Osmanlı Devletinin Vazıyetini Düzeltme Teşebbüsleri
Alemdar Mustafa Paşanın Yok Edilmesinde Saray Entrikası
Vaka-İ Hayriyye (Yeniçeriliğin Kaldırılışı)
Tanzimat-I Hayriye'ye Açılım Mı?
Büyük Mustafa Reşıd Paşa-Kavalalı M. Ali Paşa-Damad Halil Paşa'nın Biyografileri
Sultan 2. Mahmüd'ün Halk Gözünden Düşüş Sebebi
2. Mahmgd'ün Hanımları Ve Çocukları
Sultan 2. Mahmud'un Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları
Okuma Parçası: Alemdar Mustafa Paşa (Kahraman-I Hürriyet)
Alemdar Vakası Ve İrticaın Sonu!
Alemdar Mustafa Paşa'nın Biyografisi
Babası: Sultan I.
Abdulhamid Han
Annesi: Nakşidil
Sultan
Doğum Tarihi: 1785
Vefat Tarihi: 1839
Saltanat Müd.:
1808-1839
Türbesi:
İstanbul Çemberlitaş'tadır.
Şehzade Mahmud,
Osmanlı devletinin 32. padişahı olup, 22. halifesidir. 1. Abdülhamid Hân'ın,
Nakşidil adlı hanımsn-dan dünya'ya gelmiştir. 22/ramazan/1200-20/temmuz/1785
doğum târihi olup, vefatı ise 16/r. ahir/1255 -30/h"azi-ran/1839'cla olup,
devr-i saltanatı 31 yıl sürmüştür. Osmanlı tahtına çıktığında 23 yaşındaydı.
Biz; tahta çıkış safahatını 4. Mustafa dönemini ve şehadet-i 3. Selim Hân'ı
anlatırken, sayfalarımızı süslediğimizden burada tekrar bahsetmeyi zait
addediyoruz.
Hemen şunu da itirafa
mecburuz ve vicdan borcudur ki, Hz. Mevlâmız, Mahmud-u Sâni'nin tahta çıkmasını
murad eylemişki bunun esbabında Sultan 4. Mustafa'nın tahttan indirilmeyi
önlemek için gerek Sultan Selim'i gerekse 2. Mah-mud'u itlaf ettirme emri olan,
o me'şum emri vermesi, Sultan Selim'in şehadeti vâki olurken, Mahmud'un da
Osmanlı tahtına oturmasında hisseyi, Alemdar Mustafa Paşanın emeklerini yâd
etmek vazifei târihiyedir. Sultan 2. Mahmud Osmanlı padişahları arasında pek
büyük önem arzeden padişahlar arasında da hayli önde gelir. Genç yaşına rağmen
iktidarının güç dengesini pek iyi idrak ile önüne konulan, Se-ned~i İttifak'ı
imzalaması idarede gösterilen esnekliğin mühim emsallerindendir. Kolay kolay
imzalanamayacak olan böyle bir varakaya imza koymak, iktidarını birileriyle
paylaşmaktır ki, meşrutiyetçi diye ileri sürülen meşhur Midhat Paşa dahi böyle
bir paylaşıma imza atmaz, işi redde götürüp, memleketin allak bullak olmasına
sebeb oluridi. Bu akıllı davranışı
gösterebilmesinin sebeblerinin başında iyi bir tahsil görmüş olması gibi,
bilhassa 3. Selim'in tahttan indirilmesinden sonra şimşirlikde geçen
menkubiyet dönemi içinde sık sık bir araya geldiği yeğeni şehzade Mahmud'a
ihtisaslarını bir bir nakletmesi, hata ve isabetlerini şerh etmesi şehzadenin
pek istifade ettiği bilgilerdi ve bunları iyice hafızasına yerleştirmiş ve
adetâ şimşirlik de geçen günler Genç şehzadeye bir padişahlık kursu gibi
yaramıştır. Sultan 2. Mahmud biat merasiminden sonra ülkeyi sadrıazamına
bıraktı. 3. Selim'in katillerinin listesini bulup vereceğini vaad ettiği
sadrı-azama sözünü yerini getirdi. Eline tutuşturduğu listede üçyüz kişiyi aşan
isimler yer alıyordu. Bunlar arasına eski, fırıldakçı sadrıazam Köse Musa Paşa
ile Kızlarağası Mercan Ağa da girmişti. Tabii haklarında hüküm icra olunmuştu.
Böylece sükûnet temin edilmiş, Alemdar Mustafa Paşa ülkenin isla-hedilmesi
çalışmalarını başlatmıştı. Anadolu'da çeşitli şâ-kî'leri ezmiş, hükümet-i
Osmaniyenİn otoritesini hâkim kılmıştı. Bütün bunlar olurken, zaten biraz
kibirli olan Alemdar Paşa, yaptıklarından şımarmaya başlamış, hayli sert ve fütursuz
icraatlara devam ederken, düşmanlarının sayısını da arttırmaktaydı ayrıca,
Sekban-ı Cedİd askeri usulünün Sultan Mahmud ile beraberce kuvveden fule
çıkarılması, nizâm-ı cedidin ihyası şekli içinde mütalaa eden yeniçeriler ve
taraftarları, Alemdar Paşa'ya °'an mevcud düşmanlara, Paşanın eski bir
yeniçeri olması da gcjz ardı edilerek, yeniçerilere gizli gizli destek veren
kimilerinin münafıkane bir şekilde padişah ve sadnazama yaklaşımları sahte
olduğundan gizli düşmanlar, açık düşmandan daha tehlikeli olmuşlar ve sayıları
da hayli fazlalaşmıştı.
Alemdar Mustafa Paşa;
1223/1808 ramazanının kadir gecesinde, Şeyhülislâm Arabzâde Arif Efendinin
konağına, davetli olduğu, iftira gitmek üzere yola çıktığında, yol boyu yer :
yer toplaşan kalabalıklar görmüş ve bunların Divânyoiu isti- ' kametinde
çoğalmış olduklarını gözlemişti. Hiç fütur getirmeden üzerlerine atını sürdü.
Bunun yanında muhafızlanda aynen kendisi gibi atlarını bu kalabalıkların üstüne
sürüp, el- : lerindeki değnekler ve kamçılan kiminin kafasına, kiminin sırtına
savururken bazılarının da yaralanmasına sebeb oldular. Sanki bunlar da,
intizar halindeymişçesine bütün kahveleri ve bilhassada yeniçerilerin müdavimi
olduğu yerlere gidip, sadrıazamla adamlarının, kendilerini ne hâle koyduğunu
dramatik bir tarzla, habbeyi kubbe, pireyi deve yaparak anlatmaktan
utanmadılar böylece de, fitne kazanını kaynatmaya başladılar. Biz; bu olayı
bütün tafsilatıyla anlatan 1913'lü yılların başında yayımlanmış ve Alemdar
Vakasını, bütün se-lahiyet ve tafsilatı ile nakleden bir kitabı, başdan sona
os-manlıcadan sadeleştirmiş olarak Sultan 2. Mahmud döneminin sonuna okuma
parçası olarak koymuş bulunuyoruz. Bizden daha selahiyetli merhumun eserini
târih çalışmalarımıza koymakla isabetli bir seçim yaptığımıza eminiz. Bu bakımdan
bu elim ve herkesin ibretle okuyayacağını sandığım vakayı buraya ayrıca,
koymaya lüzum görmüyorum.
Alemdar vakasından
sonra yâni 1224/1809'dan 1227/1812'ye kadar, dahilde ehemmiyetli bir vak'a
zuhur etmeyip, yalnız Rusya ile yaptığımız kapışma devam etmekteydi.
1227/1812'de yapılan Bükreş antlaşması ile son buldu. Bükreş antlaşmasından
Sırbiya'ya küçük bir imtiyaz verildi. 1226/181 l'de Tepedelenii Ali Paşa
isyancı sayılmış ve üzerine asker gönderilmiştir. Ne var ki Halet Efendinin
oyunlan, Ali Paşanın itlafına işi götürdüysede devlet-i âliye bundan sonra
Mora yarımadasını tutmaya gücünün azaldığını hissettiğinde canını aldığı
Tepedeienii'yi aramaya başladı ama heyhat! Çünkü vücuda gelen Mora İhtilâli
babıâlinin canını çok sıktı. 1182/1768'de, Mora'da bir isyan bayrağı açan
Yunanlılar arazinin dağlık olmasından istifadeyle yaptığı hareketi biraz
sürdürmeye muvaffak olmakla beraber, Mora Valiliğine tâyin olunan Muhsinzâde
Mehmed Paşa peşinden de Cezayirli Hasan Paşanın kılıçları sayesinde, akılları
başlarına getirilmişti. Daha sonraları ise, Tepedelenii Ali Paşa bunlara fırsat
vermezken, kolu kanadı kırılan Tepedelenli'nin Yan-ya'da muhasara altına
isyancıdır diye alınması Yunanlılara yararken Hurşid Paşanın askerlerini alıp
gitmesi, Mora müf-sitierinin intizar ettiği halden olup, askerimize
saldırdıkları görüldü. Ali Paşanın kendisini kurtarmak için güya Yunanlıları,
tahrik vede teşvik ettiği ileri sürülmüştür.
Bu arada; Mora'da
Etniki Eterya isimli gizli bir tedhiş örgütü kuran Yunanlılar, gerek Rusya'da,
gerekse de memleketinde ikamet etmekte olan Rum küberasmdan başka os-manlı
topraklarında ikamet etmekte olan bazıları ve bunlara ruhban olanlarda
sayıldığından, Yunanlıların sabıkada ki şöhretleri, İngiltere vede Fransa'da
mektep aleminde yaşamış ve elsine-i ve edebiyat-ı âtİkayıda tahsil etmiş
olanyâni yabancı lisan ile eski edebiyatı tahsil etmiş olan hayalperestler bu
Eterya hareketi içinde yer aldılar.
Sonunda; Osmanlı
devletine sadakatıyla nâm yapmış olan, Eflâk Voyvodası Aleko Bey'i öldürten
Eterya cemiyeti, Rum kan dökücülüğünün icraatını başlatmış oluyordu. Böylece
Eflâk'da bu bey'in öldürülmesi 1236/1821'de bu memlekette de fesadın
uyanmasına vesile oldu. Devlet bu fesadın çıkarmağa başladığı olaylara müdehale
etmeye koşarken, Mora'da isyan patladı. Müslüman ahali, meskûn oldukları
kasaba ve köylerden kale ve hisarlara ve
de palangalara sığınarak, isyancıların hayatlarına kasteden davranışlarını ancak
bu şekilde tesirini azaltabildiler. Bir çok kale, palangayı muhasara altına
alan, Etniki Eterya cemiyeti idaresinde Rum ahali üçbuçuk asırdır hür ve
müreffeh olarak sürdürdüğü hayat tarzını bağımsızlık yavelerine değişiyordu.
Evet; yaptıkları nederece doğruydu? Veya ne derece yanlıştı? Bu iki soruda
cevabınne olduğu dünya'nın kuruluşundan bu yana zaman zaman değişmiş
bulunmaktadır. Bu neden olmuştur? İnsanoğlu; yaratıcısından aldığı mesajda
sonsuz bir hürriyetin sahibi olmadığı, doğumunun da ölümününde kendi elinde olmadığının
idrakinde olduğu tartışmadan varestedir. En münkir insan dahi, doğum ve ölüm
virajlarını kendi verdiği karar olarak nitelemiyor.
Rabbimiz; kullarına
hiç ayrım yapmadan dünya imtihanını kazanmalarını çeşitli tarzda, yâni seçtiği
peygamberler ve onlarla gönderdiği mesajlarla istediklerini bildirdi. Bunları
kabul edip o yolda gayret göstermeyi düstûr edinenler ile böyle bir teslimiyet
olurmu diyenlerin arasındaki ikna mücadelesi, hür ve müreffeh bir hayatmı?
Bağımsızlık adını taşıyan bir hayat tarzımı? Bu sorularda en mühim cevap, insan
hakları- : nın adalet içinde kullanılabilmesidir. Osmanlı devleti, Süley-
" man Paşa ile kırk arkadaşı, 757/1356 yılı içinde Rumeliye^ geçtiğinde,
bu adalet mekanizmasının en mükemmelini de 'bu kıt'a insanına hediye olarak
getirmekteydi. Ancak sosyal 1 siyaset, dini farklılık ve ırkî temayüller,
organize derneklerin siyasi ihtiras sahibi dehaların toplumu yönlendirmek gibi
, sosyal yaklaşımlar avrupa devletlerinin kavimler üzerine da- : yalı devlet
organize anlayışı milletlerin bağımsızlığını öngördüğünden, mülga hristiyan
anlayışın, hristiyan dünyasının islamların yaşayış tarzından ve dürüstlüğünden
etkilenip, müs-lümanlığa geçişlerini önlemek için dünya hayatında
propogandaların her tarzına riayet-ederek mevzuu değiştirip, ba ğımsizliklara
kavuşma mekanizmasını işletti ve bu en azından avrupa insanının balkanlar
bölümünde yaşayan hristiyan olsun, müslüman olsun sonunda insanların
kanlarının dökülmesinin şartlarını sağlayan me'şum bir anlayıştı. Nitekim;
hristiyan dünyası, 1967'de Papa Piu, avrupa devletlerinin ileri gelenlerini
toplayıp, siz neden ayrı altı devletsiniz? Sorusunu tevcih etmiş ve AB'liği
kapısını açmış bulunmaktadır. Asırlardır, Osmanlı yönetimindeki Rum prensliği,
avru-panm bir gayri meşru çocuğu olmak ve megalo ideal çizgisinde bağımsızlığa
koşmak için adalet içinde yaşamakta ol duklan hür ve müreffeh hayatı
değiştirdiler. Kaç seneden beri, nice matmazellerini bazen isteyerek, bazen de
istemiyerek gelin olarak verdikleri ailelere ölümler yağdırdılar, torunlarını
öldürüp veya öldürülmesini kendi icad ettikleri ideallere kurban etmekten
çekinmediler.
Nice kanlar aktı sonun
da Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşa Mora Valisi
olunca, gerek deniz yolu ile gerekse, kara istikametinden muntazam Mısır askeri
ile Navarin ve Metun'a çıktı burdan hareketle takvimler 1241/1825 senesini
gösterirken Morayı tam bir itaat altına almış olduk. Bunun ortaya koyduğu netice
Osmanlı devleti, Mora olayının başlangıcından, sonuna kadar geçen zaman
diliminde, askerinin bu işi nihayetlendiremediğinin inkâr-ı gayri kabil şekilde
görme idraki içinde, buna zamimetle İbrahim Paşanın Mısır askerinin
muntazamlığı, pek kısa müddet zarfında isyanı sonuçlandırınca, askeri bir
inkılabın yapılışı kendini şart kıldığı görülüp, kabul edildi.
Yukarıda ileri
sürdüğümüz hür ve müreffeh nizamın, geçen zaman zarfında nasıl örselendiğini
anlatmaya misa! için, Cevdet Paşa târihinde şu mütalaayı görürüz:
"..Devlet adamları, saltanatın diğer hizmetlilerinin yaptığı gibi
taşralardan, akça ve bohçaları getirtip İstanbul'da süs ve ihtişama koyuldular.
Bu durum ilmiye yolunda bulunanları da kapsadı. Arpalık ve maişetler ile
yakınları ve akrabaları üzerine tevcih ettirmiş oldukları kaza mansıblannı
(bey-i men yezid)"yolun-da siyah akça verenlere tövbe edip, ettirir
olduklarından ülkenin diğer bölgelerinde yazı okuyamayan naibler ortaya çıkıp,
devletin nâmışânı berbad olduğu gibi şeriat'de zedelendi. İhkak-ı hukuk emri
ehemmi, tabiatıyla ayan ve derebeyi güruhundan olan, mütegaîlibe eline geçti.
Ve o dönemde kapıcılık, vezirliğe ulaştıran bir rütbe-i yükselme sayıldığından
mühim işler için ülkenin iç taraflarında, kapıcıbaşılığa memur oldukta herkes
onu sayar vede sakınırken görüldüğü gibi bilinen ayan ve derebeyleri
İstanbulda bir dal bularak kimi kapıcıbaşılık rütbesi kimi de büyük imrahor
parası almış olduklarından İstanbul'dan özel bir vazife ile taşralara gönderilen
kapıcıbaşıların, kadri ve haysiyeti kalmayıp, böyle mütegaîlibe güruhu her işi
istedikleri gibi kesib, biçer oldular. Artık ferman-ı âlilerinin hüküm ve
tesiri kalmadı. Velhasıl İstanbul'un; taşradaki işlere müdehalede bulunduğu ve
suistimal etmesi hasebiyle devletin iki eli mesabesinde olan vezir ve
hakimlerin (kadıların) tesir ve nüfuzu kalmayıp, taşralarda bir takım
mütegaîlibe ortaya çıkmış oldu. Bu mütegallibenin, biribirlerine üstünlük
sağlamak için, bünyelerinde haydudlar istihdamına giriştiler.
Dağlıoğlu eşkıyası
adıyla şöhreti yakalayan bulunanlar gibi yer yer bu haydud çeteleri etrafta
görülmeye başlandı.
Mütegailibe daha sonra
kendi elleriyle kurdukları bu eşkiya çeteleri karşısında acziyete
uğramalarından kendi kasaba ve köyleri daha doğrusu adeta bütün rumelide
perişan oldu. İşin sonunda devlet adamian bu eşkiyanın kaldırılıp yok olmasını
temin için harekete geçmeye mecbur kaldı. Çare olarak da bunların üzerine sevk
ettikleri sergerdeler, yok etmekle vazifelendirildikten haydudlardan pek farkları
bulunmadığı için, eşkiyayı yok ettikleri takdirde, sıranın kendilerine geleceği
kafalarına dank ettiğinden, vazifelerini yerine getirmekten ziyade, eşkiyanın
işini kolaylaştırıp, asayişin daha fazla bozulmasına hizmet ettiler. Bu
olayların büyüyüp artması, adetâ bir ihtilâl havasına bürünmesi devletin
maalesef büyük bir tereddüd içine düştüğünün görülmesidir. Şöyleki:
Mütegalli-beden birisi hemen bir söz üzerine, fermanlı ilân edilir ve hemen
üzerine asker sevk edilirirdi. Gönderilen asker buna mağlup olunca, herif hemen
af olunur böylece bu adam devletin emrine uyuyorum diyerek, kendi aleyhinde
bulunan kimselerden intikamını almaya başlardı. Bu vaziyet karşısında ahalinin
gerek mütegallibeye, gerekse eşkiyaya mecburen yardım etme yoluna düşmüştü. Bu
vaziyetin sürüp devam etmesi, nice namus ehli, dü.üst kimselerinde söz konusu
mütegailibe ve eşkiyaya iltihak zorunda kalmıştır ki, büyük meseledir. Şurada
göstermiş olduğumuz misallerin devletimizin avrupadaki topraklarında h.
1201/1786'dan sonra düşmüş olduğu zafiyetin çok acıklı bir numunesini ortaya
koyar. Bu idare etmekten^yoksunluk, devletin bizzat eşkiya yetiştirir duruma
düşmesini intaç etmişti. Yalnız suda var ki, memleketin yep yeni bir İslahat
görmesine muhtaciyeti kendini pek şiddetle göstermekteydi.
Hâttâ ilk yapılacak iş
olarak da, eşkiyanın ictiklâliyeti zap-tu rapt altına alınıp tenkil edilmeleri
hususuna her yandan istek gelmeye başlamıştı. Mısır eyâleti, Fransız askerince
tahliye edilir gibi, Fransa ve İspanya ile yeniden sulh antlaşması yapılmış
olması, Rusya ve Avusturya antlaşmalarının devam etmiş olması Avrupa da umumi
sulhun yakınlaşması için ayrıca bir sulh hâli sayılıyordu. Zamanı bu noktada
mazur gösterecek bir söz vardı ki, oda Seyiz'in sözüdür. Milletde esasen irfan
bırakilmamışki fikir hakimiyetini anlayıp yerine getire-bilsin. Bu bakımdan
devam etmekte olan bir takım üzüntü verici hadiseler kötü değişikliklere iğrenç
vakalara doğru gitmeye başlamıştı. İşlerin teskin edilip ortadan kaldırılması
hususunda devlet adamları iki guruba bölünmüş, bir fırkası Gürcü Paşanın
maiyetinde bulunan arnavutların bir miktar para vermesiyle arazisini,
kendisinin cürmü yâni isyan hâli affedilerek talib olduğu Silistre valiliğinde
bırakılmasını, diğer gurup ise, mevcut kuvvetler ile üzerine gidilerek,
müstehak oldukları cezanın verilmesini tedbir olarak ileri sürdüler. İkinci
görüş devletin şân ve nâmına uygun düşersede, gerçekleştirmeye cesaret
edilememişti. Tarihi Cevdet; bu hadiselerin sonunu şöyle anlatıyor:
"Eğerçi (sonunda) gaile (olay) sükunet buldu, lâkin namus-u devlet
(devletin namusu) iki paralık ve de bu hâl eşkıyaya kötü bir örnek oldu.
. ,
Bonapart-Mısır'daki
beyannamenin, siyasi ehemmiyeti-Osmanlı ülkesinde hukuk-u beşer kaidesinin
kısmen neşri-Misır'dan sonra Napolyon-Kodisivil-Batı ülkelerinde yeni tarz
hükümet -Doğudaki Osmanlı topraklarının üzerindeki karışıklıklar- Fransa,
Rusya, İngiltere, Osmanlı devleti-3. Selim hükümetini alıp götüren sel-Nizam-ı
Cedid ve İslahat, fikri ne tip beyinler tarafından tatbik ve icra edilmek üzere
bahse konu olduğunu gösterir birkaç sahife-mehtab aiemleri-devlet sırlarının
ifşası-Enderuni'lerin halleri-Sultan Selim'in iptilası-İstanbul halkı-İbrahim
Kethüda'nın atları-rnutfak masrafı- devlet idarecilerinin ahali hakkında iki
kaidesi-taşra, vekiller, sadrazamların hâli, padişahın zihninin meşgul
edilmemesi tenbihi-
3. Selim cihangir,
devletin hâli neye benzerdi, ruh hâli. Merkezin (dinleri toptan kaldırma ve
tahrib, memleket ve beldelerin ahalisinin mallarını, gazabla bozup dağıtma
işini düzenleyen ferdlerin insaniyet usulünden ibaret olan lafzı murad-i
serbestiyet sevenleriyle her şeyi mubah sayan, ahaliyi yanıltma ve ihlâl ve
nev'i insanı hoş menzilesine ulaştırma) yapacak diye tefsir eyledikleri hukuk-u
beşer kaide ve maddelerini Bonapart; 1213/1798'de Mısır ahalisine bir beyanname
ile kısmende olsa bildirmişti. 3. Selim'in kabinesi içişlerindeki karışıklıkla
ve çeşitli yerlerde, alıp giden şekavetler tesiriyle tereddüt, rengten renge
giren halde olduğundan, bu beyanname mealince ilân kağıdında açık bir çatma ve
tarizde bulunmuşsa da, bunun tesiri ancak, zamanın boş veya dalkavuk
kafalılarca hissedilmiştir. Hâlbuki Bonapart'ın ki, Mısır'da özel bir fikir
uyandıracak tesirlerin başlangıcını getirmiştir. Bonapart'ın beyannamesi siyasi
bazı düşünce değişikliklerini taşımakla beraberinsan haklan hukuku kaidelerine,
şiddetle temas etmiş oluyordu. Bu bakımdam, Osmanlı eyaletlerinden birinde
böyle bir beyanname yayımlanması ilk defa olarak, o da bir ecnebi eliyle husule
gelmiş oluyor. Ayrıca Besmele-i şerife ile işe girişme yolunu seçiyorlar.
Bahse konu beyanname aynen şöyledir: "Bismillahirrahmanirra-hiym lâilahe
illallah lâ velâlehü lâşerike fi mülke. Hürriyet ve müsavat esasına mebni olan
cumhur-u France tarafından seraskeri kebir, emirülceyş elfranseviye Bonaparte,
cem'i aha-li-i misır'a beyan ederki, pek çok vakitlerden beri sancak beyleri
mısır'da saltanat sürerler, France milletine zülüm ve hakaretler yapıp
tüccarların Fransız olanlarına türlü gaddarlıklar ve zorluklar çıkarırlardı.
Şimdi onların son vakitleri gelmistir. Vah yazık ki bunca vakitlerden beri
Abaza ve Gürcistan topraklarından getirtilmiş olan iş bu kölemenler ahalisi,
bütün dünyada emsali görülmez şekilde Mısır'ı ifsad ede gelmişlerdir.
Her şeye gücü yeten
âlemlerin rabbi onların mallarının enkazını ve devletlerini bir başka zamana
ertelemiştir. Ey Mısırlılar; benim bu taraflara sizin dininizi yoketme
kasdıyla geldiğime dair sözler duyuyorum. Bu çok açık bir yalandır. Bu sözü
asla tasdik etmeyiniz. İftiracılara deyinİzkİ benim bu taraflara gelişim ancak
sizin haklarınızı zalimlerin elinden alabilmek içindir. Kölemenlerin
çocuklarından çok Allahû Teâlaya ibadet ve peygamberi hazreti Muhammed ile
Kur'an-ı Ke-rim'e hürmet etmekte kusur etmem ve yine de onlara deyi-nizki:
"Cenab-ı Allah'ın indinde herkes müsavi olup, aralarında fark aklın
temyizi, fazilet ve ilim iken, Kölemen taifesinin akıl ve bilgi ile faziletle
alakalı ne gibi sermayeleri vardırki, onları diğerlerinden ayırıp en âla ve
güzel şeyleri onlara mahsus kıla. Nerede münbit bir arazi varsa onların, güzel
atlan vede pek güzel konaklar ile etrafı güzel yerler onlara ait. Mısır; eğer
onların mâlikânesiyse, Cenab-ı Hakk'ın böyie yazdığı yeri bize göstersinler.
Lâkin; Cenab-ı Rabbülalemin, kullarına adil ve raufdur. Bu günden sonra
Mısır'da yüksek makam ve rütbelere çıkmaya Mısır ahalisinden hiç kimse istisna
kılınrnayacaktır. Artık, akıl ile ulema arasında işlerde tedbir yer alacaktır.
Böylece ümmetin vaziyetini iyileştirmek mümkün olur.."
Görüldüğü gibi.
Napoiyon Bonapart Mısır'da demokrasiyi okşamak yolunu seçerek eşitlik ilânı
yapmada başarılı olmuştur. Bu yolla da kalbleri celp eyleme emelini
taşımıştır. Bu emelin Mısırlılara duyurulması, aynı günden itibaren bu bölge Osmanlıyı
vehimlere sürüklemeye başlamıştır. Napoiyon Bonapart, Mısır'dan uçarak.
Fransız devletinin başına bir şahin gibi konmuş ve pençesi altında tuttuğu avına tırnaklarını
geçirmişti. Fransa tarihçilerinin de aralarında ittifak ettikleri gibi, Napoiyon,
Fransa'yı hükümetsiz kalmaktan korumak, inkilablara son vermek bahanesiyle
eline geçen her vasıtadan istifade ederek hürriyeti sınırlamıştı. Fakat
meclisi mebusanın toplanmasına buranın büyük mevkiine hürmet göstererek
Kodisivil, yâni fransa kanun-i medenisini tamamlamayı çabuklaştırmıştır.
Hakikaten artık avrupanın batısında yeni bir tarz hükümetin kuruluş şekli
sergileniyordu. Fransa vilayetinde meydana gelen karışıklık, ihtilâller tamamen
bitmiş ve merkeziyetçilik 1789 prensiplerinden yürüyerek Bonapart; yeni bir
hükümetin sahibi edecek duruma kavuşmuş, yâni Fransa'da kanuna bağlı,
müstebitçe bir hükümdarın ortaya çıktığı haber alınmıştı. Kodisivil, roma
hukuku ile hukuk teammülerine veya tariflerine, bir de inkilabın koymuş olduğu
prensiplere riayetten meydana gelmiştir. Napoiyon Bonapart; bu medeni kanun
ile hem kendisini inkılabın direği olarak gösteriyor, hem de hemde hükümeti
kuvvetlendirmiş oluyordu. Bu kanunun çıkarılmasıyla kanunlarda beraberlik temin
olunmuş, hukuk ve intizam içinde, idareyi temin hususu yan yana gelmiş, ayrıca
kendisinin mutlakiyet hareketinden hiç bir şey eksilmemişti. İhtilâl ve
inkılabların meydana getirdiği iz üzerinden yürümek imkânı doğmuş oluyordu.
Bunlara karşılık,
Mısır, Arabistan, Cebeli lübnan, rumeli ve hattâ anadolu alıp vermekteydi.
Rumeli'de eşkiya üzerine eşkiyayı saldırtarak netids alınıyordu. Meselâ:
Tîrsinklioğlu, Molla İbrahim adındaki haydudu yakalayıp idam ediyor,
Veh-habiler Arabistan'ı alt-üst ettikleri sırada İngilizlerde Mısıra tecavüzkâr
ayaklarını uzatıyor, Ruslar ise Cezayir-i sebâ da bulunuyor ve yerleşmeye
çalışıyor, Anadoluda haydutluklar birbirini kovalıyor, paşalar birbirleriyle
tutuşup, ortadan kaldırılıyordu.
Avrupa'ya gelince;
burada Fransa-İngiltere rekabeti alıp yürümüştü. Napolyon Bonapart'ın şan ve
şevk dolu devri başlamışidi. Napolyon Bonapart'ın imparatorluk mevkiine
yükselmesi esasen siyasi vaziyeti tartışmalı olan bozukluk, bulduğu muvazene
arayışında, vahim hallere sürüklenmeye yol almaktan kurtulamiyordu. Çünkü gizli
güçlerin işi böyle yönlendirdiği tahmin olunuyordu. 1820 senesinde husule gelen
savaşların neticesinde Viyana'nın Fransızların eline düşmesi, Österlich
mütarekesiyle, Paris'te yapılan sulh antlaşmasında da, 3. Selim idaresindeki
Osmanlı siyasası,'Fransa'ya yoldaşlık etmekle birlikte, Rusya ve İngilizler
ile hoş geçinmeyi hedeflemekteydi. Napolyon'un yardımlarıyla ülkesinin
şartlarında değişiklik, Cezayir'i sebâ meselesini hâl ettirmek gibi uygun
düşünceler bulunuyordu. Fakat; iç ve dış hadiseler, Rusya'nın aniden Osmanlı
hududuna hücum etmesini gerektiren vaka, Vehhabilerin, Medine'yi istila etmeleri,
İngilizlerin İskenderiye'yi zapt ederek karaya çıkmaları gibi durumlara
ilaveten, Sultan 3. Selim'in saltanatını tehdit edecek derecede kuvvetli diğer
bir gaileyi göya gözlerden u-zak tutarmışçasma bir durumdaydı. Padişah
Selim'in, beslemiş olduğu ve beslemekte de musir bulunduğu ıslah fikriyatı
yüksek makamda hazırlanmaktaydı. Ne varki; Hakan, bu işlerden hangisini
gerçekleştirmeye karar verip mevkii tatbike koyduysa, herbirinden vazgeçiyordu.
Ancak kendisini yine de kurtaramiyordu. Biriken günahlar, kötülükler sel olmuş,
zât-i şahaneyi ve onunla beraber düşünceden bir türlü tatbike konmak ihtimali
olmayan İslah fikriyatı her nerede olursa olsun eksik tetkik ve mütalaa
olunduğundan dolayı beraber sürüyüp, götürüyordu. Kabakçı ile avanesi bu sel
değildi. Bu sel halkı cahil bırakmak, ahalinin cehaleti üzerinde hüküm sürme
kötülüğünü sürdürmekti. Hattâ devlet nizamına dair tezkereler meselesi hakkında
tarih diyorki: "Nizam-ı cedidin gerçekleşmesine teşebbüs olunacağı sırada devlet
adamları ve tanınmış kimselerin, layiha hatıralarını yazılı belirtmeleri
emrolunduğundan, her biri yazdıkları lâyihaları takdim etmişti. Halbuki bir
senede düzenlenmesi ortaya çıkacak olan askeri muallimlere dair bilgiyse sahih
olarak meydanda yoktu.
1222/1807 yılına
doğru, saltanat civan ile İstanbul durumunun ne çeşit olmuş olduğunu ortaya
koyup, Cevdet Tarihinin 8. cildinin 143. sahifesinden başlayan satırlar, ileri
doğru Fransa ihtilâl vakasından ondokuz, yirmi sene sonra bizde neler ortaya
koymuş olduğunu anlatır. Bu yüzdende meşrutiyet fikri aranıp dururken,
gözümüze ilk çarpan bu tarih levhasını okumadan, temaşa etmeden ileri doğru
adım atmayı başaramayacağız. "Daha sonraları ise, enderun-u hümayunda
sırkâtibi Ahmed efendi gibi, dirayetli, insan kalbini fethedecek kimseler
yetişti. Ancak onlarda zamanın vükelâsı ile birlikte çağırıp bir araya
getirdiler. Bunun sonunda İstanbul'da görülmedik tarz ve surette büyük ve süslü
evler, sahil-haneler inşasıyla, çok fazla sefahata ve ihtişama düştüler.
Babıâli çalışanları gibi vaktin sonunda evlerine gelip sabahleyin enderunu
hümayuna gider ve babıâli'ye mahsus olan işleri, kendi aralarında yapar
oldular." "Geceleri, mukattaat mültezimleri ve memleketeynin
Kapikethüdalan gibi, rüşvetçi İnsanlar veyahud geçmişden bir takım küse lisanı
ile, hem bizim sohbethanelerinde hem de evlerinde gerekse de kayıklarla
mehtaba çıkıp, deniz üzerinde, bazen de hanende ve de sazendeler ile birlikte
seyirlere çıkıp, iyş-ü işrete dalarak, bu âlemin verdiği sermestlikle
saltanatın sırlarını başkalarına duyururlardı.
Sultan 3. Selim ise
yakınlarına pek büyük itimat ve güven beslediğinden onlardan herhangi birşey
saklamaz idi. Devletin ruhu sayılan sırları gizli tutulamayınca her taraftan
işidilir
olurdu.1' "Hattâ
bir keresinde Topkapı sarayında, gayet gizli bir meclis-i has yapılmıştı ki,
kaimmakam paşa bile dahil olamamıştı. Arası çok geçmeden meclisteki müzakere
sureti ve kararı aynen Paris'de basılan bir Fransız gazetesinde yayımlanınca,
devlet erkânı çok büyük hayretlere gark olmuştu. İşbu enderunun büyüklerine
bakarak diğer saray hizmetleri mensupları laubalice dışarı çıkıp gezerler ve
dışarı İle görüşürlerdi. Halk ise, adetlerin esiri olduğundan böyle güzel
olmayan davranışlar, genel bakışların karşısında pek çirkin görünürdü. Hattâ
genç olanlardan bazıları, kahvehane ve oyun yerlerinde toplanan insanlarla
görüldükçe, ahali bu gibi kayıtsızlık nedir? Bu kadar hamiyetsizlik ne
demektir? Diye söylenmekteydi." "Sultan Selim hân; zaten gezmek ve
eğlenceye eğilimli, insanlarla ülfet etmeye meraklı olduğu için, yakınlarıda
onu meşguletmek için daima ortalığı seyre ve zevk-i safaya sevk ederlerdi.
Ahali ise, bu çeşit eğlencelere meyyal olduğundan, İstanbul'da seyr-i safa
taraftarları çoğaldı. Boğaz içi seyirci kayıklarıyla dolmuştu. Geceleri mehtab
eğlenceleri Sultan 3. Ahmed devrinde yapılmış, Çırağan sohbetlerine üstün
geldi. Şiire ve musikiye pek vurgun olan ve rağbet gösteren padişahın yanı
zarifler ve şairlerle doldu. Müzik ilmine ise istekliler pek de çoğaldı."
Elhasıl, Rus elçisi gailesi bertaraf olunduktan sonra zamanın şekli 2. Seiim
devrinin bir misali gibiydi. İstanbul ve Kâğıthane ve boğaziçi, Çamlıca
mesireleri seyirciler ile dopdolu hale gelmişti. Ehi-i zevk, üzüntüleri ve
kederleri bir kenara atarak korkusuzca gündüzün bu gibi cayi ferah fezalarda
gezer ve yaz geceleri kayıklara binip, hanende ve sazendelerde mehtabı görmeğe
giderdi. Kış gecelerinde helva sohbetlerinde tatlı tatlı muhabbet eder
oldular.." "Atabekân-ı saltanat bu halde dahi nizamı ve ıslahatı
düzenleyip tamamlamaktan geri kalmadılar. Zorluklardan ürkmeyip, korkuya
düşmediler. Lâkin nizamı cedidisini kendine çekip mal biriktirmeyi vesile edip,
bir taraftan kendilerinin liva ekleri ve yakınlarını çoğaltıp, servet ve zenginlik
kazandılar. Ancak, büyük israflara ve gösterişe düşdü-[er. Hattâ İbrahim
Kethüdada bir gün birisine bir at verip: •'Tavlada altmış atım kaldı. Bundan
sonra babam mezardan çıksa ve bir at istese vermem dediği ve ayda mutfağına
elli-bin kuruş yetmediği ve sırkâtibi ile valide kethüdasının serveti ise, her
türlü tahminin dışındaydı. Tarihi Asımda da, yazılıdır ki; "o vaktin
50bin kuruşu, bu dönemin hesabıyla 340 bin kuruş sağ akça demektir. Bu kadar
mutfak masrafı yapabilmek doğrusu büyük sefahattir. Ne çare ki nizamı cedid
taraftan olanların çoğu, saltanat sahibinin aleyhine döndü. Paraların bozuk
ayarı ve yeni vergilerin konmasından dola\ı, erzak ve eşya fiatları çok
yükseldi. Bir taraftan gösteriş ve sefahatin artışı, herkesin masrafının
artmasına sebebiyet verdi. Çünkü; birbirleriyle yarışır oldular, bu yüzden de
sıkıntıya duçar oldular. Ahalinin içine düşmüş olduğu sıkıntı vekillere
anlatıldıysa da, bunlar dinlediklerini pek ehemmiyeti hâiz görmediler. Kimisi
de: "Tamamı halkı işgalle bundan güzel vesile olmaz, iaşeleri gailesine
düşenler, devlet işlerine karışmasınlar." Diyorlar, kimi de: "Bu
belde zenginler belde-sidir. Buraya; fukara kısmı yakışmaz ve devlet malının
arkasında müflis güruhu sığışmaz." Şeklinde cevap verirlerdi. Taşralarda
yeni vergiler ve gümrük rüsumları konmuş olduğundan, ahali zaten ağırlık
altında iken bunlara tabiiki şikayetçi oldu. Ne varki; bu şikayetlerin bir
faydası görülmüyordu. Çünkü; Nizam-ı cedide bağlı şikayetler asla kaale alınmazdı.
Kaldıki, vükelâdan her biri, padişah yakınlarından birine merbut olup, hepsi
de birbirleriyle iltisaklı yâni bir şebeke gibiidiler. İçeriyi ve dışarıyı
kuşatıp istilâ etmiş olduklarından onların kulağına uğramadıkça ve haberleri
olmadıkça padişahın kendisine bir şey ulaştırmak asla kabil olamazdı.
Onların reyleri ve
iştirakleri olmadıkça her hangi bir işin netice vermesi asla beklenmemeliydi.
Sadrazamlar bile bu iki gurup devleti sarmış bulunan kimselerden dilgir olup,
azil edilecek korkusunu duyar, sadaretin bir kuru unvan olduğu inancıyla iktifa
ederek, içinden de bu saltanatın sözde koruyucularından aynen ahafi gibi
kinlenerek nefret ederdi. Bunun yüzünden Sultan 3. Selim hânda bu aleme dair
başka yerlerden haber alamadığından gerçek malumat için icab et-tikçede bu
yakınlarından İstifade etmek isterdi. Onlarda, geçmiş zamana atıf yaparak icab
ettikçe ahalinin üzerinde bazı tekliflerini ileri sürüp, yakın dönemde nizamı
cedid maddesi tamamlanıp da, devlete kuvvet gelerek, ahalide rahata erer
şeklinde güzel sonlara gidileceğini beyan ederlerdi. Padişahın mizacı; pek
büyük nezaketi taşıdığından, az şey bile onu çok üzdüğünden, diğer taraftanda
valide sultan hazretleri işleri yapmaya padişahın iktidarı yeterli olmasın
diye zor hususlar ortaya çıktığında, bütün vekiller işe bir şekil verilip-de,
padişah tarafına izah edilerek, onun zihninin işgal edilmemesi, gerek
sadrazamlara, gerekse.diğerlerine tenbih ve tavsiye ederdi. İşler ise, günden
güne sarpa sarmaktaydı. Halk hakkında, ilk önce düşmanlıkları artmakta, sonu
endişe verecek olan tarafa dahi sonu kârlı bitsin derdik: Şah vakıf gerekdir
ahvale Vükelâya kalırsa vah hale Beyitini tekrar etmekteydik. Bu levha 3.
Selim'in hükümeti nehalde bırakmış olduğunu pek güzel anlatır. Hakikaten 1.
Abdülhamid gibi, harp içinde değildiyse de, ondan daha beter olan anarşi her
tarafa yayılmıştı. Öte taraftan bu devirde nasıl ciddi bir fikir İslah
edilebilirdik!, 3. Sultan Mustafa'nın Sultan 3. Selim'in rahm-i madere
düştüğünü hesab ederek yaptığı zayiçe üzerine hekimbaşının saatin milini
çevirerek uygun vakte getirdiği dakikada doğmasından dolayı, cihangir olacağı
kulağına fısıldanmış ve buna bağlı olarak, nizam-i cedid harekâtına
dönem vermiş olduğu tarihlerimizde
yazılıdır. İstanbulda, Anadoluda meydana getirdiği topçu, humbaracı, lağımcı,
piyade ve süvari askeri için, Cevdet paşa merhum: "O dönemlerde devletin
hali, sifah kullanmadığı halde, güzel silahlarla odasını süsleyen nâzik
çelebilerin haline benzerdi." Diyorki, Osmanlı hükümetinin avrupada olan
inkilapdan, kendince elde ettiği, fayda veya tesir eden hislerin sonucudur
fakat İstanbul'da bu tarihte de, frenk taklitçiliği piyasa bulduğu, yâni
cennetmekân'ın avrupada ilmi ilerlemenin ve sanayiin, ilerlemekte olan
medeniyesine tam bir eğilim sahibi olduğu hakkında gıyabında isnad olunan özel
gayeden bambaşka rağbeti bulunduğu muhakkaktır. Hattâ Paşa merhum diyorki:
"ve bir de nİzamat-ı cedide münasebetiylede avrupadan öğretmen ve
mühendis getirtilmesi icab edip, böylece askerlerin avrupa usûlü tâlimedair
emir verildiği halde 3. Selİm'de zaten bu tarza alaka duymuş olduğundan,
İstanbul'da medeniyetin levazımından olan birçok avrupavâri hususlar, nice
alafrangaya bağlı işlerde ortayaçıktı. Adetlerin ve usullerin değişmesi zaten
insana güç gelip, saltanat koruyucuları ve iieri gelen memurlarda haddi aşarak
büsbütün alafrangalığa kapıldılar. Ve de; lüzumlu, lüzumsuz herhususta avrupa
usullerine uyan davranışlara daldılar. Bu aşırı davranışlardan ür-küpde böyle
yapanları tekfire başladılar. Böylece de ifrat, tefriti davet kaidesince
büsbütünde tefrit yâni eksi aşırılık yolunu tuttular. "El hikmete
zaletelmü'min ehazeha İnnema ve cedeha" mazmununu inkâr*edercesine ve bir
takım güzel davranışlardan dahi sırf alafrangadır diyerek taassub yolunun taa
ucuna kadar gittiler. İşte bu sırada İstanbul'da, küfre ve zındıklığa giden
düşünce neşvünema buldu. Şöyleki:
"Sultan 3. Selim
hazretleri cihangirane sevdası taşıdığından yakınlanda ona uyarak birinin
yerine geçme manzumesinden ve kimi cifir hesabını Şeyhi Ekber'den kimisi de,
ehli keşif ve kerâmetie
mânaiar nakil ederek devletin toparlayıcısı olduğunu huzuru hümayunda
söylerlerdi. Kabakçı vakası ve Alemdar Paşa eliyle, Sultan 2. Mahmud'a intikal
eden devlet işleri, böyle bir ruh hali içinde idare edilmişti. Bu hu-susiarda
en dikkat çekici vaziyetin avrupa düşüncesi ve eserleri bu döneme kadar büyük
Çin Şeddi ile kuşatılmış bir heyet gibi durum gösteren payitahtın, bilhassa
Fransız tesiri altına girmesinin arzu edilircesine açık bırakılmış olmasıdır.
Gayet tabiidirki, bir zamanlar padişahın yanında pek makbul bir mevki sahibi
oian Fransız sefiri Sebastiyani'ninde, Napol-yon Bonapart ve 3. Selİm'in
haberleşmelerinin tesirleri de, unutulmamalıdır. Avrupayi sarsan komiteci
fikirlerin kökten uyanışını temine yarayan inkilab olayının, Osmanlı sosyal
hayatında mevcud olan korunma şeddini aşmağa çalışan büyük dalgalar sayıldığı,
geçen zamandan daha büyük bir tarihi şahid bulunamaz. İnsanın yaradılış
bakımından adalet arayıcı bir varlık olduğu nazara alındığında bağlanmış olduğu
esaret zincirlerinin her bir halkasını gerek uykuda gerekse müteyakkız olduğu
halde zamanın kemirmek istidadı taşıdığını başka sosyal bir hayatın hürriyeti
istirdat ve eşitlik mev-zuundada ortaya koydukları hadiseierdeki tarafı bu
benzetme isbat eder. .
(Osmanlı devletinde
küçük devletlere bölünme- 3. Se-lim'İn tahtı terki ve ahali-Osmanlı devletinin
çöküşünün ev-veli-Aîerndar Paşanın Kuvveti ve nazarı ile sened-i ittifak ve
bunun menfî durumu-Fatih Camiinde Şûrâ-i Ümmet veya Mec!is-i umumî
toplantısı-Sultan Mahmud'un Millete müracaatı vede bu husustaki hattıhümayunun
bir bölümü-İç ihtilal ve karışılıkların çeşitlerine İki amil:
îstibdad fikriyle sosyal hayatımızdaki gayrimuntazam
maneviyat. Tarihimizi derin bir tetkik süzgecinden geçirdiğimiz takdirde,
ortaya bütün ağırlığıyla çıkacak olan hususların basındaki maddenin çöküş
dönemine girmiş bulunan Osmanlı devletinde tahta çıkışlarda olsun, meselelerin
vahamet gösterdiği sıralarda olsun "devletin ahvalinde İslahat"
şeklinde sözlerin bizzat padişahın dudaklarından dökülmesi adetten olmuştu.
Moda olarak da nitelendirilebilecek olan bu ifade, devlet idaresinin tersliği
hususlarından pek şikayetçi ahalinin indinde büyük ümidler belirmesine yol
açardı. Ahali mezkûr ifadeyi, devletin düzeltilen idaresinin kendi bozulan
düzeninı-de iyiye götüreceği şeklinde telakki ederdi. Halbuki milletin durumu
iyileştirilmedİkçe, devletin düzeltilmesi nasıl mümkün olabilirki? Devlet ve
milletin varlığından meydana gelen muazzam heyet, birbirlerini meydana getiren
siyasi şekilden başka bir şey değildirki. 3. Seiim; devlet nizamını daha evve!
başlamış bulunan istikamette güzel tedbirler yetersizliği sebebiyle
yürütememiş, ülke onun tahttan ayrıiışıyla birlikte bir anarşi girdabına
varmişidi.
Sultan 2. Mahmud tahta
çıktığı vakit karşısında olan kimselerin bazıları şunlardı: Rumeli
taraflarında; Sirozlu İsmail, Anadolu da, ayan ül ayan lakabıyla iftihar eden
Bozok mutasarrıfı Cebbarzâde Süleyman beylerle, Saruhan mutasarrıfı Kara
Osmanoğlu Ömer ağa'yı, Bilecik ve civarında Kalyoncu Mustafa adlı şahıs ve
bunlardan başka bir takım ayan ve sülalelerin adeta, birer küçük beylik, hâttâ
müstakil devletçikler halinde olduklarını gözlemişti. Bu tablonun sebebide.
devleti Osmaniye'nin adalet dağıtışında ve idare tarzında içine düştüğü ve
uzun zamanalan rehavet ve ataletinin neticesindendi.
3. Selim; üzerine
almış olduğu devlet idaresini Abdülha-rnid-i evvelin kendisine yadigâr ettiği
devirden daha karışik ve
şımarık bir hâie gelmiş ahaliyle birlikte dağınık bir manzarayı 4. Mustafa'ya
bırakmış oluyordu. Bu vaziyet ise, Osmanlı devletinin şeklen çökme dönemine
girmiş olması demekti. Bereket versin; Sultan 2. Mahmud, yukarıda adlarını
saydığımız müstakil devletçikler yolunda yürüyenlerle kendisine, padişahlık,
şahsınada vezaretiuzmayı alan Alemdar Mustafa Paşa tesirini, pek fazlasıyla
hesapladığından ağırlık Alemdar'dan yana gözüktü. Bu vaziyet karşısında her iki
tarafı da kısa zamanda ortadan kaldırma suretiyle, lâzım gelen mutlakiyet
idaresini temini mümküne, muvvaffak olacağını idrak etti. Tesbitini, bu işin
halline kadar, ülkenin üç farklı gücün idaresinde olacağı istikametinde yaptı.
Ne varki bu üçlünün yalnız başına bir fayda-imillet teşkil etmesi muhaldi.
Çünkü üçünün de halet~i ruhiyesi ve elde ettikleri zihniyet ve irfanın derecesi
hiç bir delile lüzum göstermeyecek kadar, malum ve bellidir. Bunların
birincisini teşkil eden Sultan 2. Mahmudjzamanın terakkisinden medeniye-i
ilmiyeden nasib sahibi idiyse de, hükümdarlığının vazifeleri ve selahiyetleri
hakkından bilgi ve tahsil sahibi olmadığı gibi, diğer ikisi ise, eşkiyalıktan
azıpta, türeyen paşa, bey ve ağadan ibaret kimselerdi. Dolaysıyla bunların
arasında her yönüyle fazileti, İdareye uygun olan İslahat fikri, boğazlanacak
zayıf bir kurbandan başka bir şey olamayacaktı.
Sened-i İttifak'ın
yapılması ve mühürlenmesi, Osmanlıyı sarmakta olan ellerin nerelere kadar
uzandığını, mutlakiyet idaresini bir kere daha esasından ne tarz da zayıflatmış
oidu-ğunun hikayesini aşağıda tafsilatlı olarak sunalım: "Maksad,
hanedanve ayan denilen cabbarların itaat altına alınması idi. Büyükçe bir
kuvvetin sahibi olduğu herkes tarafından görülüp ve kabuîedilen Alemdar
Mustafa'nın İstanbul'da meşve-ret-i amme yapmak için kendi tarafından
Cebbarzâde'ye> Kara Osmanoğluna, Sirozlu İsmail bey'e, Çerman mutasarrıfına,
Kalyoncu Mustafa'ya hatta da Şile ayanı Ahmed gibi, diqer ayan ve ağa'lara
birer davet mektubu gönderdi. Sadrazamın gönderdiği bu davetname netice verdi.
Beğenmediğimiz Kalyoncu Mustafa, beşbin askerle gelerek Çırpıcı çayırına
indi. Cebbarzâde ile Kara Osmanzâde hemen hareket ettiler. Sirozi İsmail
bey'de onikibin askerle gelerek Davutpa-şa'da mevkii tuttu. Tarihlerin bize
naklettiğine göre; bu müte-aallibenîn davete uyarak gelmeleri, padişaha değil,
Alemdar Mustafa Paşa'nın sözü karşısında gösterdikleri itimat! sergiliyordu.
Devlet adamlarının; böyle bir meşveret-i amme meclisi gerçekleştirmeleri
maksadına gelince <avamil-İ devlet-1 âliyenin her tarafda bilâmâni ve
mezahim-i nafiz oiması>yâ-ni, hukuİ.-u mukaddese-i padişah-i'nin her tarafça
tanınması idi. Şu halde ayan ve mütegallibenin, kendi nüfuzlarında vazgeçmelerini
temin gerekmekteydi. Meşveret encümeninde Aiemdar paşa, yapağı konuşmada:
<Bizim aslımız ocaklıdır. Yeniçeri hakkında tutumumuz ortadadır. Şehid
padişahımız, (3. Selim/yeniçeri ocaklısına meramını aniatamayıp, onlardan
rağbetini kaldırdı. Tai'mii asker düzenlemesine himmet buyurdu. Bu davranışı
bizin-, menfurumuz (dikkat!) olduğundan padişah-ı şehidin arzulanna iştirak
hususunda kusurumuzun da pek açık olduğu m&iumdur. > Dedikten sonrada
vezarete yükseldikten ve seraskerlik vazifesini yüklenip, savaşlarda düşman
askerini talim ve disiplin içinde bulmasından dolayıda buna karşılık bize ait
askerin bozulduğuna şa-hidliğini buna bağlı olmak üzere şehid padişaha hak
verdiğini ifade etti. Şimdi devletin başında bulunan, padişah 2. Mahmud'un, bu
ilimlere vukufu olup, rüşdünü ispat etmiş, gayretli, cesur ve ülkeyi düşman
tasallutu karşısmda da, korumaya öncelik veren bir kimse olduğunu be/ana
ilaveten, memleketin korunmasının bütün devlet hizmetkârlarının ve bey, ağa
gibi zevatında birlik ve beraberliği sayesinde imkân
dahiline girdiğini, isabetle naklettikten
sonra müzakere neticesinde: <Her hâl ve durumda padişahın emri heryerde
yerine getirilecek, ancak devlet adına asker toplanacak, şayed buna muhalefete
geçen olursa hizaya getirilmesi hususunda da. bütün ayan ve hanedanlar davacı
olmak, ancak onlardan birisini şartlardan biri hakkında, aykırı şart ittifakı
yapılmadıkça üstüne gidilmemesi>hususlarına inhisar etti. Bu vaziyet
karşısında "senedi ittifak" adı verilen bir yazı kaleme alınıp,
imzalanarak mühürlendi. Bu kararlarla yapılan müşavere meclisi de sonaerdi.
Sened-i ittifak, yedi maddeden ibaret idi. Başlangıç maddesi, saltanatın
kuvvetinin ve devlet tesirinin içde ve dış âlemde, esas olarak alınması,
padişahın nefsinin koruma altında bulundurulması ile beraber, emir ve murad-ı
padişahinin ittifak içinde muhafazasını, devlet askeri yazılması ikinci maddesi
olup, bu hususda aykırı davranan hâin sayılarak, bütünlükle cezalandırılmasına
gayret edileceğini, üçüncüsü ise, müslümanların beytülmali ve gelirlerini
devletin güzelce, biriktirip muhafazasını, dördüncüsü olarak da, Osmanlı
devletinin eskiden beri de riayet ettiği usu! ve nizam gereğincede, padişahın
emir ve yasakları dahilde ve hariçde bütün erkânı devlete, vekâleti mutlaka
makamından çıktığı makamı sadaretten gelen müracaatı amir, kanunlara aykırı
irtikâb ve rüşvete gerek taşraya, gerekse iç işlere dair acil zararı olacak
davranış ile mekruhlara karşı tamamının davacı olacağını yazıyordu. Beşinci
olarak, ittifak senedine dahil olan ayan ve hanedanı ve devlet adamlarını
birbirlerinin şahıslarına ve hanedanlarına kefil olmaları, altıncısı ise,
istanbul'daki ocaklardan vesairelerden bir fitne çıktığı takdirde, soru
sormadan bütün hanedanların İstanbul'a gelerek iş de rolü bulunanların ve
ocağında rolü varsa lağvı ve idamı ile birlikte başşehrin asayişini temin,
yedincisi de, fakir halk ve reaya'nın korunması olduğuna göre, hanedanların eli
ile idare olunmakta bulunan kazalarında asayişine, bunlara yapılacak
tekellüflerde, hududu itidale riayet gösterilerek, vükelâ Üe kendileri arasında
alınacak kararlar icabınca hareket, her hanedan birbirinden durumlarına nezaret
etmeye, şeriata mugayir, emirlere aykırı olarak zülüm taarruzlarında bulunanlar
olursa, hemen devleti âliye'ye haber verilerek hep beraber engellemeğe hazır
olunmasını yazmaktadır. Sened-i ittifak, Alemdar Mustafa Paşa, şeyhülislâm,
kaptan-ı derya, kadı efendiler, nâkibüleşraf, İstanbul kadı'sı, sadaret kethüdası,
yeniçeri ağası, defterdar, reisülküttab, saray kethüdası, deniz isleri
nezareti, divan başçavuşu, ruznamçe-i evvel ile Cebbarzâde Süleyman, Sirozi İsmail,
Kara Osmanzâde Ömer, muhasebe-İ evvel, sipahiler ağası, beylikçi ve amedi
divanı, Çerman livasımutasarrıfı taraflarınca yeminler edilerek imzalanmıştı.
Görülüyorki; hükümet işlerinin yapılması kayıt ve şartlar altına alınmış.
Devlet, kendi tebasından bazı türedi kimseler ileyönetim hususunda bir akit
yapmaya muvafakat etmiş. Böylece de bir zilleti seçmeye mecbur kalmış. Bu
çaresiz seçimlerin neticesinden olarak düşünülebilir ki; 2. Mahmud'un; Rusya
himayesine girmesine müncer kılan Mısır meselesi, sened-i ittifak olayından,
azıp gelmiş bir eğilim-i tabii olduğu hükmüne varılabilir. Yapılan sened-i
ittifakın sonu, Alemdar Mustafa paşa'nın öldürülmesi, ayanların istiklâli
meselelerinin de ele alınmasını getirdi. 1225/1810 tarihinde, Rus komutanı general
Kameneski'nin "ya Rusyanın talebleri-ne razı gelirsiniz, ya da İstanbul
civarına kadar gelir bu taleb-leri yerine getirtiririm" mânasına gelebilen
mektup üzerine, 2. Mahmud'un Fâtih Camiinde yaptırmış olduğu meşveret
mecliside. mutlakıyet idaresi sahibi padişahın millete ilticasından başka bir
ad verilemez.
Toplanması temin
olunan meclise, 2. Mahmud tarafından ulaştırılan hatt-ı hümayunda, Rusların
Osmanlı topraklarını e!e
geçirebilmek için sergilediği azmi, büyük çabayı da hikaye ettikten sonra,
milletin istişare hakkına riayet ve alacağı karan başıüstüne koyma anlayışı
içinde diyorki: "..Hülasa-i kelâm, ümmeti merhume-i muvahhidin, cihad ile
imdada ve ululemre inkıyad ileme'mur olub, seİli seyf-i nebevi ile harekât-ı
hümayunum mutazammındır. Cilema-i islâm ve yed-i ocağım, rical-i devletim Fatih
Sultan Mehmed hân gazi hz. lerinin camii şerifinde akd-i meclis-İ meşveret ve
nifak-ı âmiz harekâtdan ari olarak, hasbetenlillah-i teâla, müzakereye
<elmüşteşar-i mute'men> medlülünca, cümlenizi iş bilüp müşavereye me'mur
eyledim. Başbaşa verilip her tarafı mülahaza olunsun ve mühümmat-ı seferiyeden
olan hıyam ve cebehane ve devvab cümlenin mevkuf-u aleyhi olan, akça ve
zahairive askeri hususları mütalaa olunup, iktizası huzur-u hilafet-i meabıma
arz olunsun. Herkes hatırına hutur eden umur-u hayriyeyi söylesin. Sonra şöyle
lâzım idi diyecek kalmasın. Hayır tarafını ketmeyenler zamanımda medhul kalmaz
ve tekdir olunmaz. Cümlenin tasvib eyledikleri nezd-i mülükânemizde dahi tasvib
olunur.."
Zamanı idarenin günahlarını
büyüterek, harici ve dahili kavgaların gittikçe çoğalmasını temin eden
olayların meydana gelmesinden geri durmayacağı cihetle Sultan 2. Mahmud biraz
sonra senedi ittifakta imzası bulunmayan nice derebeyleri, ayanın kıyamı
karşısında kaldı. Arnavutlukta Tepedelen-li Ali paşa, Suriye'de Genç Yusuf
paşa, Mısır'da Kavaali Mehmed Ali paşa, Babantaraflarında Abdurrahman paşa, üç
kıta üzerindeki hakimiyetini dört taraftan sarsıyorlardı. Sultan Mahmud'da
yeniçerinin varlığından uğrayacağı zararları kendine ait tecrübelerle anlama
işinde bilhassa, 3. Selim'in nizamını tatbik etmeye eğilimi görünmüşse de,
sekban askeri teşkilatı gibi nakis ve yeniçeriliği azdırıcı bir teşebbüsden
ileri gidememişti. Osmanlı Tarihi adlı eserimde
1225/1810 yıllarına
ait bir ifademizde demişdik ki: "İki âmil vardır ki, mensubu olduğumuz
içtimai çevreninde mevcut hâle gelmesinde kurunu vusta yâni, orta çağ
düşüncesi, harp arayışına göre; yükseltmiş, büyütmüş, küçültmüş, cahil, menkub
ve-mağlub bıraktığı görülmüştür. Bunların biri, istibdad fikridir. Padişah,
bendegân, mukarribin, nedima, nisvan, rical ve ulema, diğeri milletin
maneviyatındaki gayrı muntazamlık; cahillik, taassubat, her istibdada karşı
duyulan zorbalık, şaka-vet ve istiklâle ait his, derebeyliği saikleri idi. Bu
iki eski can düşmanı eski bir terbiyenin eski bir müessirin, padişah ve kul
adlarına koyduğu rabıta ile, yekdiğerini kaldırıp kendine çekiyor. Padişah,
bütün ülkeye malı, insanlara kulu gibi bakıyor, milletse, bütün ülkenin
padişahın aidiyetine, kendi ab-diyyetine kail olmak ile birlikte, en kaba
insaniyetin bile kabaracağı, tahakkümsü halinden usanarak, arada sırada kendisi
de mütehakkim olmak istiyor, kanun koyucu bu kaldırma veya cezbetme
değişikliliğinde, bir hazırlama mekanizması gibi duruyor, bir cünbüş içinde,
idam, sürgün, müsadere, azil, tehdid, af, lütuf, terfi yapıldığı gibi,
günlerce,- aylarca, sabr-u teenni, bila havf yâni korkusuzca ince entrikalar hazırlanması,
fırsat aramak, nifak çıkarmak, dincede mukaddes olan kaide ve şartlarından
menfaat temini aramak, dinin hükümlerinin salime ve selimesini, taarruza kıyam
aleti seçmek, Örf adet, teamül gibi o cemiyete mahsus yeniliklerin, aleyhine
saldırmak, karanlıkta alınan bir terbiye ile üç kıtaya yayılan çeşitli kavim ve
miraçlardan meydana gelen bir ne-yetide, kendi idrâkine göre ayırıp çevirmek
istemek, bilhassa harb tali'inin kendi tali'ini kutlu ve bahtsız bilerek
nefsini, bütün milletin üstünde bilmek, bütün bu şeylere tahammül ettirmeği
hakimiyet usulü ve padişahlık tanımak, tanıtacak vasıtalar kullanmak icad
etmek, velhasıl bütün bu yıldırımların te'siri, nüfuzu, kuvveti, yardımı ile
aşağılı, yukarılı değişikliklere maruz idare şeklini düzeltmeğe uğraşmak ve
bununla beraber dıştan gelecek ihtiras dalgalarına ve ecnebilerin istir-kabina
karşı, savunmada bulunma ümidinde olunuyordu. İşte bu bilemeyîş devam ettikçe,
Osmanlılık kuzey, doğu, güney ve batı hududiarından ağır ağır çekilen,
koyulaşan ve zaman geçtikçe merkeze doğru'toplanan bir mayi gibi her işten
elinide ayağını da çeken oluyordu. Siyasetin iki yüzlü oluşu, menfaat takibi
olduğundandır. Bütün avrupa bizi zayıf görüyor. Yine zayıf gördürmeye
çalışıyordu. MiIİet'te irfan ve ka-biliyet-i ilmiye kalmamıştı. Rusya ile ona
bağlı olanlar, Avusturya, İngiltere, Fransa, hattâ hem din vehemhal olduğu halde
iran, böyle büyük bir hükümeti kesin kes sarsan tertible-rin ve darbe-i
hükümetin seyircisi değil, oyuncusu oynatıcısı olmuşlardı. Ruslar; Sırbiye ile
Mora'da hileli, sihir değneklerine taktıkları istiklâl şeklini; perde de
gezdirmeğe hacet görmüyorlar, kavmiyet poltikası kendi politikalarına aykırı
olsa-dahi bizimsahalarda Bulgarlara, Ulahlara. Rum unsurlara gösteriyordu. Biz
bunlara isyan diyorduk. Hayır değil; başşehirden uzakça bir yerlerde kopub da,
daha sonrada cümle kapısından girecek emaret-i ihtilâl ve devlet içinde büyük
bir çöküş alametidir. Padişahda;yer yer, kıt'a kıt'a, kavim kavim hor
görülüyordu, tşte fransa ihtilâlinden vaka-i hayriye'ye kadar devam
edenotuzsekiz sene zarfında Osmanlı hükümeti daha da gerilemek ve kokuşmaya pek
çok yaklaşmaktan gayri bir hareket gösterememiştir ve Mora meselesi doiay-sıyla
da meydana gelen devletler müdehalesi karıştırıcı ve şaşırtıcıbir parmaktı! Bu
parmakda, henüz boğazımız üzerinde dolaşmaktadır. Yeniçeriliğin kaldırılışına
kadar geçenza-man içindeki kanunsuzluk ve anarşinin şekli-Rus talebleride yavaş
yavaş Osmanlı haritası üzerinde beliriyor.
Mapolyon: Moskova,
Brezinadan sonra- Sultan 2. Mah-mud'un çevresi-Padişah iki kutup
arasında: Enderun ve Birun, Halet efendi devri-Sened-i İttifak
hazırlayıcılarından Ra-miz Paşanın idamı-Devlet; İslahı, sürgün ve idam
fiillerinde, tedhiş politikasında arıyor-Viyana kongresi, milliyet politikası,
mütegallibenin yok edilme siyaseti, Sultan 2. Mahmud Halet efendi nin manevi
tesirinde mağlup kalıyor, vükelâ-i devlet, ülke coğrafyasını bilmiyorlar-Ata,
arabaya izinsiz bi-nilemiyor-Yobaz ihtilâli, şeyhülislâm olmak için bir kaç
beyaz kılkâfi-Yangınlara karşı, efradın kanun kesİlmesi-Devlet, cumhuriyet
hayatını yaşayan cemiyetlerden korkuyor-Erme-nilerin patırdısı-Devletteki
zayıflamaya dair hal ve durum-Rum patriği ve metropolidi'nin idamları-Benderli
Ali paşa'nın idamı-Halk sadnazama uyuyor, İstanbulda reaya katli, cerhi, takım
takım yağmacıların çıkışı, Halet efendinin;idam olunarak katli
nazariyesi-Sübyan çocukların öğretimi hakkında ferman. Sultan 2. Mahmud'un
tahta geçişini gösteren 1223/1807 senesi sonrasında yeniçerinin kaldırılması
diğer bir ismi vaka-i hayrİye'ye kadar geçen 18 sene zarfında, yâni 1241/1826
tarihine ulaşan zaman diliminde de, gerek istanbul'da gerekse taşra'dahusule
gelen karışıklık ve ihtilâller yanında birde, dikkat çekici olması gereken bir
çeşit vardı kî, bunların tamamı kanunsuzluklardan ve anarşiden çıkmasıydı.
Yine her biri ayrı tarz mutlakiyet düşüncesi ve fikriyatına ait ruhiyatı,
idareye yerleştirmeye bunların fesatlarına delalet etmekteydi.
Zat-ı devlete emniyet
caiz değildir. Şeklindeki eskiden beri devam eden hükümün teyid ettiği gibi
saltanatın üzerinde de, yer yer görülen çözülmeler ortadaydı. Padişah, zalimler
ve mütegallibe ile boşyere uğraşmaktaydı. Kanun ve adaletin
kurulamadığı yerlerde, zulümler ve
tagallübler, hükümdarca yapılır. Senelerden beri, Ruslarla devam eden harb,
içte kötülüklerin menbaı, ayrıca sermaye genişliyordu.
Ruslar; 1224/1809
yıllarında Anadolu'dan Çerkeş, Abaza, Gürcü topraklarını, Rumeli'den de,
Besarabya topraklanyla, Eflâk ve Buğdan'ı istiyordu ve ayrıcada Sırpların
bağımsızlığını taleb ediyordu. 1227/1812 senesinde ruslarla yaptığımız sulh
antlaşmasından sonra, fransa imparatoru Napolyon, Moskovada ateşler içinde
tükenmiş, Berezena felâket-i meşhuruna uğramıştı. Böylece avrupa siyaset
anlayışıda yeni bir döneme girmek üzere hazırlıklara başlamıştı. Halet efendi
belâsı ise, başşehir ve taşrada uzanıp gidiyordu. Bu esnada Sultan Mahmud'un
çevresini; kimlerin teşkil ettiğini öğrenmek için tarih sahifelerinden,
aşağıya aldığımız bölümü okuyalım. "Sultan 2. Mahmud şehzadeliği
esnasında merhum 3. Selim hazretleri ile beraber kafes arkasında yaşarlarken,
aralarındaki sohbetlerde ve bunun neticesinde genç şehzade, Selim'den almış
olduğu dersleri pek güzel telakki etmişti. Kafesinden çıktığında bir şahin gibi
tahtı saltanata sahib olmuş, böylece mütegallibe ve yeniçerinin kaldırılmasını
tasar-lamakdaydı.
1227/1812 yılı içinde,
kafasında taşıdığı tasarıyı, Halet efendiye açtı. Bundan maksadı; Halet'den,
halisane hizmet bekleyebileceğini ummasıydı. Halet efendi, taşradaki
müte-gallibeyle alakalı hususlarda pekâla hatta birazda ifrata kaçarak şiddet
gösterirken, münafıkane ve hiylekârane bir tarzda yeniçeri hakkındaki terbiye
etme düşüncesini, birer bahane bularak, özürler serdederek, erteliyor böylece
padişahı aldatıyordu. Halet efendi taşradaki memurları soyup soğana çeviriyor,
bunlardan elde ettiği servetin bir bölümünü yeniçerinin ele gelir adamlarına
üleştiriyordu. Zamanın ihtiyacına bakarsan devleti âliyenin "eni usûl ile
işe yarayacak asker tedariki,
mutlaka şarttı. Enderun adamlarının ileri gelenlerinden olan padişah siîahdarı
Ali bey gibi bazıları da eski usûl adetleri beğenmeyip, yeniçeri ocağının
kaldırılması hususunda rey sahibi padişaha hak verirlerken de, Başçukadar
Seyid ömer ağa ile Berberbaşı Ali ağa gibi bazıları da enderunu hümayunca
tercih edilen usûl, eskisi gibi değiştirilmeden götürülmesi, askeri sınıflarda
yapılacak değişikliklerin enderun-u hümayuna bulaşacağı kaygusuyla bundan
kaçınıyorlar, Halet efendinin düşünce tarzını desteklemekteydi. Bilhassa
bunların içinde bulunan Ömer ağa kaidelere pek düşkün olduğundan, bu
davranışları padişahı pek sıkardı ancak, çok sadık ve ihlas sahibi kimse
olduğundan, padişah kendisine büyük saygı ve riayet gösterdiği için her doğru
bildiğini söyler vazifesini yapardı.
Sultan 2. Mahmud;
birûn yâni dışarıda yeniçerilerin tazyi-ğine enderunda yâni sarayın içinde bir
takım eski teşrifata ait resmi usûle ait baskılar altında sıkılmıştı. Kendisi
manevi bir kafesin mahkumu olduğu düşüncesiyle, yeniçerilerin bu husustaki
baskılarını kırarak, bentlerini yıkarak onları ortadan kaldırmak, yeni
usûlleri uygulayarak devletini düşmüş olduğu perişan vaziyetten kurtarma
çaresini aramaktaydı buna yardımcı olması muhtemel kimselerin ağızlarını aramaktan,
geri durmazdı. Ne çareki Halet efendi, çalınacak her kapıyı bu bahisler için
kapatmış olduğundan kimse gerçek görüşünü ortaya seremiyordu. Halet efendi,
perde arkasın-dan yürüttüğü engel olma hareketi içinde, padişahın kulağına,
kendisiyle aynı düşüncede olduğunu söyleyecek zevatı, birer desise ile bir ucu
ahirete, bir ucu da taşraya uzanan yolculuklara çıkarırdı. Buna karşılık pek
maharet gerektiren makamlara devamlı olarak, ehil olmayan kimseleri geçiriyordu.
Böylece ehil olmayan kimseler, mühim işleri idareden aciz kalırlardı. Bu
aciziyetleri de, kendilerinin Halet Efendiye müracaat etmelerine mecbur kılardı. Bir aksiiik
çıktığızaman üstesinden gelemeyen Halet efendi ise, bazı hediyelerieyen i-çeri
reislerini memnun edip, bunlar vasıtasıyla müşkülâtı atlatıp, böylece de,
varlığının bir kimya gibi devlete faydalı olduğunu, herkesin derdine deva
bulduğunu adeta imâ ederdi. Yeniçerilerin ileri gelenleri, hep Halet efendinin
adamları olmanın icabatından dolayı, bir takım nümayişler yaptırtır,
sal-tanat-ı seniyye'yide tehdide tâbi tutarlar, bunu gerek dışarıda gerekse
içeride de gerçekleştirirlerdi. "Yukarıya aldığımız satırlar, pek açık
olarak ortaya seriyorki, Sultan 2. Mahmud, bir kafesden bir başka kafese girmek
için uçmuş, kanatlarını Halet efendi ile enderun ileri gelenlerininin İnsafına
teslim etmişti. Şu da unutulmamalı, bu yırtıcı kuş, kendinden başka bir
başkasının baskısına tahammül edemezdi. Buna bağlı olarak saltanatının çok
büyük bir kısmı, vakaların çoğu, mü-tegallibenin üzerine ceza düzenlenmesi ile
geçmiştir. Hicaz bölgesinin vehhabilerden temizlenmesinde, Gazi unvanını almış,
Ruslarla yaptığı sulhden sonra, Rumelideki meseleleri bertaraf etmedeki
başarısı, yine o sıralarda sened-i ittifakın-yazarı arasında olan geçmişte
Rusya'ya firar etmiş bulunan Ramiz paşayı, İstanbul'a dönme isteğine müsaade
verip, Ra-miz'inde daha Buğdan'a girer girmez kellesini alması, ceza
düzenlemesi sözlerimize birer örnektir.
Bu devirde, bu
mutiakiyet anlayışında görülen ıslahatın aranması, sürgün ve idam cezalan
önderliğinde oiuyordu. Çünkü iş başında görünen Halet efendi vardı Napolyon'un
yıktığı hükümetlerle avrupa siyasası dengesini yeniden kurabilmek için
yapılması kararlaştırılan ve tatbike geçilen Viyana kongresine Osmanlı devleti
temsilcilerinin iştirak etmeyişlerini bizim tarihlerimiz şöyle anlatır:
"Osmanlı devletinin; bu kongreye murahhas heyeti göndermeye hakkı
bulunuyordu. Fakat pek fazla iç meselesi olması, bunların husule getirdigi
müşkülatlar, dış meseleleri de gereği kadar takiplerden mahrumdu. Ayrıca 3.
Selim vakasında telef olan devlet adamlarının, boş kalan yerleri
doldurulamamıştı. Hakikaten, devlet adamı denebilecek zevat
yetiştirilememişti." Yukarıya aldığımız tarihi izahat; bir nevi tevil
olmakia beraber, bizim avrupa devletleri arasına girmemize engel, hak
kazandıracak hükümet şeklini gerçekleştirememizdir. Bu husus aslolan se-bebdir.
Ayrıca biz bu tarihlerde, iç ihtilaller ve karışıklıklar içinde, her tarafından
çıbanlar fışkıran bir şahsınta kendisini andırıyorduk. Avrupa siyasi
dalgalanmalarına asla aldırmıyorduk. Tarihi Cevdet, bizim bu lakayt davranışımızı
ileri sürdüğü sırada, devlet memurlarının ileri gelenleri siyasete ait
havadislere dair meraklarını, ecnebi lisanlara vâkıf bulunan Fenerli Rum
beylerden öğrenerek giderirler vede malumat sahibi olurlardı. Diyor. Viyana
kongresi Tarihi Cevdet c. 12, sh. 198'de şunları yazıyor: Viyana kongresine
iştirakimizi bildiren Avusturya başvekili Prens Meternih'e, vermiş olduğumuz
red cevabının izahı şöyleydi: "Babıâli ilk önce bu davet hakkında gereği
kadar tetkiklerde bulunmamıştı. Murahhas gönderilmesini uygun görmemişti. Çünkü
Osmanlı, avrupa devletlerinden bazılarıiie rabıta kurup antlaşmalar yapma
usûlünü bir zamanlar ciddi bir görüş olarak kararlaştırmışken, avrupa
siyasasının perişanlığını, tecrübe etmiş böylece bu ittifak usûlünden vazgeçip,
esas görüşü olan, tarafsız anlayışa avdet etmiştik. Viyana kongresi; bu esnada
hükümetler yıkıp deviriyordu. Bundan çıkarılacak bir netice varsa da, Osmanlı
devletinin avrupa devletleri arasında yalnız kalmak gibi vahim bir duruma kendi
kendini düşürmesini tesbittir. Bu vaziyet karşısında avrupa devletiyken, avrupa
hukuku dairesi dışına düşmüştük. Bu bakımdan Viyana kongresi kararlarından
olan, kavmiyet politikasını men edişinin de, bizimle alâkası yoktu. Mora isyanı
esnasında, Rusya imparatoru 1. Aleksandr'ın teşebbüsleri ile, bizzat
kendisinin kavmiyet politikasına hasımken, bu isyancı kavmiyetçilere gösterdiği
yardımsever tavır hatırda tutulması gereken bir ihtardır. Mütegallibenin
cezalandırılması siyaseti, her geçen gün şiddetlendi. Taşra'da vezir ve mirmiranlar,
İstanbul'da yeniçeri ağası satır atmaktaydı. Biz de nice zamanlardan beri usûl
ve ceza hukukundan ayrı durmak hükümetçe kaide olarak da seçilmişti. Tenkil
vakalarında cezayı tertip memurların keyfine bırakılmıştı. Zulümler çoğalıyor,
İstanbul ile taşranın arasında hâl ve durumlar değişiyordu. Yeniçeri ağası
Seyid Meh-med ağa'nın Öldürülmesiyle kabul edilen neticesiyle ihtilâl vakası
buna bağlı hallerdendir. 1230/1 814'den 1232/1817 yıllarına kadar olan vakalar
hep bu tarzda anlatıldıktan sonra derebeylerden Karahisar Voyvodası
İbrahimağanın idam edilmesini amir fermanın Konya valisine yollanacağı yerde,
Bursa valisine gönderildiğini yazıyor ve diyorki, "Şu karışıklığa
bakınız; babıâli bir adamın idamı için ferman yazıyor. Lâkin nerede ve ne halde
bulunduğu ve hangi sancağa bağlı olduğundan habersizdir.
ülkenin coğrafyasını
bilmeyen vükelâda ancak böyle karanlıkta hayalet taşlar. Nevar ki; hükümet
yinede Halet efendinin kurmuş olduğu, ayan ve vücuh politikasını kırmaya devam
ediyordu. Sürgün ve idam kararlarının fermanları yazılıyor. Sultan Mahmud;
ülkenin İslahına büyük çaba sarfettiği hal de, İstanbul'da Halet Efendinin,
mânevi tesirine mağlup oluyordu. Hakikaten bu senelerin olaylarında, ülkenin
ihtilal tehdidi ile korkutulmamış hiç bir yeri kalmamıştı. Ata, arabaya bile
binmek eski kaideye bağlıydı. İzinli olmadıkça ve gayri müslim teba'dan olana
bir şeye binmiş olmak yasaklandığı zamanda, devletin nasıl bir ıslahat anlayışı
aradığının tahmini yapılamazdı. Bir eşkiyanın karşısına, başkaca bir eşkıya
çıkarmaktan ibaret olan iç siyaset ise: "Bu gün ona ise, yarın bana"
anlayışı içinde yapılan cezalandırma, iki taraf arasındaki mutabakat sonun da
belirlendiğinden, devîetde küçük düşmekten başını alamıyordu.
İstanbul'da ise,
devlet adamlarına aleyhte sözler sarfet-mek ve bunun en hafif cezası da sürgün
belasına uğramaktı. "Yobaz İhtilâli" adıyla meşhur olmuş münferid bir
vaka 1233/1818 senesinin istanbul sosyal hayatının, bir bölümünü ortaya koyar.
"Padişahın yakın çevresinden bazılarına yakınlık hasıl eden ve makam-ı
meşihata oturan Zeyneiabidin efendi, İlim yolu mensuplarını, esaslı bir
İslahata tâbi tutmak düşüncesiyle tanınmış ulemadan kimini sürgüne, kimine azar
ve tehditler yağdırırken, akrabalarını, kendine ülfeti olanları çok kısa zamanda
yükseltir. Böylece de genel bir nefret dalgasını üzerine çeker. Bu sırada; ilim
talebesi kıyafetinde dolaşan bir sürü serseriden ibaret olan yobazlardan çoğunu
hapis ve sürgün, bir kaçımda İdam etmeye kalkışır. Buna karşılık; rûus
imtihanında hatır gözeterek liyakat sahibi olmayan kimselere de rûus verdirdiği
görülür. Bu vaziyet ta-lebeİ ulûm ile beraber Deli Emin efendi, Musannif efendi
gibi büyük hocaların da tabiatına ters gelir. Böylece şeyhülislamın azli
temenni olunmaya başladı. Tam bu esnada; Fâtih medresesi talebelerinden biri,
Karamanlı bakkalın birinden iki mum ister. Ancak mum sıkıntısı yaşanmakta
olduğundan hükümetçe, herkesin bir mum kullanması tenbihlenmiş, olduğundan
bakkal bir mum verir. Çömez ise, iki mum talebinde İsrarlı olur. Aralarında
kavga çıkar. Talebe, bakkalı düğmeğe başlar. Bu patırdıyı işiten kolluk, işe
karışır. Birkaç yobaz daha iştirak eder. Yeniçeriler bunların hepsini tutup,
hem ağa kapısına götürürler, hem de daha evvelce telakki ettikleri emirlere
uyarak bir de adamakıllı döğerler.
Ertesi gün işi
şeyhülislâmın takip ettiği, adamları idam ettirdiği hususunda bir dedikodu
yayılmış. Medrese talebeleri artık takım takım toplanırlar. -Bu ne demek? Bir
bakkala iki sille vuruldu diye ilim yolu talebelerine bu şekilde darb ve tahkir
olurmu?
"Darb-ı zeyd
amı'en" makulesi bir fil'i mazi için tal-ebe-i ulûmdan bir kaç kişiidam
edilirmi? Bu şeyhülislamın bizler hakkındaki garaz ve nefsaniyetidir, fetva
kapısına gidelim, idam edilmişlerin hak'lannı dava edelim. Diyerek, o geceyi
atlatırlar. Ertesi gün camilerde derse çıkan hocaları engelleyip, rahle ve
minderleri kaldırırlar. "İlim yolu talebelerinin namusu temizlenip ikmâl
edilmedikçe talimül mütalliim risalesinin dahi okunması, caiz olamaz."
diyerek derse girenleri de kendilerine uydurdular. Büyük bir cemiyet halinde
fetva kapısına dayandılar. Şeyhülislâm divanhanesi yobazlarla dolar.
Zeynelabidin efendi dışarı çıkamayacak hale gelir. Kethüdası biraz kendimi
göstereyim der, ancak bir güzel dayak yediğinden kaçar. Şeyhülislâmın
müşavirleri ve yakınları birer köşeye saklanırlar. Şeyhülislâmla Fâtih
camiinde şer'i mahkeme isteriz, maktullerin kanını isteriz diye bağırışırlar.
Vakit öğleyi bulur. Musannif efendiyle Deli Emin Efendiyi çağırırlar. Onlarda;
binbir naz ile. atlarına binip gelirler. Şeyhülislâm ile görüşüp ağızlarına
geleni söylemekten çekinmezler. Sonunda sürgüne tâbi tutulanların serbest
bırakılmasına karar verilir. Kalabalık da dağılır.
Ancak şeyhülislam ifta
makamından alınır. Mekkizâde Asım efendide şeyhülislam olur Cevdet tarihinde bu
yazıldıktan sonra bir deftere ilave olarak yazıyorki, şeyhülislâmlığın Halet
efendi elinde bir kaç beyaz kıl kadar ehemmiyeti oldu-qunu doğruiar. Diyorki:
"Sağlam olan bir kaynaktan dinlemi-şizdirki, Halet efendi, daha önceden
Mekkizâde'nin meşihat makamına getirilmesini tasavvur etmişse de Mekkizâde pek
genç olup, henüz sakalına daha kır bile düşmediğinden Halet efendi gizlice
gönderdiği haberde, Mekkizâde'nin sakallarına bir kaç beyaz ki! düşürmesini
istemiştir. Mekkizâde'de sakalına öd ağacı yakarak, bir iki kılı ağartmaya
muvaffak olmuş, böylece de makamı meşihata oturabilmiştir." Şeyhülislâmlık
makamının bu zamanlar da bile, gördüğü itibarsızlik-dan anlaşılıyorki, temiz
şeri'atımız da şunun bunun elinde oyuncak vaziyetine gelmiş, zamanın iş
görenlerinin umurunda değildi. 1233/1818 senesinde yedi ay içinde, yetmişüç
adet yangın çıkmış ve İstanbul ahaliside uykudan mahrum kalarak evlerinde nöbet
beklemeğe mecbur kalmışlardı. Halk arasında meydana gelen galeyanın bastırılması
için Kanbur Süleyman isimli haşan bir serseriyi idam, Halet efendi'nin
hasımlarından olan, Mektubçu Atâ efendi ile Beyiikçi Sâib efendi sürgüne
gönderildiler. Fahişe yüzünden de bir bostan-cınının bir hamalı, bir
humbaracının bir kürdü öldürmesi adli kaidelerin geçerli olmadığı bahanesi ile
meydana gelen hamallarla, kürtlere selahiyeti verilmiş ve bir defasında, hamallar,
diğerinde kürtler, katillerin mensub oldukları kişilere hücum etmişler, büyük
kavgaca sebeb vermişlerdir. Böyle ve-kayi husule geliyordu.
Yeniçeri ortalarından;
25. ve 71. arasında semer devirme, yâni bir ortadan diğerine geçme davası
büyüyerek, üçgün üçgece birbirleriyle savaştılar. Ermenilerin ilk patırdısı bu
sıralarda meydana gelmiştir. 1233/1818 senesinde ortaya çıkan, ermeni katolikleri
meselesinide hükümet ileri gelen bir kaç kişiyi sürmek suretiyle bastırmaya
muvaffak olmuştu. Fakat ermeni patriği gizlice katolik olan ermeni rahiblerinin
teşvikiyle, iki tarafı barıştırmak vede tel'if etmek hevesine düşmüşsede, 1235
senesi zilkadesinin 11. pazar /1820 senesi ağustosunun, 20. günü "sen
bizi katolik edeceksin" kızgınlıkla söyledikleri sözlerle patrik'in
üzerine hücum etmişler, patrik her ne kadar kaçabilmişse de, çıkan arbedeye
koşan, kolluk zabitanı ve erlerinden bazıları yaralanmışlar ve Ermenilerin
İleri gelenleri yakalandı ve de bunların dördü idam olundu. Bu hadiseden sonra
tarih demektedirki: "Bir zamanlar bu tarz cumhuriyet yolunda giden,
cemiyetler devlet idaresinin nazarı dikkatini pek çok çekerdi. Telaş ve
endişelere düşerdi. Tepedelenli Ali Paşa harekâtıyla. Mora ve Sisam bi-lahire
Girid ihtilâlleri için Rumlar arasında isyan eğilimi, Rum Etniki Eterya
cemiyetinin kurulması ve üstelik merkezini İstanbul'da teşkil etmesi, Eflâk ve
Buğdan'da bir sürü karışıklıkların kendini göstermesinde yatan sebeblerde
Osmanlı hü-kümet-i idaresi zafiyetide rol oynamaktaydı. Osmanlı başkenti hiç
bir vasıtaya mâlik değilmiş gibi, etrafı ile haberleşme sağlayamıyordu ki, rum
patriği Grigiryos'un Mora ihtilalcileri ile haberleştiği, nasılsa haber
alınıyor, hristiyanların paskalya bayramında görevinden azledilip, patrikhane
içinde asılmak suretiyle cezaya müstahak ediliyor, cesed asıldığı yerde üç gün
durdurulduktan sonra denize atılıyordu. Hemen patrikle alakalı olduklarını da
tesbit eden hükümet; Balıkpa-zarı, Kaşıkçilarhanı ve Parmakkapı, gibi
metropolidlerin, patriğin uğratıldığı akibet, bunlara tatbik olundu. Bütün bu
davranışlar Rumların isyanlarını çoğalttı. İç siyasetimizde asla
rastlanamayacak kötü tedbirlerindendi. Bu arada Halet efendi ise, kendi
hakkında lâf edenlerin de cezasını ya idam, yada sürgün olarak veriyordu. Hatta
bunların içinde sadaret mevkiine gelmiş tok sözlü, Benderli Ali Paşa gibi, bir
vezirin. Halet efendinin çalışması, sadaretinin 10. gününde önce azil, Kıbrıs'a
sürgün ve orda da hemen idam edilmesine yetme başarısını göstermişti. Demekki,
Halet efendinin kudreti öylece bir dereceye varmıştıki, yalnız padişahı idama
muktedir değildi. Benderli Ali Paşadan sonra makamı sadarete gelen Çermanli
Salih paşa adlı bir vezirin devri, bu olay üzerine ayrıca kötülüklerin
işlenmesini biriktirmişti. Cevdet paşa, tarihinde diyorki; "Salih paşa,
sadrıazam olduğu günün hemen ertesinde, sah günü idi ve İstanbul'un çeşitli
semtlerinde 12 Rum öldü. Bunların içlerinden biri de, Arnavutköyü başpapa-sı
idi. Hemen ertesi olan çarşamba günü 7 rum daha kati olundu. Devletin böyle bir
siyaset içine girmesi, müslüman-lardan bazılarınca görülüp cesaretleri de
çoğalıp, Kalas'da rumların müslümanlara yapmış olduğu mezalimin intikamını
almak maksadıyla, mezalimde yer aldıklarını sanıp ve gözüne kestirdikleri
reayayı öldürür oldular. Mürahık, yâni akılba-liğ ve akıl baliğ olmayan çocuk
ve talebelerle, içlerinde 18-20 yaşına ermiş terbiyesiz ve edebsiz nadan
oğlanlar, küçük büyük okul çocuklarıyla toplanarak, Şaban ayının 2. cuma günü
bir kaç gurup halinde İstanbulun hristiyan mahallelerine saldırıp, bazılarımda
yaralamaya cesaret buldu. Diğer bir gurubu da, Eğrikapı klişesini basıp,
avizelerini ve eşyalarını yağma ettiler. Ertesi gün bir diğer gurub ise Beyoğlu
yakınında Çukur dedikleri ermeni semtini bastılarsa da bunlarda silah
olduğundan, rivayete göre 8 kişi kadar büyük küçük yaralanmış bunlardan ikisi
ise çok geçmeden ölmüş. Bu ölümlerden sonra bu rezillerin Beyoğlundaki
hristiyanlara ait dükkanları taarruz altına alacakları hususunda istişare yaptıkları,
duyulunca zabitan bahse konu yerlere koruyucu koyma yoluna saptı. Bu günlerde
çarşı ve sokaklarda yahudiler-den başkası nadiren görünür oldular. "Halet
efendinin; idam ve katlettirme hakkındaki düşüncesini zamanın haleti
ruhiye-sini ortaya koyma bakımından bakışımızın gayet feci durumla
çarpışacağını göreceğiz. Andera adası voyvodalığını tamamladıktan sonra,
İstanbul'daki evinde, uzlete çekilip yaşayan ve Halet efendinin katlettirdiği,
Darbhane nâzın Ab-durrahman bey'e bağlı, Reşid isimli bir delikanlı hakkında,
merhamet sahibi biri, Halet efendiye; "Bu Reşid genç bir kimsedir. Bir
başka şekilde cezalandırılsa" dediğinde Halet efendi ise bilinen tavrıyla;
"Genci öldürmek yazık, ihtiyarın katli günah, her zaman öldürmek için
ortayaşlı adamı nerede bulmalı?" şeklinde cevap vermesi, hazin bir hâl
değilmidir?
Yine; Cevdet tarihinde
yazıldığına göre, "gerek İstanbul'da, gerekse taşrada insanın bir kadri
kıymeti yoktu. Adam öldürme piliç kesmek ile aynı gibiydi. Hatta bir ara
İstanbul'da reziller çoğalınca önleme tedbiri için mec!is-i vükelâda da bir
çare arandığında, Halet efendi, yeterli tedbir olarak "Şimdi Okçular
başındaki berberin başı kesilsin. Bunu gören ve duyan rezillerin korkusu
çoğalıp, bu işin arkası kesilir" Dediğinde, huzurda bulunan biri:
"Aman o benim berberimdir" şeklinde konuştuğunda Halet efendi:
"Ona mahsus değil, öte taraftaki berberin boynu vurulsun, maksad hası!
otur" demiş olduğu pek meşhurdur. İşte bu düşünce tarzı Halet efendinin
sürgün ve akabinde ölüme mahkum edilmesine tarih olan 1238/1823 tarihine kadar
madde hükmünde geçerli olmuş ve 1241/1826 tarihine kadarda ortada kalıp,
kaldırmaya çalışan görülmemiştir. Gayet nâdir olarak, 1240/1825 yılında müslüman
çocukların merahık yâni âkılbaliğ olacak yaşa kadar okullarda, şeriat-ı
islâmiye ve kavaid-i diniye talimi ve"ârenmekle ilgili mecburiyeti
belirten fermân-ı âli yayımlandi.
Yine aynı sene
Benderli Selim paşanın sadrıazam olması, Vakai Hayriyye yâni, yeniçeriliğin
kaldırılması hususundaki başlangıcda hayırlı addedilse yerindedir. Meşhur
Engel-hard'ın ifadelerinin ışığında vede Ahmed Rasim Bey'in tahlillerinden de
istifade ederek, aşağıda seçtiğimiz ara başlıklar altında Sultan 2. Mahmud
dönemine bir atfunazar edelim.
1241/1826'da
yeniçerilik, aynı tarihde yeniçeriliğin durumu, heyet-i samsaniyeyi yâni
keskin kılıç teşkilatının ilk kuruluşu, -849/1445'de Bıçak Tepe vakası
(Tac'üttevarihden bir parça), İlk isyan şekli (Mufassaldan) ceza bölümü, dört
asırlık isyanlar, 3. Selim devrinin yeniçeri ağası ve zabitlerinin itirafı
-Mısır'ın Cihadiye askeri Bender Selim paşama sadareti, Eşkinci askerinin
kurulması-Ocağın kaldırılışından sonra, kurulan divan heyeti ve padişahın
nutku, Muhalefetin müsaderesini kaldırış, Asakir-i Mansure-i Muhammediye teşkilatı,
İlk ordu -Rus Çar'i Aleksandr'ın ölümü, Nikola'nın tahta oturması, Sultan
Mahmud hükümetini başka te'sirlerin ortaya çıkmasıyla, durum değiştirmeye
mahkumiyeti fikr-i ce-did yâni yeni düşünce- Akkirman antlaşmasının
sebebleri...
Uzun zamanlar boyunca,
padişahlarca veya devlet adamları tarafından tasavvur olunan, bütün İslahat ve
yeni nizam tatbikini engelemeye çalışanları beyan eden tarihlerimizin hedef
olarak gösterdikleri tek fail, yeniçerilerdir. Yeniçeriler 1241/1826 senesine
doğru, eskidenberi kuruma arız olan, çöküşler yüzünden yıkılmaya yüz tutmuştu.
Memleket içindeki, hem ahalinin hem de İdarenin nefretini üzerine toplar hale
gelmiş geçmişti bile!
Böylece üçüncü bir
vaziyet meydana getirmişti. Artık teslim etmek gerektirirdik), yeniçeriler
devlet ile tebâ arasında kurulmuş bir heyet-i isyaniye hâlini almıştı. Bunların
ilk kuruluş tarihi 849/1445 senesine rastlar. Bu isyan heyetinin İlk vakası
Sultan 2. Murad'ın, oğlu Fatih Sultan Mehmed lehine feragat ettiği tahtına
yeniden dönüşü böylecede, Sultan Meh-med'in tahttan hâl edilmesi, bu isyan
heyeti yüzünden vuku-bulmuştur. Hatta; muteber tarih kaynaklarından olan Tac'üt
tevarih(l) adlı eserde bu vaka şöyle nakledilir: .Ama bazı tarihlerde şöyle
yazılmıştır ki, Varna savaşından sonra, Edirne'de bir müddet dinlenen 2.
Murad, eski üslubu üzre saltanatı tekrar Mehmed hân'a devredip, havassı ile
hizmetkârlarını alıp Manisa'ya çekildiler. Sultan Mehmed'de kendi adına akça
kestirip, üzerine adını koydu. O sırada, Edirne'de çok geniş bir yangın çıktı.
Bezastan denilen çarşı ile Tahtakale ve daha nice yerler yandı. Bu çarşının
kethüdası Hoca Kasım ve bir çok çarşı mensubu çarşı ile birlikte yandılar.
Yeniçeriler başkaldırıp Hadim Şahabeddin paşayı yakalamak üzere baskın
yaptılarsa da, paşa içkapıdan kaçarak, Eskisaray'a sığınıp, saltanat sahibi
sayesinde kurtuldu. Bucak Tepesine çıkarak halka korku verdiler. Bir çoğu
daileri giderek yeni sakinleşip, gelecek vezir ve komutanlardan, Halil paşa ve
İshak paşa ve de Beylerbeyi Ağvaroğlu, neticede aralarında anlaşıp, Sultan 2.
Murad'ı tahta geçmesi için davetettiler. Bu va kıa vukubulduğunda 849/1445
senesi başlarıydı. Sultan 2. Murad deniz yolu ile gelerek Edirne'de bulunan
Bucak Te-pe'ye indi. Av adı ile çıkıp yeniçerinin düşüncesini öğrenipde yeniden
saltanata dönmeğe karar verdi ve Sultan Mehmed'i Manisa'ya yolladı, Mufassal
ise, bu vakayı daha da açık bir şekilde anlatarak, diyorki: "tarihlerde
pek netlik görülmüyor-sada, yapılan ifadede anlaşılacak gibi olan husus, Sultan
Mehmed hz. lerinin veziriazamı Çandarlı Halil paşanın, Sultan 2. Murad'ı Varna
savaşı münasebetiyle tahta davet etmesine itiraz etmemekle beraber bittabi
muğber olduğundan ve Niğ-bolu zaferinden sonra, Sultan Murad'ın yine Manisaya
çekilmesi sonrasında genç padişahın bazı davranışlarından Halil Paşa pek emin
olamamıştı. Artık ne yapsalar Manisa'daki padişahı tahta geçirme teklifine
olumlu bakmayacağını anladıklarından, bir hileye başvurdular. Edirne şehri
içinde pek büyük bir yangın çıkararak bilhassa Bedestan civarında meydana
getirildi. Söndürülmesine koşan yeniçerileride yağma yapmaya teşvik ettiler.
Bazı yeniçeri komutanları, enge-lemeye gayret gösterdiklerinde, bazı
müfsidierin tahriki ile askerin bu kimselere de saldırdığı görüldü. Bazıları
ise çok kötü muamelelere maruz kaldılar. Nihayet, Sultan Mehmed hz. leride bu
fesadın meydana gelmesinden dolayı hayretlere düşmüş ve günde yarım akça
nisbetinde askerin, maaşına zam yaparak teskin etme yoluna gitmişse de Hali!
Paşanın fesadı yüzünden bununlada yolunu bulamadı. İşte böyle devam eden
vaziyet, eninde sonunda fena bir raddeye ulaşacağını, eğer tahta oturmazsa
kendi elleriyle devletlerini tehlikenin kucağına atacaklarını, Manisa'da Sultan
2. Murad hz, le-rine arz ettiklerinden, padişah 849/1445 yılında avlanma bahanesiyle
Edirne'ye gelmiş vede yeniçerinin tamamını ava davet etmiş, orada yeniçeriler
Sultan Murad'a, tahta çıkmaz ise fesadın engellenemeyeceğine dair nümayişler
yaptıkça, askerin kendisine itaat edeceğini anlayan Sultan Murad, bu kanaatıyla
tahta çıkarak saltanat teklifini kabul buyurmuşlardır." Bu fıkralar
sayesinde anlaşılıyor ki, Sultan Fâtih Meh-med'in Karaman savaşından dönüşünde
yeniçerilerin bahşiş taleblerine ayak diremesi, Bıçaktepe vakasını müteakip, yarım
akça ilerletilen maaşın lezzetinden, damaklarda bırakmış olduğu tatlılıktandır.
Şu halde 849/1445
tarihinden, vaka-i hayriye'ye rastlıyan 1241/1826 tarihine kadar geçen
392'hicri/376 miladi sene ki yaklaşık dört aşıra varan zaman dilimi içinde
yeniçeri isyanları devr-i istilâ, devr-i ikbâl yâni yükselme, devr-i inhitat
yâni duraklama ve çöküş dönemlerinde de devame de gelmiştir. 3. Selim devrini
başlangıç olarak kabul edersek, nizami asker kuruluşu fikrinde, sadrazam Koca
Yusuf Paşa'nın kanaati var olup, hâttâ 2. sadaretinde yeniçeri ağası ve saire
ocak zabitlerinin de bulunduğu bir istişare toplantısında bunlar: "paşam;
biz bu defa 20 binden fazla sayıda ocaklı askeriyken, 8 bin moskofun askeri
Tuna'yı geçti ve üzerimize yürüyüp gücünü gösterdi. Düşmanın böyle nizamiye
askerine qöre, bizim askerimizin ise yeni savaş hilelerinden haberi olmayınca,
biz bu hâl ile gidersek kıyamete kadar zafer ve nusrat göremeyiz, şeklinde
itirafda bulunmuşlardır. Alemdar Mustafa Paşa'da; sened-i ittifakın yapıldığı
toplantıda: ".Vak-ta ki; vezirlik rütbesi ile başımız bağlandı, ünvan-ı
seraskerlik ile kıymetimiz yükseltildi. Gerek orduyu hümayunun maiyetinde ve
gerek kendi başına düşman askeri ile savaşma esnasında düşmanın galib
geldiğinin görülmesindeki hakiki sebeb tetkiki ve araştırması yaptığımda düşman
askerinin galibiyeti öğretici ve muntazam subaylarının, harp fennine vâkıf
komutanların fikir birliği yapmış olmasından kaynaklandığını öğrendiğimi
itiraf edeyim" Demişti.
2. Mahmud; Alemdar'ın
tesiri altında kalmaktan halas olduktan sonra derebeyleri, Rus elçileri,
isyanlar ve bir takım saltanat rakipleriyle uğraştığı sırada devlet makamının
bu tip haşaratile muhafaza edilemeyeceğini anlamış vede yeniçerilerle ahali
arasındaki anlaşmazlıklardan dolayı, biribirlerine karşı hissedilen nefret
duygularından epeyce istifade etmişti. Bundan başka Mısır'da, Mora'ya
nakledilen ve Cihadiye adı-nınkonmuş olduğu talimli askerin, bu havalide
gösterdiği yararlılıklarda nazarı dikkatini pek çekmişti ki Mısır'dan gelen
yeni fikirlerden biri de bu idi.
Mamafih Sultan 2.
Mahmud küçük büyük reyleri toplamakla yâni bu gibi ıslah edici kuruluşların
irade ile meydana gelemeyeceğini anlamış olduğundan milletle birlikte alınacak
kararlarla yapılabileceğini idrak edip, ilk iş olarak asa-kir-i muntazamayı
kurma maddesini devlet adamları ve âlimler arasında müzakere sahasına soktu.
Bunun temini içinde Benderli Selim paşa sadaret makamına getirildi. Yine o
dönemin şakacılığı ile meşhur olmuş bulunan Kadizâde Ta-hir efendiyi
şeyhülislâm olarak tayine karar verip, gerçekleştirdi. Bir yandan ulema
gurubuna iltifatlar yağdırırken, topçu sınıfına mensup askerlere ayrıca güler
yüz göstermekteydi. Kendisinin Berberbaşısı Ali ağa ile Halet efendi, arasında teati
olunmuş teskerelerden de anlaşıiıyorki, padişah eskiden-beri yeniçerilerin
isyancılarını imha etme tarafını seçmekteydi ve Halet efendinin tatbik ettiği
erteleme siyaseti bu arzunun gecikmesini temin etmişti. Halefin idamının
arkasından Sultan 2. Mahmud bu işe hemen başlamıştır. Vakai hayriyye denilen
meselenin çıkmasına, Eşkinci adı verilen bir askeri sınıfında kurulması
teşebbüsü olmuştur. Eşkinci sınıfı, 3. Selim devrinde kurulan.nizamı cedid,
Alemdar Paşa sadareti esnasında teşekkül ettirilmeye çalışılan sekban adı
verilen bir askeri sınıf teşekkülünden sonra üçüncü teşebbüsdü. bir ve iki
numaralı teşebbüsler yeniçerilerin isyanlarının müsebbibi olduğundan isyanları
tatlıya bağlamak düşüncesiyle dağıtılmaları yönüne gidilmişti. Yeniçeriliğin kaldırılması,
ocağın yok edilmesi tafsilatı tarihlerimizde önemli şekilde bah-solunan
mevzuattandır. Biz de burada anlatım maksadımızı yerine getirmek için bazı
bölümleriyle nakletmeyi lüzumlu görme durumunda olduğumuzun idraki İçindeyiz.
Çünkü; yeniçeriliğin
kaldırılması esnasında teşebbüse geçilip geçilmeme hususunda büyük bir
tereddüt yaşanmıştı. Bu tereddüd mutlakiyete dayalı fikirlerin, yaşatılma maddesinde
ortaya ç;kan ve eskiden beri devam eden durumdan başka bir şey değildiyâni
makam-ı mutlakiyet zayıf düşerek tehlikeye atması ile galebe çalıp, kuvvet
kazanabilmesi ihtimalleri birbirinden ayrılmaz şekilde kaynaşmıştı. İşe
atılmak bir zar oyunu gibiydi. Hatta işin başında da humbaracılarla, topçu ve
lağımcı ile tersane ocaklarının sadakati sağlandığı halde yeniçerilerden pek
ayrısayılmaz olan ulemanın iştiraki meselesi mevzuubahis olmuştu. Ulemanın
iştiraki sağlandığı zaman, Tarih-i Cevdet müellifine "tarâf-ı saltanat da
kuvvet bedidâr" oldu dedirtmiştir. Yâni padişahın gücünü artık apaçık
görmek mümkün oldu, demektir.
Sancağı şerifin
çıkarılması hususuda bir takım tereddüdleri getirmiş ve bundaki tereddüd
aynıdır. Aşağıdaki satırlarda zamanın lisanı hali ile apaçık ortaya koyuyoruz:
"İstişare nihayet buldu. Söz tamam oldu. Mübdei muamelat-ı harbiye olmak
üzre hemen livay-i şerifin ihracı kaldı. Bu ise bir emr-i hatır idi. Zira
sancak-ı şerif çıktığı gibi derun-u payitaht'ta bir azim kıtale başlanacak.
Harbin neticesi ise meçhuldür. Şayedki zorbalar gaalib gelince bunca devlet
sadıki kimseleri imha ederlerse, bunlar nasıl idare olunur? Devletin hâli ne
olur? Şeklindeki mütalaalar aklı tırmaladığından zâtı şahanede, tereddüd ve
teenni görüldü" Bütün maksadımız bu tereddüdü göstermekti, Bu tereddüdü
yok eden, Kürd Ab-durrahman efendi isimli bir zâtın hiddet ve şiddeti ile
ağzının köpürmesiydi. Abdurahman efendi: "Bu din-i devletin de-vam-i
bekası, murad-ı ilâhi ise, o habisleri ururuz, mahv ederiz. Değil ise, biz de
bu <^in ile batıp gideriz, daha ne olmak ihtimali kaldı." Diyerek
elindeki teşbihini hiddet içinde yere vurdu. Teşbih koptu, dağıldı, mermerlerin
üzerinde yuvarlanırken orada hazır bulunanların rikkati üstün gelip gözlerinden
tane tane yaşlar dökmeye başladılar. Sultan 2. Mahmud hz. lerine de, bu
rikkatli hâl sirayet etti. Hırka-i saadet dairesine giren padişah, peygamber
sancağını çıkarıp, sadrazama ve şeyhülislâma teslim etti. Zamanın hatibi bir
cümle söylemiş ve bu cümledeki belagatın te'siri güzel netice vermiş oluyordu.
Sultan Mahmud'a yaklaşan tereddüd, bu sefer nasılsa diğerlerine sirayet
etmemişti. Yahut Abdurrahman efendinin; heyecan dolu yüreği ve sözleri bu
sirayeti engellemişti. İnkilabların tarihlerinde bu tip ruhi anların mevcut olması
pek dikkat çekicidir. Bu vakadan sonra sancağı şerif Sultanahmed camii
şerifinden alınıp yeni saraya gönderilmiştir. Sultan Mahmud, babüs'sade damı
üzerinde tahtı hümayunun kurulduğu yerde sancak dikilince, kubbealtına gitti.
Orada devlet adamlarıyla büyük bir divan teşekkül ettirdi. Vakadan sonraki
cumartesi günü Sultan Zeynep camii mahfilinde sabahın erken saatlerinde
toplanan meclis, müzakerelerinde yine böyle bir tereddüd çıkmişsada o zaman
reisül-küttabhkda bulunan Şeyda efendide tereddüdü ortadan kaldırmaya himmet
eylemiştir. Ahmed Cevdet paşanın tarihinde belirttiğine göre: Meclisdeki işin
can alacak noktası mevzu, yeniçeri ocağı ıslahmı edilecek yoksa bütün bütün
kaldırıia-cakmı idi? Burasj karar altına girecekti. İlk görüşler ve reyler,
ocağın pek eski bir ocak olması yüzünden gönüller yok edilmesine razı
olamıyor, eğilim ıslahın tercihine kayıyordu, işte bu sırada, Şeyda efendi de:
"Bu zümre-i zamime, şimdiye kadar bîddefaat ika ettikleri fitne akabinde,
devlet-i âliyenin umur-u külliye ve cezaiyesine müdehale etmemek için ettikleri
tahaddüdatı ne vakit ifa ettiler? Sicillat ve defter dolusu yazılan senet vede
hüccetlerin mazmunlarıyla ne vakit ihtİ-cac olundu? Hele bu defa Eşkinci
tahriri maddesinde tahrir ettikleri hüccetin henüz mürekkebi kurumadan
bilâmucibi ilân-ı baği ve isyan eylediler. Şimdi ise içlerinden bu kadar şerpişeler
idam olundu. Lâşeteri meydanda sürüklendi. Onlar bunu unuturlarmı? Bundan
dolayı devlet-i âliye hakkında adavetleri müzdad oİmazmı? Bunların nâm-u nişanları, sa-hife-î
rûzigâriden hek ve imha edilmedikçe fesad ve fitneleri bertaraf edilemez. Her vakit
böyle fırsat ele giremez. Yeniçeri ocağını külliyen ilga ve imhadan başka çare
yoktur."
Demiş.
Bu söylenenler
diğerlerince de tasdik olunmuştur. Daha sonra vezir olmuş bulunan beylikçi
Pertev bey'in kaleme aldığı meşhur ilga fermanını bu tasdikten sonra
okunmuştur. Sultan Mahmud, bu meclisin verdiği mazbatayı kabul edip tasdik
etmiş, ülkenin her yanına çoğaltılıp ulaştırılması emrini vermiştir. Bundan da
anlaşılan yeniçeriliğin kaldırılmasının, daha önce tasavvur olunmadığı
anlaşıyor. Engelhard'a göre: "Et meydanı kıtalininse düşünülmüş bir
tertib, planlı hareket olduğunu ileri sürmesi hatadır." Her nekadar Engelhard,
vak'aya cüretkâr bir düşünce ile bakıyorsa da bu da hatadır. Divan şu şekilde
kurulmuştu: Taht'ın sağında sadrazam Selim Mehmed Paşa, solunda şeyhülislâm
Tahir efendi, eski şeyhülislâmlardan Mekkizâde Asım efendi, Yâsincizâde
Abdülvahhab, Sıdkızâde eski kadılardan Arif bey, Yahya bey, hekimbaşı Behçet
efendi Ahmed Reşid efendi, Rahmi bey, Anadolu kazaskeri Tahir bey, Murad
mollazâde Arif efendi, Arabzâde Saduliah ve Hamdullah efendiler, Hekimzâdenin
torunu Rıza bey, Yusufzâde, Raşİdzâde Caferbey, Melekpaşa-zâde Abdülkadir bey,
Dürrüzâde Abid efendi, Çarşanbalı hoca Mehmed efendi, İstanbul'kadısı Sadık
efendi. Karşılarında bulunan zevat: Kethüda-i sadr-ıâli Ahmed Hulusiefendi, defterdar
Tahir efendi, reisülküttab Şeyda efendi, Tevki-i Ataul-lah efendi, reis-i esbak
Hamid bey, Çavuşbaşıvekili Alibey, darbhane nâzın Es'ad efendi, eski defterdar
Yusuf efendi, defter emini Numan efendi, ruznamçe-i evvel Mustafa efendi, 1-
muhasebeci Salim bey, şehremini Hayrullah efendi, baruthane nâzın Necib efendi.
Yukarıda adlarını saydığımız kimselerden müteşekkil divamnmüzakereye
geçmesinden evvel, Sultan 2. Mahmud aşağıdaki nutku irad buyurmuştur:
"Cenab-ı Hakk'a
çok şükürler olsunki, bu kulunu ecdadı izamının nail olmadıkları fethi mübine
mazhar kıldı ve sizle-ride bu hizmeti celilede bulundurdu. Allah hepinizden
razı olsun. Sây'iniz meşkûr olsun. Şimdiye kadar bu yol kesiciler yüzünden
meydana gelen nice mekruh işlere mecburen müsamaha edilmişti. Elhamdülillah
hepsi yıkıldı gitti. Bundan sonrada hep beraber memleketin işlerini tanzim
edip, Allahın kullarını memnun ve hallerini İslah edelim. Eskiden zarar veren
zümre yüzünden devletimizin içine düşüp müb-tela olduğu masrafların eksikliği
hususundada beytülmalin müslimiyn ile asla münasebeti olmayan ve mansıba
divani-ye'de istihdam olunmayan kimselerin bıraktıkları miriden zapt
olunmaktaydı, önce bu hususu kaldırdım. Bundan böyle o gibi mallar alınmasın.
Sair Önemli adli işler ve hayırlı çalışmaları sizler mütalaa ve müzakere edip,
inha ediniz. Ben de, tesviyesine müsaade ederim. Her hususa gayret ve ihtimam
gösterme zamanıdır, ülkenin Önemli işlerini tanzime kadar, hepiniz burada
kalınız. Kalıpça ve kalben birlikte olalım" dedikten sonra, yüzünü eski
şeyhülislamlara çevirerek iltifatla: "mazuleyn meşihat (eski
şeyhü)islamlar)hane ve sahilhanelerinde köşe-i uzlete çekilip, akran ve
emsaliyle gÖrüşememek, dilediği yere gidememek zor katlanılır şey-sede, bu
günden itibaren birbirinize gidip geliniz, ağız tadı ile ülfet ediniz."
Demiştir.
Mal müsaderesinin
kaldırılışı, bu kaldırılışın tarih bakımından bir-iki şekilde tersliği, Şeyda
efendi vakaları-Cevdet tarihi, Lütfi tarihi ve Engelhard'in görüşleri-Yeni
kuruian Şurâ-i devlet taslağının şekli-öncelikli İslah şekilleri-Engelhard'a
göre şurâ-i mahsus, Arif bey'in sözü, Asakir-i Mansure-i Mu-hammediye'nin
kuruluşu, nizamatı vak'adan sonra yapılan İslahat: Tarih-i Cevdet'göre-Engelhard
ne diyor? Sultan Mah-mud, Büyük Petro'yu takîid heve^inemi düşmüş? Sultan
Mahmud dış görünüşe önem verir- Milli ananeye karşj islamlar ile
hristiyanların kıyafetleri-Şeyhülislama yazdırdığı kitab-dan bir cümlesi-Sultan
Mahmud hükümetinin karşılaştığı başka bir tesir-Yeni fikir-1. Nikola'nın
siyaseti-Akkirman meselesi ve devletin vaziyeti-Buğdan ve Eflâk-Sırbistanın
vaziyetleri-1. Nikola'nın vaziyeti-
Sultan Mahmud;
yukarıdaki nutku ile sarayında bir devlet şurası kurmuş olduğu gibi,
memurlardan olmayanın mallarının zaptedilmemesini emrederek, genel hukuka
doğru bir adım atmış oluyordu. Diğer taraftan da bu nutuk, mutlakiye-tin,
tebânin ciğerine geçirmiş olduğu pençenin, yavaş yavaş şiddetini azaltmakta
olduğunu "kaliben ve kalben beraber olalım" sözleriyle anlatmayı
istiyordu. Fakat bu nefsin itidali mutlakıyetin kendisince mahsus değildi.
Reşat bey'in tercümesi olan; "Türkiye ve Tanzimat" adlı eserin
sahibi Engel-hard'ında dediği gibi: "padişah, silahlandırmalar ve teçhizatların
zamanın savaş usûlü icabatından, olmak üzere, verilmiş yeni fetvalara uygun
hareket etmeyen yeniçeri askerini tamamen değiştirerek, sözü mutlaka dinlenmesi
arzusuyla hükmetmek" emelindeydi. Bu cümledeki ifade hususiyeti ile Sultan
Mahmud'un iki taraflı düşünmesi uygunluk bakımınca çok muvafıktı. Yâni; bu tarz
bir askeri birliğin, hükümete layık olmadığını takdir edebilmekle beraber,
bizzat emr-İ mutlak kalmak karşısında yeniçeri gibi istediği bir zamanda, isyan
eden, mania teşkil eden, istememekteydi. Bu hale düşmüş yeniçeriliğin
kaldırılması da, bu mutlakiyetin nümayişi olup, bu düstûr, yeniçeriliğe
hükmedememek noktasına gelen ve hasım olma yoluna sapan eski padişahlardan,
daha sonraki padişahlara da miras olarak kalmıştır. Muhallefat denen miras
mallarını, devletin zapt etmesi anlayışından vazgeçmesi meselesinde, kısa bir
zaman sonra padişah'ın sergilediği tenakuz şayanı ibret bir hadisedir. Aradan
bir sene geçer geçmez, eski reisülküttaplardan Şeyda Efendinin bütün servetini
gasb ettiğini yazmamışlar. Daha doğrusu bundan haberdar olamamışlar.
Engelhard'ın bu fikri, Osmanlı vaka-nüvisleri hakkında doğru olsa gerek.
Vakanüvis Lütfi'ye Hatt-i hümayunla, Asakir-i Mansure masraflarının
yayımlanması lüzumu gösterilmişti. Bu hatt'a, meseleye atıf yapan kısım şöyle: "...Müteveffa
Şeyda efendinin, nakit ve mücevheratı ile eşyası şimdiye ne mikdar paraya
yükseldi. Şeyda merhumun eniştesi Ahmed efendi dedikleri herif, garib mizaç,
herkesin bildiğine de bakılırsa Şeyda demekti. Defterdar ile mukataat nâzın bu
hususa vazifelendirilmişlerdi. Artık yavaş yavaş bu gibi şeylerden bana infial
gelmeğe başlıyor. Sen? icabedenlere irade-i şahanemi anlatasın. Gönderilecek
miras akçasınıda bir an önce tahsil edip göndermeye gayret edesin. Hasbinellahu
Veniğmelvekil" (Tarihi Lütfi 1. c59. sh) O sıralarda adalet ilân olunduğu
esnada, dul ve yetimi olanların miraslarına e! uzatılmaması iradesi
çıkarılmıştı. Beyana göre, hatt-ı hümayunda reis-i sabık Şeyda efendi çocuksuz
olarak ölmüşsede, annesi ve kızkardeşi ile İki de hanımını geride bırakmış
olduğundan fetva kapısından şer'an sorulan suale, merhumun mal ve eşyalarının mevcud
olanları ticaretten dolayı husule gelmiş ise, öyle malların münasib miktarı
vârislerine verilmesi diğer kısmının devlet hazinesine alınması defterdar'a
emrolundu. Demekte. Bu vaziyet karşısında her memurun mallarına el
uzatılmasının meşru görülmesi aşikâr görülüyor. Sultan 2. Mahmud'un yeni
kurduğu, şurâ-İ devlet taslağı geceli gündüzlü sarayda bulunuyordu. Sadrazam
vede devlet adamları sarayda üçüncü yeri denilen silahdarlara mahsus bir kaç
odadan ibaret olan dairede, diğer memurların Ortakapı ve Babı hümayun arasında
kurulmuş çadırlarda, rumeli kazaskeri günlük işlere bakmak üzere gündüzleri
konağında, geceleri sarayda, İstanbul Kadı'sı da, Ayasofya camiinde bulunan
mütevelli odasında ikamete :ne-murdular. Bu memurlar heyetinin, nutukta yer
alan adli iş ve ıslahat-ı mülkiye hakkındaki iyileştirmeye, ne gibi katkıları
bulunduğunu öğrenmek mümkün olamamıştır. Tarihterimiz-deyse, Bektaşi sürgünü,
tertib-i ceza-i müfsidan başlıkları altında yazı pek rastlanan hususattandır.
Bektaşilerin sürgün edilmesi, müfsidlere ceza tertibi ise, doğrudan doğruya
yeniçeriliğin kaldırılması vakasına aittir.
Ancak; Engelhard'da
kitabının 2. bölümünde bir şurâ'yı mahsus yâni özel bir heyetten bahs ile
demekteki: ".Dine, hükümete, orduya, adliye'ye, ziraat'e, ticaret'e şâmil
olmak üzere en büyük devlet adamlarından meydana gelen bir özel heyet
tarafından da tetkik ye karar altına alınan bir silsile-i ıslahat
teşebbüsübahse konu oluyordu. Bu program hakkında ortada dolaşan şayiaların
biasıl yâni asılsız olmadığını isbat eden bir şey varsa o da, bu özel heyet
reisliği vazifesi sahibi Arif bey'in, haberalmağa pek hevesli ecnebi bir diplomata
söylemiş olduğu şu deyişlerdi: < Biz programımızı tatbik etmeğe
başlayacağız. Lâkin sabretmeli. Her şeyi birden yapamayız. Ne kadar çok batıl itikada, eski adetlere
galib gelmeğe mecbur olduğumuzu bilseniz! Milletimize yeni bir lisân öğretmek
kadar zor bir vazife ile karşı karşryayız."
Engelhardın;o zamanın
Kadılarından olan Arif bey'in reisliğini yapmakta olduğunu ileri sürdüğü, bu
şurâ'yı mahsusa, yâni özel heyet hakkında tarihferimizde bir kaydı elimize
ge-çiremedikse de, Engelhard, ülkemizde orta elçilik vazifesiyle bulunma ve
Osmanlılar hakkında eser yazmış bir diplomat olduduğundan, ancak görevi gereği
olaylara bize nazaran daha yakın olması da veya böyle bir evrakı diplomasi
mesleğinin özelliği dahilinde görmüş oiması hasebiyle yazmış olsa gerek. Fakat
neticede inkılab tarihimiz, düşüncesi bakımından, önemli sayılacak kıymetli
bir haberdir. Demekte edip ve muharrir tarihçi Ahmed Rasirn Bey.
2. Mahmud; malum
nutkunda ırz ve can ile mal emniyeti hakkındaki cemiyette önem taşıyan hükümler
için yalnız maliye hususunda biraz müsaade eder tarzda davranmakla birlikte,
Asakir-i Mansure-İ Muhammediye adlı, hassa ordusu teşkilatlanmasına ve bunun
esaslarına adamakıllı e! atmıştı. Bu ordunun askerleri onbeş yaşından, kırk
yaşına kadar, subayları hariç olmak üzere yansı İstanbul'da onikibin kişiden
ve sekiz parçaya bölünmüş olup, subaylarıyla 1526 kişiden, her saf ise 100
askerden ibaret, ayrıca her saf'da 1 top ustası, 1 top halifesi, 8 topçu, 4
arabacı, 2 cebehaneci ile bir çok edevat, bir top bir yüzbaşı, iki tane yüzbaşı
namzeti, bir sancaktar ile bir çavuş, 10 onbaşı ve her tertipte bir binbaşı,
bir topçubaşı, birde topçu çavuşu, yine bir arabacibaşı, bir arabacı çavuşu,
bir cebehanecibaşı, bir cebehane çavuşu, bir mehterbaşı, bir zurnazenbaşı,
saray başhekimliğine bağlı doktor, bir cerrah bulunup, yine her tertib, sağ ve
sol adlarıyla iki fırka olup, birer mülazımh ağa'yı yemin, yesârî ağa yâni sağ
ve sol ağalar adı verilen iki subaya emanet kılınarak bunlarda da, ikişer
zurnacı, davulcu, nekkârezen, zilzen, tronpetçi, saka askerlerininde bulunması
vebunlardan başka, müsait bir yere mektep yapılarak günde bir nöbet, Kur'an-ı
Kerîm ve ilmihal öğrenmek için, İstanbul Kadısı tarafından imtihana tâbi
tutulmuş birer imamın nasb olunması, binbaşıların, başbir.başı unvanıyla
rütbesi kapıcıbaşılık rütbesi karşılığı ve ehliyeti, liyakati tecrübe olunmuş
bir subaya, rütbesi münasib divaniyeden "masarif-i şehriyan"
kâtiplerinden büyük, süvari mukabeleciliğinden küçük, olmak şartıyla adı
geçmekte olan Mansure-i Muhammediye asakirine bir kâtip tayin olması, bir itham
veya bir iş çıktığında, binbaşılarla ko-lağaları da bir düzen içinde,
onbaşılara kadar hepsinin, disiplin içinde istikrarlı olması, adi işlerinde
asakir nâzın ve cezalandırmanın serasker paşa marifetiyle yapılması, bu
teşkilatın esasını teşkil eden maddelerindendi. Asakir-i Mansure nizamnamesinde
terfi sıraya tâbiysede, ehliyet ve İstidada öncelik tanınmış olup, maaşlar,
giyecekler, yiyecekler, terhis ve tekaütlük, vazife ve nizamı da ayrı ayrı vede
zamana göre tanzim kılınmıştır. Çok uzun zamandır, yapılacak ıslahat hareketlerine
mâni olduğu ileri sürülen yeniçeri sınıfının kaldırılmasından sonra ıslahat
adına yapılan hususlara gelince, bunlarda Tarih~i Cevdet'te aşağıdaki tarzda
yer almıştır:
"a)
Harbeci adıyla babıâlide tomruk İşlerinde ve diğer hizmetlerde bulunan,
Muhzırağfc namı ile bir amirin idaresinde bulunan erler, yeniçeriden
sayıldıklarından ilga olunmuş, ba-bıâlîde ve serasker maiyetinde
çalıştırılmalarına kavas ve muhzır ağalığı unvanının, tomruk ağalığı unvanıyla
değiştirilmesine karar verildi.
b) Kurban
bayramında devlet adamlarının henüz sarayda bulunmaları hasebiyle tebrik
merasimi ve eski teşrifat usûlü kaldırıldı. Eski usûfdeyse bayrama dört gün kala, sadrazamla
vezirlerin alayı, şeyhülislâm konağına, ertesi gün şeyhülislâm ile ondan
sonrada vezirler babıâliye bunlardan sonra'da kazaskerler babıâliye gelir
oradanda şeyhülislâma, ertesi gün İstanbul mazullarıyla, mollalar, subaylar
önce şeyhülislâma sonra da babıâfi'ye giderlerdi. Müderrisler, kapıcıbaşılar,
rikab ve şikâr ağalan, padişah kethüdaları, Mekke ve Medine yâni Haremeyn
müfettişi, takımı, küttab vede tımar sahibleri arife gününden bir gün evvel
resmi tebriği yerine getirirlerdi. Bu bayramda ise, kubbealtına kurulan tahtın
önünde tebrik merasimi icra kılındı.
c)
Yeniçerileri hatırlatan ne kadar eski resim, ve adetler varsa yasaklanıp
kaldırılırken kahvehanelerinde yıkılmasına girişildi.
d) İhtisab
memuriyetini tesis etmişlerdir. Hemen burada ih-tisap hakkında malumat sunmayı
vazife addediyoruz. İhtisap Rusümu: damga ve ölçü ve de kile vergileri, dükkan,
pazar bacı, gibi adlar altında şehir ve kasabalarda, panayır yerlerinde
eskiden beri alınan bir vergiydi. Biz de, 1242/1826 tarihine kadar da pek
çeşitli şekillerde geçerli olmuş ve ilk defa da, asakir-i rrîansure
masraflarına karşılık olmak üzere o tarihde, kanunlar ve defterler kurulup,
miktar ve toplanma usûlü düzenlendi.
e)
Askerlerin masrafını karşılamak üzere, ihtisab memuri-yetince toplamak yoluyla
bazı yeni gelirler tertib olunmuştur.
f) Hassa
askerlerinden sayılan bostancıların da, asakir-i mansure gibi, tâlim yapmaları
kararlaştırılmış, bostancibaşi bundan böyle de hepsine ağa ve rütbeside
humbarahane ne-zaretiyle, mutbah-ı âmire arasında olmak üzere devlet ricalinden
bir nazır tayin edilmiştir.
g) Sipahi ve
silahdar, ulufeciyan yemin ve yesâr, gurebai yemin ve yesâr adlan ile var olan,
süvari ocaklarıyla cebeha-neier de, kaldırılmıştır.
ğ) Dört
solak ortasının başlan silahşorluk ile çıkartılıp, solak ve peyklerin
heyetleri değiştirilmişlerdir.
h) Çadırların
dar anbar olduğu mehterhane tanzimi yapılarak, haymeye adı altında bir çadırcı
heyeti kurulmuş ve bu heyete humbarahane nezaretiyle bostaniyan-ı hassa
nezareti arasında olmaküzere, Haymiye Nazırlığı unvanıyla bir nezaret
kurulmuştur." Cevdet Tarihi bunları kayd ettikten sonra, saydıklarına
ilaveten anlaşılmaz ve pek esnek bir tarzda "..Bundan sonra devletin her
dairesi, yeniden bir taht-ı niza-mata alınmak üzere peyderpey ve tekrar
askeriyenin ve mülkiyenin tertiblenmesine teşebbüs olunmuştur." kalem
oynatmıştır. Engelhard ise, bu hususta daha fazla malumat sahibi görünümüne
sahip! Demekteki: "Padişah;İstanbul iie yakın köylerin idari taksimatında,
mahalli zabıta işlerinde bazı değişiklikler yapmalarını emreyledi. Aynı
zamanda gerek kendisinin gerek sultanların ikamet etikieri saraylarda tatbik
olunan maişet tarzını kısmende olsa değiştirmelerini emri verdi. O sıralarda
dilden dile dolaşan resmi laflara bakılırsa, icraatta taşraya numune teşkil
etmek için lâzım gelen İlk önce İs-tanbulda tatbik olunmalıydı. Yine sadrazamın
bu hususta di-ğer paşalara güzel örnek olması pek iyi olurdu. Asya'da yâni
anadolu tarafında onsekiz'eyaletlerin diğer ismi ile paşalıkların sayısı dörde
indirilerek hizmetlerin daha fazla yaygınlaşmasını temin edecek, daha az
sayıda merkeziyet usûlüne teşebbüs edildi. Lâkin herşeyden önce mâli
yetersizliğe çare bulmak icab ettiğinden İltizam ve mukataat'ın toplanma şekli,
hristiyan teba'dan tahsil edilmekte bulunan cizyenin artmasını ve memurların
irtikâblarını menetme hakkında birkaç tüzük kaleme alındı. "Sultan
Mahmud'un kendi nüfuz ve hakimiyetine muhalif ve düşman olanlar ile giriştiği
mübare-zede usta, bir siyasetçi gibi hareket etmesi, kazanmış olduğu
muzafferiyetin kendisine yüklediği müceddidlik vazifesini, hakkıyla yerine
getirmekten acizliğe düşeceğine çok geçmeden kanaat uyandı. Milletine batı
medeniyetini alıştırabilmek için asya ahalisine mahsus adetleri yasakfıyan
büyük Pet> ro'yu taklid etme hevesine düşen Sultanın kendisini tamamen dış
görünüşe kaptırdığını görmek kabildi. Padişahın efal-i harekâtı, hergün dış
görünüşe önem veren kfmseye benzemekteydi." Engelhard, yukarıya
aldıklarımızı ifade ettikten sonra bizim tarihçilerimizin hiç birinin
yazmadığı ve tesadüf edemeyeceğimiz aşağıdaki kıymetli satırlarını okuyalım:
"Sultan Mahmud'un her yerden çok Türkiye'de hükümdarın haysiyet-i
hakikisine esas sayılan, adet ve tavır ve mütehakkimâneyi birdenbire bırakmak
suretiyle eskiden beri tatbik olunan merasim usûlü ve teşrifatiye'yi ve kendi
davranışlarını, kıyafetini değiştirdi. Bu hususda; Engelhard'ı güçlendirmek
için Lütfi tarihindeki bir bölümü alıntılayalım: "Yeniçerilerin mahvından
sonra idari işlerin zaptı önem gösterdiğinden idareyi disiplinle, ahalininde
yükünü hafifletmeyi icab ettirdiğinden Anadolu cihetindeki eyalet dörde
indirilerek, mutasarrıf bulunan paşaların, iktidar sahibi mütesellim-ler
tarafından idaresine karar verildi. Bu münasebetle, Karadeniz boğazının
Anadolu tarafı muhafızlığı ile <Sultanönü> ve<Karahisansahib> ve
<Ankara> sancakları, Anadolu valiliği unvanıyla Darendeli İzzet Mehmed
Paşaya, Kocaeli, Bursa (Hüdavendigâr), Karesi, Manisa sancakları ve İstanbui
ile dokuz kale muhafızlığı Serasker Hüseyin Paşaya ve Bolu, Vi-ranşehiı,
Kastamonu, Çankırı sancaklarımda eski sadrıazam-lardan A\ehmed Emin Rauf
Paşa'ya, Has Sancağı ile İzmir muhafızlığı, Aydın Saruhan, Teke, Sığla sancakları vezir Hüsnü Paşaya
ihâie edildi Bu arada da Vükela ile meclisde bulunan ulemanın huzurunda
oturmalarına müsaade verdi.
15/Hazirandan sonra
sokağa Mısırlı kıyafeti giyerek çıkmağa başladı. Sakalını kısalttı.
Sakallarını eski usûi, uzunca bırakan devlet adamlarını azarlamaya başladı.
Hâttâ avrupa-da kullanılan eğerler şeklindeki bir eğer'i kullanmaktan kaçınan
sadrıazamı, belli bir vakit teveccüh edici bakışlarından mahrum bırakmıştı.
Bununla birlikte reaya (bu istisnaları şayanı dikkattir) kendilerine mahsus
olup, müslümanlardan ayrı görülmelerine, yaşama durumunu sağlayan elbiselerini
muhafazaya mecbur tutulmaktaydı. Yalnız müslümanlann giyecekleri kumaşları
giyen reayayı, cezai nakdiye veyahutta hapis cezasına mahkum edilmekteydi.
Ermenilerin kendi milli serpuşlarını terk etmeleri kesinlikle yasaklanmıştı. Reaya
hamamlarda ayaklarına nâlin giyemezler ve müslüman-iarın, kullandıkları hamam
takımlarının daha mavilerini kullanmağa mecbur bulunuyorlardı. Sultan
Mahmud'un padişahlara karşı gösterilmesi lâzım gelen itaat hakkında şeyhülislâma
yazdırdığı bir eser, kendisi gibi müstebid düşüncesine tercüman olabilir. Bu
eserde yirmi kadar hadis-i şerif yer almaktadır. Birinde denilmekteki:
<Emirülmü'mininiz sakat bir Habeşi olsa bile, ona itaat etmek lâzımdır.
Tebasına cebir ve cefa ederse buna sabretmelidirler. Velâkin, din-i mübini
tahrik tağyir ederse, onu öldürmek icab eder.> Ne varki: Va-ka-i hayriyye'de,
asakir-i mansurede, ıslahat hareketleri de. ülkeyi senelerden beri düşmüş
olduğu çöküş rotasından çekip kurtarmak mümkün olmuyordu. Rus Çarı 1.
Alek-sandr'da bu arada oluverdi. Bu adam hayatının sonlarına doğru, <Benim
artık avrupa devletlerinden taleb edecek bir Şeyim kalmamıştır^ şeklinde ifade
ettiği sözleriyle, Osmanlılada olacak işi kendi başına göreceğini ihsas
etmişti.
Aleksandr:1777 yılında
doğmuş, 1801 senesinde tahta çıkmış, 1825'de ise ölmüştür. Napolyona bir kaç
defa mağlup olmuştur. Tilsit antlaşması sayesinde banşmışsa da 1812 yılında
yine düşmanlık yapmaya başlamış, 1815'de Burbon-ların yeniden Fransa
hükümdarlığına gelmelerine yardımcı olmuştur. Osmanlılar ile Bükreş muahedesini
imzalamıştır. Bu hükümdarı 1. Nikola takip etti. 1. Pol'ün oğlu olup, 1796
senesinde Petersburg'da dünyaya gelmiş. 1825'den 1855'e kadarda hükümdarlık
yapmıştır, İran'dan, Erivan'ı aldığı gibi Rumların başıboşluğunda Fransa ve
İngiltereyle birlikte Yunan istiklâliyet harekâtını da destekleyip, yardımcı
olmuşlardır. Kırım Savaşında bize ve müttefiklerimize yenilmiştir. 1848'de
vukubulan Macar İhtilâlinde Avusturya'ya yardımlarıyla bilinir. Ancak bu da,
Osmanlı devleti ile münasebetlerinde, ölen adamın yolundan giderek politika
yapacağını bildirmesi Kuzeyden yeni bir tehdit daha geliyorumun haberiydi.
Rumların fetreti de genişlemekteydi. Ne varki; Sultan Mahmud idaresindeki
Osmanlı hükümeti başka bir te'sir getirecek, vaziyete girme ile karşı karşıya
bulunuyordu. Yeniçeriliğin kaldırılmış olmasına rağmen bunların cemiyetinin dayandığı
cehl ve taassub kalkmamış, buna karşı da başka bir vaka-i hayriyye vücud
bulması milletin ruhundan beklenmekte idi. Ancak beklenen bu vakayı,
mutlakıyet yerine getiremezdi. Bizim bu gün anladığımız, genel ıslahatın
kapsadığı mânayı mutlakiyeti idrak etmekten aciz bulunduğu için, ikisindendaha
çok tesirli ve ferahlatıcı bir tenbih ediciye ihtiyaç bulunmaktaydı. Bu
uykudan uyandırıcı bir gün ergeç gelecekti.
Yânİ hem mutlakiyeti
hem de cehalet ve tassubu, zaman zaman ezerek cemiyetimize sinmiş ruhu
temizliyecek kudrete sahib ve deyeni nizam gibi, ikisi arasına girecek, bir
taraf-dan mutlakıyetin öte taraftanda taassub ve cehaletin yakalarına
yapışarak, birer tarafa savurmaya çalışacaktı. Bu mücadele esnasında kanlı
olayların çıkması, sosyal sarsıntıların olması, mutlakiyet ile taassubun
şiddetli ve karşı konamayacak derecede kuvvetli zannedileceği hücumları,
bölünmeler, karışıklıklar, hâttâ bir dereceye kadar da çöküntüler meydana
gelmesi, ithamlar ve iftiralar döneminin inkişafı pek tabiiydi. Bu gibi önemli
inkılablarda vaziyete göre uzun veya kısa süren bir intizamsızlık,
hürriyetsizlik, adetâ mutlakiyeti aratır-casına tahammülü aşan bir
hükümetsizlik eseri ortaya çıkar. İdari ve sosyal kötülükler siyasi
karışıklıklar milli ananeler, örf ve teamül, asırların biriktirdiği zaafın
çıkışı, bidat adıyla teşhir, sövme lisanı ile anlatılarak, mahiyeti asliyesini
karartmağa çok gayret ederler. Fakat yolcu da tuttuğu yoldan dönmez. Bunlar
ise, saldırgan vaziyeti alırlar. Yolcu yine yorulmaz. Bunlar ise yorulurlar.
Senelerin, bu yolcuya tazelik, kuvvet verdiği halde, bunları ihtiyarlatır.
Yeniçeriliğin kaldırılmış olması avrupada iki farklı fikiriortaya çıkarmıştı.
Birincisi; gerek askeri gerekse idari işlerini düzenlemeye başlayarak kendini
yenileyeceği, ikinci fikir sernilli askeri ocaklarının mahv olmasıyla, bütün
bütün gücünden düşeceği idi. Bundan çıkan şuyduki, her iki görüşde yenilikleri
yapacak mü-ceddidin, kifayet ve ehliyetine tâbi oluyorlardı. Fakat, Tarih-i
Cevdet'in:
"Erkân-ı
saltanatı seniyye ise, vukufsuzluğu cihetinden yeniçerilere galebe çalmayı
artık her devlete galib geliriz düşüncesine getirmişlerdi." .Cevdet
paşanın tarihine yerleştirdiği bu cümleside beklenen ehliyet ve yeterliliğin
eldekilerde mevcut olmadığını gösterir. İlk olarak da bu yetersizliği ilk defa
tecrübe eden ruslar oldular. Hatta 1828 senesinde rusyanın Paris sefiri olan
Pozzo di Borgo, 19/kasımda meşhur telgrafnamesinde Rusya imparatorunun böyle
bir tecrübede bulunduğunu belirtmiştir. Fakat daha önceden Rusların İstanbul
sefiri İstrogonof, 1236/1820 senesindeki Rum mezalimi bahanesiyle babıâli ile
siyasi münasebetleri keserek gitmişti. Ruslar, Buğdan ve Eflâk ile Sırbiya'da
Bükreş muahedesi hükümlerinin yerine getirilmesini taleb ediyordu. Yapıian
taleblerin bir kısmı İngiliz sefaretinin aracılığıyla yerine getirilmişse de,
Sırbistan imtiyazlarının şeklinin müzakeresi için, İstanbul'a gelen Sırp ileri
gelenlerinden beş-altı kenz, Rumların hareketleri sebebleriyle
alıkonulmuşlardı. Çar Nikola, Dersaadet maslahatgüzarı vasıtasıyla babıâli'ye
bir ültimatom vermişti.
Bunda: 1-Bükreş
ahitnamesi hükümlerince Sırpların nail oldukları imtiyazların yerine
getirilmesi.
2-İstanbulda mevkuf
bulunan sırp kenzlerinin tahliyeleri.
3-Eflâk, Buğdan'da bulunan
beşlo askerinin tamamen kaldırılması.
4-Bükreş ahidnamesinin
içindekilerin yerine getiriimesi hakkındaki müzakereler önce Osmanlı devlet
memurları ile elçi İstrogonof arasında başlanılıp daha sonra kesilen müzakerelerin
tam anlaşılması hususunda, iki tarafda hududa murahhaslarını göndermeleri.
Şeklinde maddeler yazılıydı.
Çar; Osmanlı devletini
tartma yoluna sapmıştı. Hakikaten pek hafiftik. Bereket versinki hafifliği
duyabildik. Akkirman'a görüşmecileri yolladık. Çar Nikola'nın bu ilk denemesi,
Sultan Mahmud'u da bir tecrübe yapmaya sevk etti. Murahhaslarımız, vaka-i
hayriyye esnasında, Edirne'de bulunuyorlardı. Babıâli lisanında ayak sürümeleri
gizlice duyurulmuştu. Rusların şiddet dolu davranışları yola düzülmeyi mecbur
kıldı.
Engelhard'a
göre;Sultan Mahmud'un karakterine bazı mü-talaa-Engelhard'ın tenakuzları-Sultan
Mahmud'un şiddetli belalar da aczi-1245/1829'da İstanbul: Kan alma
modass-Yeniçerilerin ayaklanışı! Hüsrev Paşa Orta cellâdı-İstanbul ile Bilâd-ı
selase, ahalisi birbirine kefil-Padişahda, halkda ananeye tâbi-Kıyafet
meselesi, garib bir kurnazlık-Vükela, ilk defa baloy& gidiyor-Çatal bıçak-
ilk defa avrupa'ya talebe gönderiimesi-Vakanüvis Es'ad efendi-Takvim-i
vekayi'in çıkarılması: Takvİm-i vekayiin başlangıcı bazı risalelerin
basıl-ması-İşkodrn, Şam, Mısır İsyanları-Sultan Mahmud'un siyasi mevkii, Hünkâr
iskelesi Muahedesi Sultan Mahmud'un meşhur Deli Petro'yu takliden memleketi
avrupa medeniyetiyle temasta bulundurmak emeline düştüğü hakkında Engel-hard'ın
dediği: "..padişah, ıslahat yapmak gereğini hissedip, avrupalıle.rın
üstünlüğünü takdir ediyordu. Lâkin bu hususa ait düşüncesi zaman zaman ve pek
az devam edecek tarzda artış gösteriyordu. İşi tam kuşatamıyordu. Eski adetleri
ter-ketmek, Türklükten çıkmak arzusunda bulunmakla beraber, Türk kalıyordu.
Sağlam kaıarlar sahibi olmayıp, belki ara sıra gelip geçen arzulara
kapılmaktaydı. Nisbeten hududları belli bir zekâve istidada sahip olanlar da
her zaman olduğu gibi, kuruntulu kimselerdi. Böyle olmakla beraber, kendi iltifatına
erişen müzevirlerin i*jfalatına kapılıyorlardı." Bu hâl, padişahın
kararsız olmayıp, milliyet fikrini muhafazasındaki asliyete bağlı kaldığına
delâlet etmekle pek olumlu sayılır. Engelhard, bu hususta hatalıdır. Tarihçi,
sosyal hayatımızdaki karışıklığı, devletin maruz kaldığı, rahatsız edici
siyaseti dengeleyememiştir. Fikrimce: yine tekrar ederiz ki, bu türlü
mukayeseye dönük muhakematta daima unutulan irfan seviyesi meselesinde sosyal
vaziyettir. Hakikaten kıyafetin değişmesinin, Türk adet ve emsâii gösterişler,
hiçbir zaman ıslahat düşüncesini doğrulatmaz. Bu durumlar vatanını seven her
insan için o kadar güzel, o kadar yabancıdırki, insan onun içine aldığı tekamül
vede değişimlerin hepsini bir saniyede atlayıp, ahali içinde istikrarın
arzusuyla acele etmiş olduğunu anlatır. Hattâ cehalet ve taassuba karşı fedai
kesilmekte bu anlamı taşır. Bu aceleciliğin icabatını hattâ bu dereceye kadar
tabii olduğu, herhangi millette olursaolsun, orada meydana gelmiş inkılabların
başlangıcında tamamen karşılaşılmıştır.
Fransa ihtilâli-i
inkilabisi bu hususta vesaik olup tarihi ve sosyal bir hüccettir, senettir.
Sultan Mahmud'da görülen mü-ceddidliğin kifayetsizliği de bu tarz bir seviye
icabatındandır. Hattâ; Fransa inkılabına yetişmiş, bu inkılabı yönetmiş olan
yenilikçilerin hepside hâl vede yer itibariyle bu yetersizliği göstermemiş
değillerdir. Fransagibi senelerce, milleti irfan ve idrâk içine çekip, terbiye
etmeye gayretten bir anbile geri kalmamış olanlar, anayasalarında ki
değişiklikler ve yeniliklerin gösterilmesi, kurulan hükümet-i muvakkate yâni
geçici hükümetin birbirini takip etmesi, cumhuriyet fikrinin devamlı bir
çekingenliğe sebeb olması, konsüllüğü, imparatorluğun, krallığı, krallığı
imparatorluğun, imparatorluğun yine kralığı denedikten sonra, cumhuriyetin
kurulabilip yaşaması gibi ahvalin, birbirini takip ederek gerçekleşmesi delalet
eder ki, inkılab çalkantıları, açık denizlerdeki cankurataran sandalının, bir
takım engebeli hududlar üzerinde yürümesine benzeyen bir yo! takip eder. Bu
sanda! bir kişinin, akıl ve idrâkine kalırsa tabiatıyla onun nefsinden gelecek
karışıklıklarda o nisbette çoğalır. Saçiı Şeyh adıyla tanınan birinin, Sultan
Mahmud'un dizginine yapışarak: "Gâvur padişah!. Cenab-ı
Hakk' senden ettiğin küfrün hesabını
soracaktır. Sen, islâmiyet i tahrip, peygamberin lanetini cümlemiz üzerine
çekiyorsun!" Şeklindeki bağırması, karışıklıklardan birisidir. Padişah,
bu feryaddan korksaydi, hem yeniçerilik avdet eder, hem de taassup ve cehalet
pek büyük şiddetle kabarırdı. Yine her inkılab ispat eylemiştirki, insanların
yaşadığı toplumda kanunsuzluğa aid bir eğilim mevcuddur. Bu eğilim,
mak-buliyeti olan terbiye erbabının bile, inkılab dönemlerinde idareyi ele
geçirmek için, hatib kesilmek, kanunlara ait ve kendi anlayışı içinde kanun
yapmaya kalkışmak, fertlerin artık hâl ve davranışlarında hür olduklarına dair
şahsi yorumlarda bulunmak, fakat eski hükümet ve kanunlarına göre kurulan,
yeni hükümet, ve kanunlara karşı birdenbire münfail, karşı, hastalık derecesine
varan tarzda muhalif görünmek şeklinde gösteriİen teşebbüsler ve faaliyetler
günbe gün tecelli etmektedir.
İnkilablarda tesadüfün
rolü yok değildir. Bu rol mahiyeti itibariyle mühimdir. Bu mahiyetde, kolaylık
telkini, sosyal ve birey hayatın tarzı alay etmeye aykırı, alelade çoğunluğun
itimadına da İiyakat gibi elde edilmiş niteliklerin ve buna benzer, güzelce
fırsatların birleşmesi vede inkılabın başında bulunanlardan birinde veya bir
kaçında toplanmış olmasından ibarettir. İnsanlar kabile halinde hayatlarını
sürdürdüklerini unutmuş değillerdir. Belki genişlemiş, aydınlanmış, değişikliklere
ve uygarlığa daha^ fazla yaklaşmış bunu tanzim ve teftişe uğraşmışlardır. Bu;
bizce de sabit olmuşturki, istibdad ve mutlakiyete darbe vuran ferdleri veya
cemiyetleri hoş karşılayanlarla, iyi kabul etmeyenler arasında çıkacağı vede
önlenmesinin mümkün olamayacağı belli olan mücadelenin, başlangıcından
nihayetine kadar, milletin ruhuna, irfanına, cehalet ve taassubuna, iyilik ve
kötülüklerine, medeniyete olan
kabiliyet yeterliliğine kudret ve kuvvetvel hasıl siyasi, idari ve içtimai
kuşatmasına ait ne kadar çoközel alâmetler varsa, aynı cibilliyet, aynı haslet
hattâda, aynı kıyafetle görülür.
Fransa inkılabı
tarihinde, bize bu hususlarda tükenmez numuneler vardır. Bu söylediğimizi
Engelhard'da apaçık olmamakla beraber tasdik ediyor ve kendi sözünü defaetie
nakz ediyor.
Sultan Mahmud'un, Deli
Petro'nun sahip olduğu vasıtalara sahip olamadığını, düşünce ve batıl
itikatların arayada girmesi yüzünden dışarıdan ihtisas sahibi kimseleri
getirtemedi-ğini, Türkiye'de yalnız iyi niyet sahibi ve hürmete şayan vatanperverler
bulunmaktaysa da, cehaletin mahkumu bulunduklarını, İstanbul'da ve
vilayetlerde var olan isyana dair düşüncelerin, padişahı millete bağlayan
bağları çözmeye tesir etmekten, geri kalmadıklarını, 1830 senesinde avrupa'da,
yıkımımıza adetâ hüküm verilerek Avusturya devletinin, Petersburg şehrindeki
müzakerelerde Osmanlı devletinin topraklarının paylaşımını, teklif etmiş
bulunduğunu da yazmış.
Hakikaten; Edirne
antlaşmasından sonra Mehmed Ali hadisesini yaşayan Osmanlı, bunun için seçmiş
oiduğu Hünkâr iskelesi antlaşması tercihi ile Sultan Mahmud'un acziyete
düştüğünü gösterir. 1242/1826 senesindeki Mora meselesi hakkındaki Rus
elçisinin teklifine karşı: "Maazallahü Teâla bunlar, devlet-i âliyemizin
bilâ savaş, söz iîe bitirmek, kuvvet ve sağlamlığını bütün bütün azaltmak için
uğraşıyorlar. Şer'an ve aklen hiçbir şekilde kabul olunur şeylerden olmayıp,
sonucuna katlanarak, Cenab-ı Allahdan yardım isteyip, davranmaktan başka çare
yoktur." Diyebilen bu padişah-ı cesur, Nizip vakası üzerine ebedi düşmanı
bildiği Rusya'nın korumasına rıza göstermişti.
Dış görünümde olsun,
iç görünüşten olsun bu mel'un iltica padişahın aczişiddet karşısında, kavgalar
döneminde tatbik ettiği bir meskenet-i ruhiyedir. Ancak bu durum, 3. Selim'de
pek daha çok idi. 1245/1829 yılında Edirne sulhunun hemen başında, İstanbul'un
içine düştüğü şekil ve durum, hükümetin zihniyeti, ahalinin davranışındaki ruh
hâli bir dereceye kadar kendini gösteriyor: Sultan Mahmud; sadrazamın,
mukavemet imkânı bulunmaması hasebi ile lâzım gelecek işlerin yapılmasında
muhtar bırakması üzerine, Serasker Hüsrev Paşa ile Hekimbaşı Behçet efendiyi,
müzakerelere vazifeli kılarak ve müzakerelerin neticesi kendine
arzoiundu-ğunda: "Benim muradım, ancak şiar'ı diniye'yi yüceltmek-dir.
Saltanatın gailesinden usandım. Varın, fetvahanede meşveret edin."
Diyerek, bir müşavere meclisi yapılmasını emretmişti. Bu meclis, sulhun
yapılmasını karar altına aldıktan gayri, başkent ahalisinin silahlanmasın! da
karara bağlamıştı. Lütfi, tarihini payitaht ahalisi için alınmış bu son tedbirin
sebeb olduğu döğüş kavga ve karışıklık manzaralarını özetliyerek kaleme
almaktan kendini alamamış. "Meşveretten çıkan karar üzerine, müslüman
ahalinin tamamının silahlanması emrolunmuşsa da, böyle bütün İstanbul halkının
silahlanmasında pek açık olan mahzurlar olacağından, bir kaç gün geçtikten
sonra, esnaf takımı, iş ve güçleriyle meşgul olurken silah kuşanmasıda tenbih
edilmişti. Daha sonra esnafın istisna edilmesi hatalarından kızgınlığın üstün
gelmesi, ahalinin dedikodusunu getirmiştir. O sıralarda bazı kimselerin canına
kıyılmıştı. ŞÖyleki: yalan söyleyenlerden yirmi kadar insan bir kaçgün içinde
İstanbul'un kalabalık yerlerinde idam edildi. Halkı korkutmaya mecbur olunmuştur.
a) İstanbul
ahalisinin de kefalete bağlanması, devlete ve askere yüksek sesle karşı
koyanların öldürülmesi için babı-âli'ye hatt-ı hümayun gelmiştir.
b) Yeniçeri
vakasında akan kanlar ekseriya ahalinin kanlarını kurutmuş ve halkın gözüne
çirkin görünen frenk davranışı olarak kabul olunan ihtisab rüsumu gibi
sonradan adet olmuşun taraftarı belkîde kurucusu olan serasker Hüsrev paşa
ahalinin gözünde menfur olmuş ve bilhassa islâm askerinin mağlubiyetinden, bazı
beldelerimizin istilâ edilmesi haberiyle beraber Rusyanın İstanbul üzerine
doğru gelmekte olduğu haberi: "Yeniçeriliği meydana çıkarmak içindir,
yirmibin yeniçeriyi beraber getiriyoruz." yazılarının yayımları, ahalinin
zihnini meşgul edip karıştırıyordu ve ahali arasında dehşetli, türlü türlü
düşünceler beliriyordu ve o sıralarda asılması lâzım gelen bir yahudiyi
cellâdın, herzaman olduğu gibi, etraftaki dükkânlardan hammaliye adı altında
parayı toplarken, diğer bir haydut Yahudi de bu hammaliyeyi vermekten içti-nab
eder. Bunun üzerine cellad buna bir tokat atar. Haydut yahudi, bağıra çağıra
Mahmud Paşa Çarşısından aşağı doğru koşmaya başlar. Bu kaçışı görenler de acaba
yeniçerileri tutanlar ayaklandımı endişesine düşüp dükkânlarını kapatırlar bu
endişeleri haber alan idare-i devlet, emniyet tedbirlerinin alınmasını temin
için serasker Hüsrev Paşa başda olduğu halde tebdili kıyafet, şehrin bilhassa
ticari merkezlerinde ve esküsyanlarda kullanılan metodlar hasebiyle, meydanlar
gözlem altına alınırken, yeniçerilere eğilim taşıma şüphesini taşıdıkları
kimseleri enterne etme yoluna gittikleri gibi kimilerinin, hayatlarını
nihayetlendirme yoluna gittiler. Meselâ; Hamlacılıkyâni kürekçilik, sandal ve
kayıklarda kürek çek-mekden ayrılıp, Tuhafiyecilere Kethüda olan Elhac Ahmed
Ağayı, Eminönü meydanı ortasında, Yemişçiler Çarşısında da Kuruyemişçiler
kethüdası Tavil.Mehmed Ağay'j ki seksen Vaş civarındaydı, Divan Çavuş'u Abdi'yi
CInkapanfnda ve Balmumcular kethüdasını Zindankapfda, Kayıkçı Halil'i de,
Üsküdar'da idam ederken, çok geçmedende, Hamallar Kâhyası Şâkir'i, Kömürcüler
kethüdası Ali'yi, Taşçı Mehmed Usta ile bir arzuhalciyi ve de, hayırsızlık
ithamıyla bir kaç müs-lim ve gayri müslimin aynı akıbetlere duçar olması
yanında-Bahkpazarında bulunan Avurzavur adlı ermeninin kahveha-nesidefesat
merkezi olarak görülmüş ve yıktırılmıştır. Engelhard, bu ifadeleriyle Sultan
Mahmud'un kendi bildiği yoîu sürdürdürdüğünü, ahalininde tutumunda bir
değişiklik olmadığını ileri sürer. Fakat; bundan memnun olmadığını çıkarmak
mümkün, bir batılı, bir gayri müslim dâima cemiyetin meselelerinin çözüm
kaynağını akıldan ve daha evvel tatbik edilenlerden alıverir. Biz müslümanlar
ise, hesabını vereceğimiz kaide-i dini yenin bize yüklediği vazifelere çok
önem veririz.
Meselâ, sîzdenolan
idareciye isyan etmeyiniz, tâbir-i diğerle, alessultan huruç'a teşebbüs bizim
fıkhımızda, sadece dünyevî bir ceza olmayıp ahirete de iltisakı vardır. Padişah
ise;yine dinimizin net olarak adaleti emrederken, adaletli olmanın faziletini
öyle ölçülerle medhü sena etmiştir ki, misâl olarak bîr saat adaletle
hükmetmenin yetmiş rekât nafile namazdan efdaldir, yâni değerlidir demek
suretiyle ve de Alla-hımıza daha fazla makbul vedemergup olmak onun farz kıldığı
ibadetlerin yanında, kurb-u nevafil yâni nafile ibadetlerle kendisine, daha
yakın olabileceğini Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ve namaz'ın ise gözümün
nûr'udiye adını koyarken, ehlullah da, teheccüd namazlarına Efendimizin
"Gecenin Gelinleri" adını takdığını haber veriyorlar.
Şimdi; adaletin bir
saat rızay-ı İlâhice makbul olanının, yetmiş rekâtlık namazdan efdaiiyeti bahse
konu olunca kim adil olmaya çalışarak cennet-i âlâyı kazanmaya kalkmaz, işte
osmanlı padişahları da cihana hükmeden tahtlarından adalet güneşinin her yerde
pırıl pırıl olmasına önem vermeyi gaye addettiklerinden dolayı dikkat ve itina
ile hakkı göze-terdi ki, böyle düşünmek dahi rızay-ı ilâhiye giden yolu aramak
ve talibi olmak addedileceğinden ne halkda isyan ne de devlette ve padişahda
istikrar hattında fazla bir kayma beklenemezdi kalmamıştı.
Sultan 2. Mahmud her
ne kadar "saltanatın derdinden usandım" demişse de, devlet
idaresinide tabiiki elden bırak-mamış-tı. Halk ise, ıslahatı kabul eder
vaziyete gelmemişti. Nasıl gelebilsindi? Bir taraftan ezeli düşman rusya
ülkemizi istila etmekte ve bunu övünmeyi seven cahiller ile şeyh taslaklarının,
cehalet ve taassubu kabartırcasına, manâ verdikleri <gâvur işlerine
gösterilen eğilimden dolayı Cenab-ı Allah tarafından bize azap için gönderilen
ceza olduğuydu.
Cehalet ve taassup
öyle bir illettirki, bir dediğini iki, dedirttirmez. Bir zamanlar nasıl
yeniçeriler talim'e gâvur işi deyip, silahları da uzun zaman kullanmadılarsa,
şimdi halkda, mut-lakiyet idaresinin hergün ensede boza pişiriyorsada, yeniliklere
ve yapılacak değişiklikere gâvur icadı diye bakıyordu. Kim bilir 1244/1828
senesinde Hırka-i şerif veya bayrama-laşma esnasında sadrazamı, başında kenarı
sırma ile işlenmiş fesi yakası som sırmalı, beyaz kumaşdan hirvani, kumaş
elbise giymiş Polonya İşi klabdanlı at eğeri örtüsü taşıyan beygire binmiş,
seraskeri de sırma işleme fesli, yakası sırmalı yeşil kumaştan bir elbise ve
sadaret kaymakamına mahsus takımla donanmış kazaskerler ise, açık yeşil kumaştan
ferace ile örtülü takımlarını terk edip, Banaluka eğeri örtüsü, eğeri ise
saçaklı ve gümüş olmamak şartıyla, hilâli göğüse yapışık atlara binmiş
olduklarını görünce ne demişlerdi? Ne dediklerini bir kaç satır sonra
kaydedeceğiz. O sene yayımlanan elbise nizamnamesinde: "Esasen müslümanlar
giyimlerinde kullandığı elbiseleri şer'i Ölçülere uygun giyip vücudlarını
Örtecek kadarken, geçen zaman zarfında tabi-atindaki zevk alış mevcudiyeti
galebe ederek süs ve gösterişe hevesedildi. Birbirlerine bakarak, esvaplarda
ve resmi elbiselerde de hadd-i şer'i aşılıp çeşitli israfa mübtela olundu."
şeklinde kibir kabul ediliş hakim olduğu kanaatine varılarak, elbise
meselesindeki tekliflerinde şukka (kumaş par-çası)'nın dahi kaldırılması hâlin
icabındandır diye bildirilmiş isede, bu değişiklik, dahi Sultan Mahmud'a,
taassup sahiplerinin büyük buğuz ve düşmanlıkları musallat oldu. Yine o senenin
padişah alayının Rami kışlasında olması vede ramazan bayramının
tebrikleşmesinin, burada ifa edilmesi sırasında Sultan 2. Mahmud, namaz
vaktinden az önce beş parmak eninde taşlarla süslü başlık, üzerinde sorguçlu
fes ile mavi renkde kumaştan yapılmış potur, yaka ve güneş sembolü kıymetli
taşlarla bezeli hirvani (bir çeşit elbise) giymiş olarak tahta oturmuştu.
Padişahın kıyafetini tarif ettikten sonra yukarıda ne demişlerdi deyip aşağıda
yazacağımızı söylediğimiz malumatın, Tarihi Lütfi'den: 2. c, sh. 269'dan
alınan satırlar ile sayfamızısüslüyoruz: ".Asakir-i zabitanında meşhurlarından
Kuruçeşmeli Hasan bey ile Avni bey, açıkça ramazanda gündüz gözüyle
yeme4kyedikleri gibi diğer günahları işlemiş olduklarından, biri İzmit'e diğeri
Bursa'ya sürgün edilmişlerdir. Duyduğumuza göre, o sırada setre-pantolon
giyilmeye başlanmışsa da, henüz genelleşmemiş olduğundan, Hasan bey ile Avni
beyi giydirmişler ramazan günü Çarşıya salmışlar. Böylece ahalinin ne şekilde
tepki vereceğini ölçmeye kalkışmışlar. Bu kıyafet; halkın gözünde çirkinlikler
diye kabul olunmakla beraber, kabahati bunlara yüklemek için oruç yedikleri
bahanesiyle sürgün edilmişlerdir. (İstidrat: Belkide, ahali bu giyim, kuşama
önem vermeyince dikkat çekebilmek için o devirde kolay kolay, rastlanmayacak
olan alenen oruç yeme eylemi gerçekleştirilip, elbiselere ahalinin dikkati
çekilme provokasyonu yapılmış olması muhtemeldir. Çünkü; Sultan 2. Mahmud aynı
zamanda pek şakacı bir zât-ı muhteremdir. M. H) Bu husustaki ahalinin
hoşnutsuzluğu ulema sınıfınca da, bilhassa taassub sahiplerince
şiddetlendirilmek isteniyordu. Müderrislerden Boşnak Mustafa adlı biri
ramazan'da EyübsultanCamiin de, bu yeni elbise tarzını benimseyenleri tekfir
etmiştir. "Ahalinin ibadetten uzaklaşmasının sayısında görülen artışın
yanında hal ve giyimde, davranışlarında frenkleri takip birbirinden aşağı
kalmıyordu. İngiliz b. elçisi Haliç tersanesindeki gemisinde tertib ettiği
baloya vükelayı davet etmişti. Bunlarda yatsı namazını kıldıktan sonra,
bindikleri kayıklarla gemiye gitmişler. Tarih-i Lütfi'nin kaydına göre:
"sabaha kadar çeşit çeşit eğlencelerle vakit geçirmişlerdir." Bu
davete katılmak elbette büyük bir dedikodu çıkmasına sebeb olmuştu. Yine; Lütfi
tarihine göre, c. 2, sh. 171'de: Hemen ertesi günü Kadı'lardan Yahya bey,
Serasker Hüsrev Paşaya ziyafetten sual ettikte: "Çok kısa zamanda bir çok
şey yapmayı bilmişler. Biz bunları bir ayda tanzim edemeyiz. Çare ne? Devletçe
bir şey oldu. Gidilmesede olmaz, kaşık, çatal gibi bazı mekruh şeylerde
vardı." Şeklinde cevap verip tavır almış isede Yahya bey'in: "süslü
çatal ve kaşığı padişaha arz eden ve böyle şeylere alıştıran kendisidir"
demiş olduğunu vaka-nüvis Esad efendi kayd etmiş bulunuyor. Aradan beş-on gün
geçmeden Fransa b. elçiside mükemmel bir balo tertiplemiştir. Bu baloya
davetli olan zevattan bazıları katılmadı. Şuraya pek dikkat çekici ve tarih bakımından değeri büyükçe
bir kayıt daha alalım: "Sultan Mahmud, ülkesi o!an Avusturya'ya gitmekte
olan elçilikten Husar isimli birisine, bir kaç kat elbise sipariş etmiş. Husar,
bu siparişi ülkesinde imparatora arzettiğinde, imparator bundan pek memnun
olmuş, onaltı sandık dolusu elbise göndermişti. Ancak bu sandıklar meydana
çıkarılmamış korumaya alınmıştı. "Hakikaten, hükümet bir taraftan
istibdadını elden bırakmıyor, öte taraftanda yeni anlayışı harekete geçirecek
hazırlıkların başlangıcını hazırlamaktaydı. Yabancılar ile temasımız çoğalıp
avrupa usûllerine eğilim bir hayli fazlalaşmıştı. Çeşitli ilim ve fenlerin ve
yeni muamelelerin elde edilmesi için, yüzelliye varan müslü-man çocuğun
avrupaya gönderilmesi tasarlanıyor, tibhene-den, enderun ağalarından,
seçilecekler ve gönderileceklerin listesi meydana getirilmişti. Ne varki halk
bu teşebbüsü pek-deçirkin bulmaktaydı. Hattâ devletin tarihçisi; bu duruma
va-kıfolması lâzım gelirken bu bölümün baş tarafında adı geçen Esad efendi: İlk
yollanan talebe harb okulu mühendishane talebeleridir, diyor. Daha sonra gerek
tıbhane gerekse enderun talebelerinin gönderilmesinden vaz geçilmiştir. Biz bu
sa-hifelerde, kendi prensiplerini muhafaza etmek şartı ile ıslahata gitmek
isteyen bir hükümdar ile çevresinin bunlara karşı, milletin bireylerinin
vaziyetlerini taayyün eylemek emelinde olduğumuz için her iki tarafın bize
garib görünmekte olan teşebbüslerini ve anlayışlarını topluyoruz. Bu
teşebbüslerin ve anlayışların kalanlarına eriştiğimiz zaman, tarihin kaydettiği
olaylar hususunda, sosyolojiye vermesi gereken ehemmiyet bir kat daha açıklığa
kavuşmuş olur. Yazılan olayda arızalı yerlerde, derme çatma şeylerden yapılmış
gayri muntazam durak yerlerini andırır. Fakat çeşitli yerlerde duraklayıp, istirahat
fikri de bir tehlikedir.
Sultan 2. Mahmud; sık
sık adaletle ilgili emirler yayımlıyordu. Bunlarda: "Usûl ve adetlerden
alışılmış olanlar hariç, türlü ad ve bahanelerle fakir ahaliden para
alınmaması, vezirler ile mirmiran ve memurlardan kim olursa olsun yollarda
sudan başka yem ve yiyeceklerini kendi paralarıyla temin edip, ahaliye zulüm
yapılmaması" şeklinde, şiddet dolu tenbihlerde bulunmaktaydı. Bu arada
hristiyanlannda nakkaşlık yapmakta serbest oldukları, Rusya ve Yunan meselelerinden
dolayı bekaya da kalıp çoğugayri müslimlere ait vergi borçları olan 30 bin
kesenin af olunduğu İlân edildi.
1237/1821senesinde
Takvİm-i Vekayi'nin çıkartılmasına dair, yayımlanan hatt-ı hümayun, osmanlı
ülkesinde matbuat adına kurulmuş heykel mesabesinde bir müjde dense yendir.
Lütfi Tarihi bundan bahsettiği sırada: "Medeniyetin usûllerine ait
hususları halka haber vermek için, zamana dair vukubu-lan olaylardan bahs ve
seneliği 120 kuruşa takvim-i vekayii adı ile haftalık türkçe yayımlanan bir
haber organının basımı başladı." demiş, adının da Sultan 2. Mahmud
tarafından verilmiş olduğunu açıklıyordu.
Takvim-i Vekayii bir
çeşit resmi gazete olarak yayımlanmasından başka birde, "Takvimhane"
adı verilmiş bir matbuat dairesi meydana getirilip, hizmete sokuldu. Bu daire
önceki serasker kapışma yakın, eski matbaa-i amirenin yanı başındaki köşede
bulunan konak olup kapıcıbaşı Musa ağadan 500 keseye alınma yoluna gidilmiş ve
takvimhane nazırlığına Mekke pâyelilerden, vakanüvis Esad efendi tayin olundu.
Cllemadanda Karsizâde Cemâl efendi musahhih, iç haber ve ilimlerini vermeye
amedi hulefası mensubundan olan Sârim efendi, askeri meselelere ait ilimle,
haberlere Hüsrev pa-şa'nın divan kâtibi Said bey tayin buyruimuşlardır. Bu
gazete vükela yâni, bakanlar kurulu üyelerine, komutanlara ve ileri
gelen memurlara, anadolu ve rumeli
bölgelerinde bulunmakta olan muteber kimselere, ayanlara, ecnebi sefaretlere
her-hafta dağıtılırdı. Baskı sayısı beşbin tane civarındaydı. Takvim-i
vekayii'n ilk nüshasında yayımlanan, giriş yazısında durum ve olayların,
hükümet üzerinde hasıl ettiği tesirlerin çeşitliliği ile yine halk ile hükümet
arasında, ortaya çıkmakta olan ihtilafları yok etme ve hükümetin yapmış olduğu
çalışmaların doğrudan ahaliye haber vernek lâzım geldiği arzusunu itiraf
saymak mümkündür. Öte taraftanda yukarıda sözünü etmiş olduğumuz vekayi'deli
mukaddeme yâni giriş yazısı, basındaOsmanlı devletinin ilk defa kendisini
gösteren hâli olması münasebetiyle bu yazının tarihi siyasimiz bakımından da
önem taşıdığı inkâr kabul etmez. Bu mukaddeme'yide aşağıya, manâyı bozmayacak
şekilde sadeleştirme suretiyle alıyor ve sayfamızı süslemiş oluyoruz:
Tarih denilen ilm-i
fen, bu dünya hayatında vukubulan halleri vakti ve zamanı içinde tesbit ve
anlatmaya çalışmaktan ibaret ve de, geçmişten ahaliye hisse çıkartacak
bilgiler ulaştırma vazifesini üzerine almış yoldur. Bu ilmin faydası o kadar da
fazladırki, hattâ bazı âlimler, tarih ilmi, devletin kanunlarını hafızada
tutan, milletin ahvalini lâyık olduğu vacibi-yet derecesine yakın bulduklarımda
açıklamaya kadar gitmişlerdir. Meşhur yazarlardan "Lâmiye" adlı
eserin şârihi, Safdi'nİn söylediği gibi, Abbasi devleti döneminde h. 422/1030
senesinde halifeliğe getirilmiş bulunan Kaim Abbasi devrinde, Hayber
yahudileri neslinden bazıları, güya dedeleri ve- sonraki nesilleri, Hayber
fethinin hemen ardından yazılmış ve haraçdan hariç tutulduklarını belirten ve
Hz. Al-i'yül Murtaza'ya ait olduğunu ileri sürdükleri bir yazıyla, şahid olarak
da Saad ibni Muaz ve Hz. Muaviye'yi gösterirler. Bu yazı sayesinde de, divandan
senette yazılanların yerine getirilmesini talep ederler. Halife kendisine
ulaşan bu talebe karşılık, derhal icabet karan verir. Ancak bu talebin bir nüshasını
gören o devrin reisülküttabı makamında bulunan Ebul Kasım bin Mesleme adlı
zâta, bir şüphe gelip bu sırada tarihçi olarak nam yapan Hatibi Bağdadi'ye
iddiaya senet olan kâğıd gösterilir. Tarihçi Hatibi; bu senet sahih değildir,
çünkü "Hayber kalesinin fethi h. 7. senede, gerçekleşmiş, Hz. Mu-aviye'nin
ashabdan sayılması h. 9. yılında vukubulmuş Saad hz. leri ise, h. 5. yılında
ahirete intikal ettiğiiçinde bu tarihlerdeki uygunsuzluk, senedin sahih
olmadığının delilini teşkil eder." cevabını verir. O yahudiferde bu ispata
karşı bir cevap verememişler. Kâğıdın düzme olduğunu itiraf etmişlerdir. İşbu
nakledilen rivayetteki husus, tarih ilminin pek lüzumlu olduğuna şahadet eden
kuvvetli bir delildir.
Bu bakımdan eskiden
islâm devletlerinde ve diğer devletlerde bu ilime itinaya gayret gösterilip,
müfessirlerden ve ha-disçilerden İbni Kesir, İmam-ı Suyuti, İbni Cevzi, Kadı
Beyza-vi ile İbni Haldun gibi büyük zevat ve hükümlerde dirayet sahibi,
tarihler kaleme almışlardır. Buna bağlı olarakda, Osmanlı devletininde büyük
dikkat, itina göstererek, önceleri şehnameci adıyla, daha sonra da vakanüvis
denmek şekliyle kurulan makamlara bağımsız bir şekilde, tarihin yazılması
görevi verilmiştir.
Bu yazılanlar
üzerinden, otuz yıl kadar geçince bastırılıp, halkın okuyup öğrenmesi eskiden
beri yapıla gelmiştir. Na-ima, Raşid, Subhi ve İzzi, Vasıfın tarihleri bu
söylediklerimizin şahididir. Lâkin, kötü vakalarınmeydana geldiği zamanda neşir
ediş ve duyuruş, hakiki sebebin, gizli kalması gerektiğinde insanın
tabiyatında var olan, hakikata varmak, bilmediğine itiraz etmek üzere
cibilliyet taşıması yüzünden, ortaya çıkan bunca iç ve dış işlerede ait
değişikliklere ve diğer durumlara, devlet erkânının hayal ve hatırına gelmemiş
büyük muammalar gibi, çeşit çeşit manâlar verileceği malumdur. İşbu kıylü kaale
sebeb olacağından nâşi, halkı da birmiktar mazur tutmak mümkünse de, bu
vaziyeti cahilane dedikodu yapanlara hesap sorulmağa ve ithama sebeb
olacağından aslı esası olmayan hususlarda devletin, bütün tebasının huzurunu
bozacak, güçlü görüntüsünü giderecek bir şeydir. Beldelerde yaşamakta olan
ahali pek vahim vesvese ve kötü zan dağdağasından, kurtularak bu yüzden asayiş-i
umumi-yenin, seçme ve büyük padişahlardan olan Sultan 2. Mah-mudun merhametli,
şefkatli idaresi halkı malâyaniden kurtararak, iyi bir şekle koyması mümkün
olmuştur. Bu hususlar babıâlideki meclis-i meşverette, vezirler İledevlet
adamlarıyla konuşulduktan maada, şurâ'ya vazifeli âlim ve memurlarla da
müzakere edildi.
ülkenin dış ve iç
meselelerine ait işlerde hiç bir gecikme yapılmadan hakiki sebebleri ve
icabat-ı zaruriyi bildirmek suretiyle halka duyurmak böylece, ahali hakikatin
tamamına dair bilgi sahibi olup, eskisi gibide kimilerinin çıkardığı, asılsız
esassız sözlerden çıkardığı manâlara kulak vererek ızdıra-ba duçar
olmayacakları pek açık olmak üzere görülecektir. Ayrıca bütün fenlere ve
ilimlere, erzak ile mallara velhasıl ticarete ait maddelere de neşriyatta
yerverilecektir. Padişahımız efendimiz, merhameti ilede tebaasının her halini
düşünen asilâne davranışıyla emir vermiştir. İstanbul'da mevcud olan
basımhaneden, başka bir basımevi daha yapılması kararlaştırılarak, meydana
gelen vakaları çeşitli lisanlarda basarak neşredip duyurma, padişahın isteği
oiarakdave yüksek müsaadeleri dairesinde, İstanbul'da tab olunarak basılan
daireyede, Takvim-i Vekayiname-i Amire adı verildi. Mekke payelilerden
vakanüvis şeyhzade Esseyid Es'ad efendi nazır, babıâli'den idari işlere ait
vukuat ve bab-ı seraskeri'den askerlik ile alakalı meseleler için, her gün
özet yapılarak habe-rinâzır tarafından verilmekde hizmetine esas vazifelerine
zarar vermemek şartıyla, amedi kaleminden elan küçük evkaf hocası Sârim
efendi, vazifesi dolaysıyla seraskerlik de bulunan hacegândan valide
kethüdasızâde Said bey tayin olunmuştur.
Tâbi olunacak emirler
ikiye ayrılmış olup, bir kısmında içişlerinde resmiyeti olan ve devlete ait
meselelere aid olan vakaların basımına, ikinci kısmı ise; resmiyete dayanmayan
dışarıda bulunan kaynaklardan alınan bazı haberleri, sanayi ve ticarete dair
olan bilgileri kapsayanları vaktin icab ettiği hal ve vakit dünya aynasında yüz
gösteren işlerin yazılmasi-nada, müsaade verilmiş bu bilgilerden istifade etmek
iste-yenlerede yıllığın 120 kuruştan almabilinmesine ruhsat verilmiştir.
"İşte böylece 1247/1831 senesinde, Osmanlı matbuat hayatı başlamış, ahali
ile devlet arasında bir haberleşme kapısı açılmıştı. İşkodralı Mustafa paşa
isyanını takip ve görünüşte, ihtisap usûlünün tatbikinden çıkan Şam meselesi
ile Mısır'da Kavalalı Mehmed Ali paşa hadisesi yavaş yavaş İs-tanbulda
görülmeye başlamış olan batı usûlüne eğilimin teşebbüslerine şahid
olunmaktaydı. Bilhassa Kavalalı hadisesi büyüdükçe İstanbul daha çok sarsıntıya
maruz kalıyordu. Kavalalı Mehmed Ali paşa, ordu vedonanma kuruyor, Mısır'ı
büyük bir ticaret merkezi haline getirerek yüzmilyondan fazla gelire, sahip bir
devlet şekline yükseltiyordu. Osmanlı devleti gibi koca bir imparatorluğun
içinden, o devletin dahi sahip olamadığı, medeni şekilde yaşamakta olan bir
bağımsız devlet çıkarmağa uğraşıyor, başka bir deyimle de padişah, ken-
A\ kölesine, valisine
mağlup oluyor, Mehmed Ali, avrupa ve bilhassa Fransa ile İngiliz basını
yardımıyla, maksadını temine gayret sarfediyordu.
Bu vaziyet, bize
avrupahalkının düşüncesini paylaşarak onları kazanmaktaki kuvvet artışımızı
ihsas etmiş oluyordu. Sultan Mahmud, Nizip'de aldığı mağlubiyetin acısını
bizatihi nefsinde hissetmişti. Rusya'nın uzatmış olduğu himayeci elini Hünkâr
iskelesi antlaşması adı altında yakalama mecbu-riyetinedüşmüş oluyordu.
Kendisinin bir valisinden, eski düşmanına dehalete mecbur kalıyordu, ne yazık!
Tanzimat-i Hayriye:
Sultan 2. Mahmud, meşrutiyete doğrumu gidiyordu? Padişahın her iradesinden
tenbelliği görünmekteydi, biritirafname, adalet fermanları, adi emirlerden sayılan,
Sultan 2. Mahmud'u halk ve taassup karşısında, iyi göstermeyen vakaların
bazıları, bir kısım işlerinin ve teşebbüslerinin faydalıları, Reşid paşanın
memuriyetinin ilk dönemi: devleti âliyede yegânebir devlet adamı ve siyasi
yetişi-yor-Padişahın resmi meselesi ile resimi asma alayı, bunun tesiri-Paris
sefiri Reşid Bey'inesas vazifesi: Devleti âliye eski tarzı terk ediyor, Maliye
nazırlığı, divan-ı ahkâmı adliye ve dârüş şurâ-İ babıâl-i meclislerinin tertibi
ve kurulmasi-Engel-hardın dediği iki meclis. Bu meclislerin tertibi, kuruluşu,
hariciye vede dahiliye memurlarının biribirlerinden ayrılması-Rütbelere dair,
yeni teşrifat-Ziraat, sanat ve ticaret meclislerinin kuruluşu-Memura
maaş-Feragat ve intikale dair yeni nizam- Rüşdiye okullarının kuruluşu Sultan
2. Mahmud'un vefatı. - Türkiye ve Tanzimat adlı eserin yazarının: "Kendi
te-basının lanet ve nefretine duçar olan Sultan 2. Mahmud, bir ara şiddetini
azaltarak, daha yumuşak davranmaya başladı.
Devletin işlerini
yainız başına idare etmekten bir anda vazgeçti. O karan verene kadar,
dışişlere ait evraklar saraya gelmekteyken yayımladığı bir emirle bundan böyle
babıâlİ-ye, reisülküttap efendiye yâni dışişleri bakanına gönderilmesini
bildirdi. Öte taraftan adetâ kendisininde selahiyetlerinin ortağı mesabesine
gelecekiki meclisin kurulmasına müsaade etti. Bu tarz idareyi, hükümdarın
mutlak hâkimiyetine karşı bir ademi merkeziyet idiki yâni merkeziyet idaresinin
terki sayılabilirdi.
Diğer bir tabirlede
meşrutiyet görüşüne kapı açma şeklinin başlangıcıydı." Sözlerindeki
ifadeye bakarak bunları tarih sayfaları içinde araşdiralım. Hakikaten Sultan 2.
Mahmud'a harici ve dahili işlerin çokluğundan nefret etmekten ziyade bir
tenbellik gelmişti Tarih-i Lütfi'de yer alan iradelerinde hemen hemen
hepsindeki halet-i ruhiyesi bunu gösterir. Mutia-kiyet, emru irade zamanlarında
kendisini mesuliyetsiz saydığı zannına kapılsada, yayımlanan emrü irade
tatbikata girip kötü netice verdikçe kendisinden daha mutlak ve müstebid
kesilmiş olan bir başkasının, yâni hâkim olmak istediği umumi düşüncenin
karşısında, mesul sayıldığını bütün şiddetiyle anlar. Onu bulunduğu vaziyetten
ancak halk önünde mükafatlarla taltif ettiği ve başına toplamış olduğu
taraftar kitlesi kurtarır. Biz burada, sosyal felsefeye girişmekten ziyade, tarih
sahifeleriyle maksadı açıklamaya çalışacağımızdan, 2. Mahmud'un
1246/1831tarihinde Diyarıbekir valisi Ebu La-bud paşanın azli münasebetiyle
babıâli'ye gönderdiği iradeyi buraya alarak, samimi bir itirafname olan
İfadesini nazarı dikkatle sunuyoruz:
"Yalnız Ebu Labud
paşanın defedilmesiyle anadoludan zülüm kalkmaz. Anadolu ahalisinin hali pek
yamandır. Fakirlerin vaziyeti böyle iken devleti âliyemiz belâlardan kurtulamaz.
İşte çekilen zorlukların ve meşakkatin bütün sebebi fukaranın feryatve
figanıdır. Sen ve memurların başbaşa verip, bu mezalim ve taarruzun hafiflemesi
ne şekilde mümkün olabilecekse tedbiri çaresine gayret edesin. Fukaranın, refah
ve asayiş durumu düzeltilmedikçe bütün işlerin sarpa saracağı açıkça
görünüyor. İştehakiki sebeb mezalimden çıkıyor." Sultan 2. Mahmud bu
iradesiyle, anadoluyu yakıp kavuran mezalimin karşısında dikilmiş, sessizce
bir heykeli seyreder gibi memleketin durmunun idraki içinde olduğunu itiraf
ediyor.
Halbuki
<tarihindede pek güzel yazdığı gibi> o zamanlar zulümlerin
defedilebilmesi için ismi var, te'siri yok hükmünde olan ve depek bilinen
<adalet fermanlarından başka alınacak bir tedbir bulunamıyordu. Bu
fermanlar, artık bir adi emirler hükmüne girmişti. Mülki idarenin esaslı bir
metin üzerinde olması, zararları ispatlanmış İltizam-ı memalik usûlünün
devamı, bu neticeyi getirmişti. Bir de, bu fermanları götüren memurların yol
masraflarını ve sürdükleri hayvanların, ücretleri ve haber verme ücretleri
fukaranın sırtına yüklenmiş olduğundan, zulûmü'öef için alınan tedbirler başka
bir sıkıntıya sebeb oluyordu. Sultan 2. Mahmud'u mutaassıp halk karşısında
hatalı gösterennüfus sayımı, gayri müslimle-rin mabedierinin tamir yapımına
müsaade, Hocapaşa ile Ci-bali gibi pek büyük yangınların çıkması, fes'in
yayılması, gibi haller ile Mısır meselesinin aldığı vaziyet, ezeli ve ebedi
düşmanımız olan Rusya ile yapılan antlaşma, Sırbistana imtiyaz verme durumuna
düşme, Yunanistan'ın bağımsızlığının tasdiki gibi vaka aralarında birinci defa
olarak, İstanbul'dan İzmit'e kadar bir posta yolu yapılmış, padişah tarafından
bizzat açılışı yapıldı, İstanbul'dan Edirne'ye kadar başka bir yolun yapımına
başlanması, Anadolu, Rumeli taraflarında yedek asker teşkilatlarının
kurulması, geçiş nizamnamesinin tatbiki, mekteb-i harbiyenin tamamlanması,
ilmi, askeri ve erbab-i kalemin, rütbelerinin bir nizama bağlanması, iftihar
nişanlarının verilmeye başlanması, bunların vezir, vükelaya verildiği gibi
patrik ve hahambaşılarına verilmesi," Paris, Londra ve Viyana'ya kalıcı
sefirler gönderilmesi, babıâli'deki tercüme kalemi'nin kurulması gibi,
İcraatlar ve faydalı teşebbüslerde yapıla geliyordu. Fakat bu dönem içinde en
mühim olan Reşid bey gibi bir zât'ın ortaya çıkmasıdır. Bu zatsa, geleceğin
Büyük Mustafa Reşid Paşasıydı.
Sultan 2. Mahmud'u
ahali gözünde hoş göstermeyen hâllerin başında batı tarzında her şey kabul
görüyor, anane ve yerleşmiş olan herşeyde bir değişime koşuluyordu. Meselâ;
askerî ve mülkî idareden bazılarına padişahın resmi gönderiliyor bunun
asılması isteniyordu, ki devrin tâbiri ise resmin duvara talik olunmasiydı. Bu
mevzuda Lütfi Târihinin, 5. sh. de şu tafsilat hayli dikkat-ı câlibdir:
"Yeni mülki ve askeri nizama itina edildiğisırada alafrangaya dâir bazı
hususların yerine getirilmesi düşünülme ve faaliyeti ise görülmeğe başlanmıştı.
Bu icraatın içinden sayılan padişahın resmi, askerî ve-de mülkî dâirelerin
duvarlarına asılması için gönderilmeye başlandı. Resmin asılmasıiçin, görmeğe
pek değer olan, büyük gösterişlerin sergilendiği resmi geçidler yapıldı. Komutanlar
ve subaylar nişanlarını takmışlar sırmalı resmi elbiselerini giymişler, sabah
erkenden de Hassa müşiri Fevzi Paşa silahhanesinde toplanarak, yeni
çıkansancaklı sandallarla gelen bir tabur bahriye askeri, iki taburhassa
askeri, üç'er kıta top ve mükemmel mızıka ile Beylerbeyi sarayı arkasında ve
bir taburu Nuh kuyusu caddesinde ve iki taburu Mehmed paşa köşküne harbiye
taburu içkışlaya ve altı kıta top ile bir alay süvari Haydarpaşa sahrası,
üstüne, bahriye taburu Bağ-larbaşında mükemmel top ve mızıkalarıyla beraber iki
sıralı saf halinde saygı selâmı ve saraydan kışlaya kadar, kırkar adım fasılalı
süvari ve piyade karakolları resmi bekler oldukları haldekomutan ve subaylar
ata binmiş ve altmış kadar nefer ve çavuşlar yürüyerek, önde olarak resmi
taşıyan pay-tonun binek taşınayanaştırılmasıyla, konulacağı yere asmak üzere,
hassa feriki Fethi paşa ile Haremeyn mutasarrıfı Nuri paşa, gerek hassa ordusu,
gerekse Mansure-i Muhammedi ordusu müşirleri paytonun önünde, kurenadan İzzet bey ile serasker
Hüsrev paşa arkasında olduğu halde Selimiye kışlasına gitmişlerdir. Padişah
merasim kıtasını seyretmek için, deniz yolundan kışlaya teşrif eylemişti.
Yolculuk sırasında, tabur ve alayların hizasına gelindiğinde, mızıkalar
eşliğinde resmi selâm ve hürmet yapılarak, kışlaya yakınlaşıldığında vezirler
ve komutanlar atlarından inerek padişah resmini alarak, hazırlanan yere
konulduğunu ve kurbanlar kesildiğini, arkasından Aziz Mahmud Hüdayi tekkesi
şeyhinin ellerini kaldırıp dua ederek, Sünbüliye tarikatından meşhur
meşa-yihlerinden Yûnus efendi fatiha çektiği görüldü. Hemen 21pare top atılmış
ve ihtiram duruşunun nöbet atışı olarak, bir miktar tâlim yapıldıktan sonra da,
resmin önünden mevcut asker geçirilmiş ve o akşam Selimiye kışlasının içi,
dışı kandillerle donanarak, havayada fişekler atılmıştır. Bir kaç gün sonra
babıâliye gönderilen resim alayı da, görülecek şeydi Resmin asılması o devrin
mutaassıp kimseleri nezdin-de pek fena telakki edilmiş, her günden güne
itirazların tevi-lâti, hâttâ Arabistan bölgesinde kötü tefsire sebeb oldu. Sultan
Mahmud'unvefatmdan sonra bu resimler kaldırılmıştır.
Tarih-i Lütfi'ye göre
Paris'e kalıcı sefir tayin edilmiş bulunan amedi divanı hümayun Reşid bey'İn
esas memuriyeti: 'Devlet-i âliye aleyhine olarak, Yunanlılarla Mısır valisi
Men-med Ali paşa'nın, avrupa gazetelerine yazdırdıkları isnadatı cerh ettirerek
avrupa efkâr-i umumiyesini lehine imale etmek, onun için bir tarafdan sefirler
ile münasebet ve sohbetlerde bulunarak diğer taraftanda devlet-i âliyenin eski
usûlü terk ederek, avrupaya tatbik etmeğe başladığını, yayınlayıp duyurmak,
bunlardan başka zamanın en mühim meselelerinden olan Mısır meselesi hususunda,
Mehmed Ali Paşanın kuvvetinin kırılmasıyla, Cezayir'in geri alınmasına çalışmaktı.
Esasında Osmanlı
devletinde eski usûlü terk etmek niyeti arasıra tatbike konurdu. 1253/1837'de maliye
nezaretinin kurulması ve mühim olup, yine aynı senede ahkâm-ı adliye ve şurâ-i
babıâlİ adlarıyla iki meclisin kurulduğunu görüyoruz.
Engelhard'm
"adetâ hükümdarın hukuk ve selahiyetine, iştirak edecek surette iki
meclis" dediği bu adı geçen meclislerdir. Bu bakımdan elde mevcut
malumata göre bu iki meclisi tahlile alalım: 1252/1836'da Sultan Mahmud,
askeri işlerin müzakeresinde kolaylık temini için babıseraskeride, Dâr-ı
Şurâ-i Askeriyye adı ile bir meclisin toplanmasını emredip, özel bir daire yapıhpda
içi de döşenmiştir. Bundan başkada, "Mesalih-i ibadm bizzat rüyet ve
tahkiki ve verilen arzuhaller iie, evrakı sairenin mütalaa ve tetkiki meyamnda
huzur-u sadrazamVde mutad olan dîvân tertibi usûlü bir zamandan beri metruk
kaldığı halde, mezkûr usûlün ihyası.," dahi tatbik mevkiine konulmuştu. Bu
pek defaydalı teşkilat, iki meciis halinde ve daha geniş hale getirildi. Bu
hususta aşağıya aldığımız Tarihi Lütfi'deki ibareler dikkatle okunmalıdır:
"müşavere hususundaki şartların daha önceki vakitte ehemmiyyeti padişah
tarafından takdir buyurulmuştur. Tehlike derecesi yükselme istidadı gösteren,
istibdad anlayışının birinci derecesi de, kendini göstermekteydi. Devlet
idaresinde yalnız başında nefsi ile başbaşa idare tarzı sergilerken, hiddet ve
şiddete bağlılığı müsaid gibi görülmüşkende, pek gönül alıcı meziyetleri ile
devleti, hami^etkârane davranışlarla ilk defa ve devamlı olmak anlayışıyla
Gülhane'de, Ahkâm-ı Adliye ve Babıâli'de, Dâr-ı şur'â-i babıâli isimleriyle,
iki tane müşavere meclisi ve bunlarca kullanılacak nizamnameler icabınca
devlet ve milletin işlerinin o meclislerde, müzakere olunup çare olucu kararlar
alınmadıkça tatbike geçilmemesi hususunda,
irade buyrulmuştur." Pek açık olarak görülmektedir
ki; Sultan 2. Mahmud, mecburiyetten istibdad
idaresinin kendine vermiş olduğu, geniş selahiyeti daraltmıştır. Bu
mecburiyetde, avrupada tatbik görmekte olan siyasi ve idare ' işlerdeki
değişikliği görmekten dolayı idi. Ayrıca istibdad idaresinin bütün boyutu ile
zarar verici neticelerinin Cezayir, Mısır, Romanya, Sırbistanla A^ora gibi
merkezlerde görülmekte olduğuydu. Çünkü buralarda görülen ihtilâl emareleriydi.
Alınan tedbirler bu emareleri değil ortadan kaldırmak-tam tersi netice vermesi,
başka hususlardan kaynaklanmıştır. Bu kaynaklardan biri, iç yapıda idareye
karşı bir nefret hissininortaya çıkmış olmasıdır. Şurâ-i devlet taslağı, bir
parça daha yontulup, yeni bir tarz-ı makbule haline giriyordu. Ahkâm-ı adliye
adı verilen meciis-i müşavere kurulana ilkönce dahil olan zevatın isimlerini
buraya dercedelim: Reis: Eski Serasker Hüsrev paşa Aza :Eski kazaskerlerden
Emin-beyzâde Abdülkadir bey ":Evkaf Nâzın Ziver efendi.
Hüsrev paşa: Yan
başlık olarak adını belirttiğimiz zat, 3. Selim, 2. Mahmud ve Abdüîmecid hân
devirlerinin sadrı-azamlarından biridir. Abazadır. Çok küçük yaşta enderunu
hümayuna alınmış ve orada saray terbiyesi almıştır. 1206/1792 tarihinde
kaptan-ı derya Küçük Hasan paşa ile saray-ı hümayundan çıkıp,
kaptanpaşayamühürdar daha sonra kethüda olmuştu. 1216/1802 yılındada mirmiran
rütbesinde olarak, Karahisar'a vali oldu. Aynı sene Fransızların Mısır'dan
kaçırılmaları üzerine eski sadrazam Hurşid Paşa maiyetinde iken, Mısır'a
gelmesiylede İskenderiye muhafızı olmuştu. Mısır kölemenlerinin çıkardıkları
karışıklıklarda ve Mehmed Ali'nin fitnelerini bastırmağa muvaffak olamıyarak,
valiliği bırakıp dönmüştü. Sonra; Resmo, Selanik, Bosna, Ib-rail, Bolulu
valiliklerinde, 1226/181 l'de kapdan-ı deryalık^ da, bir müddet şark
seraskerliğinde ve 1238/1822'de 2. defa kapdanı deryalığa 1252/1836'da
ihtiyarlığından tekaüd edil-
1837'de Ahkâm-ı adliye
meclis reisliğine 1839'da, Sultan Abdüîmecid tahta çıktı 184l'de rüşvetle
suçlanmış sada-retden sürgüne gitmiştir. 1854'de doksanbeş yaşında olduğu halde
ölmüştür. Tâlim icadı bizde bu zata izafe edilir. Fes giyilmesinin önderidir,
azalar:
Sabık Defteremini Said
Muhib efendi "İhtisab Nâzın Hüseyin Faik efendi "Duhan gümrüğü emini
Mustafa Kani bey 1. Kâtib; Çavuşzâde Atıf bey 2." ":Kapı
kethüdalarından Muhsin efendi Dâr-uş Şûra-i babıâli meclisine dahil zevat: Reis
:Bağ-dat eski valisi Davut paşa Azalar: Erzurum eski Müşiri Es'ad paşa"
:Kadıaskerlerlerden Çerkeşli Mehmed efendi ":Topha-ne eski Nâzın Arif bey
" :Tenkihat (Bütçe) defteri memuru Ali Raif efendi " :Eski ruznamçeci
Salih efendi " :Harbiye eski Nâzın Lebİb efendi 1. Kâtib:Eski
mektupçulardan Nasır efendi 2. ". :Dahiliye eski nâzın Akif efendi
Yukarıdaki listelerde adları bulunan zevat, 1255/1840 zilhicce/27'de Cuma günü
hırkai şerif dairesinde, şeyhülislâmla vazifeli vezirler toplanmış yapılan
duanın ardından şeyhülislâmca yemin törenleri gerçekleştirilmiş, arkasından
hep birlikte padişahın huzuruna gidilmiştir. Sultan 2. Mahmud da İngilizler ile
yaptığı ticaret antlaşmasında bulunan, tekel idaresinin ve inhisar usulünün
kaldırılmasına adeta serbesti'i ticariye'yi ilân eylemiş daha sonra ki senede
Rauf paşayıda başvekil ünvanıile işbaşına getirerek, avrupa biçimi bir bakanlar
kurulu teşkil etmeye çalışmıştır. Bu hususta çıkardığı hattı hümayun'da, Akif
paşanın hastalığından'*dolayi, devlet işlerine layıkı ile bakamamakta olduğunu
ileri sürer. Başvekil unvanıyla sadarete getirilen Rauf Paşa hakkında Ahmed
Rasim şu biyografiyi önümüze koyarak diyorki: "bu paşa 2. Mahmud ve Abdüîmecid
hân devirlerinde, beş kere sadarete getirilmiştir. İstanbulludur. 1194/1780'de
doğmuştur. 1276/1859'da yaşı sekseni aştığı olduğu halde vefat etmiştir.
1222/1807'de sadaret mektupçusu,
1224/1809'da süvari mukabelecisi, 1226/1811'de, rikab-ı hümayun kaimmakami
1229/1814'de şıkk-ı evvel defterdarı, 1130/1815'de 1. sadareti, 1233/1818
senesinde azil olup, Sakız adasına sürgünü, 1237/1821'de şark seraskerliği
vede Erzurum valiliği 1238/1822'de İran'la yapılacak, sulh heyetine memuriyet,
aynı yıl 2. sadaretine getirilmiş ve de ilk defa başvekil unvanı ile bu göreve
tâyin olunmuştur. Meclisi Ahkâmı adüye'ye ilk defa reis olan bu zattır.
1256/1840'da 3. sadareti, 4. sü ise, 1258/1842'5. si ve sonuncusu 1268/1852
senesinde diğer sadaret görevleri vukubuldu dürüst ve dirayet sahibi bir kimseydi.
Diğer mühim bir
zevatın arasında adı geçen Akif paşa: 1201/1786 senesinde Anadoluda Bozok
kasabasında dün-ya'ya gelmiştir. 1263/1847'de; Hacdan dönüşünde İskenderiye'de
vefat etmiştir. 1241/1825'de amedi divanıhümayun, 1242/1826'da Beyfikçi,
1245/1830'da reisülküttab, 1251/1835'de, reislik iptali üzerine vezirlik
rütbesi ile Hârici yenâzırı, 1256/1840'da, Kocaeli valiliği bir müddet sürgün
edilmiş ve bu dönemi Edirne'de geçirmiştir: Meşhur Tabsıra adlı değerli eserin
müellifidir, "Tıfıl Nazeninim" adlı manzumesi meşhurdur. Bu iki
zâtın kısa biyografilerinden sonra 2. Mahmud'un yeni anlayış ve yeni yaklaşımla
İlgili icraatnı tahlil ve tenkide devam edelim.
Şöyleki:
"Bulunduğumuz dönem içinde, yeni usûl kanun ve bunları tatbike kolaylık
bulmak üzere devletimizin bütün işleri, nazırlıkların arasında taksim olunmuş
böylece sadaret makammada iş kalmamışsada, yine bütün nazırların reisi
makamında bulunması icabatından olup, bundan böyle sadaret adı başvekil makama
da başvekâlet adı uygun görülmüştür. Ancak sununda gözönüne alınması
gerekirki; bir memuriyet
müstakil olmayıp hizmet büyüklüğüne göre tayin olunmuş vekilin vakit ve icabına
göre her hangisine, seçilirse ona ilave şeklinde ihale kılınmak, mührü
hümayunumuz ise, eskiden sadrazamlarda olduğu gibi başvekillerin ellerine,
emanet olunarak yürütülecektir. Sen ki;çok uzun zamandan beri, büyük işleri,
saltanat-ı seniyemizde ve iki defa sadaret makamına gelerek, sadakatini isbat,
dirayetini göstermiş olduğundan bu defa başvekâlet adlı yeni memuriyeti ve
ayrıca buna ilave olarak da dahiliye vekâleti tevcih edilmesi kararlaş...
Başvekâletin teşekkül
ettirilmesi, devlet işlerinin nezaretlere tevzii suretiyle Sultan Mahmud,
genel işlerden kısaltmayı tercih ettiği şeklinde görünüş vermektedir. İstibdad
ve mutla-kiyet nâmına gösterilen bu fedakarlık, padişahça ve devletinde üst
görevlilerince yapılması gereken ıslahatın elzem olduğunu gösteren büyük bir
adım saymışlarsa da, esasta yinede insanı emin bir adım hususunda iknaya
yetişmiyor. Neden mi?
Hükümdar bir kayida
bağlı olmayıp, sırf kendi fikrini veyahut diğer ilhamla hareket ediyordu.
Ancak zamanla bu adımlar geri alınsa bile kalan izleri asla silinmezdi.
Devletin yüksek memuriyetlerince husule getirilen bu değişime,
"Tevci-hat-ı mutade" adı ile eskiden beri ramazan bayramında uygulanırken,
daha sonralarıda şaban ayında yerine getirilmeye başlanan, hiç bir memui* ve
hademenin görevsiz kalmayıp münavebe usulüyle istihdam edilmesinden ibaret
olan, eski ve yanlış işlemin kaldırılması takip etmiştir ki, bu yol takip
edildiği takdirde, zaruri görülmedikçe hiç kimse tebdil ve azi! olunmayacak
demek idi. "Tevcihat-ı mutade" denilen usûl, herhangi bir memuriyetin
bir sene müddetle bir kimseye kira usulüyle verilmesiydi.
O dönemde görevsiz
yâni mazuliyet esnasında maaş alınmadığı için böyle görev kiralamış olan
kimseler, mazuliyet dönemini nasıl geçiririm düşüncesine kiraladığı memuriyeti
esnasında tutuluyordu. Yukarıda söylediğimiz görev dağıtma sisteminin
kaldırılması neticesinde gündeme gelen "terfi ve vazifelendirme"
usûlü oldu. Maaş tahsisi yâni maaş bağlanması hakkında padişahın hattında
men-i irtişa, yâni rüşvetin yasaklığından ceza kanunnamesiyle
irtibatlandırılarak memuriyet vazifesinin tayini hakkında bahse önem
verilmiştir. Bu hattı hümayunda deniliyorki: "Vekiller ve memurlar saltanatı
seniyemize bu şekille yeter derecede maaş tertibinden murad-i şahanemiz gerek
dinen gerekse aklen yasak ve zararlı olan kerih rüşvet belasının tamamen imha
vede kaldırılması devlet işlerimizin başında gelmektedir. Kulların vede devletin
işlerine garaz karıştırılmayarak, düzenlenmesine bakılması ve böylece
ülkemizin mamuriyetinide sağlama yolu-nunfaydasından ibarettir.
Buraya hemen
kaydedelim ki, 1253/1838'in mart ayına kadar memurlar, kâtibler mâliye
kasasında maaşlı değillerdi. Büyük memurlar, valiler ile taşra memurlarının
senedebir defa "boğça baha" namıyla gönderdikleri şeylerle,
teşrifatıkadi-me yâni eski usûl devlet nizamı İle verilen atiyye ve bekletilen
diğer memurların kalem kâtiblerinin hizmetleri, iş sahihlerinden alınan kâğıd
ve ilâm ücretleriyle divan-ı hümayun-kalemi, bazı mahalli memurları zeamet
hasılatıyla geçinmekteydiler.
1254/1838'de başvekil
Rauf paşa tarafından vilayetlere yazılan mektupta: "Taşralarda bulunan
memurlar gurubu tarafından da senede bir defa, vükelâ ve memurların taraflarına
gönderilmekte olan Hediye baha, maktuiyet şekline konularak, zikrolunan
maaşlara karşılık, hazine-i âmireye gelir olarak kayd olunduğundan dolaşıp
gelir diyen babıâli, defterdarlık kapısı ve bütünkalem kâtibleri memurların maaşları
karşılığı olarak kararlaştırılmış ve valilere gönderilen gönderilen mektubun
son bölümündeki: "Hediye baha karşılığı ta-raf-ı âlilerinden götürü olarak
senede bir defa hazine-i âmireye gönderilmek üzere, 1253/1837'senesi martı
başlangıcından itibaren bendelerine taahhüt ettirilerek elinden senet
alınmış"kaydına nazaran ilk maaşlarbu suretle temin olunarak devletin
bütün gelirlerinin hazineimâliyesinde toplandığı tarihe kadar durum böyle sürüp
gitmeye devam etmiştir, bütün memurların zimmetlerinde olan vazifelerini
mecbur kılan talimnameler ile beraber her memurdan çıkması muhtemel olabilecek
cenaha ve uygun zamanda, tenbellik derecesinin çokluğuna göre ceza kanunu
düzenlenmesinide önceden irade etmiştim. İşte bu rüşvet faciasından bahseden
maddedeki, şiddetli cezalandırmayı icab edecek, cezalar müzakere
olunduktansonra işbu ceza kanununa ilave olunsun.
Bu talimnameyi ve ceza
kanunnamesini kararlaştırdıktan sonra, artık hiç hatır ile gönüle bakılmayarak,
her kim ve hangi rütbede olursa olsun. Kararlaştırılan ceza, yerine getirileceği
rüşveti alan ve veren cezaya uğratılacağını bu hususta taraf-i şahanelerimizden
gizîive açık tahkikat ve araştırma yapmaktan uzak olunamayacağı bütün açıklığı
ile bilinerek, Cenab-ı Hakk' cümleyi kurtuluş yolu olan, selametten ayırmaya,
amin." Bu tarihi ifadeye göre nazırlıklar maiyetine müsteşarlar tayin
olunmuş, hattâ başvekâlet maiyetine de bir memur verilmiştir. Çok dikkat
çekicidir ki; Tanzimat-ı Hayriye'nin esası busırada konulanlarla başlamıştır.
Yâni, ferman okunmadan bir geçiş dönemi ve hazırlık safhası tatbikine
başlandığı, anlaşılıyor. Meclis-i ahkâmı adliye toplantıları, başladığı
tarihten itibaren bir takım faydalı teşekküllerin ihyasına el atmış vergi toplama
meselesini sağlam bir kaideye yerleştirme lüzumunu düşünmüştür. Meclisin
düşünüsü bu vergiyi hak olarak almak, ahaliye dağıtıp taksim etmek olmuştur..
Bunda muvaffak olabilmek için ilk önce haber verilmiş hizmeti tahsilatını,
angarya erzakla meyve için alınan rüsumunu kaldırıyor. Vaka-i hayriyenin
hemenpeşin-den zaptı muhallefat yâni mirasların zaptı usûlününde ilgası
hakkında, çıkarılmış olan iradeyi kuvvetlendirme konusunda" fakir ve gani
(zengin) hiç bir kimsenin devlet tarafından miras kalmasına taarruz
olunmamasına "ve emlâk ve arazi ticareti kârlarına nisbetle, hali hazırda
olmak şartıyla hisse sahiplerinin paylarını, şer'i şerife göre tayin ve tevzi
etmek ve Mart ayı başlangıcını sene başı kabul ederek, sicil mahkemesince
kayıt yapılıp, her şahsa bir senede iki taksitte vereceği verginin miktarını
açıklayan bir mühürlü senet" verilmesini tatbike koyuyor.
Hattâ o sene numune
olmak üzere Bursa eyaletiylen, Gelibolu sancağından emlâkleri yazmaya
başlıyor. O ana kadarda sadrazamın huzurunda yapılan duruşmada meşihat, yâni
şeyhülislâmlık kapısına naklolunarak deavj-i nizamiyenin, deavi nazırının
önünde haftada iki gün şeyhülislâmın yanında olduğu halde bakılması, hacet
sahihlerinin rikâb-ı şahaneye arzuhal vermeyerek merciine vermeleri de ilân
edildi. Karantina usûlünün konması, bu sıralarda epeyice patırdı veitirazlara
sebeb olmuştur. Babıâli'de toplanan dârüşşurâ'ya vazifeli kılınan zamanın
âlimleri karantina tatbikine fetva verdikleri halde halkı, bu adetler
frenklerden gelmiştir, gâvurlu kişidir, şeklinde cehalet kaidelerince hareket
ederek karışıklığa kıyam olunmuştur. Sultan Mahmud çıkarmış olduğu bir
iradeyle, sağlık konusunda edille-i şer'iye ve akliyeye uygunluğunu, cevazın
müsbet olduğunu, Takvim-i Vekayii'de 164. sayısında tafsilat dolu bir bend
neşir lüzumunu hissedip, icra etti. Viyanadan ecnebi memurlar getirterek ilk
önce mercii şer'iyesine eski kadılardan Es'ad efendi, işlerin tıbla
ilgili tarafınada Abdülhak molla'y*.
askeri yönünede asakir-i mansure feriki Namık paşayı tâyin ederek, ecnebilerle
tıbbiye maddelerinin ve diğer hususların müzakeresini yapmaya vazifeli
kılmıştır. Şimdi de hemencik, yukarda adı geçenler hakkında kısa bir malumatı
çalışmamıza ilâve edelim:
(1) Muhammed
Es'ad efendi, Sahaflar şeyhizâdeler diye tanınmıştır. Sultan 2. Mahmud
döneminde Halet efendiye mensubiyet peyda ederek 1241/1825'de vakanüvis oldu.
Daha sonra molla olup, 1244/1828'de ordu kadısı oldu, ancak o sene azil
olundu. 1247/1832'de Takvim-i Vekayi başmuharrirliğine nasb olundu. Çok
geçmeden de Takvimhane nazırı oldu. Bu münasebetle Osmanlı yazarlarınında ağaba
bası ve önderi oldu. 1248/1833'de
İstanbul payesine irtika etdi yâni yükseldi. Çok bir zaman geçmeden de İstanbul
Kadılığı görevini aldı. Arkasından Anadolu payesini ihraz etti. Bu paye ile
İran elçiliği vazifesi verildi. Bütün bunlar olurken Takvimhane nazırlığı da
uhdesindeydi. 1254/1838'de, Rumeli
kazaskerliği payesine nail oldu.
1255/1839'da meclisi vâla azalığına,
1260/1844'de bilfiil Rumeli kazaskerliğine, 1262/1845'de kurulan maarifi
umumiye nezaretine tâyin olundu. İlk maarif nâzın unvanını kullanan zatın Es'ad
efendi olduğunu beyan etmiş olalım. 1264/1847 başlarında bu nezaretin lağvıyla
az!onupmeclis-i maarif reisi oldu. <Bu sıra da nezaret unvanı, mektepler
müdiriyetine çevrilmiştir> Vefatı, 1264/rebiülahir-1848 senesinin mart
ayında vukubulmuştur. Muhammed Es'ad efendi âlim, şâir güzel yazı yazan, divan
şiirleri olan, üssüzafer adlı meşhur bir eseri ve birçok risalesi, vardır.
İstanbul'da Yerebatan semtinde yaptırmış olduğu kütüphanesinde medfundur.
(2) Abdülhak
Molla; Hekimbaşı Hayrullah efendinin torunudur. 1216/1801'de talebe olmuş 1244/1828'de
Eskişehir Fenari, 1246/1830'da
Mekke-i Mükerrerne kadılığına, 1249/1834'de İstanbul Kadılığına 1252/1836
Anadolu, 1257/1841'de Rumeli kadılığına tayinedilmiştir. 1264/1848!de, meclisi
maarif reisliğine geçmiştir. Tıb ilmine vukufiyeti vardı, Sultan 2. Mahmud ve
Abdülmecid hanların dönemlerinde üç defa baştabibliğe tayin edilmiştir. Çokuzun
müddet tıbbiye nazırlığında bulunmuştur. 1269/1853'de alimlerin reisi olmuştur.
1270/1854'de ise vefat etmiştir. "Hayrullah Tarihi" yazarının
babasıdır. Bu arada da ulemadan Hekimbaşı Behçet efendiyede bir risale
yazdırıp, matba-i âmirede bastırtıp, ahaliye olsun, askerlere olsun dağıtmaya çalışmışlardır.
Padişah, her yeni kuruluşları İlk önce ulemaya tasdike önem verir, bunda
muvaffak oldukta da birmeşruiyet temin etme zannını hâkim kılma yolunu tutması
uygun bîr tavırdı. Taassuba karşı en uygun yol buydu. Ziraat, sanayi ve
ticaretin hamle yapması gerekliliğini müzakere etmek üzere hariciye nâzın
Mustafa Reşid Paşa'ya bir heyet kurdurup, başkanlığını paşanın üstüne almasını
istediği gibi, Galatasaray'da Tıb mektebinin açılması ve avrupadan hocalara
başvurulup getirtilmesi ve bilhassa, rüşdiye mekteplerinin hayata geçirilmesi
gibi olaylar, bu senenin göz kamaştırıcı pırıltı-larındandır. Rüşdiye
mektepleri, Mustafa Reşid paşanın riyaseti altında teşekkül etmiş bulunan daha
sonra da, ümur-u Nafia meclisi adını almış olan ziraat, ticaret ve sınai encümeni
tarafından birlikte alınmış kararlarındandır. Bu karar tafsilatıyla layiha
şekline getirilerek, dar-üşşurâ-i babıâli'ye verilerek tetkik ve ülkenin
maarif açısından ehemmiyetli çabalara ihtiyacı bu şura'da kendini göstermişti.
Bu arada hemen
yukarıda adı geçen ulemadan Mustafa Behçet efendinin de biyorafisinden
bahsetmeden geçmeyelim: Mustafa Behçet efendi: 3. Selim ve Sultan 2. Mahmud
devrinin âlimlerinin büyüklerindendir. 3.
Selimdevrinde bir, Sultan Mahmud döneminde ise iki defa hekimbaşıhğa getirilmiştir.
Mısır, İstanbul ve diğer bölgelerde bulunarak rurneli kadıaskerliğine kadar
yükselmiştir. Yeniçerilerin kaldırılması ve tıb mektebinin kuruluşunda,
hizmetleri büyük olmuştur. 1249/1833'de vefatı vukubulmuştur. Behçet efendinin,
meşhur Buffon'un tarih-i tıbbiyesinin bir kısmını, bir hikmeti tıba-iy'ye, bir
fizyoloji, arabçadan da, Napolyon adlı tarihi, tercüme eylemiştir. Maarifimize
büyük emek verip hizmetleri şöhretini duyurmuştur. Meclis-i ahkâmı adliye'de
de gözden geçirilip, tasdik edilmekle Mehmed Es'ad efendi adlı bir zat, adı
.geçen mekteplere nazır tayin kılınmıştır.
Sultan Mahmud;
gösterdiği bu himmetle ıslahat yolunda büyücek bir adım atmış oluyordu. Görülen
vaziyette padişah, Engelhardın dediği gibi: <Bir nevi meşrutiyet idaresinin
başlangıç dönemini gerçekleştirmekten, fazla mutedilane bir mutlakıyet
hükümeti yapmak emelinde idi. >
Tanzimat devri
üzerine: Sultan 2. Mahmud'un bırakdığı hükümetin maruz kaldığı durum ve
vaziyet-Hüsrev paşa sa-dareti-hükümetin sahnesinde iki parti-Mutlakiyetin
itibarının iadesi teşebbüsü-Kullanım politikası ve eseri-Hüsrev paşa işe nasıl
başlıyor? -Reşid paşanında mahvına kasd ediyor: bir diriltme teşebbüsü-Mustafa
Reşid paşa hali faaliyette-El-de bulunan tarihlerin şahadetleri-Tanzimatın okunması
ve metni-Meclis-i ahkâmı adliyenin teşkilatıyla müzakere usûlünün birinci defa
olarak kurulması, müzakere usûlünün on maddesi, meclisi mezkûrun azasıylan ona
memur olanların isimleri, ilk resmi nutku hükümdari-İlk mazbata
teskeresİ-Padişah her sene babıâli'ye geleceğini vaadini yapması-Ent-rika
başlıyor-İrticaa doğru-Sadrazam Hüsrev paşanın mah-kumiyeti-Engelhard'ın
kendine has görüşleri-eksik başlangıçtı bir meclis-i mebusan taslağı: İmar
meclisi teşkilatı
Sultan 2. Mahmud,
vefat ettiğinde, Osmanlı devleti tahtına çıktığından çok farklı ve bambaşka bir
devlet tarzı devretmişti. Mısır meselesi son derece ters bir yola girmiş,
Osmanlı devietordusu Nizip'de. Mısır valisi Mehmed Ali paşa'nın oğiu
İbrahimpaşa ve kuvvetlerine yenilmiş, bir başka deyimle devlet ordusu
vilayetlerinden birinin silahlı gücü karşısında mağlup düşmüşidi. Genç padişah
Abdülmecid'in tecrübesizliğinden istifadeyle sadaret mührünü, adeta zorla ele
geçiren Hüsrev paşa ve bunun korkusunu içinden atamayan derya kaptanı Ahmed
paşa emrindeki gemilerle, Mısır valisi Mehmed Ali paşaya sığınmış ve hâin
firari Ahmed paşa diye anılırken, Ruslar ise devleti âliye arası bir hünkâr
iskelesi adı ile düzelir görünmüşse de bu bir himaye durumuydu. Ordusu mağlup,
donanmasının büyük bir kısmı komutanca, iç düşmana teslim edilmiş, Osmanlı
devletinin bu hali, Fransız, İngiliz, Avusturya, Prusya devletlerinin siyasi
bakışı karşısında adeta Rusların pençesine takılmış bir güvercini andırmaktaydı.
Şark meselesi denen siyaset tarzı, doğrudan doğruya geldiği vaziyet itibarıyla
münakaşa edilmesini gerektirmiş ve öyle bir mesele o sırada mevzuatıda adeta
bir kurtuluş hükmünü elde eden olmuştu. Bu şekil son derece küçültücü, hakarete
bulaşmış idi. Milletin düşüncesine gelince hak dediği cehl ve taassuba vurulan
darbelerden, son derecede fütur ve zaaf içinde bulunuyor ve Osmanlının, tamam-ı
hayatiyesi boyunca bu ana kadar karşılaşmadığı felaketlerin en büyüğüne
uğramıştı. Bunada boyun eğmişti. Artık müthiş bir aki-bete uğramayı bekliyordu
ve öte taraftan ıslahat adına başlamış olan, bütün idari kuruluşlar, idari
teşkilata, adliye düzenine ait müthiş eksiklikle beraber henüz ölçüsüz
kalmaktan uzaktı. Padişah onyedi-onsekiz yaşında bir çocuk, veziriazam kindar
ve haris adamdı. Hattâ Tarih-i Lütfi'de, okunduğuna göre ahkâmı adliye
nezaretinde bulunmakta olan Hüsrev paşa, Köprülüler kütüphanesinde, mahzun ve
mağmum beklemekte olan başvekil Rauf paşa'dan mührühümayunu aldırıp, kendisine
sadareti ve ikinci damad Said paşadan ki bu Said Paşa; Sultan 2. Mahmud ve
Abdülmecid hân dönemlerindeki vezirlerdendir. 1253/1837Jde birbuçuk seneye
yakın, 1263/1846'da onyedİ ay seraskerlik yapmıştır. Seraskerliği alarak diğer
damad Halil paşa'ya verdirmiştir. Hattı hümayunda: "Seni karihai sabhai
şahanemden umuru dahiliye, hariciye ve mesalihi maliye ve askeriyye'ye,
velhasıl kâffe-i hususata nezareti şâmile ile sadaret-i uzma ve mutlaka-i
kebir-i makam-ı celiline bilâ istiklâl intihab ve tayin eyledim."
Bölümünü yazdırtarak, başvekâlet mevkiini sadarete tahvil ettirerek, o
kargaşalıkta istiklâl-i zâtiyeye el uzatmıştı. Fakat müstakil olan ne kendisi,
ne devlet ne de, padişah idi. Yalnız arada şayanı dikkat bir hadise var idiyse,
oda, hükümet sahnesinde iki partinin bulunmasıydı. Bu fırkalardan birini
Hüsrev paşaya mensubiyeti olup, hakan-ı merhum zamanında kuvvetli ayrılmasına
dair vukubulan ufak- tefek sadmelere, yan gözle bakan mutlakiyet
tarafdarlarından, diğer tarafı ise derin bir surette, aleyhimize dönmüş olan
avru-pa düşüncesini, lehimize çevirmeye ve esaslı ıslahatımıza eğilim gösteren
ekalliyet idi.
Bu ekalliyet yâni, az
sayıdaki insan o kadar ki, Reşid paşanın nefsinde toplanmış bulunuyordu ve
Reşid paşanın; kendi eline idamını isteyen dilekçeyi, vererek, mabeyne göndermekten
çekinmeyen Hüsrev paşa, bu inceliğe vakıftı. Çünkü mutlakiyet, kendisine
gelecek darbe ne kadar az, ne kadar aciz, ne kadar ihmal olunursa olsun, onunla
sarsılacağını saldıran, hissetmeden evvel sezinler. Şurâ'yı ahkâm-ı adliye,
şurâ'yı babıâli diye ikiye ayrılmış gibi görünen şu son idare usûlü bile, ilk
dakikada mâliye işlerine, bir hükümdardan bir meclis-i maarif kurulmasını, ilk
adımda medrese tedrisatı usûlünden ayırmadan, rüştiye mektepleri kurulması suretiyle
ozarnanlar ulema denilen işi yürütenler, taassub pençesinden kurtulmaya gayret
göstermesi, askeriyeye ait işlerinde ayrıca birşurâ eliyle idare ettirilerek,
başkentte batı düşüncesinin dalga dalga girmesi sadaret hattı hümayununda
örtülü olması: "ümur-u dahiliye ve hariciye, mâliye ve askeriye velhasıl
kâffe-i hususata nezaret-i şâmile" kaydının konmasıyla, mutlakıyetin geri
gelmesi fikrine teşebbüs ettirmişti. İhtimalki, ekalliyet yâni sayıca az
olanlar, attıkları adımlardan mutlakiyet kadar haberdar olamamıştı. Sultan
Abdülmecid, ilk günlerinde iltizamlara zam yapılmasın şeklinde men etme kararı
almıştı. Mutlakıyetin karışıklıkla zedelendiğinde ahalinin ağzına da bir parmak
bal çalarak kendini beğendirme politikası çirkinliğinden, daha sonra tatbike
konulan tevcihlerinde ise, doğrudan doğruya ayırımcı fikre taarruz edilmiş
idi.
Tevcihatı yâni
taltifleri ilân eden resmi lisan bu hususta sağlam bir senettir. "Biz;
geçmiş dönemde bu türlü entrikaların ne çok çeşitlilerini görmüş ve daha sonra
esbabı mucibe-sini ve olacak vak'aların neticesini keşfetmeğe alışmıştık ve eskiden
beri siyasetimizde ve tarihte kullandığımız lisanda buna istimal (kullanma)
politikası denirdi. Kişiler hakkında bile uygulanırdı. Mutlakiyet idaresi
kadar, anane ve mazisine sâdık hiç bir usûlü idare yoktur. Bahse konu tevcihat
şöyle idi: Önce suhulet mütalasıyla herbiri müstakil olan memurlar eliyle idare
olunmakta olunan mansıbların birleştirilmesi kararlaştırıldı. Bu idare dahi
müşkülata ve özel müsteşarlar ve müteaddid memur tâyine, ihtiyaç görünerek
icraatı vakıada, pek fayda görülmemiş olduğundan bundan sonra ayrı olması
hakkında sâdır olan, yâni çıkarılan hatt-ı hümayun icabinca, Hasib Paşa'nın
yerine darbhane müşirliği, Valide Kethüdası Ali Necip Paşaya ve oraya katılan,
Mekke ve Medine evkaf
nezaretlerinin,
darbhane müsteşarı Şevki efendiye ve Nafiz Paşanın azliyle, mâliye nezareti
ayrı olarak hazine-i amire defterdarlığının, eski defterdarlardan Hacı Edhem
efendiye, mukataat defterdarlığı, Bahriye müsteşarı Musa Safveti efendiye ve
Bahriye müsteşarlığı da, Tophane müdürü Mazlum beyefendiye, boşalan Tophane
müdürlüğünü nezarete çevirerek Bağdad eski defterdarı Arif Zeki Efendiye
tevcihi, maliye vede darbhane nazırları Nazif ve Hasib Paşaların, vazifeden
alınmaları vukubulmuştu. Bu zammın yapılmasını men etmekten umulan, eski
dönemin usulünce, bir nevi adalet icrası yapmaktır. Tanzimatı hayriye tarihine
kadar, bütün memleket idaresi iltizam kaidesine bağlıydı. Her yerin bedeli
hazinede kayıt altındaydı. Birisi, bir yere vali veya mütesellim, voyvoda
olacağı zaman sarraflar tarafından taahhüd olunacak taksiti belli olarak o
mahallin gelirinin müteahhidi olan sarraf tarafından hazineye nakden veya
havalesi yapılırdı. İltizamlarda mukataat dahil ise, mukattaat yalnız aşar hasılatına
mahsustu. (Tarih-i Lütfi)
Mustafa Reşid paşa:
1214/1799 senesinde İstanbul'da dünya'ya gelmiştir. Babası Sultan 2. Bayezid
hân vakfiyesinin ruznamçecisi Mustafa efendi isimli bir zattır. İlim yolu
başlangıcına pederinden girişmiş, yüksek ilimleri ise Beyazid camii şerif
müderrislerinden tahsil eylemiştir. "Bir Türk Diplomatının Siyasi
Evrakı" isimli eserde okunduğuna göre, 1230/1814 senesinde eniştesi
İspartalı Seyid Ali paşa serasker unvanı ile Mora'ya vazifeli olarak gönderildiğinde
de Reşid bey beraber gitmiş, 1236/1820'de Ali paşa Bursa, Kocaeli
mutasarrıflıklarında vazifeliyken, gizlice İstanbula getirtilmiş sadaret
uhdesine verilmiştir. Tabii enişte paşa Reşid beyi sadaret mühürdarı olarak
istihdam etmiştir. O sıralarda mü-hürdarlık vazifesi resmi surette tevcih
olunan makamlardan bulunduğundan, henüz devlet kaleminde vazife almamış olan
birinin, mühürdarlık yapmasını çok görenler olmuştu.
Ancak; eniştesi,
kendisinin bu işe dair liyakat ve iktidarını, daha önceki deneyimlerden
bildiğinden, çok görücülerin ifadelerine zerre kadar önem vermedi ne varki;
Reşid bey'in bu ikbâli çok sürmedi. Reşid bey, 1250/1834'de aivan-ı hümayun
amedçisi iken, Fransa devleti nezdinde ilk defa sabit elçi olarak tâyin edildi.
Seyid Ali Paşa;
devletine hayırlı ve koruyucu bir kimse idiyse de, devletin mühim işlerini
güzelce idare etmeye iktidarı bulunan kimselerden olmadığından az bir vakit
sonra azledilerek, Gelibolu'da ikamete mecbur kılınmıştı. Reşid bey,
eniştesinin bu azil işi üstüne, Davudpaşa'daki evine çekilmiş, servet
sahiblerinden olmadığından fakr-u zaruret içinde yaşamıştır. Ancak;
çok'geçmeden Mısır divanı efendisi olan İbrahim efendi isimli birinin kızıyla
evlenerek kaimpederinin, Kandilli üstünde bulunan evine, iç güveysi olarak girmiş
ve Ali Paşanın Filibe'den bir ay tedavi için Maltepe'ye gelerek, vefatının
vukuundan sonra hanımını boşayıp, merhumun müstefreşelerinden biriyle
evlenmiştir. <Pek garibdir ki Reşid bey, yeni hanımı ile beraber yaşamakla
birlikte, ba-bıâli kaleminden birine tâyin buyrulmasını istida eden dilekçesini
üç defa padişaha sunduysada netice alması mümkün olmadı.> Sonunda da,
eniştesinin sevdiklerinden, Beylikçİ Köse Akif efendiye müracaat ederek,
delalet buyurmasını istirham etmiş, bu sayede de, babıâli mektupçu kalemine
tayini çıkmış. Burada kısa zamandaki üstün başarısı kendisinin herkesçe takdir
edilmesine mucib olmuş, yazı ile okumada gizli evrakların kendisine verilmeye
başlamasını görüyoruz. Reşid Bey'in 1244/1828'de Rus savaşındaki sadrıazam
Ben-derli Selim Paşa'ya mühürefar olarak tayin edilip Şumnu'ya gittiğini bu
görevinede ek olarak, telhis muharrirliği tevcih olunmuştur. Reşid bey'in
Şumnu'dan yazdığı telhisler, Padişah Sultan 2. Mahmud'un, hayli dikkatini
çekmiştir. Padişah, sadnazamından gizlice, bu telhisleri kimin yazdığını sormuş
olduğu, pek yaygın rivayettir. 1245/1829'da Ruslarla yapılacak mütarekeye,
sadnazam ve serdar-ı ekrem Reşid Mehmed Paşa; Reşid bey ile ordu memurlarından
olup, daha sonra hariciye müsteşarlığında ve mükerrerende, Paris'le Londra
sefaretlerinde bulunmuş olan, Nuri bey'i yollamış, Edirne'de yapılan sulh
antlaşmasında Reşid bey, serkâtip sı-fatıylamurahhaslarımız maiyetinde
bulunarak, musalehanm sonunda Ruslar tarafından verilen resmi hediyeden, mücevherli
yüzük ve altun bir saat, bir de samur kürklü tulum almıştır. Sulhden sonra
sadrazam Reşid Mehmed paşanın teklifiyle amedçi odasına memuriyeti padişah
tarafından -tensip kılınmıştı.
Bu sırada reisülküttap
Pertev efendinin gizlilik taşıyan işlerinde büyük iltifatlarına nâiî olan
Reşid bey, 1246/1830 yılındaki Mısır valisi Mehmed Ali paşanın Girid adasına
yardsmını sağlamak için gönderilen Pertev efendiye refakat etmiştir.
1247/1831'de İşkodralı Mustafa paşa gailesi genişledikçe amedi divanı reisi
Akif efendi, Pirlepe'de bulunan sadrazam Reşid Mehmed paşanın yanına
gönderilmesine karşılık, Re-şîd bey amedçilik vekâletine tayin edilmiştir.
Bahse konu gailenin patlaması üzerine İstanbul'a avdet eden Akif efendi, başka
bir vazifeye tayin olunarak, amedi divanı hümayunu asaleten Reşid bey uhdesine
verilmiştir. 1248/1832'de Top-hane~i âmire müşiri damat Halil paşa refakatiyle
Mısır'a 1249/1833'de, Mısır valisi Mehmed Alizade İbrahim paşa ile müzakereye
selahiyetli olarak Kütahya'ya gitmiştir. Bu sırada bazı bedbahtlar Reşid bey
aleyhine isnatlarda bulunmuşlar ve padişahı dahi, kızdırmışlardı. Padişahın
yakınlarından bazı kimseler hamiyyet göstererek, tahkikat yapılmasını tavsiye
ederek, bu tavsiyenin yerine getirilmesi sonunda neticede aklanması
gerçekleşmiştir.
Reşid bey, 1250/1835
tarihinde ilk defa olarak Osmanlı devleti tarafından, yukarıda da temas
ettiğimiz gibi Fransa nezdinde
kalıcı elçi tayin olunmuştur. Maiyetindede Mösyö Kavur adlı bir tercüman vardı.
O zamanlar; şimdiki gibi nâkil vasıtaları olmadığından karadan talika denen
arabalarla gitmeğe ve Macaristan ile Avusturya'dan geçip, bu ülke siyasetçilerini
ziyarete mecbur olmuştu. Avusturya devletinin, o dönemdeki başvekili bulunan
meşhur Meternih, Reşid bey'i lâyık olduğu şekilde karşılayıp, görüştü.
Doğu meselesinin çıkış
sebebi ve de elan devam etmekte olduğunu söyledi. Prens Meternih Reşid bey'in
şerefine bir zi-yafetde düzenleyerek alakasının derecesini göstermişti. Prens
Meternihin burada Reşid bey'in koluna girerek, kendisine büyük bir saygı
beslemekte olduğunu görüyoruz, Şark meselesine dair ufak-tefek masallar
söylüyordu.
Reşid bey, o andan
itibaren Fransızcasını ileri seviyeye taşımasının şart olduğu kararını
veriyordu. Reşid bey'in biyografisinde şu kısım pek mühimdir: Reşid bey
Paris'teki vazifesini güzel bir şekilde sürdürürken Fransızca lisanını ilerletmek
hususunda, büyük çaba ve gayret gösterir. Öte taraf-tanda avrupada rastladığı
ve gördükleri kendisini intibaha getirip, medeni teşekkülat, faydalı tesislerin
kurulupda işletilmesinden tutunda, devlet idare tarzına ve devletler hukukuna,
muamelat ve malumatına dair tetkiklerde bulunmaktan hali değildi. Reşid bey
1251/1836'da izinli olarak İstanbula gelmiş ve padişahın huzuruna çıkarak, büyük
elçilik unvanına vede bir çok iltifata nail olmuştur. Paris'e dönmekteyken,
amedçilik uhdesinde bulunuyordu. 1252/1837'de sefaret görevi Londra elçiliğine
tahvil edilmiştir. Bu seferde hariciye nazırlığı müsteşarlığına terfii
yapılmıştı. Pertev Paşa'da padişah indinde beğenilen ve makbul bir kimseydi. O
zaman büyük ve küçük devlet adamları, iki partiye bölünme durumundaydı. Bir
bölümü Pertev paşaya, diğer bölümü Akif paşaya taraftardı. Reşid bey dahi o
hengamede Pertev paşa tarafına-dahildi. İngiltere kralı 4. Gilyom, Reşid bey'in
devlet-i âliye-nîn mevcudiyeti siyasiyesinin ve mülkiyetinin tamamiyetinin
muhafazasının temini halinde avrupanın bundan ne kadar fayda ve menfaat
kazanacağını ileri sürüp, güzelce ikna etmeğe muvaffak oluyor, Reşid beyin
nezaket dolu davranışları ile Fransa ve İngiltere de, Türk dostu olma arzusu
hamleleri başlıyordu.
1253/1837'de hariciye
nâzın olan Ahmed Hulusi paşa vefat edince, Reşid bey'e paşalık verilmemekle
beraber, vezirlik ve müşir-i nezarete tayin edilmiş ve rütbesine mahsus-nişan,
kılıç ve diğer eşya Londra'ya gönderilmiştir. Bu arada da Pertev paşa
talihsizliğe duçar olmuş, Edirne'ye sürülmüştü. Reşid bey, hariciye nâzın
sıfatıyla İstanbul'a gelmişse de Pertev paşanın rakibi Akifpaşa, Sultan
Mahmud'a: "devlet-i âJİ-yenin avrupa devletleriyle vaki münasebetlerinde
var olan önem hasebiyle Paris ve Londrada, tanınmış ve oraları bilen sefirler
bulunması lâzımdır" yollu telkinleri üzerine Reşid bey'e paşalık verilmiş,
buna ilave olarak da büyükelçilik unvanı
tanınmıştı. Hemende Paris'e
gönderilmişti. 1254/1838'de, Akif paşa'da talihsizliğe uğrayarak
çekilmek durumunda kalmış Reşid paşa; İstanbul'a koşmuşsa da, az sonra yine
sefaret görevi ile Londra'ya gitmiştir. Sultan Ab~ dülmecid'in tahta çıkışında Reşid
paşa Paris'de bulunmaktaydı. Fakat saltanat değişikliğini Londradan'da Paris'e
geldiğinde duymuştur. O zaman Paris elçisi Fethi paşa adlı bir zattı. Reşid
paşa, Paris'de kral Lui Filİp'in huzurundayken vak'ayı haber almış. Kral
Filip'in derhal verdiği emirle bir gemi tahsis etme yolunu açmışsa da, Reşid
paşa nezaketle red edip, Marsilya yoiuyia İstanbul'a ulaşmıştır. Hüsrev Paşa o
sıralarda makamı sadarete geçmişti. "Gülhane hattı hümayununun
okunmasından sonra; 1257/1841'de İstanbul'a getirilip, Edirne valiliğine tâyin
edilmişse de, hastalığı münasebetiyle gidemeyip, yine Paris
sefirliği ne avdet etmişti. 1261/1845'de 2.
defa olarak hariciye
nezâretine, 1262/1846'da sadarete geçmiş, ancak 1264/1848'de görevinden
alınmış, 3 ay, 9 gün sonra yeniden sadarete getirilmiştir. 1268/1852'de
infisal edip, meciis-i vâlâ reisliğine geçerek, aradan geçen 41 gün sonra 3.
defa sadrıazam olmuştur. Beş ay sonra ayrılmak mecburiyetinde kaldığı sadaretten,
3- defa hariciye nazırlığına getirildiğinde 1269/1853 tarihine gelinmişti. Ve
1271/1854'de, 4. defa makamı sadarete ;
gelip bu sadaretide altı aydan az sürmüştür. Mısır valisi Said Paşansn daveti
üzerine de, Mısır seyahatine çıkmıştır. 1273/1856'da 5. defa sadrıazam oldu. 9
ay, 7 gün sonra bir daha vazifeden alındı. Tanzimat meclisi başkanlığına geçti
ve 1274/1857 senesinde 6. defa sadrıazamhğa geçmiş vede aynı sene, irtihali
dâr-ı beka eyleyip, Bayezid camii bitişiğinde Okçular başındaki, özel türbeye
defne olunmuştur. Meclisi Vâlâ, maarif nezareti, mekteb-i rüşdiye, encümen-i
dâniş, Takvim-i vekayi-i, heyet-i tedrisiye-i islâmiye salname-i resmî gibi
önemli müesseselerin kurulmasında memleket irfanına kalemiylede hizmet ederek,
özetlersek resmî lisanıda ıslah ederek sade.birşekle bağlayabilmiştir.
Edebiyat tarihimizde bir özel dönem sahibi olan Şinasi merhum, Mustafa Reşid
paşanın kadirbilirliği ile encümen-i dânişe aza olmuş ve lisanımız, bir
taraftan resmiyetteki gerilikten kurtulurken, öte ta-raftanda Şinasi merhumun
kalemi ile avrupa düşüncesi edebiyatına, açılmağa başlamıştır. Reşid paşa
vefatı esnasında altmış yaşındaydı. Altı defa geldiği vezareti uzma makamm-dada
toplam yedi sene, bir ay, onaltıgün, hariciye nezaretinde dört kere koltuğu
işgal etmiş, beş sene yedi ay, yirmi gün, çeşitli defa çeşitli ülkelerde ve
diğer hizmetlerde yirmi sene kadar bulunmuş Osmanlı devletinde yegâne bir
siyasetçi adam imtiyazını elde etmiştir. Tarih-i Lütfi'ye göre Paris'e kalıcı
sefir tayin edilmiş bulunan amedi divanı hümayun Reşid bey'in esas memuriyeti:
"Devlet-i âliye aleyhine olarak, Yunanlılarla Mısır vâiisi Mehmed Ali
paşa'nın, avrupa gazetelerine yazdırdıkları isnadatı cerh ettirerek avrupa
efkâr-ı umu-miyesini lehine imale etmek, onun İçin bir tarafdan sefirler ile
münasebet ve sohbetlerde bulunarak diğer taraftanda devlet-i âliyenin, eski
usûlü terk ederek, avrupaya tatbik etmeğe başladığını, yayınlayıp duyurmak,
bunlardan başka, zamanın en mühim meselelerinden olan Mısır meselesi hususunda
Mehmed Ali Paşanın kuvvetinin kırılmasıyla, Cezayir'in geri alınmasına
çalışmaktı.
Mehmed Ali Paşa'ya
gelince; Mehmed Ali Paşa: Mısır idaresini yeni şekil ve güzelliğe çevirmekle
yapmış olduğu ıslahatçı yenilik ve siyasasında yolun başlangıcını medeniyet
hedefine açan zattır. 1183/1770 tarihin de Arnavutluk'ta, Görüce civarında
bulunan bir köyde dünya'ya gelip, kendisi çocukken babası her nasılsa vatanını
terk ile ailesini de yanına alarak, Kavalaya hicret etmiş. Mehmed Ali burada
büyüyüp, tütün ticaretiyle iştigal etmeye başlamıştı. Mısır'ın; fran-sızlarca
istila edilmesi sonrası içine yuvarlandığı halden kurtulması için asker
yazıldığı sırada Mehmed Ali de, Arnavut askeri temin ederek o tarafa gitmişti.
Orada Arnavut askerlerinin başı olarak bulunan, Poyanlı Hasan Paşanın
maiyetine girmişti. Ebu Kır savaşlarında fevkalade büyüklükte cesaret
sergilemiş, böylece büyük bir şöhrette kazanmıştı. Böylece-de itibarı yükseldi.
Mısır valisi bulunan Hüsrev paşa, Arnavut askeri ve Mısır Memlükleri üçgeninde
çıkan anlaşmazlıklar hasebiyle çok önemli bir mevkie yükselme vaziyetine gelmişti.
Ağır, ağır arnavut askerlerinin başı olma yolunu tutmuştu. Artık bu kuvveti
istediği gibi kullanabilmeyisağlama-ya muvaffak olmuştu. Hüsrev paşa bu
çekişmelerin üstesine ağırlığını koyamayınca Mısır'ın idaresi müthiş bir
karışıklık içine düştü. Mehmed
Ali askeri zaptı rapta alıp, Hüsrev paşaya işten el çektirdi. Memleket
idaresini eline almış, vaziyeti babıâli'ye bildirmiş, onlar ise, Mehmed Ali'yi
vali yapmakta bir mahzur görmemişlerdi. Böylece Mehmed Ali, 1215/1801 tarihinde
rütbe-i vezarete nail olarak resmen Mısır valisi olmuştu. Asayişin yeniden
kurulabilmesi için, Mısır yeniçerileri demenin makul sayılacağı kölemenlerin
varlığını izale etme-side başarıdır. Bütün islâm memleketleri içerisinde muntazam
askerler tertibini başarmıştır. Babıâli'nin kötü idaresi yüzünden Osmanlı
devleti ile onun valisi olan Mehmed Ali paşanın arası açılmıştı(!) Mehmed Ali
paşanın oğlu, İbrahim paşa Şam'ı, Adana'yi ele geçirdikten sonra Konya'da
sadn-azam Reşid paşayı esir almıştı. Kütahya'ya kadar sokulmuş ve Nizib adlı
yerde Çerkeş Hafız paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu yenmeyi becermişti. Bu
arada Osmanlı tahtında meydana gelen değişiklikte 2. Mahmud'un vefatı yerine
oğlu Abdülmecid'in geçmesi ile meydana gelen yeni şartlar, ecnebi devletlerinde
işe karışması ile birlikte Mısır valiliğinin, Kavalalı Mehmed Ali paşa ve
evladlarına mirasyolu ile de, geçmesi şartıyla tevcih edilmiş idi. Kavalah
Mehmed Ali Paşa 1264/1848'de yakalandığı hastalığı esnasında, oğlu İbrahim
paşa, Mısır valiliğini iki sene babasına vekaleten yürüttü. Mehmed Ali Paşa,
iki senenin sonunda, İskenderiye'de 1266/1850 senesinde öldü. (Kamus-ül
âiam'dan hülasa) Halil Paşa; Eski sadrazamlardan Hüsrev paşanın
kölelerin-dendir. Hüsrev paşanın asakiri mansure ordusunun seraskerliğinde,
mirmiran rütbesinde bulunup, 1243/1828 Rusya seferinde vezaret rütbesiyle vede
seraskerlik kaimmakamlığı unvanıyla, serasker Ağa Hüseyin paşanın emrinde
Şumnu'ya gitmiş ve dönüşünde Edirne barış antlaşması tasdiknamesini götürmek üzere,
büyük elçilik vazifesi ile Rusya'ya gönderilmiş, 1245/1830'da kaptan-ı derya olup, bir sene
sonrada, donanma ile Mısır'a
gitmiş, 1248/1832'de Tophane müşirliğine tayin edilmişti. Daha sonra padişah
damadiığına nail olmuş, Hüsrev paşadan sonrada boşalan seraskerlik makamına
getirilmiş, onaltıbuçuk ay bu makamda kalıp, daha sonra ticaret müşiri olmak
üzere seraskerlikten azledilmişti. Sultanlık Abdülmecid'e gelince, yeniden
seraskerlik makamına tayini yapılmıştır. Onbirbuçuk ay süren bu vazifeden meclis-i
ahkâmı adliye azalığı kısa bir zaman sonra da, bu meclis reisliğine
getirilmiştir. 1259/1843'de 2. defa, 1263/1847'de 3. defa, 1270/1853'de 4. defa
kaptan-ı deryalığa tayin edilmiştir. 1272/1858'de irtihali dâr-s beka
eylemiştir.
Sultan 2. Mahmud
döneminin en önemli olaylarından birisinin, yeniçeriliğin kaldırılışı ve bunun
safahatı olduğu, malumdur. Osmanlı devletine beş asır hizmet vermiş olan bu
ocağın, acaba ilgası yerine restorasyon yapılarak yeni bir or-ganizyona da başvurmakla
devamı kâbilmiydi? Sorusu herkes tarafından düşünülen bir muammadır. Ancak;
görülen odur ki, yeniçerinin ortaya getirdiği geçmiş vak'alar ortadan
kaldırılmayı çoktan hakkettikleri husustandır. Biz bu vak'ayı yabancı
diplomatlardan, şâirlerin içinde hayli yüksek bir nâmı olan ve aynı zamanda
tarihçi olan Alfred Do Lamartin'in; Tercüman 1001/temel yayınları arasında
neşrolmuş, eserinin 7. cildinin 1800. sahifesinden özetleyerek koymaktan dolayı
isabetli bir iş yaptığımı addediyorum. "Marmara kıyısındaki
Yeniçeriağasının sarayı, Bizanstan kalan surların içindeki eski istanbul
sokakları, pazarları, camileri, Eyüb semti, sa-ray'ın bütün civarı kısaca bütün
İstanbul yeniçerilerin ve taraftarlarının elinde bulunuyordu. Artık böylesine
genel ve dayanılmaz bir İhtilâli hiç bir şeyin çeviremeceği ve kaderi değiştireceği
düşünülemezdi.
Sultan Orhan'ın
kurduğu yeniçeri ocağı, Hacı Bektaşî Velî müridi, döneminin şeyhlerinden
birinin duasıyla din-i islâm vede âl-i Osman sancağının altında nice zaferlerin
mümessili olmuş ve her kuruluş gibi zamanla tenakuzları ile rahnedar olup, işi
zora koşan, ihanete varan cebanetleri ile büyük ıslahat teşebbüslerine engel
tutumu ile zaman zaman kapansin-mı? Yoksa ıslahını edilsin? İkilemleri ile
ülkeyi ve devlet ricalini bir arada bir derede dolaştırmıştı. Bu uğurda ilk
gayreti gösteren padişah Genç Osman olmuş, niyetini diline hâkim olamayıp,
yerin kulağı darb-ı meselini unutmuş sırrını söylemiş ve bu dikkatsizliğini
hem tahtını hem de hayatını kaybetmiş, yıllarca sipahiler ile yeniçeriler
arasında sıcak çatışmalara, İstanbul'un göbeğinde kanlı mücadeleler cereyan
etmesine sebeb olmuştu. Nizamı Cedid'i kuran 3. Selim/in ise, hâzin ve göz
yaşartıcı akıbeti hatırlanacak olursa, her isyanın altında ispat-ı vücud eden
yeniçeri askerinin kaldırılmasını, eğer sadaret konağında bunlarla yaptığı ve
üç gün üç gece süren mücadeleden şehid olmadan, Alemdar Mustafa Paşanın çıkmış
olması kabil olsaydı, yeniçerinin toptan yok edilişi, bu sadrıazam tarafından
mutlak gerçekleştirilir böylece 17 senelik bir öncelik sağlanırdı. Eğer Alemdar
Mustafa Paşa; hayatına ve dolaysıyla sadaretine devama muvaffak olabilseydi,
Sultan Mahmud ile el ele vererek bu zor ve elzem operasyonu tamamlarlardı.
Dünya târihinin kaderindekideği-şiklik belki bu gün karşımızda pek başka
panaroma gösteriyor olurdu. Aşağıya aldığımız satırlar Fransa'nın ülkemiz
nezdinde, büyükelçisi olmuş Fransanın, büyük şâir ve edib-leri arasında anılan
ve hristiyanlık uygulamalarını, açıkça tenkitten içtinab etmeyen, bu uğurda
başına gelenlere de, katlanan Şarkâlemini, kendi ölçüleri içinde değişik, fakat
zaman zaman isabetle yorumlayabilen, tabii ki her şarkiyatçı gibi azim ve
kasıtlı yanlışlara da düşmüş bulunan, Alfred DöLamartin'den yeniçeri'nin
tasfiyesini anlatan satırlarını, sayfalarımıza alarak olayların yakın
şahidinin müşahedelerini vede yorumlarını nakledeceğiz. Bu yorumlarda, bizim
hem nalına hem de mıhına dediğimiz ifadelere rastlayacağız amma bunun böyle
olması normal! Çünkü netice itibarıyla La-martin, Osmanlı devleti üzerinde
emelleri olan bir büyük av-rupa devletinin menfaatlerini, ülkemizde temsile
gelmiş bir intelejenstır. Mütalaalarının büyük kısmını kendi ülkesinin ve
politikasının menfaatine, zarar vermeyecek şekilde dizayn etmesi de en tabii
hakkı olduğu gibi, biz de açılmış pazarda bize lâzım olanı alıp, kalanını
pazarda bırakmalıyız. Lamar-tin; "Türkiye Târihi" adıyla yazdığı bu
eserini Tercüman 1001 Temel serisinden neşredilmiş 7. cildden alıyoruz. Eseri
M. R. üzmen hazırlamış, aşağıdaki satırlar 800. sahifeden aynen alınarak,
takdim edilmektedir değerli okurlarımıza: "Marmara kıyısındaki yeniçeri
ağasının sarayı, Bizans'tan kalan surların içindeki eski İstanbul, bugün
seraskerin oturduğu Eski Saray, İstanbul sokakları, pazarları, camileri, Eyüb
semti, sarayın bütün civarı, kısaca bütün İstanbul, yeniçerilerin ve taraftarlarının
elinde bulunuyordu. Böylesine genel ve dayanılmaz bir ihtilâli hiç bir şeyin
çeviremeyeceği ve kaderi değiştireceği düşünülemezdi. Buna rağmen iki kişi
böyle bir şeye cesaret ederek, Alemdar'ın tehlikeli durumlar için, seçtiği iki
desteğinin, mizaçları ve sadakatleri hakkında, ne kadar doğru karar vermiş
olduğunu ispat ettiler. Bu iki kişi Kapdan-ı derya Ramiz Paşa ile Üsküdar'da
karargâh kurmuş olan yiğit, Kadı Abdurrahman Paşa idi. Topçu birliklerinin,
kumandanı ile Levend Çİftliğindeki sekbanların kumandanı da onlara
katılmışlardı. Soğukkanlılıklarını ve birliklerini muhafaza ' etmesini bilen bu
dört adamın başına, o sırada yangın içinde mahsur kalmış olan sadnazam geçseydi,
Alemdar'ın bir şaşkınlık anından sonra, isyanları ve alçaklıkları yüzünden,
imparatorluğun parçalanmasına sebeb olacak, yeniçerileri onaltı yıl önce, yer
yüzünden silebilirdi.
Ancak sarhoşluk, aşk
ve uyku her şeyi kaybettirmişti. ''Lamartin yukarıdaki ifadesinden sonra
Kapdan-ı derya Ramiz Paşanın Haliç'de Kasımpaşa'daki tersanede ikamet etmesinden
bahseder ve yeniçeri askerinin, yeniden ortalığı karıştırdığı İstanbul'u
ikametgâhından bir müddet seyrettikten sonra tersane askerini toplayıp onlara
bir hitabede bulunur onlara padişaha ve kumandanlara bağlı kalacaklarına dâir
yemin teklif ettiğinde asker, kendilerine duyulan bu emniyetten dolayı, büyük
bir memnuniyetle ve samimiyetle teklif olunan yemini yapar.
Ramiz Paşa bu
levendlerden tanzim ettiği bir müfrezeyi, hemen Kasımpaşa'nın sırtlarında
bulunan Levend çiftliğine gönderir ve de burada bulunan Sekban sınıfı askerin
kışlalarını terk ile kendisine iltihakının haberini yollar. Yine bir gu-rub
daha levendi tanzim etmiş onları da, Tophanede bulunan topçu sınıfına aynı
taleple gönderen Ramiz Paşa, bu arada Kadıköy'de yanındaki dörtbin asker ile
karargâh kurmuş bulunan askerle gelişmeleri takip etmekte olan Kadı Abdurrahman
Paşaya da gönderdiği talimatla mutaassıb Üsküdar ahalisini, askerinin ikibin
kişi kadarıyla kontrol altında bulundurmasını geri kalan ikibin kişiyigemilere
irkâb yâni gemilere bindirerek padişahın sarayına çıkıp Sultan Mahmud'u koruma
altına almasını ister. Ramiz Paşa; bu acil tedbirleri aldıktan sonra da, bir
keşifbirlıgi teşkil eder bunları Kâğıdha-ne vadi yolu üzerinden Edirne şosesi
istikametinde sevk eder. Vazifeleri ise, şehre ulaşmaya çalışan ve
yeniçerilere muavenet edecek, her çeşit teşebbüsün aman verilmeden önlenmesi,
direnenlerin katledilmesidir. Ayrıca şehrin içine saldığı tebdili kıyafet
etmiş adamlarıyla, ahalinin arasına sadrı-azamın kurtulduğunu birlikleri
toplayarak şehre gireceği ve isyancıları cezalandıracağı, haberini yayar. Bu tedbirlerin her biri,
yeniçeri ve hempalarını da birbirinden uzaklaştırmakla kalmadı, herkes bir
başına kalmanın korkusunu yaşamaya başladı.
Öte yandan; bu
haberlerin efkârı umumiye arasında şûy-u bulması, yeniçeriyi destekleyen
imamların, Alemdar aleyhine olarak destekledikleri bu isyanında, sadnazami yok
etmeye güç yetiremediğini işittiklerinde, vaaz verdikleri kürsülerden
çekilmeye başladıkları görüldü. Alemdar'ın kurtulduğunu ve askerleriyle geri
döneceğini işiden ahali ise, rstan-bul'un kapılarına koşarak sadrıazamı içeri
almamak için ahaliseferber olmuştu. Der. Ramiz Paşanın; sahil boyunca aldığı
tedbirler ve bu tedbirler dahilindeki gemilerden sahil kenarı mahallelerine
yapılan top atışlarının isyana eğilimli olanların sinmelerine yo! açarken,
saray'a saldıran bişuûrlar da, sarayın personeli ve Kadı Paşanın askerleri
tarafından, ya püskürtülüyorlar, ya da saray duvarlarına tırmanma küstahlığını
gösterenler hayatlarını kaybederek bunun bedelini ödüyorlardı. Demekte olan
Lamartin, bir nebze olsun saray'a, Sultan Mahmud'a göz atmak lüzumunu
hissettiğinde ise me-âlen şunları söylemekteydi:
Kendisini askerine
sevdirmiş, sadece eski bir yeniçeri olmasına rağmen yeniçeriye sevdirememİş,
otoriter ve dediğim dedikçi muktedir bir veziriazamın gölgesinde silik oiarak
bulunmayı da benimseyemeyen, ancak adalete eğilimi de hayli fazla olan genç
padişah, Alemdar olmasa idi, şimdi toprak altında olacağını, 4. Mustafa'nın
adamlarından, halas olmasının müsebbibi olan Alemdar'in hakkını yememesi, Adlî
olan lakabının gereği olduğunuda hiç unutmuyordu. Ote yandan da; yeniçeriler muvaffak
olduğu takdirde 4. Mustafa'nın tahta çıkmasının kendisinin öldürülmesi demeye
geleceğinin idrakindeydi.
Sultan Mahmud'un
kaderi, düşünceleri, ümidleri korku fırtınaları içinde debelenip duruyordu. O
sırada kötü danışmanların; yanlış tavsiyeleri, hanımları, anneler gözdeler ve
hadımlar hâttâ köleler, millete kötü anlar, târihe hayırsız malumatlar,
hükümdarların bizzat kendisine pişmanlığını duyacağı işler yaptırtırlar. Amma;
şu da vardı ki, bu isyanı tartışmasız bastırmak padişahın yepyeni bir otoriteyle
adetâ yeniden doğması ve muktedirleşmesinin açık kapısı sayılma şansı taşıyordu.
Muktedir ve irade sahibi bekleyen işlerin faili, en sıkışık anda kendini inşa
ediyordu. Lamartin üstün bir edib ve mükemmel bir şâir olması hasebiyle tasvir
sanatınında elbette üstadlarmdan biriydi.
Yukarıda meâlen
vermeye çalıştığımız ifadelerinde 1809'daki Alemdar vakası ile 1826'daki
yeniçeri ilgası harekâtını aradan geçen zamanı yok farzederek, birbirinin mütemmimi
yâni, tamamlayacısı gibi gören bakış, bir târih âliminin tabii tercihi olup,
bizim târih felsefesi anlayışımızda, özellik taşıyan hususun ta kendisidirse de
ancak hemen şunu da biz hatırlatmak isterizki, padişahın huzurunda devlet-i
âliyei Osmaniyanı içinde bulunduğu vahim durumdan çıkarıp, dönemin her çeşit
terakkisine açık bir devlet yapısına ulaştırmak isteyenlerle, kendilerini
isyanlarla bıktırtan ve köhneleşmiş tarzı devam ettirmek isteyenlerin
mücadelesinde, en zor durum yine Sultan Mahmud'un üzerindeydi. Çünkü bir
halife-i müslim olması sıfatıyla, her iki tarafında pederi mânevileriydi.
Birinin burnu'kanasa, adl-i ilahi ondan sorardı bunu. Ne zordur, Rabbimizin
suallerine cevap vermek.. Ramiz Paşa, Tersaneden ayrılıp saraya geldiğinde
olanlardan pişman yeniçeri subaylarıyla saray'ı dolayısıyla padişah
mü-dafiileri arasında sulh müzakereleri başlamış, karar açıklanmak üzereydi.
Sarayın mazgalları üzerinden ve minarelerden, bir kişi hariç bütün yeniçeri
ortaları ve ahali için, genel af ilân edilmesi teklifi vârid oldu. Afdan mahrum kılman tek kişi ise,
yeniçeriağa'sından başkası değildi. Çünkü o, bu fitnenin bedeliydi. Yeniçeri
askeri, onun cezalanmasıyla yenik sayılacak, taraftarları böylece mağlup
edilmiş addedilecekti. Teklif tasvib gördü, öte yandan bu tarz, hem Osmanlı
insanının kanının akmasını önlemiş oluyor, Sultan Mahmud da, taht'dan inmekten
kurtuluyor, hâttâ ağabeyi 4. Mustafa'nın akıbeti hakkında, tercih yapmaktan
kurtuluyordu. Şâir ve diplomat Lamartin'in şu satırları çok dikkat çekici
olduğundan, aynen aktarıyorum: "2. Sultan Mahmud, sarayın" kulesinden
askerlerinin kaçışını ve yangının başkentini, mahve-dişini seyrediyordu. Hem
bozgunun, hemde bunca kurban için duyduğu merhametin etkisinde kalarak Kadı
Abdurah-man Paşaya, mazgalların üzerinden, yeniçerilerin ateşine karşılık
vermemesini buyurdu. Surların üzerinden yayınladığı bir bildiri ile yeniçeri
ağasına, uğraşı durdurmasını ve yangını söndürmesini buyuruyordu. Ağa,
padişahın buyruğuna saygı göstermek bakımından yangının ucundaki evleri
yıktırdı ve alevleri bir çenber içine aldı. Ahali, sönen yangından ve
mazgallardan zayıflayan ateşten büsbütün cesaret alarak, saraya çıkan bütün
yolları doldurdu. Alemdar'a, Karamanoğluna, Ramiz Paşaya, Kadı Abdurrahman'a
bostancılara sekbanlara ve iç oğlanlarına ve padişahın, şahsına yağdırılan
lanetler göklere çıkıyordu. Tehditkâr çığlıklar <Çok yaşa Sultan Mustafa
diye yükseliyor. Sultan Mah-mud'a, 3. Selim'in sonu lâyık görülüyordu.
Kaçınılmaz yenilgisi veya imparatorluğun otoritesinin ve barışın kurulması
arasında, verilmesi gereken bir tek karar vardı. Sultan Mustafa'nın derhal
idam edilmesi. Sultan Mahmud'un hizmetkârları, danışmanları, hadımlar,
padişahın ayaklarına kapanarak bu kararın verilmesi için yalvarmaya
başladılar. 4. Mustafa bir tek hareketle Ölüme mahkûm edilince 3. Selim'i katletmesi için gönderdiği aynı
cellâdların elleriyle hayata gözlerini yumdu..." Diyen, Lamartin, kendi
Fransasinda krallık döneminde olsun cumhuriyet döneminde olsun, taht ve iktidar
kavgalarında cinayet kasırgaları, târihlerinin her anını doldururken 4.
Mustafa'nın öldürtülmesine temas ederken, şu cümleyi kullanmış olmasını da
duyurmuş olalım: ".Beşyüz yıldır kardeş katlinin yükselme taşı olduğu bu
imparatorlukta 4. Mustafa'nın katli son cinayettir. Devlet düzeni uğrunda
işlenen cinayetleri silen zamana ne mutlu!" demek suretiyle hümanist
yaklaşımı, Lamartin'in tahlilini ve satırlarını bu eseri hazırlayan M. R. üzmen
şu dip notla açıklamak lüzumunu görmüş ve pek de isabet etmiş yoksa mühim bir
mesuliyetin altında kalmış olurdu. Şimdi hazırlayanın bu dip notunu da
alıntılayarak okuyucunun dikkatini çekelim ve Alemdar Vak'ası ile ilgili okuma
parçası adı altında bahsin sonuna koyduğumuz târihi vesaikin ne büyükçe isabet
olduğunun bahtiyarlığını da duymuş olalım. Cild 7'sh 1811 de dip not: "Dikkat
edilirse Alemdar Vak'ası burada bildiğimizden çok değişik bir tarzda
anlatılmaktadır. Yazarın çağdaşı olduğu bir olayı, tamamen yanlış bir şekilde,
haber alması imkânsızdır. Lamartin eserine kaynak olarak İstanbul'daki Fransız
elçiliğinin mektuplarını ve İstanbul'u ziyaret ettiğinde, istifade ettiği
devlet arşivlerini almıştır. Bu konunun tarihçilerimiz tarafından incelenmesi
faydalı olur." demekte. Aziz okurlarımız; mütercim sayın üzmen'in, bu
bilgilerin bu-kadar yanlış olamayacağı gibi bir kanaate eğilimini görmek kabil
bu dip notta. Şâirlerin, kafiyeye mânayı feda etme adetlerini göz önüne almayan
mütercim beyin, Lamartin'in politik ve hayal dünyasını, kalemine ecdadımızın
hakikatini değil kendi politik hesaplarına uygun ve müslümanlann arasındaki,
ittihadı bozmak için kullandıklarının bir taktik olduğunu hesap etmemesi,
sadedillik olarak görülebilir. Yok, şuurla kabullenen husussa o zaman biz de
deriz ki, yabancının buyurduklarında keramet arayan, ancak târih bilgisini hâiz
olmayan birisi olarak veya târihimize, 1909'dan sonra musallat ettirilen
palavracı ve ısmarlama tarihçilerin gözlükleriyle bakanlar olarak, görmek
lâzımdır. Lamartinden, devam edelim: "Sadnazam'ın ordusu başında
geridöneceği umudunu besleyen saray savunucuları, Alemdar'm cesedini görünce
cesaretlerinin kırıldığını fark ettiler. Mazgalların yukarısından Kadı Paşanın
askerleriyle sekbanlar halka aldatıldıklarını yoksa din kardeşleri yeniçeriler
ile asla savaşa girmek istemediklerini açıkladılar. Ramiz Paşa ile Kadı Abdurrah-man
Paşa'nın kanlarında akıtılan Osmanlı kanının intikamını alacaklarına söz
verdiler. 4. Mustafa'nın katledilmesiyle galipleri için bile, kutsal bir kişi
haline gelen, Sultan Mah-mud kendisi için hiç endişelenmiyordu. Yararsız bir
uğraşı uzatmaktansa, düşmanları ile hesaplaşmayı başka bir sefere bırakarak
kaderine razı oldu. Sekbanlar ile Kadı Paşanın askerlerinin yeniçerilerle
barışmalarını hoş karşıladı. Barışma birinci avluda meydana geldi. Durumdan
memnun olan yeniçeriler, sadece birkaç kişinin kellesini istiyorlardı; Padişah
onları idamdan kurtardı. Ramiz Paşa, Kadı Abdurrah-man Paşa, Behiç Efendi gibi
Alemdar'm yakın dostları Sa-rayburnunda bekleyen gemiye bindirildiler ve
Marmara kıyısında, bir kasabaya çıkarıldılar. Oradan Rusçuk'a kaçarak, hâla
Alemdar'a sâdık olan taraftarların yanında gizlendiler.
Başkenti beş gün
müddetle yakan vede kana boğan ihtilâl kaçmaları ile yatıştı. Aynı gün
yeniçeriler için kötü bir hatıra olan Levend Çiftliğindeki Nizam-ı Cedid
kışlasını tamamen yaktılar. Akşamüstü de padişaha elçiler göndererek
başkaldırmaları için özür dilediler ve sadakatlerini tekrarladılar. Gizliden
gizliye Alemdar'a düşman olan şeyhülislâm ulemanın başında saraya gelerek,
padişahın yenilgisini bir zafer
gibi kutladı. İhtilalde mutlakıyetin, dinîn ve eski yasaların zaferini
görüyordu. Her şey eski düzene göre yerli yerine geldi." Görüyorsunuz
sevgili okurlar Lamartin'in yazdıklarında; bence üç husus önem arzediyor.
Birincisi, 4. Mustafa'nın katledilmesi Sultan Mahmud'un, yaşayan tek erkek
olarak kutsallık kazandı ifadesi, diğeri Levend kışlasındaki Nizam-ı Cedid
kışlasını yakıyorlar, sadrıazami öldürüyorlar, bir başşehri beş gün kan ve
revan içinde tutmaları özürle geçiştirmeleri ve 3. olarak da dinin ve eski
yasaların zaferi gibi şeyhülislam efendinin gördüğünü beyanla dinin ve eskinin
hâkimiyetinden rahatsizhğını pek mestur şekilde sergiliyor.
Sultan Mustafa'nın
katlini hoş karşılamak ne kadar doğruysa, daha önceki katilleri de öyle bulmak
lâzım. Bunun bir çâresi olmadığını târih bize biraz tetkik ettiğimizde söylüyor
nitekim, Şehzade Cem'in; Bayezid'î Velîye Anadolu ve Rumeli diye taksimi
teklif ettiğinde aldığı cevabı buraya bir defa daha yazalımki iktidarın ne
istediği bilinsin: "Bu devlet-i âliye öyle başı örtülü bir gelindir ki,
iki damada birden tâb olamaz, arûs-î saltanat inkısam kabul etmez!" Demek
suretiyle devletin idaresinin asla ortaklıkla olamayacağını ortaya koyması
bunun da iktidar mücadelesi getireceğini bunun çözümünün, bir tarafın diğer
tarafı, ekarte etmeye çalışmasıyla mümkün olacağı yeter ki bu mücadelede
hududullahın aşılmaması olması olduğunu, bu veli padişahın beyanından
çı-karmakkâbil olabiliyor. Yeniçeriliğin kaldırılmasına doğru giden sür'at
herhalde bu vak'aflan sonra daha da hızlanmıştır. Hoş aradan onbeş yılı aşan
bir zaman dilimi geçmişse de, bu kadar köklü bir ocağın devlet tasfiyesinden
zor olduğu akla getirilmelidir. Aslen Kırım'lı olan sabık Kapdanıderya Ramiz
Paşa, Rusların işgalindeki memleketine, sığınmak yolunu denerken, Kadı
Abdurrahman Paşa'da Karaman civarında dolaşmakta, yeniçerilere karşı bir
askeri kuvvet hazırlamaya girişmişti. Padişahın bıraktığı kavgayı sürdürmeye
kalkışması, tabiatıyla yanlış hâttâ maksadlı bulunsa yeridir. Nitekim, derviş
kılığında dolaşırken tanıdılar, yakaladılar, kafasını kesip, İstanbula
yolladılar. Lamartin'in İfadesine göre: "kahramanca savunduğu; saray'ın
kapısı üzerindeki mazgallarda bu kafa bir ay teşhir edildi."
(15/haziran/1826) :
Lamartin'in, edebi
üslûbundan zaman zaman alıntılar yaparak, Vaka-i Hayriyyemi? Vaka-i Şerriye
mi? Sorusunu soranlara cevabı kendilerine bırakmakla birlikte biz biraz malumatla
bu hususa dâir bilgilerine katkıda bulunalım. Yeniçerilerin, üç saltanat
dönemi boyunca gösterdikleri, cebanet, ihanet ve hunharlık devletin hayati
savaşları kayb etmesine medar olduğu gibi, Kırımı, Besarabyayi, Buğdanı, Eflâki
kaybetmemiz, elimizden çıkması hatta, Yunanistanın bağımsızlığını elde
etmekdeki fırsatları devletin hazırlamasını kabul edersek, bunun en büyük
suçlusu yeniçeri olduğu şüphe götürmez. Bu husus için, kendisi de bir yeniçeri
olan ancak vicdan muhasebesinde adil olmayı becerebilen, Koca Sekban-başı
Risalesi yazarının İtirafları okunduğunda işi daha iyi anlamak kabildir.
Bahse konu risaleden
şu nâkil okura bir fikir verebilir zannıyla şu nakli yapmadan geçemeyeceğim:
"..savaş sırasında bir gün yeniçeri askerlerinden üç kişi biraraya gelip
Ruslardan bir esir almaya çıkarlar. Tesadüf bu ya, kazaen akşamdan sonra, Rus
sınırında, sahtekâr gâvurun birini tutup, esir alıp getirirlerken kâfir,
bizimkilere, Eflak Türkçesi ile <Ağalar benim babam zengin adamdır, eğer
beni bırakırsa nız sizlere çok yardımım olur. Böylece, yoksulluktan
kurtulursunuz.> Diyerek kandırır. Bizimkiler de, kâfiri Rus sınırına
götürürler, babam dediği adam bulunur ve teslim edilir. O adamda bunlar gibi
namussuz biri olduğundan, bizimkilere: <benim oğlumu esir etmemiş ve
öldürmemişsiniz. Sizlere beşyüzer Macar altunu hediyeden başka ikram olarak,
çok daha kıymetli birşey göstereceğim> diyerek kıyafetlerini değiştirip,
alır onları büyük bir çadırın kenarına götürür. Bizim ahbablar çadırın önünde
büyük bir kalabalık, içeride de büyük bir terazi ile beyaz akçe ve altının
tartılıp bunların varillere doldurulduğunu görürler.. Çadırın içinde, çorbacı
ka-lafatlı, puşah, kavuklu, baratalı, Tatar kalpaklı bir çok adam vardır;
akçelerle doldurdukları varilleri, yanlarındaki bu müslümanlara, paylaştırıp
durmaktadırlar. Alçak herif uzaktan bu manzarayı gösterdikten sonra, bu üç
ahbabı yine geriye evine getirir. Derki: İşte yoldaşlar, sizlere bu manzarayı
göstermemi de bir ikram kabul edin. Çadır içinde tartılan akçe ve altunların
bir kısmı devletinize, birazı vezirinize birazı yeniçeri ağanıza bir kısmı da,
Tatar Hânına ve daha başka yerlere gidecektir. Bizler sizin vilâyetlerinizi
parayla satın aldık. Hatta; şimdi tartılan pa.alar İstanbul'un karşılığında
verilecek olanlardır. İstanbuFuda satın aldık! Bizler kısa bir süre sonra
İstanbul'da olacağız. Bu gizli şeyisize söy-lemekdeki maksadımız, bundan sonra
ordu'da boşu boşuna durmamanız içindir. Doğruca vilâyetlerinize dönmekte yine
sizin için fayda vardır. Biz geldiğimizde sizi İstanbul'da bulmayalım. Burada
size söylediklerimizi ordunuzda söylemeye kalkışmayın! Diye şeytanca bir hiyleyle,
sözlerini bitirip bizimkileri Osmanlı sınırına geri bırakıp giderler. >
Şimdi sevgili okurlarımız; bu alıntının devamını okuduğunuzda şaşkınlıktan
küçük dilinizi yutacak gibi olacaksınız. Sözü yine Kocasekbanbaşı'ya verelim:
<.Gelelim bu üç ahbabın orduya Çeldiklerinde, ortalığı karıştırmalarına.
Köyünde çift sürmekten gelmiş, düşmanın hilesinden falan haberi olmayan nefer
kılıklı bu üç adam son derece ahmaktı. Kâfirin söylediklerine hemen
inanmışlar, akçe meselesi de akıllarına yatınca, rastgeldikleri bütün
dostlarına ve tanıdıklarına:Bre Himmet Dayı; bizlerburaya niçin geldik?Osmanlı
bizim vilâyetleri Moskof kâfirine satmış ve şu anda parasını alıyor. Hatta biz
İstanbul'un karşılığı alınırken, gözlerimizle gördük! Diye Allaha ve
peygamberine büyük yeminler etmeye başladılar. Karşılarına her çıkan adama
burada artık neden duralım. İşler hep karışmış. Şam işi olmuşlDiye kendileri
gibi yüzlerce ahmağı şüpheye düşürmüşlerdi. Akıl ve mantıktan nasipsiz, beyni
soğuk denebilecek bu sözde asker, birbirleriyle her karşılaşmalarında: <Bizim Hüseyin Dayı, Kabakçıoğlu Recep
Beşe ve Kocabaş Hikmet Emmi İstanbul'un parasını sayılırken gözleriyle
görmüşler. Dokuz tala-ğa yemin edip söylediler, doğrudur> Diye koca orduyu
ka-rıştırıverdiler. Düşmandan yılmiş diğer asker sürüsü de, geri dönmeye bir
vesile anyordu. İşte böyle güzel bir vesile çıkınca dağarcıklarını arkalarına,
tüfeklerini omuzlarına vurup, geride çadırlarıbekleyecek asıl ocaklı
zabitlerinden beşer, onar kişi bırakıp, zaten derme çatma toparlanan diğer
ordu neferleri çil yavrusu gibi dağılıp gittiler. Moskof domuzu ise eline
geçirdiği bu güzel fırsatı değerlendirip, önce ordunun bulunduğu bölgeye sonra
da kışlak yerine çıkageldi.. Ruslar bu olayı kendi aralarında birbirlerine
gülerek anlatırlar." İşte aziz okur, Sekbanbaşı'nın söyledikleri ve daha
niceleri var da, biz kitabın kendisini okumanızı tavsiye ile iktifa etmek
zorundayız. Sultan Mahmud; 2. Selim'den beri zaman zaman gâile-i kebireyi
teşkil eden yeniçeri hakkındaki kararını çoktan vermesine vermişti de, işin
daha öncekilere dönmemesi için en kesin ve bitirici darbeyi hazırlamaya başlamıştı.
Ashab-ı Kiram Efendilerimizin İstanbul'daki kabr-i şeriflerini tamir ettiriyor,
ibadethanelerin restorasyonuna önem veriyor, en mühimi ise tebdil-i kıyafet
ederek şehrin büyük bölümünü teftiş ediyor, her şeyi de kendi kulağı İle
dinleyip anlamaya, büyük ehemmiyet atfediyordu.
Bu arada da,
Lamartin'in Türkiye Târihi cild 7'1871. sahi-fede şu satırlara bir göz atalım:
".Sultan Mahmud harekete geçmeden önce, Kapıkulu ocaklarının isyanını
bekleyerek onları suçüstü yakalamak istedi. Bir inkılab kurulu teşkil ederek,
şeyhülislâmı, ulemayı, sadrazamı, kubbealtı vezirlerini, Hüseyin Paşayı İzzet
Paşayı, Hüsrev Paşayı toplantıya çağırdı. Onların Önünde hastalığı açıklayarak,
ilâcı teklif et-di. Bu yeniçeri teşkilâtını, Nizam-ı cedid Örneğine göre yeniden
teşkil edecek kırkaltı maddelik bir fermandı. Sadnazam tarafından bu fermanın
yayımlanması padişahın beklediği gibi yeniçerilerin tepkisiyle karşılaştı. Önce
sessiz, sonra gürültülü bir ayaklanma
15/haziran/1826 gecesi ortalığı kapladı.
15/haziran gecesi, isyana katılacak olanlar birer ikişer, isyanın
başlangıç noktası sayılacak Etmeydanı'na doğru yürümeğe başladılar.
Yeniçeriağasının olayın içinde olmaması, toplanan isyancıların ilk iş olarak
Ağanın konağına, onu parçalayacak bir birlik gönderme karan alıp kararı
icraata koydular.
Bir kulun yardımcısı
Allah (c.c) oldumu, ona kim ne yapabilir ki? İşte bunda da böyle oldu. Sabahın
saatinde bir teftişten dönen Celaleddin Ağa, uyumak üzere her dem tedbir
olarak, gizli bir mahalde uykusuna çekildiğinden gelen müfreze Ağanın konağını
paraladılarsa da, kendisine bu işlemi yapmak için yanına ulaşamadılar ve
konakda yokmuş deyip, çekilip gitdiler. Konağı yakmak için, bir kaç yerden
tutuşdurdularsa da, hikmet-i hüdâ; o da kendiliğinden sö-nüverdi. Şafak
sökerken yeniçeriler kazganlarını (kazan) Et-meydanına kaldırmışlardı ve
böylece son defa kaldırılan kazan, bu seferinde devrilecek ve ateşi söndürecek
idi. Bunu yeniçeri, onları tutanlar hiç düşünmezken, padişah ve taraftarları
ve de ahali bu hususda müttefik idi. Komitacılık; bir tecrübe ve elden ele
devredilen, nâdir buluşlarla devam ede-gelen bir ilim olduğundan yeniçeriler
ocağı ise bu komitacılığın belki de dünyada en mühim merkezlerinden olduğundan,
oradaki birikim çok fazla idi. Bunun bir örneğini isyancılar hemen tatbike
koydular. Ahaliyi kendilerinecelb veya en azından evlerine gönderipde olaylara
karışmasını önlemek için, Sadnazam Hüseyin Paşanın, Yeniçeri Ağası Cela-leddin
Ağa'nin ve devletin ileri gelenlerinin öldürüldüğü haberini yaydılar. Ahalinin
ayak takımı da bu oyuna hemen geldi kısazamanda; yeniçeriler, hammal, küfeci
tellakları meydanda görmenin sevincini yaşadılar. Bunlardan Manav Mustafa bir
gurubu almış sadriazamm sarayına doğru götürürken, Sarhoş Mustafa adlı bir
başka biride, Davud Efendi gibi, Hidiv'in elçisi Necip Efendi gibi, nokta
hedeflere doğru yola çıkmıştı. Sadnazam Beylerbeyi'ndeki köşkünde bulunuyordu.
Alemdar Paşa zamanında harab olan makam-ı sa-daretdeki lojman, henüz tamir
edilmediği gibi, her an beklenen, isyanlar emniyet açısından isyancıların daha
zor ulaşabilecekleri, yerde olmayı seçmeleri de, bir tedbir-i fayda diye
telakki gerekir.
Efendim; müteveffa
hariciye bakanlarımızdan İhsan Sabri Çağlayangilin başkent'in asker'in olmadığı
bir şehir haline konmasını teklif etdiğinde, herhangi zamandaki isyan ve darbe
teşebbüslerinden, başşehrin hemen müteessir olmaması düşüncesi yatar ki buda
pek isabetli bir teklifdir. Neyse, biz isyancıların aksiyon hâlini anlatmaya
devam edelim: Asiler sadriazamm Beylerbeyindeki konağına ulaştıklarında aile
efradını Konağın gizli bir bölümüne saklanmış böylece sadece eşyaların
yağmalanması, altıbin kese altunun yağmacıların eline geçmesiyle kurtulundu.
Can ve ırz payimal olmadan iş atlatıldı. Sadnazam ise; konağa yaklaşılırken
çoktan haberi almış doğruca bindiği bir kayıkla saraya koşmuştu. Hüseyin ve de
Mehmed Paşaların da saraya gelmelerini ma-beyncisi vasıtasıyla bildirmişti.
Yalı Köşkünde, bu günkü Salkımsöğüt dediğimiz Gülhane parkının tam karşısındaki
köşke vardı. Kıbrıslı Mehmed Emin Efendiyi padişaha yollayarak, sancağı
şerifin çıkarılmasını ve padişahında kurulacak birliğin başında bizzat
bulunmasının hatırlatıirnasını istedi. Bu sırada ise, Hüseyin ve Mehmed
Paşalarda geldiğinden ayrıca şeyhülislâmda haberdâr edilip onunda aralarına
katılması sağlanmıştı, ulaşılabilen bütün zabit, humbaraci, topçu birlik
kumandanları emri altında bulunan askerle saraya gelmeleri emredildi. Saray'ın
adına Raşid Efendi Et-meydanına gönderildi. Asilerden istekleri soruldu:
cevapları "Gâvur tâlimi istemiyoruz; eski yeniçeri tâlimi çömleklere ateş
etmekve keçe kesmektir. Fermanı uygulayanların, kellelerini istiyoruz"
dediler. Râşid Efendi bu talebi de sadrı-azama getirdiğinde tabiiki red olundu
çünkü bu talimname cidden bir bir müzakere olunarak hazırlanmış, her bir maddesi
ulemaya sorulmuş ve dince bir mahzuru olmadığı hususunda, müsbet kanaatler
serdetmişlerdi. Sadnazam, buna istinaden eğer buna riayet olunmazsa
muterizlerin ezileceğini son söz olarak ifade etti. Tabii bu karşıya
iletildiğinde olacakların, artık sıcak şeyler olmasını ummak vacip oluyordu.
Beşiktaşda bulunan padişah saltanat kayığı ile hemen Topkapı sarayına gelmiş
ve sünnet odasında toplanılmış ve padişahın şu hitabı, işe başka bir veçhe
veriyordu. Sultan Mahmud şunları söyledi: "Hepiniz tahta çıktığım
gündenberi, dinin çıkarlarna hizmet ve mukadderat tarafından bana emanet
edilen halkın iyiliği için, nasıl itina ve gayret ile uğraştığımı bilirsiniz.
Yine bilirsiniz ki, tahtıma karşı yaptıkları saygısızca hereketleri en uysal sabırları
bile aşacak olan yeniçerileri kan dökülmesini önlemek İçin bağışladım; hatta
dahada, ileri giderek onları mükâfatlandırdım. Nihayet; iyilikten başka bir şey
görmeyen yeniçeriler son çıkarılan buyruğun, gereği gibi davranmayı da kabul
ettiler. Bugün sözlerini tutmayarak, imzaladıkları bütün sivil ve dini
otoriteler tarafından, kabul edilen anlaşmayı ihlal etmiş oldular; şu anda
gösterdikleri küstahça tavırlar, padişahlarına karşı açıkça ayaklandıklarını
göstermiyormu? Bu hâinleri ezmek, ayaklanmalarını boğmak için nasıl bir tedbir
alınmasını uygun buluyorsunuz? Silah kullanılması hakkında, ulemânın kanaati
nedir?" ulemâ hep birdencevap verdiler: "Şeriat asilere karşı
savaşılmasım ister.." Sultanahmed Meydanına doğru artık sadrıazamm,
şeyhülislâmın ve bütün devlet adamlarının yanında, sancağı şerif gölgesine
koşan ahali ve Hüseyin Paşa ve Mehmed Paşalar arkalarında topçular ve toplan
da olduğu halde yeniçeri kışlalarına doğru yürüyordular. Sancağ-ı Şerifin
çıkarıldığını kendi arkadaşlarının bazılarının bu mehabetli manzara karşısında
sancağın altına gitmelerine şâhid olanlar, doğruca kışlalarına gidip, kapıları
kapayıp savunma harekâtına gecem yolunu seçtiler. Topların namlusunu örtülü
kapıya çevirten Hüseyin Paşa, son bir sulh denemesi için kışladakilere
seslendi. Gelen cevapların içinde padişahı bile içine alan elfaz-ı galize
yâni, sövme sözleri vardı. Hüseyin Ağa önce bir ateş emri verdi ve peşinden de,
hayır ateş açmayın, beklediğimiz barutlar gelmedi diyerek onlara duyurucu bir
sayha ile seslendi. Ateş edemeyeceklerini, düşünen yeniçeriler küfre devam ettiklerinden
üzerlerine açılan salvo Ölümlerini intaç ettirdi. Artık yeniçeriler de ateş
açmışlardı Sultanahmed Meydanı müthiş bir savaşın müşahidi oluyordu. Kışlada
olanları da, çıkarmak için bir topçu neferi olan Mustafa yaptığı bir atışla
yangın çıkartmayı da becermiş yanmamak
için çıkanlar top ve tüfenklerden, çıkan mermi ve güllelerle hayatlarını kaybediyorlardı
hem de islâmda pek mühim olan Sancak-ı Şerif altında olanlara karşı ve ales
sultan huruç, yâni mü'min emire karşı çıkmakla, akıbeti zor bir Ölüme
gidiyorlardı. Nihayet kâbus gibi Osmanlı İslâm devletinin tepesine, nice çoraplar
ören yeniçeriler hitama erdirilmiş, ancak kurunun yanında yaş da yanıp
gitmişti. Nice dilâver yiğit yeniçeride, mensubiyetinden dolayı mağdur, mazlum
hâttâ şehid olmuştur. Esnafdan, ahaliden ve mahalle imamlarından beylerden,
efendilerden, şeyhlerden nice kimseler sahip çıkma gayreti gösterdikleri, bu
temiz yeniçeri insanı hasebiyle mimlendiler ve sıkıntılara giriftar edildiler.
Bilhassa İstanbul'da o târihe kadar semtlerin en hatırlı kişileri camii
imamlarıyken, yaşı, kurudan ayırma hususunda insaniyet göstermeleri, cezayı
müstelzim olduğu gibi» nihayet imamlar olarak da devlet indinde itibarları
muhtardan sonraya kalması bu olaya bağlıdır. Lamartin'in şu sözleriyle bu bahsi
tamamlayalım: "Bir kaçgün sonra İstanbul'u her zaman hurafeleri, dilencilikleri
ve rezaletleri ile mahveden yirmibin derviş Toros Dağlarına sürüldü. Bir kaç ay
içinde kurulan düzgün bir ordu Osmanlıların savaşa olan tabii dehâsını,
cesareti ve disiplini ile, bir kere daha ortaya koydu. 2. Mah-mud; yalnızca
yıkmakla kalmamış yeniden yaratmasını da bilmişti." Şimdi bu ifadeden
sonra, çok geçmeden Kavalalı Mehmed Ali Paşa ordularına, yâni bir devletin
ordusunu, aynı devletin bir valisinin, mağlup etmesi ne oluyor acaba diye
sormak lâzım gelmezmi? Ömrü uzun olsun emekli Albay Şe-rafeddin Üğurluteğİn
nakletmişti bende sizlere nakledeyim: Mizipsavaşı esnasında Prusyalı meşhur
Moltke; bizim ordumuzda müşavir olarak bulunur. Hafız Paşaya; savaş alanına
düşmandan az biraz önce geldiklerinden düşman gelir gelmez derhal saldıralım,
bizde yorgunuz amma, onlar bizden daha da, yorgun tavsiyesini yapar, Hafız Paşa
hemen ordu müneccimini çağırtır ve tavsiyeyi söylediğinde bir takım, havaya
bakışlar yapan müneccim, eşref saatin olmadığını saldırının doğru olmayacağını
ifade ettiğinden, Moltke'nin teklifi red edilir. Ordu istirahate çekilirken
Kavalalının ordusu da bundan istifade eder. Akşam'a yakın Moltke, gökyüzünü
şöyle bir tarassut ettiğinde, havanın bulutlandığını görür. Ka-rargahda dahil
askerin çukur ve toprak bir alana yayıldığını da bildiğinden, yine kumandan
Hafız Paşanın yanına gider ve eğer yağmur çok şiddetli olursa çukur arazi
yağmurungetir-diğİ sularla dolar hareket kabiliyetimiz güçleşir, bu bakımdan
biraz yüksek ve suyun birikmeyip akıp gideceği meyildeki araziye yerleşelim teklifinde
bulunur.
Kumandan Hafız Paşa;
biraz düşündükten sonra, yine mahut müneccimi çağırır Moltke'nin teklifini
söyler. Müneccim, teklife bir şey diyemeyeceğini, ancak yağmurun yağıp yağmayacağı
meselesine gelince, eşeklerin ve katırların kulaklarının dikilmediğini,
keçilerinse kıçının büzüşmediğini, mandaların kafalarını gökyüzüne kaldırıp da
başlarını sallamadıklarını buna bağlı olarak yağmurun yağma ihtimali bulunmadığını
ileri sürer. Hafız Paşa da; Moltke'ye duydunmu? Sorusunu yöneltir. Moltke;
bütün bunlardan şaşkm evine yazdığı mektupda bunu anlatır. Ancak; mektup
bununla bitmez, ordu uykuya yattıktan sonra yağmur öyle bir yağmaya başla-diki
baziçadırlardan, askerin kimisinin suda boğulduğu, haberi bile gelir.
Toplarımız ıslanmış, bulundukları yerde çamura batmış velhasıl Moltke'nin
bütün korktuğu gerçekleşmiş o gün yapılan savaş ise kaybedilmiştir. Bütün
bunları mektubunda yazan Moltke, şunu ilâve diyor: "Bir ordu ki, harekâtını,
bakla ile bakılan eşref saate, yağmurun yağmasını eşşe-ğin kulağını dikmesine,
mandanın kafasını yukarı kaldırıp sallamasına, keçinin kıçını büzmesinden çıkarıyorsa,
kumandan bunları kabul ve tatbik ediyorsa o ordunun galibiyeti inayet-i
ilâhiyeden başka birşey olamaz" diye anlatmıştı da biz haylice gülmüştük o
ağlanacak hâlimize, Şerafedin Albay, bize bunu anlattıklarında seksenyedi
yaşından gün almıştı. Her padişahın; haylice te'sirinde kaldığı kişiler olmuştur.
Bunların arasında Sultan 2. Mahmud'u tesiri altında kaldığı biri yoktur demek
kabil değildir. Alemdar'ın kendi üzerinde uyandırdığı minnet ve pek de dağlı
davranışlarlarla, canını sıktığı bir vakıa isede ona medyunluğunu hiç unutmamıştır.
Alemdar'dan sonra müşavirlerinden Halet Efendinin yörüngesine girdiği ileri
sürülebilir ve doğrudur da fakat Halet Efendiyi akıbeti bekleyen ölüm emri
olduğu hatırlanmalıdır. Sultan Mahmud- sâni Pertev Paşaya da pek gönlünde yer
vermişti. Bu zâtı Edirne'de katleden zihniyet Sultan Mah-mud'a bu işi
duyurmadan yapmıştı ve derin devlet anlayışının bu dönemde de, bulunduğunu
işaret etmesi bakımından mühimdir. Daha sonra padişah, bunu öğrendiğinde katıla
katıla ağladığı, târih sayfalarında yer bulmuştur. 2. Mahmud'un, üçüncü olarak
tesirinde kaldığı zat ise Hurşid Paşadır. Üç saltanat dönemi gören bu paşa
Osmanlı sarayına Çerkezis-tan'dan bir köle olarak hediye edilmiş sadnazamlık
dadahil devletin her kademesinde vazife almış, sadakat göstermiştir. Bir asrı
aşan ömrü ile birlikte kendine padişah da dahil, herkesin saygısı
ziyadeleşmmekteydi. Bilfiil olarak seksen yaş sonrasında köşesine çekilmiş
bilge insan olarak padişahda dahil olarak başvurulan görüşlerinden müstefid
olunan bir kimse idi. Sultan 2. Mahmud, tebdili kıyafet ederek ahalinin
durumunu daima öğrenme gayreti içinde olmuştur.
Ahaliyle iç içe
olmaktan ancak tebdil-i kıyafet haliyle olmak onun için bir zevk hâlinde idi.
Sultan 2. Mahmud'un; Nizip Savaşını kayb etme haberini alıpalmadığı hususunda
çeşitli rivayetler bulunmaktadır. 1 9/r.
ahir/ 1 255- 1 /tem -muz/1839'da hayatla ilgili dünya nefeslerini
tamamladı. Ortadan kaldırdığı yeniçeriler caddesi üzerindeki türbesine
def-nolunduğunda, bu dünya da aldığı Adlî ünavını taşıyan zâta dönük feryadlar
ahalinin ağzından şöyJe dökülmekteydi "Padişahım! Bizi bırakıp nereye
gidiyorsun!" Çünkü; 31 sene, 10 ay,
6 gün padişahlık yapan Sultan Mahmud bu kadar beraber olduğu müminlerden böyle
bir sevgi ifadesi görmesi makul ve mergupdur.
Sultan 1.
Abdülhamid'in Nakşidil Valide Sultandan 20/temmuz/1785'de dünyaya gelen
şehzadesidir, 2. Mah-mud. Valide sultan şehzadeyi dünyaya getirdiğinde kendisi
henüz 17 yaşındaydı. Amcazadesi 3. Selim tarafından çok iyi yetiştirilmeye
çalışılmıştır. Hele, 3. Selim'in tahttan indirildikten sonraki, geçen dönemini
Şehzade Mahmud için tam bir padişahlık stajı olarak geçmiştirdersek hiç de
yanlış söylememiş oluruz. Kazandığı rütbelerden en güzeli Vehhabîleri
Mekke'den ihracı üzerine, almış bulunduğu Gaazi unvanıdır.
Çünkü bir kısım
softanın gâvur padişah adını verdiği zât, 23/1/1813'de ihracı neticelendirmiş
ve Şeyhülislâm Dürrizâ-de Abdullah Efendi, 28/5/1813'de verdiği hutbede bu unvanın
Sultan 2. Mahmud'a verilmesinin, makam-ı meşihatde karar altına alındığını irad
eyledi. Her Osmanlı şehzadesi içinde ayrıca târih dersi almış olanların
arasında apayrı bir yeri vardır. Nitekim; yeniçerileri ortadan kaldırmaya karar
vermesinin gecikmesinde bu târih bilgilerinin çok rolü olmuştur. Osmanlı
devleti, bir aşiret halinden cihan devletine yürüyüşü yeniçeri ile başlamış ve
bu yürüyüş her geçen an bir koşu hâline dönüşmüş ve dünya devleti olan Osmanlı
İslâm devletinin bu cihanşümul muvaffakiyetteki emeğin büyüğünün, yeniçeri
askerine, aid olduğunun idraki içinde idi. "U Sultan Mahmud'un, son
kararını bildiren ve yukarıda zikrettiğimiz konuşmasında nümayandır. Bu Adlî
Mahmud'un vefakârlığının bir ispatıdır. Büyük bir siyaset insanı idi. Bu evlet
siyasetinde böyle olduğu gibi cemiyet hususunda da
böyle bir dâhidir misâl olarak
Beşiktaş'da kurulan ilim heyetini hem teşvik ediyor, hem de deneyler hususunda
kendilerine dikkat ediniz, şeyhülislâm'ın eline, düşerseniz sizi ben bile
kurtaramam dediği gibi, İbni Haldun'un ünlü Mukaddimesini tercüme ettik
okutalım diyenlere verdiği cevap, "Aman çocuk ne yapıyorsun? Çocuğun
eline ustura verilirmi?" demesi siyasetin her yönünden behresi olduğunu
gösterir. Şahsında, şakacılık, merhamet, sertlik, musikişinas, bestekâr, Adil
mahlasıyla, şâir olarak ve de hattatlığı muhteşemdir.
Hem Nakşibendi hemde
Mevlevi idi. Dikkat buyrulursa; her iki cereyanda, İslâm âleminin kitlesel
acıdan en büyük iki gurubuna mensubiyeti, halifelik sıfatıyla, ne kadar büyük
bir denge unsuru olduğunu gösteriyor. Fransızca öğrenen İlk padişah olduğunu
ifade eder Tarık Yılmaz Öztuna bey'ki bu diğer padişahların lisan bilmediği
mânasına gelmemekle beraber (çünkü Fâtih'in birkaç lisan bildiği malumdur)
Fransızca bilmenin önemi dünya politik arenasının bu lisana vakıf olanlarca
daha iyi takip edildiği dönemdir 19. aşırın her bir yılı. Sultan Mahmud'un
çileye tâlib bir insan oluşuna bir misâl olarak yeniçeri sınıfını ilgadan
sonra 1828'dekoskoca yazı Tarabya'daki karargâhda geçirdikten sonra
Sekbanaskeriyle tam iki sene Rami Kışlasında yaşaması kabul edilebilir. 4.
Mustafa'yı yâni baba bir ağabeyini katlettirirken, devleti kendinin taşıması
üzüntüsünü yaşadıktan sonra, tahta vârisi edinmek için lâzım gelen teşebbüslere
ağırlık vermesi haylice kadını olmasına sebeb teşkil etmiştir. Politikada,
musiki vede tanbur'da hocası, 3. Selim idi. Ney çalardı ve bunda hocası,
Kazasker Tosyalı Mustafa İzzet Efendidir. Vefatı l/temmuz/1839'da 30 sene, 11
ay, 4 gün süren ümmete hizmet sonrasında, gece yarısından sonra ablası Esma Sultan
sarayında vukubuldu. Cağaloğluna köşe olan Türbe Es-
Sultanın konağının bir
tarafından alınarak merhuma tahsis olundu. Daha sonra o araziye tanzimat ve
ittihat ve terakkinin ileri gelenleri defnedildi. Ayrıca Sultan Mahmud Türbesine,
Şehid-i Aziz Abdülaziz ile Cennetmekân 2. Abdülhamid Hân'da defn olundular
sonradan. Sultan 2. Mahmud'u üm-met-i Muhammed, 54 yaşına 18 gün kala elinden
uçuruver-mişti.
Çağatay üluçay'ın
hazırladığı, TTK (Türk Târih Kurumumdan neşrolunan "Padişahların
Kadınları ve Kızları" adlı eserdeki bilgi sekiz hanımı, dört ikbâli
hakkında bilgi ve say; veriyor. Buna karşılık Tarık Yılmaz öztuna bey ise;
"Hanedan" adlı pek değerli eserinde onsekiz hanım rakamı veriyor. Bu
sayının beş adedinin ikbal olduğunu haber veriyor, bunlardan Zernigâr'ın,
1826'da 4. ikballikden önce yedinci kadı-nefendiliğe sonra ikinci kadmefendiliğe
yükseldiği görülüyor. Ölümü 1809'da vukubulan Fatma başkadınefendi, Çağatay
Uluçay bu ismi vermemiş, 1809 sonrasında başkadınefendi olan Alicenâb
kadınefendi de, CJluçay'da kilistede yok. Per-tevniyal Piyale Nevfidan
başkadınefendi 1793'de doğmuş, 1855'de vefat etmiş. Sultan Mahmud Türbesine
defnoiundu Misl-i Nâyab 2. kadınefendi olmuş 1825'den önce vefat Nak-şidil
Türbesine defin, üluçay listesinde yok. Kamerî 2. Kadınefendi aynı Misl-i
Nâyab gibi ve Ebr-i Reftar 2. kadınefendi-de bunlarla aynı kaderi paylaşmış.
Bezm-i âlem vâlidesultan 1807'de doğmuş, 1853'de 46 yaşında vefat etmiş
Abdülme-cıd Hân'ın annesidir. Hayatı hayır yapmakla geçmiştir. Os~ rnanh da
yenileşme harekatında öncülük yapmıştır. Vakıf
hastanesi ençok bilinen yadigârıdır. Aşubcan 2. kadınefendi 1793'de doğmuş 1870'de vefatı
üzerine Sultan Mahmud türbesine defnolundu. Beşiktaşda sahilsaray, Küçük
Çamlıca da kuyu yaptırmış, Çamlıca'da kasr inşa ettirmiştir. Vuslat
kadınefendi'nin sadece 1 830Jda vefatından bilgimiz var. Nurtâb kadınefendi,
1810!da doğup, 1886'da vefatı-vu-kubuimuş. Kocasının türbesine defnolunmuş.
Hoşyarkadıne-fendi 1859'da Mmekke-i Mükerremede Hac ifasından sonra vefat
ederek o mübarek beldede defnolundu. Pervİzfelek kadınefendi 1863'de vefat
etti, kocasının türbesine defnolundu. Hüsnümelek kadın başikbal idi. 2.
Mahmud'un bir şarkısında "Hüsn-i melek bir peridir" mısraı bu
ikbaiinedir. Vefatı 1886'da olmuş, Sultan Mahmud'un tavşanca köçekçesini,
Abdüimecid döneminde saray dansözlerine meşk ettirdiği bilinir, makberi, Sultan
Mahmud Türbesindedir Zeynifelek kadınefendi ise 1842'de vefat etmiş Nakşıdil
Sultan türbesine defnolunmuştur. Lebriz Felek hanımefendi 1810'da doğmuş ve
1865'de ölmüş, Sultan Mahmud türbesine gömülmüştür. Tiryal hanımefendi, 1810'da
doğmuş, 1883'de vefat etmiştir. Üsküdardaki; Ahmediye Çeşmesi bu hanımefendi
tarafından, yaptırılmıştır. Kabri Yenicami'de 5. Murad türbesindedir.
Pertevniyal valide
Sultan, padişah Abdülaziz'in annesidir. 1812'de doğmuş, 1883'de Doimabahçe
sarayında vefat etmiştir. Aksaray'daki Pertevniyal Valide Sultan Camiini bu valide
yaptırmıştır. Kabri de bu camidedir. Sultan 2. Mahmud'un çocuklarına gelince,
Tarık Yılmaz Öztuna listesinde onbeş tane hanimsultan, onsekiz tane şehzadeden
sözaçabi-liriz. Bunların hanımsultan olanları:
iUL/lAM Z. MAtİM adı |
doğum |
ölüm |
makberi-türbesi |
Fatma Sultan |
1809 |
1809 |
Nuruosmaniye Tür. |
Ayşe "" |
1809 |
1810 |
|
Fatma " " |
1810 |
1825 |
Nakşıdil Valide tür. |
Murad şehzade |
1811 |
1812 |
Hamidiye |
Bayezid "
" |
1812 |
1812 |
|
Şah Sultan |
1812 |
1814 |
Nuruosmaniye |
Abdülhamid |
1813 |
1825 |
Nakşıdil Valide |
Osman |
1813 |
1814 |
Nuruosmaniye |
Ahmed |
1814 |
1815 |
|
Mehmed |
1814 |
1814 |
|
Şah Sultan |
1814 |
1817 |
|
F.minc Suİlan |
181? |
i 8 16 |
Yahya Elendi Demâhı |
Zcyneb " |
1815 |
1816 |
Nuruosmaniye İ ürbı |
Mehmed |
1816 |
1816 |
|
Hamide Sultan |
1818 |
1819 |
|
Süleyman |
1817 |
1819 |
a. t» |
Cemile Sultan |
1818 |
1818 |
|
Hamide " " |
1818 |
1819 |
it il |
Ahmed |
1819 |
1819 |
ii 44 |
Ahmed |
1819 bir |
kaçgiin sonra |
öldü " " |
Abdullah |
1820 |
1820 |
|
Mehmed |
1822 |
1822 |
'1 it |
Ahmed |
1822 |
1823 |
|
1. Abdüimecid |
1823 |
1861 |
Yavuz Selim Cami |
Ahmed |
1823 ( |
1824 |
|
Münire Sultan |
1824 |
1825 |
Nakşıdil Valide tür |
Hadice Sultan |
1825 |
1842 |
Sultan Mahmud |
"Abdülhamid |
1827 |
1829 |
Nakşıdil Valide |
Fatma Sultan |
1828 |
1830 |
|
Abdüiaziz han |
1830 |
1876 |
Sultan Mahmud |
Hayriye Sultan |
1831 |
1833 |
Nakşıdil Valide |
Nizameddin |
1833 |
1838 |
|
SuStan 2. Mahmud'un
yukarıdaki listede gösterilen 15'i kızı, 18'i, erkek olmak üzere 33 evlâdı
olduğunu görüyoruz. Ancak 2. Mahmud'un, bu liste dışında dört tane yetişmiş kızımda
ilave edecek olursak, karşımıza 37 evlad babası bir padişah çıkacak karşımıza
bunların, 32 adedinin toprağa verildiğini görmüş bir baba, kolaymı bu kadar
sayıda ciğerpareyi toprağa verip de ümmetin işiyle meşgul olmak, insan bunu
kendi kendine sormalı! Bu yetişkin altı kızı şunlardı. 1811'de doğup, 1843'de
31 yaşındayken vefat eden Saliha Sultandır. Halil Rıfat Paşayla mayıs/1834'de
izdivaç yaptı. 8 sene, 8 ay, 12 gün süren evlilikten sonra, vefat eyledi.
Mihri-mah Sultanhanım ise; 10/6/1812'de doğmuş, 24 yaşında, 1836'da evlendiği
Said Paşa ile ömür sürerken, vaz'ı hami (doğum yaparken) esnasında şehid oldu,
1838/tem-muz/3'de. Atiyye Sultanhanım ise, 1824'de doğup, 1850'de vefat
etmiş-tir izdivacını 1840'da Rodosizâde Ahmed Fethi Paşa ile evlenerek yaptı.
Bu hanımsuitan da vefatında, babasının türbesine defnolunmuştur. Adile Sultan
23/5/1826'da dünyaya gelmiş ve 12/2/1899'da vefat etmiştir. Adile Sultanı
babası evlendirememiş ağabeyi 1. Abdülmecid Hân, Meh-med Ali Paşa ile
12/haziran/1845'de evlendirmiştir.
4. Mustafa'nın
sadnazamı iken Çelebi Mustafa Paşa, Alerndar'ı bir sabah karşısında görüp,
mührü ona teslim ettiğinde bu paşa tarafından enterne edilmiş ve Alerndar'ın
askerlerinin Çırpıcı Çayınndaki karagâhını mesken tuttu. Elindeki mührü ne
yapacağını bilemeyen Alemdar'a biri, çavuş-başına vermesini işaret etdi. Paşa
da, Çavuşbaşı'na mührü vermiş oradan da, Topkapı Sarayına Sultan 3. Sel im'i,
yeniden Osmanlı tahtına oturtmak için harekâta geçti. Bilindiği gibi şehadet vak'ası vukubuldu.
Şehzade Mahmud ise,
hayatını katillerin elinden zor kurtardı. Kurtulduğu andan itibaren
padişahlığı kesinleşti çünkü Alemdar duruma hâkimdi ve amucani yapamadım, bari
seni tahta çıkarayımda gönlüm rahatlasın dediğinde, yeni padişah da,
Alemdar'ın sadarete getirilmesini irâde etdi. Böyİe-cede, 28/temmuz/1808'de, 3
ay, 10 gün sürecek sadaretine başladı. Şehiden, makamını Çavuşbaşı Arnavud
Memiş Paşaya bıraktığında, târih 15/kasım/1808 idi. Ancak Memiş Paşanın
sadareti, 1 ay, 9 gün sürebiimiştir. Yerine l/ocak/1809'da Yusuf Ziyaeddin Paşa
getirildi. Bu paşanın 2. sadareti olup, 2 sene, 3 ay, 9 gün sürdüğünde
takvimler, 10/nisan/1811 tarihini gösteriyordu. Bu paşanın iki sadaretinin
toplamı, 8 sene, 11 ay, 4 gün tutmuştur. 165. veziriazam olarak Trabzonlu Nazır
Ahmed Paşa; makam-ı sadarete getirildi, 5/eylül/1812'ye kadarmakamda
kaldığında, 1 sene, 4 ay, 25 gün geçmiş ve yerini Hurşid Ahmed Paşaya bırakmıştır.
l/nisan/1815'de, Mehmed Emin Rauf Paşa ilk sadaretine 167. sadrıazam olarak
getirildi. 2 sene, 9 ay, 4 gün süren sadaretinden infisal ettiğinde
5/ocak/1818 târihi gelip çatmıştı. Yerine Derviş Mehmed Paşa gelmiş ve 2 sene,
1 gün sadn-azamlık yapan paşa, 5/ocak/1820'de infisal etdi. Bunun yerine de,
ispartalı Seyid Ali Paşa; 1 sene, 2 ay, 24 gün. makamın hakkını vermeye
çalıştı, ayrıldığında târih 28/mart/1821 idi. 170. sadrıazam Bendeki Ali Paşa
ancak, 1 ay, 3 gün görevde kalabildi. İzmirli Hacı Salih Paşa
30/nisan/1821'den. 10/kasım/1822'ye kadar, 1 sene, 6 ay, 10 gün kalabildiği
görevden ayrıhrak yerini Abdullah Hamdullah (Deli) Paşaya bıraktı ve bu zât, 4
ayı anca görevde tamamlayabildi. Hemen Peşinden, Turnacızâde Silahdar Alî Paşa
13/aralık/1823'e kadar, 9 ay, 4 gün vazifede kaldı ve Mehmed Said Gaalib Paşa
selefinden iki gün eksik olarak vazifede kaldı ve târih, 14/eylül/1824 idi.
175. sadnazam Benderli Mehmed Selim Sırn Paşa oldu 24/ekim/1828'e kadar, 4
sene, 1 ay, 10 gün hizmet verdi. Darendeli Topla İzzet Mehmed Paşa
28/ocak/1829'a kadar 3 ay, 5 gün kalabildi ve ilk sadareti bu oldu. Reşid
Mehmed Paşa 28/ocak/1829'da sadnazam olduğunda, 4 sene, 21 gün, bu makamda
kaldı. 18/şu-bat/1833'de son buldu. Böylece Mehmed Emin Rauf Pa-şa'nın 6 sene,
4 ay, 12 gün, süren sadaretine yol açılmış ve infisal ettiğinde
2/temmuz/1839'da, nihayetlendiğinde Sultan 2. Mahmud vefat etmiş
bulunduğundan, son sadrıazamı bu paşa olmuştur. Onaltı defa mühür veren
padişah, onbeş kişi ile sadaret görevini yürütmüştür. Şeyhülislâmlar ise, aşağıya
çıkarılmıştır:
no :isim: T. Târih
Ayrılış T. s a gl30. Arabzâde Mehmed Arif 21/07/1808 15/08/1808 0 0 25131.
Salihzâde Esad Ef. 15/08/1808 22/11/1808 3 9 02132. Dürrizâde Abdullah Ef.
22/11/1808 22/09/1810 1 10 00133. Samânîzâde Hulusi Ef. 22/09/1810 12/06/1812 1
08 20134. Dürrizâde Abdullah Ef. 22/03/1812 22/03/1815 2 09 10135. Çelebizâde
Zeyni Ef. 22/03/1815 27/01/1818 2 10 06136. Mekkîzâde a^sım Ef. 08/02/1818
03/09/1819 1 07 07137. Hacı Halil Ef. 03/09/1819 28/03/1821 1 06 25138.
YâsincizâdeA. vehhab Ef. 06/05/1821 10/11/1822 1 07 13139. Sıdkızâde Ahmed
Reşid 10/11/1822 25/09/1823 0 10 15140. Mekkizâde Kasım Ef. 25/09/1823
26/11/1825 2 02 01141. Kadizâde Mehmed Tâhir. 26/11/1825 06/11/1828 2 05 10142.
Yâsin-cizâde Abdullah Ef. 06/05/1828 08/02/1833 4 09 03143. Mekkîzâde Asım Ef.
08/02/1833 20/11/1846 13 09 10
14 defa şeyhülislâm
tebeddülü olmuş, Mekkizâde üç, Yâ-sincizâde iki, Dürrizâde iki defa meşihate
gelmişler böylece SultanMahmud'un işi on şeyhülislâmla tamamlamıştır.
İngilterede, Kral 3.
Jorj, 4. Gilyom ve Kraliçe Viktorya. Avusturya'da 1. Fransuva, İran'da Şah
Mehmed Han, Papalık da ise, 7. Piu, 12. Leon, 8. Piu, 16. Grigovar. Prusya'da;
Kral 3. Frederik, 4. Frederik, Rusya'da ise; imparator 1. Al-kesandr, 1.
Nikola. Fransa da ise İmparator 1. Napofyon, kral 18. Lui, 10. Şarl, 1. Lui
Filip'dir. ülke içindeki meşhur zevat ise, Alemdar Mustafa Paşa, Şeyhülislâm
Arif Efendi, Kadı Abdurrahman Paşa, Behiç Efendi, Muhib Efendi, Tepe-delenli
Ali Paşa, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Ka-valali İbrahim Paşa, Hüsrev
Paşa, Şâir İzzet Molla, Büyük Mustafa Reşid Paşa, Said Efendi, Nişancı Halet
Efendi, Seyid Ali Paşa, Reisülküttap Galib Efendi (Paşa), Tahsin Efendi, Ağa
Hüseyin Paşa, Darendeli İzzet Paşa, Topçu yüzbaşısı Ka-racehennem İbrahim Ağa
vesairedir.
Okuma Parçası olarak
koymuş bulunduğumuz Alemdar Mustafa Paşaya yapılan hayatına kast edici
saldırının, hiç bir târih kitabında bu kadar yer ayrıldığı görülmemiştir.
Halbuki Osmanlı târihinden pek iyi bilinmesi gereken ve son yarım asırda,
1960'la başlayan seri ihtilâller sonucu ülkemizde iktidara gelenlerin
ordu/hükürrtet münasebetlerinde siyasetçinin seçilmişliğini ileri sürerek
siyasetçinin üstünlüğünü ileri sürenlerle, ordu güvenilirliğini, hükümet
otoritesinin üzerinde görmek isteyenler bu okuma parçasını okuduktan sonra biraz
daha düşünceleri üzerinde tashihata meylederler diye ummak istiyorum.
Bu münasebetle kitabın
yazarı Ali Şeydi Bey'in mukaddimesine dâir kanaat-ı fikriyemi muhafazayla
beraber buraya dere etmeyide uygunbuldum. M. H.
Tarihin tekerrürden
ibaret olduğunu iddia edenler hikmet-i tarihiyenin bir faslına büyük isabetle
vukuf sahibi olan kişilerdir. Esasında bu uçsuz bucaksız kâinatı işgal eden
yıldızların ve cisimlerin hiç biri-mutlakiyet itibanyia-diğerinin aynı
olmadığı halde, harekât, teşkilat, tekamülat açısından birbirlerine
benzemeleri pek çoktur. Hattâ şu zemin üzerinde yaşa-makda olan ve birbuçuk
milyar nüfusa varan insanoğlunun, parçaları dahi, meselâ yüzü, eğilimleri,
ahlâki yapısı o derece ihtilaf doludurki, nerdeyse dünyada ne kadar insan
varsa, o kadar çeşitçehre yâni surat, o kadar bol çeşit ahlâk vardır
denilebilir. Bu; insanın parçalarından, yüksek cisimlere kadar bütün âlemleri
idare eden idarecinin tabiyesinin, tesir edici maddiyesi neticesi olarak
biribirine benzer şekilde tekrarlandığı görüldüğü gibi durum ve insanların
sosyal safhaları arasında arada sırada aynı tekrarlamalarında olduğunu kimse
inkâr edemez. Yıldızlar semada dönüşlerini tamamladıkları sırada, nasıl her
seferinde devrini belli bir noktadan geçerek yapıyorsa, insanlarında mahrek
vukuatları ve tekemmüiatı üzerindeki seyir ve hareketleri esnasında ara ara
birbirine karşı ve uygun noktalardan geçtiklerini tarih kendine has olan apaçık
ve de dürüstçe bir lisanla bize hatırlatıyor. Meselâ tarih, peygamberlerin
bazılarından özetle <Hz. Muham-med, Hz. Musa ve Hz. İbrahim> ortaya
çıkışlarını, maceralarını vede yaymakta oldukları din hakkındaki, cihadları ve
mücadeleleri, çektikleri zahmet ve yapmaya mecbur oldukları hicret, esnasında,
büyük büyük münasebetler, benzerlikler olduğunu, Roma hükümetinin kurulması
ile, Osmanlı imparatorluğunun kurulması ve Osmanlı ve İspanya ihtilâl ve
inkıiâbları arasında dahi epeyice mühim problemler ve ayrılıklar bulunduğunu
izaha hacet görülemez. Tarihde bunlara dair o kadar garib ve çok denecek
misallere rast gelinir ki: insanın bunları tesadüfden ziyade tarihin
tekerrürden ibaret olduğunu bir hakikat şeklinde kabul edeceği, adeta her vakanın
bir benzeri, bir eşi olacağına İnanası gelir Biz bu hakikate diğer milletlerin
tarihinden şahid ve misalgetirmeyip, yalnız kendi tarihimizin en önemli kısmına
dair vebir asrı fasıla ile husule gelen iki vakanın, ilk ve ikinci irtica ve
birbirleri ile olan münasebeti ve benzerliğini, izaha ve beyana başvurmakla
iktifa edeceğiz. Emirgân: İKânun-u evvel ara-hk/1326/1910 rumi Ali Şeydi
Devletimiz için;
tarihi dönemeç sayılacak bir kaç tane hu-susen belirtilmesi icab eden günler
vardirki, onları asla unutmamalıyız. Evvelâ, kuruluş ve istiklâliyet açısından
h. 698/m, 1299 yâni; Osmanlı devletinin tarih sahnesine çıkışı. Sosyal
hayatımızın muntazam bir hükümet şeklini alması itibarıyla 727/1327 Rumeli
yakasını elimize geçirmemizden dolayı 758/1357 ve Bizansınyâni doğu Roma
imparatorluğunu ortadan kaldırışımız hasebiyle 857/1453. İlk irtica hareketi
sayılan 1222/1807 Avrupa usûlüne benzer idari ve askeri tarzı kabulümüze göre,
1241/1826 Osmanlıların hukuklarında, hür ve eşit olmalarının kanun altına
almak hususuy-la, 1255/1839 İlk kanun-i esasi, yâni birinci anayasanın ilânı
vesilesiyle 1293/1876. Hakiki meşrutiyetin kurulması hisleriyle
lö/temmuz/1324/1908 ve 10 ve 14 nisan/1325/1909 tarihleridir.
Hakikaten devlet-i
Osmaniye 698/1299'da istiklâlini ilân eylemişse de, tesiri olduğu sahanın
küçüklüğü hükümet etmenin yeteri sayılmazdı. Ayrıca hükümet edebilmek için lâzım
gelen kanunlara ve nizamlara sahip olmaması, maliye teşkilatının kurulmamış
olmasıyla birlikte muntazam bir askerlik disiplini vücuda getirememesi,
hükümetten ziyade şekil olarak bir imareti andırıyor, bu imarette bir
istiklâliyete gidişe benzemekteydi.
726/1326 senesinin
hemen başlarında, tesis olunan devlet binası, Osman Gazi'nin cihad içinde
geçirdiği ömrünü, can vermeye hazırlanmak için başım dayadığı yastıkta, ikinci
oğlu Sultan Orhan Gazi'de askeri kuvvetlen ile Bursa şehri üzerinde kılıcına
ram edeceği insanlarla savaşmaktaydı. Bu sırada rahmet-i rahmana kavuşan
pederi mükerreminin kabrini buraya taşımasını gerçekleştirdiği gibi,
devletinin başşehri olarak da yine Bursa olmasını gerçekleştirmişti. Orhan Gazi'nin
cenk ve cidale meyilli olması hasebi ile, fetihler yapabilmek gayesiyle
savaşlara giderken, vezirlikte hizmet vermeyi, saltanatta olmaya tercih eden
büyük ağabeyi olan, aynı zamanın da ulema-i kiramından olan Alaaddin paşa'yida
kanun ve nizam yapması hususunda seiahiyetli kılmıştı. Bu memuriyet ve
selahiyetin neticesi olarak: <İstiklâlin ilânı sa-yılabilen tuğralı-Orhan
Gazi namına para basılıp, komutanlara, memurlara, askeri sınıfa ayrı ayrı
elbiseler tayin vede tahsis olundu. Herşeyden çok askeri düzenlemeler ve
ıslaha büyük gayretler gösterildi. Muntazam adı altında asker tertibine işaret
olunduki: yeniçeriler bu askerden ibaret idi. İşte bu asker idiki, bir buçuk
asır içinde Bingöl dağlarındanSen Gotard akarsularına, Kafkas dağlarının
eteklerinden, Şattularab'a kadar olan geniş toprakları eline geçirmiş, işte bu
askerin piyadeleri İdiki, Tebriz sahralarında ışıklar saçan yatağanlarıyla
İran dünyasının gözünü kamaştırmış, işte bu askerin süvarisi
idiki; Macaristan] baştanbaşa ezipde
geçerek zaferyabolmuş, işte bu askerin topçusu idi ki, Viyana surlarını
mermisine hedef seçmişti. Osmanlıların istilasına muvaffak oldukları havza
bir-iki asrın içinde sahibini bulmuştu. Romalıların ancak oniki asırdaki
çalışmanın semeresini almış oldukları bu topraklar, Osmanlılar eline, bu kadar
kısa sayılacak zaman diliminde ele geçmesi, yeniçerilerin itaat ve
intizamlarının sayesinde mümkün olmuştu. Öyle bir intizam ki; tarihin red
edilemez şahadeti olmasa mübalağaya hamledilebilecek. Öyle bir sıkı nizam ki;
insan o devrin alameti cezaiye ve vesikalarını tetkik etmese bunları asla
hakikat olarak kabul etmez.
Bizzat padişahlar, en
şedit, en kaide tanımaz yaradılışlı, padişahlar bile bu intizamı ihlâl
edemiyorlardı. Evet; ocağa olan bağlılığın derecesini anlamalı ki, padişahın
bizzat kendisinin birinci bölük yoldaşlarından olması hasebiyle ulufe çıktıkça,
yeniçeri ağalarına mahsus elbise ve işaretlen takınarak adı geçen bölüğün
kışlasına gelerek ulufesinin alımını yaptıktan sonra saraya dönerlerdi. Yine
tarih zabıtlarında yeri muhafaza altındadırki; Bin tarihine kadar yalnız iş
gören kimseden hariç kimse alınmazdı. Hâttâ Mısır seferine gidilir iken, hazine
adına bir tüccardan para borç olarak alınmışsa da, bu tüccarın Yavuz Sultan
Selim'e, verdiği bir arzuhalde oğlunun hizmet-i askeriyede istihdamını kabul
ettiği takdirde vermiş olduğu borç parayı katiyyen talebe başvurmayacağını
beyan etmesi üzerine, Yavuz Selim: -Para ile asker yazılmaz. Nizam-i kadim
bozulmaz. Bu adamın parasını iade edin, diye irade buyurmuştur.
Kaanuni Sultan
Süleyman han Macaristanda bulunan Zi-getvar seferine gittiğinde, binek
hayvanının gemi kırıldığın-da-bir yeniçerinin gizlice tamir ettiğini haber
alınca-ocağa esnaf karışdığından müteessir olarak-subayları azarlamış, askerin
ise tekaüd edilmesini emre karar kılmıştır. Ne faideki; sonraları bu itina ve
ihtimam gittikçe azalmıştı bunun neticesi de, ocağın intizamını muhafaza
eyleyememiş, sonunda ikide birde yerden kaldırılan kazanın devrilmesiyle ocağın
büsbütün söndüğü görülmüştür.
Tarihçiler şu intizam
ve kanunun çökmesine 990/1582 tarihini başlangıç addederler. Şu olaya göredir
ki; Sultan 3. Murad'ın bir kaç şehzadesinin yapılan sünet merasiminde bulunan
canbaz ve hokkabazlar ile perendebaz gibi şahısların gösterileri padişahı pek
memnun etmiş ve kendilerine ne isterlerse yapılacağı istikametinde sözler
söylenmiştir. İçlerinden bazıları yeniçeri ocağına asker olma arzusunu ileri
sürmüşler, bir çok olay neticesinde istekleri maalesef yerine getirilmişti.
Böylece de Kaanuni'nin ve Yavuz'un isteklerine, aykırı hâl maku! hâle gelmiş
oluyordu. Böylece bu tarihden sonra, bu kötü misale imtisalen askerliğe,
askerlik şan ve şerefiyle münasebeti olmayanların ocağa alınmasına ve bu suretle
yeniçerilerin ismet-i ahlakiyesi ve kıymet-i askeriyelerine halel gelerek,
sonunda ise bu hâller ocağın bir eşkiya, bir zorba ocağı şeklini almasinasebeb
olmuştu. Hele;l 150/1737 tarihinden sonra yapılan savaşlarda, bilhassa uzun
süren muharebelerde subayların emrini dinlemez, git denilen yere gitmez, dur
denen yerde, durmaz, gönlü istediğinde harpala-nını terk edip, İstanbul'a kadar
gelir. Hem de ordunun mühimmat ve levazımını bile yağma ederek yanında götürür
bir hâle gelmişler idi. Ocak zorbalarının bu sergilediği hâl karşısında devletin
aklına bu hazin gidişe bir çare arama geldiğinde tecrübe sahipleri birleşmiş
gibi aynı hususa lüzum gördüklerini beyan etme vaziyetindeydijer.
Hatta; Sultan 3. Ahmed
zamanında bu meselenin konuşulması gündeme getirildiysede, ocaklının
şımarıklığı, ahalinin cehaleti, bu hakikati takdir edenlerin azlığı, iç ve dış
meselenin çokluğu bir takım kararlar alınmasına engel olmuştu ve
b'lhassa şan ve şeref-i askeriyemizi
büsbütün gözden düşüren neticesinde 1188/1774 Kaynarca barışını imzalamamızın
sebebini gerektiren büyük mağlubiyetin üzerine, oca-a\r\ varlığına son vermek
hususunda kesin tavsiyeler bir çok verden gelmeğe başlamışsada, 1.
Abdülhamid'in mizacı ve kalbinin yumuşakliğıyia bu arzuyu umuminin bir müddet
daha gecikeceği ortaya çıkıverdi.
1202/1787 seferinde
devletin uğradığı büyük hezimet, artık- avrupada olduğu gibi- talimli ve
muntazam asker sistemine geçmedikçe düşmanı yenmek şöyle dursun, varlığımızın
siyasasınıda bekasını temin edebilmemiz imkân haricinde kalacağını herkese
anlatmış, hâttâ bu hakikat yeniçeriler tarafından da görülmüştü. Rumeli'de
bulunan orduyu hümayundan fayda sağlayıcı bir dilekçe başşehre geldi.
Şehzadeliğinden beri bu mesele ile zihniçareler arayan ve o sıralarda tahta
yeni geçmiş olan 3. Selim, avrupa usûlü üzere talimli asker kurulmasına
başlanmasını emretti. İşte bu teşebbüs idiki; bir müddet sonra irticai ulâ,
yâni 1222-1223/1807-1808 senesi fecii vakaları meydana gelmişti ki şöyle:
Sultan 3.. Selim
kurmaya çalıştığı yeni usûl nizamı cedîd askerini tabiatıyla yeniçerilerin
içinden gönüllü olanların arasından seçmişti. Ne varki bunlar tâlime
başladıklarının ilk dakikalarından itibaren sıkılmağa başlamış, daha doğrusu bu
talim zor gelmiş olduğundan firar yolunu seçmişlerdi. Bütün bunlara rağmen
1205/1790 tarihinde Bostancı ocağına ek olarak Levend çiftliğinde nizamı cedid
adı altında bir askeri sınıf daha faaliyete sokuldu. Bunlara tek tip ve aynı
renk ta-Şiyan elbiseler giydirildi. Muntazam şekilde tâlim ve terbiye altına
alındılar ve yetiştirilmeye başlandılar. Yeni kurulan bu
asker sınıfının iaşe ve ibate
edilmesiylede donatılması hususunda bütçede para olmadığından, sıkıntılarla
karşılaşılıyordu. Çare olarak da; "İrad-ı Cedid" hazinesi adı
verilen, bazı gelirlerin vergisinin tahsisi, timar ve mukattaaların bir
bölü-mününde bu hazineye alınması, pek kısa zamanda mühim saylılacak miktarda
gelir elde edilmiş oldu. Bu gelirlerin sağlanmasında, yeni asker yâni nizamı
cedid mensubu sayısında artış kaydedildi. Selimiye Kışlasının yapımına geçildi.
Kışlayı hizmete sokunca nizamı cedid askerinin tâlim ve ter-biyesinede iyi bir
ortamda İtina gösterebilme şansfelde edilmiş oldu. Asakir-i Şahane adı ile
tanınan ve piyade ile süvari sınıfını teşkil eden bu iki gurup asker o kadar
güzel bir düzen ve terbiye içindeydi ki görenlerin kalblerine iftihar hisleri
hâkim olmaktaydı. Sokaklarda gezindiklerinde hiç kimseye fena muamelede
bulunmayıp, boğazın iki sahili boyunca asayişi muhafazaya dönük olarak devriye
gezerler, hâl ve durumun bozulmasına meydan vermezlerdi. Bunların sayesinde
İstanbul'da asayiş tamamiyle emin bir hâl almıştı. Bu arada yapmakta oldukları
yürüyüş ve atış tâlimleri göze pek hoş gelmekte olduğu gibi, aklibaşında
olanlar da, bu yeni tarz askeri mesleğin kurulmasından memnuniyet duyuyorlardı.
Lâkin bu yeni askere
halkın eğilimini ve teveccühünü arttırması yeniçerilerin yavaş yavaş
kıskançlığa düşmelerine tahrik eylediği gibi, bunların frenk usûlü tâlim
yapmalarına, yâni trampet çalarak meş'i askeri yâni resmi geçit yapmalarına
ahalinin içinden bazı herzelerinde itirazlara başvurduğu görülüyordu. Hâttâ
nizamı cedid'e "şer'i cedid" yâni şeriatın askeri diyenlerin sayısı
daha çoktu. Esasında; dünyanın neresinde olursa olsun, yeni bir adet, yenibir
usûle garib ve çekingen bakmak, onunla uzun zaman anlaşamamak, insanlığın
tabiyatının iktizasındandır. Akıllı devlet bunabenzer istirkablara yâni
çekememezliklere, nede cahil ahalinin gösterdi-a\ alaycı tavra asla önem
vermeyerek, yeni sisteminin, ıslah ve tekâmülü sağlamasını teminden vazgeçmemelidir.
padişah 3. Selim, bu
sistemin tutup yerleşmesi için büyük aayret sarfederdi. Günde bir kaç defa
nizamı cedid askeri ile alakalı bilgi almadan durmadığı gibi, kumandan ve
vezirleri bu yeni askeri sınıfı tutmaları hususunda bıkmadan teşvik ederdi. Gerçi
bu askerin mevcud miktarı, bir savaş çıktığında hududların tamamını savunacak
sayıya varmış değildi. Ancak devletin başı sıkıştıkça bunlardan istifade
ettiği olurdu, özetleyecek olursak; 1213/1798'de apansız Mısır'ı istila ederek,
oradan da Suriye üzerine yürüyen meşhur Napolyon Bo-napart ve bunun ordusunu
Akkâ kalesi önünde kati bir hezimete düşürmede ve Napolyonu Mısır hududuna
kadar ricata mecbur edenlerin arasında işbu nizamı cedid askeri çok sayıda
bulunmaktaydı. Böylece nizamı cedid, varlığının gözle görülür faydasını
milletin gözleri önüne apaçık sermişti. Buna karşılık bazı kimselerin;
"Bu asker sayısı lâzım gelen mik-darı aştığını gördüğünüzde yeniçeri
ocağının kapanacağını da bilin" tarzındaki sözleri tabiatıyla
yeniçerilerin kıskançlıkla beraber kin ve gayzlerinin artışını sağlamaya hizmet
etmekteydi. Hâttâ şöyle bir hikâye anlatılır ki; pek elimdir. "Yeniçerilerden
birine şakadan: nizamı cedid olurmusun? Diye sorulduğunda cevabı: Hâşa, moskof
olurum! Nizamı cedid olmam." dediğini Asım tarihi kaydediyor. Cevded
paşanın tarihinde anlatıldığı üzere: "itleri gelen kimseler ve memurlar
arasında yeniçeriyi tercih edenlerin sayısı az değilken, ahali arasında ise rey
iki guruba taksim olmuştu. Ancak bu hâl, her mevzuda zorluklar çıkmasına sebeb
oldu." Nizamı cedidin Önceleri ahalinin sevgi ye saygısını kazanması
hususu, zaman içinde git gide bu sınıf-ı askeriyenin her geçen gün terakki
kaydetmesi, kendi özel menfaatlerine uygun'düşmez kimselerin yönlendirmesiyle bir kısım ahalinin nizamı
cedid aleyhine geçmesiyle meydana gelen
durum, 1324/1908 Temmuz'undan o senenin
Aralık ayına kadar, halkın sevgisine nâiliyet kazanan ittihad ve terakki
cemiyeti hakkında, bazı kimselerce ortaya getirilen iftira, isnat ve
hücumlarla tenkitlerin eserine bağlı olarak irtica gününe kadar, İstanbul halkının
düşüncesi, rey'i, eğilim itibarıyla ikiye bölünmüş olmasıyla pek büyük
benzerlik arzettiğini izaha lüzum görmeyiz. Çünkü naçizane fikrime göre;
"Tarih, tekerrürden ibarettir." Ahalinin içine düşmüş olduğu ruh
halinden habersiz olan devrin devlet adamları ve memurları bazı hususlarda
kaba-hatlıdırlar. Meselâ: İstanbul'da nizamı cedid kurulmasıyla sosyal hayatta
birdenbire alafranga usûl ve tarzını benimsemeye gerek yoktu. Dünyada hiç bir
vaziyet yokturki; tekamül kanunlarının hüküm ve tesirlerinden hariç kalıp
kurtula-bilsin. Başlanmış bir işin derhal kemâlata ermesini istemek, o işin
başarısız kalmasının talebidir. İşte o dönemin ileri gelenlerinin ve bilhassa
henüz kuruluşu tamamlanmış nizamı cedidin varlığına istinat eden yenilik
severler, o devrin müsaade edeceği fazla sefahata eğilimi ve eski tarz düşünce
sahiplerine karşı layık düşmez hakaretlere başvurmaları nedeniyle, tabiatıyla
birbirlerine muhalif fi-kirler, arzulardan kaynaklanan bir kat daha çoğalmış
gerginlik girmiş oluyordu. Bu ihtilaf dolu bakışlar, bu yanlış hareketler
çeşitli hatalarla hastalanmış anlayışlar, daha sonra ortaya çıkacak oian fecii
vakaların giriş hareketlerini hazırlıyordu. Halbuki halkda, bilhassa doğu
kavimlerinde gefenek ve göreneklere büyük bir temayül ve istidad mevcud olup,
büyüklerin yaptığına, küçüklerin özenmeleri tabii olduğundan bütün varlığı ile
sefahat alanında yer aldığından İstanbul ahalisinin masarifinde günden güne
artış oluyor, böylece de, fakirlik o derece artıyordu. Yine tekrar edelimki;
ahali bu fakirlik ve ihtiyacın sebebini de, frenk usûlü ve adetinin ülkemizde
tutunabilmesinin uğursuz neticelerinden olmak üzere kabul ve telakki etmekteydi,
Bu sebeble de, hükümet idaresinden memnun kalmıyor, hatta gayrı memnun bir
haldeydi. Bu gün alafranga usûi içinde taklid ve tatbikine muhtaç olduğumuz
bazı güzel adet-lerede alakasız ve endişe içinde davranış göstermek hiç şüphe
yokki, cedlerimizden, büyük cedlerimizden demek olan o dönem adamlarının mirasından
bize "Atavizm" şekliyle intikal eden irsi hastalığın kendisinden
başka bir şey değildir. Özetlersek; İstanbul halkı bu hükümetin bu yöndeki
şekil ve düşüncesinden şikayetçi olduğu gibi, taşra ahalisi dahi, nizam-ı
cedidin idaresini temin için kurulmuş bulunan "İrad-ı Cedid"
hazinesi adına kendilerine konan verginin ağırlığından bahisle şikayetçi
olmaktan geri durmazlardı. Kaldı ki; vekil-lerdende her biri, ileri gelen
yakınlardan birine bağlı ve dayanan tamamı birbiriyle benzeş ve birleşmiş
olarak Enderuni ve Birunİ, yâni içi ve dışı istilâ eylemiş olduklarından
onların ilim ve haberi olmadıkça saltanat tarafına bir şeyin ihtarı ve anlatımı
kabil olamaz. Onların rey ve marifeti olmadıkça bir iş so-nuçlanamazdı. Ki; bu
vaziyetlerin 2. Abdülhamid devri saltanatıyla-zannedersem-benzerliği
meydandadır.
Esasen 3. Selim'in
iyiniyet sahibi bir padişah olmasından, yenileşme tarafdarı bulunmasına rağmen,
mütereddit bir kimse olduğu da ortadayken, bazı eğilimlerinin hesaba çekilir
halleri bulunduğunu gösteriyordu. Yakını olanlara ve hizmetinde bulunanlara
pek fazla itimat, emniyet duymaktaydı. Cezalanmayı hak etmişleri af yoluna
gitmesi, her duyduğuna inanması gibi temayüllerdi bu eğilimleri. Herneyse gayri
memnunların sayısı çoğaldıkça bazı büyük memur ve devlet adamlarının cahil
halkı telkinleriyle ifsatları yetişmiyormuş 9'di, başşehirde bulunan Rusya,
Fransa ve İngiltere elçileri de bu işlere karışmışlar, onlarda el altından
çeşitli rollere soyunmuşlardır. Çünkü; o dönemde ortaya fırlamış olan Napoi-yon
Bonapart, bütün avrupayı çiğnemiş, açtığı savaşlarda avrupa devlet ve ahalisinin
nefretini kazanmıştı. Fransa bu sebebe bağlı olarak bütün avrupada yardımsız
kalmıştı. Öte yandan, Rusya'ya karşı Osmanlı devletini kullanmak niyetinin
sahibliğini unutmayarak, münasebetlerini geliştirmeye çalışırken, ingilizler ve
Ruslar, Fransızlardan önce davranarak Osmanlı padişahı ile dostça ilişkiler
temin yolunu arıyor-dular. Bunu nasıl yapacaklardı? Bu sorunun cevabı; Osmanlı
ülkesinde husul bulacak bir ihtilal sayesinde, padişahı kendilerinden
istimdadın talepçisİ olacak noktaya çekebilmeleriydi. Bu da gerek
fngilizgerekse Rus elçilerinin galeyan halindeki İstanbul ahalisini,
üfürdükleri dedikodularla heyecanlandırmaktı. Meselâ: Nizamı cedid askerinin
çoğalmasından sonra yeniçeriliğin kaldırılacağı veyahut bu tatbik olunmağa
başlanan usûlün gayrı şer'i olduğunu propoganda ediyorlardı. Bütün bunların
neticesindendir ki; 1222/1807 senesinde olaylar daha müthiş bir manzaraya
dönüşmüştü. Buna da sebeb Rusların bize karşı açmış olduğu savaş yüzünden,
İs-tanbulda bulunan yeniçerinin tamamı rumeli kıtasına sevk edilmişti. Kimi
erbabı fesat başşehri yeniçerilerden tahliye yoluyla kurtarıp, yerine nizam-ı
cedid askerinin yerleştirilmesi hususnda bir başlangıç olduğunu ahaliye
duyurmaya ve yaymaya başladılar. Bu söylentilere ilaveten bir kaç Cuma sonra
padişahın Cuma selamlığına da nizamı cedid elbiseleri giyerek çıkacağını
yaymağa başlayipda peşinden de nizamı cedid askerinin İstanbul'u aniden basıp,
muhalifleri katliama tâbi tutacaklarını tumturaklı ifadeler kullanarak etrafa
duyurdular.
Devlet yöneticileri
ise; nizamı cedidin itaat ve intizamına, büyük bir güven inanç içinde zevkü
safaya dalmış, hazırlanmakta olan ihtilâlden habersiz vakit geçirirlerken,
böyle hazirlığın yapılmakta olduğunu bildirenlerede maalesef önem
vermemişlerdi. (1324/1909'da 31/mart/vakasında mülga, yâni kaldırılan avcı
taburlarının intizam ve sadakatine güvenerek, hiç bir vukuata ihtimal
vermeyenlerin kulakları çınlasın!) Bilhassa; 3. Selim'in, etrafındakilere aşın
bağlılığı neticesi olarak, Ataullahefendi gibi yeniliğe kapalı olan bir adamı
meşihat makamı, yani şeyhülislâm tayin etmesi, sadrazamın ise, ordunun başında
rumelide olmasından dolayı sadaret kaimmakamhğına Köse Musa paşa gibi müfsid
birini tayin etmiş olması, ihtilâlin kolaylıkla yapılmasına en büyük yardım
olmuştu. Köse Musa paşa denilen ve tarihde adı lanetle anılan kimselerin
arasında yer alan, bu rezil düşünce zebunu, genel eğilimi iğfal ve tahrik
ettikten başka, bitaraf kimseleri de kendi fikri anlayışına sevk etmekteki
mahareti, şeytana yakışır ustalıktaydı.
Eğer bu melunda zerre
kadar hâmiyet-i milliye ve vataniye bulunsaydı, öyle gaileli bir zamanda
meydana gelecek irticaa engel olurdu. Lâkin; ne fâideki, yaradılışında gizli
bulunan alçaklığı hasebiyle, değil bu oluşumu engellemek, daha çabuk ve
gaddarlıkla beraber vücud bulmasını hızlandırmıştır. Hâttâ bu habis'in
ifadesinden olarak, güya padişah 3. Selim bir gün bostancıbaşı'ya:
"Bostancı efradına nizamı cedid elbisesi giydirebilirmisin?" Şeklinde
soru yönelttiğinde, bos-tancıbaşı'da: "emrediniz. Onlara şapka'da
giydireyim!" Cevabı verdiğine dair, mahalle kahvelerine kadar yayılan
böylece ahalinin bu konuşmalar sebebinden padişaha kin ve gay-zının
köpürtülmesi sağlanmıştı. Hakikaten sonunda Köse Musa paşa emeline nail oldu.
Şöyleki; bu habis, vükelâ toplantısından çıkardığı bir karara göre
Karadenizboğazında muhafız sıfatıyla bulunan yeniçeri yamaklarına nizamı cedid
elbisesi giydirmek, ellerine de avrupa yapısı harbilitüfenk vermeyi sağladı.
Alınan kararın icabının yerine getirilmesini vazifelilere bildirdi. Ancak, yamaklara da:
"padişahın emri ile sîzlere frenk elbisesi giydirilecektir. eğer
giyerseniz dinden çıkarsınız! Giymezseniz, nizamı eedid tarafından askerliğinize
son verilecek, ya da Öldürüleceksiniz." Şeklinde haberleri ulaştırmıştı.
Hakikaten 17/mayıs/1806 pazartesi günü boğaz nâzın İngiliz Mahmud efendi,
Rumeli kavağındaki yamakların maaşlarını vermeğeve yamaklara nizamı cedid
askeri elbisesi giydirme teşebbüsüne girmeye başladığı anda, ihtilâl ışıkları
parlamaya yüz tutmuştu. (Son irticaın yâni 31/mart/1909 ihtilâlinin çıkış
sebebleriden biri de, askere şapka giydirileceği ve bu şapkanın hassa
dairesinde var olduğunun duyurulması değilmi idi?) Şöyleki:
Yukarıdan beri
söylediğimiz gibi, bu ahvalden haberdar ve ihtilâl sebebleri hazırlanmış
yamaklar, hemen kışla'nın etrafında ve koğuşda toplanıp: -Biz yeniçeriyiz!
Mizam elbisesi giymeyiz! Diyerek, silahlı isyana karar vererek kaleden dışarı
fırlamışlardı. Her ne kadar Macar tabya subayı Halil haseki bunların karşısına
çıkıp da, davranışlarının yanlış olduğunu, çünkü nizamı cedid elbisesi giymek
gibi ortada dolaştırılan rivayetlerin bir yalandan ibaret olduğunu izah
ettiysede, lâf dinlemeyenlere sözün faydası olmadığı gibi, üstelik adamcağızı
hemen orada paraladılar. Bu vaziyetten ürküp, kayıkla Büyükdere'ye firar eden
Mahmudefendiyi de, arkasından çala kürek giden bir sandal yardımıyla ele
geçirmişler ve parçalamışlardır. Bütün bu olup bitenler babıâlide duyulunca.
devlet yetkilileri toplanmış çoğunlukla katillerin yakalanıp, büyük bir İbret
olmak üzere idam olunmalarını beyan etmişlerdi. Ancak sadaret kaimmakamı Köse
Musa paşa ise; bir kazadır olmuş "Yamaklar yola gelir. Bu işin arkasını bu
kadar takip etmek iyi netice vermez." diyerek ekseriyetin vardığı karan
bozmuştu. Zaten vükela, Musa paşanın oynadığı rolün farkında olmadığı gibi
yaptıklarını kavrayacak ölçü ve akılın sahihlerinden değildi. Böyle oluncada, işler sükut perdesine
sarılmıştı. Hamiyyet timsali padişah 3. Selim ise, sarayında dalkavukları ile
sohbetle meşguldü!. Musa paşa mel'unu ilerde kendisine bir zarar gelir diyerek,
kendi seçmiş olduğu kimselerden teşkil ettiği bir nasihat heyeti göndermişti.
Gönderilen bu heyet,
yol kesici, can alıcı gurubun yanına varınca onlara öyle bir nasihat ettiki,
cesaretlerini, gayretlerini arttırmayı sağlamıştı. İdare-i devletin
yapılanları gaflet ile karşılaması vakasından, nasihat için gidenlerin melunane
nasihatlanndan ve yaptıkları telkinlerden cesaret alan bu serseri kalabalığı,
hemen ertesi salı günü Büyükdere çayırında toplanarak, (31/mart vakasıda, sah
günü başladı idi. )Ka-bakçı Mustafa çavuşu kendilerine reis, Arnavud Ali,
Bay-burdlu Süleyman ve Memiş'i de, reis muavini tâyin ettiler. Gelecekteki her
şeye birlikte karar vermeyi kararlaştırarak sözlerini yerine getirme hususunda
da, yeminler içtiler. "Gerek müslim, gerekse gayri müslim, kim olursa
olsun, hiç bir kimsenin can, mal ve ırzına dokunulmayacak, dokunan olursa idam
olunmasına karar aldılar. Şeyhülislâm kapısından tasdik görmeyen işler taleb
olunmayacaktır. Babıâliden yapılacak taleblerine evet cevabı gelmedikçe
dağılmamak üzere aralarında yeminlere başvurdular. Bunlar cahil dini üzere
en'am-ı şerif öpmek, kılıç atlamak gibi davranışlardı. Bir gün sonra yâni
çarşanba günü, dört-beşyüz neferden ibaret topluluk, Büyükdere'den aşağı doğru
yürümeğe başladılar. (Bu ilk irticada olduğu gibi, 31/mart vakası esnasında da
buna benzer kararlarla Sultanahmed (At meydanında)de toplanıp harekâta geçmişlerdi.
Dunlarında;
"şeriat verilmediği takdirde dağılmamak üzere
etikleri yemin, Kabakçının
adamlarınınkinin aynı gibiydi.mart salı gününün erken sa-atlerinde Taşkışla'dan
harekete geçen 4. Avcı taburu askerleride
bu sayıdan fazla değildi. Hâttâ İstanbul'da bulunan bazı sefillerin bu isyancı
askere katılması mürteci sayısının yekünü çoğalması açısından pek fark
etmediği düşünülmelidir.) Deniz sahilinden yürüyenlere katılanlar oluyorsada,
hemen yukarıda parantez içinde verdiğimiz bilgilere göre, önemsenecek sayıyı
bulamadıkları görülür. Bu el-hâinü haif hükmü burada da tecelli ederek, bu
hızla Tarabya'dan harekete cesaret edemiyor ve nizamı cedid askerinin
saldırısından korkuyorlardı. Evet. O nizamı cedid askeri ki, Napolyon'un
muntazam ordularına Suriyede, Mısır'da galebe çalmış, Avusturyanın bütün kuvvetlerine
üstün olduklarını ispat etmişlerdi, bir yerden bir taraf dan emir alabilseler
ve bunların üzerlerine yürüyebilseler, çil yavrusu gibi asileri dağıtacağına
asla şüphe edilemezdi. Ne varki, böyle bir emri o askere verecek adam nerede
idi?
Saltanatın sahibi
padişah, hariçle irtibatını yok denecek seviyeye getirmiş, sadaret
kaimmakamlığında bulunan Köse Musa ise nizamı cedide muhalif olmakla, bunu
açığa çıkarmamışlardandı. Köse Musa paşa, kaimmakam sıfatıyla nizamı cedid
askerine yazdığı bir tezkerede hiç bir yere kımılda-mamalerini emretmişti.
Velhasıl Çarşanba günü bir irade-i seniyye çıkaran ve isyancıların
dağıtılmasına amir olan hüküm güya yerine gelsin diyede kaimmakam Musa paşa;
25. ortanın mütevellisi Kapancı Mustafa adlı habis bir nasihatçi gönderdi. Bu
habis-i lâin yamaklara adeta nasihat yerine müjdeler verdi. Mizamı cedid aldığı
emir üzere yerinden kı-mıldamayacaktır. Haberini böylece vermiş oluyordu. Bu haber
artık asilerin cesaretini havalandırdı. Bu herifinen me'şum tarafı
"Yamaklar yaptıklarından nadimler. Ancak nizamı cedid askeri boğazlarda
kaldığı müddet, kendilerini emniyette hissetmeyeceklerini, bu bakımdan onların
yâni niza-m-ı cedidi boğazdan kaldırmanız istirhamlarıdır" şeklinde
babıâliye hitaben yazılmış bir tezkere getirmesi oldu. Kaimmakam Köse Musada
yazının kapsamını okuduğunda durumu padişaha arzederek, kendisinden boğazda
bulunan nizamı cedid askerînin Levend çiftliği ve Üsküdar'da bulunan Selimiye
kışlasına çekilmelerini emretmekte olan bir bir iradei seniye istihsal etti.
İradeyi derhal yürürlüğe koydular.
Bu vakaları zapt ve
kaleme alan bazı tarihçilerin ima yoluyla söylediklerine bakılırsa, bu isyancı
güruhu, Sultan Mustafa'nın adamları tarafından gizlice teşvik edilip
coşturulduk-larıni, her olaydan ve neticesinden adı geçen Sultanın haberdar
olduğunu açıkça anlamak mümkündür. Çünkü; tek arzu-1 lan nizam-ı cedidin
boğazdan çekilip gitmeleri olmuş olsaydı, padişahın verdiği ferman buna kadir
olduğuna göre neden zaten korkmakta oldukları hallere düşsünler, boğaza
dönmeleri gerekirdi. Bunlarsatam tersine her adımlarında çoğala çoğala,
Rumelihisar'ına kadar gelmiş ve önlerinde .
yürüyen münadilere: "Ya ibadullah (Allanın kulları) emelimiz,
nizamı cedid beliyesini (belasını) kaldırmaktır. Başka niyetimiz yoktur.
Müslüman olan bizimle beraberce gelsin! Bu iş umumun ittifakıyladır. (Bu
bağırışların; 31/mart/1325 salı günü divanyolunda, Sultanahmed'de
"maksadımız şeriatı almaktır. Başka arzumuz yoktur. Allahını seven,
müslüman olan Atmeydanına gelsin" şeklinde bağırıldığını duyan çoktur.)
Bütün bu misaller işin içinde kuvvetli bir teşkilat ve bunların teşvikinin
olduğunu göstermektedir. Bu hezele güruhu, durmadan yürüyerek gece saat dört
sularında Tophane'ye varabildiler. Durmadan çektikleri; Hay! Hay! manileriy-le
o civar ahalisinin huzurunu askıya aldılar. O devirde asker sınıfları arasında
pek intizamı bozulmamış olanlar arasında topçu sınıfı belkide birinci
gelmekteydi. Binlerce haşaratın ag*ra çağıra Tophane'ye gelmeleri yüzünden
müteessir olan °pçular, bunlara karşı silah kullanmak arzusuna kapılmış ve
emir merciinden müsaade talep etmişlerse
de hiç bir yerden hiç bir tarafdan böyle bir izin verilmemiştir. Tam tersine,
ka-immakam Köse Musa paşadan gelen emirki. işi umumun ittifakıyla yapıyoruz.
Topçular karışmasın şeklindeydi. (Yine 31/mart vakasında bağırtılar arasında
Bayezid meydanında toplanıp. Harbiye binasına zorla girmek isteyen irtica
erbabına haddini bildirmek için, orada bulunan askerede bir şevk-lesilah
kullanma arzu ve hevesi gelmiş olduğu halde, talep edilmiş vur! emrinin
alınamaması sonucu olarak askerin elleri böğründe kalmıştı. 31/mart
vakasındaki halle, kabakçı askerleri vetophane askerleri arasında geçen
vakadaki benzerlik nekadardailgi çekici!.
öse Musa paşadan gelen
emre uyan topçularda çaresiz boyun eğip, kazanlarını kaldırıp, üstelik
Kabakçının da adamlarına iltihaka mecbur oldular. (Kabakçı Mustafa'yı pek
bilinmekte olan Derviş Vahdeti'ye benzetecek olursak, bu isyanda vazife almış
Arnavud Ali ve Bayburdlu Süleyman Ça-vuşu'da, 2. irtica vakasında yâni, 31/mart
olayında büyük rolleri bulunan Hamdi ve Hazım çavuşlara benzetebiliriz.) işlerin
vardığı neticeleri gören Musa paşa, mühimce toplantılar düzenleyerek
müzakerelere sabahın seherinde başlanacağını bildirir davetiyeleri ta geceden
vükela ve ileri gelen memurlar İle ulemaya gönderir. Perşembe sabahı
babıâli'de toplanınca hemen müzakerelere giriştiler. Çeşit çeşit fikirleri oylayarak
vakit geçirdiler. Halbuki o sırada İstanbul'da 13 bin kadar nizamı cedid askeri
bulunmaktaydı. Bunlar marifetiyle isyancıları dağıtmak işten bile değildi.
Böyle yapılmasını hatırlatacak bazı tekliflere karşı "nizam-ı cedid,
henüz intizam kazanmış olmadığından, bunlarda o kadar itimat edileceklerden
değildir-Ier. Şayed bunlarda gelip asilere iltihak ederlerse iş daha ziyade
vahamet kesbeder." şeklinde cevap vererek bu husustaki görüş ve teklifleri
geri çevirmiştir. Devletin
mes'ul vekillerinin böyle boş
müzakerelerle vakit geçirerek yaptıkları yanlış İstanbul'un her tarafından,
balıkçılar, kayık-r\ hamal ve serseri kafileleri peyder pey gelip isyancılara
katılmaya çalışmaktaydılar.
Öte yandan küçük küçük
guruplar, İstanbul tarafına geçerek, Ayasofya ve Sultanahmed meydanlarına
doğru yol alıyordu artık topluluk büyümeye başlamıştı. Kabakçı Mustafa çavuşun
düzenlemesiyle yamakların en azılıları yeniçeri kışlalarına, kolluklarına
oralarda bulunan ocaklılarında at meydanına gelmelerini istemişlerdi. Vakit
öğleyi aştığında, semtin sokakları silahlı isyancılarla dolmuştu. Aha-linin
artık geliş ve gidişi kesilmişti. İşin bu noktaya geldiğini Musa paşa, 3.
Selim'e arzedince (31/mart vakasında salı sabahı Hamdi çavuşun düzenlemesiyle
4. avcı taburu mensuplarının kışlalara karakollara yayılarak masum askerleri
Ayasofya meydanına davet ettiklerini hatırlayalım.) Padişah son derece
şaşırmış, sarayın kapılarını ve pencerelerini kapattırıp, nizam-ı cedid
askerini kaldırdığını bildiren bir fermanı babıâli-ye yollamıştır. Şeyhülislâm
Ataullah efendi, bu ferman elinde olduğu halde isyancıların toplandığı
Atmeydanma gelerek, isyan edenlere hitaben yaptığı konuşmada, elinde irade-i
se-niye olduğunu, nizamı cedid askeri usûlünün iptal olunup, bu kararın hemen
uygulamaya konuşduğunu müjdeledi. (31/mart/1325 salı günü sabah sekizde yol
kesen isyancı askerler affa nail oldukları ve bundan sonra şeriat dairesinde iş
görüleceği hakkında tebliğ, olunan irade-i seniyeler üzerine hepsininde havaya
doğru silahlarını ateşleyerek "padişahım çok yaşa" duasını tekrar
ederek memnuniyet gösterikleri hatırlanmalıdır.) Sekbanbaşı tarafından artık;
isteklerinin yerine
getirildiğini ifade
etmesi münadiler tarafından yüksek sesle r tarafta duyulması sağlanınca,
serserilerin bîr çoğu sevinç yerlerine çekilmeğe teşebbüs etmişlerse de, bazı müfsidlerin:
-Arkadaşlar! Yoldaşlar, işler henüz tamamiyle yoluna girmiş değil, dağılmayın.
Sözleri yükseldi.
Bu bağırışmaların
sonunda isyancılar yerlerinde kalakaldılar. Bu yerinde durma, isyanda musir
olma temin edildikten sonra, Köse Musa paşanın gizlice düzenlediği ve yine
gizlice Kabakçı Mustafa'ya gönderilen liste ortaya çıktı. Listede adlan geçen
onbir kişinin Ölü veya diri olarak kendilerine teslim edilmesini taleb eder
oldular. (2. irtica denilende de, bazı fesat kimselerin cebinde İttihat ve
terakki cemiyetine mensup olan zatların adlarıyla ikametgah adreslerini
gösteren defterlerin bulunduğu ve bunların öğretmesi ve göstermesi hasebiyle
de bazı serserilerin sokak sokak, mahalle mahalle dağılarak, evlerin
kapılarına istavroz şeklinde işaretler koydukları kesindir.) Şöyle veya böyle
teslimi istenen onbir kişinin isimleri şunlardı: Devlet müsteşarı ibrahim
Nesirni ef. , Bahriye nâzın Hacı İbrahim ef. , Rikab-ı hümayun kethüdası Memiş
ef. , Reisülküttap vekili Ahmed ef. , Varidatı Cedid defterdarı Ahmed bey,
Darphane amiri Ebu Bekir ef. , Valide kethüdası Yusuf ağa, Enderunu hümayun
ricalinden sır kâtibi Ahmed ef. , Mabeynci Ahmed bey, Bostancıbaşı Şâkir bey. ,
müderrislerden Lutfullah ef. , lerdi. (Yine bu 31/mart/irticası olayında;
sadrazamı, meclis-i mebusan reisini, istemeyiz, şunu bunu istemeyiz. Diye nasıl
taleplerde bulunmaları, bazılarına da suikast düzenlemeleri, af olunduktan
sonra da, yine dağıl-mayarak, şunun bunun kanını, dökmiye cüret
etmeleriniKa-bakçı ve arkadaşlarının irticai harekâtına ne kadar çok benzemektedir.)
Yapılan talebin hemen gayri meşru bulunup yerine getirilmesinde görülen
tehirden azgınlaşan bu reziller topluluğu, Atmeydanından Atmeydamna geçerek,
çeşitli şekilde velvele ve şamataya başladılar. Padişah 3. Selim, yumuşak
kalbli affı seven, karışıklıklardan hiç hoşlanmayan, rahata düşkün biri
olduğundan, her birini evlâdı kadar sevdiqini bildiaimiz, yukarıda adlarını
yazdığımız istenenleri üzüntüler içinde verilmeye müsaade etti. Bunların
bazıları eşkiya-ya teslim edildiğinden sopa, kama, kılıç ile diğer bir bölümüme
saklanmış oldukları yerlerde tabanca, tüfenk daha başka silahlarla
öldürüldüler. Bir başka kısmıda firarda başarılı olduğundan peşlerine adam
koşturmuşlardı. Bu adamlara kaçanları yakaladıkları takdirde beşerbin kuruş
verileceği va-adolunmuştu.
Ne yazıkki 3. Selim;
bu kadar metanetsiz olmayaydı, hatta bazı adamlarını derhal nizam-ı cedid
askerinin başına tayin etseydi görülecek şuydu ki; bu hezele güruhu üzerine
yürününce iki saat içinde netice alınacak, serseriler helak edilmiş
olunacaktı. Nizamı cedid'e, yeniçeri ve halk arasında o kadar değişik bir
anlayış vardıki, bunu anlamak için Ahmed Cevded paşanın tarihindeki şu fıkraya
bakmak yeterli sayılır: "Ne zaman nizamı cedidin lağv edildiği haberi
zuhur etti, Levend çiftliği ve Üsküdar Selimiye kışlasındaki asker dağılmış,
her biri bir tarafa gitmiş isede, isyancılar bu nizamı cedidin yüreklerine
düşürdüğü korkudan kurtulamamış olduklarından, İbrahim kethüda, adı onbir
kişilik listede yer alan İbrahim Nesimi efendi olup, ite kaka Atmeydamna
götürülürken, nizam-ı cedid askeri meydanı bastı diye sözler ortalığa düşünce
yeniçerilerde olsun, yamaklarda olsunbüyük bir korku ve telâş eseri müşahede
olundu. Hatta kimileri meydanın bir kenarına çekilmeyi tercih edereken,
yeniçeri askerinden bazıları da meydanın çıkış kapısından geçip kışlalarına
gitmeği yeğlemiştir.
Buna bağlı olarak da
meydanda, kendi kendine meydana gelen bir karışıklık çıkmıştı. Seyre gelenlerde
de, bir. şeyler satarak geçimini sağlamaya çalışanlarda da garib bir suskunluk
kendini gösterdi. İşin aslının İbrahim kethüdayıgetir-mekte o'anların çıkardığı
gürültü ve patırdı olduğu anlaşıldığında, ağalar sopa zoru ile dağılanları
yeniden toplamaya muvaffak oldular. 1 7/MAYIS/1222/1807 Velhasıl padişahın
metin olamaması; sadaret kaimmakamı ve şeyhülislâmın hâmiyyetsizliği, diğer
ricalin tedbirsizliği yüzünden bu merhaleye gelen irtica vaziyeti her dakika
inkişaf ederek, sonunda 3. bir hatt-i hümayun İle nizamı cedidin kesin
kaldırılması intaç etti. Verilmesini taleb ettiklerinin bulundukları yeri bilenlerden
teslimi kabul edildikten sonra, artık dağılmak için ne beklendiği soruldu:
Padişahın gösterdiği zaafın gereğinden olmak üzere irtica erbabıda
"İrad-ı cedid hazine-sinin"de feshini taleb eylediler. Bu arzularıda
yerine getiririldi. Lâkin ihtilâl devam etmekteydi. Çünkü bu karışıklıkları
çıkaranların maksadı ne nizamı cedid'in nede irad-ı cedid hazi-nesinin
kaldırılmasıydı. Ne de, beş-on kişinin kellesini almakidi. Bunlar ancak alet
olabilecek olanlara, cahilleri kandırmaya matuf "nizam-ı cedid şer'e
mugayirdir. Irad-ı cedid hazinesi, şuna buna yedirmek için kurulmuştur"
şeklinde ileri sürülmüş vesile ve bahanelerdir.
Yoksa; esas maksadı
Musa paşanın müntesibi olduğu Sui-tan Mustafa'y1 karışıklıktan faydalanarak
taht-i Osmaniye çıkarmaktı. (31/mart/1325 üzücü vakasında da, olayları tertib
edenlerin maksadlan, zaten hüküm ferma olan şeriatı Mu-hammediyeyi istemek
değil, 2. Abdülhamid'e, eski tesir ve otoritesini iade etmek ve onun nefret
eylediği ittihat ve terakki cemiyetine bir darbe vurdurmak için olup, irticaa
alet edilen biçare erler ise, elden giden şeriatın! kurtarılması için isyan
meydanına sevk edilmişlerdi.(Hemen <burada parantez içindeki ifadeler,
merhum yazarın 1911 yılında basılan eserinin münderecatı içinde olduğu
görülür. Bahse konu 31/mart vakası, 14/nisan/1909 yılında vukubulmuştur. O
karışık devirde hareketin plânlama ithamı altında bırakılan cennetmekân
Abdülhamid hânı, bahusus ittihat ve terakki daha ileri senelerde bu tertibde yer almamıştır
ifadesı
tarih önünde aklamışlardır. Yazar belki de
başka bir ve ile yukarıda parantez
içindeki hüküm ifade eden kanaati-i değiştirmiştir umulur. M. H.> İradı
cedid hazinesinin lağvedilmesi hakkındaki arzularının yerine getirilmesi
sonunda artık dağılırlar düşüncesine varıldığında ikindiye doğru 4. bir teklif
ortaya çıkarıldı.
Buda; 1. Abdülhamid
hân'ın iki şehzadesinin, hanedan-ı osmaniyanm yegane varisi olan Sultan 4.
Mustafa ve Sultan 2. Mahmud'un hayatlarının temini muhafazası için, kendilerine
teslim olunmasını istemeleriydi. (Zaten bu taleb kaide-i umumiyedirki, cahil
ahali, nerede ve ne zaman devletin zaafını hissederse durmaksızın bazı
taleblerde bulunur. Bu taleblerin yerine getirildiğini görüncede şımararak,
daha başka taleblerde bulunmaya başlarlar.
Meselâ: 31/mart
olayında asiler ilk önce şeriat istediler. Arkasından bazı vekilleri, büyük
memurların azlini İstediler. He-men peşindende mektebli subayları istememeğe
başlamışlardı. Ertesi gün ise asker yazarlar; gazetelerde yazılan bendlerde,
müslüman kadınların sokağa çıkmamalarını, kahvehanelerden resimlerin
kaldırılmasını, hürriyet marşlarının çahnmamasını istemişlerdi.) 3. Selim hz.
leri bu tahammül edilmez teklife verdiği cevabda kimi isterlerse şehzade
muhafızı olarak saraya gönderilmesinemüsaade etti.
Halbuki; Sultan Selim
gibi melek yaradılışlı, yüksek fıtrat sahibi bir padişahın, ki kalbininde pek yumuşak olması
ve azuundan başka hiç
bir kusuru olmayan bu zat, kendisine emanet edilmiş o iki şehzadeyi öldürtmesi asla
mevzubahs olamazdı. Hatta
Sultan Mustafa'nın ei altından kendisinin yanınde pusular kurdurmasına rağmen ve bundan haberi
halde, şehzade Mustafa'ya karşı davranış
ve sevgisinde değişikliğe gitmedi. Böyle olduğunu saray halkıda, beiki tertipleri
yapmakta olanlar dahi bilmekteydi. Lâkin ne faydaki; Köse Musa paşanın hâin
tertibinin neticesi olarak-miletin taiii ve şanı şerefinden başka düşüncesi
olma-yan o yüce padişaha karşı böyle tahammülü çok zor tekliflerin yapılması
devam edip gidiyordu. Ancak şu teklif, Sultan Selimin üzerinde soğuk duş
te'siri yaptı. Buna üzüntüsünü beyan ederek babıâliye yolladığı hattı hümayunun
bir yerinde şöyle diyordu" Benim zürriyetim olmadığından her iki şehzade
evlâdım ve nûr-u aynim'dır. Allah korusun onlara suikasd iie hane-dan-ı
Osmaniyanın inkırazına sebeb olmayı hatır ve hayalimden geçirmem. Cenab-ı Hakk
kendilerine tam bir afiyet ve uzunca bir ömür ihsan buyursun, "mealindeki
sözlerle ul-viyyetinin derecesini ortaya koymuştu. Ancak; ne bu sözleri ümmete
duyurulmuş, ne de bunun rikkatli davranışından ba-bıâli güzel bir netice
çıkarabilmiştir.
îş bu derecelere
geldikten sonra, saray halkı dahi edebsiz-liğin son perdesine çıkarak,
padişahın huzurunda yapmadıkları hayasızlık kalmamıştı. Köse Musa paşa ise
Rodos'a sürülmüş, daha sonrada bu lâin herif Alemdar meselesini müteakip idam
edildiğinden millet onun hâin suratını görmekten kurtulmuştur. (Böyle
vakalarda, hengamelerde isyancılara en çok cüret veren ve gayret bahşedenlerin
medrese talebeleri olduğu tarihin mazbut vesikalanndandır ki; 31/mart/ha~
disesinde dahi ilmiye sınıfının himmet-i ve teşebbüsatı fedâ-kâranesine rağmen,
asker kaçağı bazı medrese talebesinin ve bunlara benzemek emeliyle başına bir
beyaz bez saran halktan birinin, askerleri cesaretlendirme hususunda gayret
güttükleri hâla hatırımızdadır.) Asiler o geceyi de bu şekilde geçirdikten
sonra ertesi gün olan, Cuma günü yine Atmey-danında yapılan toplantıda ortaya
5. bir teklif daha çıktı. O da, devlet idaresinin, frenkmeşrep ve sefil kimselerin
elinde olduğunu, padişah
ise, zevk ve sefahatin dünyasına dalarak milleti unuttuğunu buna bağlı olarak
taht'tan indirilip, yerine Sultan 4. Mustafa'nın tahta çıkarılması talebi
gelmişti. Zaten bu dağdağanın, bu rezaletlerin maksadı, gayesi buraya gelmeye
matuftu.
Bu teklifin ileri
sürülmesinden sonra ileri gelenlerden meydana gelen bir cemiyet ve teşkilat
eşliğinde ikibin asker himayesinde şeyhülislâm Ataullah efendi saraya
gönderilip, tahttan indirme ve 4. Mustafa'nın tahta çıkarılması kararı alındı.
Ataullah efendi, babıâliye gelip, kaimmakam paşa vesaire ile müzakere sonunda
millet tarafından 3. Selim'in bu günden sonra tahttan indirilmesine yerine
Sultan 4. Mustafa'nın geçmesinin kararlaştırıldığı bir tezkereye yazılarak,
Bab'ussaade ağalığına gönderildi. Yazı, Soğukçeşme tarafındaki kapıdan
enderunu hümayuna ulaştırıldı. Yazıyı alan da-russaade ağası tezkereyi sünnet
odasında bulunan padişah 3. Selim'in yanına giderek takdim etti. Padişah
tezkereye göz atınca; yerinden kalkmış ve "Zâlike takdirülazizülaliym"
diyerek harem dairesine yürüyerek, tahtını tacını 4. Mustafa'ya terk ederken
tebrik etme nezaketini de göstererek feragatin köşesine çekilmiştir.
Köse Musa paşa, işin
bu yanından haberdar olmadığından Selim inad edip, kapılan açtırmaz ise,
lağımcılar vasıtasıy-la kapıların kırılmasını emretmişti. Sarayın kapısı
civarına toplanmış bulunan binlerce haşarat ise ne istediklerinden habersiz
Sultan Mustafa efendimizi isteriz! Diye feryad ediyor-ardı. Halbuki işten
haberdar olan kapıcılar, karşılarındaki ce-'yetı teşkil edenlerin başında
şeyhülislâm ve kaimmakamı görünce kapılan açtılar. Gelenler bu kapıdan içeri
girerek, Venı padişah 4. Mustafa'nın gelmesini beklemeye başladılar. stata ise o dakikalarda haremden çıkarak
kendisini yenlerle bir araya geldiğinde resmi biat merasimi yerine getirildi.
Tabiiki bu işlem rütbeler arasındaki silsilei mera-tip gözetilerek ifa
olunmuştu. Biattan sonra herkes işinin ba-şınagitti. 17/may!s/1222-1807 cuma
günü işler tamam oldu. Güya işlerin tamamı görülmüş, talebier yerine
getirilmişti. Halbuki biçare ahali bilmiyorduki daha hızlı surette, daha iri
adımlar ile varta-i izmihlale yâni çoküş'e yuvarlanıyordu. Çünkü tahta çıkan
yeni padİşahda milleti bu hali içinde idare edecek kiyasete ve kabiliyete haiz olmadığı
gibi vekiller heyetini de meydana getirenler ise kendi menfaatlerinden başka
bir şey düşünemez bir alay hamiyyetsizden, yâni gayretsiz ve haysiyetsiz
kimselerden ibaretti.
Bilhassa bu inkılabın
meydana gelmesinde en büyük olarak ortaya çıkan Kabakçı Mustafa en çok
şımarandı. Her arzu ettiğini yaptırır. Vakitli vakitsiz padişahın yanına
giderek istediği iradeleri taleb eder ve alırdı. Tabii bunlar yeni padişahın
canını son derece sıkıyordu. Artık kendi duyacağı sesle canının sıkıntısını
belli ediyor, Kabakçı'nm yaptığı her ziyaret esnasında kendisine olan
iltifatlarını azaltmaya başlamıştı. Ancak göstereceği daha fazla
memnuniyetsizliği hesap etmesini bilen 4. Mustafa, gösterdiği hizmetlerin
karşılığı bir mükafat olarak, boğaz nazırlığı görevi ihsan ederek İstanbul'un
bir ucuna göndermişti. Bu Kabakçı Mustafa denen kaba ve cahil herifden
korkmayan kimse yoktu adeta.
Aşağıda tafsilatını
vereceğimiz gibi, Allah'dan Alemdar Mustafa paşanındahimmetleriyie vücudu
ortadan kaldırılabil-miştir.
İstanbul'da, yeniliğe
karşı çıkma hadisesi de denebilen irtica olayı husule gelirken, ordularımızda
moskof hududunda bulunmakta, ara sıra parlayan çarpışmalarla meşgul
olmak-talardı. İşte böyle karışık bir dönemde, devletin kaderi ile oynama
mânasına gelen İstanbul'daki olaylar, yâni irticai hadiseler ihtiras ve
heveslerin şevkiyle yapmaya cesaret bulanlar tarih karşısında ebediyyen lanetle
alınacaklardır. Hududları-mızda bulunan ileri gelen kimseler ve kumandanlar
arasında hamiyyet sahibi bazı kimseler mütareke yapılmasının şartlarından
istifade ederek, İstanbuldaki olayların sorumlularını tesbit ederek cezaya
uğratmak hâttâ 3. Selim'i tekrar Osmanlı tahtına oturtmak hususunda
müzakerelere girişmişlerdi. Bu müzakerelerin sonunda herkesin itimadını
kazanmış, sağlam ve haysiyet sahibi vede cesur bir zâtın reisliği altında bunu
gerçekleştirmeyi kararlaştırmışlardı. Aranan bu hasletlere hâiz olan zât,
Rusçuk'da ikamet eden Tuna Seraskeri unvanlı Alemdar Mustafa paşa olduğunda da
İttifak sağlanmıştı.
Bu kararın alınmasında
sadaret eski mektupçusu Tahsin efendi ile Refik, Galib ve Behiç efendiler büyük
rol oynamışlardı. Adlarını saydığımız zevatın teşkil ettiği cemiyetin fer^l
sayısı gün geçtikçe genişliyordu. Maksadı yerine getirmeyi başaracak
tedbirlerin kararı »alınıyordu. (Bilindiği gibi; İtti-had-ıterakki cemiyeti de
son defalarda yine böylece rumeii-nın ücra yerlerinde kurularak, neticeye
varmıştır.) Alemdar Mustafa paşa esasında câhil bir zat olmasına rağmen fevka-a e zeki, hamiyyetli, sağlam düşünceye sahip,
rumeli askerinin üzerinde büyük bir nüfuzu vardı. Bu zata müracaat ka-ran a!an
heyetin isabet ettiği ortadadır.
Alemdar Mustafa paşa
Rusçuk'da doğmuştur. Kamus'ülâ-lam'a göre Arnavud ırkına mensupdur. Gençliğini
av peşinde geçirmiştir ve Sultan 3. Mustafa devrinde Ruslara karşı açılan
seferde yanında bir miktar asker olduğu halde katılmış ve elinde taşıdığı bir
bayrak münasebetiyle "Bayrakdar veya Alemdar" denerek anmak adet olmuştur.
Bir ara meşhur Pasbanoğlu'nun isyanında Rusçuk ayanı Tirsinklizâde'ye yardımcı
olduğundan, Tirsinkli'ninde tavsiyesi ile kapıcıbaşı-lik payesi verilerek
Hezargrad âyanliğına daha sonrada Rusçuk âyanlığına tayin olunmuştur.
Alemdar'in çok geniş bir arazinin sahibi durumunda olmasından kaynaklanan
zenginliği ve buna bağlı olarakda az rastlanacak tarzdaki cömertliği kendisine
pek çok hayran ve minnet duyan kimseler kazandırmıştı. Bektaşiliğe mensubiyeti
münasebeti ile yeniçeri ocağına karşı büyük muhabbeti vardı.
Hâttâ 3. Selim'in
nizamı cedid askerinin kurulmasına ait çalışmalara muttali olduğunda bir hayli
üzüldüğü görülmüştü. Yalnız realistçe bir anlayışa sahip olması hasebiyle Rus
savaşında yeniçerinin gösterdiği cebanet, korkaklık ve firarlar, Alemdar'daki
bunlara karşı olan muhabbettini yaraladığı gibi tam tersine yeniçerilere
kızgınlık duymasını getirmişti. Alemdar Mustafa paşa; Ruslarla yapılan
savaşlarda Tuna ordusu kumandanı sıfatıyla bulunmuş, gösterdiği başarılardan
mütevellit her tarafta ün kazanmıştı. 1221/1806'da kendisini vezirlik rütbesi
ile beraber padişah tarafından kendisine davul, hilât ve sancak mükafat olarak
gönderilmişti. Alemdar paşanın 3. Selim'e karşı pek büyük sevgisi vardı.
1222/1807 mayısının 17. günü padişahın tahtan indirildiğini duyduğunda,
üzüntüsünün büyüklüğü, bu olaya sebeb olanlardan intikam alma azmine dahi
getirmişti. Yukarıda adını verdiğimiz kişiler kurdukları cemiyetin başkanlığına
böyle bir döneminde Alemdar paşayı getirmişlerdi. Şimdi burada Alemdar Mustafa
paşanın biyografisini dondurup tarihi gelişime temas etmeye devam edelim:
Efendim; Alemdar'ı
gizli cemiyetlerine reis seçen zevatın enbüyük taktik başarısı, her biri
ordunun çeşitli kademelerinde de kendilerine bir vazife bulup, bu vazifelere
tayine muvaffak olmalarıdır. Bu vazifelerde bulunmaları asker ile daha kolayca
teması temin edebilmeleridir. Böylece onlan iknaa etmekte başarıyı
yakalamalarını elde etmişti. (Eğer, ittihatçılara bakarsanız, onlarında askeri
güçleri ele geçirmeden icraata başlamadığını görürsünüz.) Hakikaten ordu
bünyesinde vazife almış bu zevat, ordunun meselelerini tanzim bahanesiyle sık
sık Rusçuk'a Alemdar Mustafa paşanın yanına giderek, harekete geçmesi
hususunda tahrike fırsat bulabiliyorlardı. Eninde sonunda bu tahrikler gizli
cemiyetin taşıdığı istikamete doğru yol almaya başladı. Günün birinde Alemdar
paşanın yanında bulunan onbin kadar seçme askeriyle Edirne civarına gelmesi
görenlere dehşet verdi. Bu halden şaşkın olan herkes üstüne üstlük, Ruslar ile
yapılan mütareke ve yiyecek sıkıntısının ağır basmasından dolayı, Tuna
boylarındaki askeri kuvvetde Edirne'de boy gösterince şaşırmak, endişeye
döndü.
Aynı zamanda
serdanekrem unvanını hâmil olan sadrazam, Alemdar Mustafa paşanın Edirne'ye
gelişinden ürkerek, mütareke zamanının dolduğunu, hudud boylarında asker
^almadığını bu sebebile Tuna havalisine gitmesini açıkça söylediyse de,
Alemdar'm metaneti ve aradaki kimselerin işleri ustalıkla idare etmeleri,
zaman içinde sadrazamında anlayışında değişim husule getirdi. Aiemdar paşa,
sadrazamın da itimadını celbetmişti. Böylecede sefer yapma müzakeresi başlamış
oluyordu. Hâttâ Alemdar paşa'nin müşavir ve müsteşarı oları Refik ve Behiç
efendiler, serdar-ı ekrerni orduyu tanzim için İstanbul'a bile gitmeye ikna
etmişlerdi. Fakat saltanat merkezinden sorulacak olursa, ordunun başında bulunmasından
istifade ile padişahı istedikleri gibi kullanan vekillerin buna onay
vermeyeceklerini serdar-ı ekreme inandırmışlardı. Alemdar ise; "madem
ordu İstanbul'a gidiyor. Bende onlarla giderek padişahın gözlerini
göreyim" şeklinde arzusunu dile getirince, sadrazam bunu uygun buldu. Bu
vaziyet karşısında ordunun harekâtı gizlice kararlaştırılıp; beş günde
İstanbul'a varılma üzerine plân yapıldı, merhaleler tesbit olundu. Ordunun
harekâtı tabiiki ahaiiden de gizlendi. Yoksa harekete geçilir geçilmez, huzuru
padişahiye ve sadaret kaimmakamhğına gizlice malumat verildi. Bu haber verme
işi de, haseki ağa İstanbul'a gönderilerek yapılmıştı. Ordunun Edirne'de
kalmasının, masraf bakımından tahammül edilmez raddeye varacağı için Edirne'ye
dönmesinin kabii olmadığının gereğinden dolayı irade-i hümayun çıkarılması,
vaziyetin ahaliye duyurulmayıp onların heyecanlandırılma-ması için gizliliğe
riayet lüzumuda bildirilmişti. İstanbui hazine vekili Nezir ağa orduyu
karşılamak vazifesiyle padişahça gönderildi.
Cemaziyelevvelin 20.
perşenbe günü devlet adamlarının ekserisinin haberi olmadığı halde sabah
erkenden Alemdar Mustafa paşa; serdarı ekrem ile Çarhacı Ali ve Behram paşaları
önüne katarak İstanbul'a ulaşmak üzere yola çıkmıştı. Alemdar kendi askerinden
küçük bir birliği yanına almıştı, istanbul'da istediği havayı estirmeye
muvaffak olan eşkiya reisi Kabakçı Mustafa, 3. Selîm'i tahttan indirme
vakasından butarafa nail olduğu Boğaz Nazırlığı vazifesinde bulunmaktaydı.
Kabakçı Mustafa mutlaka yok edilip, eşkiya başsız kalmalıydı. Alemdar paşa bu
vazifeyi Pınarhisar ayanı Hacı
Ali aqa'ya vermişti. Ordunun Çorlu'ya
geldiği sırada hakikaten kendine verilmiş vazifenin şuurunda olan Ali ağa işi
aşa-qıda naklettiğimiz şekilde bitirmiştir. Kabakçı Mustafa; boğaz nazırlığı
makamı olan Rumelifeneri'nde ikamet etmekteydi. Ali ağa sabahın çok erken
saatlerinde buraya gelmiş ve çok Önemli bir emir tebliğ edeceğini bildirmiş
idi.
Kabakçı'nın ikametgâhına
girmiş ve oradan harem dairesine geçerek, gürültü çıkarmadan Kabakçı'nın
kafasını kesi-vermişti. Bu hal İstanbul'dan işidildiğinde herkes hayret etti.
Yapılan tahkikattanda bir sonuç çıkmadı. Ancak iki gün sonra Edirneden
gelmekte olan ordu, Çırpıcı çayırında boy gösterince vaziyetin ortaya çıktığı
görüldü. Ali ağa, Kabakçı'nın. kellesi yanında olduğu halde orduya geri
dönmüştü.
Ordunun harekâtının 3.
günü vaziyet İstanbul'da iyice duyuldu. Alemdar'in orduyla beraber gelmiş
olması haberi herkesi telaşa düşürdü. Devlet adamları ve hçyet-i vükelâ bir
toplantıyı elzem buldu. Müzakereler ne için ve ne maksat ile gelinmiş olduğunu
tahmine matuf oldu. Neticede, bilfiil gelmiş bulunan or-duyu karşılamaktan
başka çare kalmadığına karar verdiler. Ertesi sah günü başında şeyhülislâm
olduğu halde bir çok devlet adamı ile birlikte ordunun bulunduğu yere gidip hoş
geldiniz. Dediler. Tekrar İstanbul'a döndüler. (Bilindiği gibi seneler
geçtikten sonra Hareket Ordusunu da aynı istikamete gidip karşılayanlar olmuştu.)
Hâttâ ertesi gun Sultan 4. Mustafa dahi sancağı şerifi karşılama arzusuyla
İncirli Çiftliği ile Davutpaşa arasındaki bölgeye kadar giderek, ordu ile
birlikte Davutpaşa kasrına gelmiş ve orada bir saat kadar istirahat ettikten
sonra, herkesle birlikte İstanbul'a dönmüştü.
Alemdar Mustafa
paşanın askerleri müstakil olarak Çırpı-cıÇayır;nda kalmışlardı ki, bu hâl
ahalinin kalbinde müthiş bir
korkuya sebeb oldu. En azılı yamaklar bile kuzu gibi oldular. Çünkü;AIemdar'ın
böyle seçme askerle İstanbul'a gelmesinin mutlaka mühim bir sebeb taşıdığına
bütün vicdanlar inanıyordu. Alemdar'ın düzenlemesiyle hemen ertesi gün olan
cemaziyelevvel ayının 27. gününe rastlayan perşenbe günü, teşvikçilerin başı
şeyhülislâm Ataullah efendi azl edildiği gibi, irticada eli olan bir çok
kimsede muhtelif mahallere sürgün edildiler. Alemdar Mustafa paşanın sık sık
saraya girip çıkması ve İstanbul'un asayişine bağlı bazı tedbirler almaya
kalkışması, başka birdeyimle İstanbul'da bir çeşit örfi idare hüküm sürmesi,
Alemdar paşanın önemini günden güne arttırmaktaydı. Sadrazam Çelebi Mustafa
paşanın hiç bir tesiri ve hükmü kalmadığı gibi, Alemdar Mustafa paşa tarafından,
önemli işlere dair alınan tedbirlerden sadrazamın haberi bile olmuyordu.
Devletin önemli
makamlarında bulunan ve irticai olaylar esnasında husule gelen hareketlerde eli
ve rolü bulunan kimselerin, Alemdar paşanın tesiriyle birer ikişer sürgüne
gönderilmeleri, azil olunmalar! devam ettikçe, Sultan Mustafa'da vaziyetten
ürkmeğe başlamıştı. Bunun çaresini bir kaç defa aracıların vasıtasıyla paşa
artık vazifesi başına gitsin şeklinde haberler yollamakla denemişti. Ne
varki;4. Mustafa'nın bu yola başlamış olması, Alemdar paşanın yapacağı İşin öne
alınması neticesini getirdi. Bu arada gelen bir haberde, sadrazam Çelebi
Mustafa paşa yamakları ve ocaklıları harekete geçirip Alemdar paşa aleyhinde
imale etmeye çalıştığı varit oldu. Bu plânlamanın Alemdar paşa üzerindeki
tesiri pek büyük oldu.
Hemen Çırpıcı
çayırında bulunan birliklerinin başına giden paşa, sabahın erken saatinde
kalabalık sayılacak bir müfreze ile doğruca babıâli'ye gelip de sadrazamın
yanına girdi. Tam bir diktatör haşmetiyle: Bre herif mühr-ü hümayunu ver!
dedikten sonra pek dokunaklı sözler edip sonra aldığı mührü Cavuşbaşı Tahsin
Efendiye teslim edip, sadrazamı da bir ata bindirip, Çırpıcı Çayırında bulunan
kendisine ait askerin yanına göndererek enterne etti.
Ortaya çıkanı bir
teemmül edersek, karşılaştığımız vaziyet şu olur: Güçlü, muntazam bir orduya
sahip olan kumandan, padişahı ürkütür, sadrazamı kendince azleder, muhafaza
altına alır devlet görevlilerini oraya buraya sürer, buna ne ad verilir
sorusu, devlet gemisinin rotasından çıkmış olduğunun cevabıyla karşılaşır. Bu
arada ise devlet adamlarından bazılarını da babıâli'ye davet etmişti.
Babıâli'de vükelâyı
toplayan Alemdar paşa, uzun bir izahatın gereksiz olduğunu, yalnızca din ve
devlete aid bir iş için kendisini takip etmelerini istedi. Alemdar'ın maksadını
anlayabilen şeyhülislâm Arabzade Arif molla, önce bir tereddüt göstermişsede,
Alemdarın gazab dolu bakışını üzerine teksif etmesini gördüğünde, diğerleri
gibi ayak uydurmaktan başka çaresi kalmamıştı. Alemdar paşaya terslik şöyle dursun,
bir şey söyley.emeyerek peşi sıra takip etmeyi yeğlediler. Hep birlikte
Topkapı sarayının Ortakapısına geldiler. Alemdar paşa; Darüssade ağası bulunan
Mercan ağa'y1 huzuruna getirterek "Devletin bütün erkânı burada, ahalide,
Sultan Selim'in yeniden tahta çıkarılmasını istediğinden derhal kendisini
dışarı çıkarın. Burada biat merasimi yapacağız." Dedi. Şeyhülislâm
efendiyi de, vaziyeti anlatması için Sultan 4. Mustafa'nın yanına gönderdi.
Aradan biraz vakit geçmiştiki şeyhülislam telaş içinde geldi ve 4. Mustafa'nın
büyük bir kızgınlıkla kendisini yanından kovduğunu ve kapı-ann kapatılması
emrini verdiğini bildirdi. Bütün bunlar sa-ahtanberi sinirden köpürmüş bir
halde bulu-nan Alemdar paşayı gazabın son hududuna getirmişti. Artık ağzını her
dökülen sözler, padişahlara söylenmemesi gereken kelimeleri ihtiva etmekteydi. Bu arada da, yanında
bulunanlara, kapıyı kırmalarını emretmişti. Sultan Mustafa; vaziyetin aldığı
rengi keşfetmiş, kendisinin yaşamasını ve saltanatını devam ettirmeye matuf tek
tedbir olan ancak, çok habis bir çareye başvurdu. Şöyleki:
O sırada hanedanı
Osmaniye'de kendisinden başka iki erkek vardı. Bunlar da; eski padişah 3.
Selim, bir de daha sonra padişah olacak olan şehzade Mahmud idi. Bunları
öldürttüğü takdirde, hanedanın yıkılmaması için ona dokunulmayacaktı! Böylece
hem hayatını hem de saltanatı emniyet altına alınmış olacaktı. Bu vaziyet
karşısında emrinde olanlara bu hanedamn bahsedilen iki erkek üyesinin
katledilmeleri emrini verdi. 3. Selim, bulunduğu kendi dairesinde gayet feci
bir şekilde, kılıca karşı, ney'iie karşı koymaya çalışırken al-kanlar içinde
bırakılarak, şehid edildi. Kanlar içinde bulunduğu halde cesedi bir şilteye
konmuş olarak arz odasının önüne bırakılmıştı. Talihsiz ve mahlu padişahın beş
gün önce vefat etmiş olduğu haberini de epeyi mübalağalı bir tarzda ahaliye
duyurdular. Aynı dakikalarda da, genç şehzade Mah-mud'un öldürülmesine
çalışılmaktaydı.
Bereket versin ki
Sultan Mahmudun lalası Anber ağa ile Çevri Kalfa adlı hamiyyet sahibi Gürcü
ırkından bir câriye, melunane vazifelerini yapmak isteyen saldırganlara karşı
koymaktalardı Şehzadeyi dama çıkarıp saklamaya çalışıyorlar bir yandan da,
saldırıda bulunanlarla çarpışıyorlardı. Fırlatılan hançer ucu, Sultan
Mahmud'un kolunda bir yaraya, dama çıkarkende duvara toslayıp alnında küçük bir
yara meydana geldi. Sağ salim dama çıkabildi. Çevri kalfa; son anda şehzadeyi
yakalamak durumunda bulunanlara elinde bulunan mangalın küllerini savurarak,
gözlerini toza bulayıp zaman kazandırmayı becerdi.
Rivayet olunurki;
şehzadeye saldıranların arasında bizzat 4 Mustafa'da varmış! Bunun böyle
olduğunu belirten Ali Sevdi bey şunu söylemekte: "Kütüphanemde mevcud
olup, vazarm adı ve eserin ismi olmayan kitab, maalesef son babı-ali yangınında
yanıpda gitti" demektedir. Alemdar Mustafa Paşanın daha önce kırın emrini
verdiği kapı kırılınca ilk görünen manzara şehidin naşı olmuştu. İlk göreni de
Alemdar paşa idi. Şaşkınlığını gideremeyen, gördüklerine inanamayan bir halle
merhum padişahın cesedine kapanarak hıçkıra hıçkıra ağlayan koca adam:
"Vah efendim! Ben seni tekrar taht'a çıkarmak için bu kadar uzak
mesafelerden gelmiş i-dİm, gözlerim, seni bu halde gördüler ha! Şimdi şu
enderun halkını baştan başa kılıçtan geçirerek senin intikamını alayım"
diye inlemekteydi. Kırksekiz yaşında şehid olan 3. Se-lim'in cesedi Alemdar
paşanın kucağında biruh olarak, al-kanlar içindeydi. O sırada ise, inkılap
hareketleri içinde pişmiş bir kimse olan ve üzüntü ile infial halinde bir iş
görülemeyeceğinin idrakinde bulunan Ramiz efendi; Alemdar paşaya yaklaşıp:
"Şimdi ağlamanın sırası değil, tahtın yegane vârisi olan şehzade Mahmud bulunup
tahta çıkarılmalı" dedi. İlave etti: "Gecikirsek, korkmak lazım
gelirki ona da bir hâl olur." derdemez, Alemdar paşa aklını başına alır.
Derhal Sultan
Mahmud'un bulunmasını oradakilere emreder. Saray imamı Ahmed efendi, genç
şehzadenin saray damına çıkmış bulunduğunu haber aldığından, güç bela çık-uğı
damdan sultan Mahmud'u indirdi. Alemdar'ın yanına getirerek, "İşte
efendim, Sultan Mahmud efendimiz ben biat ediyorum" diye yüksek sesle
hitab etmişti. Alemdar Mustafa PaŞa, bilâfütur: "Padişahım! Ben buraya
amucanızı taht'a Ç'karmak için geldim. Kör olası gözlerim onu şu vaziyette
u|dum. Seni taht'a çıkarayımda müteselli
olayım. Lâkin
ultan Selim'i bu hale
koyan enderun ahalisini kılıçdan geçjrmeme müsaade buyur" Demişti. Henüz
yirmiüç yaşında bulunan daha bir iki dakika evvel belkide hayatının en zor ve
tehlikeli anlarını yaşayan Sultan Mahmud'un son derece yüksek olan metanetini
anlamalıki; ne yerde yatan alkanlara bürünmüş amucasının, cesedinin ürkütücü
manzarasından ne de, kükremiş aslan gibi saraya savlet eden, silahına sarılmış
ve intikam arayan Alemdar paşa ve maiyetinin hâl ve davranışları etrafı
velveleye veren feryatlardan zerre kadar bir korku duymayarak, gayet metin ve
mekin bir arslan sesiyle: "Paşa; şimdi silahlarını çıkar. Askerini dağıt.
Seninle görülecek işlerim var. Hemen Hırka-i saadet dairesine gel. Daha sonra
hâinleri ben buldurup, sana teslime bakarım." Demiştir. Genç padişahın,
böyle bir tavır ve otoriter davranışla Alemdar paşanın asabına hâkim olmasını
telkin eden emirleri hemen tesirini gösterdi. Alemdar Mustafa paşa sakinleşmişti.
İlk önce silahlarını çıkardı. Ardından askerin dağılmasını emretti. Yalnız
sultan Mahmud'un babasının vakti zamanında Alemdar paşaya maddi ve manevi
değeri pek yüksek bir hançer hediye etmiş olmasından mütevellit padi-şahdan
bunu taşıma müsaadesi taleb etti. Sultan Mahmud bu talebe müsbet cevap verdi.
4. Mustafa ise bu sırada Bağ-dad köşküne çıkmış sofada "ben bu taht'tan
inmiş değilim, Mahmud'u kim tahta çıkardı!" şeklindeki sözleri herkes tarafından
duyulduğu gibi, Hırka-i saadet odası içinde bulunan Alemdar tarafından da
işidildi. Bu sözler paşa-nın yine çileden çıkıp pür gazab kesilmesine sebeb
oldu. Hırka-i saadet odasından fırladığı gibi, bağırarak.
"Söyletin şu
adama beni kıyamete kadar lanetle andıracak bir harekete sevketmesin, bucağına
çekilsin!" şeklinde haykırdı. Saray imamı Ahmed efendi işin vahametini
anlayarak, hemen Sultan Mustafa'nın huzuruna çıkarak: "Efendim saltanatta
nasibinizin bu kadar olduğu görülüyor, artık birazda istirahat buyrun"
diyerek 4. Mustafa'yı harem dairesine göndermiştir.
Bütün bu gaileler
atladıldıktan sonra Hırka-i saadet önüne, Osmanlı tahtı kondu ve resmen biat
merasimi başladı. Vekiller, komutanlar, alimler, ileri gelen devlet memurları
biatlarını yerine getirdiler. İlk biati Alemdar Mustafa paşa yapmıştı. Çünküilk
karşılaşmadan sonra Sultan 2. Mahmud, Alemdar Mustafa paşayı hırka-i saadet
dairesindeki mükalemesinin akabinde sadaret ile taltif eylemişti. Böylece de,
Sultan 2. Mahmud'un ilk veziriazamı Alemdar Mustafa paşa olmuştu. Tabiatıyla
ilk biat edende ülkenin iki numaralı adamı olacaktı. Ne varki; tarihimizde
varlığıyla, fedakârhğıyla, metanetiy-le ve fikri aydınlığıyla daima yad
olunacak Alemdar Mustafa paşa hatayı burada, vezareti uzma makamını kabullenmesinde
yaptı. Çünkü Alemdar paşa yetişmiş, cesur, fedakâr bir asker, mühimce bir
kumandan olarak askeri meziyetlerini her zeminde ispateylemiş bir kimseydi.
Lâkin bir milletin, adeta yıkılması mukadder devletin yıkılmasını önleyebilecek
kadar mülki idaresine, siyasasına akıl erdirebilecek tecrübe-nin sahibi
değildi. Ayrıca kendisinde bir hırs ve tamah olmadığı herkesçe bilinen
hususlardandı. Sadareti kabul etmesi, ne servet-ü saman sahibi olmak nede şan
ve şöhret sahibi olmaya matufdu. Sadece milletini ve memleketin ahvalini
düzeltecek bir anlayışla üzerine aldığı düşünülmelidir. Fakat, bu vazifeyi
alacağına vazifeden uzak kalarak ancak eski tâbirle nigahban yâni bir gözlemci
olarak kalması pek daha isabetli olurdu. Aşağıda yazacağımız ve kendisinin
şehidliği-ne sebeb olacak feci vakaya, hep bu hâl İçinden yâni hizmet
edebilirim içtihadının yanlışlığını ortaya koymuş olacağız.
Biatin yapılmasından
sonra karışıklığa ve irticaya sebeb olanların bu günkü deyimle mürtecilerin
önde gelenleri birer birer eie geçirilip kimi idam edilmekte kimi ise ele
geçirme esnasında karşı koyduğundan öldürülmekte idi. Kimileri de; sürgün hapsi
boylamak gibi cezalara uğratılıyordu. Bu tavizsiz davranma anlayışı asayişinde
kısa zamanda rayına oturmasını sağladı (Hareket ordusu İstanbul'a girdikten
sonra aynen böyle olmadımıydı?) Sultan 2. Mahmud, yeniden nizamı cedid usulünü
tatbike koyuldu. Üstelik yalnız İstanbulda değil ülkenin her tarafında
uygulamaya soktu. Mutlak surette askeri alanda büyük hamlelerin yapılması icab
ettiğini her fırsatta dile getirmeye başladı. Bu arada bir çok askerin meslek
ile ilişkilerini kesip, orduyuda tensikata tâbi tuttu. Ne varki; askeri alanda
bunlar yapılırken sivil idare ve bilhassa adliye üzerinde hemen hemen hiçbir
hususa el atılmadı. En iyimser deyimle yapmaya vakit bulamadılar denebilirki,
buda ileri sürdüğümüz hususlarda bir şey yapılmamış olduğu manasına gelir.
Bütün ölümlülere hâkim olabilecek hususlardan sayılan gurur Alemdar Mustafa
paşanın da içine işlemekte vakit kaybetmedi.
Sultan 4. Mustafa'yı
tahttan indirip, Sultan 2. Mahmud'u Osmanlı tahtına çıkaran, kendiside sadrazam
olan, her dediğinin ikiletmeden yerine getirilmesinden hasıl olan neticelerden
devletin ve bilhassa İstanbul'un huzura kavuşturulması başarısının her devirde
bulunan dalkavukların yalana dayalı takdirleri istikameti sağlam olanları dahi
şaşırtır. Bozuk isti-kametlileri de safına celbederdi. Alemdar paşa öyle bir
anlayışa sahip haîe gelmiştiki, artık kendisini, biri karşı çıkacak diye bir
sıkıntı duymamaktaydı. Alemdar'a göre; artık yeni-
hiç bir değeri yok, ahali ise bir fesada
kapılacak ce- ve kabiliyete hâiz değildi. Halbuki paşa bu anlayışında ^tüğü
gurur illeti yüzünden yanılıyordu. Çünkü; yeni usul-rnemnun kılığıyla kendini
yutturan ancak eski usulün amini isteyen ve bunu da temine lâzım gelişmeleri
tertip-vecek bol sayıdada gayrı memnunlar vards. Bu zümreye a hil olanlar, her
an tutuşacak bir ihtilâl ocağı hazırlamışlar sadece kibrit çakmayı
bekliyorlardı. Böyle niyet taşıyanların en çok kullandıkları silah ise, iftira,
ülkenin işlerinin kötüledi-ği hususunda yalanların çoğunluğu teşkil ettiği
şayialar yaymak, bazı kimseleri birbirine düşürücü beyanlar uçurmak olduğu
herkesçe bilinir. Böyle düşünce yapısına bölgelerin tanınmış kahramanları da
katıldımı, artık iş sadece ahaliyi tahrik etmeye kalırki, bunlarda yalan
haberleri yaymağa çalışmak ve sık sık toplantılar tertibiyle ihtilâlin sebeb
vede esasları hazırlanırdı. Artık bütün bunlar olmakta idi. Bazı güngör-müş ve
kendisine sevgi besleyen kimseler, memlekette kaynatılmaya hazırlanan kazan
hakkında bazı bilgi ve haberler verdiler. Ne varki; kör olası gurur denen
şeytan pisliğinin insanı aldatıcı tesiri burada da kendini gösterdi. Alemdar
paşaya ne söylense kaale almıyordu.
Artık itibar ve
nüfuzunu artırmak için nizamı cedid askerine eski dönemde yaptığından da fazla
alâka ve iltifat göstermeye başlamıştı. Beri yandan bazı ulemâya kaba davranması
devlet hazinesinden bir sürü adamın hiç bir haklan olmadığı halde senelerdir
almakta olduğu maaşları kesmesi, konağına cariyeleri doldurarak, akşamlan içki
içip çalgı çaldırıyor dedikoduları mübalağalı bir şekilde müslüman ahaliye duyuruluyordu.
Hele birde kalenin içinden ele geçirilişi vardıki, o a Şöyle olmuştu: her ne
kadar paşanın adamıymış gibi ge-Ç'nen, gizliden gizliye ihtilâl yapacak
kimselere yardımı esirgemeyen bazı müfsidler irticaın yüksek tabaka arasında
yer alan mensupları,
harem dairesindeki cariyeleri bile elde ederek, Alemdarın şerefine zarar verecek
hallerin yapılmasını temin etmiştiler. Meselâ divanhaneye ve camiye silahsız
gitmeleri adet olmayan sadrazamların yerine, böyle yerlere silahsız giden bir
sadrazam çıkmıştı ortaya. Bu sadrazam Alemdar Mustafa paşaydı. Paşanın bu tarz
davranışı Rumeli askerinin bile infialine sebebolmuştu. Vaziyet bütün açıklığı
ile belirmişti. Ülke değil amma İstanbul'un insanlarının büyük bir kısmı
Alemdar paşa'nın hasmı kesilmişti.
1223 senesi
ramazanı'nin 26. gecesini 27. güne bağlayan, milâdi tarih ile 1808 yılının
16/kasım çarşamba akşamı, Sultan 2. Mahmud'un sadrazamı Alemdar Mustafa paşa,
şeyhülislâm Arif ef. dinin iftarına davetlidir. Bu davete icabet etmek üzere
babıâlideki sadaret konağından atına binmiş olarak yola çıkmıştır. Bir takım
adamların divanyolu üzerinde toplandıklarını vede bir takım dikkat çekici
davranışlar sergilediklerini görür.
Cesaret bakımından pek
az kimsede rastlanan hususiyete sahip bu sadrazam, atını bu toplanmış güruhun
arasına sürdü. Maiyeti erkânı da paşa'nın bu fütursuz davranışından aldıkları
cesaretle onlarda atlarını bu kalabalığın üzerine sürerek, ellerinde bulunan
değnek ve kırbaçlan gelişi güzel savurarak bir kaç kişiyi muhtelif yerlerinden
yaralamış oldular. Bu yaralıları o halleri ile yeniçerilerin devam etmiş
oldukları kahvehane bir takım toplanma mahallerine götürerek güya, seyirciymiş
rolüne bürünerek yaralıları göstererek yapılanlardan şikayete başladılar,
"efendim Alemdar gibi bir haydut paşa kendi arzusuyla gelip bir padişahı
tahtından indirir. Diğerini tahta kondurur." Dedikten sonra yeni padişaha
laubalilar gösterdiğinden bahsederek, ahaliyi galeyana getir-calıstılar. Daha
önceden hazırlatılmış bir hezele gurubu kendilerinin saray mensubu olduğunu bu
hâllerinin istik-I dönük herşeyden
haberdar olmalarını sağladığını hatır-k
konuşmağa başlamışlar ve bayramın hemen ertesin-a yeniçeri sınıfının tamamen lağv
olunacağını, bütün ümmet-i Muhammede frenk elbisesigiydirıleceğini, karşı koyan
olursa tecziye edileceklerini yeminlerle takviye ederek beyan ediyorlardı.
Bunların sonunda yeniçeriler müthiş bir kızgınlık içinde kışlalarına giderek
oradaki arkadaşlarını ve kan dökücü silahlarını alarak hep beraber Babıâli'nin
önünde toplandılar. Harekâtın mensubu bazı kimselerde İstanbul'un her bir
semtini dolaşarak "yangın var" nidalarıyla ortalığı velveleye
verdiler. Böyle yapmalarının sebebi ise; yangın sözünü duyan sadrazamı
babıâli'den dışarı çıkarıp, uzaktan yapılacak tüfenk ateşiyle vurup öldürmeye
dönüktü.
Alemdar Mustafa
paşa;daha işin başından beri yapılması muhtemel vakaları yıllarını savaş
alanlarında geçirmiş, nice komitacılarla beraber olmanın verdiği tecrübeyle
derhal anlamıştı bu sebebten de bütün şamataya rağmen yerinden kı-mıldamayıp
konağından çıkmadı. O zamanlarda sadarete gelenler bütün aile efradı ile
şimdiki İstanbul vilayet binasının bulunduğu mahalde vezir evi denilen kagir
bir binada oturur-lardı. Alemdar Musta-fa paşa'da bu kaideye tâbi olarak bahse
konu vezir evinde ikamet etmekteydi. Şehrin bir çok ye vazife almış bulunan
nizamı cedid askerinin yardıma °Şacağı inancı içindeydi! öte taraftan ne Levend
çiftliğinde ' Üsküdar'daki Selimiye kışlasında bulunan, nizamı cc-askerine işin
başındanberi hiç bir şekilde haber verilme-
Başka bir feci hâl
şöyle yaşanıyordu: Yeniçeriler hakaret telakki ettikleri davranışlar karşısında
kaldıklarını ve bunlara haddini bildirmek üzere ayağa kalktıklarını ve ağaları
bulunan yeniçeri Ağası Mustafa ağa'ya gel başımıza geç haberini yollamışlarsa
da, böyle bir cinayetin başında olamam diyebilecek asaleti gösteren ağalarını
pek fecii surette katletmişler idi. Bu vaziyet karşısında İstanbul'un sarsılan
asayişini yeniden rayına oturtabilecek bir otorite kalmamıştı ortalıkta!
İsyancılar işe bâbıâli'yi ateşe vermekle girişmişler hemence sadrazam konağının
pencere ve kapılarına atış yapmaya başladılar. Bu atışların çıkardığı gürültüye
rağmen, sadrazam konağına yardım ulaşmaması pek büyük mâna taşımaktaydı.
Konakta bulunan Alemdar Mustafa paşa ve sadık arkadaşları, silahlan ile
pencerelerden, mahzen mazgallarından mukabil atışlara başladılar.
Sayılan kırk-elli bin
kişiyi bulan müfsidler kitlesinin açtığı ateş salvoları, çıkarmış oldukları
gürültüler nasıl olurda saraydan işitilmez ve yardım gönderilmezdi. Babıâli
ile padişahın ikamet etmekte olduğu Topkapı sarayı arasındaki mesafe ve o
dönem içindeki İstanbul'un asude hâli bu seslerin padişahı cihanın kulağına
ulaşmasına engel teşkil etmezdi? Ne işbu! Konağın pencere ve kapılarına doğru
yapılan silah atışlarıkarşısında, Alemdar Mustafa paşa ve sadık arkadaşları
silahlaratarak cevap vermeye başladılar saldırganlara. Bir ara vaziyetten
haberdar olan rumeli askeri ile bir miktar nizamı cedid askeri olay yerine
yardıma koşmuşsada bu kadar kalabalık ve silahlı hayduda mukabele ve
mukavemetin mümkün olamayacağını gördüklerinden dönüp, gitmişlerdi.
(Yazıklarolsun. M. H)
Bu arada da bazı
devlet görevlileri ve nazırlarında buradaman sayılabilecek evlerde ikamet
etmeleri bu haydut gü-uhunun elinden hayatlarını kurtaramayanlarda oldu.
Bunia-arasında sadaret kethüdası olan yâni bu günkü İçişleri bakanı yerine kâim
olan meşhur Tahsin efendi fecii bir şekü-de katledildi. Rusçuk yaranından Behiç
ef. dinin yönettiği deniz kuvvetleri bu çirkin harekâtın içinde yer almamak asaletini
göstermişti. Bazı vükelâda zor belâ kaçabilmiş, sığınacak melce
bulabilmişlerdi. Asilerin konağı ele geçirmek için çeşitli yollar
deneyeceklerini anlamış olan Alemdar Mustafa paşa: "İçinizden söz anlar
iki kişi şu köşeye getirin, onlarla söyleşecek sözüm vardır" diye
seslendi, iki elebaşı geldi. Paşa: "Ben en son çıkacağım, önce daire
halkımı ocağın namusuna tevdi ediyorum. Buradan çıkaracağım, buna muvafakat
ediyormusunuz?" dediğinde asiler bu teklifi kabul ettiler.
Çıkanlar çıktı ve
konakta paşa ile beraber dört kişi kalmış idi. Bunlar, paşanın hayat arkadaşı
başkadın, paşamın hareminin yöneticisi Hadım ağa ve onsekiz yaşında bir güze!
ca-nye. Paşasözü aldı: "Ben bu rezillere nefsimi teslim etmek zilletini
asla gösteremem. Maksadım şu hezeieye mukavemet edebildiğimde etmek, ondan
sonra mahzendeki cephaneyi ateşleyip, onları ölümJebuluştururken, nefsime
sehidli-91 arzu ederim." Dediğinde, başkadmı ve hadım ağada fer-yad ile
"Paşa! Paşa! bizi hadım ve kadın diye tahkir etme. enın Azarında
ehemmiyeti olmayan hayatın, bizim
indi-m'zde de hiç bir kıymeti yoktur. Sadakatin isbat günü gelip
ıştır. Senden asla ayrılmayacağız, Lâkin şu kızcağız gençtir. Bizim, bu
kararımıza şahid olsun ve bunu tarih-
sayfalarına nakledecek
bir vazife üstlenmek için buradan çıksın. Tatbikatımızı anlatsın."
Dediler. Genç kızda dışarı çıkarıldı. Burada konakta kalma sadakati
gösterenler arasında bulunan onsekiz yaşındaki genç cariyenin gösterdiği
fedakâ-rane sadakate hayran olmamak kabil olmadığını belirtmek icab eder.
Bu sadakat her ne
suretle olursa olsun, hayatı istihkar eden bir fedakârlık olduğundan, şâirlerin
muhayyilesinde nice şiirlere ilham verebilir! Alemdar paşa kendini teslim
ihsas ettirdiği 42. bölük odabaşısını çağırdı. Yeniçerilere sovmeğe başladı.
Ağzı açık dinlemede olan odabaşının ağzına soktuğu rovelverini ateşledi ve
öldürdü. Hiç beklenmeyen bir hareket karşısında kalan yeniçerilerin sadrazamı
seri bir ateş altına aldılarsa da, isabet ettiremediler. Çıldırma raddesine gelen
asiler, evin her tarafını hedef haline getirdiler. Evin arka tarafından delme
ve dalma hareketine giriştikleri gibi, dama çıkarak oradan açmayı
başara-cakları delikten sadrazamı vurabilme şansı aramaktalardı. İşlerin
vardığı netice artık belli oluyordu. Hiç bir yardım gelmiyor, padişahın kulağı
dibinde patlayan mermi tarakkaları, Alemdar paşanın gözden çıkarıldığını
ortaya koyuyordu.
İzzet-i nefsine
yapılacak hakaretlere maruz kalmaktansa, nefsini savunan şehid olur anlayışına
sarılarak, hayatı istihkar etmişti. Vakar'ın son hududuna kadar sahip olan
Alemdar Mustafa paşa yanında asırların en fedakâr kadınları arasında sayılsa
yeridir diyebileceğimiz ismi meçhul kalan hanımefendi zevcesi ile bir sadakat
timsali olan harem dairesinin hadımağası ile bod-rum kata indiler. Cephaneliğin
kapısını açan sadrazam, elindeki piştovunu cephanelerin bulunduğu odaya tevcih
ederek tetiğine bastı. İnfilak pek müthiş olmuştu. Patlamanın sesinden konak
civarında bulunan asilerin büyük bir çoğunluğu yerlere serildiler. Sersem bir
halde nefa bile gittiklerini bilemez hâlegeldiler. Konağın kubbesi .. erjne
çıkmış bulunan ve delik açıp paşayı vurmayı plânla-nlar, infilakın tesirinden
enaz iki yüzmetre öteye uçtular. da tejef olanların miktarı ikiyüzelli kişiden
fazlaydı. Halk Alemdar paşanın
cephaneliği tutuşturup, firar ettiği zan-nında olduğundan her tarafta
aranmasına çıkılmıştı. Aradan çen üçgün sonra yeniçerilerin bir kısmı irtica
olayında vanmış bulunan babıâli enkazı arasında erimiş gümüş ile al-tun bulurum
ümidiyle yerleri kazarak araştırma yaparlarken karşılarına demir bir kapı
çıktı. Bu kapıyı kırıp içeri girdiklerinde bir demir kapı ile daha
karşılaşmışlar. Onu da kırmışlar ve karşılarında büyük bir odanın ortasında üç
tane cenazenin yattığı görülmüştü. İşte bu cenazelerden biri hamaset kapısının
Alemdarı Mustafa paşa, hanımefendi eşi ve sadık haıe-mağasına aid olduğu ortaya
çıktı. O zaman kaçtığını zan ettikleri Mustafa paşanın bu yiğitliği gösterip,
orada şehid olmayı bildiğini öğrenmiş oldular.
Alemdar Mustafa
paşanın cephaneyi ateşleyerek şehidliği seçmesi ve bu yapılması çok zor işde
kendisi ile birlikte fedayı cân eyleyenlerin gerçekleştirdiği yüksek seviye,
onların katilleri sayılanların ise, ne büyük cani ve mürteci olduğunu gösterecektir
aşağıya yazacaklarımız.
Alemdar Mustafa
paşanın cephaneyi ateşliyerek çıkan yangından sonra husule gelen dumandan
boğuldukları görülmüştür. Cesedi tanıyan mürteciler, Alemdar'ın boynuna bir ip
takarak Sultanahmed meydanına götürüp, orada ve bazı sokaklarda sürükleme
vahşetini gösterdiler. Naşı üç gün meydanın ortasında bırakıldı. Daha sonra
hangi hayır sahibinin delaletiyle Yedikule surları dışında açılan bir hendeğe
atılmıştır! İşte tarihimizin mühim bir
siması sayılan bu muhterem enkazdır ki meşrutiyet sayesinde pek yakın zamanda
unutulmuş olduğu hendekten çıkarılıp, şehadetinin olduğu yere, mutena bir
mevkie veya o civarda başka, münasib bir yere nakledilip konursa, milletde
kadirbilirliğini ispat edecektir. Ümmetin, meziyet sahibi evlâdlarından olan
bu zâtı, milletin, ziyaretgâh-ı daimesi olarak görmesi lâzımdır. Bu besa-let
heykelinin yâni yiğitlik timsali olan bu zatın kabri üzerine dikilecek abidenin
ehemmiyeti ve kıymeti, Tarihi Osmani Encümeninin himmetinin ve gayretinin
ölçüsü olacaktır.
Son söz: Cephanenin
infilak etmesinden sonra yeniçerilerinde onlara yardım eden hempalarınında
padişahın sarayına ne şekilde saldırıya geçtiklerini, daha ne gibi kötülükler
yapıldığını işlenen rezaletleri, Nizam-ı cedid ocağının lağvına nasıl muvaffak
olduklarını burada anlatmaya gerek yoktur. Çünkü; maksadımızın Alemdar Mustafa
paşaya ait hayatı anlatmaktan ibaret olduğu sizlerce de malumdur. Alemdar
Mustafa paşanın cenazesinin şimdiki babıâli kütüphanesinin olduğu yerde
bulunduğuna dair bir rivayet varsa da, vakanü-vislerin vesikalara dayalı
tahkikatına göre, cenaze daha önce söylendiği gibi Tomruk dairesinin mahzeni
müştemilatından birinde bulunmuştur.