işgali tamamladı. Böylece
Çanakkale girişi yine kapanmış oldu. Bu vakada İstanbul ahalisinin ızdıraba
düşmesine yol açtı. Kaptanıderya Şeydi Ali paşa, sekiz gemi ve beşbin kara
askeriyle, Bozcaada üzerine, yelkenbastı. İngilizler ise, Rusların İstanbul'a
pek faz'a yaklaşmış olduğunun verdiği endişeyle yanlarından ayrılıp, Mısır
üstüne yelkenlerini doldurdu. İngilizlerin bozgundan sonraki kaçışlarının
memnuniyeti pek sürmedi. Yen -ni endişelere bıraktı.
Vehhabilerin reisi olan
Suud bin Abdülaziz, Medine-i Mü-nevvere'yi istila ederek, mübarek merkadlerin
kubbelerini yıkmış, yalnız vukubulan ricalar üzerine Hz. Peygamber (s.a.v)'in,
Ravza-i mutaharralannın, kubbesini bırakarak ne kadar kıymetli eşya ve cevahir
varsa hepsini alıp Deriye'ye gönderdiği gibi, onlara göre bi'dat olması
hasebiyle hutbelerden padişahın adını kaldırmış, Vehhabi olmayanlara müşrik
nazarı ile bakarak, bunları Mekke'yi tavafdan men'e cüret etmiştir. Kendi
tarafından Mekke ile Medine'ye birer tane Kadı tayin ederek, diğer kadılarla
beraber, Harem-i Nebevi hademesini, Medine muhafızını İstanbul'a yollamış,
Sultan 3. Se-lim'e bir mektup göndererek "burda türbeler üzerine kubbe200
bina ve kurban boğazlanmamasını"
beyan ederek, Padişah 3. Selim'inde mezhepleri olan Vehhabiliğe girmesini
istemiştir.
Hattâ Şam kafilesi
Medine-i Münevvereye giremiyerek geriye dönmüştü. Bu hadisat ehli isiâma
vükelâ ve padişahın aleyhine hareket etmesi neticesini veriyordu. Diğer
taraftan İngilizlerde, İstanbul'da uğradıkları hezimetin acısını çıkarmak
arzusuyla Mısır üzerine dönmüşlerdi. Böylece Mekke ve Medine ile gerek kara,
gerekse deniz yoluyla münakale ortadan kalkmış oluyordu. Fransa'da yayımlanan
bir eser, 'ingilizlerin, Mısır'ı istilası meselesini, aşağıda aldığımız
satırlarda şöylece belirtiyor:
"1222/muharrem/6.
sah-1807/martınm/17. günü, 17 tane, İngilizlere aid yelkenli limanın önünde
görüldüler. Bu gemilerin kumandanı amiral Lewis'di. Mısır'ı gerek Fransız
gerekse Mehmed Ali Paşanın zülmundan kurtarmaya geldiğini ilân ediyordu.
Gemilerde general Frazer kumandasında, Mesina'ya gelen, 5100 kişilik küçük bir
ordu vardı. İskenderiye ahalisi öteden beri, Kavalah Mehmed Ali Paşaya aleyhtar
olduklarından Fransa konsolosu Droveti, ahaiininde, askerlerinde düşmanlığını
hisettiğinden, pasaportlarını istediyse de verilmedi. Bunun üzerine maiyetine
onbeş tane Fransız askeri aldı. Eli tabancada olduğu halde, azimetine yâni
gidişine mümanaat edilmemesini taleb ederek, muha-fızsız olarak Reşid'e oradan
da Kahire'ye gitti. Mehmed Ali Paşa, Said taraflarında da bulunan kölemenleri
cezalamak için Cünye'ye gittiğinden konsolos İngilizlerin İskenderiye'yi işgal
ettiklerini, acele gerigelmesini ve çok yakında büyük bir Fransız ordusunun
geleceğinden mukavemet hazırlıklarına girişmesini bildiriyordu. Hakikaten
İngilizler karaya asker çıkarırken hiç bir müşkülatla karşılaşmadılar.
Mutasarrıf Emin ağa, zaten İngilizlerin konsolosu Misket'in tutkulusu
idi. İngilizler, İskenderiye'yi işgal
ettikten sonra yollarını emniyete aimak için Nİ1 yakınlarında bulunan, Reşid'i
ele geçirmek için general Voşep'in komutasında olarak, 1200 kişilik İngiliz askeri birliğini
yolladılar. Şehirde beşyüz Türk ve Arnavut askeri vardı. Bu gurub; iki gün
yolda hiç bir düşmana rastlamadığı halde Reşid'e vardı. Askerlerde pek şiddetli
sıcaklardan dolayı çok yorulmuştu. Bu yorgunluk yüzünden şehre karmakarışık
olarak girdiler. Hiç bir direnme ile karşılaşmadıklarından müsterih olarak,
silahlarını çıkarıp gölgeliklere, uzandılar. İşte o an askerlerimizin üzerlerine
çullandılar. Kumandan Ali bey, kaçmalarına fırsat vermemek için ne kadar kayık
varsa Nü nehrinin karşı sahiline geçirmişti. Osmanlı askeri İngilizleri
saatlerce vurdular. Öldürdüler. General Voşep, iki yerinden yaralı olarak
ortada kalmıştı. Pek çok İngiliz subayı Öldü. Bu kavgada beşyüz İngiliz
askeri telef oldu. Yüzyirmi de esir ele geçti. Ölülerden; seksen tanesinin
kelleleri kesilip, Kahire'ye gönderildi. Kelleler, Özbekiye caddesinde, iki
sıra halinde kazıklara geçirilip teşhir olundu." Bu arada da, Mehmed Ali
Paşa güneyden gelerek kölemenlerden Selyut'u aldı. Mısırlı komutanlardan meşhur
ibrahim bey ile antlaşma yapılarak, Mil nehrinin sağ ve sol taraflarını
takiben, kuzeye doğru yürüdü. İngiliz kuvvetlerini bilmediği için, Kahire'ye
vardığında, şehri tahkim etmeye iptidar eyledi. Bununla beraber Reşid'e de
dörtbin piyade ve binbeşyüz süvari yolladı General Frazer, yeni bir sefer
heyet-i seferiye teşkil ederek general İstevar'ı 3 bin piyade, 6 top, 2 havan
ile Reşid'e gönderip, şehri muhasara ettirdi. Mehmed Ali Paşanın, Kethüda bey
ve Hasan paşanın komutalarında olarak yolladığı askerle 22/nisanda meydana
gelen kanlı savaşta, İngilizlerin feci bir mağlubiyete uğradıkları görüldü.
Binbaşı Moor esir,
miralay Maklod öldüğü gibi pek çok telefat da verdiler. Büyük topları
çivilediler. Yiyecekleri ve mühimmatı, eşyaları yaktılar. Asker ve bu askere
katılan fertler, aşiretleri ile kurtulanların takiplerine koyuldular ve yolda
da fena halde hırpaladılar. Geri kalanlanda, Ebukır'da bekleyen donanma alarak,
İskenderiye'ye getirdi. Kahire'ye soluk soluğa getirilen beşyüz İngiliz esiri,
Özbekiye'de sırık üstünde duran arkadaşlarının, kafaları önünden geçirildi.
Yürüyemeyenleri eşeklere bindirdiler. Düşüp ölenlerin kellelerini kesip
sırıklara ilave ettiler. "Bu bozgunluk, İstanbul'daki hezimetten daha
tesir edici idi. İngilizler; Akdenize hakim oldukları için hezimet haberini
avrupaya duyurma işlemini biraz geciktirdi-lerse de, doğu da pekçok kayıp
etmişlerdi. İstanbul'dan Cezayir, Trablusgarp, Tunus, İzmir'e haber
gönderilerek İngilizlerin uzaklaştırıldıklarını ve mallarının müsadere
edilmeleri emrolundu. İskenderiye'de bir iki ay kaldılar. Fakat bir iş göremediler
Mehmed Ali, bu esnada bir ordu düzenleyip başlarında kendi olduğu halde İskenderiye
üzerine gitti. Amiral Lewis hummadan ölmüştü. Yerine amiral Hallovel gelmişti.
Bu sırada ise Fransa ve Rusya arasında da, Tilsit antlaşması imzalandı.
İngiltere hükümeti
ingiliz donanmasının cephaneliği olan Sicilya'ya Fransızların hücumuna ihtimal veriyordu.
Buna dayanarak bütün gücünü, Cezayir'e topladı. İngilterenin efkârı umumiyesi
de "2. bir Napolyon romanı" olan Mısır seferinden hoşlanmamıştı. Bu
bakımdan da Mehmed Ali Paşa ile ingiliz amirali arasında, cereyan eden
müzakereler pek çabuk sona ererek, donanma yelken açıp 14/eylülde denize
açıldı. Paşa, kaleden atılan topların sesleri arasında tam bir debdebe ile
İskenderiye'ye girdi.
Şayan-ı dikkattir ki,
şu sıralarda İstanbul'da büyük bir fitne ayaklanıyor, İngiltere ile Fransa
arasındaki savaş da İspanya meselesinden dolayı, başka bir renk alıyordu. Mehmed
Ali Paşa ise, Mısır'da bir nevi istiklâliyet kazanmış gibiydi. Bu ana kadar
Mısır sahilleri gümrükleri tersane-i amireye bağlıyken, İskenderiye'nin
zaptından sonra, iskelelerin tamamını kendi tasarrufuna geçirdi. Elfi bey'in;
komutanlarından Şahin bey'İ de getirtip, Ceyze'ye memur etti. İstanbul'dan rehine
bulunan oğlunun uhdesine, Mısır defterdarlığı tevcih edilerek, Mısır'a
yollandı. Payitahttaki devlet adamları da Ka-valali Mehmed Ali Paşayı,
Vehhabilerin üzerine sevk etme hususunda kafa patlatıyorlardı. Hattâ kendisine
bu iş için, bir de kapıcıbaşı gönderilmiş ise de, Paşa: "bu iş acele ile
olmaz. Süveyş'de, gemi yapmalı, tedarikâtta bulunmalı" ce-vabıyla
başından savdı.
Ruslar ile Tuna nehri
boylarında savaş devam etmekteydi. 1222/1807. Ruslar, 17 defa İsmaiyl kalesine
hücum ettikleri halde, muhafız Kasım Paşa ve Pehlivan Ağanın, kahramanca
müdafaaları karşısında firara mecbur kaldılar. Bu arada Alemdar Mustafa Paşa da
Yerköy'ü kuşatmış bulunan Rus birlikleri, üzerine hücum ederek, büyük zayiatlar
verdirmeyi başardı. Ancak savaşın en büyüğü ve en müthişi payitaht'ta vuku
buluyordu. Padişah ve hükümeti pek zaaflı bir hâie gelmişti. Hem de öyle bir
halki; nice gayretler ile meydana getirilmiş, nizam-ı cedid askerjni bile Tuna
boylarına sevk edemedi. Ancak, küçük bir miktarını Karadeniz boğazında muhafız
olarak bulundurabiliyordu. Anadoluda pekçok talimli asker varken, onların
yerine bir takım derebeyleri kullanılıyordu.
Rumeli ve Anadolu'dan
gelmiş bulunan, nefir-i âm askerinin, derme çatma, çapulcu olup ve Rus
ordularına karşı tesiri yok idi. Eğer, nizam-ı cedid ve talimli asker sevk
edilebilşeydi, Ruslar, Memleketyn (Romanya)de, pek büyük zararia-ra uğrayacaktı.
Büyük bir galibiyet kazanmak işten bile değildi. Tutucu düşünce sahipleri
ortalığı doldurmuş ve taşırmış olduğundan, nizam-ı cedid düşüncesi de
yeniçerileri kızdırmıştı.
3. Selim hân'ın nizamı
cedide verdiği fevkalade önem, kendisinin yavaşlığı ve tereddüdlü davranışları
sebebiyle varlıklarını gösteremiyorlardı. Başlangıçda pek endişe vardı. Ancak
hakimane idi. Hatta bu asker için kurmuş olduğu 20 bin keselik irad-ı cedid
hazinesi de o ehemmiyet-i fevkaladenin en büyük nümunesidir. Bu varidat,
1212/1797 senesinde 60 bin keseye kadar yükselmişti. Bu gelir artışı
sebebiyledir ki, Levend çiftliğinden maada Üsküdar'da ve Anadolunun bazı
mevkilerinde de, eyalet askeri nizam-i cedide katılıyordu. Fakat o zaman için
ne denebilirki, hakikat erbabı, 3. Se-lim'in kabul ettiklerini kabul ettiği
halde, bir müfrit ekseriyet. nizam-ı cedidi, gavur icadı diye isimlendirerek
taraftar toplayarak, bu yeniliği beğenenleri kâfir ilan etmekten çekinmediler.
Bir takım devlet
düşkünleri de, bu düzen içinde yükselen kimseleri türlü türlü iftiralarla
lekelemekten geri kalmadılar. Neticede, İstanbul'da efkârı umumiye ikiye
bölünmüştü. O devrin ruhi hâli ve düşüncesini tetkik süzgecinden geçirecek
olursak şunları özet olarak tesbit edebiliriz: "Mizam~ı cedidin kurulmasına
teşebbüs edildiği sırada devlet adamları ve ileri gelen kimseler padişahın
iradesi ile yazıp vermiş oldukları layihaların içinde yer alan fikirler, çoluk
çocuğun ve de bazı yakınların ağzına düşerek: "herkesin istidadı verdiği
lâyihasından belli ve kişinin rütbe-i idraki zâdei tabiinden belli oluyormuş."
şeklinde alay edilecek hale düşmeleride, bu gibi zatların küsmeleri, birer
tarafa çekilmeleri, bu kurena arasından sivrilen Enderun-u hümayun başkâtibi
Ahmed efendi gibi fazilet erbabının, vekiller ile birlikte toplanarak
gündüzleri, ikindiden sonra Enderuna giderek babıâliye ait işleri evlerinde
görmeleri, geceleri <mukattaat mültezimleri^ Buğdan ve Eflâk kethüdaları
gibi, raşiler, dalkavuklarla evlerinde mehtap safalarında, sazendeler,
bazendelerle iyşü işret etmeleri, 3. Selim'in kurenasına pek çok emniyet
ettiğinden, devlet sırrını Ötede beride ifşa etmeleri Saray hademesinin,
içoğlan-larının kahvehanelerde, oyun yerlerinde adet dışı tavırlarda
bulunmaları, padişah 3. Selim'in eğlenceye olan eyilimi, İstanbul sürûrgâh
kesilerek, Kâğıthane, Boğaziçi, Çamlıca alemlerinin devam edip gitmesi. Devlet
adamlarının nizam-ı cedid meselesini mal toplama vesilesi sayıp, israf ve
gösterişe koyulmaları, paranın ayarının bozulması, çeşit çeşit vergi ihdas olunmasından
dolayı, erzakların ve eşyaların fiatların-da meydana gelen artışın, getirdiği
sıkıntılar hasebiyle vükela ve devlet adamlarına bildirilenlere karşı
bazılarının, "Tamam, halkı işgale bundan daha güzel sebeb, vesile olamaz.
İaşeleri derdine düşsünler de devlet işlerine karışmasınlar." diye cevap
verdikleri, bazılarınında, "Burası zengin yatağıdır. Buraya fukara
yakışmaz. Devletlilerin arasına müflis güruhu sığamaz" şeklinde, cevaplar
vermelerinin halk tarafından duyulması. Taşralarda vergilerin konmasındaki
takatin genişlik ölçüsünü aşması, padişah kurenasının (yakınlar), vükelâ ve
ricalin daha çok nüfuza sahip olmaları, hattâ sadrazamların bile azil korkusu
ile kupkuru bir unvana kanaat etmeieride, fakat içinden, diğer halkla beraber
olmaları, Yine padişahın yakınında yer alanların, kendisine ahalinin kanaati
hakkında değişik beyanlarda bulunmaları padişahın annesi valide sultanında
oğlunun çok hassas kimselerin belki de başında geldiğine dair inancı, en ufak
bir husus için, büyük üzüntülere düştüğünü bildiğinden herşeyin bütün
teferruatıyla anlatılmasının gereksizliğine ait tenbihi. padişahında bir çok
şeyi Öğrenmemesine yol açmış olması, velhasıl halkın heyecanını ve kıyamını,
kolaylaştıracak kötü idare tarzı, işin bütünü ile ortaya çıkmasını ve saltanat
ile ahali arasında pek büyük bir çukurun kazılmasını sağlamış oldu. Araya
yakınlar ve akrabalar girinceki, zamanımızda da tek tük bu tip kalıntıya rastlamak
mümkün. Fakat bu yakışıksız, iğrenç, gülünç, göya alafrangalık taslamaları ve
taassup ve cahillik ile hiddetle, şiddet beraberliği şeklinde tefsir olunabilir
mertebeye getirdi.
Cevdet Paşa tarihinde
yer alan aşağıdaki bölüm, zamanın düşük mertebesini gösterir: "işte bu
sırada İstanbul'da bir de ilhad ve zenadıka düşüncesi ortaya çıktı. Şöyle ki,
Sultan Selim hazretlerini cihangirlik sevdasında bulunmakla (!) yakınları dahi
onu şişirmek için kimi <Kaimi> manzumesinden ve kimi de" Cifr-i
Kebir-i Şeyhi Ekber'den ve kimi bazı ehli keşif ve kerametden manâlar nakil ve
ityan ile "müceddid-i devlet" olduğunu da vechi tahkik üzere huzuru
hümayunlarında dermiyan ederlerdi. Bu mülabese ile mutasavvıf güruhundan
geçinen ve: -Erenler şöyle yaptı. Böyle yapacak. Şeklinde yalan yanlış sözlerle
halkın cebinden para koparan bir takım mülhidier de, Enderûnu hümayuna gidip
gelerek o devrin ricali, genellikle cahil ve alelade gurubundan olan bazı
enderunlu takımı cehaletleriyle beraber dışarıda genel düşüncelerden gafil
olduklarında, ehl-i şer'i gözünde, küfrüyat sarfı sayılır bir takım sofilere
ait kelimeler kullanmağa başladılar. Eğerki yeniçeri pirdaşları olan Bektaşi
derbederlerinin, her gün yaptıkları hezeyanı onların tefevvühatından daha kötü
idiyse de onların böyle tefevvühatı yâni sözleri "bütün dinleri inkâr
eden Fransızları taklit ve onlara uymak esnasında ortaya çıkarak," bütün
nazarları üzerlerine çekerek, halk onların böyle şeriatın zahirine uymayan
durum ve hallerden ürkdü.
Hemen kitab-ı şeriatde ki apaçık belirtilmiş meselelerden başkasını
incelemeyen ulema güruhuda enderûn adamları ve dışarıdaki kimseler hakkında,
büyük şüphelere düştü. "Yine tarihlerin genel rivayetindendir ki, Sultan
3. Se-lim'in düşünce yapısında tereddüd önemli bir yer kapsamakla beraber,
davranışlarda yavaş mizaç hüküm sürmekteydi. Bilhassa yeniçeri askerinin nizamı
cedidi tahkir ve kâfir olarak nitelendirmeleri hususunda karşı ses çikarmamsı,
bu güruhun azmasına vesile oldu. Eğer özetleyecek olursak, gördüğümüz şu
vakaların yardımıyla biz de yeni fikir büyük bir ifrat yâni aşırılıkla başlıyor
ve bir kaç kişinin tekelinde olarak devam ederken taklid edenler aleyhinde
bulunanlardan, çok fazla yerleşmesini geciktirme veya iptaline sebeb oluyorlar.
Kadı Abdurrahman
Paşa'nm Edirne vak'asından sonra geri dönmesi, devletin bir müddetten beri
edinmekte olduğu ilerlemeye dönük intizamdan, vazgeçmeğe eğilim göstermesiydi.
Cevdet Paşa; "bu ricatı, padişah 3. Selimin mülayim ve yumuşak kaibli bir
kimse olmasından dolayı, o sırada devletin hâli, asla hiç birini kullanamayacak
durumda bulunan güzel silahlarla odasını süsleyen nâzik çelebilerin haline"
benzemekteydi der. Paşa, bu benzetmesiyle büyük isabet göstermiştir. Bu kadar
birbirini takip eden hadiseler arasında, Fransa elçisi general Sebastiyani'de
devleti Fransadan yardım İstemeğe mecbur etmek bahanesi ile adamlarına talimat
vererek, yeniçeri büyüklerine: nizam-ı cedid'in kurulmasından maksadın ocağın
kapatılması, maaşlarının vükelaca cebine indirme hareketidir, demelerini
istiyordu. İmparator bu talimatın verildiğini duyunca, sizin hâlinize teessüf
ediyor. Eski usûlün bozulmaması taraftarıdır. Fakat askerimizde hu-dud
boyundadır. Lâzım olursa İstanbul'a getirtilecektir. Şeklinde telkinatta
bulunuyordu. Velhasıl, İstanbul bir karışık düşünce dalgalan arasında
bocalamaktaydı Bir de, orduyu hümayun'un
Ruslara karşı harekatında padişah yakınları vede devletin ileri gelenlerinin
pek büyük kısmının payitaht'ta kalmalarını bu savaşta, yeniçerilerin
öldürtülmesi için bir muva-zadan ibaret olduğu düşüncesi pek kuvvetli tarzda
şuyû buldu.
Bunlara da ilaveten
başka bir durum daha vardıki, o da Köse Musa paşanın, sadaret kaimmakami, Topal
Ataullah efendinin şeyhülislâm olmaları hususuydu. Çünkü bunlar nizamı cedid
aleytan kimselerdi. Bir daha söylemekte zaruret vardır ki, bizde meydana gelen
ihtilâl ve isyanların tamamında, erbab-ı din şıkkını, o güzelim ve temiz
Şeriat-ı Muham-mediyi alet olarak seçmişlerdir. Yâni; bilerek, bilmeyerek dinimize
taarruzla da memleketimize pek büyük fenalıkları, cinayetleri reva
görmüşlerdir. Hakikaten de bu ana kadar gördüğümüz ihtilallerin tamamı,
hükümet istibdadına aleyhte olarak vukubulmuştur. Ancak, bir müstebidin
taht'tan indirilmesi veya öldürülmesini müteakip, yerine bir başka müste-bid
getirilme yolu tutularak işi başka bir menfaatin kanalına değiştirmeye götürmek
olmuştur. Vatan, ülke ve ahali aynı dönemler de büyük felâketlere
uğramışlardır. Bu bakımdan yapılanlarda insani bir fikir veya dindarane bir
anlayış mev-cud olmamıştır. İşte bir numunesi:
Epeyi bir zaman evvel
Trabzon'dan iki bin kişi kadar Lâz getirtilmiş ve Karadeniz yâni İstanbul
boğazındaki kalelerde muhafız yamaklara ilâve olarak verilmişler isede,
bunların maaşları nizamı cedid sandığından verile gelmekteydi. Böyle yapmakta
güdülen maksat, boğazın İki tarafında yaşamakta olan nizamı cedid askeriyle
ülfet kesbedip, biribirlerine ısınmaları idi. Hâttâ arada sırada Bostancıbaşı
Şâkir ağa buralara gider, boğazın nâzın ingiliz Mahmud efendi ile konuşur,
yamaklardan bazılarını yanlarına
getirtip: <Sizde nizamı cedide girin. Hem gelirinizin hemde nâmınızın
arttığını görürsünüz. Hem tayınınız artar, eski kârınızda yanınıza kalır>
tenbihinde bulunurdu.
Buna karşılık, Köse Musa paşa, yeniçeri ocağını fesata vermeye gayret
göstermekte, adamlarından bazılarını yamakların yanına göndererek: sizlerde
yeniçeri sayılırsınız, nasıl olurda, frenk kıyafetinde askerler ile
konuşursunuz? Siz, nizam-ı cedid elbisesi giymez, harbeli tü-fenk kullanmaz
iseniz, boğazdan kovulacaksınız" sözlerini duyurarak teşvikatta, pek de
fazla ileri gitmekteydi. Musa Paşanın bu ifsat edici gayretleri öyle noktaya
vardı ki, yamakların bir cemiyet-i belâsı kuruldu.
"Biz kuloğlu
kuluz. Eba emced yeniçeriyiz. Nizam-ı cedid elbisesi giymeyiz" şeklinde
seslerini duyurmaya karar verdiler. Bu yakın günlerde husule gelen iki olay,
azgınlar güruhunun asabiyelerini tahrik etmeye kâfi geldi. Olayların ilki;
"3. Selim, Bayezid camii şerifindeki selamlık merasimi sonun da,
Sekbanbaşı olan ArifAğa'ya <Ağa, ordu gitti. İstanbul boş. Kolluklarda
yeniçeri azkaldı. Acaba nizam-ı cedid askerinden her kolluğa üçer beşer adam
koysam münasib olur-mu?> Dediğinde, Arif Ağada: <Emr-ü ferman
efendimizindir. Lâkin yeniçeri ağası, orduyla beraber gitmiştir. Ben, burada
vekalet eden bir kulunuzum. İrade buyurulursa yeniçeri ağasına yazayım.> Demiş.
Bu cevab üzerine padişah-ı cihan: <Yok. Yazma, dursun istemem.>
buyurmuş." Bu konuşma yeniçeri tarafından duyuluncada gizlice yapılan
istişareler sonunda Karadeniz yamaklarına karakullukçular gönderildi. Böylece
nizam-ı cedid askeri ile yamaklar arasına düşmanlık tamamen girmiş oldu artık
bu adavetde kendisini şurada burada biribirleriyle doğüşür hale getirdi. Musa
Paşa, zaten dışa rda fitne uyandırmak ve böylece İstanbul'u karıştırmak arzu
ve amacı taşıdığından, fesadın çıkış kaynağı olmak üzere
boğaz nâzın Mahmud efendiye, yamaklarında
nizam-ı cedid elbisesi giymelerini emretti ki, buna ateşe körükle gitmek denir.
Olayların ikincisini
teşkil eden de; Mansıbı olan yere gitme kararı vermiş ve buna bağlı olarak,
Üsküdar'a geçmiş bulunan, Karaman valisi Ragıp Paşa, padişah yakınlarına yakın
davranmayı yeğlemiş, bu vesile ile de nizamı cedidin kullandığı nişanlarla
süslü kaputlar yaptırarak, kavaslarından bir kaçına giydirmek istedi. Kavaslar
Laz yamaklardan oldukları için, bunları almayıp boğaza gidip, kendilerine
yapılanı ora-dakilere anlatmaya koyuldular. Bu durumu müteakiben, padişahımız,
Ragıp paşaya bütün dünyayı nizamı cedid yapmak için tuğ vermiş, o da, şimdiden
nişan vermeye başlamış, sözleriyle ayağa kalkıştılar. Kendilerine asla böyle
bir şeyin bulunmadığı yolunda, vaz-u nasihatta bulunan Macar tabiyesi subayı
Halil Haseki'yi sonra Büyükdere ocağına İltica etmek için, kaçan boğaz
muhafızı Mahmud efendi ile hizmetçisini ölümlerin habercisi olmak üzere de
katletmiş olmalarıydı. Vaziyet İstanbulda işitilince, kaimmakam Musa Paşanın
bir kazadır olmuş, yamaklar da itaat etmek üzere bulunuyor diye işi bastırdı.
Ertesi gün yine bunlara nasihatla teskin için giden yeniçeri ocaklarının sözü
geçen ihtiyarları, ahçı ustaları ve yazıcılardan meydana geien bir heyet bu işe
sebeb olan Şam'lı Ragıp Paşadır, dolambaçlı hükmünü verdi. Bunun üzerine
paşanın, vezirliği iptal olunup, Kütahya'ya sürgüne gönderildi.
Aynı gün Musa Paşa ile
İbrahim kethüda ve boğaz muhafızı İnce Mehmed Paşa ve bazı devlet adamları,
Çartak kolluğunda Sekbanbaşı ve bazı yeniçeri ağalarını topladılar.
Sek-banbaşK-Yamaklar, İstanbul'a gelip bir fesat çıkaracaklar diye duyuyoruz.
Demesi üzerine: İbrahim Kethüda: -Bunlar karga derneğidir. Ehemmiyet verilecek
şeyler değildir. İtaat etmezlerse
cebren itaat ettirilir. Şeklinde ve büyük bir kızgınlıkla ifadelerde bulundu.
Bu sözle Musa Paşa işe yarayan bir destek bulmuştu. Çünkü fesat bastırılacak
korkusu taşıyordu. Korku duymasının sebebi yamaklara ei altından kalkışmalarını
bildiren ta kendisiydi. Ancak esas cemiyeti ertesi gün Büyükdere çayırında
yapılan, meşveret ortaya çıkardı. dört-beş yüz yamak, islam olsun hristiyan
olsun, hiç kimsenin mal, ırz ve canına dokunmamak ve dokundurtmamak, dokunan
olursa idam ettirmek, meşihat kapısından tasdiki yapılmayan, hiç bir istekte
bulunmamak kararı ile At meydanında toplanarak babıâliden taleb edecekleri
kendilerine verilmedikçe dağılmayacaklarını, adetleri üzere olan kılıç atlamak
gibi yemin yerine geçenleri yerine getirdiler. Aralarından Kabakçı Mustafa
çavuş'u reis, Arnavut Ali ile Bayburtlu Süleyman ve Memiş çavuşları komutanlığa
seçtiler. Kıyı boyunca gidiyorlardı. Karşılaştıklarını kendilerine katılmaya
ikna ediyorlardı. Buna karşılık nizamı cedid askeri Musa Paşanın emriyle yerlerinden
kımıldatılmıyorlardı.
Musa Paşa, padişahı
kendinde var olan münafıkça davranışlar sayesinde kandırmaya, muvaffak
oluyordu. Kandırmakla ne yapmıştı. Musa Paşa harekete geçmiş olan Kabakçı ve
güruhuna bir nasihatçı yollamak lâzım geldiğini ifade etmişti. Çok merhametli
bir zât olan padişah, işlerin kansız halli tek arzusu olmasına binaen bu
teklife rıza göstermişti. Ancak, dessas Musa Paşa^burada seçtiği nasihatçı ile
padişahı aldatmış oluyordu. Çünkü; bu nasihatçı, yeniçeri 25. bölüğünün
mütevellisi olan, Kazgancı Lâz Hacı Mustafa ağa gibi bakır kazancılığında büyük
servetin sahibi olmuş ve İstanbul'da bu işi yapmanın imtiyazını'elinde tutan
tek kişiydi. Buz gibi bir nizamı cedid aleyhtarı olup, bu vazifesinde işi
görünüşte, yamakları teskine gayret etmesiysede, esasta onları tahrik edip
hareketlerinde ısrarlı olmalarını temindi.
Bu Mustafa ağa
gelmekte olan yamaklar cemiyeti ile Yeni-köyde karşılaştı. Yamaklar, nizamı
cedidden korkulan yüzünden, Halil Haseki ile Mahmud Efendi'yi idam etmiş olduklarına
pişman olduklarını ve nizamı cedid boğaz civarında bulundukça kendilerine
emniyet gelmiyeceğinden bahsettiler. Eğer nizam-i cedid askeri çekilir çekilmez
derhal yerlerine döneceklerini anlattılar. Mustafa ağa, durumu Musa Paşaya
anlattı. Musa Paşa da, nizamı cedidin çekilmesinin iradesini padişahdan aldı.
Bu iradeye inkiyad eden askerse, Levend çiftliğine çekilmek üzere boğazdan
kalktılar. Bir kısmı da, üsküdarda bulunan kışlalarına çekildiler. Devlet
adamları da bu gelişmeleri hareket bastırıldı zannederek, babıâli'den dağılarak
hanelerine çekildiler. Aslında fitne bastırılmış değil, bilakis uzaklardan,
İstanbul içine çekilme plânı uygulanmıştı. Hatta, şehzade Mustafa'nın sadık
adamlarından Abdurrah-man ağa ile bazı ulemanın gönderdiği Hammaloğlu Mustafa
dahi kıyafetini değiştirerek yamaklara ders'e gİtmişlerdiki yardımlar sayesinde
Kabakçının kurmuş göründüğü cemiyet hızla büyümekteydi. Bilhassa nizam-ı cedid
askerinin çekilmesinin sağlanmasından sonra, fesadın artık önüne geçebilecek
bir güç kalmamıştı.
Dellâllar: - Ya
İbadullah (Allahm kullan) meramımız nizamı cedid belasını kaldırmaktır. Başka
niyetimiz yoktur. Müslüman olanlar, kendilerini ocaklı bilenler bizimle beraber
olsunlar, şeklinde bağararak gece saat dört sıralarında Tophane'ye ancak
indiler. Topçular, eşkıyaya karşı hazırlıklarını sürdürürlerken, Musa paşa ve
Sekbanbaşi taraflarından: "kimse karşı gelmesin, bu iş herkesin
ittifakıyla olmaktadır" haberini aldılar. Bunlar, hemen kazganlarını
Tophane meydanına çıkararak, Kabakçı'nm topluluğuna tâbi oldular. Padişah 3.
Selim, bu işin başka eller tarafından tertiplenmiş olduğunu anlamış bulunmasına
rağmen, teskin işini yine de,
Musa paşaya vermekle
büyük bir zaafa ve azim bir hataya düştü. Bunun hata olduğu asla şüphe
getirmez. Bu hususta; Cevdet tarihindeki beyana göre: "Levend çiftliği ile
Üsküdar kışlasında, onüçbin nizamı cedid askeri bulunmaktaydı. Eğer, Köse
Musa'nın boynunu vurup, şeyhülislâm Ataullahin boynuna sarığını dolayip bu
askeri kullanmış olsaydı, asileri durdurup, cezalandırmak kolay olabileceği
gibi devletide tanzimde başarı sağlardı. Maalesef böyle bir istidad, böyle bir
metanet, bu çeşit azim 3. Selim'de yaşayan bir kabiliyet değildi. Bu hasletler
yerine müthiş bir nezaket, bir işe yaramayan sonsuz bir hüsn-ü zan taşımaktaydı.
Hâl böyle olunca isyancıların teskin edilme işlemini babıâli'nin eline
bıraktı.
Musa paşa güya iş
görecekrnişçesine, devlet ricalini gece yansı babıâli'ye topladı. Bunlar
olurken, İstanbul alıp, vermekteydi. Eşkiya kayıklara binerek; gurup, gurup
Çartak ve Kapandaki iskelelerine geçerek, yeniçeri kışlalarına dağıldılar.
Galata'dan, Üsküdar'dan ne kadar kayıkçı, hamal, serseri takımı varsa,
İstanbul cihetine geçtiler. Bunların arasına bir kaç yüz kalyoncu da iltihak
etti. Dikkat ediliyormu? Biz de ihtilâl erbabının kimler olduğunun farkına
varılıyormu? Taas-sub ve cehaletin hüküm sürmüş olduğu yerlerde kuvvet daima
ayak takımında bulunur. Kabakçı ve isyana katılanlar at meydanında
toplanmışlardı. Öte taraftan yeniçeri ihtiyarla-nyla ileri gelenlerini
Süleymaniye camiinde içtima ettiler. Şeyhülislâm, eski kadi'ların ağa kapısına
gelmelerine karar verip haber gönderdiler. Şeyhülislam Ataullah ve Rumeli ka~
dıaskeri Ahmed Muhtar, Anadolu kadıaskeri Mehmed Hafid, İstanbul kadısı Mehmed
Murad efendiler başlan şal ile örtülü olarak geldiler. Bir miktar konuşulduktan
sonra ağalar kışlalarına gitmek üzere kalktılar. Sekbanbaşı Arif ağa, bunlara
teşvikatta bulunmaktaydı. Ağalarla, Kabakçılar, Et meydanında seğirdim
arıcılarının toplanma yeri olan Tekke adı verilen yerde, buluşup ittifak
ettiler. Yeniçeri kazgan(kazan)ları meydana çıkarıldı. Cebe ocağına ait kazgan
ve askeri de geldi. (Tıpkı 31 mart vakasında olduğu gibi) müfsidlerin
öğütlemesi sonucu bir bölük asker çıkarıldı. Bunlar: "dükkânlar açılsın.
Kimse işinden kalmasın. Kimseye zararımız yoktur. Bizim bu gayretimiz ancak
Allahın kullarının, ve devletin nizamı içindir." şeklinde bağırtıldılar,
hakikatten kimseye dokunulmuyor, herkes serbestçe geziyordu. Esnaf ise alış
verişindeydi. Vaziyetin aldığı renk, padişaha duyurulunca, kapılan kapatma
yolu tutuldu. Yine bir büyük hata olarak, nizam-ı cedidin kaldırıldığı
açıklayan bir hattı hümayunu babıâliye gönderdiler.
Padişah, bu işle
âlimlerden yardım ister görünmüştü. Ne garibdirki, isyana çıkan güruh, elan
nizam-ı cedid'den korkmaktayken, padişah bunları adeta sevindirircesine o,
kuruluşu iptal ettiğini bildirmişti. Hakikaten buna pek fazla sevindiler.
Köse Musa ise bu sırada Kabakçı Mustafa'nın eline bir liste tutuşturdu ki, bu
liste de onbir kişinin adı vardı. Bunlar; İbrahim kethüda, Bahriye nâzın Hacı
ibrahim, Rikâbı hümayun kethüdası Hacı Memiş, reisülküttab vekili Sofi Ahmed,
irad-ı cedidin defterdarı Ahmed, darphane emini Ebu bekir, valide kethüdası
Yusuf, enderundan serkâtib Ahmed, ma-beynci (başka) Ahmed, bostancibaşı Şâkir
beyefendilerle müderrislerden, Kapan naibi Lütfullah efendilerdi. Kabakçı
Mustafa bu listeyi ortaya koyarak: "Memleketi harab eden bu onbir kişidir.
Bunları ölü veya diri olarak padişahdan isteriz. Dediler. Her yerde, nizam-ı
cedidin kaldırılmış bulunduğu ilân ediliyordu. Tellallar bas bas
bağırıyorlardi. Eşkiya Et meydanından kalkarak, At meydanına gitme teşebbüsünde
bulunduysa da, kendileri içinden bir gurup engel oldu. Fakat bizim ihtilallerde
eskiden beri kaide olan, ihtilalcilerin hiç birinin malumu olmayan: -Bizim
şeri'at ile görülecek işimiz
var. Şeyhülislâm
kadıaskerle buraya gelsinler diyerek, listeyi ağakapısına gönderdiler. Bu liste
hakkında şeyhülislam tarafından padişaha bir dilekçe yazıldı. Bu onbir kişinin
adlarını yazının baş tarafına koyarak, bunların cezalan verildiği takdirde,
herkesin yerli yerine döneceğini bildirdi. İşte, padişahın zafiyeti de bir
daha burada kendisini gösterdi. Eşkiyadan kimsenin kılına dokunmazken, canı
gibi sevdiği kimseler hakkında, istenmekte olan cezalandırılmaya razıoldu.
Bakın; burayı Cevdet Paşa kıymetli eserinde pek güzel ifade etmiş:
"Şeyhülislâm
efendi ve Rumeli ve Anadolu kadiaskerleri ile İstanbul kadısı beraberce At
meydanına gelip, meydanın tekkesinde oturdulduklan esnada yamaklardan bir
delikanlı da hepsine hitaben: <siz şer'iat hakkında doğruyu söylemiyor,
sonrada iş bizim gibi baldırı çıplaklara kalıyor. Edirne vak'asmda fetva veren
sen değilmisin?> dediğinde, müfsid Ataullah: <ben o zaman şeyhülislâm
değildim. Benden evvel ki efendi fetva vermiş, ben bilmem!> diye cevap
verecek, eş-kiyanın karşısında kendisini temize çıkarma gayreti güder. Bu
sıralarda ise, Köse Musa paşa listede, isimleri yazılı olanların kellesini
alma gayretini gütmekteydi. Padişah bu isteklere karşı serkâtib Ahmed efendi
ile mabeynci Ahmed beye sizi de istiyorlar, elimden alırlar, varın başınızın
çaresine bakın, şeklinde hitabdan sonra, izin verdi. Musa paşa'yada:
<Ibrahim kethüda, Hacı İbrahim ve Serkâtib Ahmed efendilerle aramızdaki antlaşma
gereği onların idamlarından vazgeçilsin. Gerisini kurtarmak mümkün olmuyorsa
kayıtları görüle> şeklinde emir verdi. İçlerinden yalnız, Memiş, Sefer ile
Bekir efendilerin babıâlide Bostancibaşı Şâkir beyi sarayda boğarak katledip,
başlarını eşkiyaya gönderdiler. İbrahim kethüdayı firar etmiş olmasına rağmen
Yenikapı Langa da bulunan bir evin mahzeninde yakaladılar. Büyük hakaretlerle
Et meydanına getirdiler. Başmühendis olan pek de kıymetli
adamlarından biri olan Ali beyle birlikte
kılıç ve hançer darbeleri ile paraladılar. Bu iki garibi, Et meydanına getirirlerken, meydana gelen
izdiham esnasında, ortalığa hâkim olan nizam-ı cedid askeri geliyor sedasının
korkusuda eşkiyanın birbirlerini ezercesine kaçışına sahne oldu ki, nizam-ı
cedidle aralarındaki fark bu hadisede de pek ayan oluyor. Artık, fesat ateşi
adamakıllı her yeri sarmıştı. Sönmek bilmemekteydi. Sultan Selim, sadaret
kaymakamına gönderdiği bir hatla meramları nedir? Sorusunu ulaştırdı. Nizam-ı
cedidin hazinesinin kaldırılmasını talep ettiler. Bu talebi de
padişah:,<İrad-ı cedidi de kaldırıp lanet ettim> şeklinde haber gönderdi.
Del-lallar bu meseleyi de sokak sokak bağırarak dolaşıp ahaliye duyurdularsa
da, eşkiya yerinden kımıldamıyordu. Birden bire Abdülhamidi evvel'in
şehzadelerinden Sultan Mustafa ve Sultan Mahmud'u kimseye inanmadıkları için,
kendilerine ait kimselerden, yanlarına adam koyacaklarını ve muhafaza
edeceklerini isteyen teklif gündeme geldi.
Sultan Selim, bu
teklife de olumlu cevap sayılan evet'i bastı. Ulemadan biri ve ocaklıdan da
birisi gelip muhafaza etsinler dedi. Seçe seçe birinci imam ve aygır İmam
lakablı, Hafız Derviş Mehmed ile eski sekbanbaşı Osman ağa saraya gönderildi.
Sultan Selim bu münasebetle babıâliye yazdığı hattı hümayunda diyorki;
<Benim, zürriyetim yoktur. Şehzadeler, benim evlâdımdır ve gözümün
nurudurlar. Maazallah ben onlara suikast ile pakize-i Osmaniyanın inkırazına ve
devlet-i âli Osman'ın izmihlaline sebeb olmam, hiç hatır ve hayale gelir
şeymidir? Allah o günleri göstermesin. Cenabı Bari onların Ömrünü rûzi efzûn
eylesin. > Bu hattı hümayun babıâli'de bütün ulemayı ağlatmış ise de ne
faide! Çünkü kendi ekmeğini yemiş olan Aygır İmam bile saraya giderek, kendi
yüzüne karşı: <Sen, İsmail Paşa gibi bir vezirin kadr-i kıymetini bilemedin.
İbrahim kethüdaya itibar ettin ancak, İbrahim kethüdada cihanı harab etti. Ben onun
şerrinden iki senedir nukat arpalığını ilzam edemedim. Sen hemen ona idareyi teslim ettin. Onun sözü
ile İsmail Paşa gibi sadık veziri az kaldı idam edecektik. > şeklinde kabaca
hitablarda bulundu. Sekbanbaşı Osman Ağa utanarak dışarı çıktı. Padişah ise
yine de nezaketini elden bırakmadı: <efendiyi götürün, rahat etsin>
emrini verdi. Bu şekilde huzurundan defey-ledi. Eşkiya o günde dağılmadı. Hemen
ertesi günkü Cuma günü şeyhülislâm huzurunda, eski vede hali hazır
sekbancı-lar, başturnacılar ve ocak ihtiyarları ile söz sahiblerinden, meydana
gelmişlerle yapılan toplantıda, toplanmış bulunan isyancıların dağılması ve
herkesin yerli yerine gidip, boğaz isyancılarına hilatlar giydirilip, rütbeler
ve bahşişler verilmesi kararlaştırıldığı halde şeyhülislâm Ataullah efendi de:
<.varın bir kere başbuğlara ve adamlarına sual edin. Başka bir talepleri
varmıdır?> Dedi. Bu sorunun gereği için üç-dört ihtiyar toplanmış
bulunanların cemiyetine gittiler. Orada bulunan cemiyet ileri gelenlerinden
çıkan cevap, askerler ile bir görüşelim oldu. Et meydanında bulunan Namazgahın
hemen yanında istişare etmeye başladılar. Bu sırada İstanbul Kadısı, Muradzâde
Murad eşkiyanın ortasına dalarak: "Fakat bu olanlardan sonra bu padişaha
emniyet etmek mümkün-mü?" sorusunu ortaya atarak, kıyamın durumundaki
büyük bir renk değişikliğine sebeboldu. İsyancıların başında bulunanlar adetâ
koşarak şeyhülislâmın yanına doluştular ve: "Sultan Selim'in saltanatında
bağımsızlığı yok. Hükümeti bir takım zalimlerin eline verdi. Kendisi zevk ve
safasıyla meşgul. İşbaşına getirmiş olduğu kimseler fakir ahaliye çeşitli
zülumlar ediyorlar. Böyle bir padişahın hilafeti sahihmi-dir? deyince, Ataullah
efendi zaten tasavvuru bu soruyu sordurmak olduğundan, 3. Selim'in hâl'ine
fetva verdi. Babıâli-de bekleşmekte olan zamanın uleması, At meydanına
toplanmak üzere çıktılar. Bu ulemanın bir bölümü hâl işinin doğru
olamayacağını, isyancılara nasihatin yeterli olucağını söylerken, Kabakçfnın
baş elemanlarından Bayburdlu Süleyman:
<Şimdiden sonra ne
o bize padişahlık eder. Ne de biz ona kulluk ederiz. Bu işi hemen bitirelim>
diyordu.
Bu sırada ise, Et
meydanında Sultan Mustafa'nın tahta çıkışının duası yapılıp, fatihası
okunuyordu. Okunan fatihadan sonra askerinde hep bir ağızdan amin diyen sedası
her yana yayıldı. Buna ne yapalım? dediğinde sergerdeler de":
-Siz ulema ile gider,
Sultan Mustafa'yı tahta iclas edersiniz. -Ben yalnız gidemem. Asker isterim.
-Beşyüz asker yetermi? -Daha çok olsun.
-îkibin asker siz
saraya varıncaya kadar yirmibin olur. Biner kişiden, iki bayrak askerle
sekbanbaşi eskileri ve diğer ocaklı, şeyhülislamla ulemayı At meydanından
alıp, alay halinde yürüdüler. Sarayın önünde bayraklarını babı hümayunun ikitarafına
dikilip durdular. BabıâÜde Musa paşa neşeli, devletin ileri gelenleri resmi
elbise tedarik etmekle meşguldüler. Sultan Selİm'e; hal olundunuz haberini
vermek işini Anadolu kadiaskeri Hafid efendi üstüne aldı. Sekbanbaşı Arif ağa
ilede saraya gittiler. Ancak kapılar kapalı İdi. Hemen Darüssade ağasına,
Sultan Mustafa tahta çıkmadıkça ve biat merasimi yapılmadıkça askerin
dağilmayacağı mealinde bir tezkere yazılıp vezir karakulağıyla Soğukçeşme
kapısından, Enderuna gönderildi. Tezkereyi alan ağa, sünnet odasında oturmakta
bulunan padişaha getirip açmadan teslim etti. Padişah tezkereyi okudu ve
dudaklarından <Zâlike takdirül azizü'laliym> ayeti kerimesi döküldü.
Harem-i hümayuna çekildi. Bu hareketi saltanatı terk etmekti. Fakat dahilde
kimse haberdar değildi.
Dışarısına gelince izdihamdan geçilebileo yer kalmamıştı.
Musa paşa, saray
kapıları açılmaz ise açmaya lâğımcıl arıyor, isyancılar ise, öğretildiği gibi: -Sultan
Selim'i istemyiz, Sultan Mustafa efendimizi isteriz, şeklinde bağırışmaktlardı.
Musa paşa bunların bir bölümünü babaıâliye gitrnele
hususunda teşvik etti. Hakikaten o
kimseler babıâli'ye geç*rek ortalığı velveleye verdiler. Vaziyet bu şekle
gelince şeyhülislam ve diğer devlet adamları, padişahın sarayına gitmeğe mecbur
kaldılar. Bu velvele esnasında mabeynci Ahme Muhtar bey isyancıların eline düştü ve parça parça
edile Saraya gidilip,
Babüssadenin Önüne gelindiğinde yalnızc şeyhülislâm, kaimakam Musa paşa Sofa denilen yere
kadar gittiler. Topal Ataullah, padişaha vaziyete son derece nâzine ve
riyakârene tarzda izah etti. 3. Selim'de çekilirken, dü;
manini hâla dost
biliyordu. Bunlar olurken tarih 1222/180 yılını göstermekteydi.
19 sene 7 ay 10 gün saltanat ett
Devri hep olaylar ile
geçti. Onun zamanında, iç işlerde e çok nazarı dikkati calibiyet bölümü, isyancıların dahi
kendisini sevip, saygılı davranışlarda bulunmalarıdır. Ancak ülke)
bir çok ellere emanet edilmiş görerek
iddialarında durmalarıdır. Cevdet Tarihinde nakledildiğine göre;
"Cezzar Ahmed
paşa bile padişahın adı anıldıkça hemeı ayağa kalkar, fermanı geldikçe, binek
taşına kadar iner benim boynum Sultan
Selim'e kıldan incedir. Katlim mu rad-ı şahaneleri olduğunu bilsem bir dakika
durmam, başı rnı teslim ederim, der idi"
Payas'da isyan ederek
epeyi şöhret sahibi olan Küçük A oğlu Halil paşa da, müverrih Asım'a göre:
"Devlet dediğiniî yalnız taraf-i saltanat mıdır? Taraf-ı saltanat ise,
emrine bo yun eğeriz. Maazallahu Teâla isyanda bulunanların, nama; ve nikâhları
sahih olmaz. İkinci ve üçüncüye gelince
biı memlekette bir kaç tane
padişah olmaz. Bizim serkeşliğimizin, Yusufağa ile İbrahim kethüda
gibilerlerdir." Demişdir.
Zaten vakalardanda
anlaşılıyor ki, 3. Selim fikren padişah olmakla birlikte, icraatda gayet
zayıf, halim ve ürkekti. Milletin, tahta çıktığında gençliğine güvenerek ümid
ettiği sağlamlık ve ulviyet bütünü ile kendini gösteremedi. Bu tecelli-yatın
istenen ve ümid edilen şekilde neticelenmemesi, saltanat sahibi muhtemel
kimselerin, padişahlık bilgileri ile alakalı idari malumatlardan mahrum
bırakılmış olmalarından da kaynaklandığı bir vakıadır. Tarihçi Asım bey 3.
Selim'in, nizamı cedidi kurması, babası Sultan 3. Mustafa'nın yıldızlar ilmine
olan düşkünlüğü sebebi iledir, diye yazmıştır. 3. Mustafa'nın emri ile baş
müneccim Yakup efendinin tayin ettiği za-yiçe gereğince vaz-ı hami, yâni doğum
esnasında Hekimbaşı, saat elinde kapı önünde durarak, Sultan Selim tam saatinden
önce doğması hasebiyle, eliyle saatin milini çevirmiş ve zayiçeyi bir
<cihangir-i binâzır> olacağını müjdeleyen beklenen vakte getirmiş olması,
saray da sevinç feryatlarının atılmasının da sebebi olarak görülmüştü. Nedimler
ve yakınları 3. Mustafa'ya, şehzadenin İskender'e nazire yapacağını
müjdelediler. Padişah ölüm hastalığında bile:
-Oğlum Selim, büyük
bir padişah olacaktır. Abdülhamid'i bırakta onu tahta çıkarın diye tavsiye
ettirmeye vardılardı.
İşte böyle bir söz,
Selim'in kulağına erişdiğin de çok gençti ve kencfisinde bir cihangir olma
emeli gönlünde yer etti. Hâttâ sarayda daha kafesteyken bile, Osmanlı
devletine bu çeşit rehavet neye gerekiyor? Gittikçe saltanatı Osmaniyenin revnakı
gidiyor. Ben şimdi makamı saltanatta olsam şöylece yapardım, böyle biçerdim
diye söylenirmiş, Bu ham sevdasıyla, istanbul'da ve Anadoluda, topçu,
humbaracı, lağımcı, piyade ve süvari olarakda elli-altmışbin sayısını aşan
talimli asker meydana getirmişti. Ancak, işin sonunu getiremedi.
Zaaf ve yumuşaklığı,
beceriksizliği tedbirlere engel teşkil ediyordu. Bir nevi yavaşlık ile
malûldü. Yoksa yeni fikirler erbabından olduğuna, devrinde yapılan binaların
zerafeti, avrupa askeri sanayiinin ülkeye getirilmesi, dokuma sanayii ve ilmi
tabiat ve fenni İle bilhassa matematikte, ileri gitmemize himmeti pek büyük
olmuştur. Hattâ humbarahane nâzın Ramiz efendiye hendesehane (matematik)
nezaretini de verdiler. Hocaların tayini ve derslerin düzenlenmesinde, Râmiz
efendiyle gizlice haberleşirdi. Mühendishanei berri hümayun ki, yüksek askeri
mekteplerimizin ilkidir. 3. Selim hânın kurduğu mekteptir. Hat yazısında
mahareti, musikide büyük bir üstadhğı bulunuyordu.
Şiirde tlhami adıyla
yazardı. Tarih-i Cevdet; en son söylediği şiirin: "Kimdir ol kimmi şâdi
leh olub şir-i yenkâm Ana himyaze-i gamı olmaya araz-i encam Mest-i sahba
olanın hâli budur Gâhı peymane çeker gâh hımar âlemi" kıtası olduğunu
yazdıktan sonra, sonuna ebced hesabı ile: <kelamım hitam oldu> ibaresini
yazmış olduğunu söylüyor. Askeri vede Bahriyenin ıslahatından başka, tahttan
indiriliş tarihide olan 1222/1807 senesinde, ilmiye yolunda olanların da
ıslahına gayret etmişse de, muvaffak olamadı. Şehid edilmesi vakası pek elem
dolu bir hadisedir. 1223/1808'de vukubulmuştur ve 48 yaşında idi. O vak'ayı 4.
Mustafa devrinde vukubul-muş olması hasebiyle çalışmamızın akışı içinde o
padişahın serencâmını anlatırken vermeye çalışacağız. 3. Selim'in aleyhinde
kıyama kalkışanların, Rusya ve İngiliz elçilerinin, devlet adamlarımız ile
gizli münasebetleri olduğu hattâ Mısır seferinde İngilizlerin, güya kendini
gösteren yardımları hasebiyle bunlardan çoğunun, İngiliz tarafdan olduklarının
bahsedilmekte olan münasebete, delil olduğu aleyhlerine ittifak edilen bir
durumdur.
3. Selim'in ıslahat ve
tensikattan maksadı, devletin meşrutî bir usule kavuşturulması olduğunu da
zannedenlere, bu zanlannin pek gülünç bir kapılış olduğunu burada izah etmeyi
zaid addederiz. 3. Selim dönemin de, Osmanlı devletinin arayış içine girdiği
herkesin malumudur. Buna bağlı olarak padişah, kendisine fikir verecek her
çeşit yaklaşıma fırsat veren bir tutum sergilemekteydi nitekim bir çok müracaat
ve lâyiha takdim edenler olmuş ve bunlardan da istifade olunduğu bir
hakikattir. Bilgi bankası bölümümüze atf-u nazar ettiğinizde hemen
göreceksiniz. Şimdi lâyiha verenlerderrbazı-larının adını taşıyan bir listeyi
deyine Nizâm-ı Cedid askerlik ekolünün kuruluşunun 206. yıldönümü münasebetiyle
yazdığımız makaleden bir pasajı da sahifeierimize almayı lüzumlu bulduk.
24/şubat/1793 tarihi
Nizâm-ı cedid adı verilen asker ekolünün kuruluşudur. Demek ki günümüze kadar
geçen zaman dilimi 206 yılı bulmuş. Osmanlı devletinin kuruluşunun 700.
yıldönümünde asker millet olan yapımıza, başka bir tutum ve anlayış getiren,
askeri düzenlemeyi tetkikten ziyade, Ni-zâm-ı Cedid terkibinde yatan gerçek
mânaya atf-u nazar etmekle, sanırım isabetli bir çalışma yapmış oluruz. Nizâm
kelimesi lugat'da sıra, dizi, düzen dizilmiş olan şey. Bir kaideye binaen
tertib olunma, bir işin sebat ve kıvamına medar, se-beb olan şey ve hâlete
denir. Bir de cedid kelimesine bakalım ve "yeni, kullanılmamış"
mânasına geldiğini görüyoruz. Hiç Nizâm-ı Cedid terkibinde askerlik mânasını
istinbat kabilimi? Yâni askerlikten bahseden bir terkip, bulunuyormu?
Cevabımız; hayır'dır. Ancak, disiplin ve düzen, meslek~i celi-le-i askeriyye'ye
pek denk düştüğünden ve asker bir millet olmamız hasebiyle, bahsedilen terkibi,
askeri birliğimize isim olarak
kullanmaya başlamışız. Aslında, Nizâm-ı Cedid terkibindeki ifade şimdiki
tâbirle yeni düzen anlamındadır.
Osmanlı tarihinde
şehid padişahlar arasında daima hüzünle anılan bu zât, yâni 3. Selim, bahse
konu terkibi, idare de yeni düzen anlamı İçinde uygulamayı düşünmüş ve devletin
en önemli rüknü olan askeri mekanizmada tatbikata başlamıştır. Osmanlı devleti
hizmetinde çalışmış bulunan, Fransız subaylarından Jaroks Deniş; "İstanbul
İsyanları" adlı kitabında 3. Selim'in ıslahatını şöyle anlatıyor:
"19. asrın başlangıcında Selim, cüretkâr bir ıslahat projesi hazırladı.
Bu projede yeniçerilerin kaldırılması, ulema nüfuzunun kırılması, fetvalarıyla
padişahların teşrî selâhiyetini taksim eden (paylaşan) şeyhülislâmların fetvalarına
son verilmesi, Osmanlı devletini avrupanın; sanatta, ilimde, askeri
meselelerde, zi-raatte, ticarette vede medeniyette yaptığı terakkilere ortak
yaparak yenileştirmeyi hedef tutuyordu." Gerek bu ifâde ge rekse başka bir
arşiv vesikası Nizâm-ı Cedid'in geniş ölçüde bir ıslahat olduğunu beyan ediyor.
Yine; Ahmed Cevded paşa tarihinde; Yayla İmâmı risalesinde 3. Selim devrinde
yapılan ıslahatın (dikkat yapılan ıslahatın) 72 madde olarak tes-bit edildiği
yazılıdır. Bu beyan bizim iddiamız değil, TTKY. la-nndan "Selim 3'ün
Hatt-ı Hümayunları" adlı eserinin 29. sa-hifesinde yer almakta. Kitabı
yazanda pek öyle Osmanlı hayranı olmayıp. Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal'dır.
Hemen ilâve edelim ki; 3. Selim asla bir halife olduğunu unutmamış ve kaidey-i
diniyeye vakıf vede tatbikatı olan bir padişahdir. Fransız zâbit'in bahse konu
tesbiti, avrupahların bizi iyi anlayamamalarından, kaynaklandığı gibi,
kendilerinde olmayan müesseseleri keenlemyekün sayma adetine saplanmalarıdır.
3. Mehmed'in; Osmanlı
tahtına geçmesinden sonra, şehzadelerin vilayetlerde vazife içinde
yetiştirilmesi sistemine son verildiği bilinmektedir. Bundan dolayı bu
padişahdan sonra ki padişahların kabiliyetleri, İdarecilik noktai nazarından
hüdâ-i nabit bir hâle gelmiştir. Çünkü sarayda verilen eğitim, bir vilâyetin,
hatta bir eyâletin işlerini gözeterek çekip çevirme imkânı bırakmadığından iş
sadece istidatla meraka kalıyordu. Çok mükemmel bir terbiyeci dahi, arzu ettiği
ortamı yakalayamadıkça ne kadar faydalı olabilir ki? Üstüne üstlük, sarayda
geçen hayat boyunca yaşanan dâirede, her an gelmesi imkân dahilinde olan bir
ölüm iradesi beklemek korkusunu da buna eklerseniz, bu sistemin artık,
mükemmeller yetiştiremeyeceği hakikatına erersiniz. Ancak ne kabiliyetli kimselermiş
ki; bu bütün olumsuzluklara rağmen, fevkaladeler yâni vasatın üstünde olanlar,
yine de çoğunluğu teşkile muvaffak olmuşlar. Deli! Dedikleri Sultan İbrahim,
Girid'i almış.
İşte 3. Selim'de,
sarayın şimşirlik denen bölümünde, yetişmiş şehzadelerinden biriydi, güzel bir
öğrenim görmüş. Muasırlaşmak yoluna, memleketinde katılmasını öngörmüş. Bunu
temin içinde Avrupa'ya Ebubekir Ratıp Efendi adlı bir zâtı göndermiş, oradaki
yenilikleri tesbit etmeyi emr etmiş. Beri yandan taht'a geçergeçmez, ülkesinin
insanlarından layiha adı verilen, teklifler yapılmasını talep etmiştir. Bu
talep 22 adet layiha ile cevap bulmuştur. Bu lâyihaların 20 tanesini
müslümanlar, 2 tanesini de avrupalı iki hristiyan vermiştir. Bu lâyiha veren
fikir ve cesaret sahibi insanların adlarıyla sa-hifelerimizi süsleyelim. 3.
Selim'e Lâyiha Veren Zevat 1- sad-rıazam Koca Yusuf Paşa 2-Sudurdan Veli
Efendizâde Emin 3-Salihzâde Efendi 4-Âşir Efendi 5-HayruIlah Efendi
6-Def-terdar Şerif Efendi 7-Tatarcık Abdullah Efendi 8-Çavuşbaşı Raşid Efendi
9-Abdullah Berri Efendi 10-Hakkı Bey 11-Tersane Emini Hacı Osman Efendi
12-Kethüdai sadr-ı âli Çelebi Mustafa Reşid Efendi 13-Elhac İbrahim Efendi
14-Rikâbı Hümayundan ayrılma Rasih 15-Mustafa Efendi 16-Tarihçi En-verî Efendi
17-Lâleli Mustafa Ağa 18-Ali Râik Efendi 19-Ma-beynci Mustafa İffet bey
20-Beylikçi Sun'i efendi ile Tezkire-i Ülâ, Firdevs Efendilerdir. Hristiyan
olup lâyiha veren iki kişi, birincisi, Osmanlı ordusunda vazifeli Bertrano adlı
bir Fransız subay, 2. si ise İsveç elçilik memurlarından M. d'Ohos-son'dur.
Sultan 3. Selim'in
hanımlarının sayısı, her padişahın harem hayatıyla ilgili belirsizlikten
farklı değildir. Tarık Yılmaz Öztuna, onaltı hanımefendiden söz açarken, TTK
yayını Çağatay (Jluçay'ın ise onbir hanımefendiden bahsederken, Al-derson yedi
isim vermektedir. Bu vaziyet karşısında Öztuna tasnifini öne alarak, bilahire
diğerleriyle mutabık olan isimlerin dışındakilere bakacağız.
Nef'i Zâr, başkadın
efendi 1770 doğumlu olup, 1792'de vefatı vukubulmuştur. Kaimpederi 3.
Mustafa'nın adıyla anılan ve kocası 3. Selim'inde defnolunduğu Lâlelideki
türbesinde medfundur.
Hüsnimâh
başkadınefendi, 1772'de doğmuş ve 1814'de 42 yaşında vefat etmiş. Lâleli'deki
3. Mustafa türbesinde medfundur.
Zibifer, 2.
kadınefendi olup 1773'de doğup, 1817'de 44 yaşında vefat etmiştir. Kütahya'da,
Kıbrıs'da, Rakka'da ve Filibe de mallan vardı, beylerbeyi'nde yalısı vardı.
4. ise
Afitab 3. kadınefendi 1773'de doğmuş ve 1807'de vefatı vukubulmuş, Selimiye
Camii haziresinde medfun.
5. Hanım ise, Refet Kadınefendi olup, 4.
kadınefendi olarak adıgeçmektedir. 1780'de doğmuş, kocası 3. Selim şehid
edilirken yanında idi. 1867'de 87 yaşında vefat etti. Üsküdar Selimiye'de,
mektep yaptırmıştır. Mihrişah Valide türbesine defnolunmuştur.
6. hanımı ise; Nur-i şems Kadınefendi, 1781 'de doğup, 1826'da vefat etmiş,
Laleli'dekİ 3. Mustafa türbesinde med-fundur.
7. Hanımı ise Demhoş Kadmefendi olup, hakkında
malumat olmayıp, vefatı 1807'den sonra olduğu biliniyor.
8. hanımı olan Goncanigâr Kadınefendi de aynen
7. hanım gibidir malumat açısından
9. hanımları ise Mahbube Kadınefendi olup,
Beypazarı'nda çiftliği olup, vefat 1806'dan sonra olduğu biliniyor.
10. hanımı ise, Tâb-ı Safa Kadınefendi olup, 1854'de vefatı söz konusu ve Lâleli'de
defnolunmuştur. Fındıklı'da konağı, Kütahya'da çiftlikleri olduğu
bilinebiliyor.
11. eşi de Mihriban Hanımefendi olup, ikbal idi.
Büyük bestekâr Hacı Sadullah Ağa ile evlendirmiştir.
12. cisi ise; 1809'da vefat eden Nefise
Hanımefendi, Laleli cami türbesinde defnolunmuştur.
13. ise; Pakize Hanımefendi, ıkbal'dir. ..
14. olan Fatma Fer'-i Cihan Hanımefendi, vefatı
1811 olup, ıkbal'dir, Müderris Mehmed Münir Efendi ile 3. Selim evlendirmiş
bulunmaktadır.
15. isim ise Aynî Safa Hanımefendi, İkbal olup bu
hanım hakkında da malumat yoktur.
16. olarak Meryem Hanımefendide İkbal'dir.
Vefatı 1807'den sonradır. Öztuna bey; 3. Selim'in çocuğu olmadığını
kaydediyor. Çağatay Üluçay, edeb dışı bir ifade ile 3. Selim, kısırdı dedikten
sonra da çocukları olmamıştır diyor, kisırdı dedikten sonra da çocuğu
olmadığını söylemek ne kadar doğru bir ifade sayılabilir.
Beri yandan; Vezir-i
azam, padişahın Ahmed adı verilen bir oğlu olduğunu yazmış ve günde üç kere top
atılmasını emretmiştir, ifadesini kaydetmiş ve buna belki siyasi düşüncelerle
diyen bir esnek mütalaa koyarak hafife almaya tevessül etmiş görülüyor. Yine
Öztuna bey ile (Jluçay arasında Öztuna bey. ikballeri hanımı olarak kabul
etmişki, beş ikbali hanımları seviyesinde saymış, üluçay bey; İkballerden
sadece Meryem hanımefendiyi listeye almış yukarıda, ikbal diye geçenleri
bahse konu etmemiştir. Üluçay bey'in listesindeki Safizar kadına, Öztuna bey
listesinde yer vermemiş. Ancak Şehsu-varoğlu Sefizar diye bahse konu etmekte.
Hemen bu a^ada hatırlatalımki; İkbal tâbirini iugat şöylece tanımlamakça: İkbal;
padişahların hareminde yer alan cariyeleri aras*ında ha-nımsultan'lığa namzet
olanlar, demek. Yâni; padişahın nikâhlı hanımı olmayıp, nikâhlısı olması
muhtemel olanlar mânasını taşıyor.
3. Selim, Osmanlı
tahtına oturduğunda makam-ı sadaret-de Koca Yusuf Paşa bulunmaktaydık! 61 gün
sonra Yusuf Pa-şa'nın yerine 7/haziran/1789'da Kethüda Cenaze Hasan Paşayı
göreve getirdi. Hasan Paşa, göreve geldiğinde esir-i firaş idi, yâni hasta
yatağındaydı, bu yüzden Meyyit (ölü) Hasan Paşada denmiştir. 3/aralfk/1789'da
sadaretten infisal etdi-ğinde, hizmeti, 5 ay, 26 gün sürmüş oluyordu ve yerine
başka bir Hasan, Cezayirli Gaazi Palabıyık Hasan Paşa getirildi. Paşa bu
makamda ancak, 3 ay, 28 gün kalabildi, yerini başka bir Hasan Paşaya bıraktı.
Bu paşanın tam adı; 156. Osmanlı sadnazamı olan, Çelebizâde Şerif Hasan Paşa
idi ki. bu zatında infisalinde 10 ay, 16 gün hizmet verdiği görülmüştü.
Bu infisalin peşinden
sadaret, 15/şubat/l 791 'de Koca Yusuf Paşaya 2. defa tevcih olundu. 1 sene, 2
ay, 17 gün görevde kaian, Koca Yusuf Paşa görevi bıraktığında târih
4/ma-yıs/1792'yi gösteriyordu ki onun yerine, Dâmad Fındıklılı Melek Mehmed Paşa'ya
teveccüh ettirildi. Bu zât, 2 sene, 5 ay, 16 gün süren sadaretden sonra
19/ekim/l 794'de, Saf-ranbolu'lu İzzet Mehmed Paşaya makama oturmak sırası
geldi. Bu paşa makamı boşalttığında geçen zaman dilimi, 3 sene, 10 ay, 12 gün
sürmüş ve takvimlerin bu sırada, 30/ağustos/1798'i gösterdiğini söyleyebiliriz.
Sıra Yusuf 2i-yaeddİn Paşaya geldi, 6 sene, 7 ay, 25 gün süren sadaret
noktalandığında takvimler, 24/nisan/l 805 târihini göstermekteydi. Sadaret bu
sırada Hafız İsmail Paşaya veriliyor, 1 sene, 6 ay, 20 gün görevden sonra 3.
Selim son sadnazamını atamıştı ve bu zâtın adı da: Çiçekçizâde Üsküdarlı
Keçiboynuzu Ağa İbrahim Hilmi Paşa idi. Târih ise; 14/ka-sım/1806'yı
gösteriyordu. 3. Selim'in hâl ediliş târihi olan 29/mayıs/1807'ye kadar, bu
sadrıazamından 6 ay, 15 gün kadar hizmet alabildi. Bu sadnazamm, geri kalan
dönemi ki bu da 19 gün idi 4. Mustafa'ya vermiştir. Bu suretle ]8 yıla yaklaşan
saltanatında 3. Selim, sekiz sadrıazam ile çalışmıştır, çünkü Koca Yusuf Paşa
sadarete iki defa geldiğinden sekiz sayılır aslında yoksa dokuz defa sadrıazam
mührü vermiştir.
3. Selim Hân;taht'a
geçtiğinde makarn-ı meşihatde i 18. Osmanlı şeyhülislâmı olarak Mehmed Kâmil
efendiyi bulmuştu. Bu zat, 19/ağustos/İ789'a kadar görevde kalmış ve 3.
Selim'e, 4 ay, 12 gün, hizmet vermiş yerini, İshakzâde Mehmed Şerif Efendiye
bırakmış ve bu zat da 2. meşihatını 17/ekim/1789'a kadar sürdürmüş, 1 ay 29 gün
görevde kalabilmiştir. Yerine gelen Reisül ulema Yahya Tevfik Efendi, 13 qün
kaldığı meşihatde, son nefesini vererek ahirete intikal etmiştir. Yerine; Mekkî
Mehmed Efendi, 27/mart/179rden, 12/temmuz/1792 arasında 1 sene, 3 ay, 16 gün,
makam da-kaldi. 123. şeyhülislâm olarak, Dürrizâde Arif Efendi 2. defa meşihate
gelmiş ve 6 sene, 1 ay, 19 gün kalmıştır. 30/ağus-tos/1798'de yerini Reiszâde
Âşir Efendiye bırakmış 1 sene, 10 ay, 12 gün vazife yapan Âşir Efendi, "I
1 /tem-muz/!800fde, yerini Samânizâde Ömer Hulusi Efendiye bırakmış ve bu
zâtda 2 sene, 10 ay, 11 gün makamda kaldıktan sonra yerini, 21/mayıs/1803'de,
126. şeyhülislam Sâlih-zâde Ahmed Es'ad Efendiye bıraktı, 3 sene, 5 ay, 24 gün
hizmet vermiş bulunan Sâlihzâdede, 14/kasım/I 806'da verini İshakzâde Topal
Mehmed Ataullah Efendiye bıraktı. Bu zat da, 3. Selim'in son tâyin ettiği şeyhülislâm
oldu ve bu padişaha, 6 ay'15 gün hizmet verdi. Böylece 28. padişah ve 20.
Osmanlı halifesi olan 3. Selim Hân, 10 şeyhülislâmla çalışmıştır.
Osmanlı devleti;
Amira! Predal komutasındaki Rus donanmasını Azak kalesine saldırıya geçiş
haberini aldığında, yetişmesinin mümkün olmadığını idrak ettiğinden, hiç
olmazsa Azak Kalesi gibi stratejik bir*yerde filo bulundurmamanın bedelini,
Azak'ın elinden çıkması acısı içinde ödemekle karşı karşıya kalmıştı. Bu târih,
yâni 1736'dan sonra Sinop i!e Kırım arasında filo dolaştırmayı parprensip
olarak kabul etti.
İlk filo da, Canım
Hoca Mehmed Paşa komutasında devriyeye çıktı. Akabinde de, Süleyman Paşa,
yanında 4 çektin. 40 firkate ile bu göreve genişlik kazandırdı. Daha önceleri
Demirbaş Şarl
tarafından, Sultan Mahmudu evvele hediye olunmuş olan, "Hediye tül
Mülk" adı verilen bir kalyon Si-nop'dan Kırım'a asker taşımak hususunda
istimali gerçekleştirildi. Bu donanma Kırım'ın haylice işine yaradı böylece
Ruslar sıkıştırdıkları Kırım'ı terkettiİer. Süleyman Paşa: 1151/1738'de Rubat'a
geldi ve buradaki Rus gemilerini abluka altına aldı.
Amiral Predal,
gemilerinin Osmanlı kuvvetlerinin eline geçmesini önelem için gemilerden
söktürdüğü toplan karaya taşıttırdı, sonra da gemilerini bîr bir batırarak
mücadeleye girişmeden ölümü tercih ettiler. Süleyman Paşa bunları gerçekleştirmekteyken,
Canım Hoca Mehmed Paşa da Dinyeper ağzına ulaşmıştı ve karşısında, 400'e yakın
sayıda, bir nevi ikmâl işlerinde kullanılan tekneler görüvermişti. Ama o teknelerin
kullanıcilanda Osmanlı filosunu görünce her biri sağa sola kaçmış kimileri
teknelerini batırır, kimileri de karaya oturtmaktaydılar. Yalnız bir İşde
aynını yapıyorlardı ki o da, hızla bölgeyi terk etmekti. Ruslar ile Osmanlılar
arasındaki bu savaşı durdurabilmek için Fransa arabulucu olmuş, bunun ilk
müzakereleri istanbul'da yürütülürken daha sonra da Villa Nuva'ya taşınılmıştı.
Burada alınan netice, Azak kalesinin Rusya tarafından yıkılması, bu kale
etrafındaki toprakların tarafsız arazi olarak kullanılması ve her iki tarafın
buraia-ra saldırıda bulunmaması, Kırım Tatarlarının, Rusya üzerine saldırı
düzenlememesi, yine Rusların, gerek Karadeniz gerekse Azak denizin de gemi
bulundurmaması derpiş olunmuştu.
Kuzey Kafkasya da, Büyük
ve Küçük Kabartay adlı devletlerin sınırlarını tesbit etmeleri ve buna Osmanlı
ve de Rusya devletlerinin müdehale etmemeleriydi. Buğdan'da, elege-çirdiği
toprakları Rusların, Osmanlıya iade etmesi, gerektiği vebu antlaşmanın üç ay
içinde tasdiki îdi. 1 8/eylül/l 739'da
imzalanan bu antlaşma 12/aralık 1739'da,
iki devlet Osmanlı/Rusya arasında teati olundu. Sultan 1. Mahmud Fransa'nın bu
arabuiuculuğuyla varılan sonuçtan memnun olmuş ve bunları kara gün dostu olarak
nitelemiştir. Yoksa; Mah-mud'lann ikincisi, çok daha sonraları, avrupayı Rus
emperyalizminden nasıl koruduğunu meşhur şâir La Martine anlatırken,
fransızların bunu anlamadıklarını şikâyet etmiştir. Osmanlı padişahları târihi
pek iyi öğrenen insanlardı. Bu bakımdan hiç kimse, 1. Mahmud'un Fransızları
kara gün dostu olarak, nitelemek gibi bir unvanı dile getirmesini siyaset dışı
hissi bir ifade olarak anlamasın, şüphesizki, Rusların sıcak denizlere
inmesinin, Fransız menfaatlerine hayır getirmeyeceğini bilmek için fazla bir
gayret sarfetmek icâb etmez. Denizle ilgili mevzularda kendimize kaynak
ahzettiğimiz merhum Amiral Afif Büyüktuğrulun, değerli çalışması, Sultan
Mahmud-u evvelin, yukarıda arabuluculuk yaptığını söylediğimiz antlaşma için
Fransız yardımına iyi teşhis koyamadığını, bunu babalarının hayrına yaptığı
kanaatine kapıldığı babında ifadeler serdeder ki merhum amiralimiz doğru bir
teş-hisde bulunamamıştır. Sultan Mahmud'a göre; Rusya veya biz, sahne-i
târihden çekilmedikçe, nice seferlere böyle çatışmalara gireriz bu çatışmaları
hal ü fasi eyleyeceklere ihtiyaç vardır uzak görüşlülüğü neticesinde,
Fransızlara bir takım imtiyazlar tanıdı ve bunu ileriye dönük tedbirler
arasında mütalaa etmek lâzımdır.
Şimdi Sultan
Mahmud'um; verdiği imtiyazları bir sırahyalım daha sonra da kanaatimizi
belirtelim.
a-
İstanbuPdaki Fransız Büyükelçisi, kıdem, makam, serbestlik ve muafiyet
bakımından diğer b. elçilere nazaran daha üst bir mevki de sayılacak.
b- Osmanlı
ülkesinde Fransız t>. elçilik ve konsoloslukları öbür elçiliklere göre daha
üstün hakka mâlik olacaklardı.
c- Fransa b.
elçilik memurları ve mensupları cizye vermeyecekti.
ç-
Kudüs'teki Hz. İsa (A.S)'m kabri, Fransa krallık idaresi altında yürütülecek,
burayı onarmak istediğinde Osmanlı devleti kendilerine engel olmayacaktır.
d- Fransız
tebasi papazların, aynen Fransa konsolosluk, memur ve mensupları gibi haklan
olacaktır. Şimdi bu yapılan bol keseden imtiyazın, Hz. İsa (A.S)'a ait olanı
daha sonraları Fransızlar ve Rusların Kudüsdeki idare hususunda birbirlerine
düştüklerinde biz hem hakem hem de karar "merci olmuşuzdur, böylece de
hristiyan âleminin, inançlar: istikametinde, kavga edecekleri bir platform
tesis etmiş oluyoruz-ki bu soğuk savaşın en geçerli politik arenayı kurma
olarak vasıflandırılabilir.
Diğer tarafdan avrupa
insanı dindarları papasiarın hürmet gördüğü bir ülkeye saygıyla karışık bir
sevgi besler. Bu yönüyle padişahın papaslara tanıdığı bu kolaylık memurlar ile
papaslar arasında gizli bir rekabetde doğrucaktır. Bir daha belirtmek icâb eder
ki; 18. yüzyılın başında, diğer bir tarifle, 1701'den sonra dünya denizcilik
sahasında pek mühim teknolojik gelişmeler yaşandı. İngiliz bahriye nâzirlığıda
dünyanın çeşitli bölgelerindeki denizlere yolladığı gemilerle araştırma ve
geliştirme çalışmalarını başlattılar. Bunların neticesinde de bir hayli olmak
üzere deniz endüstrisini ve denizciliği terakki ettirdiler. Meselâ çeşitli
denizlerin mıknatisiyet özelliklerini incelemişler, daha mükemmel haritalar
yapmaya muvaffak olmuşlar, bu arada da mıknatıslı pusulaların tashihi için,
güneş ve yıldızlara göre geminin bulunduğu mevkii tesbit için seksant aletini
icâd etmişler, astronomi iimini de bu çalışmalarla hayli genişletmişlerdi. Bir
ada ülkesinin yapması gerekenlerin hepsini yapma gayretini, yaşamayı bu işieri
güzel yapmaya çalışması lâzım gelen bir devletin anlayışı olarak da görmek icab
eder. Bizim yâni Osmanlının, bir dünya devleti olmasına rağmen deniz hususunda
böyle geniş çalışmalar, hem de ülkemize büyük faideler sağlayacakken işe
eğilmememiz bir hatay-ı azimden de, öte intihardır nitekim, yaptığımız
tetkikler debu intiharı doğrulamaktadır. Eleman oiarak en mükemmel denizci el
altında dururken, suyu bardakta görenlerin kapdan-ı deryalığa getirilmesi,
intihar Le-şebbüsünün başlangıcı sayılsa, yeridir. İngilizler; bu araştırmalarını
gemilerde kullanılan topların üzerinde de yapm:şlar ve on topla yapılacak işi,
iki topla yapabilecekleri hâle getirmişlerdi. Bütün bunlar İngilizler
tarafından yapılırken, Doğu-akdeniz'in tamamına, Kuzeyafrika kıyılarında söz
sahibi Osmanlı devletimiz, bu gelişmelere ayak uyduramamıştı. Öte taraftan
gemilerin gerek mürettebat, gerekse savaş erleri olarak anıian şanlı
leventlerimiz, gemilerde iş bulamayınca Anadolu içlerine geçipde oralarda
süvarilik yaparak hayalını kazanmaya duçar edilmişti. Gemiden inen levend, at
sırtına binince, bir şakî olma yoluna koyuldular.
Devlet ahalinin
şikâyetlerini göz önüne alarak; "Levend Ocakları" adlı bir teşkilât
kurdu. Ancak çâre olmadı. Taaki Padişah Hamid-i evvel Hz. İeri; 1186/1772'de bu
ocağı lağv etdi. Levendleri devletin diğer kuruluşlarında istihdam etdi. Ondan
sonra Anadoluda çapula devam eden levendleri yakaladığında, cezaya müstahak
kıldı. Bütün bunlara rağmen, Fevzi Kurdoğlu'nun kalemime:
"1736/1737
Savaşına Katılmış Bir Türk Denizcisinin Hatıraları" adlı kitapda, o
dönemde tersanelerimizde hızlı bir faaliyetle hayli gemi yapıldığı
bildirilirken artık eskisi gibi ge-nnilerin gemi reislerinin adıyla değil,
adları özellikle verilmeye başlanmış denilmekte olup bahse hatırat da gemi adları
ve yapıldıkları seneyi bildiren liste şöyledir:
Feth-i Bahrî 1746
Ferr-Î Bahrî 1747 Nasr-Î Bahrî 1748 Be-rid-i Zafer 1749 Ziver-Î Bahrî 1752
Nuret-Î Numa 1749 Nü-veydü Futuh 1754 Vukku Devlet 1756 Hasnî Bahrî 1758
Mesken-Î Gazi 1767 Nasrun Cenk 1768 Fetü Zafer ? Mansu-riye 1776 Ejdir-Î Bahrî
1776 Ceylân-Î Bahrî 1777 İnâyet-Î Hak 1778 Şehber-Î Zafer 1779 Pufad-Î Bahrî
1780 Mukadde-me-î Nusret 1785 Murg-Î Bahrî 1786 Muradiye 1786 Bed-Î Nusret 1786
Asar-Î Nusret 179 2Zafer-î Hümayun "1793 Bahr-Î Zafer 1793 Selimiye 1796
Görüldüğü gibi, ilk tersanelerimizden Karamürsel'den sonra da çeşitli
yerlerde, tesis olunan tersaneler, gemi yapımında hizmet etmişler, gemilerin
imâl târihleri, her yıl bir gemi imâlini ortaya seriyor.
Ruslar ile 1184/1770'de
ağustos ayında yaptığımız Kartal Savaşı mağlubiyetimizle sonuçlanınca, Ruslar
Tuna nehrinin hemen yanma kadar sokulma şansı buldular. Beri yandan da Mora
yarımadasında mukim gayri müslimlere Osmanlı yönetimine karşı ayaklandırma
teminini bu fikrin ısrarcısı Mareşal Münche bırakmış o da önderleri Ortodokslar
olmak üzere bu isyanları hazırlayacak teşkilatlan kurmuştu.
Aslında Makedonyalı ve
adı Mavro Mihal olan Rus ordusundan bir subayı Mora'ya göndermiş teşkilatları
kuran bu subay idi. Peki bu Mora isyanlarını hazırlamakta Ruslar ya!-nız mı
idi? Bu sorunun cevabı hayır, İngilizler en büyük teşvikçileri olup kendini
saklı tutmaya çalışmasıda, denizlerdeki menfaatlerinin Osmanlı denizcileri
tarafından, zora sokulma-masını temin içindi. Yoksa; Osmanlı üzerine çeşitli
vesilelerle giden Rus donanmasının klavuz kaptanlığını, ilmi denizcilik
kavramlarına aşina olmuş majestelerinin kaptanları deruhde etmekteydi. Mora
yarımadası, bizim kara askerimiz ta raf indan daima kontrole tutulsa da, bu
büyük bir istihdam gerektirdiği gibi, haylide zamanımızı almaktaydı takviye
edebilmek için. Kuvvetli bir donanma bu işin pratik ve kesin çözümü ise de,
donanmaya icâbı gereği ihtimam gösterilmediğinden bu geçerli silahı
kullanamamışizdir. Baltık üzerinden Rus donanmasının Akdeniz'e ineceği
istihbaratına ordan yoi yok diyen devlet ricalimiz, Mora ayaklanmasını temin
için 7 kal: yon, 4 firkateyn bir kaç da ikmal gemisini amiral Spiridof
komutasında, harekât halinde olduğunun haberini alınca ve bu gemilere 1200 kadar
Mora'h vede Rum denizcilerin bindi-rildiğini de öğrenince, başka bir bilgiyi
hatırlarına getirdiler ki bilgi şu idi: Garbocağt denizcileri, yâni Cezayir,
Fas, Tu-nus'daki gemicilerimiz, Rus donanmasının Mayorka adasına uğradığını
haber verrnişlerse de, ricâl-i devlet coğrafî bilgile-rince kabil
bulmadıklarından, habere alaka göstermediler. Halbuki bunlar; ikiyüz sene önce
gemileri karada yüzdürmüş bir padişahın devletinin idarecileriydiler.
Osmanlı/Rus savaşı
başladığında donanmanın başında Eğriboz'lu İbrahim Paşa bulunuyordu. İbrahim
Paşa on gemiyi Mora sularına göndermişti. Bu arada Rodos Mutasarrıfı Cafer
Bey'de emri altındaki gemileri bu on geminin yanına gönderip, takviye yoluna
gitdi. Bu sırada kapdan-ı derya-hk'da bir nöbet değişikliği olduki İbrahim
Paşanın yerine Canım Hoca Mehmed Paşa'nın torunu Hüsameddin Paşa getirildi.
Bu hususta, Osmanlı ordusunda görev yaparak kendini göstermiş bir kimse olan
Baron Dö Tot, bu tâyinin Cezayirli Hasan Paşa üzerinde yapılmasının isabetli
olacağını belirtmekten kendini alamamıştır. Mora'da zuhur eden ayaklanmaya
yardımcı olmak isteyen Rus donanmasına karşı filomuzun kalyonu onüç tane olup,
bunlardan üç tanesi sakatlanmış idi. Bunların adları şunlardı: Burcuzafer,
Hisnibahri, Ziveribahri. Seyfibahri, Mehengibahri, Pelengibahri, İkabıbahri,
Mukaddeme-i şeref, Tılsim-ibahri ve Semendibahri, Seyyarîbahri, Berid-îzafer
ile Mesgenigazi kalyonları idi.
Ayrıca on adet de
çektiri vardı. 6/mayıs/1770 târihinde İstanbul'dan hareket eden fîlo'nun
başında Kapdan-ı derya bulunuyordu ve 24/mayis/1770'de Anapoli'ye
gelirlerlerken, Rodos Mutasarrıfı Cafer Bey'de yedi gemisiyle filoya katıldı.
Rus filoları dört ayrı filodan müteşekkildi. Spiridof, Elfinston, Arfa ve
Çiçagof adlı amirallerin yönetimindeydi. Bütün bunların komutanı da, Rus deniz
kuvvetleri komutanı olan, Amiral Aleksi Orlof idi.
Rus gemilerinin tamamı
15 tane kalyon, 16 tane küçük gemiden müteşekkildi. Bu kuvvetlerle; 1 8/mayıs/l
770'de, Menekşe deniz savaşı yapıldı ve üçbuçuk saat süren bu sa-vaşda Cafer
Bey filosu, rüzgârın oyunuyla savaş alanından uzaklaşmak mecburiyetinde kaldı.
Rüzgâr az sonra Rus gemilerinin işine yarar şekilde yön değiştirdi. Bu hâl
Hüsamed-din Paşayı korkuttu. Gecenin karanlığında kaçmayı düşünüyordu. Bunun
içinde akşamla beraber düşman önünden uzaklaşmaya başladı. Cezayirli Hasan Paşa
durumu anladı, Hasan Paşa ise gece kaçmak yerine tam tersine düşman filosuna
hücum tabiyesini plânlıyordu. Hüsameddin Paşanın gemisine yaklaşmayı deneyen
Cezayirli Hasan Paşa, plânına ikna edemediği kapdan-ı derya'ya en sonunda şu
sözleri söylediği rivayet edilir:
"Madema ki düşman
filosuyla çarpışmaya isteğiniz yok, düşmanla böyle zaman zaman karşılaşmamak
için ya Çanakkale ya da izmir'de bulunan müstahkem mevkiide gidip şerefsizce
oturalım!" Bu sözü tastamam anladığını belli etmemekle beraber Kapdan
Paşa, Hasan Paşanın dediğini yapmış Çanak kaleye hareket emri vermiştir. Temmuz/l
770'de Koyunada'fan savaşı yapılmıştır. Bu savaş da
Cezayirli Hasan Paşa
ki daha o sıralarda, Bey olarak anılıyordu. Bindiği gemi ile bir Rus gemisine
rampa yapmış ve o gemiye geçerek levendleriyle beraber göğüs goğüse çarpışmışlardı.
Rus komutan gemisi bu sırada cephaneliği ateş aldığından infilaka mâruz kalmış
ve bizim Burcuzafer adlı gemimizin yelkenlerini tutuşturmuştu. Yaralı olan
Hasan Bey, hemen denize atlamış öteki gemilerimizden birine geçerek savaşı
oradan sevk-i idareye devam etmiştir. Bu arada kapdan-ı derya'dan gelen bir
emirde gemilerin Çeşme Limanına çekilmesi bildiriliyordu. Rus gemileriyse
yangınlarını söndürmek üzere el elde baş başda kalmışlardı ve tabii İlân etmek
gerekirki, Çeşme limanı küçük bir liman olduğundan, gemilerin bir kısmını
liman dışında nöbette bırakmak gerekirdi. İlk sebeb de, limana giren bütün
gemiler, burada tıkışa tıkışa yer buldular. Liman'ın içi de iğne atsan suya
düşmeyecek hâle gelmişti. Bir gemide çıkan yangın, hepsinin yanmasına sebeb
olurdu. Bunun mahzurları anlatılan Kapdanpaşa, Liman ağzına koydurduğu dört
kalyon emniyeti sağlar diyordu. Cezayirliyi dinlememeyi kendine görev addeden
Hüsameddin Paşa, böylece Amiral Eifinston'un bir ateş kayığıyla, Osmanlı
donanmasını yakabileceği hâle getirmiş oluyordu.
Rusların klavuz
kapdanı olan Eifinston'un Ruslara plânını anlatması ilk nazarda Rusları iknaya
yetmedi. Ancak, tecrübeli ve fenn-i denizcilik gelişmeleri hususunda bilgili
amiral, Rusları kabul eder hâle getirdi. İngiliz Komodoru Greik komutasında,
dört kalyonla iki fırkateyn'den ve bir humbara gemisi (ateş kayığı) meydana
gelen küçük filo akşam karanlığını kollamaya başlamıştı. Fakat düşman
görülmüş, bunun için top atışlarıyla yürüyen bir savaş başlamışsa da, her ânı
aleyhimize olmaktaydı, çünkü limandaki tıkış tıkış haldeki gemilerimizden
bazıları yanmaya başlamış ve biribirine yangın sirayetine çâre
bulamamaktaydılar. Bu yangınlar hasebiyle kıyıya yaklaşmakta olan ateş
kayığınında farkına varılamamıştı. Bu kayığı da kullanan bir ingiliz
gemiciydi.
Merhum amiral
Büyüktuğrul, adı geçen eserinde bu kayığı Osmanlı kalyonlarından birine
bağladığı esnada elleri ve saçları yanmağa başladığından hemen suya atlayıp,
kendini yanmaktan kurtardığını da kaydetmeyi ihmal etmemiş. Bu yanma
felaketinden kurtulan tek gemi amiral gemisi de denen baştarde'miz olmuştur.
Vasıf Târihinde
Cezayirli Hasan Bey'in ağzında kılıcı olduğu halde, denize atlayıp yüzerek
karaya çıktığı ve bu çıkışı görenlerin bu yiğide: "Timsah Adam"
dediklerini de buraya kaydedelim. Hasan Bey İzmir'e yaralarını tedavi ettirmek
için geçerken, Hüsameddin Paşa da Gelibolu'ya geçmiş ancak az sonra orada vefat
etmiştir. Mutasarrıf Cafer Bey'de terfi ettirilip, kapdan-ı derya'Iığa
getirilmiştir.
Bu arada Sultan 3.
Mustafa döneminde Rusların bir üs olmak üzere ele geçirmeye çalıştığı Limni
Adası ile alakalı, Cezayirli Gazi Hasan Paşanın vak'asını, o bölümde verdiğimizden
burada sadece Baron Dö Tot'un Hasan Paşanın bu teşebbüsüne muhalif kaldığın1
belirtelim ve hatırlatalım ki, Amiral Orlof, Hasan Paşanın Ada'ya geçtiğini
Öğrendiğinde, hemen karaya çıkarmış olduğu askeri gemilere taşımış ve ada
üzerindeki emellerine veda etmişlerdir. Baron haksız, çıkmış Cezayirli Gazi
Hasan Paşa ise hem amirai-paşa olmuş, hem de Kapdan-ı deryalık kendisine
tevcih olunmuştu.
Biz burada
okurlarımıza hatırlatalım ki Şişhane'den Kasımpaşa'ya inerken yüzü Haliç
Denizine dönük olmak üzere ve elinin altında bir arslan ile birlikteki heykel,
Cezayirli Ga-azi Hasan Paşanın heykelidir. Cezayirli Gazi Hasan Paşa iki defa
kapdan-ı derya olmuş olup ilki, yukarıda yazdığımız olup, ilk gelişi 3 sene, 4
ay, 7 gün sürmüş olup, yerine Dâ-mad Melek Mehmed Paşa getirilmiştir. Bu zâtın,
4 sene, 8 ay,
19 gün süren döneminin
akabinde yeniden Kapdan-ı derya olan Gaazi Cezayirli Hasan Paşa, bu seferin de,
9/tem-muz/1774'de başladığı görevden ayrıldığında takvim, 20/ni-san/1789'u
gösteriyor ve 14 sene, 9 ay, 14 günlük bir zaman dilimini gösterir, ilk
görevlendirilmesini de buna ilâve edersek, yekûn olarak, 18 sene, 1 ay, 19 gün
eder ki, bu kapda-nıderyalar içinde en uzun zaman görevde kalmış zât oimasını
gösterir.
Şurada hemen
belirtelimki, sahib-i selâhiyetin sözleri her çeşit topluluk için bir mâna
ifâde eder. Bizim bu çalışmamızda da kaydettiğimiz bu ifadeye sadık kalarak
mümkün mertebe, Osmanlı târihi bakımından sayfalarımızı deniz kuvvetlerimizin,
harekâtlarına önem vermeyi lüzumlu gördük, buna da, şu ifadeyi istinat
göstermek isteriz. Merhum Amiral Afif Büyüktuğrul; "Osmanlı deniz harp
târihi ve Cumhuriyet donanması" adlı kıymetli çalışmasının, 2. cildinin
286. sahife-sindeki 180. dip notunda:
"Üzüntüyle ifâde
etmek gereker ki Cumhuriyet döneminin, 60. yılına ulşamak üzere, olduğumuz
halde, en büyük Türk Târih Kurumunun yayınların da bile, deniz olaylarının
etkisi hesaba katılmamıştır. Örneğin bu kurumun yazdığı Osmanlı târih kitapları
%99 kara olaylarının, etkisini tartışmış %1'de sadece deniz olaylarının mahiyetinden
söz etmiştir.
Mazur görülen neden de
şudur, Osmanlı devleti korsan döneminde kurulduğu için korsan sanısıyle
yetinilmesidir. Halbuki Barbarosların, Turgut Resilerin, Piyale Paşaların
yaptığı yağma hareketleri bile İspanya, İtalyan, ve Alman Kara kuvvetlerini
kıyı savunmasıyla meşgul etmiş ve bu devletlerin Osmanlı kara kuvvetleri
karşısına gereği kadar kara kuvveti gönderememelerini sağlamıştır.
"Demektedir. Biz, Ordumuzun deniz gücünde vazife almış ve amirallik
rütbesine kadar, irtıka etmiş bu zâtın görüşlerini elbette ve elbette sahib-i
se-lahiyetin beyanından addediyor ve mümkün mertebe ve muktesebatımız
miktarında silahlı kuvvetlerimizin deniz târihini çalışmamıza katmayı elzem
bildik.
Aynı zamanda,
donanmasına ehemmiyet veren bir millet, bu münasebetle o ülkenin yan sanayiinde
gelişecek fırsatlar yakalar. Gemi sanayiinin ülke ekonomisine getireceği
pozitif fayda en azından dışa bağımlılığın azalması demek olup, aziz
milletimizin değerli evlâdlarının, yan sanaayide müteşebbis ruhu, beiki gemi
sanayiine öyle buluşları hediye etme şansı bulur ki, iki asra yakın dünya
teknolojisine mûcid olmak üzere bir katkıda bulunamayan milletimiz, bu husus da
şey-tan'in bacağımda kırar inşaallah!
Cezayirli Gaazi Hasan
Paşa'dan özel mahiyette bu satırlarda bahsetmemiz bir çok bakımdan
gerekmektedir. Ancak biz buradaki ifademizde ara başlıkta kullandığımız:
"1736'dan, 1789'a kadar deniz harekâtları" nitelememize riayet ederek
yazacağız. Kaynarca antlaşması sonucunda Kırım'ın Osmanlı devletine bağı,
Osmanlı padişahının aynı zamanda halife-i müslîmin olmasına kalmıştı. Halbuki;
Kırım'ın Osmanlı devleti için ehemmiyeti büyük olduğu gibi, Karadeniz'in
kontrolünde ayrıca mühimdi.
Sultan 1. Abdülhamid,
ülke kalkınmasının reçetelerini ararken, denizciliğimize batı âleminde yapılan
her türiü buluşu ve tarzı kullanmağa bakmaktaydı. Devlet, behemehal Kırım'ı
eski statüsüne getirebilmek için elinden geieni yapmalıydı, fakat ihtiyacımız
olan sulh hâlinde kalmak ortadan kalkar anlayışıyla, yeni bir savaşa hazır
olamamanın İdraki içinde, Kırım için bir teşebbüse girişememekteydi. Öte
yandan da, Kırım hanlığında bir tebeddül oldu, hân değişmişti. Ama İstanbul'un
kapısında bir Kırım'ı temsil eden heyet gelmiş, hürriyeti Osmanlı'ya bağlı
olmakta görüyorlar, mutlaka hi-mâye-i Osmaniye'ye girmek istediklerini rica
etmekteydiler.
Bu ricalarıyla
birlikte Kerç ve Yenikale'nin Ruslardan geri alınmasının lâzımıyetini İleri
sürmüşlerdi. Kabil olmadığı takdir ise, Kırım ahalisine Anadolu topraklarında
iskân ve bu muhacerata izin istediler. Müslümanların muhacerat istekleri,
Rusların, bilhassa stratejik çıkarları hasebiyle, Kırım topraklarına sahip
çıkmakla buluşmuş oluyordu. Rusya gayesine uygun tarzda politikalara yelken
açıyor, sert tutumlu Şahin-giray'ın hân olması, bu hân'ın Rusya sempatizanlığı,
Kırım ordusunu Rus üniformalarına benzeyen libasla donatması, Rusya'ya
gönderdiği bir heyetle Rus, yönetimine girmeye tâ-lib olduğunu bildirmesi,
içeride Tatar gayri memnunlarını art-tırdıydı ki, Osmanlı devleti, Rusya'nın
Kırım'la ilgili müdeha-lelerini savaşı da göze alarak protesto ettiği görüldü.
Osmanlılar bu halde
iken, Abaza ve Çerkezlerde, Şahingi-ray aleyhine hareketlendiler Kırım'a kuvvet
gönderdiler. Şa-hingiray; bu diyardan Rusların bulunduğu Kerç Kalesindeki
komutana sığınmak için sıvışmayı seçti. Afi Paşa komutasındaki, sekiz tane
kalyona doldurulan 8bin asker Kırım'a yola çıkarılmıştı. Sivastopol'ün alınması
ve buraya asker çıkarılması tenbihi padişah 1. Abdülhamid hânın emrettiği ortadayken
ve filo gemi komutanlarının, Sivastopol limanın, çok stratejik bir yer olduğu
ve limanın büyüklüğü gemilerin rahatça kışı geçirtebilecek vasıfta olduğunu
belirtmelerine, İstanbul'a dönmeye lüzum göstermeyeceğini izah etmelerine
rağmen, Hacı Ali Paşa işi ters mantığa taşıdı ve bu mantıkla da düşündüğünde
böyle nri*ühim bir üssü Ruslar, adamakıllı tahkim etmişlerdir, demek suretiyle
taht sahibine bir defa sorayım cevabını verdi. İstanbul, yâni padişah bu sefer
de, Hacı Ali Paşanın değerlendirmesini göz önüne aldı. Kırım harekâtına 40bin
kişiyi bulan bir kuvvet hazırlamakta olduğunu, donanma bütün gemileriyle
Sinop'ta kışı geçirsin emrini gönderdi. Kış geçti. Takvim, 9/ağustos/1778'İ
gösterirken Sinop'tan Kırım üzerine Hacı Ali Paşanın serdarlığında yola çıkıldı
vede Deryakapdanı Cezayirli Hasan Paşa, Ruslara Kırım'a gidilmediğini,
Sivastopol'a gidilip, Taman ve Kırım'a su getirileceğini bildirdi. Ruslar bu
habere tabiatıyla inanmadılar. Bunun Kaynarca antlaşmasının ihlâli
sayılabileceğini ileri sürdüler. Kapdanderya tereddüte düştü. O da, J.
Abdülba-mid hân'a başvurmaktan kendini alamadı. Cevap ise; Rusların,
Kaynarcayı ihlâl ettiğini, bu sebebden Kırım ve Taman'a asker çıkarılması
emrini tazeledi. Diplomasi arenası da bu sebeble hareketlendi. Fransızlar,
Osmanlı devlet adarrrlarinm bu savaşı istememeye şevke çalışırken, savaşın
vereceği zarar İngilizlerin işine pek yarayacağı düşüncesiyle, bunların b.
elçileri tırnaklarını birbirine sürtüyordu. Osmanlı/Rus savaşını kendilerine
fayda sağlar buluyordu. Diplomasi alanında yapılan çeşitli istişare, görüşme ve
fikr-i teati sonunda Fransız b. elçisinin teenni tavsiyesi muvafık bulunmuştu.
Mart/1779'da
Aynalikavak İskelesi, ki burası İstanbulda bir semttir. Mezkûr yerde
Osmanlı/Rus diplomatları müzakerelere başladılar. Ancak burada yapılan
konuşmaların sonunda Osmanlı devleti Kaynarca'yı bu müzakerelerde
yumuşa-tamadığı gibi, Şahingiray'ın Kırım hân'lığını tanımayı kabul etmesi,
ayrıca bir kayıptı. Mısır'da asırlardır, farklı bir statü yakalamış olan
Kölemenler, Osmanlı devletinden uzaklaşıp, Mısır'ı bir bağımsız Kölemen devleti
hâline getirebilmenin, yolunu aramaya başlamışlardı. Bunun akabinde hemence
bazı imtiyazları elde ettikleri de görüldü. Artık onların istediği Mısır'a vali
oluyor, istemedikleri yıkılıp gidiyordu.
Kölemenlerin içinde
nüfuz sahibi üç kişiden İsmail Bey, Osmanlı yönetiminde kalmaya taraftar
anlayışın sahibi idi. Buna karşılık, Osmanlı aleyhtarı Murad ile İbrahim beyler
arasındaki mücadele, Osmanlı aleyhine ayaklanmanın bidayetini, yâni başlangıç
sebebini teşkil etti. İsmail bey, rakipleri
Murad ve İbrahim
beylerden Suriye'ye kaçmak suretiyle ortadan çekilmiş oluyordu. Ortalık
Osmanlı aleyhtarı, fakat bağımlılığı kabul etmeyen ikiliye kalmıştı.
Aralarındaki kavga da Murad, İbrahim'i diskalifiye etmeyi başarmışsa da,
devlet-i âliye Mısır'a vali olarak Yeğen Mehmed Paşayı gönderirken de, isyanı
bastırmak vazifesiyle, Kapdan-i derya Cezayirli Gaazi Hasan Paşayı da Mısır'a
yollamıştı.
Murad Bey, ben şimdi
ne yapacağım diye kara kara düşünürken, bu haberi alan kölemen Beylerinden
İbrahim Bey hemen bütün maiyeti ve küvetiyle geri dönmüş rakibi Mu-rad'ın
emrine girmişti. Böylece Kölemenler, yekpare bir gurup olarak Osmanlı
kuvvetlerine karşı koyacaklardı. Murad Bey, politikanın gereği Mısır valisine
yaltaklanıyordu. Bir yandan o güne kadar devlet aleyhinde yaptıklarından da tövbe
istiğfar ediyor hem de, dış güçlerden Kölemen başkaldırısını destekleyecek
sahip arıyordu.
Bu arada hemen ilâve
edelim ki; 2. Katerina haylice uzak görüşlü davranmış, daha 1775'de Mısır'a, Kont
Kanus adlı teşkilatçı ve diplomaside çok tecrübeli bir elçi göndermişti. Murad
Bey; ilk iskandili Fransızlar üzerinde yaptıysa da Av-rupadaki meselelerini
çözememiş Fransa üzülerek bu yardımın taraftan olamadı. Murad Bey bu sefer
teklifi Kont Ka-nus'a yaptı. Gelişindeki hikmet bu olan Kanus, hemen Çariçeye
haberi uçurarak durumu aktardı. Petersburga çağırılan Kont Kanus, Çariçeye
bütün meseleyi anlattı. Çariçe 2. Katerina; Murad Bey'e yazdığı mektupda, çok
kısa zamanda Akdenize bir donanma göndereceğini, bu kuvvet Osmanlıların
Mısır'a kuvvet götürmelerine engel olacağından mücadeleniz, denizden ikmal
alması kabil olamayan bir devletle mücadele edeceksiniz, ayrıca Akdenize
gelecek donanmam ne ticaret gemilerinize ne de Mısır topraklarına ilişecektir.
Nasıl yardım isterseniz,
selahiyetli kıldığım Kont Kanus'la konuşun demekteydi.
Amma bunlar olurken;
Gaazi Hasan Paşa gelmiş ve bir darbede Kölemenleri darmadağınık etmişti.
Böylece Mu-rad'da, İbrahim de padişahın affına sığınmaktan, kendilerine, mülk-ü
Osmanide bir başka yerde istihdam olunmalarını istirham ettiler. Devlet-i
âliye önce bu talebi ret etti sonra da onlara yer gösterdi.
Cezayirli Gaazi Hasan
Paşa, kapdamderya olarak atandı-ğındaki ilk işi tecrübe ile ilmî denizcilik
anlayışını birleştirme yolunu açacak her teşebbüse ya öncülük etdi yahut da
böyle tavsiyeleri hakikat kılmaya pek büyük önem verdi. Zaman zaman Barondö Tot
ile aynı istikamette düşünmüyorlarsa bile, Baron'un askeriyemize getirdiği
faydalı hususların takdir-kârıydı, bu merkezden kalkarak donanmanın eğitimi ve
oradan buradan toplanan memleket evlâdı yerine yine oradan buradan toplayıp
fakat ciddi bir denizcilik eğitimi veren müessese kurmak, limana dönmüş
denizcilerin, evlerine veya şuralara buralara gitmelerine mâni olabilmek için
ve muntazam bir deniz kışlası hayatı yaşayabilmeleri için kışlalar yaptırmıştır.
Bütün bunları yaparken
avrupadan getirttiği mühendislerin tavsiyeleriyle tersanelerimizi haylice
genişletmiş gemi yapımında ve donatmada, en son buluşları kullanmaktan geri
kalmamıştır.
Amiral Büyüktuğrul,
Hasan Paşanın tabii ki bir çok muhalifi olduğunu zikrederken şu bilgiyi
vermekten kendini alamamış. Bilgi şu: "belgelere dayanmayan fikirlere
göre Cezayirli Gaazi Hasan Paşa bu çalışmalarında, büyük karşı koymalara
uğramış ve 1784 yılında İstanbul'da yaptırdığı kalyoncu kışlasının parasını
cebinden vermek zorunda kalmıştı." Demekte
Yine biz bu savaşın
denizle alakalı bölümlerine işaret etmeye çalışacağız. Efendim padişah 1.
Abdülhamid'in pek sevdiği Yusuf Paşası ile yine pek beğenip sevdiği Cezayirli
Gaazi Hasan Paşa arasında, anlayış farkı ve tercihde büsbütün ayrılıkları
vardı. Kırım'ın Rus nüfuzuna girmesi hususu ümmet-i Muhammedin çok gücüne
gitmiş, derhal Kırım'ın istirdadı pek yaygın şekilde istenmeye başlanmıştı.
Yusuf Paşa bu isteği haklı buluyordu ve Ruslara karşı savaşın açılmasında
padişah 1. Abdülhamid'i inkendisine uymasını temine büyük gayret gösteriyordu.
Gaazi Hasan Paşa ise; Yusut Paşanın kanaatine, iştirak etmiyordu. Osmanlı
deniz yollarının donanmanın yetersizliği yüzünden her geçen gün kapalı hâle
gelmesi, gereken ikmâlde donanmanın fazla bir yük taşıya-maması, diğer
birliklerimizin sıkıntıya hâttâ bir felâkete bile düşerler endişesi taşıyor,
Kırım'ın kurtuluşunu istihsal edelim derken daha büyük kayıplara uğrarsak
hâlimiz nice olur düşüncesine yelken açıyordu.
Yukarıda söylediğimiz
Yusuf Paşanın; savaşı açalım sıkıştırmasına mütereddit kalan padişah, Mısır'a
gönderdiği Kap-danıderya'sını yanına çağırttı. Ne var ki; Yusuf Paşa, Hasan
Paşa geldiğinde padişah birimizden birine uyarsa uyulmayan taraf da ben olursam
bizin^ sadaret elimden gider diye düşünmüş olmalı ki ısrarını sıklaştırıp,
Gaazi Hasan Paşa'nm gelmesini beklettirmeden savaşı açtırmaya muvaffak oldu.
Halbuki; Rusya, Prusyayla imzaladığı ortaklığı bozmuş ve Avusturya'ya yanaşmış
müştereken saldıncaklan Osmanlı'dan, alacakları yerleri aralarında şöyle
paylaşmışlardı:
a- Rusya;
Osmanlıya açtığı bu savaş sonunda Dinyeper, Buğ ve Dinyester nehirleri
arasındaki toprakları alabileceği gibi, Eğede bulunan adaların bazılarını da kendine mâl
edeceğini hesablamaktaydı. Eflak ve Buğdan bağımsız prenslik hâline gelecekti.
b- Avusturya
ise; Tuna nehri ile Transilvanya dağları arasındaki Osmanlı topraklarını
kendine katabilecekti, yine Orsuva, Vidin, Niğbolu ve Hotin şehirlerine
konabilecek idi. Yine Avusturya, Dalmaçya sahillerine inecek buna karşılık,
kıbrıs ve Girid ve Mora yarımadasının Venediklilere verilmesine ses
çıkarmayacaktı. Ancak; bu görülen paylaşımın görülmeyen bir tarafında
halisilasyon diyebileceğimiz 2. Katerina'nın İnşaallah ebediyete kadar
gerçekleşmesi kabil olmayacak bir hayali yatıyordu. Bu da İstanbul'umuzun
Rusların eline geçmesi idi ve Kostantin adını verdiği torununu bu tahta
hazırlamaktı.
Hoş Çariçenin müşaviri
Potemkin'de böyle bir hayal taşımakla beraber, orada ihya olunacak Bizans
İmparatorluğu tahtına kendini ve kendinden sonraki neslini hülyalarında yaşatıyordu.
İşte herkes bir gizli - açık hesabın peşindeyken Hasan Paşa denizde ne kadar
kuvvetli bir donanmaya sahip olursak devleti o kadar iyi savunuruz
düşüncesindeydi. Zâten 1773'de, Heybeliada'da kurduğu mektepde artık denizcilik
ilmîyle yetişen kaliteli denizcileri donanmada haylice istihdam etmekteydi.
Böylece personel meselesinde de artık mesafe alınmıştı. Savaşın patlamasıyla
beraber Yusuf Paşa, Rusya'nın yanında ki Avusturya'yı gördüğünde ayakları suya
erdi. Çünkü onun hesabında tek rakip olan Rusya olup yenmeyi gözü almıştı.
Fakat Avusturya işin içine girince bir defa iki cephede boğuşacağımızın resmi
ortaya çıktı. Bu da gücümüzün üstünde bir kuvvetle karşıkarşıya olduğumuz
kat'i idi. Karadeniz'de dolaysıyla Kırım civannda hava muhalefeti Rus
donanmasını öyle bir sakatladı ki ünlü general Potemkin, bu fırtınadan sonra
donanmasının, Osmanlı donanmasının, pek altında bir güce düştüğünün korkularının verdiği
psikolojik çöküşü yaşadı.
Rusların Karadeniz'de
iki filosu vardı. Büyük Karadeniz filosu denenin başında Amiral Graf Voynovice
olduğu halde Sivastopol'da, küçük filoları olan da Dinyeper nehiri içine üslenmiş
komutanları Modavineffe adlı bir amiral idi. Bu iki filonun bulunması,
Karadeniz'in Osmanlı hâkimiyetinin nakısa düşmeye başlamasının bir
habercisiydi. 1788 yılının mayıs ayında Hasan Paşa on büyük gemi, altı
firkateyn, kırkyedi küçük gemiyle Karadeniz'e açıldı. Dinyeper civarına sokularak,
Rusların muhasarasının deniz bölümünde olanını böylece kırmış oldu. Burada bir
küçük filo bırakarak, Rusların ana filosunu aramaya çıktı. Hasan Paşa buraya
bir kaç gemi bırakmakta isabet kaydetmişti ki Rus Kaptan Sakyn'le karşılaşan
filomuz bunun hemen üzerine saldırdı. Kaptan Sakyn, Osmanlı gemileriyle
başedemeyeceğini bildiğinden hemen kendi gemisini batırdı. Ancak bu batırma
esnasındaki gemiye aid cephanenin patlaması, diğer Rus gemilerine zararını
söylemeden geçemedim. Osmanlı ve Rus donanmaları Din-yester'in önünde
karşılaştılar ve kapıştılar. Bu savaşın nihayetinde her iki taraf hayli kayıp
verirken, İsmail Hakkı CJzun-çarşılı, bizim haylice hasar gördüğümüzü
belirtirken, Rus yazarları, bizim kayıplarımıza dâir şu rakamları
gösteriyordu; 13 gemi vede 6bin ölü demektelerdi. .
Merhum Amiral Afif
Büyüktuğrul, şu nâzik amma ikna edici cümlelerle şunları ileti sürüyor:
"Lâkin bu savaşın az sonrasında yâni 1788'de, Yılan Adası civarında iki
donanma bir daha kapıştı ve Ruslar bu muharebede Osmanlı donanmasının gaalip
gelmesi, gerek Osmanlı gerekse Rus yazarların söylediği gibi, geçen savaşda
ileri sürülen zararlara uğramadığının.göstergesi değilmidir?" Beri yandan;
Dinyeper nehri sularının hayli sığ olması savaş gemilerinin çok su
çekmesi Ruslar tarafından kuşatılmış
Dinyeper kalesine, bu gemilerin fazla bir yardımı olamadı. Hasan Paşa
İstanbul'a haner göndererek, daha az su çeken gemilerin gönderilmesini İsterken,
dalgıç adı verilmiş olan deniz fedailerinin de bir bölümünün acele
gönderilmesini istemişti. Fakat Hasan Pa-şa'nın bu isteği, kulak arkası edildi.
Ne gelen oldu nede gönderilen vardı. Dinyeper kalemiz, üç ay süren müdafaadan
sonra Ruslara teslim olmaktan başka çâre bulamadı.
Osmanlı tahtına geçmiş
bulunan 3. Selim, kapdanıder-ya'yı Dinyeper tesliminden mesul tutarak azletti.
Yerine 20/nisan/] 789'da Giridli Hüseyin Paşayı 2 sene, 10 ay, 21 gün sürecek
kapdanıderyalığa tâyin etdi. Büyüktuğrul amiral, sehven Küçük Hüseyin Paşanın
getirildiğini kaydeder de, bu doğru değildir, Küçük Hüseyin Giridli Hüseyin
Paşadan sonra göreve getirilen, 156. kapdan-ı derya Dâmad Küçük Hüseyin Paşa,
padişah 3. Selim'in süt kardeşi olup, 1 l/mart/1792'de geldiği görevi,
7/aralık/1803'de vefatıyia bıraktığında, makamı 11 sene, 8 ay, 27 gün işgal
etmişti Cezayirli Gaazi Hasan Paşa; bir çok tarihçinin ittifak ettiği gibi
esas bakımdan görevden alınmasına da, 1788'de sadrıazam Halil Hamid Paşa,
Osmanlı tahtına 3. Selim'i geçirmeyi hazırladığı haberini almış ve bunu hemen
Sultan Hamid-i evvele haber vermiş padişah da, sadnazami görevden almış hareketi
boşa çıkarmış ayrıca Halil Hamid Paşayı da idam etmiştir.
3. Selim'se bu haber
verişi kendisinin tahta çıkmasına razı olmamak şekli içinde mütalaa etmiş
Dinyeper Kalesi bahanesi yüzünden, bu kıymetli kapdan-ı derya'y' azletmiş olduğunda
birleşirler. Bu fevkalâde az rastlanır bir kahraman olan, Cezayirli Palabıyık
Gaazi Hasan Paşanın, kısaca hâl tercemesinden bahsedemeden geçemiyoruz.
Kafkasya'da bir rivayete göre 1715,
diğer bir rivayete göre de 1719'da doğmuş bulunan, Hasan Paşa'nın Osmanlı
devletinin 155. sadrı-azamı olrak görev yaptığımda hemen hatırlatalım. Bu sadareti;
3/aralık /1789'da başlamış ve 3 ay, 28 gün
sonra, 30/mart/1790'da tamamlanmıştır. Cezayirli Hasan Paşa 1790'da
kendi parasıyla yaptırdığı Tekkede, Şumnu'da vefat etmiş ve oraya
defnolunmuştur. Sağlığında küçük yaşından beri yanında besleyip büyüttüğü bir
aslan ile gezerdi. Paşa, 1738'de, Yeniçerilerin 25. ortasına kayıd olmuştur.
Yeniçeri olmadan evvel çocukluğu, satılmış olduğu Tekirdağlı bir tüccarın
yanında geçmiştir. Cezayir'e gitmek üzere bindiği bir gemiye Cezayir'e çok
yakın bir yerde, yabancı bir gemi musallat olmuş ve rampa yaptığı gemiyi ele geçirmek
isterken. genç Hasan bir yiğit olarak tek başına o geminin bütün insanlarını
esir almıştır. Limana yanaştıklarında bu kahramanlıktan haberdar olan Cezayir
Dayısı, bu gencin cesaret ve maharetine hayran olarak ele geçirdiği gemiyi
kendisine verdiği gibi bir de kahvehane hediye etmekten kendini alamamıştır.
Burada hizmete girerek, subaylığa kadar yükselmişken, Cezayir Beylerbeyi
maalesef kendisini kıskanmış, bundan dolayı da Öldürmek isterken Hasan bey
İspanya'ya kaçmak mecburiyetinde kaldı. 4. Karlos bu mülteciyi gayet güzel
bir şekilde karşıladı. Daha sonra İspanya'dan ayrılıp İstanbul'a gelip
devlet-i âliye hizmetine girdi. Nice hizmetler verirken bilhassa donanmamızın
mağlup edilmez bir amiraii olduğunuda asla unutmayalım. Bektaşî olup, ihtiyarlığı
münasebetiyle vefat etmiştir. Eiir çok hayır hizmetleriyle, çeşitli şehirlerde
ve İstanbul'da da bir çok eseri bulunmaktadır. Ancak donanmamıza ve gemi
sanayiimizin, yücelmesinde ki hizmetleri her çeşit takdirin fevkıindedir. 3.
Selim döneminin; muasırları olan gerek ülke gerekse dünya meşhurlarına da bir
atf-u nazar edelim, Almanyada İmparator 2. jozef, (bu zâtın peşinden Alman
imparartorluğu lağv olunmuş ve
1781'de merkezi Berlin
olan başka bir Alman imparatorluğu te'sis olunmuştur. 1802'den sonra Avusturya imparatoru denmeğe geçilmiştir.) 2. Leopold,
2. Fransuva, İngiltere de 3. Jorj, Papaiikda 6. ve 7. Piu, Prusya'da 2.
Fredrik, Rusya'da 2. Katerina, 1. Pol, 7. Aleksandr, Fransa'da 16. Lui ve
Napolyon Bonapart olup, ülke de; Gaazi Hasan Paşa, Küçük Hüseyin Paşa, Alemdar
Mustafa Paşa, Tepedelenli Ali Paşa, Kavalah Mehmed Ali Paşa, Cezzar Ahmed Paşa,
Abdullah Dürrİ Efendi, Tatarcık Abdullah Molla, Morali Osman ve Riyaziyeci
İshak Efendiler, Kocasekbanbaşı, Mabeynci Ahmed Bey, İbrahim Kethüda, Londra
elçimiz Agâh Efendi, Şeyh Galib ve Hacı Sadullah Ağa ve sairedir. Nitekim 4.
Mustafa dönemi ise 3. Selimhân ile içice olduğundan o dönemde de, aynı zevatdan
söz edillir.