Cemiyet-İ Tedrisiye-İ İslamiye
Sultan Abdülaziz Han'ın Avrupa Seyahati
Abdülazizin Hal Vakasına Doğru
Mıdhat Paşa - Elyot Gizli Buluşması
Hüseyin Avni Paşanın İstihbaratı
Kutay'ın Kaleminden Hâl Ve Katl
Sultan Abdülaziz'in Hanımları Ve Çocukları
Abdülaziz Hân'ın Sadrıazamları
Abdülaziz Hân'ın Şeyhülislâmları
Büyük Devletlerin Deniz Staratejileri
Babası: Sultan II. Mahmûd
Han
Annesi: Pertevniyâl
Vâlide Sultan
Doğum Tarihi: 1830
Vefat Tarihi: 1876
Saltanat Müd.:
1861-1876
Türbesi Istanbul
Çemberlitaş
H. 1277-M. 1861
senesinde Osmanlı tahtına cülus etmiştir. 24 yaşlanndaydı. Sultan 2. Mahmud'un
oğlu olup, Abdüi-me.Cid han merhumun küçük kardeşidir. Taht'a geçen Abdü-laziz
han, makamı sadarette, Kıbrıslı Mehmed Paşa'yı bul-muştu. Şeyhülislam Saadeddin
efendi idi. Hasan Rıza Pasa ise seraskerlik makamında oturmaktaydı. Devlet
içinde vazife yapmakta bulunanlar çıkartılan bir ferman ile bulundukları
yerlerde vazifelerinedevamları bildirilirken, bahse konu fermanda Tanzimat-ı
Hayriyenin tasvibe şayan olduğu açıkça görülmekteydi. H. 1272/m. 1856 fermanını
kapsadığı gibi. Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa'nın 1270/1854 yılında vermiş
bulunduğu lâyihanın üzerine kurulduğu metinden kolaylıkla anlaşılır.
Fermanı aşağıya
alıyoruz. "Vezir-i meâl-i semirim Mehmed Emin Paşa. Bu defa Cenab-ı
malikül mülkün, irade-i lemye-zeliyesiyle ecda-d-ı İzamımızın taht'ı saaded-i
bahtına, cülusumuz vukubulmuş olup senin mücerreb olan dirayet ve sadakatin
cihetiyle hutubcesim-i sadareti uhde-i rüyetinde ifa vesair vükela ve memurlar
da yerlerinde bırakılmıştır. Dev-let-i âliyemizin bimennihi Teâla ikmal-i
saaded-i hâl ve bilaistisna bilcümlei teb'ai-yi saltanat-ı seniyemizin
istihsali refa-hu saadetleri azim emelimiz olduğunu ve bu emniye-i hayriyenin
husulü ve kâffe-i sekene-i memalik-i mahrusemizin (temin-i can ve arazi ve
malları zımnında) tesis olunmuş olan kavanin-i esasiye-i adüye tarafı bizden
tamamen tekiyd ve te'yid kılındığını cümleye ilân ederim. Saltanat-ı seniyemizin
medarı te'yid vasais-i şevketi olan şeriat-ı şerife ki. adalet-i mahzadır. Onun
ahkâm-ı menfaası cümlemize delü'1
k-i selâmet olduğu
cihetle umur-u seri7 yeye ziyadesiyle rfkkat olunması matlub-u katiyemizdir.
Her devletin bais-i devam-ı ve tezyid-i şevket-i ve asayişi kanunu mevzuaya
herkes tarafından tamamiyle mutavaat olunmak ve kibar-i jr ve kübera cümleten
hakk ve vazifesi dairesini tecavüz tmemekle olacağından bu yolda hareket
edenier tarafımca mazhar-i mükâfat olacakları misillü, hilafında bulunanlarında
mücazatını görmeleri muhakkaktır.
Binaenaleyh umur-u
mütenevia devlet-i âliyemizde bilcümle daiyan ve bendegân ve memurin'in
istikametle hizmet ve sadıkane ifa-i vazaifle memuriyet etmeleri cümle evamir-j
müekkide-i şahanemizdendir. Muazzamatı mesalih-i düveliye hazreti muvafıkul
umurun tevfik-ı ve erkân-ı devletin akdem ve ittifakıile kârin-i hasen netice
olageldiği müsellemettandır. Devlet-i âliyemizin umur-u mülkiye ve maiiye
işleri derece-i matlube-i intizam ve mazbutiyete isali, işte şu kaidei
müsel-lemeye kemâli tevesülîe, yâni cümle tarafından halisane ve müstakımane
ihtimam ve gayrete menut olup tarafım dan ol babda her türlü, nezaret ve
ihtimam olunacağını ve bir müddetten beri, esbab-ı muhteiifeden nâşi, mesalihe
arız olan. müşkülâtın biavn-i Tealâ kariben defi hakkında masruf olacak
himem-i mahsusai şahanemize her daire ve idare canibinden hakkıyla ve tamamiyle
ittiba olunarak ve zâtımızca, devletimizin iade ve tezyid-i maliyesinden ve
teba'mızın refahından başka fikir ve emel olmadığı bilinen emval-i devletin
istihsali ve sarfında tasarrufat-ı kâmiley-i ve beyhude telefat ve sarfdan
vikayesini mucib olacak ıslahatın peyderpey tarafımıza arzolunmasi ve devleti
âliyemizin ahd-ı esbab-ı şevketi olan asakirberriye ve bahriyemizin dahi her
hal ve mahalde muhafaza-i ni zam ve intizamı İle refahlarına dikkat edilmesi Ve
saltanat-ı seniyemizin dost, müttefik olan düveli ecnebi-Vede câri bulunan
münasebatı müvalatkâranesinin anbean tekid'ine sarfı mec'hud ve muadehat-ı
münakide ahkâmına müstemirren riayet kılınması, velhasıl idarei devletin her cihet
ve fur'unda vazaif-i vaza-if-i nazaifî istikametle, iffet sadakat ve gayreti
cümlenin kendisine esas hareket ve bais-i felahı selâmet bilmesi irade-i
katiyemizdendir.
Şurasını dahi ilan ve
ilave ederimkİ, (tebeam'ın asayiş ve refahı hakkında olan arzuyu şahanem
istisna kabul etmeyeceğinden edyan-i akvamı muhtelifeden bulunanları dahi
cümleten tarafı hümayunumdan adalet ve himmet ile temin-i hasen halleri emrinde
dikkat-i mütesaviye göreceklerdir.) ve Cenab-ı Hakk'ın mülkümüze ihsan buyurmuş
olduğu esbab-ı azimeyi servet ve sâman'in tevessü-ü tedriciyesiki, saye-i makderi
tevaihi saltanatımızda cümlenin saadet-i halini mucib olacak, terakkiyat-ı
sahihedir. Onların ve devleti âliyemi-zin istiklâl hâli kaziye-i mühimmesinin
indimizde itirafkâr olduğunu dahi tekrar ederim. Hazreti Feyyaz-ı mutlak,
Habibi Ekremi hürmetine cümlemizi muvaffak buyura. Amin. fi/23/zilhicce/1277-m.
1861 Görülüyorki, 1277/1861 senesi nihayetinde devletin, siyaset ve dahili
idaresi programı yukarıdaki satırlarda mevzu edilen maksaddan ibaretti.
Hakikaten mali buhran sıkıntıyı son derece çoğaltmış, Karadağ meselesi
büyümüş, Hersek ayaklanmış, avrupada müdehale etmeye bütün bütün
niyetlenmişti. Bilhassa Sırp, Kara dağ sözleri pek kuvvetli olarak ortalıkta
konuşuluyordu. Tarih-i Lütfi, Rıza Paşanın seraskerlikden azliyle ve Namık
Paşanın tayini, Valide Sultana bin kese maaş tahsisini ve şehzadelerin
hazi-ne-i hassa'dan 419 bin kuruş aylık maaşiarı, sutanlann maaşları gibi
hazine-i maliyeye naklini yeni yapılacak işierin birincisi olarak gösteriyor.
Abdülaziz Han, tahta
çıkışının 3. günü Eyyüb Sultan Camiinde kılıç kuşanma merasim ve alayını
yerine getirdi. Tahta geçmeğe 3 sene kala 1274/1858'de dünyaya gelen vaktin sulu
icabı gizli tutulan şehzade İzzeddin efendinin doğum tarihi hatt-ı hümayun ile
ilan edildi. Abdülaziz Han, tahta ge-ceCeği zamana kadar, Mekke Mollası Ali
Satı Efendizâde Kadri Beyin, Eyübsultandaki evinde gizlenmişti. Hariciye nezareti,
âli mecalis-i tanzimat, meclis-i vâla İle birleştirilerek, ahkâmı adliye eski
adıyla reisliğe Şam'da bulunan hariciye nâzın Dr. Mehmed Fuad paşalara ihale
olundu. Ahkâmı adliye meclisi, biri mülkiye idaresine ve diğeri tezakir-i ve
tanzimi kavanin ve nizamata, üçüncüsü ise, hemenceilan olunan cinayet
divanları nizamı gereğince, havale olunması ait mahkemelere mahsus olmak üzere
üç kısma ayrıldı. Vakanüvis (resmi devlet tarihçisi) tanzimat meclisinin Damad
Mehmed Ali paşa ile sarraf Cezayirlioğlu Mıgırdiç arasındaki, mühür meselesi
denilen olaydan münakaşalara vesile olup, dava lâzım gelen şekilde hal olundu.
Bundan böyle de adı
geçen meclis'in kaldırılmasına lüzum görüldüğünü beyan edip, ilave etmekte
olduğu satırlarda di-yorki: Tanzimat meclisinin lağvı ile reisliğine ait 71275
kuruş ile meclisi vâla reisliğinin 60 bin 209 kuruş ve hariciye nezaretinin 67
bin 675 kuruş ve ticaret nezaretinin 49 bin 675 kuruş maaşları birleştirilerek
aylık 248 bin 884 kuruşun, 75 bin kuruşu hariciye ve 70 bin kuruşu meclis-i
ahkâmı adliye başkanlığına ve 35 bin kuruşu ticaret nezaretinde bulunan Safvet
efendiye tahsis olundu. Hazîneye 68 bin 884 kuruş
kaldı. Sultan
Abdülmecid merhumun, israf ve mest-i müdam olmaya yatkın eğiliminden, kâğıd
kaymenin meydana getirdiği zararları yüzünden, husule gelen emniyet ve güven
eksikliğinin sonundan dolayı kendisi hakkında ahalinin şikayetleri Çoğalmıştı.
Yeni padişahın mizacı, geleneğe, dine bağlılık gösterecek ümidini vermişti.
Milletin hakimiyeti adına Osmanlının ilk devir idare usulüne bağlı olacağını
ümid etmek
isterken, böyle bir
hatt-ı hümayunun okunacağını zannede-miyordu. Bu sırada Londra'da bir borç alım
antlaşması imzalanmıştı. 1862 borçlanması adıyla meşhur olan bu borçlanma,
Meyres istikrazının (borçlanmasının) başarısızlığını kapamak, problem olan
kaymeyi ortadan kaldırmak arzusuna dayalıydı. Şam ve Karadağınhadiseleriyse
kaymenin kaldırılmasını değil, fazlalaştırılmasını gerektiriyordu. Kaymenin
miktarı 250 milyon frank olarak sanılıyordu.
Nakit olarak
ödenebilmesi için 500 milyon franklık, yeni bir borçlanmaya girmek icab
etmekteydi. Ancak bunu'yapa bilmek, adeta gayri kabildi. Vaziyet böyle
olduğundan dolayı, %40 nakit ve %60 yeni eshamyani senetlerle değiştirilmek
üzere yıllık %6 faiz ve %2 anapara emvartismaniı 200 milyon franklık borç
antlaşması yapılıptütün, tuz, damga, patent gelirlerinden senelik 16 milyon
frank ayrılması gerçekleştirildi. Hazinenin darlığa düşmesi şu kadar had
safhaya gelmiştiki, borçların faizlerini ve maaşlarını öde yebilmek mümkün olamıyordu.
Bu yüzden evrakı nakdiyeye müracat ediliyordu.
Padişahın ihtiyat
hazinesinde para olduğu 1277/1861 tarihine aid taviz olayı meselesi denen,
şöyle bir vaka cereyan etmiş: <Bazı çok mühim zamanlar ve olaylar karşısında
devlet işlerinde kullanmak üzere düzenlenmiş olan ihtiyat (yedek) hazine çok
önemli askeri masraflara harcanmak ve ra-mazan-ı şerif münasebeti ile bütün
maaşların tamamen ödenmesi için borç almak suretiyle taraf-ı şahaneden maliye
hazinesine 40 bin kese 240 bin lira ulaştırılmıştır. Aradange-çen zaman çok
uzamadan alman meblağın maliye tarafından borcu terk ettiği görüldü. O sırada
sipariş olarak verilmiş bulunan ve inşasına başlanmış olan üç tane kalyon
masrafına bırakılması emrolunmuştur. >
1278/1861-62 yılı
vakaları içinde Ali paşanın 4. defa olmak üzere makamı sadarete getirilmesi
önem taşır. Kıbrıslı Mehmed paşa aklı
gidip gelen, dürüst cesur fakat sinirli bir kimse olması hasebiyle görevden
alınmıştı. Hariciye nezare-- e Şam'da bulunan Fuad paşa, meclisi vâla
reisliğine Kamil paŞa tayin ve nasb olundular. Yine bu sene nişan-i Os-mani
ihdas ve 23 bendi ve 5 fasıldan ibaret olan nizamnamesi yayımlandı. Mali
işlerin yeniden düzenlenmesine dair makam-i sadarete gönderilen padişah
tezkeresinde: <tenki-nat ve tenzilat, devleti âliyenin mevcud kuvvetine
zarar vermeyecek yerlerde aranılmak icabatıyla beraber fazla kısıntıdan bir
parçanın yavaş yavaş mevcud kuvvetinin ikmaline tahsisi ve tersane tahsisatına
mikdar-ı yeterli bir şeyin ilave olunması> beyan olunmuştur.
Deniz kuvvetlerimizin
mükemmelliğini temin için tahsisatına ayda 4 bin kese ilave edilmiştir. Bu
devrin tenkihatı (memur ücretleri ve maaşlarında indirim) daha sonra yine maliye
hazinesinden ve rilmek üzere erbabı havale devri yahud az sonra yine aid oldu
ğu yere iade muamelesiydi> Bu zamanlarda vekillerin ve memurlar ile kalem
memurlarının tayınları vardı. Hatta fetva makamının elimize geçen tayınat
pusulası şöyledir: <1500 okka ekmek, 350 okka pirinç, 210 okka ot, 300 kilo
arpa, 150 kantar saman, 90 çeki kömür, 2700 okka kömür> ki o zamanın
fiyatıyla 500 lira tutuyordu. Cemiyeti tabiyyenin kurulması, yeni kurulmuş
bulunan İtalya Krallığının tasdiki ve İngiliz Fransız, İtalya devletleriylen,
ticari antlaşmalar imzalandı. Ticaret nizamnamesinin uygulama alanına
sokulması, hatta Ali paşanın azledilip, Fuad paşanın sadarete tayini, bütçe
usulünün tesisi, divan-ı muhasebat kurumunun faaliyete geçirilmesi bu seneye
ait vakalardandır. Kavaim-i nakdiye hakkında deniliyor ki; <O esnada nakit
Verine olmak üzere piyasada dolaşmakta olan kavaim-i nak-d|yenin itibarına
sekte gelmesine dayanan yüzlük altun, ka- ile yüzseksenİ aşmış olduğundan erzak
ve çeşitli eşyalann fiatlarını yükselmişti. Zahirenin kilesinin 65 kuruşa yükselmesi
ekmek fiatının kıyyesinin yüzon, francalanın yüzkirk paraya satılmasına karar
alındı. Sonraları altunun değeri yükseldi. Hatta 400'e kadar fırladı.
Memleketeynin
birleşmesi gerçekleşti. Kuze Bey'in yönetiminde olan bu birleşme harekatı,
prens 1. Aleksandr Jan adıyla kurulan imaret sandalyesine oturması, CJlah ve
Buğdan parlamentolarıyla kabinelerinin, tek pa-şamento ve tek kabine şekline
dönüşmesi merkezi hükümet n Yaşşehrinden, Bükreş şehrine naklide gerçekleşti.
Yunan Meselesi: Tebamiz olan Yunanistan çok büyük bir isyan ve ihtilal
karşısında kalma emareleri gösteriyordu. Bu sebeble ihtiyatlı olmak bakımından
tedbirlere baş vurmak icab etti. Rumeli ordusu komutanı Abdi paşa ve
Yenişehir'de bulunan ferik Piri paşanın kumandalarında hududa asker yığmayı
yerine getirdik. Yunanların yeni tarihçilerinden biri diyorkİ:
<Eğer Kırım savaşı
sırasında Yunanistanın başında Kont Kavur gibi tecrübeli, liyakatli bir
diplomat bulunmuş olsaydı, Piyemon hükümetine benzer bir devlet, Osmanlıların
müttefikleriyle muhabere kurup büyük ihtimaldir ki;daha kazançlı
çıkılırdı.> Yunanlılar 1854 yılında Çar Nikola'nın memurları tarafından
Türkler aleyhine yaptıkları haçlı teşviklerinin oyununa gelerek sonu yanlış bitecek
bir hesab yapmışlardı. Fakat avrupada, kavimcilik anlayışı politikasının
geçerli hale gelmiş olması, o devrede onlarında emel ve arzularının aynen
İtalyan arzula-rına tetabuk etmekteydi. İngilizlerin düzenlediği tertip ve
iğfalatın sonunda 600 kişilik vatanseverini Kral Oton'un aleyhine kışkırtan
partinin reisi Aleksandır Mavro Kordato 1848'de hürriyet düşüncesi ve
kavmiyetçilik anlayışında olarak Yunanlılar için bir program düzenleyip yayımlamıştı.
Bu programlar genişleme ve katılım yani iltihak meselesiniihtiva etmekteydi.
Çünkü bu programda Yunanistan
n hangi memleket ve
diyarları kendine katabilmesi Ümkündür sorusuvardi. Kısmen dahi olsa
yunanlıları bir hükümet altında toplayabilmek için, hükümetin Yunan ırkına it
çoğunluğun bulunmakta olduğu Teselya, Makedonya, Foir ve Girit adası gibi ilk
adım atacağı yerler olarak göstermekteydi. Mavro Kordato İngiltere başvekili
Lord Palmers-ton'un müttefik ve ortağıdüşünceler taşıdığından bu sayılan
memleketlere Cezayir-i sebayı koymamıştı. Yunanistanın di-öer hülyası ise ancak
Bizans devketi zamanında toplayıp birleştirdiği gözönüne alınırsa İstanbul'a
doğru bakmağa başladıkları görülür.
Nasıl ki; İtalyanlar
Roma'ya göz dikmişlerse... İşte kral Oton da 1855 senesinde Osmanlılar
aleyhinde harekete geçmeye bu fikir sebebinden dolayı kalkıştı. Pire'yi üç
sene İngiliz ve Fransız askerlerinin işgalinde bulundurmasına göz yumdu. Paris
antlaşması Yunanlıların kabahatlerini ortadan kaldırdıysada Yunanlılar kral
Otton'u affetmediler.
1272/1856'da
yayımlanan ferman ile müslüman olmayan tebanın can, mal ve ırzı nadesi bütün
bütün kızmalarına sebep oldu. Müslümanlarla müslüman olmayanların barışması
yunanlıların ümit bağladığı düşünce tarzına büyük bir darbe olmuş, onları büyük
bir mağlubiyete düşürmüştü. Bu yüzden hırslarını zaten az akıllı ve hükümet
işinden bıkmış olan krallarından aldılar. Esasında Otton yunan emellerine
lakayıt kalmayıp hissen ve siyaseten onları teşvik edip, yardımcı oluyordu.
Ancak onu anlayamayıp hesab edemediler. Kana-r's, Bulgaris gibi Yunan
istiklâline emek vermiş kah ramanla-nn kral Otton aleyhine yürüttükleri
muhalefet hareketleri bütün partiler tarafından desteklendi. Yunanistanda
krallık sarsıntı geçirdi.
1254/1839 senesinden
beri, İngiltere devleti Oton'un mensub olduğu Bavyera krallığı sülalesini,
Yunanistandan
söküp atmak
düşüncesini taşımaktaydı. İtalya kralı Wiktor Emanuel de buna onay vermekteydi.
Çünkü Emanuei'in kardeşi Dük Dojen bu işe İngilizler tarafından uygun bulunup
ileri sürülmüştü. Ancak bu durum Kont Kavur tarafından müsbet karşilanmayıp net
bir tarz içinde red olundu. Diğer taraftan kra!, İngiltereden gördüğü sıkıntı
dolu tehditlere, yunanlılardan maruz kaldığı hakaretlere 1277/1861 senesinde
İtalyan Garibaldi, Kra! Oton arasındaki bir takım müzakereler yapılıp, bundan
maksad Yunanlıların kıyamı karşısında, su-küneti temin için ihtilal ordusu
getirmek yolunu bulmaktı.
Wiktor Emanuel buna da
evet demişti. İş olup bitmek üzereyken Atapoli ile Şiyre'de bulunan Yunan
askerleri ih tiİal hareketini başlattılar. Ruslar ise kral Oton'dan memnun değildiler.
Hatta onun yerine 1. Nikola'nın torunu DÖlehtenburg ikame olunmak isteniyordu.
Bu vaziyet karşısında her taraftan yapılan hücumlar karşısında yardıma muhtaç
hale geien kral Ot on, bütün vilayetleri dolaşarak kendisine taraftar toplamak
ve kuvvetlenmeyi esas almıştı. Atina'dan ayrılır ayrılmaz 1862 yılının Ekim
ayında bazı vilayetler halkının, apansız payitahta saldıracakları haberleri
Atina'da dolaşmaya ve kulaktan kulağa yayılmaya başlandı. Her ne kadar bu hususta
askerlerin muhalefeti zararlı görülmüş isede, ahalinin kral aleyhine anlaşmış
bulunduklarını deklare etti.
Böylece askerler iîe
halkın arasında çok hafif, dostlar kavga görsün misalinden olarak bir
müsademeden sonra kucaklaşma oldu. Vakit geçirmeden meclis azalarından
Buigaris, bahriye nazır vekili Kanaris ile sabık vekillerden Rufo'dan meydana
gelen, geçici bir hükümet kuruldu. Bu hükümet kral Oton'un tahttan
indirilmesine, eşinin ve hanedanının her hangi bir azasının, Yunan hükümeti
üzerinde bir hakları kalmadığını ilan vazifesinide yerine getirdi. Kral bu
duruma ancak dönüş esnasında muttali oldu. Atina'ya bir iki saat me-
afede bulunan Pire
limanında içinde bulunmuş olduğu Emili simli Yunan gemisinden inip İngiliz
gemilerinden olan Sekil adlı savaş gemisine binerek avrupaya gitme yolunu
seçti. İn-
|izler Rusların
bulduğu INikola'nın torunundan endişeli olduklarından, Danimarka kralının oğlu
prens Yorgi'yi teklife ve Cezayir-i seba'yı Yunanistana katmaya rıza
gösterdiler.
Sözkonusu adalar 1815
yılından beri İngilterenin idaresin-deydi. Perns Jorj; 1863 senesi mart ayının
30. günü kral ila-nolundu. Bu netice Yunan arzu ve emellerine adeta bir
bahşi-soldu. Yunanlıların megalo ideallerine hazırlanmış bulunan Girid'e el
atmaları, söz konusu gelişmelerden sonra başlamıştır. Dünyada hemen hemen
dünkü tebamsz üzerinde boy le hesaplarla planlamalar yapılıp kuvveden fiile
çıkarılırken, bizler neleri gerçekleştiriyorduk? Söyleyelim: esasen 4. veya 5.
dereceden meşguliyetten sayılabilecek işlerden olan, usul-u teşrifatiye'ye ait
düzenlemeyi, hayli zaman ve şiddet içinde şekle bağlamaya muvaffak olmuştuk.
İşte bu çalışmanın
neticesinide aşağıya alalım: Rütbe-i müşiri vezaret, Sudur-u rumeli ve anadolu
payesi, rütbe-i bâlâ ricali, İstanbul payesi, feriklik rütbesi, rütbe-iula
sınıfı evveli, Rumeli beylerbeyliği payesi, Mirlivalık rüt-besi, Mirmi-tanlık
rütbesi, Rütbeiûla sınıfı sânisi, bilâd-ı hamse mevleviy-yeti, miralaylık,
rütbe-i sâniye-i sınıf-ı evvel mütemayizi, mahreç mevleviyyeti, rütbe-i sânii
sınıf-ı sânisi, kaymakamlık, Istablİ amire müdürlüğü payesi, Kİbar-ı
Müderrisinler binbaşılık rütbesi, rütbe-i sâlise, Kapıcıbaşılık, Muvassalai
ouleymaniye madununda bulunan müderrisler, Alay eminli-gi, Rütbe-i râbi,
kolağalık, hocalık, yüzbaşılık.
Dar-ı şurâi askeri
reisliği lakab bakımından balâ sırasında olup, mertebece rütbe-i balâ üzerinde,
yani o zaman maariftaretinin alt tarafındaydı. Subaylara ve komutanlara,
lakabıresmi tahsis kılındı. Osmanlı nişanı (madalya)'nın verilme alanları
genişetildi. Hatta bazı kimselere verilen dört kıta murassa Osmanlı
nişanlarına 980 bin 475 kuruş sarf olunmuştur.
Genç ve yeni padişah
Abdülaziz han, Bursa'ya bir seyahatte bulunarak, devletin kurucusu ve
dedelerinin dedesi, Osman Gazinin türbesini ziyaret ederek dualar eda ettikten
sonra, İstanbula avdet etmiştir. Galatada Rizeli Sofu baba adı ile tanınmış
birinin çırağığı olan, ancak kaderin icabından saraya damad olmuş nice mühim ce
makamlara geldiği gibi, bu arada da makam-ı sadarete gelen, Mehmed Ali paşa,
üzerinde mabeyn müşirliği olduğu halde defaetler seraskerlik, kaptan-ı
deryalık, Tophane ve Sıhhiye nazırlıklarına ve bunların üzerine de hazine-i
hassa nezareti verilmesi gibi ga-rib bir saltanat sergilendi. Paşa kanaat
sahibi bir zat olduğu için, yalnız kaptanı deryalık maaşını almış ve hazineye
bu yüzdende her sene 2500 kese yani 12500 lira istifade etme şansı vermiş
bulunmaktadır.
Öte yandan Karadağ
savaşı şiddetlenmiş ve Abdül Mecid han merhumun son zamanlarında Bağdad
ıslahatına vazifelendirilen Serdar-ı ekrem Ömer paşa geri gelmiş ve 2. defa
olarak Karadağ'ın terbiyesine görevlendirilmişti. 1852'de yani on sene evvel
meydana gelen cezalandırma da 4500 şe-hid ve 5 bin yaralı vermiştik. 30 şu
kadar milyon kuruş sar-fetmiş ve Avusturyanın verdiği ültimatom üzerine işi yüzüstü
bırakmıştık. Fakat bu seferde meydana gelen Garahova savaşında Hersek'te
bulunan slav gayreti uyandırılmıştı. Buraya gelince bir miktar islav,
panslavizmden yani ıslavların birleşmesinden bahsedelim. Bu birleşmenin
gayesi, ictihadla olmazsa kuvvetle ortodoks mezhebinin bütün gücü ile dini fikr
yoluyla birleşmiş olan cinsiyet fikri ile şark dünyasının Rusya niyabeti
altında yeniden kurulmasıdır.
1274/1856 senesinde
Moskova üniversitesi kurucu ve koyucusu Bahmatyef in reisliğinde Poğodin ile
Popof'un yar-. mıarı ile slavlar lehine olarak bir yardım komitesi kuruluştu.
Hükümet tarafından da tahsisatla desteklenen Sırplar •ıe Bulgarlar arasında pek
muazzam faaliyet göstermiş bulu-an bu komite, on sene sonra üniversitenin
yüzüncü yıldönümü hasebiyle toplanan Moskova kongresinde takdis olunarak
Slavların birleşmesi hususundaki nazariyeyi kabul ettirdi. İşte Rusyanın,
Hersek taraflarında açdığı isyan bayrağı, bu panislavizmin tesiriyledir.
Hersekliler Mostar'daki ecnebi devletler konsolosluklarına verdikleri
dilekçede <OsmanIi memurları ile milli hükümetleri arasında kendi
menfaatlerini gözetecek bir kocabaşı bulunması dinlerine hürmet edilmesini,
klişeler ve klişelerine çan kulesi inşa kılınmasını, kendi milletlerinden bir
piskoposun reisi ruhaniliğinde bulunmalarını, mektebler açabilmelerini,
zabtiyelerin hanelerinde ikamet etmemelerini, beylere zirai mahsullerden
dörtte birden fazla vermemelerini, verilen dörtte birlerin vekilleri tarafından
tahsil olunması vergilerin hane başına maktu olarak tesbiti ve tahsillerini
kocabaşların yapmasını taleb ediyorlardı.
Hükümet Hersek'te
kopan patırdıları teskin için serdar-ı ekrem Ömer paşayı yollamıştı. Bu sırada
ise Karadağ, Mirko yâni, Garahova galibinin idaresinde bulunuyordu. Eşkiya çeteleri
hududu tecavüz edip, Hersekli asilere yardıma başladılar. Sotirina, Nakşik
gibi mevkiler ellerine geçti. Osmanlı as-keriyse hudud boyunca bir güvenlik
kuşağını tesis etmişti. Donanmamızın gemileri bunların limanlarını ablukaya
almıştı- Karadağ prensi de bu ablukayı protesto etti. Fakat Ömer paşa yeter
miktardaki askeriyle Hersek'e gelmişti. Eşkiya C>oga boğazında Diyobu'da
başarılı olup toplandılar. Biyava denilen bölgede Ömer paşa'yı beklediler.
Ancak; Ömer paşa °unlan pek feci bir hezimete uğrattı. Karadağ beyi, hâlâ
bitaraflığmı muhafaza ettiğini ilan ediyordu. Diğer taraftanda asker
toplamaktaydı. Bu vaziyet karşısında babıâli, askerini dağıtması hususunda
ihtarda bulundu ve red ile karşılaşınca bütün sının abluka altına aldı.
Tarihler 1278/1861-62 senesini gösterirken, Serdar-i ekrem 60 bin kişilik
kuvveti ile yürüyüşe geçti. Tarih-i Osmani yazarı, Dö La jönkiyere göre:
<Karadağ reislerinden devamlı olarak, gerek kuzey batı gerekse güney batı
yönlerinden Nakşik ve Espoz kalelerinin hakim oldukları vadi ile toplanmış iki
müselles (üçgen)'den meydana gelmiştir. Derviş ve Abdi paşa kumandalarında bulunan
iki kolordu iki noktadan hareket ederek Duga vâ dişi ve boğazını tazyik edecek
ve merkezde birleşecek idi. Hüseyin Avni paşa kolu; düşmanı, Berda tarafına
çekerek iki kolordunun da hareketini kolaylaştıracaktı. Ancak Hüseyin Avni
paşa bu vazifeyi yerine getiremedi. Liyn boğazında bozuldu. Böylece prens
Mirko tastamam iki ay Derviş ve Abdi paşaları tevkifat altında tutmayı
başardı. En sonunda Derviş paşa tarafından çok ustaca yapılmış bir manevra ile
Doğa boğazı çevrildi. Osmanlı askerini Osteroğ'un altına getirdi. Mirko İki
ateşarasında kalarak kaçmadan başka çare bulamadı.
Fakat, Karadağlılar,
Osmanlı askerlerinden esir düşenlere reva görüp uyguladıkları vahşet,
nefretleri toplayacak bir haldeydi. Burunlarını, kulaklarını kesip
salıveriyorlardı. Yaralılar bu vahşet veren görüntü yüzünden İstanbul
hastanelerine getirilmeyip, Kale-i Sultaniye yâni Çanakkalede bulu-nan
hastanelere yatırıldılar. Tedaviden sonra İstanbula gönderil-meyip
memleketlerine sevk olundular, bunun için peşlerinden cerrah bile
yollanmıştır. Avrupa devlet ve hükümetlerinin hiç birinden ne bir ses nede bîr
soluk işitiliyordu. Yalnız Papa 9. Pi, Arnavutlukta bulunan katolik
piskoposlarına bir beyanname göndererek katoliklerin Türklere yardımda
bulunmalarını emr eyledi. Zaten Ömer paşa plânını değiştirmişti.
Cernoviçka ile Rika
boyunca çıkarak, Rika'da meşhur Mirkopek feci bir mağlubiyete uğrattı. Çetine
üzerine yürüyü-Vaziyet bu şekle bürününce, avrupa diplomasisi kendini duyurmaya
başladı. Sulh yapılmasına karar verildi. Osmanlı ordusu yapılan sulh sebebi
yüzünden Çetine'ye giremedi. Kumandan Ömer paşanın ortaya koyduğu şartlar
Karadağ'ın devamlı olarak Osmanlı tabiyetinde ka imasını temin eden
şartlardandı. Mirko'nun Karadağ'da ikamet edememesi, Karadağdcjn geçip,
İşkodra'dan Hersek'e giden yol üzerinde Blakhavzlar inşası şartlan müzakerenin
başhcala-rından idi. Karadağın kılıcı olduğu söylenen Mirko'nun uzaklaşması
şartı, daha sonra ortadan kaldırıldı. Çünkü tenezzül edilmez bir şartidi.
2. şarta Ruslar itiraz
ettilersede, hükümet hemen Karadağ toprağı üzerinde bir bina inşa ettirdi.
Avusturya ile Fransa yıkılmasını istediler. Müzakereler sonunda yolun açık
kalması meydana gelecek yolcu kaybının, Karadağ tarafından tazmin edilmesi
kararı alındı. Yapılmış bulunan ve adına blokhavz denen binanın yıkılmasında
anlaştılar. Ancak hudud boyuna böyle binalardan epeyi sayıda inşa edilerek
Karadağ kontrol altına alınmış oldu. Karadağın teskini, Hersek'ıe uç veren ihtilalin
teskin olunmasmıda sağladı. Ancak panslavizmin teskini artık mümkün olmayacak
dereceye varmıştı. Hatta beş ay sonra çıkan Girid isyanı sırasında balkanlarda
şu mealde bir nağme-i ittihad yani birleşme türküleri dolaşmaktaydı:
<Ey şahinler,
kalkınız, islav namını kemal-i asaletle taşınmağa çalışınız. Haydi şimdi
ellerimizi şimal (kuzey)'in kartal-lar|na verelim. Bulgar, Rus, Çek, Sırp,
Kaaradağ, bunların hepsi aynı ananın çocuklarıdır. Hepsi aynı din ve aynı kanın
kardeşleridir^ Bütün bu harekat, bu teşvikler, kavimlere hürriyet vermek
bahanesiyle yürütülen bütün hissiyat Romanof'ların yani Rus imparatorluğu
hanedanının menfaati hesabına idi. Meşhur Katkof ile dostlarından olan diğer
panisla-vizm taraftarları Rus idaresi altında toplanma isteklilerinden
olduğundan başka, hakiki islavlar olmadıklarını beyan ediyorlardı. Bunlar
Çarlarının istibdat ve hırsının koru yucuları idiler. Panislavizmi doğrudan
doğruya dil ve ırk bakımından ustaca birleştirebilmiş, hukuki bahanelerle sırf
istila politikasına ait bir entrika olmuştu.
meydana çıkan ihtilal
ile Karadağ savaşları, Sırplarda birbirlerine yaklaşma istikametinde tahrik
vazifesi görmüştü. Bu bakımdan Sırbistan hududunada asker gönderilmesi yoluna
gidildi. Bu askerin çoğunluğunu başıbozuklar teşkil etmekteydi. Sırbistanda
kurulmuş olan Obranoviç sülalesi, sırp hükümetinin kaidelerine büyük saygı
duymakla beraber is-tiklal-i tammeye çalışıyordu. Diğer taraftan Belgrad,
Semen-dire, Sokod Oviça, Sabaç kalelerinde Osmanlı askeri bulunuyordu.
Çünkü 1830 senesinde
imzalanan bir mukavele mucibince müslüman halka bu, altı tane kale dışında
ikamet etmek yasak, bu altı yerden başka yerlerde, Sırpların kanunları geçerli
idi. Ecnebi tarihlerin söylediklerine bakarsak: "Osmanlı hükümeti yazılı
mukavelelere riayet etmiyor, hatta Belgradda bulunan muhafız paşa bu memleketin
işlerine müdaheie ettiği gibi müslüman ahaliyede hristi yanlarla dolu şehirde,
bir mahalle kurdurtmuştu. Bundan ayrıda köylerde bulunan Osmanlı halkı sırp
kanunlarını takmıyordu. Sırbistan prensliği islav karışıklıklarından istifade
edip, Obranoviç hanedanını halkın vanında daha makbul hale getirmek
düşüncesiyle ve bu şikayeti için İstanbula Garaşinin'İ saldı. Babıâli bir karma
komisyon kurarak tahkikata başladı. Ele
geçense; baştan avma bir cevabla iktifa
oldu. 1861 senesi aralık ayının 21. nünü Âlî paşa, Sait efendi isimli birinin
komiser tayin edildi-öini bildirdiysede, adı geçen zat Sırbistanın prenslik
müdür-lüaünden Ristiç'in ısrarına rağmen İstanbul'dan yola çıkmaya bile lüzum
görmedi. Bununla beraber Sırpların durumu her aeçen gün vahim vaziyete eğilim
gösteriyordu. Sırplarla, müslüman ahali arasında her an münakaşa ve büyümeyen
itiş kakış oluyordu. Bu sırada 1 O/haziran 1862 günü Belgrad civarında bulunan,
Topçudere isimli yerden, bir Osmanlı askeri çeşmeden su almak için gittiğinde
sebebsiz çıkan ani bir kavga esnasında bir Sırplıyı öldürdü. Katili yakalamak
için koşmakta bulunan jandarmanın üzerine Osmanlı karakolun dakiler tarafından
ateş açıldı. Bu ateşin sonucunda polis tercümanı bir Sırplıda vuruldu.
Belgradlılar olayın duyulmasıyla silaha sarılıp Osmanlı karakollarına hücuma
geçtiler. Bazı karakolları da zorla ele geçirdiler. Garaşnin, ahaliyi teskine,
çalışarak esir edilen Osmanlı askerlerini ve sırp askeri müfrezesi
koruyuculuğunda olarak kaleye yolladı. Fakat bu asker kale önüne geldiğinde
kendilerini tehlikede görerek, Sırp müfrezesi üzerine ateş açtılar. Bu vaka
Belgrad halkını ayağa kaldırdı. Şehirden kalenin kapılarına kadar sipere
girdiler.> Sırp idaresi müdürü ile Osmanlı kale muhafızı paşanın arasını
ecnebi konsolosların yardımıyla cereyan eden müzakereler neticesinde şehrin
Osmanlı askeri tarafından tahliyesiyle bulmaları kabil oldu. *
Graşanin; Osmanlı
askerinin kale içine girene kadar, taarruza uğramayacaklarını ve müslüman
halkın, can, mal ve nnülklerininde emniyet altında bulunacağının teminatını verdi-
Ancak askerler ahali kaleye sığınınca Belgrad şehrini to-pa tuttular. Tabii ki
bu hadise avrupaya dehşetli mübalağa ile duyuruldu. Fransa hükümeti yani 3.
Napolyon, Rus çarı 2.Aleksandr'a hulus çakmak niyetiyle İstanbul'da bir konferans
toplanmasını teklif etti.
Osmanlı hükümeti,
Belgrad hadisesi tahkikatına ecnebi konsoloslarınında katılması teklifini
istiklalinin aleyhinde görerek kabul etmeyip red eyledi. İstanbul konferansın
da Avusturyanın, Belgrad konsolosu mösyö Wasich'in muhafız paşayı şehri bombar
dımana teşvik ettiğini öne süren şüpheler dile getirildi. Avusturya zaten
Sırpların aleyhinde bulunmaktaydı. Hatta İstanbul sefiri Sir Hanrî Bulver, on
maddeden meydana gelmiş bizim bakış açımızdan gayet uygun bir layiha ile
tekliflerde bulunduki, bunda hükümetin, Belgrad şehrini bombardıman etemekte
haklı olduğunu ileri sürüp, tasdik ettiğini açıklıyordu. Fransa elçisi mösyö
Muster ise, bağlı bulunduğu hükümeti adına Belgrad ka leşinin Türkler
tarafından terk edilmesini kabul ettiremedi. Velhasıl 1862 senesi Eylül ayının
8. günü düzenlenen protokolde Sokot ve Oviça kalelerinin Sırplara bırakılması
müslümanların kale içine çekilmesi, Belgrad dahilinde bulunan karakolların kaldırılması
Osmanlı muhafız askerleri tarafından işgali, karma bir komisyon tarafından
tensib edilecek yerlerde Osmanlı hükümeti tarafından yaptırılacak istihkamların
inşaatında, kullanılacak emlak, sahipleriyle anlaşmak için Sırbistan hükümetiyle
antlaşma yapılması, dîni maksatlar için kullanılan binalara dokunulrnaması
karar altına alındı.
Siyasi vakalar
olduğunda görüldüğü gibi Osmanlı hükümeti 3 sene sonra kale dışında bulunan
bütün emlak ve binaları aldığı nakdi tazminat karşılığında Sırbistana terk
etme yoluna gitmiştir.
İç meselelere gelince:
Sultan Abdülaziz han, askeri işlere ve ticarete çok önem vermekteydi. İzmit'te
inşa olunmakta olan ve tamamlanmış bulunan Rehber-i Nusret gemisinin denize
indirilmesinde yanında Mısır valisi Said paşa olduğu hal hazır bulunmuştur.
Tarih-i Lütfi bu münasebetle diyorki: <Said paşa gezip tozduktan sonra
İstanbul'a geldi ve bir müddet sonra yine geze geze Mısır'a döndü. Seyahati
sırasında Girid adasına bile uğramış imiş?. Girid'de kaldığı bir kaç gün
zarfında vila yet tarafından kendisine yapılan hürmet ve riayete mukabil bazı
memurlar ile askeriyeye men-sub kimselere verdiği paraların taksimiyle fakat
vali, ekselans İsmail paşaya özür bildirerek, buna karşılık ısrar edildiği
2500 altun irade çıkıncaya kadar yanında bulundurup beklettiğini ve selefi
vali paşaya Önce bu yolda 5000 lira verilmiş olduğunu sorması üzerine, adı
geçen paranın kabulüne izini bildiren emirname gönderilmiştir. 1279/1862
senesinin mühim vakalarından biri de istanbul sergisinin açılması, Varna,
Rusçuk, demiryolunun inşaasına başlanması, Karadağ meselesinin sona erişi,
Fuad paşanın sadaretten alınıp, yerine Mısırlı Kâmil paşanın getirilmesi,
devlet-i âliyenin bütün kanun ve nizamlarını içine alan Düstur'un neşri, Mısır
valisi Said paşanın ölümü üzerine İsmail paşa'nın vezaret rütbesi ile tayini
zırhlı donanmanın İngiltereye sipariş edilip, imalata nezaret etmek üzere Ateş
Mehmed paşa'nın kaptan-ı deryalığa tayini ve mali ıslahata dair sert bir hattı
hümayun çıkarıldı. Bu çıkarılan hattı hümayun az aşağıda sahifelerimizi süsleyecektir.
Vaziyetin tahkikatı ve bütün ülke çapında ve anadoiu-ya ve rumeli taraflarına
birer heyeti teftiş etme görevi ile gönderildi. Sultan Abdülaziz'in Mısır'a
seyahati, Mısır'da angarya usulünün kaldırılması, Süveyş kanalının
tarafsızlığının temini Prens Kuze'nin Memleketyn'de icra etmekte olduğu
ıstibdad dolu idaresinden dolayı karışıklıklar çıkması. <şimdi burada Ahmed
Rasim bey merhumdan; şu alıntıyla süsleye-lim! Bir hattı hümayunda
denilmektedirki: hazinenin muvazenesinin sağlanıp yerine konması, yani gelir
ile masrafın karşılaştırılması tarafımızca mühim bulunduğundan ve buna apaçık
delil olmak üzere ihtiyatlı olmak için ayrılması lâzım gelen aylık 5 bin
kesenin iş bu şubat ayı başından sonraya terk olunarak kesilip ve sultanların
maaşlarının dahi iptali pusulalar gereğince düşürülmesi irade-i mahsusamizm
ica-batından olduğu gibi asla hatır ve gönüle bakiimayarak İstanbul ve taşra'da
bulunan lüzumsuz memurların hakkaniyete uygun olarak düzenleyerek sahihlerinin
hakiki ihtiyaçları bulunmadığı halde sebebsiz olarak tahsis kılınmış normalden
fazla olan maaşların ve kavaim-i nakdiyenin kaldırılmasıyla layık oldukları
yere çıkarılıp devletimizin geliri kabil olduğu müsadeye kadar ilerleyiş
sebeblerinin elde edilmesi ile hazinenin dengesinin sağlanması...> Rasim
Beyden 2. alıntıma Mısır seyahati olup şöyle: <29/şevvalinin cuma selamlığının
ifasından sonra, sarayı hümayunda toplanan vekiller ve memurlar padişahın
iltifatlarına nailiyete ererek büyük sevinç içinde ve yanlarında genç
şehzadelerde bulunduğu halde, serasker Mehmed Fuad paşa ve padişah hocası
<AkşehirIi Hasan efendi v. s bendegan ve yakınları bulunduğu halde Fevz-i Cihad
isimli vapura binerek Akdeniz istikametlerinde hareket etmişlerdir. İstanbul'a
dönüş gecesinde çarşı ve pazarlar açılıp, ahali sabahlara kadar sevinç
avaze-leri içinde şenlikler yaptılar. Şehzade Yusuf İzzeddin, kara, Mahmud
Celaleddin efendi, deniz askerliği mesleğine kayıt olundular. Mısırdan dönüşte
bütün İstanbul ahalisinden olarak 10 bin 47 imzalı bir dilekçe ile Kağıdhane
kasrında takdim olunan ve herkesçe görülmesi ve bir yadigar olması için
padişahın resminin yayımlanması istekleri ve bununla iftihar etmeleri
istikametindeki arzuya, müsaade olunduğuna hatt-ı hümayunla müjde verildi.
Serasker kaymakamı, Hüseyin Avni paşa kumandasında olarak, ilk defa askeri
talim yapılmaya başlandı. Payitaht dışındaki vezir ve valilerinin ve memurlarının
İstanbul'daki kapı kethüdaları kapıçukadarlarının ata mahsus olmayıp resmi
devlet memurları arasına alınması bütçe ihdasını Saltanatı seniyenin şân ve
şerefli mali-sinin(?) jyj ve kötü durumda olduğu ortaya çıktı. Daha sonra
borçsuz yaşanmaz sözü ifade olundu. Çünkü ilk defa hakiki vaziyete vakıf
olanlar ileri gelenlerdi. Her ay hazinenin defteri muvazenesi tanzim olunup
padişaha gösterilirdi. Durumu padişah ve vekiller heyetide bilirlerdi.(!) Önce
İsan-bul sarraflarına el altından bir işaret ile ve duyurulan emirle bir günde
tahvilsiz mahvilsiz binlerce kese alınır, verilirdi. Müzakere usulünün
kurulmasından sonra bu itibar birdenbire ortadan kalktı. (Lütfi efendi
yanılıyor. Yazılan usul evvelki ver-al muamelelerinin itibarımızı bozduğu
ortaya çıktı) Ecnebi bankerleri diye ced beced devleti âliye tebasından olduğu
halde, Sakızlı Zarifi ve Yanyalı kasap Hristo gibi, bir takım başları şapkalı
kimseler hazine-i maliyeye koşuştular. İltizam almaya ve fahiş olarak işlemiş
faizlerle hazineye borç vermeye başladılar. Hesabsız paralar kazandılar. Maliye
hazinesinin birer kasası durumunda olan yerli sarrafların birer ikişer odaları
kapanıp rehinsiz borç alınamamağa başladı. Bu sarraflardan az çok sermayesi
olanların çoğu Galata tarafına geçip, muamelelerinde ecnebi bankerleri taklit
ile uyma yoluna gittiler (Tarihi Lütfi) Fransa imparatoru 3. Napolyon'un zatı
şahaneyi davet edildiğini yazdıktan sonra 1279/1862-63 senesi muvazenesini şu
rakam ile gösteriyor.
Kese Küsur umumi
gelir:
3.010.539 335 '*
2.969004 492
41.534.843
41534 843 A. Rasim Bey
üstad merhumun bir izahatı vardır ki aynen alıyoruz.
"Tarafı
padisahiden Fransa imparatoruna yazılan cevabi mektupda: avrupanın hali hazır
durumundan bahisle durumu tanzim ve istikbali temin için gerekecek tedbirlerin
tedariki hususunda beraberce müzakere ederek seçilmesi için kongre şeklinde
toplanma lüzumunu belirten halisanemize göndermiş olduğunuz name-i
fahametnamelerini sefirleri elinden aldım. Bu vesile ile hakkımda izhar
buyrulan efkâr-ı hahsa-i vedadiyelerinden dolayı zatı haşmet simat
fehima-nelerine ansamimi ülbâl teşekkür ederim Bu babda efkârı halisanemizin
temame-i tekabülüne ve uzun zamanlardan beri iki devletin arasında kurulmuş
bulunan rabıta-i kadime-i vedadiyenin teyid ve tahkimin ne derece gerekli
bulunduğunu ispat etmekliğim emel ve arzum bulunduğuna inanmalarını rica
ederim. Menfaatler ve saadetler başlıca hal olarak da sulhun devamı ve
muhafazasıyla mümkün ve merbuttur. Bu gayelere bağlı bir devletin padişahı
bulunduğum cihetle, sulhun bir esas-ı kavi ve sebat üstüne kurulmuş
bulunduğunu görmekle hakikaten çok sevinç duyacağım şüphesizdir. Cenab-i
haşmeti imparatorlarının teklifi hakkında bilinen düşünceme gelince, bu hususda
büyük el-çileriyle vukubulmuş olan sohbetimizden cenab-i fahimane-lerinde
bulunan büyük elçimizi devleti fahimanelerine icrasına memur etmiş olduğum
tebligat-ı dostaneye müracaat eder, fahameti celbi imparatorilerine olan
muvalaat-ı halise-min kabulünü dilerim.>
Bunu müteakip akçaları
ceb-i hümayundan verilmek üzere tersane-i amire için avrupadan defalarla
zırhlı gemiler sipariş ediîdi. Tesisat-ı medeniye namına, cemiyet-i
tedrisiye-i islamiyenin kurulmasıyla Örücüler civarında açılan mektepte
talebelerin bedava okuyup, yazmaya, tarih, coğrafya, hesap qibi lazım gelen
ilmin öğretilmeye başlanması, maarif-i umumiye nezaretince bazı ıslahatlara
başlanılmış olması, darülfünun (üniversite)'de dahi herkes için hikmet-i
tabiye ve hendese gibi diğer ilimlere aid dersler verilmeye başlanması çok
sevindiricidir. Şişhane!! tüfeklerden Londra'ya sipariş edilen 7 bin tanesi
gelerek bunlardan Tophane'de imaline ve büyük toplar dökümüne Akdeniz boğazının
büyük istihkamlarına ilaveler yapılarak inşaasına ait peşpeşe iradeler
çıkmaktaydı.
Bizce en önemli olay,
Mithad paşanın hatıralarında yazılı bulunan satırlardaki şu hülasadır.
"Prizren eyaletindeki ihtilal, Midhat paşanın akıllı çalışma ve
gayretleri ile bertaraf o-lunmuştur. Emniyet ve asayiş son derece düzelmiş, Niş
eyaleti üç sene içinde önemli ilerlemeler göstermişti. Halende bir çok kişinin
takdir ve güzelliklerin olduğunu söylediği görülmektedir. Önceki zamanlarda
ecnebiler tarafından ve bilhassa Sırbistan tarafından tahrik edici
hareketlerin şikayet vesilesi olmak üzere kullanılan sözlerin tabiiki arkası
kesilme-mişse de, Vidin ve Silistre eyaletlerinin hali ve idareleri uygun
gitmiyordu. Bu iki eyalette ve bilhassa balkan taraflarında bulunan
Bulgarların mağduriyet ve mazlumiyetine dair Rusların avrupaya duyurmaya
çalıştıkları vilayet usulüne. 'nıthad paşanın Niş eyaletinde meydana gelen
icraatının çok büyük kısmını iyi bulmuş olduklarından bu düşüncenin kara-nnın
birlikte müzakeresi 1280/1864 senesinde Midhat paşa acilen İstanbul'a davet
olunan Midhat paşanın İstanbula gelmesi üzerine sadrazam Fuad paşa tarafından
kabul edilip görüşmede sadrazamın vermiş olduğu izahata göre Silistre Vidin ve
Niş eyaletleri birleştirilerek ve bu birleştirilen bölgeye mahsus olmak üzere
yeni bir düzenleme yapılıp bunun istikametinde bir idare tarzı
gerçekleştirilecektir. Bu vilayetin ismine Tuna vilayeti adı verilecekmiş. Eğer
burada yapılan yeni düzenlemeler takdire mazhar olursa, diğer eyaletlerde bu
düzenleme örnek alınarak tatbike konup, teşmil olunacağı söylenmiş. Fuad paşa;
Midhat paşa hakkın da vekillerle yapmış olduğu istişare neticesinde Tuna
vilatleri valiliği vazifesini genel istek istikametinde Mİthad paşanın
uhdesine verilmesi kararı aldığını tebliğ eder. Bu hususda padişahdan da
irade-İ seniyenin alındığını beyan eder. Şu kayıtta en çok dikkat çeken, Alî ve
Fuad paşaların mebuslar meclisine giriş olacak hazırlıkları sergilemeleridir.
Yeni kurulacak
vilayete esas olacak olan bu usul, devletin İlk idari taksimatı olan sancak ve
beylerbeyliği usulünden ibaret bulunan eyalet sistenminden, yâni bir kaç sancağın
birleştirilmesinden meydana gelen şekli gayri sabitin, ıslahiy-la avrupa tipi
idari taksimata uyan bir taklidçilik idi. Nahiye, kaza, sancaktan meydana gelen
ve her bir kısmında genellikle azalarını hariç bırakmak üzere Âli paşa ile
müstakil ve me'sul bir hey'eti vükela kurmaya muvaffak olamazsa, çekilmeğe
karar verdi. Mustafa Fazıl paşaya emri altında bulunmak üzere Paris'de bir
nevi idare-i merkeziye kurmuş olan yabancı ülkelerde ikamette olan Genç Türkiye
fırkası, itimada şayan görülmüyordu. Bu fırkanın en delice bir icraata
teşebbüs edeceğine hatta hürriyet severlikleri dahi şüpheli görünmekteydi.
Abdülaziz han 1863'de olduğu gibi (bu tarihte Âli ve Fuad paşalar çekilmek
istemişlerdi) mutaasıbardan veya statükocu olanlardan eskiden beri mesai birliği
jki vezir ıslahatperveri tercih etmek mecburiyetinde yap*31
kaldı.
Sonunda Fuad ve Âli
paşalar galib geldiler. İşte bu şekilde ktidara gelebilen tutarlı heyeti vükela
ıslahata başlayabildi. Birlik ve güçten mahrum bir hükümet yerine daha azimkar
ve usullere daha fazla riayet eden bir idare gelme şansı elde edildi. 1283
ramazan/1867 ocak ayında Fransa tarafından 1856 hatt-ı hümayununa dair
babıâliye bir nota verildi ki, bu notada 16 maddeden ibaret ıslahat talebi yer
alıyordu.
Bu vesikanın hemen baş
tarafında maarif-i umumiyeden bahs ediliyordu. Bilhassa hristiyanların dahi
kabul edebilecekleri müslüman mektepleri veşubeleri kurulması, müslü-manlar
yanında tahsil~i iptidaiyenin yayılması için Öğretmenler yetiştirilmesi, fen,
tarih, idare usulü, hukuk tahsili için bir üniversite ile çeşitli
mesleklerdeçıkış verebilecek yüksek mektebler kurulmasına, umumi kütübhaneler
açılmasına, işaret olunuyordu. Fransa hükümetinin en büyük ümidi maarifi
umuminin yayılıp ileri bir seviyeye gelmesi idi. Herşey-den evvel terbiye
meselesini ortaya seriyor, diğermeselelerin tamamını buna bağlı olarak ve
muhtaç olduğunu söylüyorlardı. İşte mekteb-i sultani'nin açılması bu maksada
istinad eder. Artık ülkede eğitim ve Öğretim için arzular hareket haline
gelmişti.
Sultan Selim'deki
Darüşşafakanın esasını kurmuş, babıse-raskeri tarafında bulunan eski matba-i
amire darulmuallimin yani Öğretmen okulu olarak seçilmiştir. Bükreş'de ise
Bulgar komitesi adlı bir kuruluş bu zamanın meşguliyetinden bilistifade
faaliyetlerine başladı. 1856 fermanında var olan ancak bu güne kadar tatbik
alanına konulmayan ecnebilerin Osmanlı topraklarında mallarını kullanmayı
bildiren karar bir ferman ile ilan olundu. Bu kanunu beş madde teşkil etmişti
Sonradan tebaiiyyet değişikliği yapmış olanlar müstesna olmak üzere Osmanlı
tebasının tabii oldukları teklif ve rüsumları ifa etmek, kanun ve zabıta
nizamına ve belediyeye uymak, emlak ve ona bağlı davalarda, iflas halinde
mahiyeten venizam bakımından borcuna karşılık olması mecaz olan emlakin;
satılması hususunda devletin mahkemesine müracaat etmek vasiyet ve hibe
selahiyetini haiz olmak üzere Hicaz arazisinden başka Osmanlı topraklarının
her tarafında emlakini kullanma hukukundan istifade edebilecekleri yazılıydı.
Bu kanun yardımıyla,
Âli paşa eski antlaşmanın ecnebilerle alakalı olan madde fıkralarında
bazılarını değiştirme şansını elde edebilmişti. Mesela konsoloslukların
bulunduğu şehirden 9 saat veya daha fazla uzak bölgelere mahalli hükümetin
daveti üzerine ihtiyar meclisi azasından üç kişinin bunun İle konsoloshane
memuru hazır bulunmadan çok acil ve Önemli hallerde ve bazı belli suçluların
aranmasına ve tahkikatına bağlı olmak ve icab edecek usuli dairesinde
tutulacak zabıtname hiç vakit geçirilmeden en yakın kosoloshaneye
gönderilmekşarti ile bir ecnebinin ikametgahına girmeye izinli olmaları, yine
böyle uzak yerlerde bin kuruşu aşmayan davalarla en yüksek haddi olarak 500
kuruş nakdi cezayı gerektiren kabahatlerde ecnebilerin kaza mahkemeleri tarafından
davalarına bakılmalarına, fakat hükmün tercünman bulunduğu halde Liva
mahkemelerinde yeniden bakılmasına izin verildi.
Ecnebi tebalıların her
yerde dava vekaleti etmeleri ve tercümanları ecnebilere bağlı davalarda hazır
bulunmaları esası, teyid olunmak üzere konuldu aynı zamanda arazi-i emiri-ye
ve mevkufe hakkında kararlaşmış olan tapu usulünün gede kararlaştırıldı. Mısır
valisi İsmail paşanın talebkin olmak ve miras olan hükümetinin şanına uygun
olmak üzere devlet tarafından kendisine bir unvan verifmesiy-
H' Hatta İstanbul'da bu meseleyimüzakere etmek
üzere Mısır yabancı işler dairesi müdürü ermeni Nubar paşa gelmiş bulunuyordu.
Abdülaziz; Hidiv-i Mısır' unvanını ihsan etti. Nubar paşa Mısır sahillerinden
Mahruse adlı vapura binerek İs-tanbula geldi. Fevkalade iltifatlara nail
edildi.
Devle Jonkiyer yazdığı
tarihinde diyorki: <Osmanlı devletinin düşmüş olduğu mali sıkıntılardan
istifade ile her gün peşin para ile yeni yeni imtiyazlar eide ediyordu. 1867 se
nesinde hemen hemen hükümdarlık sayılacak bir unvan olan Hıdiv unvanını aldı.
Hidiv bunları borç olarak alıyor, bu tarafa veriyordu. Bu defaki İstanbula
gidişinde İngiliz bankalarından 8 milyon liralık bir borç daha almıştı. Zırhlı
gemiler alıyor, Süveyş kanalının açılışına yakın zamanda kendi adına yabancı
hükümdarları davet, Kahire'de de bir meclis heyeti kuruyordu.>
Padişah, 3.
Napolyon'un vaki daveti üzerine ilk defa olmak üzere bir Osmanlı padişahı
sıfatıyla avrupayı ziyaret etti. Bunu İngiltere sefirinin Londra'ya daveti
takip etti. 18/se-fer/128422/haziran/1867 cuma selamlığından sonra, beraberinde
veliahdşehzade Sultan Murad, onun küçüğü şehzade Abdülhamid, büyükoğluşehzade
Yusuf İzzeddin efendi ile hariciye nazın Dr. Büyük Mehmed Fuad paşa, padişah
hocası Akşehirli Hasan efendi, diğer memurlar vardı.
Ayrıca Fransa sefiri
ile İngiliz sefareti baştercümanıda yanların da bulunmaktaydı. Dersaadet'ten
yola çıkılmış Âli pasa ise saltanat naibi olarak kalmıştı. Fransız donanması
derhal karşılama için Seddülbahir açıklarında bulunuyordu. Padişahın içinde
bulunduğu vapur, Malta, Napoli yolu ile 9. günü Tulon limanına varmıştı.
Fransız donanması askeri törenle padişahı selamlamıştı. Parisde İmparator
tarafından beklenmesi gereken bölgede karşılanmış, Elize sarayı ikametine
tahsis olunmuştur. Fransızlar padişaha büyük misafirperverlik gösterdiler.
Avusturya ve Prusya sefirleri, hükümdarlarının padişahı Berlin ve Viyana'ya
teşrif dileklerini bildirdiler. Londra'da Bukinham sarayında ikamet olundu.
Koblenç'de Prusya kralı tarafından karşılanarak, Viyana'da hakkında fevkalade
ikram ve izaz gösterildi. Seyahatin 30. günü Viyana'dan hareketle Varna yolu
ile Istanbula dönüldü. Padişahın payitahta gelmesiyle üçgün üç gece şenlikler
yapıldı. Seyahatin tamamı 47 gün sürmüş oldu. Padişah bu münasebetle çıkarmış
olduğu bir hattı hümayunda demektedirki:
<Hükümdaranece en
tatlı mükafat, asayişin ilerlemesi ve ve umumi servet için masruf olan
çalışmalara tebaları tarafından kemal-i muhabbet ve sadakat ile mukabele görme
anıdır. Binaenaleyh bu defa da bütün ahali tarafından şahid olduğumuz apaçık
delille belli olan hulus ve sadakat indimizde makbuliyeti çok ve kıymettar
olduğundan bütün te-bamızin gösterdikleri hamiyet ve koruyuculuklarının çoğalması
mamuriyet ve rahatları vazifesi indimde bir kat daha teyid etti. Ve din ve
icab-ı kaza hükmüne girdi..>
Panslavizm
harekatından yalnız biz değil Avusturya da çok fazla mutazarrırdı. Rusya
politikası bir kâbus gibi Avusturya'nın üzerine çökmüştü. Çünkü panslavizm
saklanacak hiç bir harekette bulunmuyordu. Doğrudan doğruya vaziyete tesir
etmedeydi. Öyle bir halde ki , Avusturyanın iki tarafı,
Avusturya/Macaristan
bölümü bu tesirin altında kalmaktay-a Slav ırkına men-sup olan Çekler,
Viyanadaki Rayşart'a mebuslarını göndermediler. İmparator Fransuva Jozef ta
Prakadar giderek Çeklerin gayrımemnunlarını itidale davete mecbur oldu.
Aynı zamanda Galiçya
eyaletide Macarlar gibi bir heyet, vükela, parlementolu bir muhtariyet idaresi
talebinde bulunmağa başladılar. Bohemya'dakilerde aynı sazı çalmaya başladılar.
Liyabah'da, fliryalılarda, Karniyol, İstirya, Karati, hatta Dalmaçya da
içlerinde olmak üzere bir Eskolavan krallığı kurmak fikrini ileri sürmeye
başladılar. Etrafa serpilmiş olan bu çeşit tahrik unsurlarından tabiatıyla bizde
hariç kalamazdık. Sırbistanda Karayorgiviç ve Obronoviç hanedanları arasındaki
mücadele bu sıralarda en üst seviye ve had safhaya gelmişti. Kara Yorgi.yeviçin
taraftarları prens Mihal bey'i, 1868 senesi haziran ayının içinde öldürdüler.
Yeğeni olup, 14 yaşlarında bulunan prens Milan henüz, Paris'de Lui lögaran
lisesinde tahsildeydi. Mihal beyin yerine geçti. Hariciye mek-tupçumuz Kâmil
bey, menşurunu götürüp, teslim etti. Diğer taraftan panslavizmin reisi bu
sırada jstanbulda bulunmaktaydı.
Bu zat slav
ittihadının, panslavizm görüş ve düşüncesinin en kurnaz ve ehliyet sahibi
reisiydi. 1285/1868'de bu ittihad, bu bir araya gelme hareketlerinin başında
general İgnatiyef vardı. Ve bu zat bu sıralarda f^usyanın babıali nezdindeki büyük
elçisiydi. Slavlar bu adama ve Ruslara büyük güven i-çindeydiler. Hatta
Eflak'ta bulunan Bulgar komitesi, doksan kişilik bir haydut gurubu sevk ederek,
Tuna vilayetinin asayişini bozmaya teşebbüs ettirdi. Aynı zaman dilimi içinde
de Romanyada dahi, bazı hususi şekilde hazırlanmış hareketlere olundu. Romanya prensliği Bulgar fesat ve
iğfal ha-rekatını himayeden geri durmuyordu.
Reis-i müdiran
Bratyano ordunun halihazırda 78 bin, harb halinde ise 174 bin kişiye
çıkartılmasına dair her iki meclise de birer layiha verdi. Babıâli bu
teşebbüsve müracaat cesaretinden irkildi . Sadrazam Âiî paşa bu davranış
aleyhinde Romanya'ya tebligatta bulunmak zorunda kaldı. Fakat Bratyano gayetle
hükmedici bir tavırla cevap verdi. Prens; Prusya ve Fransa'nın göstermekte
oldukları teveccüh dolu hallerden dolayı, kendilerini müstakil bir devletin
.sahibi olarak görmeğe başlamışlardı. Bu sırada Dr. Büyük Mehmed Fuad paşa ,
sıhhati bozulmuş olduğundan dolayı, avrupaya tedaviye gitmek mecburiyetinde
kalmıştı. Ancak fazla bir vakit geçmemiştiki; nefes sayısı tükendi, emaneti
sahibine iade etti .
Naşı İstanbul'a
getirtildi. O gün memurlar resmi devairi tatile sokarak merhuma hürmetlerini
gösterme fırsatı bulurlarken, makamı hükümet mesulleri bu tatile girişe isabet
dolu ve kadir bilme gözü ile bakmayı bildiler. <Fuad paşanın vefatı,
osmanlı devleti için bir vilayet kaybından daha üzücüydü. Alî paşa bu kayıpla
sanki gücünün yarısını zayi etmişti. Bu iki işbilir vezir biribirlerinin
noksanlarını tamamlamaktaydılar. Fuad paşa; iktidar sahibi arkadaşının pek
başarılı olamadığı faaliyetten olan fikri teşebbüsata malikti. Batıl
itikatlardan tamamen kurtulmuş, tedbir almak ve icraata teşebbüsde pek seri
idi. Kırım savaşından beri, ülkeye faydalı olarak ne yapılmışsa bu müstesna
zekanın yardım ve delaletiyle husule gelmiştir. Velhasıl ıslahat ve
tarafdarlarını bu kayıp adam akıllı üzmüş, çünkü güç odaklarının uç
noktasınıkaybetmiş-lerdi.>
Hüseyin Avni paşanın
seraskerliğe, Şirvanizade Rüşdü paşayı hazine-i hassa nezareti üzerinde kalma
şartıyla yeniden tanzim olunan dahiliye nezaretine, şura-ı devlet reisi Midhat asanın
Bağdad vilayetine tayini de bu, sene meydana gelen değişikliklerdendir.
1285/1868
Midhat paşa
hatıratında diyorki: <Nizamat ve inşaata ait islerin tamamı şura'nın esas
işi hükmündeydi. Tedkik ve müzakerelerin burada yapılması lazım gelirken
demiryollarının, diderlerinin şura-i devlet toplantılarından hariç yerlerde yapılması
gerek üyeler gerekse Midhat paşa da üzüntüye vesile olmuştu. O sırada boşalan
Bağdad valiliğine sıcak bakan Midhat paşa, Âlî paşanın da müsaid karşılaması
neticesinde 6. ordunun nezaretide emrinde olmak kaydıyla Bağdad'a vali tayini
yapılmıştır.> Midhat paşa Bağdad'a vardığında yakın yerlerdeki arazi ve
bahçelerden elde edilen mahsulattan şer'i olan öşürü almak istedi. Zaten burada
yeni vilayet idaresi usulünü yerleştirmeye kararlıydı.
Hükümet iltizam
şekliyle maktu olarak havale edilmiş olan aracıyı mukattaindan çıkararak
sancakların kaidesine uygun halde kurdu. O zamana kadar da Irak ahalisinden
askere kimse alınmamaktaydı. İlk Önce kura usulünü, Bağdatta uygulamaya
kalktı. Ancak ahalinin tepkileri bir ihtilal alâmetleri gösterme şeklini aldı.
Yeni bir Şam vakası husul bulmasın diye, derhal tesirli tedbirlere başvuruldu.
Tedbirlerin
alınmasından sonra da, kura usulü ahalisi konar geçer olan Mümtefik, Deliym,
Ammara gibi yerler hariç , her tarafta tatbike kondu. Bütün İrak'a yaymak kabil
oldu. Değara hadisesi adı ile anılan (bedevilerden vergi toplanmak maksadıyla
yapılan askeri sevkiyata karşılık bunların kalabalık bir halde hücum ve
çatışmasından ibaret büyük olay, alınan özel tertibatlar sayesinde iyi bir
netice verdi. Reislerden bazılarının idamını yerine getirmekle beraber,
oralarda da hükümetin kuvveti gösterilip, devletin nüfuzu kabul ettirildi.
Mithad paşa bu vakada işi tatlıya vardırınca gözünü arazii hariciyeden olan
tasarruf-u hukukiyesi adeta emlak-i saire ve miri çiftlikleri gibi devlete aid
ve içinde bulunan ziraatci aileler, çiftlik hademesi, ortalıkçı, yarıcı
kabilinden olan dervişlerin ıslahına çevirdi. Çünkü buranın ziraat yapmaya uygun
olan arazisi mukattaat adıyla değişik kıtalara bölünmüştü.
Miri (devlet) yalnız
tohumu verip, ahaliye ektirir mahsûlün 3 de 2sini alır, üçde biri fellahlara
kalırdı. Anlaşılıyorki, ahali burada bir karış yere sahip olmayıp,
mültezimlerle, şeyhlerin zulmü altında inlemekteydi. Bu bakımdan ev yapmak, hayvan
beslemek, ağaç dikip yetiştirmek işi onları hiç enterese etmiyordu. Bu sebebden
de, sefil ve avare olan bu insanlar her türlü ifsad ve iğfalata açık bir haldeydiler.
Mithad paşa, bir
memleket ahalisinin o memleketin sahibi ve bütün medeni hukukundan istifadesi
ve tasarrufu elinde olursamemleketin menfaatlerini ve ileriye gitmesini temin
ve muhafaza gayretinde olur kaidesine uygun olarak, mevcud miri araziyi tapu
vererek dağıtma usulünü bütün teferruatıyla tatbik etti. İlk senesinde 100 bin
liradan fazla bir gelir elde etti. Diğer tarafdan ahali arazi sahibi olarak,
elindekini imara çalıştığı gibi diğer taraftanda, memlekette asayiş düzelmeye
başladı. Eskiden 8-10 bin kese gelir ile mültezimlere verilen mukattaa hindiyye
rnukattaasi meselesini de hazine hissesini %50'ye (evvelce %66 idi) düşürerek
bir takım aidatlarla masrafı kaldırarak, değiştirmek suretiyle, hal yoluna
koydu. Değare meselesinde en çok hindiyelilerden korkulurken, bunlar 15 bin eli
silah tutan kimseler olmasına rağmen yerlerinden kımıldamadılar. O sene en
verimli senelere kıyasla 6 milyon kıyye pirinç (7. 680. 000 kg.) hasılatı elde
edildi. Dicle'de 8 vapurdan meydana gelen bir vapur işletmesi kurulduğu gibi,
Süveyş kanalının açılması münasebetiyle, Basra körfezi ile CImman ve Necid
sahillerinde ve Kızıl denizde islemek üzere Babil, Ninova, Necid, Asur
isimlerinde büyüklü küçüklü 4 vapurdan meydana gelen bir Osmanlı vapur
kumpanyası da kuruldu.
Bunlardan başka, bir
emniyet sandığı, hastane, islahhane, memleket bahçesi, su makinesi, pirinç
fabrikası, Kâzimiye tramvayını kurduğu gibi gaz madeni açılışı (petrol kuyusu
olacak herhalde) teşebbüsünde bulunarak, Müntefik'te Önce iskan yeri olmak
üzere Iİasıriye isimli bir kasaba kurdu. Şimdiki halde, İngiltere ile kavgalı
olan Kuveyt'i, devlet-i âlîye adına düzeltip sancağ-ı Osmanî'yi çektirdi.
Velhasıl; Arab
yarımadasını istila eden Şimar aşireti reis ve şeyhilmeşayihi Abdülkerim'i
Diyanbekir valisi Kurt İsmail paşa ve Müntefik mutasarrıfı Nasır paşanın
yardımlarıyla sonu gelmez sanılan mücadelede, yaralı olarak yakalamaya
muvaffak olarak nihayete erdirdi. Adı geçeni istanbul'a sev-ketmişse de,
Musul'da idam edilmiştir. Bundan sonrada Ne-cid'in ıslahına başladı. Necid
seyahati esnasında ise, Suud'u tenkil ettirip, İhsa livasını kurup, bunu da
Katar topraklarını kattı. Lübnan ve İskenderiye korvetlerine binerek Bahreyne
kadar gitti. Midhat paşanın bu seyahatinde İngilizlerin bir bahriye müfrezesi
takipetmişse de, paşa Bahreyn hakimi şeyh Isa ile görüşerek, mülakat
neticesinde şeyh, limanda kömür mağazası ve teferruatı için istenilen yeri hiç
bir bedel almadan vermiştir. Paşanın Necid'de gösterdiği bu başarı ba-bıâli
tarafından takdir olunarak kendisine gayet kıymetli taşlarla tezyin olunmuş
bir kılıç hediyeolundu.
Tunus: Vilayetlerin iç
ve dış borçlarının birleştirilerek %5 faiz verilmesine karar alınması, fakat
faiz ile ödeme dine göre, seçilecek tedbir ve teşebbüslerin Tunusda bulunan
ecnebi devletler konsoloslarının kontrolü altında olarak yapmak yönü
kararlaştırıldı. Fransa, İngiltere, Avusturya devletleriyle anlaşılarak Tunus
ve Fransız memurlarından meydana gelen bir komisyon kuruldu. Fransa kraliçesi
Ojeni Süveyş kanalının açılışını müteakip, İstanbul'a geldi. Avusturya
imparatoru Fransuva Jozef de iadei ziyaret münasebetiyle gelmişti.
Mecelle cemiyeti bu
sene faaliyete geçti. Bu cemiyet toplantılarını babıâlide yapmaktaydı. Ne
varki; şeyhülislam Hasan Efendi (Kezubi Hasan efendi) itirazlarda bulunmuş ve
cemiyetin reisi Cevded paşa, anadolu ve rumelideki çeşitli vilayetlere
gönderildi. Tabii bu görevlere gönderilirken, mecelle heyeti reisliğinden
azledilmişti. Yine bu sıralardaydı ki, Âlî paşa Mısır Hıdivi İsmail paşanın
imtiyazlarından kaynaklanan israflarına ve dışa dönük gösterişlerine son
vermek için ferman almasının gerektiği- kanaatine varıp, tatbik etme
ameliyesine başladı. Sururi efendi isimli bir memurla düşüncelerini duyurdu.
Bu fermanda yazılanlar, Hıdiv İsmail paşaya yazılmış bir ültimatomu
andırmaktaydı. Şiddetle ihtiyaç olmadıkça yeni bir vergi alınmaması, babıâli
müsaade etmedikçe avrupadan borç alınmaması, anlatıldı. Mısır hidivliğide
kendine almış olduğu İbrahimiye, Muzafferiye, Hayriye isimleri verilmiş zırhlı
harp gemilerini padişaha terke mecbur kaldı. Hidivin bu tarz harekat ve
davranışını bir kayıt altına almış bulunan Âlî paşaya sultan Aziz 20 binlira
mükafat verdi. Ertesi sene yani
1285/1868 senesinde mahkemelerin usullerini tanzim meselesi ortaya
çıktı. Devletler arası müzakereler yapıldı. Bunların neticesinde anılan
mahkemeler baş-kanlıklarıyla yarı azasının mahalli ahaliden ve diğer yarısının
ecnebilerden tayin edilmesi kararlaştırıldı. Mısır hattının senelik geliri 7
milyon 347 bin liraya yükselmişti. 5miİyon 899 bin 55 lira masrafı düşülüp 1
milyon 500 bin liraya yakın fazlalıkta gelir bulunmuştu.
Gerek batı gerekse
avrupanin ortasında harp alametleri kendini göstermeye başlamıştı. Bunu
gözlemekte olan Bismark, Kuzeyalmanya birliğini gerçekleştirdi. İlk Önce
Hes-Kasil ve Frankfurt'un iltihak ettirilmesiyle Prusya'nın birleşmesi
tamamlandı. Vakti zamanında İngiltere krallığı sülalesine aid olan Hanover
krallığını alarak, hükümeti Rusya hududundan Fransa hududuna kadar genişletti.
Genel seçim usulünü kabul ederek, Almanmilli hislerini arkasına alarak hem
birleşmeyi sağladı hemde istiklallerinin yok olmasından dolayı vehm eden küçük
hükümetleri tatmin eylediğinden toplanan heyet Berlin'de rayiştag denen
meclisle ortaya çıkmış oldu. Diğer taraftan Alman prensleri ve bilhassa Prusya
kra-lı'nın vekillerinden meydana getirilen bir Bundeşrat meclisi kuruldu ki
rayştag meclisinin teşebbüslerine karşı bir dizgin mesabesindeydi. Bismark, bu
iki meclisin tesirine kapılmadan ve adeta onlardan bağımsız bir halde, yalnız
kralın yanında mesul olmak üzere birleşik heyet şansölyesi (başvekillik gibi)
idi.
3. Napolyon bu
birleşmiş heyeti iyi gözle seyretmedi, Ren nehri ikliminde meydana gelen bu
kavi hükümet, İtalya hükümetine benzemiyordu. Kuvvetler dengesi bozulmuştu. O
yüzden İtalya'dan Alp dağlan hududundaki Savoa ve Miş'i aldığı gibi bir
taraftan da kaybettiği bir şeye karşı bir şey kazanmak istediysede Bismark red
cevabı ile yetindi. Bunun üzerine Hollanda kralına müracaat ederek Lüksenburg
büyük dukalığını para karşılığında satın almak arzusunda bulundu. Anlaşma
mümkün oldu. Pazarlık edildi. Feragat ve intikal senedi imzalanırken Bismark,
heylulet, yani araya girerek işi bozdu. Fransa, Meksika seferinin hatasından
dolayı
yıpranmıştı. Paris Bismark'ın
muhalif elini kıramadı. Lüksen-burg dukalığının bitaraflığını ilanıyla gördüğü
hakareti çiğnedi. Askeri bakımdan kuvvetlenip teşkilatlanmaya kuvvet verdi .
Bir fransız tarihi diyorki: <Lüksenburg meselesinde İsabetli hareket eden
fransa haysiyetini ilan ve ihtilalci fırkalar tarafından tehdid altında bulunan
mevkiini sağlamlaştırmak için, 3. Napolyon'un bir harbe ihtiyacı vardı.
Almanların hükümetini Prusya'nın büyüklüğü altında birleştirebilmek için Kont
Bismark'da aynı hisleri duyuyordu. Böylece su-i tefehhümü yani yanlış anlamayı
harbe hazır olmayı teşvik olarak görünmedeydik
Bu aralık İspanyollar,
kraliçe 2. İzabellayı tahttan indirmişler, daha çok hürriyet sever ve verir
bir hükümdar aramaya çıkmışlardı. Geçici hükümet reisi görevi deruhde eden mareşal
Pirim, İspanya krallığı tacını Prusya kralının yeğenlerinden Leopold dö
Hohenzollerne teklif etti. Fransa hükümeti bunu protesto etti. 4/temmuz/1870
tarihinde Prusya hükümetinin nezdindeki sefiri mösyö Benedetti'yi Ems şehrinde
Prusya kralı 1. Gilyoma yolladı. Vazifesi, akrabasından bulunan Leopold dö
Hohenzolleri İspanya kralığını kabul etmemesini sağlamak için, yardımlarını
istemekti. Kral uygun davrandı. Prens itaat etti. Böylece Fransa büyük ve
önemli diplomatik bir başarı göstermiş olmakla avunmaktaydı. Fakat Fransada
var olan savaş taraftarları Prusyanın pek daha çok güçlendiğini görmek
istiyorlardı.
Fransa hariciye nazırı
mösyö dö Garamot, sefir Benedetti'yi, prensin İspanya krallığı teklifine
göstermiş olduğu çekinmeden vazgeçerek bir daha evvelki fikre dönmemesi
hakkında kraldan taahhüt almasını istedi. Kral bu sefer red cevabı vermeyi
uygun gördü. Prens Bismark bu olan bitenleri telgraflarla haber almakta idi.
Fransızlara göre Bismark, Prusyanın Fransadan daha kuvvetli ve hazır olduğunu
bildibinden fırsatı kaybetmemek için, kralın telgrafını değiştirerek
gazetelere: <fransa sefirinin yaver-i harbi tarafından, kapıya kadar
getirildiğini, elçinin bu hakarete müstehak olduğunu, kralın yanında meydana
gelen hareketteki ısrarı pruSya hükümeti için, aynı hakaret demek olacağını
göstereceği tarzda yazılmış bir telgrafname tebliğ etti. Alman gazeteleri bu
notayı istedikleri gibi evirip, çevirdiler ve bu haber Fransa hükümetine
ulaştığında da savaşın ilanı tahakkuk etti. >
Fransa ahalisi
ayaklandı. Durumun sabırla metanetle madde, madde tetkik edilmesini ve mecliste
olayın müzakeresinin yapılmasını tavsiye eden meşhur Tiyers'i hain ve Prusyalı
diye tahkir edip adamın camlarını taşladılar. Sokaklarda, Berline! Berline!
diye bağırıştılar. O gece meclisi me-busan ilanı harbi tasdik etti. Bismark
Fransız hükümetinin hatasından istifadeyi bilmişti. Fransa müşkül bir duruma
düşmüştü. Avusturya, Rusların tehdidi yüzünden kımıldıya-miyordu bile. Fransa
ile anlaşarak müşterek bir hareket yapma arzusunu taşıdığı halde tehdidlerden
dolayı, bir şeye teşebbüs edemedi.
İtalya, 3. Napolyondan
Roma'nın kendisine verilmesini temin hususunda talepte bulundu. Napolyon razı
olamadı. İngiltere ise, Fransanın küçülmesinden dolayı her halde bir üzüntüye
kapılacak değildi. Savaş, 3. Napolyon'un ummakta olduğu neticeyi vermedi. Meç
ve Sedan mağlubiyetlerini Pa-ns'in muhasaraya maruz kalması takip etti. Sonunda
Pa-ris'de düştü. lO/mayıs/1871'de Frankfurt şehrinde yapılan anlaşma gereğince
Fransa; beşmilyar frank savaş tazminatı Ödemeğe ve Arsas-Loren'i terke evet
demek durumuna razı oldu. imparatorun Sedanda esir düşmesi üzerine Fransızlar
4/eyIü!'de müdafaİ milliye hükümeti idaresinde olarak cumhuriyet ilan etme
yolunu seçtiler. Meç Prusyalıların eline düşmek üzereyken, Rusların hariciye
nazırı Gorçakof, büyük devletler kabinelerine, Rusya'nın Pariste yapılan sulh
kararlarını yok sayarak Karadeniz'deki hukuku hükümranisini yeniden tanzime
karar verdiğini bildiren, genel bir layiha gönderdi. 29/ekim/1870'de yazılan
bu layiha avrupanın tamamında büyük heyecanlar duyulmasına sebeb oldu.
Fransa, bunu bir
kahpelik olarak kabul etti. BabıâÜyi ise, müthiş bir telaş sardı. Bunlar
olmaktayken Osmanlı devletinin içişleri ve siyasiyesi de şu durumdaydı: On
senedenberi maliyenin vaziyeti vahim durumunu devam ettirmekteydi. 1287/1870'de
muntazam borçların yekünü 1 milyar franka yükselmişti. Âlî paşanın vefatı
sırasında hazinenin 130 milyon lira borcu olduğunu Lütfi tarihi yazmaktadır.
1869'da yapılan; büyükborç (mazinin hesapları) temizlenmeden vede istikbal
teminat altına alınmadan sarfetmeye devam ediliyordu. Memurlar ve müstahdemler
maaşlarını zorlukla alabiliyorlardı. Mal sandıklarında para bulunmuyor, hatta
hazine tahvilleri dahi ödenememekteydi.
Bu hal hükümetin
iflasının pek yakın olduğunun göstergesiydi. Vergi koyma ve toplama düzeni
şekillerinin ıslah edilmesi hâlâ düşünce planında kalmakta idi. Düşünülen
tedbirlerin en belirgini, gerek kara gerekse deniz askerinin sayısının
azaltılmasından ibaretti.
1286/1870'de silah
altında bulunan asker miktarı 160 bin kişi civarındaydı. Bunlar hassa askerleri
ile beraber 6 orduya taksim edilmişti. Bu altı ordu, 36 tane piyade nizamiye
alayını teşkil etmişti. Bu hesaba göre piyade asker yekünü 120 bin civarında
olmaktaydı. Her ordunun 6 alay piyadesi vardı. 4 alay süvarisi, 1 alayda
topçusu, 5 batarya topu mevcud olup, iki fırkadan meydana geliyordu. Bu 6
ordudan başka
f rka daha vardı ki,
biri 10 bin kişiden mürekkep olduğu İde Girid'de, 5 bin kişilik başka bir fırka
Trablusgarb'da,
_ 5 bin kişilik firkaysa da Tunus'da
bulunmaktaydı. Bunlardan başka Beyoğlu kışlasıyla Çanakkalede, Tuna sahilin-
Venedik körfeziyle
Bozcaada, Midilli ve anadolunun bazı kalelerinde 5 bin asker daha vardı.
Kura ile asker almak
icab ettiğinde asker veren eyaletler şunlardı: Arnavutluk, 10 bin-Bosna, 30
bin-Sırbiye, 20 bin-Memleketeyn (Romanya), 7 bin-Mısır, 20 bin-Tunus ve Trablus
10 bin-genel yekûn ise 97 bin kişiyi buluyordu. Bunlardan başka gerektiğinde
başıbozuk adı verilen gönüllü asker toplanmaktaydı. 1870 sonlarında Asir
taraflarında asayişte mini için, 7. ordu adıyla bir ordu düzenlenmesine
girişildi.
Asir emiri Mehmed bin
Ayd, Tihameye kadar yürümüş, hatta Hadide'yi basmış. Bu sebeble Yemen olsun,
Mekke tarafları olsun birtakım sıkıntılara düşmüştü. Ferik Redif paşa
komutasında Yemene 18 tabur ve Mısırdan 20 bin asker sevk olunmuştu. Bunun
sonucunda Asir meselesinin kapandığı görüldü. Yeniden bir Yemen vilayeti
kurulmasına girişildi. Girid ihtilali sırasında ordu İle donanmanın noksanları
ortaya çıktı. Tarih-i Lütfide; donanmanın 4 kıta zırhlı kapak ile bir kapaktan
başka 8 firkateyn, 9 korvet, 13 aviz Ö, 4 duba, 28 nakliye vapurundan meydana
gelmekteydi, yani 66 parçadan ibaretti ve 1700 topu ve bunlardan başka biri
kapak, biri firkateyn 15 adet korvet olarak 63 tane yelkenli gemi vardı
dedikten sonra biraz a'şağida, 94 parça harp gemisi mevcud olup, bunların
yekünü 5 bin bu kadar beygir kuvvetinde idi. Bunlardan başka, biri taş
tezgahında hemen yapı-"P ve diğeri Tiriyeste'den hazırlanıp gönderilen
5yüzer beygir kuvvetinde iki zırhlı daha mevcud olup, sefine yani gemi
bulunduğu, devamlı 12500 tüfeklininhazır olduğu o zamanın evraklarında
görülmüştür. Diyor.
Fethi Bülend'de bu
sene gelmiştir. Hüseyin Avni paşanın yaptığı tensikat yani, orduda mevcudu
azaltma hareketinden sonra, askeri kuvvet 4 sene nizamiye, 1 sene ihtiyat ile
redif sınıfı Öncesi, redif sınıfı sonrası ve başıbozuklarla yerli askerlerden
ibaret olup, tahminen yekünü 792 bin nefere varır. İşte bu teşkilat üzerine
rumeli şebeke-i hudududiyesinin kurulması meydan buldu. Rumeli kumpanyası
dediğimiz Baron Hirş kumpanyası (şirketi) bu sırada imtiyazlar elde etmek
suretiyle bir taraftan İstanbul üzerinden, diğer tarafdan Dede-ağaç cihetinden ve
Selanik yönünden inşaata başladı. '
Ziraat ilerleyememiş,
köylüler için çok ağır olan yol bedeli parası valilerin menfaatine yaramaktan
başka bir şey değildi. Maden ve maden ocakları kanunu karışık bir tarzda tanzim
edilmesi gerçekleştirilmiş, içdeki gümrükler iç ticaret ve sanayii sektelere
uğratmış, maliye de intizam ve düzen yetersizliğinden mahvolmuştu. Aşar
meselesi ahalinin başına bir bela kesilmiş, vergi alım ve hesaplamaları iyice
bozulmuştu.
Fransa ile Almanya
arasındaki savaşın sonucu ve onun getirdiği siyaset havası Osmanlı hükümetini
de, alakadar hale koyup Prusya-Rusya-Avusturya arasında yakınlaşma başlaması,
Fransızların mağlubiyeti, babıâiiyi düşüncelere salmıştı. Bizde, vekiller
heyetinde sıkı bir merkeziyetçilik politikası seçilme yolu tatbike itina
gösterilmeye başlandı. Zaten bunun neticesindendirkİ, Alî paşa Mısır Hidivi'nin
serbest bir tarzda yaptığıişlemleri tahdid ile durdurmuş ve elindeki zırhlıları
ve diğer malzemeleri İstanbul'a getirtmiş, Mısır üzerinde tatbike konulan bu
muamele, Tunus ile Trablusgarb bölgesinde bir ders-i ibret, niyetine
oralardakilerde hisselendi.
Öte taraftan, Balkan
yarımadasında, Atina-Bükreş-Belg-rad arasında devamlı bir haberleşme
gözlemleniyordu. Avrupalıların vaziyetleride son tahminlere göre şu
durumdaydı: Cermanya Almanlar birleşmesi sağlanmış, 2. veya daha aâı derecede
bulunmakta olan bazı Alman hükümetine fak muhtariyetler verilmiştir. Ancak
meydana gelen yeni hükümet, askerlik bakımından bir atfınazar yapılırsa sulandırılmış
bir Almanya idi. Gerek askeri görünüşü gerekse siyaset dünyasına getirdiği
tesir ile en birinci imparatorluk oldu-âunu göstermekteydi. İtalya tabii ki,
Almanya'ya tutkundu. O da, milli tekamülünü sağlamak üzereydi. Arzu etmiş
oldu-qu payitaht Roma'yı elde etmişti. Sadova savaşı akabinde Venedik'i, Fransa
savaşı neticesinde Roma'yı aldı. Şunun bunun felaketi üzerine kurulmuş bir
hükümet ortaya çıktı. Hatta Fransa'ya düşman kesildi. Donanmasını çekememeye
başladı. Avusturya'nın varlığına rağmen, Petrevil ve İstirya vilayetlerine
göz dikti. Avusturya menfaatini gözetmek için itaatli bakışlarını Berlin'e
çevirmişti. Rusya'ya karşı, dikkatli, doğuya bakarken Almanların hususi
himayeleri içinde, mütecaviz bir vaziyet sergiliyordu.
Şimdi, üçlü ittifakın
başlangıcı bu siyasi vaziyettendir. Fransa; büyükçe bir cumhuriyet şekline
girdiğinden Almanya için, tek hükümet şeklinde bulunan her hükümet için şüpheli
bir komşu sayısına katılmış oldu. Rusya ise oda başlı başına bir tehlike
kesilmişti. Paris antlaşmasını kendi eliyle yırttı. Ancak istediğine tamamen
sahipotamamıştı. Prusya'ya savaş esnasında göstermiş olduğu anlayışlı tavrının
hakkettiği mükafatı görememişti.
2. Aleksandr ile 1.
Gilyom abasında gayet büyük bir gizlilik içinde yürütülmekte olan dostluk
görüldü. Böyle olmakla beraber Çar, doğuya aid tasavvurlarındaki sebatı
saklamıyordu. İngiltere 1870 savaşında adeta dilini yutmuş gibi hiç ses
et-memişti. Bunların başında bulunan lord Gladaston, iç işlerde 'slahata
dalmış, barıştan başka bir şey onu cezbetmiyordu. ^ynca, İngilterenin Ruslara
muhalefeti her zaman için Fransa'nın yardımını hemen yanı başında bulmasına
bağlıydı.
Fransa ise kanadı
kırık bir hal içinde çabalamaktaydı. Rusya'nın arzu ve niyetlerine doğrudan
doğruya Avusturya'da pek karşılık veremezdi. Çünkü sırtındaki İtalya da onun
ayrı bir sıkıntısıydı. Bu vaziyet karşısında Osmanlı devleti için ufuklar pek
aydınlık değil, bilakis karanlıktı. Hakikaten 4 sene sonra büyük bir fırtına
çıkması neticesinde Berlin antlaşması hükümlerine boyun eğmek mecburiyeti
doğdu. Rusya hariciye nazırı Gorçakof'un yazısı Paris antlaşmasına bundan evvel
indirilmiş darbelerin tamamlayıcısıydı.
Bundan evvel, Eflak ve
Buğdan'ın birleşmesi de yazılı antlaşmanın hükmünün kaldırılmasına bir giriş
dense yeridir. Özellikle avrupa 1272/1856 ıslahat fermanının yerine getirilmemiş
olduğuna kani idi. Hatta o zaman adı geçen ferman hakkında ve içinde
yazılanlara göre İngiltere, Fransa, Rusya hatta devlet-i âliye taraflarından
yapılan tetkikler, neti-cede şöyle bir hükme varmak kabil olmuştu:
"Tanzimat cedve-lînde ihmal edilen vaadler, elde edilen ilerlemelere
nazaran tesbit kabul etmez derecede çoktur." Bu hüküm 1868 senesinde
verilmişti. Fuad paşanın hariciye nazın bulunduğu sırada 25 bendden meydana
gelmiş 1868'de Londra, Paris, Viyana, Berlin, Petersburg ve Floransa da
bulunan, Osmanlı elçilerine gönderilmiş layihada bu tarafı pek çok örtülü bir
şekilde itiraf edilmiştir, "resmi yazışma muharrerat-ı resmiye sh.
90-102" Gorçakofun yazısı üzerine İngiltere şiddetli bir protesto çekti.
"İngiliz hariciye nazın tarafından yazılan cevapda: anlaşmış devletlerden
hiç birinin rey ve rızası alınmadan fesh etmeye kalkışmak, İngiltere
devletinin uygun görmeyeceği hususattandır. Şeklinde olan bilgiyi veren
İngili-z elçisine Rus başvekili Gorçakof, bahsolunan eski maddeyi-feshetmeye
kesin kararlı olduklarını söyleyerek eğer, Osmanlı devlet adamları buna
muhalefet edecek olurlarsa Rusya devleti ordularını bir tek kişi ilave etmeden
himayesi altında görünmekte olan doğu hristiyanlanna bir işaretle dalgalar
halindeisyan hareketlerine girişeceklerini ifade etmişti. (Mirat-ı hakikat)
Versay'da yani Paris'de bulunan prens Bismark ile haberleşmeye girişti.
Rusya'ya karşı harp ilan etmeyi talep etti. Avusturya da söz konusu yazıdan
dolayı pek üzüidü. Bismark, Avusturya-nın Fransa ile birleşmemeleri için Rusya'ya
eğilim göstermeğe muhtaç olduğundan epeyi sıkıldı. Diğer tarafdan, Fransanın
lehinde olmak ihtimali bulunan İn-giltereyi de kırmak istemiyordu. Paris
antlaşmasına imza koymuş bulunan büyük devletlerin, yeni bir konferans
toplu-yarak, vaziyeti tetkik etme teklifinde bulundular. Bu teklif hem
Petersburg'da hem de Londra'da kabul olundu.
Londra konferansında,
1856 antlaşmasının söylemekte olduğu Tuna nehrindeki gemilerin serbest şekilde
dolaşmalarının açılmasıyla devlet-i âliyenin boğazları açıp-kapamak hakkını
yeniden tasdik etmekle beraber, Karadeniz'in tarafsızlığını temine muvaffak
olamadı. Rusya'nında istediği buydu. Osmanlı devletine ait deniz gücü dünyada
2. derecede bir donanma olma vaziyetine ulaşırken, 20 den fazla zırhlı gemisi
80-100 kadar da ahşabtan da olsa harb gemisine sahipti.
MAHMÜD NEDİM PAŞA'NIN
SADARETİ
Ali paşa, 1288
cemaziyelahirinin 21. /8/eylül/1871'de Be-bek'deki yalısında vefat etti. J3u
vefatın neticesi Büyük Mustafa Reşid Paşa ekolünün sona ermesi demekti. Buna
karşılık istibdad kapısı sonuna kadar açılmış oldu. Padişah ne hikmet ise, Ali
paşadan çekinirdi. Hatta yakın ve sevdiklerinden birisine birdefasında:
"Şu kanapeyi görüyormusun? Âlî Paşa, bana nice geceyi bunun üzerinde
sabahlattirdi." Demiştir. Alî paşadan sonrada sadarete Mahmud Nedim paşa
geldi. Hariciye nazırlığı Sururi paşaya verildi.
Sultan Abdülaziz, Âlî
paşanın vefatı üzerine geniş bir nefes aldığı halde, devletin içişleri yeni bir
sıkıntı ile karşılaştı. Mahmud Nedim paşa sadrazam olunca Âlî paşa ekibi de birer
birer iktidar mevkiinden sükut etmeğe başladı. İşlerimiz i-daresinde bir sağdan
geri dönüş görülmeye başlandı. Hakikatte padişah, sadaret fermanını takip
etmek bir dereceye kadarda göz boyamak fikriyle: "CIygun gördüğümüz ıslahatında
tamamının yerine getirilmesi, hukuk-u umumiyenin muhafazasının temini, bütün
ahalinin adaletin en mükemmeli ile yönetilmeleri hususuna büyük bir dikkat ve
itina gösterilmesiyle beraber yinede, bütün şer'i mahkemelerde ehliyet ve iffet
sahibi istikametleri sağlam kimselerin bulunması, nizamiye mahkemelerine
havale olunan işlerin de, sahih adalete uygun ve hakiki hukukiyeye
tevsiki.." Mealinde bir yazıyı göndermişti. Fakat Tarihi Lütfi diyorki:
<Bir müddet sonra anadolu ve rumeli taraflarında, şimendi-fer(tren)ler
yapımına başlandı. Nehirler vasıtasıyla da muamelelerde kolaylık, ticari ve
sanayi bakımdan mahallerin yaygın şekilde istifadesine dikkat olunmasını beyan
eden bir tezkere-i seniyye babıâliye gönderildi ve bu da ilan olundum Azbir
müddet geçtikten sonra padişahın dama oynama düşkünlüğünüanmak için;
"valiler dama taşına döndü!" sözleri işitilmeye başlandı.
Mahmud Nedim paşa,
sadaretinin başlangıcında, valilerin değiştirilmesini uygulamaya koydu. Mevkiini
sağlamlaştırmak için, Şura-ı devlet reisi Kâmil paşanın, maaşını 25 binden,
75 bine yükseltti. Rüsumat emanetine; 10, bahriye nezaretine 75 bin, nafıa ve
ticaret nezaretine 50 bin kuruş zam, hariciye ve maliyenezaretlerine de birer
müşir tayin ettirdi, iç işlerde meydana gelen olayları takip edecek olursak,
işlerin idare tarzının dabaşka bir kalıba döküldüğünü müşahede edebiliriz. Rus
sefiri İgnatiyef de, Âlî paşanın vefatından sonda, geniş bir nefes almış, artık
icraatının gücünü sergileyebilirdi-
Önem taşıyıp çok alaka
çekici bir olayda Tunus mesele-siydi Tunus valisi Sadık paşa tarafından özel
bir vazife ile Floransa'da Hayreddin paşa bulundurulmaktaydı. Paşa, italya ile
yapılmış istikraz yani borç meselesinin çekişmelerini, babıâli'ye anlatmak için
İstanbul'a gelmişti. Dönüşü sırasında Tunus valiliğine dair bir fermanı da
götürdü. Bu ferman da, Tunus eyaletinin (imtiyazlı veraset) ile verilmesi
ihalesi beyan edildiktensonra deniyorki: <Eskîden beri geçerli olduğu gibi
orada hutbeve basılan sikke (para) padişah adına olup, sancak aynı şekil
verenkde kalmak, savaş çıktığı zaman iş becerecek asker ile hizmete koşmak,
bağlılığı elan olduğu gibi ve geçerli olmak üzere muhafaza ederek, vilayetin
veraset yolu ile hanedanında bulunması, eyaletin iç işlerinde şer'i şerif ile
idare, ahalinin can ve mal ile ırzlarını temine kâfi ve zaman ve vaktin
mukteziyatınca uygun kanun-u adliyeme bakılarak yerine getirilmesi şartıyla
memurin-i seriye, askeriye ve mülkiye ile maliyesinin azil ve tayininde Tunus
valisi murahhası ve hukuku mülükdariye'ye aid siyasi maddelerden başka yabancı
devletler ile olan muamelesinde izinli bulunması, vefatı vukuunda hanedanından
olan büyük varisin geçmesi, eşrafın saltanatı seniyeme takdim olunacak haber
üzerine vezaret v£ müşirlik ve menşur-u hümayunu ve mri alışanımın
gönderilmesi hususlarına irade-i se-myye-i mülükanem şeref sudur
buyrulmuştur.> O sıralarda bü ferman Tunus'un ecnebi devletler poitikasına
karşı, hu-kuk-u padişahı ile onun himayesi altına girmiş olduğunu ve verasetin
icabatından valilerin istiklali olduğunu kuvvetlendi-ren bir husus olarak
telakki edildi. Tebeddülat yani değişiklik, tevcihat, tenkihat, tasarrufat,
birbirini takip etti. Tenkihat ve tasrifat komisyonunun 50 bin 200 kese (25
milyon 100 bin kuruş) masraf düşürdüğü
ilan edildi.
Tarih diyorki:
<Önceleri her gün bir türlü duyulan icraat ve düşüncelerin deliceleri,
akıllı kimseleri şaşırtır hayretlere düşürürdü. Hele Istanbulda basılan ve
avrupadan gelen gazetelerde yazılan icraatlar alaycı düşüncelerle çok ayıplanıyordu!
> Hatta bu karışıklık arasında ilanı yapılan vekiller heyeti programı,
birincisi kara ve deniz kuvvetleri, 2. maliye, 3. adliye 4. maarif, 5. zabıta
idaresi, 6. da vilayet idaresi usulü olmakla ne var ki, hariciye unutulmuştur.
Abdülaziz han'ın,
Mahmud Nedim paşaya yaptırdığı ilk iş ve emri belki de başhcası, otuzbeş
senedir devlet idaresinde devam etmekte olan ve tanzimat-ı hayriyenin esasını
teşkil eden can, mal ve ırz emniyeti maddesini baltalayan sürgün ve uzaklaştırma
emirlerini verebilmesidir. Keyfi idare, şahsî garaz devletin geleceğini mahv
etmekteydi.
Bu cümleden olmak
üzere serasker Hüseyin Avni paşa askeri masraflar dolaysıyla doğum yeri olan
İsparta'ya, İşkodra valisi müşir davetçi İsmail paşa Trabzon'a sürgün
yollanarak maliye eski nazırı Şirvani Rüşdü paşa, veliahd şehzade Mu-rad
efendiye kendini yarandırmak için Kurbağalıdere caddesini düzeltmekleri itham
ve şehremini Haydar efendi, ma-beyn başkatibi Emin bey, zabıta nazırı Hüsnü
paşada çeşitli yerlere sürgüne gönderildi. Bu işlere ait yazılan tezkerelerdeki:
Yapılmış bulunan tahkikatta ve tetkikatta bundan böyle ortaya çıkacak vaziyete
göre cezalarının şiddetlendirileceği şimdi halde tahakkuk eden, kötü idare ve
kullanımdan dolayı uzaklaştırdıkları.. Satırları şeklindeydi ki, bu tarz daha
sonra keyfi sürgünleri usulü olmuştur. Bu sürgün meselesinden Bağdad valisi
Midhat paşa da nasibini almıştı. Paşa Bağ-dad'da ortaya koyduğu ıslah, terakki
dolayısıyla o vilayetten devlet hazinesine para göndermek ve emsalinde
karşılaşıi-madıgı halde, senede 250 bin lirayı göndermeyi taahhüd etmişti-
Ancak Mahmud Nedim paşanın ıslahat komisyonu işin bu tarafını göz önüne
almıyarak, vilayetin genel masrafından 24 bin kese tenzilat yaparak, nakit
olarak istemiş ve bunun üzerine paşa istifa yolunu seçmiştir.
Yolculuğunda Sivas'a
tayinini haber aldı. Hayat-ı Siyasi-ye'de deniyor ki: "Vaziyete göre
Mahmud Nedim paşa, Rusya politikası tarafdarından olduğu için sadaret makamına
aelmesiyle birlikte elçi general İgnatiyef in tavsiyesiyle Bulgarların rum
patrikliğinin otoritesinden ayrılarak müstakil Exsharzhk idaresi kuruldu. Bu
da, devleti başka bir idare şekline koymak niyetiyle geçmiş dönemde yapılan her
şeyin tamamını bozmaktı. Evelce yapılmış bulunan demiryolları mukavelesini
feshetmişti. Vilayetler nizamlarını değiştirip, küçük, küçük valilikler kurmaya
kalkışıp, bu yeni düzenin gereğinden olmak üzere, Sofya'yı Tuna vilayetinden ve
Şar-kikarahisarı, Trabzon'dan, Maraş'i, Adanadan ayırıp başka başka valilikler
teşkil etmiş olduğu gibi, Bosna'nın öbür ucunda olan Hersek sancağını, daha
yakında olan Yenipazar ile birleştirip orayı da bir valilik yapmış ve bütün
vilayetlerin tahsis ve masraflarında hesapsız ve ölçüsüz indirim ve yükseltmeler
yapmış olmasıyla, her mahallin idaresi bundan menfi olarak etkilenmişti. Bu
etkilenme sonucu, memurların suistimalleri, zabıta ve vergi memurlarının her
birinden şikayetler başlamıştı." En tşarib karşılanı da payitaht dışındaki
memurların çoğunluğunu belkide tamamı ya azil ya da yerlerinden başka mahallere
nakil olunmasıydı. Devlet böy-!ece adeta bir müteharrik kitle haline
gelmişti... Mithad paşa Sivas'a gitmedi. Tayini Edirne valisi olarak yapıldı.
Çok dikkat çekici
idari tedbirlerinden biri de, jurnalci memurların ihdasıdır. Bu memurların işi
babıâiiye durmadan tetkik için evrak göndermeleriydi. Mahmud Nedim paşa bu
sırada tanzim etmiş olduğu bütçede üçmilyon lira fazla gelir göstermekteydi.
Öte yandan da, maliyeyi Galata sarraflarından 1 milyon 100 bin lira borç almış
olarak ilan ediyordu. Eski bir cedvele göre harici ve dahili genel devlet borcu
138 milyon 674 bin 780 ve her iki borcun faizi senede 8 milyon 457 bin 485 lira
idi.
1288/1872 bütçesinin
dengesine göre umumi gelir: 20 milyon 700 bin lirayı aşmış olduğu görülüyor
idi. 1289/1272 senesi, Bulgar eksharzliğınm kuruluş tarihidir. Eksharzh"ın
İstanbul'da oturmasına karar verildi. Hatta huzura çıkarak bir teşekkür
konuşması yaptı. Padişah da, bu nutka uygun bir nutukla cevap verdi. 1286/1869
senesinde Âlî paşa daha sadrazamken düzenlenmiş bulunan fermanda Eksharzhın
icab ettikçe Fener semtinde bulunan Bulgar papashanesinde ikamet etmeye
izinlidir açıklaması yer almıştı.
Mahmud paşa
vilayetlerin tahsisatını keserek, elde nakit bulundurmak için, görünüşde %10
esasda %20 faiz ile Küçü-koğlu Agop isimli birinin vasıtasıyla tezelden 10
milyon liralık borç antlaşması yapmıştı. Burada Rasimbey'den bir not aklıma
geldi. Takdim ediyorum, Rus sefiri ignatiyef gerek saraya gerekse sadrazama
kendini kabul ettirmişti. Fransa ve İngiltere ile hem bizimle iyi ilişkiler
kurarak mesleği dolay-sıyla babıâliyi ele almıştı. Sureti hakdan görünüp de
nice hile ve ifsatlar ve nice suistimaller ile tanzim-i usulü ihlal edici
yollar açmıştı. Âli paşa tarafından tehiri yapılan Bulgar eks-harzhlığı
beratını, Mahmud Nedim paşa Rus sefirin talep ve teklif etmesiyle birlikte
hemen vermişti. Böylece Bulgaristan da Rusların tesir ve nüfuzunun fevkalade
kuvvetlenip de genişlemesine müsaade etmiş oldu.
Rumeli demiryol
hattının yapılmış olması Rusyanın işine, gelen bir husus değildi. Tabii,
Önlemeye çalışacaktı. Rus elçisinin tavsiyeleri neticesi adını andığımız demir
yollarının Yapılması müteaahid Baron Hirş'len yapılmış mukavele ça-lısma
masrafının ve imtiyaz müddetinin uzunluğu vesile edilerek değişikliğe
uğratıldı. 2300 km. lik inşaata mahsus 1. 980 bin hisse senedi o vakte kadar
bitmiş olan yarısı kadar imalata ve imtiyaz bakımından indirilmeye matuf
müddete karşılık, Baron Hirş'e terk edilerek yüzbinlerce liralık irtikap
yapıldı. (Mirat-ı Hakikat)
Bu parayı saraya
yetiştiriyordu. Paşa, bahriye nazırlığında bulunduğu sıralarda bile, padişahın
hoşlandığı hususlarda bilgi sahibi olmuş bütün lezzet ve iştahını genişletmeye
çalışıp bir hayli hizmetler etmiş olduğu gibi, sadrazamlığında dahi, saraydan
akla gelen ne olur ve istenirse hiç bir engel çıkarmadan yapmaya başlamıştır.
Bir zamanlar resmi çalışma ve muamelesinde babıâlinin imtiyaz kuvvetine ve
nizam ile kanunu devletin hükümlerine riayet etmeyi seçen padişah, bundan sonra
bu şekil davranıştan vaz geçti.
Bir sene içinde Sultan
Abdülaziz, tamamen değişmişti. Bu sıralarda da Hanri Martin tüfeklerinin ordu
tarafından kabulü bu sene içinde gerçekleşmiştir. Padişah, sadrazam M. Nedim
paşanın ahali arasında çoğalmakta bulunan itibarsızlığını kötü idaresini haber
almaktan uzak kalmıyordu. Hatta çok geçmeden azlederek yerine Edirne valisi
Mithad paşayı sadaret makamına getirdi. Şimdi burada A. Rasim bey iki ayrı mütalaa
vermiş onları nakledelim: <Padişah, Âli paşadan yüz çe-viripde sadarete nail
olmak 'için akla hayale gelmez çeşitli fitne ve fesad icad ve gayri meşru
paralar takdimiyle mevkiinde kalabilmiş ve bu garaz dolu mesleği yani yolu
devam için: "efendimiz, bir padişahı müstebidsiniz. Her emrü fermanınızı
yerine getirmeye muktedirsiniz mealindeki sözlerin ifade edilmesiyle Sultan
Abdülaziz'in bağsız bir aslan gibi etrafa atılıpda keyfe göre hükümleri icra
etmek emeline ve
arzusuna düşürmüş
olduğundan Âli paşa irtihal-i dan beka eyledikte, Mahmud Nedim paşa sadarete
gelince Sultan Abdülaziz'i talim ettiği yola sevk etti. Yine: Sultan Abdüla-ziz
tarafından M. Nedim paşanın açtığı yoldan aldığı lezzed-den, bir taraftan da
icraatların bırakmış olduğu kötü tesirlerin neticesinden çekinmiş olduğundan
genel bir hosnud-suzluk karşısında bir özür, bir tarziye makamında olmak üzere
Nedim paşayı geçici olarakda olsa feda edip, gerek ahali gerekse ecnebilerin
nazarında ona mesuliyet yükledi. Hüseyin Avni paşa gîbi sözü geçen kimsenin kin
ve düşmanlıklarından gelecekte de nefsini koruyabilmek tedbirine başvurarak,
Midhat paşanın Bağdad valiliğinden dönüşünde, Edirne valiliği ile İstanbul'dan
uzaklaştırılması için, M. Nedim paşanın İsrar ettiği bir fikri seçmesi
garazkârlıkla tefsir edip Midhat paşayı sadaret makamına getirip, Mahmud Nedim
paşayı da, görünüşte ikbal makamından indirip, uzaklaştırmakla efkarı umumiyeyi
taraftar saydığı birişie tatmin etti zannma kapıldı.
Lütfi tarihi diyorki:
<Sadaret değişikliği gerek içde gerekse hariç de pek büyük bir memnuniyetle
karşılandı. Daha üç gün olmamıştı ki babıâliye bu vaziyete sevindiklerini belirten
telgrafların sayısı ikibine vardı. Midhat paşa sadrazam olur olmaz, ilk aldığı
darbe, Mahmud Nedim paşanın vilayet usul-ü kanununu iptal etmiş olmasından
doğan karışıklıktı. Hüseyin Avni paşa, Şirvanizade Rüşdü paşa ve arkadaşları
sürgün yerlerinden dönmüşlerdi. Bu defa dahi M. Nedim paşa tarafdarı
teşkilatından olan, Maraş valisi Cevded paşa ile Karahisarı Şarki valisi Rasim
paşalar da döndüler. Şirvanizade evkaf, Cevded paşa maarif, İzmir valisi Sadık
paşa maliye, Paris sefiri Cemil paşa hariciye nazırlıklarına tayin edildiler.
Eski sadrazamın ıslahat meclisini fesh, şura-i devlet, dahiliye ve tanzimat
isimleri altında ikiye taksim olundu. Midhat paşa, 10 milyon liralık borç
alımında aracılara, 100 bin lira verilmiş olmasından M. Nedim paşayı vükela
meclisinde sorgulamaya aldı.> Mirat-ı Hakikat diyorki: <Bu 100 bin altun
saraya verilmişti. İş bu komisyon, borç aracılarına verilmesi hakkında Sultan
Aziz'in özel iradesi varken inkar etmiş olması ve M. Nedim paşanın padişahı
tekzib etmemek için iradesinin bulunduğunu söylemekten İstinkâf etmesi 100 bin
altunun kendisinden alınması hükmü bahs oldu.
Ancak hakiki durumu
bilen padişah, Mahmud Nedim paşanın uğradığı bu ödeme cezasını af etti ve
Kastamonu valiliğine tayin ederek gönlünü aldı. Şimdi burada Rasim bey
merhumdan bir alıntı yapıyoruz: Senebesene ilan edilmekte olan bütçe muvazene
(hesap) defterlerinde görüldüğü gibi masrafların 2 milyondan fazla olduğu
bununda üzerine Mahmud paşanın sadarete gelmesiyle birlikte Küçükoğlu Agop
efendi vasıtasıyla avrupadan alınan 10 milyon liralık borç faizinin ilave
edilmesiyle denklik açığının miktarı 3 milyon lirayı geçmişti. Müşarileyhin
yani Mahmud paşanın babı-âlide tenkihat ve ıslahat komisyonu adı ile kurmuş
olduğu meclise yaptırdığı ve mabeyne takdim ettiği defterde gelir ve gider
karşılaştırılmış olduğundan başka, gelirin 500 bu kadar binii-ra da fazlası
olduğu gösterilerek, işbu fazladan 100 bin lira sarayı hümayunun tahsisatı
seniye haricinde yani saraya ve padişaha ayrıları paranın dışında sarf olunmak
üzere gelişi güzel bir hesapla mabeyni hüfmayuna takdim edilmiş ve 350 bin
lirasıyla İngiltereye bir zırhlı harp gemisi daha sipariş edilmiştir. Midhat
paşanın sadareti üzerine maliye nezareti tarafından gelen taleb üzerine bu sefer
verilen deftere göre, gelirin fazla olması şöyle dursun, Mahmud Nedim paşanın
v'Iayetlerden, yapmış olduğu tahsisat indirimi makul olanlar dahil hesablansa
bile yine genel masraf açığının 3 milyondan aşağı olmadığı, gösterilmiş ve o
zaman söylenip, yazılan fazlayı tasdik etmiş denilen komisyon azalan
getirtilip, toplanmış ve sorgulara maruz kaldıklarında, hesabın hazine kayıtları
üzerine olmayıp, Mahmud Nedim paşanın tarif ve ifadesine göre yapıldığı,
verdikleri cevapdan anlaşılmakla işin hakikati ve rengi ortaya çıktı. (Midhat
Paşa-Hayatı Siyasiye) Mithad paşanın sadareti 2 buçuk ay devam edebilmiştir. Bu
sırada Bağdad, Vidin demiryolları, Hicaz telgraf hattı, terazilere ve
ölçülerin onda bir usulüne göre tatbiki gibi hususlarla uğraşılmışsa da, tamamı
akim kalmıştır. Mısır Hidivi İsmail paşa, avrupadan borç para alabilmek için
padişahdan izin talebinde bulunarak aynı zamanda Mahmud Nedim paşanın vukubulan
azlinin üzerine bu talebde geri kalmıştı. Şimdi talebini yinelemekteydi.
Midhat paşa, bu izinin sebeb olacağı sıkıntıları gördüğünden hatta Mısır'ın
elden gitmesine sebeb olacağını anladığından hemen teşebbüse engel olmuştur. Fakat,
padişah Hidiv İsmail paşaya söz vermiş imiş! Bu yüzden bir dereceye kadar
padişahın sözü yerine gelsin diye, Mısır Hidivine izin manasında olmıyarak,
ileri de buna yakın bir vaadmışça olmak üzere bir fermanyazıldı. Tabiatıyla
Hidiv bu fermanı kabul etmedi. Mabeyne bildirdi. Bunun üzerine ma-beynden
re'sen izin sayılan, bir ferman çıkarılarak yollandı. Tarihi Lütfi diyorki:
<Fermanın Mısıra varması üzerine sıcağı sıcağına %13 faiz ve %birbuçuk
komisyonlabir milyon lira borç ahnıvermiş.> Padişah, Midhat paşanın
kullandığı muhalefet politikasından serrişte yani ipucu seçti. Paşayı azletti.
Büyük Rüşdü paşa sadarete geldi. Ancak o da, tutunamadı. Artık sıra serasker
Esad paşaya gelmişti. Hükümet günden güne padişahın keyfi davranışlarından
dolayı kuvvetini kaybetmekteydi. Yabancı kalemler bile Sultan Aziz için
nefsine uygun işlerle vakit geçirip, Ömrünü sarayda geçirip paraları vapur
yapımına harcadığını yazmaktaydılar. Hatta; Debid ör,
Hivorki: <Osmanh
devleti Sultan Aziz idaresinde birer parça halinde kopup düşmekteydi. Mısır
Hidivi para için 1868 ile 1872 tarihleri arasında 2 tane ferman elde ettiki,
neredeyse istiklâl idi. Vilayetlerin çoğundaki valiler hükümdar gibiydiler.
Avrupadan çok yüksek faizlerle borç alındığından maliyenin hazinesi bomboştu.
Memurlarında askerlerinde maaşları senelerdir bir miktar beklemede kalmaktaydı
>
Ali paşa vefat edince
padişaha çeşitli hediye ve hesapsız nakit ve mal takdiminde bulunan Hidiv,
sarrafı İbrahim bey ki sonradan Mısır kapıkethüdahğına da tayin ve uhdesine
vezaret rütbeside tevcih olunmuştu. İşte bu adamın vasıtasıyla vükela, devlet
adamı, lüzumlu, lüzumsuz pek çok kimseyi de, doyurup fevkalade bir nüfuzla
şöhret sağladıktan sonra, artık bol bol alma vakti gelmiştir hevesine düştü.
Hatta Şirvanizade
Rüştü paşa sadaretteyken İstan-bula gelerek, padişaha, vekillere, kurenaya tam
beşyüzbinlira harcayarak, avrupadaki devletlerle mukavele yapma ve borç
alabilmek iznini, Âli paşanın büyük zorlukla kabul ettirdiği kararın iptalini,
müsadeyi havi bir ferman aldı. Bu alış verişler sırasında padişahın
yakınlarından aklı fikri para olan sefiller, yüz-yüzellişerbin lira kazanıp
mutlu oldular. Lâkin şu hırsızlıklar ve rüşvetler, hayır sahibi devlet
adamlarının indinde üzüntülere badi olduğu avrupada bile yeis ile karşılanıp lanetlenmesine,
şu fıkra delil sayılır. "Almanya imparatoru o sırada ziyaret için
İstanbula gelen İran Şahı Nasıriddin Şaha, sen Öylece bir padişaha
'misafirliğe gidiyorsunki; kendi eliyle kendi kolunu kesmiştir." diyerek,
Mısır'ı devleti âliye-den ayırmak demek, sayılan fermanın verilişini alay
konusu olarak dile getirdiği kesin olarak duyulmuştu.>
254
Padişah,
"NedinV'siz olamıyordu. Sultan Abdülmecidin saltanatının sonlarına doğru
25 milyon derecesindeki Osmanlı borçları 12 senede 250 milyona vardı. Sultan
Abdüla-ziz elan Mahmud Nedim paşa'nın sadaretini özlemekteydi. Onun azlettikten
sonra Mithad paşa ve büyük Rüşdü pasa, Şirvanizade Rüşdü paşa hatta Hü-seyin
Avni paşa sırasıyla sadrazam oldukları halde, iktidarda fazla kalamamışlardı.
Efkarı umumiye ise, Mahmud Nedim paşanın adamakılli aleyhinde idi. Efkarı
umumiye yalnız bunun aleyhinde olmayıp, Paris antlaşmasından sonra diğer
devletlerin kefaleti altına alınmış olan Osmanlı mülkünün tamme-i istiklali,
Romanya, Sırbiya, hatta Karadağ muhtariyet idareleriyle bozulmuş, Londra
konferansı bunlara tüy dikmişti.
Avrupanın müdehalesi
yüzünden ortaya çıkan ıslahat fikrinin de hristiyan reayayı itidal ölçüsünden
çıkarmasından da memnun değildi. Şirvanizâdenin sadrazamlığı esnasında meydana
gelen bir hadiseyi buraya yazmadan geçemedik. Bu hadise 1291/1874 tarihli, bir
mebuslar meclisi kurulmasına aiddir.
Rüşdü paşa yalısında,
toplanan adliye nazırı Midhat paşa ile beraber bir kaç vekilden ibaret bulunan
özel bir encümen devletin halini ahvalini ortaya koyup meydana çıkan kötü
vaziyeti mümkün mertebe önlemek ve tanzime başlangıç olmak için, bir layiha kaleme
alınmasına karar vermiş ise de, Şirvanizade huzurda, mebuslar, kanunca
sözlerinin meydana getireceği tehlikeyi anlayamadığından, böyle bir layiha
hazırlığından bahsederek, Midhat paşanın Selanik valiliği ile uzaklaştırılmasına,
biraz sonra da kendisinin Halep valiliğine tayin ile sadaretten düşmesine sebeb
olmuştur. Midhat paşa tarafından kaleme alınmış bu layihanın bir kısmında o
zamanın rlüsünce-i umumiyesindeki şu anlayış: <Bir vakitler devletin aaf ve
inhitatına müteallik olarak söylenmiş sözler, bu gün ahalinin tamamında
devletin izmihlali (çökme) zevali hususundaki tabirler açıkça söylenmeğe
başlamıştır. Bu tarzda ifade eylediği gibi çare-i salah oimak üzere bermutad,
kanun ve nizamların tatbike konulup, büyük, küçük, erkek, kadın bütün tebanın
kanun hükümlerine ayırımsız ve eşit uyması, meclİsve muhakeme ve diğer hayır
kuruluşlarının yerine getirilmesi, üzerine düzeltilip yeniden kurulması, bütün
işlerin eskidenberi devletin mercii olan babıâli tarafından görülüp, orada
karar verilip, hakipayi şahanelerine arz ile irade-i seni-ye-i şahaneleri şeref
sünuh buyruldukça devletin hukuku mülkiye ve maliyesine bağlı hiç bir şey
yapılmaması ve ida-re-i devletin ruhu olan mali işlerinin kuvvetli bir esas
üzerine yeniden oturtulması, babıâli'nin rey ve tasdiki manzum olmadıkça hiç
bir yere bir akça sarf edilmemesi ve küçük büyük bütün memurların ve hademei
devletin vazifeleri yeniden tahdid ve tayin olunup, işbaşında bulunan
memurların dere-ce-i mesuliyetlerini bir karar altına alınması gibi>
Deniliyor.
Görülüyorki,
ecnebilerde, hemşehrilerde devlete ıslahat yapmasını tekrar tekrar talep ve
tavsiye etmekteydiler. Anla-şılıyorki, burada devlet bir maneviyat-ı mazlume,
yâni lâzım gelen, ıslahat ve tensikatın yani düzenleme ve hafifletme işinin
son şekil ve tesir derecesini bilemeyen bir kitİe-i kötülüktü, işte bundan
biraz sonraydı ki, Panslavizm propogandass, Hersek ve Bosna'da çok önem taşıyan
bir ihtilali uyandırıyordu. Avrupalıların dedikleri gibi Osmanlı hükümetinin
du-Çar olduğu ve ödemesi gereken derd, günden güne daha da ağırlaşıyordu. Her
15-20 senede bir şiddetli bir sıkıntıya tutularak, avrupayıda sarsmaktaydı.
2. Aleksandr'da, Çar
Nikola gibi, kendisine bir tabii koruyucu bakan milyonlarca ortodoksu korumayı
mukaddes bir vazife gibi sayıyordu. Londra konferansının da söylemediği Paris
antlaşmasının hakaretinin acısını çıkarmak arzusunu taşımakta olup, yine bu
tarihlerin anlattığına göre Gorçakof, Almanya başvekili Bismark'ın sahip olduğu
başarıyı çekemediği için, siyasi hayatına şanlı bir netice koymak arzu ve
emeliyle çırpınıyor, Bismark'ın şan ve şerefi çaresiz Gorça-kofa gözünü
yumdurtmuyordu.
Diğer tarafdan
panslavizm neşriyatı dinsel siyasetin, neticeye verdiği başarı ile hergün
büyüyor, Romanya, Sırbiya, Karadağı harekat merkezi seçmiş, buralardan adalara
yaptığı teşviklerle Bosna ve Hersek'i Bulgaristanı hercü merç ediyordu.
Eyalet ve akalimi Yunaniye panslavizmin gözünden düşmüştü. Panslavizm, büyük
yunan devleti fikrini, maksadına uygun görmüyor, Viyana kabinesinin Belgrad ve
Bükreş üzerinde tesis etmiş olduğu baskıdan kuşkulanıyordu.
Avusturya 1291/1874de
Sırbiya ve Romanya İle ticaret antlaşması yapmıştı. 1292/1875 senesinde Rus
memurları güney Tuna'da faaliyetlerini arttırarak kendilerini göstermeye
başladılar. Bu arada Es'ad paşa sadarete, Derviş paşa Bosna-Hersek valiliğine
getirildi. Babıâli her tesirden uzak, saray ise devletin idaresini ele almıştı.
Ancak bu idare tarzı son derece keyfi olmaktaydı. Mirat-ı Hakikat ihtilal
öncesini şöyle anlatıyor: <...Görünen sebeb odurkî: Hersek sancağına
katılmış bulunan Nevesin kazası hristiyanlarından 160 kişi koyun vergisinin
çokluğundan, zabıtaların zulmünden dolayı, Karadağa geçerek şikayet etme
mecburiyetinde kaldıklarından Karadağ prensi Nikola vakayı anlatışınızı Rusya
devletinin İstanbul sefirine yazarım. Şikayet ettiğiniz Ödemelerin tahakkuku
hususunda Osmanlı devletinden, özel bir memur gönderilmesini iltimas
ettiririm.> der. Şikayetçiler ise, "Karadağ'a sığınmamızdan dolayı
Osmanlı devleti bizi azarlar" cevabı vererek köye dönüşte tereddüd
gösterdiklerinden Balkan kavimlerinin isyanları daima ya vergilerin
tahsilindeki suistimallerden yahud umumi tekliflerin, eşit bir şekilde taksim
edilememesinden veya vergi bahanesiyle zulüm yapılmasından ortaya çıkmıştır.
prensde Rusya elçisi
general İgnatiyef e vaziyeti bildirmekle beraber bunların uzun zaman iaşe ve
ibatelerini, Karadağ'ın kaldıracağı yükten değildir. Osmanlı devleti tarafından
biran evvel yerlerine dönmelerini sağlamalarını elde ediniz, şeklinde ricada
bulunmuş imiş.
Esad paşa bu fesadın
içinde Rusların tahriklerinin bulunduğunu ve nice senelerden beri
gerçekleştirilmeye çalışılanların, Bulgaristanda yapılmaya çalışılan ifsat
hareketlerinin, Sırbistan ve Karadağ yardımları ile Bosna tarafından meydana
getirilmek için yapılan, bir planın başlangıcı bulunduğunu anladığından ürküp,
şaşırmış vede herhangi bir şeyi yapmağa iktidarı olmadığından, tereddütler
içinde kalmış, vaktin geçmesi hadisenin büyümesini sağlayıp vehametin artmasını
getirmiştir.
Sadrazam ve serasker
Saip paşanın Derviş paşa ile arası açıktı. Firarilerin tahkikatını ona havale
etti. Esasen ihtilalin tertipçisi olan rus elçisi ignatiyef, padişah ile Esad
paşaya isyanın teskini hususunda kan dökülmeyip, gerek Rus gerekse diğer
devletler konsoloslarına tahkikatın havale edilmesini tavsiye ve kabul ettirdi.
Namus ve istiklali devlete kendi elleri ile bir darbe indirtmeye muvaffak
oldu. Çünkü daha evvel böyle büyük işlerin kararlan kimseye sorulmadan mabeyni
hümayuna bağlı ve oraya aid işlerdendi.
Nevesinliler,
Karadağdan zafer kazanmış olarak dönünce mültezimlerin zulumlanndan ve
vergilerinin servet ve iktidarlan derecatıyla mütenasip uygunlukta
olmadığından, emlak senetlerinin değişmesi, karşılığında Osmanlı hükümetinin
hazine iç- in vergi almak gibi teşebbüslerinden dolayı hem-şehrileriyle bir
cemiyet-i ihtilaliye kurarak müdürü tehdit ederek firara mecbur kıldılar.
Üzerlerine giden zabıtaları da öldürdüler. Bu arada Bosna valisi hâla
babıâlinin reyini sormaktaydı. Eşkiya ise Nevesin caddesine siperler yapıp engelleri
ortadan kaldırıyorlardı. Hatta nasihat etmeye giden mirliva Hüseyin paşa ile
Kostan efendiyi de koğdular. Babıâli sert ve şiddetli muamele yapmaktan ve
Karadağlıların -harp etmeye olan eyilimlerinin bir ecnebi müdehaleye sebeb vereceği
endişesi taşımaktaydı. Bu yüzden gösterilmesinin tavsiye olunduğu yumuşak
tavır, vilayet tarafından yapılan kötü ve yanlış hareket üzerine, ihtilal ateşi
Lapoşka'dan Gabele-ye, Mostardan, Avusturya hududuna kadar yayılacaktı.
Bazi-yac, Banal ve Piyeveh nahiyelerinin asilerince Karadağ ve Dalrnaçya
taraflarından ihtilale katılımlar çoğaldı. Avusturyalılar, Dalmaçya'ya girecek
haydutların silahlarını almak, katılacak olanlara engel olmak bahanesiyle
Mitokaviçeye asker topladılar.
Maksadları Hersek
voyvodalarına Rusyadan yardım mümkün olmadığını anlatmaktı. Ancak Rusyada
yayımlanan gazetelerin yazılarının bu planı bozduğu görüldü. Gerek
Avus-turyanin gerekse Karadağın bitaraflık ilanları Osmanlı devletini oyalama
düşün cesinin neticesiydi. Çünkü isyanın Sırbistan, Bulgaristan ile Karadağa
bulaşması onların hesabına uygun sayılırdı. Hakikaten isyan Hersek'den
Bosna'ya sıçradı. Banaluka sancağında Kuzara'Garadşika, Rebke sancağında-ki
Peridor taraftarıyla Gaçika, İstolçe Beyleke, Terebin kazaları kazaları
köylerini de sardı. Müslüman hanelerini yakıp geçti. Ferik Selim paşa ricat
etmeye mecbur oldu. Eşkiya Karadağ hududuna yakın ve Raguza ile Klaik, Lobeyn,
SileL-e yollarının birleştiği noktada bulunan Trebeyni muhasara ettiler. Bundan
başka Raguza yolundaki Çarina, Zeviçe, Is-toryine kaleleriyle istolçe, Lobin
zapt olunup, Nakşik kalesini de kuşatmak ameliyesine başladılar. Vâli'nin gerek
veziriazam gerekse serasker ile arasında olan küskünlük cevap alamaması gibi
aklın alamayacağı bir durumla karşılaşıyordu. Daha sonra da vali azledildi.
Yerine tayin olunan Ahmed Hamdi paşa, harekatı idare etmekten aciz bir
kimseydi. Bu sırada ise, Hersek'de ıslahat yapılması hususunda ecnebi devletler
tarafından ortak bir tebliğ yayımlamış bulunuyorlardı.
Rusya, Avusturya,
Almanya (Bismark'ın Osmanlı devleti aleyhinde bu işde teşebbüsleri
görülmüştür.) Bir tarafdan, İngiltere diğer tarafdan ıslah niyetlerini ve
konsoloslarına verdikleri talimatta Herseklilerin şikayetlerini Osmanlı
devleti fevkalade komiseri tayin edilen şura-i devlet reisi Sururi paşaya arz
etmelerini bildiriyorlardı. Sururi paşa Mostara gitti. Hersek'de 30 tabur
piyade 4 bölük süvari askeriyle bunlara karşılık 8-10 bin haydut vardı.
Çarpışmaların devam ettiği görülüyordu. Duga boğazı eşkiya elinde bulunduğundan
Nakşik'de muhasara altına alınmış bulunuyordu. Peküpolo-viç Levi, Byratiç,
Lazarso ve Behke bölgelerinde Noverin, Mesaronoviç, Buğdan Simvoniç
isimlerindeki haydut reisleriyle Rauf paşa kumandasındaki Şevket ve Osman paşa
uğraşmaktaydılar. Rauf paşanın rahatsızlığı yüzünden Ahmed Muhtar paşa Bosna-
Hersek baş komutanlığına tayin edildi.
Hükümeti keyfiyeyi
Aziziye iflasa, isyanların genişlemesi ve devam etmesi azim bir sıkıntıya
gidileceğini göstermekteydi. Mali ve siyaseti dahiliye ile harici münasebetler
nokta-j nazarından en müthiş çukurlara körü körüne düşen bu hükümet Mahmud
Nedim paşanın ihtiraslı elleriyle idare olunmaktaydı. Padişah Esad paşayı
azil, Atina valiliği görevinde bulunan Mahmud paşayı sadarete getirmek için
1292/1875de Mahmud paşayı Şura-ı devlet riyasetine getirdi. Üçüncü günü de
sadaret makamına getirdi. Mithad paşayı adliye'ye, Sururi paşayı Şuray-ı
devlete, Hüseyin Avni pa~ sayıda serasker olarak tayin eyledi. O zaman yaptığı
siyasette İgnatiyef meramını anlatabiliyordu. Hersek isyanının Sır-bistana ve
Karadağ'a bilhassa Bulgaristana sıçradığı yağlı paçavralar icab eden işgal
kuvvetlerine sahipti. Mahmud paşa tutuşmaya hazır olan bu maddelere bir kibrit
çakmak kabilinden olmak üzere ilk önce mali vaziyeti ıslahen garib bir
teşebbüsde bulundu. 1291/1874 sene-i maliyesi bütçe dengesinde Smilyon lira
açık vardı: <devletin dış borcu ve demiryolları tahvilatı ve bütün
senetlerin bedeli ikiyüz ve halkın elinde bulunan bütün senetlerin kıymetide,
106 milyon lira civarında idi. Böyle büyük bir yeküne varan muntazam borcun
senede avrupaya 14 milyon lira faiz ve ana para ödemesi mecburiyetinde
kalınmıştı. M. Nedim paşa bu 5 milyon açığı kapamak için bu 14 milyonu yarıya
indirdiğini ilan etti. Bu ilanın hemen arkasından gerek dışda gerekse içde
büyük bir buhran şikayetini ortaya çıkardı.
Kelimenin tam
anlamıyla-malını mülkünü satarak elde et-tiâini ayda bir liraya bir kuruş
getiren sened-i umumiye ve demiryolları senetlerine yatırmak gafletinde bulunan
Osmanlı tebasının bir çoğu elleri boyunlarında kalmasından bu ka-Öıtlarla
yapılan evkaf ile eytam (yetim) akçalarını havaya eritmekten, dış buhran ise,
avrupalıların gözünde zaten, borcu borç ile ödemek gibi kötü bir mali leke ile
yaşadığımızdan böyle hakiki iflasdan bir sonuç çıkıyordu.
Fransa ve İngilterede
bulunan senet sahipleri, elçilerimizi hakarete tabi tuttukları gibi gazeteleri
dahi: <Türkler bizt dolandırdılar. AKunlarımızı sefahat uğrunda telef
ettiler. Bunların devam etmesi avrupaya zararlıdır.> Mealinde şiddetli
başlıklarla donatılmış yazılar yazdılar. İşte bu sırada ünlü Gladeston
hakkımızda aleyhimizde olmak üzere nutuklar atmaktaydı. Mali siyasetimiz
tamamen mahvolmuştu. Bu se-bebler yüzünden içde hükümet aleyhine mühim ve çok
kuvvetli memnuniyetsizlik doğdu. Dünyada yapılan siyasi politikada muhibbimiz
olduğunu sandığımız Fransa ve İngiltere kaybedildi. Fakat Ruslar, kazanıyordu.
Diğer taraftanda
Bulgaristan da alıp vermekteydi. Genç Bulgar kitleler büyük göçler
gerçekleştiriyorlardı. Rusya ve Sırplardan silah almaktaydılar. Rus
konsolosluklarının Kızanlık, Eski Zağra, Çırpan, Hasköy kazalarında Filibe ile
Rus-cuk'da yapmış oldukları ihtilal* teşvikkârlığı nihayetinde ihtilal
komiteleri kurulmuştu. Zağra ve Kızanlık memurlarının şarta bağlı çalışmaları
sayesinde fesatçılar yakalanıp, hapsedildiler. Bulgarların ihtilallerini
yapmak üzere oldukları anlaşıldı.
Rus sefiri İgnatiyef
M. Nedim paşayı tehdid ile Edirne vali-si Hurşid paşayı azil, Filibe mutasarrıfı
ile Zağra ve Kızanlık kaimmakamlarını değiştirip, hapisde bulunan Bulgarları
salıverdirdi. Gösterilen bu zaaf Bulgarlara ne duruyorsunuz? Ars ileri
komutası yerine geçmişti. Bu kumanda İgnatiyef tarafından Sırplarada adeta ve-
rilmiş gibi bir hal zuhur etti. Hüseyin Avni paşa bir taraftan Bosna ve
Hersek'e ihtilalci ihraç eden, diğer yandan da, Bulgaristana saldın adımları
atmak düşünce ve hareketlerinde olan Sırpların yapacakları muhtemel
harekatlarına karşı, Niş, Vidin kalelerinde önemli miktarda asker toplamaya
muvaffak olmuştu. İgnatiyef buna da itiraz ederek, Hüseyin Avni paşayı
azlettirdi. Padişah yazdığımız kuvvetin geri çekilmesini emretti. Ancak yeni
serasker Namık paşa bir mazbata yazarak, söz konusu emri engellemeye muvaffak
oldu. Hakikaten prens Milan geniş bir Slav hareketinin başında bulunmak
istiyordu. Rus generallerinden Çerniyef, Sırbistanın hizmetine girdi. İlk işi
sınır istihkâmlarını teftiş etmek oldu. Bu sırada idiki Berlin'de toplanmış
olan üç kuzey devlet baş vekillerinden Avusturya ve Macaristan başkanı Kont
Andiraşinin bir layihası öne çıktı. Bu layiha şu mealde idi:
1-Hristiyan ahalinin
ayinlerini serbestçe yapabilmeleri. 2-Iltizam usûlünün kaldırılması.
3-Ziraat arazisinin
kullanılabilmesi bakımından İslah durumları.
4-Azaları müslim ve
gayrımüslüm kişilerden meydana gelmek üzere bölgesel bir kontrol meclisi
kurmak.
5-Vergilerin mahalli
ihtiyaçlar için sarfı. Bu teklif henüz tebliğ edilmemişken Midhat Paşa adliye
nezaretinden çekilmiş olduğu gibi Mahmud Nedim Paşa da yazılı layihaya karşılık
adalet fermanı adıyla bir ferman yayımladı ki şunlar vardı: "Bosna ve
Hersek taraflarında en çok şikayet edilen husus arazi bölüşümü ve vergi toplama
usulü gibi madde leİslahına ve tanzimine başlanarak 1272/1856 ferman
münderacatından olan serbestliği bütün din ve mezheplerin hür olma teyyidi,
hristiyanlardan alman askerlik bedelinin azaltılması, değiştirilmesi ve bazı
mahkemelerce bazı düzeltmelerin yapılacağına, gerek meclis gerek mahkeme
azaları seçim hakkının genişletilmesine, memuriyet vazifelerini kötü yönde
kullananlar hakkında ahalinin şikayet etme selahiyet-leri olmasına ve bazı
şeylere dairdi.
Bu fermanın
maddelerinin izahını tetkik için bir de icraat meclisi kurulduğu gibi adliye
nazırı Cevdet Paşayla bu işleri tanzim üzre Sofya'ya yolladı. Fakat adalet
fermanına kimse inanmadı.
Kont Andraşi layihası
Bâbaaliye sözlü olarak tebliğ olundu. Bâbaali kendi içinde yaptığı müzakere
neticesinde şöyie böyle söz konusu layihanın dört maddesini kabul etti. Verginin
mahalli ihtiyaçlar için sarf edilmesi maddesini "Devletçe fayda sağlayıcı
işler için müsait meblağın elverdiği imkanda miktarının arttırılabileceği"
düşüncesi hoş görüldü. Halbuki layihanın girişindeki: "Hristiyanların
gerek fiilen gerekse hukuken İslam dini ile tamamen eşit tutularak müsaade
şekline vermek değil mazhar-ı tastık ve riayet olması" kaydı devletlerin
hristiyan teba haklarında apaçık özel bir bir cümle ile himaye edici
bulunduklarını, Rusların hristiyan tebanın esir gibi yaşadıklarına dair olan
önceki ifadelerine uygunluk göstermekte idi. İcraat meclisi dikkat nazarlarını
bu yöne çeviremedi. Yine bu sırada Rusya sefiri general İgnatiyef'e nahiyelerin
idaresi hakkında bir teklifte bulundu. Bu layiha Mithad Paşanın hatıratında
yazıldığına göre: "Rumelide bulunan kabaların müslim ve gayrımüslüm
ahalisinden hangi sınıf yani hangi taraf çoğunlukta ise o kazanın Hâkim ve
Kadısı onlardan olmak, Bulgarlardan milis askeri yapılmak, Çerkezleri
Anadoluya sevketmek. Devletin gelirinin belli bir suretle, bel-
li yüzde miktarıyle
hazineye alınıp kalanı milis askerine sarf edilmek üzere mahallinde bırakılmak
yoluna gidilmesi başka yerlerde de nizami asker bulundurulmamak gibi mühim şartlar
bulunmaktaydı. Bu layihanın birinci maddesi tetkik olunduğu takdirde çıkan
netice Rumelinin Bulgarlara tamamen teslim edilmesini zaruri kılmasıydı.
Babıali böyle körükörüne uğraşmakta ve Avusturya layihasının kabulü yüzünden
Hersek ihtilalinin sönmesini beklemekte iken, Karadağlıların Doğa boğazındaki
Osmanlı askerini kuşatma altına almış olduğu haberi erişti.
Ahmet Muhtar Paşa
kışın büyük şiddeti yüzünden Nak-şik'e zahire gönderemediyse de ilkbaharda iki
koldan harekete geçerek eşkıyayı dağıtmak yoluna gitti. Pıraşika mevki-ne
dönüldüğünde ve Nevezere'de karşılaştığı eşkiyayı bir defa daha bozdu.
Bunların kalabalıklığına göre Karadağlıların da iltihak etmiş oldukları manası
anlaşıldı. Bunun üzerine padişah İşkodrada kuvvetli bir askeri alayın
bulundurulmasına ve eski serasker Rıza Paşanın seraskerliğe yani başkomutanlığa
getirilmesini emreyledi. Osmanlı devleti Hersek ihtilalinin ileri gelenleri
ile Sırbistan ve Kardağa karşı 148 tabur asker bulundurmakta iken Hersek'e 10
İşkodra'ya da 20 tabur asker şevkini kararlaştırdı Mirat-ı Hakikat diyor ki:
"Bu taburların çoğu 2-3 yüz erden mürekkep olmakla ortalama hesapla yekûn
70000 kişi olup silahlı askeri 50000 kişiye, erişmiş erişmemiş gibiydi.
Yalnız Hersek isyanı,
30 bin Hersekli, Sjrbistanın kuvvey-i askeriyesi 80. 000 ve Karadağlılarında
40000 den aşağı olmadığı itibariyle o günkü günde savaşmak üzere bulunan şu üç
yönün 150. 000'i aşan ordularına 50000 kişilik askerle karşı koymak
mecburiyetinde kalınmıştı." Diğer taraftan Osmanlı devleti Rusyanin
tehditlerinden ve Bulgaristana karşı uyguladığı açık himaye ve sevkiyatından
çok şikayetçiydi.
Mahmud Nedim Paşa
siyasetteki atağı İgnatiyef in eline kaptırmıştı.
Kırım savaşında Rusya
casusluğuyla itham olunduğundan kaçma yolunu seçen Taydın Kerof isimli bir
Bulgar bu sırada Rusların Filibe konsolosluğunda bulunmaktaydı. Bu adam, yerli
ahaliden konsolos tayini caiz olmaz kaydının aksine olarak tayin edilmiş ve
eline bir de ferman verilmişti. Filibe-de geceli gündüzlü çalışarak Sırbistan
ve Viyanadan gelen mektep hocaları, metropolit Panartosun kardeşi Asmas ile birlikte
ihtilal hazırlıklarına girişmişti. Böyle bir durumdak; Balkanların eteğinde
bulunan Otluk köyü ile Avraialar mevkileri civarı kuvvetli istihkamlarla asker
ve cephane bakımın dan kuvvetlendirilmişti. İstihkamlara demir çemberler ve
katranlı iplerle sarılı ağaç toplar, kadınlar için süngülü sopalar koymak gibi
cesaretler gösterilmişti. Resmi şahitlere göre: Derbent ve boğazlar civarında
bulunması zararlı olan Bulgar köylerinin kendileri tarafından yakılması,
kadınlarla çoluk çocuk ve yaşlı insanların bu köye nakli, eli silah tutanların
Balkan geçitlerine sevk edilmesi bundan başka Filibeye 16 ve Pazarcık'a 12
yerden ateş verilmesi, bura ahalisi yangınlarla meşgulken köylerden hücum
edilerek müslümanff-rırı öldürülüp ve mallarının yağma edilmesi, Edirne ile Sofya'ya
dahi köyler-den adam gönderilerek yakılması komite tarafından kararlaştırılıp
20 Nisan 1876'da işe başlanmıştır.
Hakikaten Bulgarlar;
Otluk köyü ve Pazarcıkta en alçakça cinayetleri işlediler. Filibe mutasarrıfı
Aziz Paşa önceden ihtilal hareketlerini haber alıp lazım yerlere bildirmişken
maalesef kaale alınmamıştı. Bu vaka üzerine lazım gelen tedbirlere
başvurulduysa da Bulgarlar Pazarcık ve Filibe kazalarına bağlı köyleri dahi
yakıp rastgeldikleri erkek olsun kadın olsun yeter ki müslüman olsun
dediklerini öldürüp, telgraf hatlarıyla köprüleri tahrip edip Balkan
geçitlerindeki kaleleri kuşatma altına aldıkları gibi Beleveh tren İstasyonunu
içinde buldukları insanlarla beraber Avratalan nahiyesi müdürüyle onun eş ve
çocuklarını, başkatip ve onun zaptiyelerini tamamen idam ettiler. Hatta
müdürün kızını katlettikten sonra avret yerini keserek bilezik şeklinde teşhir
eylediler. Ötede beride İslam çocuklarını katranlara bulayıp yaktılar. Mirat-ı
Hakikat sahibi Mahmud Celaleddin Paşa diyor ki: "Sonunda Otluk köyünde
haydutluk ateşi alev aldı. Aziz Paşa bir tabur olsun asker gönderilmesini
büyük bir ehemmiyet içinde Bâba-aliye yazmış olmasına rağmen buna Rusya
sefaretiyle arizai mahalliye şekli verilerek büyütülmemesi yolunda söyledikleri
ihtarıki hasbel memuriye yani memuriyet icabı isyancılarma-lum olmuştur. Ona
binaen asker şevkinden birkaç gün kaçınılıp isyancıların durdurulması için
Edirneye sadece emirler verilmiş olması ihtilal çemberinin genişlemmesiyle
Fiiibe ve Pazarcık kazalarında hemen 25 İslam ve hristiyan köylerinin
yakılmasını ve bunca canın yok olmasına sebep teşkil etti." Bu sırada
Edirne valisi Akif Paşa dikkatli ve harekata hazır davranarak demiryolu köprü
ve hatlarını korumak ve redi-faskerinin toplanmasına emirler verdi.
İstanbul'dan da beş altı tabur asker ve bir batarya top sevk olundu. Serasker
Derviş Pa şa 15. günde azledilip, boşalan mevkiine bahriye nazın Abdi Paşa
tayin olundu. Filibe havalisi kumandanı Hafız Paşa Otluk Köyü ve Avrat alan
köylerinin zapt ve tanzimine vazifelendirilerek 29 Nisanda diğer livanın
kumandanı Se-lami Paşa ile ya pılan askeri harekat, altı saat kadar devam etti.
Bulgarlar savunmalarında devam edip, ağaçtan yapılma toplarıyla atışlar
yaptılar. Otluk Köyü ikîbin hanesi olan bir yerdi. Sağlam olduğu gibi
tahkimatla bu sağlamlığı artırılan evlerini bir istihkam gibi kullandılar.
Neticede mukavemetleri kırıldı. Bir kısmı aman diliyerek teslim olurken, büyük
bir kısmı da balkanlara doğru kaçtılar. Bereket versin, hükümetin buraya
vaktiyle asker göndermediğini gören müslüman ahali, boş durmamış, Bulgarlardan
gelecek bir tehlikeye karşı, silahlanma tedbirine başvurmuştu. Bu silahlanma,
Bulgar taarruzu karşısında karşılıklı kavga demek olan bir mukate-leye
dönüşmüştü. Olay sadece Otluk köyünde değil Yatak köyünde de feci boyutlara
varan çatışmalar meydana geldi. Ne çareki avrupaya akseden feryad:
"Türkler, hristiyanlan kesiyorlar!" olmuştu. Bu haksız ve yalana
dayalı feryadlann akabinde Osmanlı devletini büyük ithamlar altına iten nümayişler
gerçekleştirildi. Mahmud Nedim Paşa'nm gütmekte oi-duğu siyaset devleti büyük
sıkıntılara duçar ediyordu. Avrupalılar senetler meselesinden uğradıkları
zararlar sebebiyle Osmanlı devletine bir hayli kızgındılar. Hatta bu kızgınlık
o dereceye vardı ki, kendi kendilerine tahkikat memurları gönderdiler.
Mahmud Nedim Paşa; bu
davranışa son derece kısır anlayış içine girdiği gibi, bu tahkikat
memurlarının maiyetlerine Babıali'den bazı memurlar tayin ederek büyük bir
müsamaha gösterdi. Ruslarda bu müsamahadan bir hayli istifade edip, onlar da
memurlarını bu heyet içine sokma şansı buldular. Halin böyle olması yüzünden
heyetin verdiği raporlar tabiatıyla Rusların arzu ve emellerine uygun tarzda
gelmekteydi. Bütün dünya maatessüf Bulgarların mağduriyetlerini konuşur
olmuştu. Mahmud Medim Paşa; vaziyete hiç bir şekilde göz atmıyordu. Devletin
bütün borçlarını birleştirerek, beş-on milyon daha sokuşturmak üzere yeniden
büyük bir borç antlaşması için avrupa sarrafları vekilleri ile gizli
müza-rekeler yapmaya devam ediyordu. Mithad Paşa'nın hatıratında kayıt
edildiği gibi, bu borçlanmanın kontratosu imzalandığı anda mabeyne bir milyon
lira takdim olunması kararlaştırılmış hatta Zarifi imzasıyla Sultan Abdülaziz'e
verilmiş olan taahhüd senedi, çok zaman geçmeden tatbike konan Abdü-laziz'i hal
etme vakasından sonra ortaya çıkmıştır.
Sultan Abdülaziz'in
hâl'i hakkında en aydınlatıcı malumatları târih kitaplarından ziyade, hatıratlardan
elde etmek kabildir. Ancak; bu hatıratların objektifliğinden ziyade doğruların
sözcüsü olması lâzımdır. Kanaatler ve eğilimdeki hassasiyet doğruları katleden
bir sebeb olmamalıdır. Olayın vukuundan taa günümüze kadar, şehadetmi?
İntiharını? Sorusu hâla kesinleşmemiş, ekseriyetin şehid edildiği kanaatına göre
resmi olan kanaat intihar şeklinde olup, cumhuriyet aydını, takipçileri olduğu
hâl kadrosunun ki, bunların başında Midhat Paşa gelmektedir, Askeri mektepler
nâzın Süleyman Hüsnü Paşa ilk Türkçülerden olduğundan ve olayı ortaya çıkarmak
için seneler sonrası Sultan Abdülhamid'in Yıldiz'da kurduğu fevkalâde
mahkemeden çıkan karara muhalefet edenlerde, cumhuriyet kadrosunun takipçisi
oldukları gurubu vikaye için bu kararların haksız ve düzme bir mahkemenin
kararı olarak kabul etmek suretiyle Abdülhamid'i suçlama trampleni yapmayı
tercih etmişlerdir.
Ahmed Cevdet Paşa gibi
büyük bir hukukşinas'ın bu heyetin dışında olmadığını, Gaazi Osman Paşanın ve
daha nice anlı şanlı paşaların mahkeme kararlarını tasvip eder tasdiklerini
görmezden gelirler. Eğer; haksız bir idam kararına uygulansın hâttâ
uygulamazsanız, kötü bir yolun açılmasına sebeb olursunuz sözlerinin sahibi
bizzat Gaazi Osman Paşa olduğuna göre bu vaziyet karşısında bu kahraman insanı
ya sileceksiniz yahutda infaz isteğinde haklı bulacaksınız! Bunun ortası
olmaz. Mensup olduğumuz dinin Yüce Resulü (s.a.v) Efendimiz'in "Haksızlık
karşısında susan dilsiz, şeytandır" hadis-i nebevisi muhatap olarak
mü'minleri almıştır ve Gaazi Osman Paşa da dahil olmak üzere bu tasdikçilerde,
karşı çıkıcılarda bizim gözümüzde müslüman insanlardır. Şimdi burada kendi
kanaatlerim yerine, bir balkan çocuğu ve Arnavut kavminden olan ve akraba-i
taallukatım gibi İstanbul'umuzun Pendik sayfiyesinden olan ve yazmış olduğu
Petrol Fırtınası adlı eserin arkasından çok geçmeden bir otelde vefat etmiş
olarak bulunan Râif Karadağ merhumun, "Muhteşem İmparatorluğu
Yıkanlar" adlı 1971'de yayımlanmış baskısının önsözünde yer alan şu
satırlarla sayfamızı süslüyor ve kanaati kanaatima uyan bu merhum yazarı da
rahmetle ve minnetle anıyor, fatihalar hediyeyi görev addediyorum.
"..Sultan
Abdülaziz Hân'ın Hâl'i ve katli hadisesini ele aldık. Zira bu mevzu üzerinde
Türk milletinin selahiyetli bildiği zevatın hemen hepsinin yazdıkları,
birbirlerinin devamı veya teyidi mâhiyetinde olarak dâima bir istikametde gelişmiş
ve hepsi bir noktada ittifak etmişlerdir. <Sultan Abdülaziz
katledilmemiştir.>
Biz, bu iddianın
karşısına çıkmış tek insan değiliz, bizden evvel de bu iddianın karşısına
çıkmış olanlar bulunmuşve iddialarını isbat etmek için gayret sarfetmişlerdir.
Onların bu gayretleri bir çok vesaikin gün ışığına çıkmasına yardımcı olmuş,
böylece bu vesikaların ışığında yaptığımız tetkikbizi hadisenin mâhiyetini
tamamen değiştiren bir neticeye götürmüştür. <Sultan Abdülaziz Han intihar
etmemiştir. Fakat ka-tledilmiştir.>Demek suretiyle merhum Karadağ bunun
böyle olduğunu ortaya koymak için çok güçlü kaynaklara başvurarak beşyüzküsur
sayfalık bir eseri ortaya koymuştur. Biz bazen bu eserin münderecatına
müracaatla Sultan Aziz döneminin klasik bilinenmotifler yerine yaşanmış ve
milletten saklanmış motifleri ortaya koymaya ve çalışmamızın: "nihan
(saklı) kalmasın hiçbir hakikat bu âlemde" anlayışına hizmet etmesini
sağlamış olalım. Aziz okurlarım, tefavuk kelimesine ben şahsen pek önem
veririm. Buna bağlı olarak, mahkemelerin ve hâkimlerin adaletin tecellisinin
Önemli unsuru olduğuna ve şahsi muarefenin yâni tanışıklığın, böyle hallerde
bazen sanık lehine bazen de aleyhine netice verdiği bir vakıadır. Zaten hukuk
da redd-i hâkim tâlebininde var olmasındaki hikmetin, bu yazdığım esbabı
mucibenin var olduğu malumdur. Bir ağızdan yapılan telkinler, insanların zaman
zaman en doğrular hakkında bile tereddüde düşmesi ben-i beşer'in başına gelmesi
muhtemel hâllerdendir. Aynı mevzuda tez ve anti-tez tetkikinde bulunmuş
olanlar, sentezleme-deki, bu halk tabiriyle İkirciğe düşebilir.
O zaman istianede
bulunduğu vasıtalardan biri, mevzuun otoritesi veya tefeüldür. Bir Kur'an
sahifesinden, bir âyeti hasbel şansla açar ve mânai münife bakar tereddüdünde
kaldığı meselede ondan bir çıkış yolu arar insan. Şimdi bende, şu satırları
yazarken, Karadağ merhumun, yukarıda adı geçen eserini mevzuun önemli
antitezlerinden addettiğimden, kitabının rastgele bir sayfasına müracaat
ettim. Lütfen inanın efendim şu satırlar karşıma çıktı ve sizle paylaşıyorum:
"..Mahkemenin bitaraf olmadığını iddia edenler; Midhat Paşanın oğlu Ali
Haydar Midhat'ın Hatıralarım, adlı hatıratını okumak zahmetine katlanabilirlerse
bu zâtın, mahkeme reisi Sururi Efendinin, Midhat Paşa ile sevişmedikleri için,
paşanın sorgularında yerini Hristoforidise terk ederek celseden çıktığını
okuyabilirler. Böylesine adli bir istikamet içinde ve böylesine bitaraflık
hissi ile hareket eden bir mahkemeyi itham etmek insafın da, izanın da dışındadır."
Böylece görüyoruz ki,
Midhat Paşanın oğlu Ali Haydar Midhat Bey mahkeme reisinin adetâ, kendi kendini
duruşmadaki sorgu safhasında ayrı tuttuğunu belirtmesi, Râif Bey merhumun
çıkardığı makbul bir açıklama olmayabilir ve biri çıkıp da ona o kadar düşmandı
ki, sorgulanmasına bile kızıyordu diyebilir fakat şu bir hakikattir ki, her
şey Allahûâlem-dir. O her şeyi bilir bizler, zanlar dünyasındaysak da, adaletten
ayrılmadan tarafgir olmamalıyız. Ben, bahsi geçen hatı-rat'daki ifadeyi Râif
Bey merhum gibi telâkki ediyorum.
Bir insan devlet
hayatında görev olarak aldığı işleri muvaffakiyete erdirdiğinde irtikaya yâni
mevkiinin, ücretinin yükseltilmesini ister. İşlerini Allah ve vatan için
yapanlar dahi bu imtihanın dışında kalamazlar. Bazen bu yükselme de hayır
bulunur, bâzende nefsinin mağlubu olanlar ise kendilerine de, kendilerini
yükseltenlere de, milletine de zarar vermekten tevakki edemezler yâni
kaçamazlar.
Girid'de, Ömer Paşanın
yerine tâyin edilmiş bulunan Hüseyin Avni Paşa'nın herkes müttefiktirki, geçen
bir buçuk yıl zarfında başarıları takdire şayandır. Bu başarıyı takibende 1868
târihinde Girid'de kurduğu iyi idarenin mükâfatı olarak Seraskerlik görevi ile
İstanbul'a çekildi. Fakat bu makam da fazla kalamamasına mahiyeti meçhul
masrafları ve saray haremine o târihe kadar görülmemiş bir tarzda bakışlar fırlatması
şüyu bulunca İsparta'ya ki paşanın memleketidir, oraya sürülmüştür.
İbnül Emin Mahmud
Kemâl İnal merhum,bu sürgün hakkında Abdülaziz Hân hakkında yazmış olduğu
eserde şunları dile getirir: "Hüseyin Aoni Paşanın sürgününe bir kaç sebeb
gösteriliyor. Müşarünileyh Serasker ue Mahmud Nedim Paşa bahriye nâzın iken iki
dâirei askeriye muamelatından dolayı beynlerinde (aralarında) tahaddüs (ortaya
çıkan) bürudet( soğukluk) bilahire munkattbi adavet (düşmanlığa dönüşme) oldu..
Hüseyin Auni Paşa Serasker iken, selamlık resminde seyre çıkan harem-i hümayun
mensubaündan bazılarına harfendazlıkta (laf atmak) bulunduğu istima (duyulması)
olunması ile Valide Sultan Sadnazam Âlî Paşaya bast-ı şekva ve Hüseyin Avni
Paşaya bilvasıta tenbihat-ı müessire icra etmişti " Demekte.
Hemen ilâve edelim ki;
sadareti esnasında, Hüseyin Avnİ Paşayı seraskerlikten alıp, İsparta'ya sürgüne
gönderen Mahmud Nedim Paşa Üssi İnkılap adlı esere yazdığı matbu olmayan
reddiyesinde şöyle demekte: "Hüseyin Avni Paşanın nizamiye hazinesince
dâire-i hümayun mefruşatından beşbin kese ihtilas ettiğini Es'ad Paşanın
mabeyn-i hümayuna bildirmesi ve sahilhanesi civarında Müteveffa Darbhor Reşit
Paşa familyasına aid araziyi gasp eylediğine dâir verese canibinden padişaha
takdim edilen arzuhal üzerine Hüseyin Avni Paşanın yazdığı tezkerede şedidül
meal sözler istimal eylemesi sebebi teb'it olduğunu.."
Hüseyin Avni Paşa
tedavi maksadıyla gitmiş olduğu Av-rupada, bir yandan istirahatinin gereğini
yerine getirirken öte yandan da Londra ve Paris başkentlerinin ricali ile gizli
ve dostane münasebetler kurmuştu.
Sultan Abdülaziz'İn
bir denge politikası ile Rus politik anlayışına sûn'î bir inhimak
göstermesinin avrupaca hoş karşılanmadığı bir hakikattir. Bu devletlerin
avrupayi iki asırdır, Rus tehlikesinden korumuş olan Osmanlı devletine bu tabii
vazifeye devamı sağlamak için yardım etmesi gerekirken, padişahı tahttan
indirme çalışmalarına hız verdikleri çok açık olarak görünmüyordu, fakat nice
Osmanlı devlet adamları
Üzerinde drenaj
yaptıkları da daha sonra yayımlanmış gerek hatılı devlet adamlarının
hatıratlarında gerekse bizim ricalin birbirlerine düşmeleri esnasında
"tencere dibin kara, seninki ben den kara" misalinde olduğu gibi
ortaya dökülmeğe başlamıştır. Bu drenajların başarı sağladığı şahıslar
arasında Midhat Paşa olduğu gibi Hüseyin Avni'ninde bu avrupa seyahatinde
drenaja müsbet yaklaştığını görmek kabildir.
Böylece de, ülkemizde
makamı sadarete ve seraskerliğe yükselmiş zevatın, hristiyanlığın, beynelmilel
birer teşkilat olan ve yahudi emellerine hizmeti kuruluş sebebi olan masonluğa
intisapları, İngilizlerin dünya hükümdarlığı siyasetine yardımcı olan insanımız
olmaları bizim için ne kadar kahredicidir.
Aziz okurlarım; şu
kadroya bir atf-û nazar edelim ve devlet adamlarımızın bu drenajlardan kendini
kurtaramamış olan ve hainlik damgasını hak etmişlerin adlarını hafızamıza kazıyalım
ve yerleştirelim, müslümana dâima hüsn-ü zân, fakat ademî itimat içinde
olduğumuzu sadece kendimize inandırmak değil geleceğimizin te'minati olan
gençlerimize bunları duyurmanın ve onları bu işlere hassas olmaya sevk etmemiz
vazife-i islâmiyye ve vatan-ı muhabbetiyedir. Kadrolara gelince: "Midhat
Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Askeri mektepler Nâzın Süleyman Hüsnü Paşa, Bahriye
Nâzın Kayserili Ahmed Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemâl, Ali Suaoi, Çapanoğlu Agâh
Efendi, bunlara inzimamen bütün Yeni Osmanlı teşkilât mensupları ve
bunlarbiçeşitli eylemlere imâle edenler olarak da,ülkemizin her şehrinde adetâ
mantar biter gibi çoğalan ingiliz, Fransız konsolosluklanyla, İstanbul'da daha
ziyade Galata ve Beyoğlu cihetindeki tatlı su frenklerl, Sabate-yıstde denilen
Dönmeler, Rum, Ermeni ve Yahudiler ile bütün bunların başı sayılacak olan
İngiliz B.elçisi Sır Henri Elli-ot ile Fransız B.elçisi Forniyer den meydana
gelmişti. "
Gülü tarife hacet
yoktur,o kendini bilenlerce malumdur. Midhat Paşa valilik görevi esnasında
hayli yeni ve makbul olması gereken işleri yapmış ve takdire mazhar olmuştur.
Daha sonra kabına sığamayan bu adamın içkiye olan fart-ı muhabbeti, zaman
gelmiş şu hâzin ve hiç bir devlet adamının dile getiremediği şu ifadeyi
dillendirmesi, nelere gebe olduğunun bir misâlidir: "Âl-Î Osman gider,
Âl-Î Midhat gelir" Sarhoşluk üzerine hayli tıbbi ve içtimai tahlillerin
yapıldığı oakı'dir. Bunların içinde biri hukuk mantığı diğeri mânevi hisleri
öne çıkaran bir mutasavvıfın beyanlarıdır. İlki İtalyan ceza hukukçusu Gaeotano
Moska'dır ve der ki; insanlar şuur altında sakladıklarını içkili oldukları
anlarında, sarhoşluk semptomuna sararak dillendirmeyi tercih ederler ki, bu
onların en çok kendilerine hâkim oldukları andır" Demektedir.Yi-ne:
"Benim çok zaman ellerinden öptüğüm, Karagümrük'deki Mureddin Tekkesi ki
Cerrahilerin Tekkesidir bu tekkenin türbesinde sırlanıp saklanan şeyhi, Sahhaf
Hacı Muzaffer Ozak Efendi hazretleri de şunları söylerdi. Ben sarhoşluğa
inanmıyorum. Çünkü kim sarhoşum diyorsa, hep başkasının anasına sövüyor. Kendi
anasına söuene rastlamadım." Derdi rahmetli.
Bu iki ifade de, bize
Midhat Paşanın yukarıdaki beyanla taht için iç dünyasında hissettiklerini
sığındığı sarhoşluk bahanesiyle dışarı çıkarmış ve ortalığı İskandil etmiştir.
Böylece efkâr-ı umumiyenin ciddi saymaması onun en büyük mağlubiyeti olmuştur.
Çünkü; mü'minler
hanedan-ı âl-1 Osmandan memnundur. Bu gün bile belki padişahlar suçlanır ve
hataları münasebetleriyle târihi şahsiyetler olması hasebiyle ehl-i tahkik ve
ehl-i târih olanlar tarafından da bazı iddialara muhatap olmaları mümkündür.
Fakat kendini bilen hiç bir kimse hanedan-ı âlî Osmandan şikâyetçi olmamıştır.
Maalesef o hanedan arasında mason olan çıkmışsa dahi hâin-i vatan zuhur
etmemiştir.
Midhat Paşa bu ihanet
kadrosunun tabii lideri olduğundan itibaren, İngilizlerin emellerine hizmet
eden bir âlet hâline gelmiştir. Bu kadronun bir kolu olan ve mutlaka Midhat Paşanın
maksad-ı süzgecinden geçmiş 1870'de Cenevre'de intişar eden İnkılap gazetesi
sadece millet ve devlete değil padişaha da ağır hücumlarda bulunurken,şu
ifadeye bir bakın: "Bir hükümetin mahvı zamanı geldiğinde Cenâb-ı Hakk' evvelâ
reisinin aklını alır. Onun için padişah-ı zaman çıldırdı. İşi gücü pehlivan
güreştirmek, Zuhuri kolu oynatmak, koç ve horoz döğüştürmek, Cedd-i âlâsının
sandukasına aslığı Osmanlı nişanını ki iftihar ve mükafat nişanı olacaktır
döğü-şen koçların ve zuhuri kolu maskaralarının boynuna, boynuzuna takmak,
zavallı deli hainler elinde zulüm ve fesat aleti olmuş, hilafet sakıt ve hâl'i
vaciptir... Cülusunda yirmi-milyon lira borcu olan devletin vârisi olduğunu
lisan-ı teessüfle beyan etmişken, padişahlığı daha on seneye varmamışken ve
Kırım savaşı gibi bir savaş çıkmamışken devletin borcunu yüzmilyona çıkardı.
Aferin himmetine.." Diye yazmıştır.
Şimdi bakın ikibin
yıllanndayız dünya'da milletlerin riyya-setini üstlenmiş, ister kral, ister
reisicumhur olsun, buz patencilerinden tutunda, en güzel köpek yarışmacısının
boynuna madalyasını takarken, dünya güzellik kraliçesinin yanaklarından
öperek mükâfatlarını takdim ediyor, hiç değiise Sultan Aziz efkâr-ı umumiye
önünde tâifei nisa'ya böyle tekar-rüb etmiyordu. Hani derler ya dinime tân eden
bari müsel- olsa! Hesap, halifeliğinin sakıt yâni düşmüş olduğunu iddia eden
yazarın encam-ı ne ola? Tabii her zaman olduğu gibi bu sözlerin, bu yazıların
bizim insanımızdan çok, milletimizin düşmanlarının eline koz verdiğini de
söyleyebiliriz.
Nitekim; Fransız
akademi azasından olan Mösyö Ernest Rönan bunların cephesine kuvvet temini için
pek ünlü risalesi olan "İslâm Dini Terakkiye Mânidir" adlı
çalışmayı, hem yayımlamış hem de, seri konferanslar halinde bir çok mahfillerde
beyana koyulmuştu. Devrin, pozitivist yak laşımları da bu beyanlara güç.
katarken, bizim gafillerden Namık Kemâl, aklını başına almış ve Midilli
adasında mutasarrıf bulunduğu esnada bu müsteşrikin, bu ajanın sakîm
iddialarını çürüten, Renan Müdafaanamesini yazmak suretiyle bazı kimselerin
intibaha gelmesine vesile olmuştu.
İhanet kadrosunun
diğer bir yöneticisi, İngiltere B.elçisi Sir Henri Elliot yaptığı bütün
plânların boşa çıkmasını sağlayan faktörde 5.Murad unvanıyla tahta çıkan
padişah, amucası Abdülaziz'in katlinden ve ihtilâlin kararlaştırılan gününden
bir gün öncesine alınması buna bağlı olarak daha önce hiç tanımadığı Süleyman
Paşayı da kapısında görünce, plânın öğrenildiğini ve karşı harekâtın
başladığını sanmasının verdiği korkunun, yıprattığı sinirleri, ona düzelmez bir
hastalığın yapışmasına sebebiyet vermişti. Böyle bir netice Elyot'un hesaplarını
allak bulak etmişti. Sultan S.Murad'da, zaten doksan gün sonra yerini
2.Abdülhamid unvanıyla taht'a çıkacak kardeşine bırakacaktı.
Son devir araştırmacı
yazarlarından olan ve Tepedelenli ailesinden geldiğini ileri süren Nizamettin
Nazif Bey, tarihçilerin çoğunun haber vermediği bir bilgiyi "Sultan
2.Abdülha-mid Hân" adlı kitabının 337.sahifesinde aynen şöyle yazmaktadır:
"Sir Henri Elyot'un Abdülaziz Türkiyesini tenkit etmeğe yeltendiği iş bu
1875 yılında, İngiltere bütçesinin bu faslından, tam yedi milyon İngiliz altunu
gelir sağlamış bulunuyordu. Muhterem B.elçinin İstanbul'da muhteşem bir ha-uat
sürmek ve hürriyet taraftarları adını taktığı kendi taraftarlarını geçindirmek
için, bir yandan gizli Karbonari Vantla-rına bir yandan da ileri fikirli dediği
bazı softalara el altından dağıtmak için kullandığı pek dolgun tahsisat işte
böyle bir bütçeden veriliyordu."
Kimi yazar ve
tarihçiler; Osmanlı devletinin Padişah Abdülaziz dönemindeki düzenin pek
berbat olduğunu kaydederler. Bu arızayı gidermek için, otoritenin
sertle.ştirildiğini ileri sürerler. Halbuki; o sıralardaki hürriyet asıl
1876'dan sonra yok olacaktır. Hakikat şudurki diyen, N.Nazif Tepedelenlioğlu
şunları ilâve eder: "..Musa Paşa (köse) ile Kabakçı Mustafa'nın,
3.Selim'i devirişi, Rus ve İngiliz tahriki idi. Alemdar Paşa'nın 4.Mustafa
hân'i deuirişide, Fransa elçisi Sebastiya-ni'nin tahriki eseridir."
dedikten sonra da şu hükmü ortaya koyar: tıMidhat Paşa ve Serasker Çete'sinin
Abdülaziz hân' ı deuirişi de İngiliz tahriki ile olmuş bir iştir.
İngiliz sarayı diye
anılan elçilik binasında bir mülakat talebi üzerine Osmanlı devlet adamı
Midhat Paşa İle B.elçi cenapları karşı karşıyadır ve şunlar görüşülmüştür:
-Her vilâyet acınacak
bir durumdadır. Rejimin değişmesinden başka bir çâre görmüyorum! Diyen Midhat
Paşa, bu ifadesiyle Osmanlı asalet ve islâm anlayışı içinde bunu dile getirmesi
hasebiyle herhalde doğru bir iş yapmıyordu. Çünkü devletin padişahından, malum
arkadaş gurubunun dışında u'kenin hiç bir resmi bölümünde bahse konu olmamış
tasavvurları, bir darbe girişiminden başka bir şey değil de nedir? Ancak;
çiftliğindeki gizli toplantılarda çâre diye bulduklarını [ardı bu İngilizler?
Maalesef, serasker çetesine aleyhtar olanların, farkına varamadıkları ve
bundan ötürü de merak edemedikleri bu izin işi pek önemli idi. Ve bazı harp
gemilerinin Haiç'den limandan, Marmara'dan ayrılıp Çanakkale'ye yollanmaları
da aynı sebebden ileri gelmekte idi. Bu gemiler payitaht sularından kasten
uzaklaştırılmakta idi. Ve bu İngiliz uzmanlarda sırf İstanbul'da kalmak için
izin alıyorlardı. Daha doğrusu kendilerine izinli oldukları
bildiriliyordu..."
Evet yukarıdaki
satırlarda okuduklarınızı, darbe harekâtı içinde olduğunu daha önce yazdığımız
ve daha sonra da, Çerkeş Hasan'ın Midhat Paşanın konağına yapacağı asrın en
cesurâne harekâtlarından biri olan baskında yaralanan Kayserili Ahmet Paşa
idi. Bunun Osmanlı hizmetinde olan; İngiliz asıllı Hobart paşada, büzüktaşı olup,
uzmanları izin vermek suretiyle seyahatten alıkoymuştu.İstanbul'a o sırada
gelmiş bulunan İngiliz Do nanmasının amirali James Drumon'du Ahmet ve Hobart
Paşalar günde birkaç defa hoş geldiniz, ziyareti adı altında Tanabya ile
Kasımpaşa arasında bitmez tükenmez yolculuk yapıyorlardı.
İstanbul'dan
uzaklaştırılan donanmamızın gemilerinin bütün personeli, amiralinden, miçosuna
kadarı, padişahın donanmaya az rastlanılır derecede, muhabbet ve alakasından
mütevellit fart-ı sevgiyle padişaha bağlıydılar. Bunlar darbe esnasında
merkezde bulundukları takdirde işler hayli karışabilir belki de darbecileri
bir katliamdan padişahın ricaları bile kurtaramayabilirdi. Nitekim; darbe
sonrasından çok geçmeden zuhur eden Çer-kes Hasan Vak'ası, bunun bir nişanesi olarak düşünülse hiç de yanlış
bir temmül sayılmaz. Bütün bunlardan sonra serasker çetesi uzun sayılmayacak
bir zaman içinde ancak çok seri bir çalışma içinde, darbeyi bilhassa Sir
Her.ri Elyot'un sağladığı, kolaylıklara istinaden tatbike koymaktan hiç vazgeçmeği
düşünmemişlerdir. Abdülaziz yerine Osmanlı tahtına seçilen kişi Sultan Mecid
oğullarından Vefiahd Şehzade Murad Efendi idi. Londra'ya bu hususu şu söyle
rapor ediyordu: "Vakıa Abdülaziz kardeşinin (Abdül-mecid'in) çocuklarını
kapayıp hapis altına almışsada, hürri-uet taraftarlarının ileri gelenleri Murad
Efendi ile temas kurmağa muvaffak olmuş ve tahta câlis olduğu vakit, hükümet-i
şahsiye yerine meşrut-i bir hükümet usûlünü kabul edeceğine dâir Murad'tan
vaad almışlardı. "Görülüyor ki,bu vaad alma işi Osmanlı taraftaran-ı
hürriyetlerince elde edilmesine rağmen, İngiliz b.elçisinin bunu üst makamı
olan hariciye nazırına rapor etmesi ilişkilerin hangi merkezde olduğunu
gösterir.
Bizim; bu târih
çalışmamızda, bilhassa tanzimat sonrası dönem hakkında tetkiklerimiz kronolojik
bir târih akışı anlayışına göre değildir. Perde arkası olaylara bakarak döneme
ışık tutucu bir çalışma azmi içinde devam ediyoruz. Çünkü, kanaatımca belge
diye tutturanlar, bir gün ajitatör ve şüpheci kişi ve fikriyatı ortaya çıkarak,
sizin lisanınızdada "kitabına uydurmuşlar" deyimi yer almaktadır, bu
bakımdan sizin belge dedikleriniz kita bina uydurma ifadesinin
varakpareieridir derse, ifadenin muhatabı da bunları, hatıratların ortak alan
ve yaklaşık ifadeleriyle karşılamaktan vede onları ileri sürmekten başka bir
çâreye başvuramayacaktır. Bu bakımdan biz bilhassa hatırat ve dönemlere aid
tezler ve antitezlerle çalışmamızı götürmek istiyoruz.
Nitekim; Napoli'de
doğmuş ve de katolik bir Arnavut olan Dr. Kapolyone, 1836'da tabib asker olarak
maceralı bir geçmişe sahip olup, verdiğimiz târihde, Osmanlı devletine sığın
(ardı bu ingilizler? Maalesef, serasker çetesine aleyhtar olanların, farkına
uaramadtkları ve bundan ötürü de merak edemedikleri bu izin işi pek önemli
idi. Ve bazı harp gemilerinin Haiç'den limandan, Marmara'dan ayrılıp
Çanakkale'ye yollanmaları da aynı sebebden ileri gelmekte idi. Bu gemiler payitaht
sularından kasten uzaklaştırılmakta idi. Ve bu İngiliz uzmanlarda sırf
İstanbul'da kalmak için izin alıyorlardı. Daha doğrusu kendilerine izinli
oldukları bildiriliyordu..."
Evet yukarıdaki
satırlarda okuduklarınızı, darbe harekâtı içinde olduğunu daha önce yazdığımız
ve daha sonra da, Çerkeş Hasan'ın Midhat Paşanın konağına yapacağı asrın en
cesurâne harekâtlarından biri olan baskında yaralanan Kayserili Ahmet Paşa
idi. Bunun Osmanlı hizmetinde olan; İngiliz asıllı Hobart paşada, büzüktaşı
olup, uzmanları izin vermek suretiyle seyahatten alıkoymuştu.İstanbul'a o
sırada gelmiş bulunan ingiliz Do nanmasının amirali James Drumon'du Ahmet ve
Hobart Paşalar günde birkaç defa hoş geldiniz, ziyareti adı altında Tarabya
ile Kasımpaşa arasında bitmez tükenmez yolculuk yapıyorlardı.
İstanbul'dan
uzaklaştırılan donanmamızın gemilerinin bütün personeli, amiralinden, miçosuna
kadarı, padişahın donanmaya az rastlanılır derecede, muhabbet ve alakasından
mütevellit fart-ı sevgiyle padişaha bağlıydılar. Bunlar darbe esnasında
merkezde bulundukları takdirde işler hayli karışabilir belki de darbecileri
bir katliamdan padişahın ricaları bile kurtaramayabilirdi. Nitekim; darbe
sonrasından çok geçmeden zuhur eden Çer-kes Hasan Vak'ası, bunun bir nişanesi olarak düşünülse hiç de yanlış
bir temmül sayılmaz. Bütün bunlardan sonra serasker çetesi uzun sayılmayacak
bir zaman içinde ancak çok seri bir çalışma içinde, darbeyi bilhassa Sİr
Heari Elyot'un sağladığı, kolaylıklara istinaden tatbike kovmaktan hiç
vazgeçmeği düşünmemişlerdir. Abdülaziz ye-]ne Osmanlı tahtına seçilen kişi
Sultan Mecid oğullarından Veliahd Şehzade Murad Efendi idi. Londra'ya bu hususu
şu söyle rapor ediyordu: "Vakıa Abdülaziz kardeşinin (Abdül-mecid'in)
çocuklarını kapayıp hapis altına almışsada, hürıi-uet taraftarlarının ileri
gelenleri Murad Efendi ile temas kurmağa muvaffak olmuş ue tahta câlîs olduğu
vakit, hükümet-i şahsiye yerine meşrut-i bir hükümet usûlünü kabul edeceğine
dâir Murad'tan vaad almışlardı. "Görülüyor ki,bu vaad alma işi Osmanlı
taraftaran-ı hürriyetlerince elde edilmesine rağmen, İngiliz b.elçisinin bunu
üst makamı olan hariciye nazırına rapor etmesi ilişkilerin hangi merkezde
olduğunu gösterir.
Bizim; bu târih
çalışmamızda, bilhassa tanzimat sonrası dönem hakkında tetkiklerimiz kronolojik
bir târih akışı anlayışına göre değildir. Perde arkası olaylara bakarak döneme
ışık tutucu bir çalışma azmi içinde devam ediyoruz. Çünkü, kanaatımca belge
diye tutturanlar, bir gün ajitatör ve şüpheci kişi ve fikriyatı ortaya çıkarak,
sizin lisanınızdada "kitabına uydurmuşlar" deyimi yer almaktadır, bu
bakımdan sizin belge dedikleriniz kita bina uydurma ifadesinin
varakpareleridir derse, ifadenin muhatabı da bunları, hatıratların ortak alan
ve yaklaşık ifadeleriyle karşjlamaktan vede onları ileri sürmekten başka bir
çâreye başvuramayacaktır. Bu bakımdan biz bilhassa hatırat ve dönemlere aid
tezler ve antitezlerle çalışmamızı götürmek istiyoruz.
Nitekim; Napoli'de
doğmuş ve de katolik bir Arnavut olan Dr. Kapolyone, 1836'da tabib asker olarak
maceralı bir geçmişe sahip olup, verdiğimiz târihde, Osmanlı devletine
sığınmıştır. Kavalah Mehmed Ali Paşa isyanı döneminde Osmanlı donanmasından
kara kuvvetlerine verildiği görülmüştür.
Kırk yıla yakın
padişah sarayına doktor (hekim) olarak girip çıkan Dr.Kapoiyone, Sultan
2.Mahmud'un ve oğlu Abdül-mecid'in, onun peşinden de veliahd Murad Efendinin
müdavi hekimi olmjjştur. Bunların sağlıklarıyla meşgul olurken, bir yandan da
Kont Kavur'un, maaşlı bir casusu olarak sızdırdığı envai tür bilgileri,
dünyanın en eski mesleği olanlardan biri bulunan casusluk ilminin vasıtalarıyla
yaparken, Osmanlı devleti intelejiyansında yâni üst seviyesindede Karbonari teşkilâtını
meydana getirmeye muvaffak olmuş, kurduğu karbonari teşkilâtının başı olan
Kapolyone, Beyoğlu sarraflarının da yardımıyla Sarraf Hrİstaki'yi ve 1858'de,
meşhur Ziya Pa-şa'y'da karbonari yapmaya imkân bulmuş sacayağı, Kapolyone,
Hristaki ve Ziya Paşa şeklinde teşekkül etmiştir. "Türkiye Masonlarının
Gizli Târihi" adlı kitabın yazarı Kemalettin Apak, ki oda bir masondur
Ziya Paşa da, talebesi şehzade Murad'ı 1861'de mason yapandır ve tekrisini,
yâni masonluğa giriş merasimini yaptığını da beyan etmektedir. Tabii Kapolyone;
Şehzade Murad Efendinin sağlığını kontrol ederken, Sarraf Hristaki ise; Murad
ve validesinin mâli konuları ilede alakalanan müşaviri olup, bu familyanın hiç
bir zaman mâli istikrarı olmadığı ve borç içinde yaşamaktan kurtulamadıkları
pek bilinmektedir. Bu da; müşavirin kendilerini iyi enfor-me edemediğini
veyahud bir güzel tırtıkladığını düşünmemiz kabil. Ziya Paşa'ya gelince; gayesi
mutlaka, Şehzade Murad'ı Osmanlı tahtına çıkarmak ve kendi ikbalini bunun
yükselmesine bağlamıştı. Şiirlerinin muazzamlığı,sadrıazam Alî Pa-şa'nın
aleyhine yazdıkları ise müthiş şeyler olup, bu değerii sadnazamın sinirlerinin
yıpranmasına da büyük etkiler yaptığı bilinen hakikatlerdendir. Söylediği
tasavvufi deyimlerle de,
ortaya koyduğu
fevkalâde güzellikteki beyitlerse, günümüzde bile istimal ettiğimizi itirafdan
çekinmemeliyiz. Yoksa; Zi-va Paşa avrupaya kaçtığında o güzel beyanlarını
gölgeleyen en adi gizli işlerin içinde yer alan bir ajandı diyen Nizamettin
Nazif beyde, önce İtalyan menfaatlerini bilahire İngiliz tarafını tercih eden
biriydi. Demektedir.
Bütün buraya kadar
sevgili okurlarımıza nakle çalıştığımız hususlar ve bunların içyüzünü anlatan
ifadeler, ihanet zincirinin baklalarını nice vezir ve paşalar ve daha alt
seviye deki eşhasın hatta haremin hizmetkârlarının dahi bulunduğunu hatırlatmak
ve padişah sarayınında bir ihanet yuvası halinde olduğunu da nazarı itibare
almalarını ve padişahın sarayının, bakkal Ahmed Ağa'nın mütevazı hanesine
benzemediğini de göz önüne alma gerektiğini hatırlatmaktır. Abdülaziz hakkında
geldiğimiz nokta ise, bütün şer güçler, cesur, güçlü ve din-i bütün bir
vatansever olan Abdülaziz'İ öldürmeye kararlı ve.Osmanlıyı istedikleri gibi
idare edecek bir mecnuna taht bulmaya uğraştıklarını ortaya koymaktır.
Bu arada padişah,
Mütercim Mehmed Rüşdü Paşayı azletmeyi, yerine Mahmud Nedim Paşayı,
seraskerliğe ise, Derviş Paşayı tâyine karar kılmışken, görüştüğü Mahmud Nedim Paşa şu şartı ileri
sürmüştü: Midhat, Mehmed Rüşdü ve Hüseyin Avni Paşalar İstanbul dışına
gönderildikleri takdirde alabileceği idi. Râif Karadağ merhum bakın değerli
çalışması "Muhteşem İmparatorluğu Yıkanlar" adlı kitabının
330.sahi-fesinde ne diyor: "Hüseyin
Auni Paşa padişahın kararını derhal haber almıştı. Paşa haberi, metresi olan
başhazinedar Arz-ı Niyaz Kalfadan öğrenmiş derhal Midhat ue Süleyman Pa-şalarla
bahriye nâzın Kayserili Ahmed Paşayı durumdan haberdar etmişti" Demekte.
Bunun üzerine işe ortak olanlar arasında müdavele-i efkâr hızlanmış, herkes
biribiriy ie görüşür olmuştur. Son kararın verilmesi ise, 26/rnayıs/1876 gecesinde
Ispartali'nın Paşalimanı'ndaki yalısına bırakılmıştı.
Yukarıda
padişahın mabeyinin yâni sarayının,
daha bir başka tâbirle evinin bir çıfıt çarşısını andırdığını imâ etmiştik.
Yine Râif Karadağ merhumun adı geçen eserinden şu satırları alıntılayarak bu
hususda bir fikir vermeye çalışalım ve hemen ilâve edelim ki, bütün
devletlerin sarayları böyle olduğu gibi yine de Osmanlı sarayının, bunların
yanında yedi defa yıkanmış olduğunu da
belirtmeden geçmeyelim. Böylecede, böyle bir yapı da hadım ağalar ile hizmetlerin yürütülmesindeki
tedbirinde az çok mânası anlaşılır.
"..Hâl ve keyfiyeti böyle nâzik bir duruma gelmiş olumasına rağmen
Hüseyin Auni Paşa, Dildâdesi yâni metresi Arz-ıniyaz Kalfadan da bir türlü
uzaktaşamtyor, onu ilende padişahın katledilmesinde birinci derecede yardımcı
olarak dâima el altında tutmak için onunla meşgul oluyordu. Nitekim; Mahmud
Nedim Paşanın padişah Sultan Abdülaziz han tarafından kabulü meselesini
kendisine derhal ulaştıran Arz-ı niyaz Kalfa ile aynı geceyi beraberce
geçirmekten kendisini alamamıştı. Paşa, çok düşünceli olmasına rağmen bu şuh ue
hakikaten güzel saray kalfası ile geçireceği gecenin hayali içinde, saray erkânının
bu arada padişahın oğlu Yusuf İzzeddin Efendinin kendi hakkında neler
düşündüğünü de anlamak istiyordu..." Bu da göstermektedir ki, Sultan
Aziz'in veraset usûlünü değiştirme teşebbüsü sonrasında velîahdliği gündeme
gelen Yusuf İzzeddin Efendiyi belki de Murad Efendiye karşı kendi adına tahta
çıkarmayı kuruyor olabilir böylece de, Midhat Paşanın tahta çıkacak padişaha
enyakın olacak olana yakın olmasını
önlediği gibi, Yusuf İzzeddin Efendi padişah olduğunda da makbul olmak ve
sadareti Hüseyin Avni'ye kayd-ı hayat şartıyla verir düşüncesini aklı na
getirmiş olması hiç de gayrikâbil değildir.
Yukarıda Osmanlı
donanmasının gemilerini vazifeli olarak İstanbul dışına sevkedenin Kayserili
Ahmet Paşa olduğunu kaydetmiştik. Bunu yapmalarının sebebininde donanma ile
meşguliyeti hayli fazla olan Hz.Padişaha sevgileri hayli fazla bulunduğundan o
padişahın hâl'ine bigâne kalmayıp müda-hele edecekleri korkusuydu. Buna bağlı
olarak Sir Elyot, bütün tedbirlere rağmen hâl işinde istenene ulaşılamazsa,
son tedbir olarakda İngiliz donanmasını Beşike limanına getirtmiş, Amiral
Cumingham ise İngiliz donanmasının sancak gemisiyle Büyükdere Önlerinde
demirlemişti. Teşebbüs ademi muvaffakiy yetle neticelendiğinde artık işe Beşike
limanında demirlemiş İngiliz donanması el koyarak harekete geçecek ve Osmanlı
tahtına, meşruti idare getireceğine söz veren Murad Efendiyi geçirecekti bu
bir iddia olmaktan ötede serasker çetesinin bildiği ve razı geldiği bir vaka
idî ki, bunların ne kadar cibilliyetsiz kimseler olduklarına bu olay dahi
yeterli cevabı vermektedir.
Vâlidesuîtanların en
önemli görevlerinden biride devlet adamlarının padişah hakkındaki tavır ve
ifadelerine vede niyetlerine dâir bilgileri istihbar tedip, münasip bir
lisanla oğluna ulaştırmasıdır. Padişah'a hiç kimsenin söylemeğe cesaret
edemeyeceği beyanları onun aynı zamanda olan validesi anneciği söyleyebilirdi.
Bu bakımdan; padişah lehinde olan kimselerin Pertevniyal Vâlidesultan'a böyle
nice arzları olmuştur. Nitekim; Sultan Abdülaziz'in Mahmud Nedim Paşayı a2İ,
Hüseyin Avni Paşa'yı sadarete getireceği istikametinde bir haber alan Mahmud
Nedim Paşa Vâlidesultan'a şu haberi gönderiyor:
"Efendimiz beni
Hüseyin Auni Paşa ile korkutmak istiyor! Fakat enbüyük olduğu için kendileri
ondan korksunlar. Zira iş işten geçiyor. İşin akıbeti pek vahim görünüyor"
şeklindeki haberi, Vâlidesultan; "Arslanıma böyie lakırdı söylenirmi"
cevabı verdiği yaygın rivayettendir. Bu cevap ile oğlumu üzeceğim düşüncesine
kendini kaptıran Pertevniyal Valide oğlunu koruması gereken bir işi, şefkati
yüzünden yerine getiremedi. Bir müddet sonra da yine Mahmud Nedim Pa-şa'dan
"Oğlunuza suikast memul (ummak)dili: Zira ortalık bu hususda havadisle
kaynamaktadır" şeklinde haber geldikten ve ihanet çetesinin başmabeynci
Hafız Mehmed Bey'e yakınlaştığını hatırlattıktan sonra, artık Vâlidesultan'a
düşen iş bunları bir bir padişaha anlatmaktı. Bunu yapmamakla her ne kadar
vazifesini yapmamış sayılsa da evladına kıyacağı düşünülmeyeceğine göre,
elhükmülillah'dan başka ne denir ki..
Sultan Abdülaziz
Hân'ın şehadetİ hakkında ifadatımızı Sultan Abdülhamid devrinde yapılan meşhur
Yıldız Mahkemesi sonuçlarına bakarak izahat getirmemiz gerektiğinden aşağı-daki
Sultan Abdülhamid'in bir muhtırasından alıntıladığımız bilgiyle son verip
mütebakisini, 2.Abdülhamid dönemini kaleme alırken okurlarıma arzdeceğim.
İbnül Emin Mahmud
Kemâl İnal Merhum, "Son Sadrı-azamlar" adlı muhteşem eserinin 530.
sahifesinden Atıf Bey'e atfen diyorki: "Mahallelerde münâdilerin bazısı
padişah Sultan Abdülaziz vefat edip, Sultan Murad Cülus etti diye
bağırmışlar. Böyle yapmaları ahalinin zihinlerini taglit yâni
karıştırmaktır."
Hafin askeri ve
ahaliyi iğfal edecek tarzda iiân ettirildiği aşağıda sunacağımız Sultan
Abdülhamid'in verdiği muhtıraclaki ifadatla bir daha te'yid olunuyor.
"Hâl'den yirmi-otuz saat mukaddem (önce) Moskoflann istanbul'u istilâ
edeceğini isaa (yaymak) ederek ve şehrin ve ateş zuhurunda sarayla padişahın
sanki muhafazası zımnında suiniyetle (kötü niyet) saraya gelenler üzerine ateş
etmelerini emreylerek Sultaniye Vapuru ile vücut etmiş olan Şamlı bir kaç
tabur askeri saray pişgâhına (önüne) çıkarıp sarayı bu askerlerle kuşatmışlar
ve esnay-ı hâl'de gerek askere gerek ahaliye evvelâ Sultan Abdülaziz vefat
eyledi diye ilân ve muahharan (daha sonra) hakikat-ı hâli izhar (açıklama) ite
cümleyi (herkesi) iğfal eylemişlerdi... Esnây~ı hâl'de sarayı ihata (kuşatan)
eden taburlar binbaşılarından İzzet Bey, şevketmeab efendimiz (Abdülhamid hân)
dâireleri pişgâhında askere hitaben <siz'ı ve bizi ve memleketimizi Sultan
Aziz, Moskoflara teslim etmek istiyordu. Sultan Murad, sizi ve memleketi
kurtardı. Sultan Aziz'in yerine padişah oldu. Onu muhafaza ediniz Sultan Aziz'i
kaçırmayınız yollu hezeyanlarda bulundu."
Sultan Aziz; kumral,
ela gözlü genişçe yüzünü hafif bir sakal çevrelemiş güzel yüzlü, pehlivan
yapılı bir insandı. Pehlivan yapılı olmakla beraber yakınlarının ve davet
ettiklerinin seyredebildiği, güreşler yapardı. Cidden kispet giyer, yağlanır
ve güreşirdi. Eniştesi damat Halil Paşa delaleti ile güreşeceği pehlivanlara
"benim padişah olduğumu unutsunlar mertçe güreşsinler" tembihini
yaptırırdı. Güreş vede yüzücülükte ustası Yozgatlı Kel Hasan'dı. Arnavutoğlu
Ali Pehlivan ise, onunla güreşmiş muhteşem bir pehlivan idi. Merhameti bol,
sevgisi çok ve samimi olup, ülkenin imârı, askerin fevkalâde güçlü olması
arzularının en kuvvetlisini teşkil ederdi. Amma denizi ve donanmayı, göz bebeği
gibi mühim bulur, bu ikili de en son icatları görmek zevkten bayıldığı husus
idi.
Fedakârlık hislerini
kendinde hayli toplamış bir şahsiyetti. Ağabeyi Abdülmecid döneminin
ısrafatından neşet eden mâli buhranda saray'ın tahsisatının kısıtlanmasına
itirazı olmadığı gibi güle oynaya bu isteği karşılamıştı. Hâttâ Reşad Ekrem
Koçu merhum, "Osmanlı Padişahları" adlı çalışmasında Sultan Aziz'in
nasıl ve korkunç bir mâli sıkıntı döneminde tahta çıktığını göstermesi
bakımından eserin 4O5.sahifesinden şu satırları al mak suretiyle bir ölçü
olarak vermeye çalışalım: "Müverrih Cevdet Paşa Maruzat adlı Sultan
Abdülhamid'e sunduğu eserde şunları yazmakta: Sadrıazam Fuad Paşa, saraylarda,
konaklarda altun ve gümüş eşyann kullanılmasını yasak etmek ve herkesin elinde
olan altun ve gümüş kapları toplayıp sikke (para) kestirmek tedbirini ileri
sürdü. Bunun için şeyhülislâmdan bir de fetva aldı. Sultan Aziz buna dâir Fuad
Paşa ile konuşurken:
-Bu iş nasıl olur?
Sultanların kabı kaçağı nasıl alınır? Meselâ onların mesirelerde su içtikleri
gümüş tasları var bunlar-damı alınır? Diye sordu. Fuad Paşa:
-Hay hay efendim,
onları da alırız. Allah göstermesin Dev-tet-i âliyeye bir fenalık gelip de
Efendimiz Konya'ya doğru giderken bizlerde rikabınıza düşüp giderken sul-
tanlar bu taslarla Ayrılık Çeşmesinden su mu içecekler? Mukabil sorusunu
sorar,"
Sultan Abdülaziz;
devlet ricaline pek güvenirdi. Âlî ve Fuad Paşaların vefatları sonrasın da
onların bıraktığı boşluğu doldurabilecek adam yerine, bilakis boşluğun
cesametini artıracak kaht-ı rical husule gelmişti. Âlî Paşa cidden bütün
avrupanın ve devlet adamlarının parmakla gösterdiği bir ri-câl-i devlet idi.
Abdülaziz Hân, vefat haberini aldığında evvelâ onun vesayetinden kurtulmuş
olmanın memnuniyetine geçtiğini daha sonra eksikli ğinin nelere duçar olunmanın
sebebini teşkil edeceğini İdrak ile düşünmeye başlamıştı. Bu düşünme esnasında
da bir aşağı bir yukarı gidip gelmeğe baslarnış. Bu durumu gören kurenadan biri
Efendimiz, niye böyle telâşlısınız diye sorduğunda, Âlî Paşanın vefatı, büyük
bir boşluk bıraktı, bunu kimle dolduracağım, onu düşünüyorum cevabı veren
padişaha, Efendimiz kulunuzun ne günahı var? Dediğinde Sultan Abdülaziz'in
cevabı pek zarif ve diplo-matçadır: Bu iş ciddi bir iştir! Demek olmuştur. Bu
ifadeden de anlaşılıyorki, Abdülaziz Hân, kıymet bilir padişah olarak
hassasiyetini ince bir nükte ile belirtmekten geri kalmıyor.
Ziya Paşanın, Âlî Paşa
aleyhtarı olduğunu yukarıda dermi-yan etmiştik. Meselâ Hidivlik beratı İsmail
Paşaya verilirken, sadrıazam, Midhat Paşa idi ve bu işde Yeni Osmanlılar cemiyet
üyeleri methaldarken, Âlî Paşa ise bu Hidivliği senelerce önlemişti ve herhangi
bir parayı ve menfaati değil, deviet menfaatini gözetmişti. Nâmık Kemâl Bey'de
"Bilmem nedir lüzumu vücudi hâbisinin/Dünya'yı boynuz lan nmı tutar ey
öküz teres?' Derken Ziya Paşada Âlî Paşanın vefatında "Nâşi murdarını
seylaba atın!" Demek suretiyle düşmanlıklarını dile getirmişlerdir,
merhum sadrıazama.
Padişah ve halife olan
Osmanlı sultanları, Abdülmecid'den sonra hayatlarını umumiyetle, Dolmabahçe ve
Yıldız Saraylarında geçirdiler. Topkapı Sarayı, Sultan Mahmud ile başlayan
terke yerini bırakmıştır. Sultan Abdülaziz Dolmabahçe'yİ padişahlığı boyunca
terketmezken, 2.Abdülhamid hân'da Yıldız'ı hiç terketmemiştir. Sultan Aziz çok
dindar bir kimse olduğundan sabah namazına *yakın kalkar, Kur'an okur na-rnazı
kılar, güneşin yükselmesinden sonra yeniden yatardı. Devlet işleriyle
meşguliyeti öğleyle birlikte başlar, gece yarılarına kadar devam ettiği
görülürdü. Yaz gecelerinde dâiresi-nın pencerelerini açar ney çalmaya başlar ve
bu insana en yakın enstrümanın çıkardığı nağmeler asumana yayılırken, duyanlar
bu ney'in efsunkâr terennümünden dolayı kendile-
rînden geçerdi. Çoğu
bunu çalanın Sultan Abdülaziz olduğunu bilmezdi. Erbâb-j ve kurenasıda,
açıklamaktan içtinab ederlerdi. Çok sevdiği hanımı Mihrişah Sultan için
güfteside, bestesi de Sultan Aziz'e aid olan ve fakirin de program yaptığı
101.2 Radyo Çağ'da sık sık aid olduğu CD'den dinletmeyi adet edindiği ve
İstanbul Büyükşehir Belediyesinin, Kültür A.Ş tarafından Lâlezar topluiuğunca
icra edilen eserin güftesi şöyledir:
"Bi-huzarum
nâle-l mürg-l dtl-i diuâneden Fark olunmaz cism-i bimârım bozulmuş İaneden
Bunca derd-i mihnete katlandığım âyâ neden, Terk-l can etsem de kurtulsam şu
mihnet haneden"
Sultan Abdülaziz;
avrupaya davet teklifine evet dedikten bir kaç gün sonra mabeynci Hafız Mehmed
Bey'e tam bir samimiyetle içini döker ve ibretnûma olarak şu beyanı yapar:
"..Zaman zaman ne isterdim bitirmişin? Ya kapalıçar-şt'da ya Asmaaltında
küçük bir dükkânı olan esnaf, yada bir zanaatkar olayım. Sabah evimden çıkayım,
İşime geleyim. Akşam Allah ne kâr verdiyse onunla çoluk çocuğumun nafakasını
alayım, atıma değil hatta eşeğime bineyim, yorgun argın,amma kafamın içi bin
bir dertle dolmamış,evime geleyim. Karım güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni
karşılasın. Yunayım, sofranın başına geçeyim, çorbamızı zevkle içelim.
Kimsenin derdi bize illet olmasın. Yüreklerimiz rahat, büyük meselelerden
uzak, kendi hâlimde yaşayıp gideyim. Şu Âlî ile Fuad ille de, Frengistana
gitmeli derleriken de, ne isterdim, bitirmişin? Cebinde harçlığı olan hâli
vakti yerinde, unvansız, makamsız kişi olarak avrupa'ya gitmek! Ben de
is-temezmiyim oraları görmeyi? Amma gelgeldim bu koskoca
Ülkenin padişahısın,
cümle âlemin gözleri senin üzerinde Adım atışın, bakışın dudaklarının
kıpırdayışı bile merak unandırır. Gelen elçilerin hâlini görürsün. Ya onların
memleketlerinde, halk ortasında rahat nefes alabilirmi? Meylersin ki bu
tahtında esareti var" Padişahın bu samimiyeti pek dü-rüstçedir. Çünkü
büyüklüğün faturası hep böyledir ve Sultan Aziz bunu pek güzel dile
getirmiştir.
Avrupa âleminin üç
hükümdarı olan,Kraliçe Viktorya, Fransa imparatoru 3.Napolyon ile Prusya kralı
l.Gilyom, Sultan Aziz'i beklediklerini deklare ederken, Paris'deki b.el çimiz
Cemil Paşa'dan gelen şifreli haberde, Rusların Paris'teki b.elçisi Kont
Bütberg, Sultan Abdülaziz hân'ın Paris'de bulunacağı zaman dilimi içinde, Çar
Aleksandr'ında orada bulunup, iki hükümdarın aralarında anlaşmazlık konusu
meseleleri halletme fırsatı yakaladılar, dediğini bildiriyordu. Fuad ve Âlî
Paşalar bu telgrafı okuduklarında gülmekten kandilari-ni alamamışlar ve şöyle
muhavere yapmışlardı: "Fransızların padişahı Rus Çarı ile karşılaştırarak
iki devlet arasındaki meselelerin barış yoluyla halledilmesine imkan
vereceklerini düşünmek için çok saf olmak gerek!" Dediler.
Biz şimdi bu seyahatle
ilgili 5.Murad unvanıyla tahta geçmiş olup, 93 gün süren padişahlıkdan sonra
taht'dan indirilen, Veliahd Murad Efendi şu ifadeyle ne büyük bir gaf yapıyordu:
"Sanıyorum ki bu gezide pek çok üzüleceğim ue hatta utanacağım. Çünkü
amcam resmî ziyaretlerde görgü kurallarına uymazsa alay konusu oluruz. Hele
serbest olduğıı- günlerde kollarını sıvayıp yemeğe başlarsa arkamızdan ilir
neler söylerler!" demek bahtsızlığını göstermiştir. Bu avrupa seyahatine
katılmış bulunan ve İstanbul Şeh- olan Ömer Faiz Efendi'den bu bahsi
geçmeyelim. Bu zâtın; görevi Dersaadet Şehremanetliği olup, bu günkü belediye
reisliğine muadildir. Devletin ileri gelenleri ki, bunlar, Âlî ve Fuad
Paşalarla, Yusuf Kâmil ve Mustafa Fazıl paşalar gibi zevatın yalı ve
köşklerinde kendisine tahsis ettikleri bir dâiresi vardı. Alî ve Fuad
Paşaların vefatlarından sonra Saray'dan ayağını kese rek, sadnazam Mahmud Nedim
Paşaya hiç yanaşmadığını gören Sultan Aziz bir gün Hafız Ömer Faiz Efendiye
sormuş: "Efendi siz önce bülbül idiniz. Ne için şakımaz-sınız? Bu soruya
Efendi, Keçecizâde İzzet Molla ki Dr.Büyük Mehmed Fuad Paşanın pederi olup eski
şeyhülislâmlardandır bu zâtın beytinden bir kelime değiştirmek suretiyle şunu
söyler:
"Bir meusim-i
bahasına kaldık ki alemin, Bülbül hamûŞıhavuz tehiy,gulustan harap."
Takvimler
15/r.ahir/1293-10/mayis/1876'yı gösterirken medrese talebesinin ve bilhassa
Fâtih, Süleymaniye ve Ba-yezid medreselerinin talebeleri sadnazam Mahmud Nedim
Paşa ile benzeri Şeyhülislâm Hüseyin Efendiyi memleketi felâkete sürüklemekle
ithama tevessül ederek derslere girmemek suretiyle bunların görevden
azillerini padişahdan istediler. İstanbul sekenesinin yâni ahalisinin
ayaktakımı, işsizi, güçsüzü silahlarını hâmil olarak bu boykota destek verince
işin rengi tehdit edici bir hâl aldı. Bunun üzerine, padişah azil talebini
kabul ettiği an artık partiyi kaybetmeğe başlamıştı ki bu her geçen gün Sultan
Aziz aleyhine gelişmeğe başladı. Mütercim Rüşdü Paşayı boşalan makamı sadarete
getirdi. Bu adam çok güzel tenkit yapan fakat icraata gelince nafile biriydi.
Zamanlar bu zâta;
deniz feneri gibi, yanar döner adam" diyen kimseler hayliydi. Vü kelâ
arasındaki her çeşit ihtilaftan anında haberdar olan padişahlar gibi Sultan
Aziz'de, bu lakabı duymuş bulunduğundan, Mütercim Mehmed Rüşdü Paşaya
sadareti tevcih etme anında, "sizi halk istediği içindir ki yeni kabineyi
kurmaya memur ediyorum!" dediğinde,yeni sadrıazamda "Halk bizi ne
tanısın padişahım. Şöhretimiz varsa zât'i şahanenizin teueccühündendir!"
dedi ve meydana getirdiği kabinede ise padişahın üç azılı düşmanı yer aldı.
Bunlar, Şeyhülislâm Hayrullah adlı şerrullah, seraskerlik Is-partalı Eşekçi
Hüseyin Avni Paşa Bahriye nâzın da Kayserili Ahmed Paşaya verilmiştir. Bu
kabinenin ilk içtimaında ilk toplantısında konuşulan padişahın taht'dan
indirilmesi hakkında yapılan konuşmalar olduğunu merhum Reşat Ek rem Koçu,
"Osmanlı Padişahları" adlı eserinin 41O.sahifesînde dile getirirken
meâlen şunları söylüyor: Saltanatı devirme işini ancak ordu ile işbirliği
gerçekleştirebilir kararında ittihat ettiler. Serasker kelime olarak başkomutan
gibi kabullenilir. Hüseyin Avni Paşa şûraî askeriye reisi Redif Paşa' ya durumu
gizlice açtı. Bu paşa bu işde kullanılacak adamı seçti. Bu zatda, Askeri
Mektepler Nazın Süleyman Hüsnü Paşa idi. Bu zât mert ve dobra bir adam olarak
tanınmıştır. Hâi'den sonra bir türlü meşrutiyet kurulmayınca Süleyman Paşa,
Midhat Paşaya dikilmiş ve nerede meşrutiyet sorusunu tevcih etmiş aldığı cevap
tatmin etmediğinde bu seferde: "Meşrutiyeti ilân etmeyecektik, ne b.k
yedik de padişahı devirdik demesi bir Çok târih kitaplarında ve hatıratlarda yer
aldığı gibi Midhat Paşanın totaliter bir idare taraflı sı olduğunu da ileri
sürer Şıpka kahramanı olarak bilinen Süleyman Hüsnü Paşa!
TTK'yâni Türk Târih
Kurumunca neşredilen Osmanlı Târihinin İsmail Hakkı Gzunçarşılı'nın vefatı
üzerine devam ettiren Prof.Dr. Enver Ziya Karal, adı geçen eserin 7. Cildinde
106. sahifede hâl fetvasına dâir bilgileri şöyle naklediyor, ve biz de meâlen
nakle çalışalım: "Çalışmamızın başka fasıllarında nakletiğimiz gibi
Serasker Hüseyin Avni Paşa'nin Sultan Aziz hân hazretlerine düşmanlığı, onun
izalesine kafi karar eyleyecek dereceye kadar vardırmıştı işi. Serasker bu
halde iken, devletin o sırada en popüler adamlarının başında gelen Midhat Paşa,
Mirabo'nun Fransa kralına gösterdiği duruma benzer. Bu zâtın kafasında bir
ideal hâline getirdiği teşkilat-ı esasiye yapmak ve parlamenter sistemle
monarşik bir idareye geçmek idi. Padişaha genellikle bu fikri aşıla ma
gayretleri içinde olmuştu. Zâten bu ısrarı Âlî ve Fuad Paşaların vefatı
yüzünden hu şule gelen devlet adamı kısırlığı padişahın, Mİdhat Paşa yerine,
Mahmud Nedim Paşaya iltifatkâr olmasını sağladı. Nitekim, eski sadrıazamlarımn
ısrarlı tutumlarını hatırlıyarak, Mahmud Nedim Paşa'daki bu ubudiyeti
karşılaştırdığında, Alî ve Fuad Paşaları der hatır eden Sultan Aziz bunlara
benzerliği Midhat Paşa da da görmekteydi. Bir gün huzurda el pençe divan
durmakta olan Mahmud Nedim Paşaya dikkat eden padişah, kendi sinin sağ ayağının
başparmağı hizasına doğru baktığını hissettiği vezirine, durumu sordu ğunda
aldığı cevap, Efendimiz, kula düşen padişaha hürmet onun ayak ucuna nazardan
başlar demek suretiyle fevkalâde bir tabasbus gösterir ve Sultan İbrahim'in
sadrı-azamı, Semin Mehmed Paşa'nın, beyan ettiği: "Siz afitab-ı cihansınız
Efendimiz! Sizden hata südûr edermi?" cümlesini târihde yanlız bırakmayan
bir ifade de bulunmuştur.
Yine bu padişahımızın
dönemi hakkındaki çalışmamızın başka bir bölümünde bahsettiğimiz medrese
talebelerinin kıvamı günü, H.Avni Paşa ve Midhat Paşanın hâl hususundaki
tasavvurlarının kayıtlarına rastlandığı sayın E.Z.Karal Hoca mezkûr eserinde
belirtiyor.
Sultan Aziz, medrese
talebesinin kıyamı sonrasında sadarete getirdiği Mehmed Rüştü Paşa, bir gün
padişahdan para talebi geldiğinde, eş dost arasında para yok ben nereden bulayım
diye yüksek sesle düşünürken,- duruma şahid olan Midhat ve H.Avni Paşaları bu
hâl hususunda Rüşdü Paşayı iknaya çalıştıklarını öğreniyoruz ve Rüşdü Paşanın
en baştaki tereddüdünü göz önüne alan Midhat Paşa, sadrıazama: "Eğer
maksatta ittifaktan ayrılırsan Bayezid Meydanında milletin seni pare pare
edeceğini düşünmelisin"diyede tehdit ettiğini kaydeder, Prof.Karal.
Prof.Karal; bu
safhadan sonra Şeyhülislâm Hayrullah Efendinin ikna edilmesine geçildi haberini
verirken, Midhat Paşanın konağında Anadolu Kazaskeri Kara Halil Efendi'nin,
yapılan toplantı esnasında, Padişahın, mülk ve milleti tahrip, beytülmali israf
ettiği öne sürülerek hâl'i için fetva meselesi görüşüldüğünde adı geçen
Kazaskerin, "..bu eırtr-i hayra, çarşaf kadar bir fetva veririm"
demesiyle birlikte, işin şer'î tarafı da yoluna sokulmuş oluyordu.
Yine bu esere göre,
ahalinin vaziyeti hakkında, şu gözlemler ileri sürülmektedir: basın üzerinde
sansür azaldığından dolayı, dikkat çekici makalelerin ve haberlerin, yazıldığı görüldü.
Padişah hakkında net bir tenkit görülmemekle beraber, M.Nedim Paşa hakkındaki
neşriyat, Rusya taraflısı politika ve Rus elçisi İgnatiyef'le alâkalı neşriyat
pek kesif idi en-. teresandır ki bu arada sadaret M.Nedim Paşa da değildir. Ancak
anlaşılan o dur ki, padişah, bu kendine muti devlet ada5 mini yeniden sadarete
getirme tasavvurundadir böylecede yapılan neşriyat bu tâyini önlemek veya işi
kızıştırmak için yapılmaktadır, hükmüne varılabilir.
Öte yandan efkâr-i
umumiye basının yazdiğıyla kendini yönlendirirken, Süleyman Hüsnü Paşa'nın,
fetva makamına gittiği görüldü. Müşahede olunan oydu ki, Hayrullah Efendi
yeniden tereddüde düştüğü idi. Sert ve asabi mizaçlı Süleyman Paşa,
şeyhülislâma: "Efendi hazretleri artık iş işten geçti. Şu dakikada bir
çok muhterem paşalar bir dâimi tehlike içinde bulunuyorlar. Bunların hayat ve
selameti sizin'elinizdedir" şeklinde ki beyanıyla Şeyhülislâm Hayrullah
Efendinin işi yapmayacak hâle gelmesini bu sözlerle önlemiş oldu. Halifenin
hâl'i için ya mecnun (ne yaptığını bilmez olması) veya küfrüne karar
verilebilecek hareketlerin sahibi olmasıydı fetva tanzim edilmesi için.
Birinci yol yâni, mecnunluk bahsini öne almak tarafını seçti ve şu sözlerle
fetvanın yazıldığı kâğıdı donattı: "Emirilmü'minin olan Zeyd,
muhtelişşuûr ve umuru siyasiyeden bibehre olup, emuâl-i miriye'yi mülk ve
milletin takat ue tahammül edemeyeceği mertebe masarifi nefsaniyesine sarf ue
umuru diniye ue dünyeuiyeyi ihlâl ue teşviş ve mülk ue milleti tahrip edip
bekası mülk ue millet hakkında muzır olsa,hâl'i lâzım olurmu? Elceuap otur
" Şeklinde tanzim olunan fetvaya göre; Abdülaziz hân, şuuru muh-tel yâni
mecnun idi bundan dolayı da siyaset işlerinden anla-mıyordu. Buna bağlı olarak
böyle halife mülk ve millete zararlı idi. Bu bakımdan azli gerekirdi! Peki bu
fetvayı vereni, isteyenleri bulundukları göreve getiren o zâtın tâyin ettikleri
kimselerdi ki bu da hayli mühimce bir tenakuz idi!
Sultan Abdülaziz;
avrupa'ya seyahat yoluyla giden ilk ve son Osmanlı padişahıdır. Diğerleri ise,
ya savaş, ya fetih ya da vatan^üda olduklarından gitmişlerdir bu kıta'ya.
Sultanın gezisine katılmış bulunan İstanbul Şehremini Ömer Faiz Ffendiye,
sadrıazam Âlî Paşa ve Hâriciye nâzın olan Dr.Büyük Mehmed Fuad (Keçecizâde)
Paşa, Faiz Efendiye müşahedelerini bir müsvedde hâlinde yazmasını ve devlete
vermesini istediler bunun önemli bir vatan hizmeti olduğunu hatırlattılar.
Hafız Ömer Faiz Efendi cidden münevver bir kimse olarak gördüklerinden dersler
çıkarabilecek kapasiteye hâiz bir insandı. Sahifelerimizi bu zâtın tutmuş
olduğu notları, bize "Avrupa'da Sultan Aziz"adlı kitabı okuma şansı
vermiş bulunan Midhat Cemal Kutay'ın bu eserinden ilk olarak Faiz Efen dinin
şu müşahedesini, böylecede ne kadar hassas bir vatanperver olduğunuda ortaya
koymasını anlatan satırları, sahi-femize dercederek sizlere duyuralım muhterem
okurlar" "..Burada büyük bir acı kalbimizi parçaladı. Sarayın bahçesinde
meuzi tutmuş Fransız müstemleke askerleri içinde Cezayir taburunu da gördük.
(İçyüz yıl bizim olan Barbaros Hayreddin'in diyarının eulâtları şimdi eski
Hakan'larını başka bir deuletin silahları elinde, başka bir devletin
üniforması ile selâmlıyorlardı..."
İngiliz devletinin
ihdas ettiği yaşayan yirmi kişiden herhangi biri ölmeden, yirmibirinciye
verilmiyen dizbağı nişanı dedikleri nişanın Sultân Abdülaziz'e bu seyahatte
verildiği dünyanın malumudur. Sultan Aziz'e bu nişanı verme töreninden o
dönemin İstanbul Şehreminî olan Hacı Ömer Faiz Efendinin raporundan okuyalım,
tabii bu raporun müsveddelerini arşivinde bulunduran, Midhat Cemal Kutay'ın
Avrupa da Sultan Aziz adlı çalışmasından alıntıladığımızı da ket-meden
vicdanen ifadeye mecburuz. Şimdi biz burada önce bu nişanın doğuş hikâyesini
nakledelim sonra da Osmanlı Hâriciye nâzın Dr. Mehmed Fuad Paşa'nın nişan doğuş
hikâyesi yüzünden midesi bulanıp, kendine verilmek istenen nişanı ret ve
istiskal etmesin diye atmak mecburiyetinde kendini hissettiği kıtırı
nakledelim ve devlet adamlarınin, iş beceren yalanın, fitne çıkaran doğrudan
efdaldir anlayışına misâl olarak gösterilebilecek vak'adan olduğunu da
hatırlatmış olalım.
İngilizlerin, her
kefere-i fecere gibi kralları da kendi hanımlarından başka hanımlara sarkarlar
idi. Nitekim; bunlardan biri olan 3.Edvard, 1348 senesinde metresi, Salisböri
Kontesi şerefine bir balo tertip etmiştir. Baloyu açış dansını da.ta-biiki
çapkın kral, metresiyle yapmak suretiyle gerçekleştirir. İşte bu dans sırasında
Kontes'in mavi renkii dizbağı, yâni uzun konçlu çorabın üst kısmını tutan ipek
kumaştan mamul bağ, önce gevşemiş daha sonra da aşağı kayıvermiş. Bunun üzerine
Kontes fevkalâde mahcup kızarip, bozarmış ki bu sırada Kral 3.Edvard, yere
eğilip düşen ipek bağı eline almış ve doğrulduğunda: "Kötü düşünenler
nadim olacaklardır. Çok yakında bu dizbağına kavuşmak için yapmadıkları fedakârlık
kalmıyacaktır" Dedikten sonra kontesle dansı tamamlar bir kaç gün sonrada
Britanya devletler camiasının en büyük nişanı olarak Dizbağı adı verilen nişan
ihdas olunur. Sevgili okurlara hemen hatırlatalım ki, bu nişanı cazipleştirmek
için tüzüğüne Karter adı verilmiş, nişan yaşayan yirmi kişiden bir fazlaya
verilmeyecek nişan takma işi başpiskoposa verilmek suretiyle dizbağı nişanını
dindar bir kimsenin talik etmesine yâni takmasına bırakmak suretiyle 3.Edvard,
metresinin dizbağını batıl din hristiyanhğm bir batıla daha yardımcı olmasını
sağlıyordu.
Yine Karter
nizamnamesine göre de,nişan takılan kişi as-kerse, kılıcını başka bir meslek
erbabı ise, o mesleğin sembolünü teslim ettikten sonra, Kral'a ebediyen sadık
kalacağına dâir sadakat yemini yapacaktı. İslâm dünyasının halifesi ve Osmanlı
devletinin hükümdarı bu tarz macerası olan nişa-ret eder endişesiyle büyük
diplomat Keçecizâde Dr.Büyük Mehmed Fuad Paşa'yı şark insanının târih
bilenlerince mert bir düşman olarak kabul ettiği İnglizlerin Haçlı seferleri
esnasında Kudüs'ü almaya gelen kralı Arslan Yürekli Rişar'a meziyeti olan
hali hasebiyle Sultan Selahaddin Eyyûbi Hz.lerinin muhatabı olabilmiş
olmasından dolayı, Rişar'a diğer kefere-i fecereye baktıkları kadar sert
bakmazlar, bunu tesbit etmiş bulunan Fuad Paşa, Sultan Aziz'e bu nişanı,
Rişar'ın İngilte-renin dostlarına verilen bir nişan olarak ihdas ettiğini
söyler ve diğer teferruatıda İngiliz ilgililerle konuşarak, kılınç verme yemin
etme gibi usûl-ü kadimden sarf-ı nazar ettirir. Böylece seyahatin tatsız bir
vaka ile bitmesini engellemiş olur.
Sultan Aziz'in avrupa
seyahati esnasında milletimizin üst makam sahibi kimselerin aynı zamanda ne
kadar güçlü bir insan olduğunu ortaya koyan, yaptıkları bir alete Türk Kafası
adı koyupda onları kollarının gücünü göstermek isteyenlere vurdurtan zihniyete
tokat gibi bir cevap olan Halil Paşanın yumruğu hadisesi vardır. Bu hadisenin
önemli tarafını padişahın mümkün mertebe bu gezisini pek gizli yaptığı,
ortalığı debdebeye gömmeye fırsat vermez şekilde gerçekleştirmesi de takdire
şayan bir hareket kabul edilmiştir.
İşte dikiş
makinelerinin ayaklı olanlarının ilk defa yapıldığı bir dönemde bu sergide
dolaşılırken, adarî kuvveti ölçen bir dinamometreye rastlarlar, üstü kırmızı
bir bezle örtülü ve bir yay'a bağlı yuvarlak kafaya vurulunca yay, kendine
bağlı ibreyi yükseltiyor, bu ibrede üzerinde müteharrik olduğu ced-velin
üzerindeki rakamların birinin hizasında duruyor ve böylece vuruşun sıkletini
gösteriyordu. İşte yumruğun vurulduğu yere Türk Kafası adı vermişler,
oyunlarında bile Müslüman Türk milletine düşmanlık taşımalarına gayret
etmekteydiler asanlarının. Sultan Aziz bu ifadeyi görünce çok kızdı ve aynı zamanda
Damat olan Halil Paşaya: "Haydi Halil göreyim seni! Şunlara Müslüman
Türkün kotunun kuvvetini göster." emrini verir. Fransız kol kuvvetine göre
yapılmış olan güç ölçme aleti Halil Paşanın yumruğu vurmasıyla birlikte, makine
dağılmış, ibre cedvelden fırlayarak bir pervane gibi havada uçmuş. Bu vuruşu
merakla seyreden ahali durumu ağzı açık ayran budalası gibi seyretmek durumunda
kalmış. İngi-İiz yaver üstelik Sen-Sir mezunu kurmay bir subay olarak: "bu
Türk Kafası değil, Türkün kafasına vurulmaz. Bu ancak aurupa kafasıdır ki bir
vuruşta dağıldı"demekten kendini alamamıştır.
Avrupa seyahatinin,
pek mühim dersler çıkarılması lâzım geldiği idrâkinde olan İstanbul Şehreminî
Hafız Ömer Faiz Efendi, döneminin meselelerine çözüm arayan bir anlayışa sahip
olduğundan, onun Ruznamesinin içinden bazı pasajlar seçerek, günümüzde
ilericilik-gericilik kavgası ihdas etmek isteyen bozgunculara, kullanacakları
insanların, bu bilgilere hâiz olduktan sonra o bozguncuların oyununa
gelmeyeceklerini ümid etmek istiyorum.
HALK-UCUZ AŞ-BELEDİYE
Yukarıdan beri takdime
çalıştığımız İstanbul Şehremini Hafız Ömer Faiz Efendinin Ruzname'sinden şu
nakille 19.asır 2.yansının avrupasından bir belediye reisimizin tespitlerini
aktarmaya devam edelim: Halimi Efendi biraderimizle yine böylece pek kimselere
görünmeden Paris'i dolaştık. Sergi dolay siy ta dünyanın dört yanından
onbinlerce kişi gelmiş, bunlar arasında bizim gibi festiler de çok olduğundan
pek dikkati çekmiyorduk. (.) Kalabalık ve zenginlerin yaşadıkları meydanların
civarında umumi yemek yerleri gördük. Buralarda yemek yiyecekler kendi
kendilerine hizmet ediyorlar, tabaklarını alıyorlar, az bir para ile tek çeşit
yemek doldurtu-yorlar, temiz masalardan birisine oturuyorlar, hasır sepet
içinde ekmekten de alarak karınlarını doyuruyorlar, sonra tabaklarını
bulaşıkaneye bırakıyorlar, hatta masayı temizliyorlar. Buralarını belediyeler
hiçbir kâr gözetmeden işletiyorlar. Hârice göre o kadar ucuz ve aynı zamanda
temiz, doyurucu yemek veriyor ki, işçiler, talebeler, az gelirli memurlar
yemeklerini burada yiyiyorlar. Muhtelif zümre ve sınıftan ka-dın-erkek-çocuğu
bir arada aynı masa etrafında görmek bizi çok mütehassıs etti. Biz de olmasına
imkan yok, çünkü kadınlar gelemezler. Halbuki bir milletin kadın ve erkekleri
değil, ikisi içinde de fakir ve zengin olanlar vardır. Halimi Efendi biraderimiz
ile düşündük, fakat bir hâl çâresi bulamadık." Aslında merhum Ömer Faiz
Bey, farklı toplum anlayışını göz önüne almadan hayranlığını belirtmiş, yoksa o
bu satırları yazdığında, Osmanlı genç kızları darülfünunda okuyorlar, hâttâ
kendilerinin biz erkeklerle aynı kapıdan mektebe giriş çıkış yapmak istemiyor
bunun çâresinin bulunmasını istiyoruz dediklerinde, darülfünunda hemen
bayanlar için okula giriş kapısı ayrı cihetten yapılmış, bunu Cevdet Paşanın
kerimesi Fatma Aliye hanımın olsun, gerekse Prof.Mehmed Ali Aynî merhumun
"Darülfünun Târihi" adlı çalışmasını Os-manlıcadan çevirmiş ve Pınar
yayınları arasından neşrettir-miştik ki bu ifade orada da yer almaktadır.
Tekkelerin fakire sahip çıkışını merhum Belediye reisi hatırlayamamış. Nice
imaretlerin bu vazifeyi yüklendiğini hesaba katmamış. Maksat aynı olunca
vasıtaların farklı olması o kadar mühim değil. Bakınız o devirde yardımlar
gizlice ve alan vereni görmesin anlayışında yapılırken, şimdi şehrin en büyük
meydanlarında ahalinin birbirine girmesi, biribiriyle döğüşmesini meydana
getirir tarzda yardımlar yapılıyor ve milletin izzet-i nefsi rahnedar olunuyor.
Bizim bu satırları
koymamızın sebebi merhum Ömer Faiz Efendiyi tenkit değil, okurlarımıza
efendinin yazdıklarını biraz teemmül etmeleri içindir. Zaten; Ömer Faiz Efendi,
Halimi Efendi ile hâl çâresi aramışlar ama bir neticeye vâsıl olamamışlar.
Çünkü; islâm ahlâk ve anlayışını dışlayarak düşünme hatasına düştüklerinden
çözümleyemiyorlar. Halbuki kadınlara sadece onların gidebildiği Pazar
kurulduğu bizim istanbul'umuzun yapısında mevcut olup, zaman içinde bu tarz pazarın sadece adı kadınlar pazarı
adıyla yaşamaktadır. Çünkü sokak hürriyeti şartların ve kıyasın getirdiği
çözümler yoluyla değiştirilmiş bu günkü hayattan daha mütevazi ve edebli hâl
yaşanmıştır. Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, bazı hayır kurumları,
Kızılay, Yeşilay, Çocuk Esirgeme kurumlarını büyük şehirlerin fakir ve
gariblerini günde hiç değilse bir öğün doyurabilecek hizmete organize
edilebilseler ne güzel olur. Kırk sene evvel, İstanbul'da Sansaryan han'da
emniyet müdürlüğünün bulunduğu yer- deki Emniyetin tabldotunda pek ucuza,
sivil halkında girip öğlen yemeği yediği dönem olmuştur.
Bir insanın ahali
tarafından şahidi olunmayan hususiyetlerini yakınları ve de çalışma
arkadaşları biiirler.Bunlara bir de vazifeleri o kişiye hizmetle görevli
olanlar şahsi ahvaline muttali olurlar. Padişahlar da böyle olup, Sultan Aziz
hazretleri de bunlardan biridir, nitekim, Şeyhülislâm Hoca Saded-din Efendinin
babası, Hasan Çan'ın oğluna anlattıkları olmasa ve merhum şeyhülislâm, bunu
târihlerin muhteşemi olan Tâc'üt tevarih'de yazmasaydi nereden öğrenecektik
bunları misali, Abdülaziz han'inda hizmetinde bulunanların padişahın ahvaline
vukufları tabiidir. Bu hususta saray hizmetinde olanların anlatımında ortak
noktalar pek ziyadedir.
Adetâ söz birliği
etmişlercesine ifadeleri, önce namaz hususunda olup, evkat-ı hamseye, yâni beş
vakte hassas olduğunu sabah namazının ise müdavimi olduğu, namazdan bir vakit
sonra yeniden yaptığı Sünnet-i Resulallaha ittiba ile Kaylule yapmasıdır.
Devletin işleriyle meşguliyeti daha ziya-je öğleden sonraki vaktini alırdı
demektedirler. Tasavvufi anlayışındaki derinlik, onun nısfiye çalışında
kendini belli ettiğini söyleyenler ekseriyeti teşkil ederler. Geceleri çok geç
yatarlar fakat sabah ezanını huşu içinde dinlerdi. Yaz geceleri saray'ın
salonunun geniş pencerelerini açar 3.Selim gibi Bo-ğaziçine doğru yönelerek
elindeki ney'i üfler, denizin hışırtısına o yüce sazdan çıkan nağmeler eşlik
ederdi. Yorulmak bilmez saatlerce ney'ini üflerdi. Şarkılarının çoğunu kendi
güfteleri teşkil etmektedir. Muhayyer devr-i hindî makamına bir hâne ekleyecek
kadar nota'ya vakıf olup, amcası 3.Selim ve pederi 2.Mahmud'un seviyesine
yükselmiş besteleri vardır. Aşağıda güftesini vereceğim eseri, sevgili hanımı
Mihrişah Sultan'm, hastalığı esnasında ön ce güfteyi yazmış, bilahire
bestelemiş ve kendisine hediye etmek inceliğini gösterecek kadar da hassas bir
aşık olabildiğini sergilediği söylenir bir çoklarınca..
" Bihuzurum
nâle-i mürg-i dil-i divaneden Fark olunmaz cism-i bimarım bozulmuş ianeden,
Bunca derd-i mihnete katlandığım âyâ neden? Terk-i can etsem de kurtuls^m şu
mihnethâneden."
Askeri doktorlardan
miralay Galip Bey, padişahın irtihali sonrasında padişahın evrak-i metrûkesini
tasnif için vazifelenmiş heyete riyaset ederken, Sultan Aziz'in eünden çıkma
rika ve sülüs levhaların hattına hayran olduğunu belirtmekten kendini alamamış
dahası bir kaç tane kara kalem tabloyu, yarım bırakmış olduğu şarkı
bestelerinin hükümet kara-nyla Sultan Aziz'in büyük oğlu Yusuf İzzeddin
Efendiye verildiğini ifade ederken her birinin san'at eseri olduğunu söylemeden
edemediği görülür.
Çok kuvvetli bir
itikada sahip olan Sultan Aziz'in Şeyhi, Sadreddin Çelebi olup, şer'î ilime
Rumeli Kazaskeri, Eğinli Zeynelabidin Mehmed Efendi'nin hocalığında vukufiyeti
olmuştur. Pek güzel üflediği nay(ney)de üstadı Ferik Neyzen Yusuf Paşadır.
Musikî ve hat derslerinde hocası ise 1801 ile 1876 yılları arasında Ömür süren
Mustafa İzzet Efendidir. Bu zât son dönemin en'lerinin başında gelir,
nâkiybüleşraf, büyük hattat, müthiş bir bestekâr, güfteleri hayli olan şâi-r,
müellif yâni bu günkü lisanla yazar, hânende(şarkı söyleyen), ney virtiözü
olup, hem Kadiri hem de Nakşi idi. Padişahın diğer bir hocası Rumeli pâyeli
Akşehirli Ömer Efendidir. Mümtaz Efendide Fransızca, Coğrafya ve Târih
dersinin hocasıydı.
Efendim Sultan Aziz'in
çok güzel bir bestesi de acem-i kürdî sirtosudur. 2000 yılı yazının ortalarındaydik.
O sırada Radyo/Çağ'da târihi vak'aları ağırlıklı olarak anlatmağa çalıştığım
Metanet Köprüsü adı verdiğimiz bir programım vardı iki saat sürüyordu târihe
merak duyan dinleyenlerim ricalar da bulunurlar, bu sohbet esnasında
padişahların bestelemiş oldukları eserleri çaldırmamı isterlerdi. Fakir de;
İstanbul Büyükşehir Belediyesin ce, Kültür Anonim Şirketinin delaletiyle
Lâlezar Mûsikî Topluluğuna yaptırtmış olduğu CD'lerden mürekkep güzel bir
albümü, bizzat İstanbul Şehre-minî olan, Ali Müfit Gürtuna Beyefendi bize ihda
buyurmuşlardı. Ben de o parçalan çalardım. Böylece eserden müessire biz de,
dinleyende vecde gelirdik bu padişah bestelerinin nefasetinden. İşte bir gün
program saatime giderken Kısıklı'da otobüsten inmiş ve Küçük Çamlıca'ya tabanvayla
çıkacağımdan, Kısıklı Abdullah Efendi Camii şerifinde namazı İade edip, yokuşa
kendimi öyle vurayım dedim. Hemen camiin volunu tuttum. O sırada volkmenimin
kulaklığından Sultan Aziz hân'm bestesi olan acemi kürdi sirtonun o nefis
nağme-|erjni duymağa başladım. Camiin kapısına yaklaşıyordum ve ben de
adımlarımı küçültüyor, yürüyüşümü yavaşlatıyordum. Parça bütün nefasetiyle
icra olunuyor, ben huşu içinde dinlemekteyim. Fakat bitmiyor, ben ise her küçük
adımla câmün kapısına yaklaşıyordum. İçeri girmeden icra tamamlansa diye dua
ederken, meyana geçen icraacılar beni, parça bit- meden içeri girmeme kararına
vardırdılar. Kapıda dikilmişini, parçanın nihayete ermesini bekliyorum ve de
bir elimle usûl tutuyorum. Arkamda bir ses, ya gir ya çekil!
Diye seslendi. Yol
verdim geçti. Parça bir kaç saniye sonra nihayetlendİ. Kün emrinin yâni ol
emrinin verildiği anın; kaf -dan, nuna gelen zaman diliminin o yakalanamaz
ahengini bir çoban, dağlarda tepelerde ararsa, bir sultanda saray salonunun
akıp giden boğaz sularına bakarak ne için aramasın? Bizim gibi bir nadan da, o
arayıcının eseri olarak düzene girmiş, acemi kürdî sirtoyu dinlerken farkında
olmayarak, camiin kapısını varsın tıkamış olsun ne çıkar.
Kim ne derse desin,
insanlar kendi fikirlerini müdafaaya kimseye hakaret etmemek şartıyla tabii hak
olarak görüp bunu yaşayabilmelidir. Bir çok kimse ve ben de kimilerinin
yorumlarına katılmasamda, târih ilmine, millet hafızasına yaptığı hizmetleri
göz önüne ctîarak kimseyi sıfırlamam ve bu mevzuda şöyle düşünüyor, bu bakımdan
bütün düşünceleri keen-lemyekün'dür demem. Her çiçekte bal olacağını düşünürüm.
Midhat Cemal Kutay büyük yanlışlarının yanında millet hafızası olan târihimize
ait nice hatıratı, vekayii yâni olayları, engin osmanlıcasıyla gün yüzüne
çıkartmış, nice nisyana düşürülmüş millet evlatlarının yeniden okunmasına
öğrenilmesine yol açan ifşaatlara imza atmıştır. Bu gün yüz yaşına
yaklaştığında berrak hafızası ile târihe bakışını devam ettirebilmesi kendisi
için bir nimettir. İşte bu zâtın; Avrupa'da Sultan Aziz adlı kitabının
267.sahifesinden şu alıntıyla baslıktaki ifadeyi değerli okurlarıma nakledeyim
diye karar verdim. "Sultan Abdülaziz'i tahttan indirmek isteyenlerin
başında Midhat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüştü Paşa ile
Şeyhülislâm Hayrullah Efendi vardı. Bu hava içinde Sultan Aziz'e nihayet,
Sultan Aziz'e karşı bir darbe hazırlan mış ve plânlanmıştı. Bu plan
30/mayıs/1876 Salı gecesi uygulamaya konuldu. Sultan Aziz'in kaldığı
Dolma-bahçe Sarayı derin bir sessizliğe gömülmüş uykuya dalmıştı. Hafif bir
yağmur yağıyor boğazdan esen rüzgârın etkidiyle çırpınan dalgalar Dolmabahçe
Sarayının rıhtımını dövüyordu. Padişahın kendisine karşı hazırlanan darbe
teşebbüsünden haberi yoktu. Harp okulu öğrencileri her akşamki gibi yat borusu
yla beraber atakhanelerine çıkmışlardı. İki saat sonra Taksim tarafından bir
araba gelerek Harpokulu'nun kapısının önünde durdu. Arabadan Süleyman Paşa
indi. Okulun subayları tarafından karşılanan Süleyman Paşa,ku-mandan odasına
çıktıktan sonra subayların hepsini topladı ve şunları söyledi: <.Arkadaşlar
devlet ve millet bu gece sizlerden büyük ve kutsal bir görev beklemektedir.
Eğer bu görevi yerine getiremezseniz devletimiz yıkılacak ve milletimiz
perişan olacaktır Devlet işleri Rusların eline düştü. Babıâli Rus elçiliğine
döndü. Vükela ve ulema Sultan Abdülaziz'in tahtından indirilmesine karar verdi.
Hizmetin büyüğünü siz-leşe emanet ettiler. Öğrencilerle birlikte doğruca saraya
giderek padişahı tahttan indireceğiz> Şeklinde hi tabesine başlayan
Süleyman Hüsnü Paşanın şöyle devam ettiğini ifade eder Kutay: "Subaylar
bu teklifi kabul etti ve kalk borusu çaldırarak topladıkları öğrencileri silah-
[andırıp yola çıkardılar, öğrencileri
Gümüşsüyü kışlasının arkasından Dolmabahçe sarayının önüne geldiler. Paşalar
burada bulunuyordu ve saray askerler tarafından sarılmıştı. Sü-leuman Paşa
yanına aldığı bir kaç subayla beraber Şehzade Murad'ın kaldığı dâireye gitti.
Şehzade Murat'ı uykusundan uyandırdılar. Süleyman Paşa; telaş ve heyecan
içindeki şehzadeye şöyle dedi: <Amcanız Sultan Aziz millet ve vükela tarafından
tahtından indirildi. Siz tahta çıkarıldınız> Sultan Murat'ı tahta çıkarmak
için bir arabaya bindirerek saraydan Serasker kapısına götürdüler. Hemen cülus
ı<v: in atıldı. Top seslerinden uyanan Sultan Abdülaziz heyecan ve
tedirginlik içinde:
-Bu toplar cülus
topuna benziyor! Dedi.
Sultan Aziz'in annesi
içeri girerek, Murat'ın taht'a çıkarıldığını soluk soluğa oğluna bildirdi.
Abdülaziz neye uğradığını şaşırmıştı, üzgün oe endişeli bir tavırla sara- yın
salonunda dolaşmaya başladı. Paşalar, Sultan Aziz'i Topkapı Sarayına
götürmeyi kararlaştırdılar Karar Sultan Aziz'e bildirilince kendisi gitmek
istemedi fakat ik- inci defa aynı karar kendisine iletilince kılıcını beline
kuşandı. Yanına şehzadelerinden Yusuf İzzeddin Ue Mahmud Celaleddin'i alarak
Dolmabahçe sarayının rıhtımına indi. Rıhtımda duran çifte saltanat kayığına
binerek Topkapı Sarayına götürüldü. Tahttan indirilen Osmanlı padişahını
Topkapı Sarayında 3.Selim'in öldürüldüğü odaya koydular. Bu^duruma çok üzülen
ve telâşa kapılan Abdülaziz: <Amcam Sultan Selim'in kaldığı oda burasıdır
diye endişesini belirtti. Kendisininde öldürüleceği düşüncesi kafasının içine
bir hançer gibi saplanan 32. Osmanlı padişahı Sultan Aziz'in manevi gücü
yıkılmıştı. Bu hava içinde oturup yerine geçen 5.Sultan Murad 'a şu mektubu
yazdı: <..Önce Cenab-ı Hakk'a sonra da size sığınıyorum. Millet hizmetinde
çok çalıştım. Fakat muvaffak olamadığıma çok üzülüyorum. Sizin muvaffakiyetinizi
temenni ederim. Kendi silahlandırdığım askerlerim beni bu hâle soktular
Duyduğum acılardan beni kurtarmak için başka bir yere naklimi rica eder,
Osmanlı saltanatını Abdütmecid Hân nesline terk ederim.> Sultan Aziz bu
mektubu yazdıktan sonra yanındakilere: <beni öldürecekler> diyerek
korkunç endişesini tekrarladı.
Taht'a çıkan 5.Murad,
saltanatının kendisinden önceki sahibinin mektupta bildirdiği isteğini kabul
etti ue Sultan Aziz'i Feriye Sarayına naklettirdi Sultan Abdülaziz, tahtdan
indirilişini bir türlü İçine sindiremiyor geceleri gözü uyku tutmadığı için
sinirli bir halde odasında dolaşıp duruyordu. Abdülaziz, Feriye Sarayında
geceli gündüzlü Kuran-ı Kerim okuyor, namaz kılıyordu. Sultan Abdülaziz'in bir
hapis hayatı içinde günlerini geçirdiği Feriye sarayının çevresini asker
kuşatmıştı. Nöbetçi subaylardan birinin, kendisine Aziz Ffendi diye hitab
etmesi, bir iki gün öncesinin saltanat temsilcisi eski padişahı çok üzmüştü,
adetâ kahretmişti. Sultan Aziz'in tahttan indirildiğini duyan Rus büyükelçisi
de çok şaşırmış ve adetâ deli'ye dönmüştü. Büyükelçi; Rusya'nın bu işe rıza
göstermeyeceğini söyleyerek tehditlere başlamıştı. Ruslar elçilik binalarına
da bayrak asmamışlardı. İngilizler ve Fransızlar İse Sultan Aziz'in tahttan
indirilmesini memnunluka karşılamışlardı. Feriye Sarayında sonu endişeli bir
bekleyiş içinde Sultan Aziz'in gün geçtikçe sinirleri bozuluyordu. Sert mizaçlı
ue iri yapılı Sultan Aziz'den paşaların hepsi çekiniyordu. Hüseyin Auni Paşa,
padişaha belindeki kılıçla, öteki silahları aldırtmıştı. Bu olaydan sonra
Abdülaziz'in öldürüleceği yolundaki endişesi kâbuslu bir inanç hâline
gelmişti. Ve biliyorduki, kendinden önce tahttan indirilen padişahların hepsi
öldürülmüştü.(Bu ifadeye katılmak mümkün deâil.m.h) Osmanlı saltanatının bu
acımasız ve kanlı geleneği şimdi kendisini bekliyordu. Bu korkunç inanç içinde
kıvranan Sultan Abdülaziz geceleri sık sık uya- nıyor yatağından fırlıyor ve
pencerenin Önüne koşuyor endişeli bakışlarla dışarısını gözlüyordu. Sultan
Aziz; bir sabah kahvaltı için bir kâse çorbayla ekmek istemişti Çorba
olmadığından, kendisine lapa gönderilmişti, üzüntü ue sinir cenderesindeki
Abdülaziz lapayı yemiyerek geri göndermişti. Bu haua içinde Sultan Aziz son
günlerine geldi ue tahttan indirildikten otuzbeş gün sonra, esrarı bugün de
kesinlikle aydınlanmamış bir biçimde intihar etti veya öldürüldü. Sultan
Aziz,4/haziran/1876 Pazar tesi günü Mabeynci Fahri Bey'i çağırtarak ondan
günlük gazeteleri istedi. Gazeteleri inceden inceye okuyan Sultan Aziz gördüki,
hayat kendisinin dışında akışına devam etmektedir Annesinden sakalını
düzeltmek İçin bir makasla bir ayna istedi. Târihin esrarı işte bu makas
üzerinde düğümlenmektedir. Olayın bundan sonrası târihte iki ayrı şekilde yer
almaktadır. Önce birinci şeklini anlatalım. Sultan Aziz'in bu makasla
biteklerini kestiğini kabul eden rapor olayı şöyle ortaya koymaktadır;
<Suttan Abdülaziz annesinden makas aldıktan sonra yattığı odanın kapısını
kilitledi. Makası eline alarak her iki kolunun kan damarlarını o küçük makasla
kesmiş, fazla kan kaybından yere düşerek ölmüşlüı:> Sabahleyin odanın kapısı
açılmayınca ve içeriden bir ses alamayınca, kapıyı kırıp içeri girenler Sultan
Aziz'in kanlı cesedini minderin önündeki tyasırın üzerinde buldular.
Abdülaziz'in ölümünü
bir intihar değilde cinayet olarak kabul eden görüş ise hazin olayı şöyle
anlatır: "Sultan Abdü-laziz'i tahttan indiren Mütercim Rüşdü Paşa, Hüseyin
Avni Paşa, Midhat Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi herşeye hâkini
durumdaydılar. Bu ıslahatçı gurup, Sultan Aziz'i tutmak maksadıyla kuvvetli ue
iri yapılı dört pehlivanı Feriye Sarayına gönderdiler. Bunlar Cezayirli Mustafa
Pehlluan, Yozgatlı Mustafa Pehlivan, Mustafa Çauuş ue Boyabatlı Hacı Mehmed
Pehlivandı.
Mabeynci Fahri Bey'de
hükümetin adamı olarak buradaydı. Fahri Bey de güçlü kuvvetli bir bünyeye
sahipti Geceyi karakolda geçiren pehlivanlar sabaha karşı Fahri Bey tarafından
Feriye Sarayına alındılar Fahri Bey, Yozgatlı Mustafa Pehlivana beyaz saplı
keskin bir çakı verdi. Ali ve Necip adlarında iki subayda bu pehlivanlara
yardım etti Pehlivanlar Abdülaziz'in yattığı odanın penceresinden içeri
girdiler. Tav-şan uykusu denen hafif bir uykuyla kendinden geçmiş olan Sultan
Aziz,iri kıyım pehlivanları karşısında görünce birden yerinden fırladı. Bu
sırada bir pehlluan kadar kuvvetli olan Mabeynci Fahri Bey,eski padişahın
üzerine atılarak kollarını tutup arkasında çaprazladı. Cezayirli Mustafa ile
Boyabatlı Mehmed, Sultan Aziz'in dizlerinin üzerine oturup onu hareketsiz
duruma getirdiler, Yozgatlı Mustafa da elindeki çakıyla Abdülaziz'in bilek
damarlarını kesmeye hamlettiği sırada Sultan Aziz, kahveci çıraklığından
mabeynciliğe getirttiği Fahri Bey'e şöyle dedi:
-Şu kestirmeğe
kıydığın eller sana bir kaç gün önce sedef bir teşbih vermemişmiydi? ..Sultan
Aziz sözünü tamamlaya-mamıştıkı, çakının damarlarının içine girmesiyle:
-Aman Allahım! Diye
feryat etti. Sultan Aziz'in ağzına mendil tıkadılar. Bu dehşet verici cinayetin
işlendiği odanın kapısını Necip ve Ali adındaki subaylar tutuyordu. Sultan Abdülaziz
kanlar içinde yere yuvarlandı. Odadaki makası da olaya cinayet süsü
uermek(vermemek olması lâzım! M.H) için cesedin yanına bıraktılar. Bu kanlı
cinayetin işlenmesi ve suçlularının kaçması beş dakika kadar sürmüştü. Sultan
Azı z'in öldürüldüğünü duyan cariyeler ve annesi Perleuni-yal Sultan feryada
başladılar Annesi, oğlunun kanlar içindeki cesedine kapanarak göz yaşı döktü.
Hüseyin Avni Paşa Kuzguncuk'taki yalısından beş çifte kayığına binerek kısa
zamanda Feriye Sarayına geldi. Abdülaziz'in cesedi karalola aötürülerek,
oradaki kahve ocağının yanında erlere mahsus olan ot minderlerden birinin
üzerine konuldu ve üzerine de pencerelerden birinin perdesini çıkarıp örttüler.
Aradan çok. geçmeden yabancı elçiliklerden doktorlar gelerek, Sultan Aziz'in
intihar ettiğine dair rapor verdiler "
Böylece 1950'den beri
ülkede bir takım târihî vak'aların arka plânını sunan Midhat Cemal Kutay'ın
Abdülaziz Hân, Öldürüldümü? İntiharını etti? Sorusuna dâir iki hususuda,
nakletmiştir ve bizde sahifelerimize alarak tercihi okura bıraktık.
18/Şubat/1830'da
dünya'ya gelen Abdülaziz Hân, 46 sene, 3 ay, 6 gün berhayat olduktan sonra
4/Haziran/I876'da irtihal-i dâr-ı beka eyledi. Sultan Mahmud Türbesine
defno-lundu, bu türbede daha sonra da 2.Abdülhamid Hân'da def-nolunduğundan,
Çenberlitaşla Di vanyolu yolu arasında ve Türbe durağı olarak anılan yerde,
Köprülüler Kütüphanesi ile karşı karşıya olan türbede üç padişah, Sultan
2.Mahmud, Sultan Abdülaziz ve 2.Abdülhamid Hânlar ebedi uykularını
uyumaktadırlar. Sultan Aziz, 32.Osmanlı padişahı olup, 24.Osmanlı halifesidir.
Sultan Abdülaziz Hân;
beş hanım ile izdivaç yapmıştır. Bu hanımlarından yedi tane kızı altı tane
erkek evlâdı olmuştur. Bu izdivaçlarının ilkini, Batum 15/mart/1835 doğumlu
Dürr-i Nev hanım ile 1856'da Dolmabahçe sarayında yapmıştır. Bu hanımefendi'den
birinci evlâdı olarak, Yusuf îzzeddin Efendiyi dünyaya getirmiş, peşinden de
Salına Sultanhanımı Abdü-laziz Hân'a vermiştir. Sultan Aziz'in saltanatı
boyunca başka-dınefendi olarak ömür sürmüştür. Evlilikleri 20 yıl sürmüştür.
Padişahın şehadeti ile evliliğin sonu gelmiştir. Bey'inin arkasından 19 sene,
6 ay berhayat olmuştur.4/aralik/l 895'de Feri ye Sarayında irtihal-i dar-i beka
eyleyen Dürr-i nev hanımefendi, Abdülaziz'inde defne edildiği Sultan 2. Mahmud
Türbesine i'tırnak olunmuştur. Meşhur tenisçilerimizden Enes Talay, Dürrinev
kadmefendi'nin yeğeni olup, yine meşhur Ressam İbrahim Çallı'mn kızı Belma
hanım ile izdivaç-yapmıştır.
Sultan Abdülaziz Hân,
2. izdivacını da Edâdi! hanımefendi ile yapmış olup, bu hanımın 1845'de doğmuş
olduğunu, izdivacın ise 1861'de vukubulduğunu bu evliliğin meyvesi oia-rak
şehzade Mahmud Celâleddin Efendi ile küçük yaşta vefat eden Emine Sultanhanımı
dünya'ya getirmiştir. Evlilikleri 14 sene sürmüş Edadil hanımefendi 30 yaşında
olduğu halde 1875'de vefat etmiştir. Makberesi Sultan 2.Mahmud türbesi
olmuştur.
3. İzdivacını Sultan Abdülaziz Hân,1846 doğumlu
Hayran-ı dil hanımefendi ile yapmış, bu hanımefendi Kars doğumlu olmakla
beraber Çerkesler'den olduğunu da söyleyelim. Bu hanımefendi ilk olarak Nâzime
Sultanhanımı dünya'ya getirmiştir. Bilahire, sadece halife sıfatıyla Osmanlıyı
temsil edecek olan, Abdülmecid Efendi dünya'ya gelmiştir.
26/Kasım/1895'de 49
yaşında olduğu haide Ortaköy'deki saray da vefat eden Hayran-ı dil hanim,
Dürrinev hanımın vefatıyla 1.kadınlığa irtika eylemişti. Sultan 2. Mahmud
türbesine defnolundu.
4. Evlilik, Sultan Abdülaziz'e Neşerek
hanımefendi ile nasip oldu. 1848'de İstanbul civarında dünya'ya gelmiş olan bu
hanımefendinin asıl adının Nesteren, kısaltılmış olarak Nesrin olduğunu
T.Yılmaz Öztuna Beyefendi, Hanedanlar adlı eserinde kaydediyor. Vefatı
maalesef, hâl esnasında hasta olan bu hanımefendi,o haliyle sandal'a
bindirilmiş yağan yağmur altında ıslanması hastalığın ilerlemesine sebeb olmuş
1 l/haziran/1876'da 28 yaşında olduğu halde padişah kocasının şehadetinden 7
gün sonra vefat eylemiştir. Bu hanımefendi Çerkeslerden Burahay kabilesi şefi
Gazi İsmet Bey'in kızı idi. Kuzey Kafkasya muhaceratı esnasında Silivri'ye
gelip yerleşmişlerdi. Yenicâmi Türbesinde gömülüdür. Hüseyin Avni Paşa'yi,
Midhat Paşanın konağında basıp öldüren, şehid-i aziz Yüzbaşı Çerkeş Hasan Bey,
bu hanımefendi hazretlerinin kardeşidir. Bu zât hakkında ilerliyen
sahifeleri-mizde asrın en cesurane hareketini anlatan ve daha önce Cuma
Dergimizde yayımlanmış bir yazımızı okuma parçası lejandı altında
okuyacaksınız.
Padişah Abdülaziz
Hân'ın 5.hanımefendisi,8/Temmuz 1856 Hopa doğumlu Gevheri kadınefendidir.
İzdivaçların! gerçekleştirdikleri târih 1872 olup, Esma Sultan ile Şehzade
Seyfeddin Efendinin valideleridir. 6/Eylül/1884'de 28 yaşında olduğu halde
ahiret yolculuğuna çıktı. Yenicâmi 5.Murad Türbesine defnolundu.
Sultan Abdülaziz
Hân'ın kız çocuklarına gelince bunlar, sırasıyla 1862'de doğan Saliha,
25/Şubat/1866'doğum!u Mazime, 30/Kasım/1866 doğumlu Emine, 21/Mart/1873'de
doğmuş bulunan Esma ve 1874'de Fatma, 24/Ağus-tos/1874'de doğmuş bulunan Emine
ve babasının vefatından sonra 1877'de doğup aynı yıl vefat eden Münire Sultanha-nımlardır.
Bunlardan; Sâliha
Sultanhanım, 1941'de Kahire'de 79 yaşında olduğu halde vefat etmiştir. İlk
nişanlısı, Prens İbrahim Hilmi Paşa olmuş fakat Sultan 2.Abdülhamid tarafından
nişan iptal ettirilmiştir. 20/nisan/1889'da Zülküfl Ahmed Paşa ile izdivaç
ettirilen Saliha Sultanhanımın evliliği 53 sene imtidat etmiştir. Paşa 1941'den
sonra vefat etmiştir.
Nâzime Sultanhanım,
25/Şubat/1866'da Dolmabahçe sarayında doğmuştu. 1947'de Beyrut'un Cünye
kasabasında 80 yaşında olduğu halde vefat etmiştir. Dadssı Tâhir Mevlevi
Olgun'nun annesidir. Şam'da, Sultan Selim Camiinde med-fundur. Bu sultanhanım
Damad Ali Hâlid Paşa ile Yıldız Sarayında 20/Nisan/1889'da evlendi. İzdivacı
58 yıl sürerek 1947'de vukubulan vefatıyla sonuçlanmıştır.
üçüncü Sultanhanım
olan Esma Sultan 21/Mart/1873'de dünya'ya gelmişti. Esma Sultan:
20/Nisan/1899'da ablalarının düğünüyle birlikte yaptıran Sultan 2.Abdülhamid,
Kaba sakal Çerkeş Mehmed Paşa ile evlendirdi. İzdivacının 10. yılının 17.
gününde eskilerin vâz-ı hami dedikleri doğum esnasında şehîden vefat etti.
Kabasakal Çerkeş Mehmed Paşa 2.Meşrutiyetin akabinde vukubulan 31/Mart hadisesi
sonrasında İttihatçılar tarafından idam edildi.
4. kız olan
24/Ağustos/l 874 doğumlu Emine Sultan, 12/Eylül/l 901'de Yıldız Sarayında
Damad Mehmed Şerif Paşa ile izdivaç etti ve bu 18 sene, 4 ay, 17 gün süren bir
evlilik dönemi geçirdi. Emine Sultanhanım, 46 yaşın içinde olduğu
29/Ocak/1920'de vefat ederek, 2. Mahmud Türbesine defnolundu. Diğer üç kızı
ise bir biyografi verecek kadar yaşayamadılar.
Sultan Abdülaziz'in
erkek çocuklarına gelince 1 l/Ekim/1857'de dünya'ya gelen ve Yusuf İzzeddin adı
verilen şehzade, o sıralarda şehzadelerin çocuk sahibi olmaları memnu yâni
yasak olduğundan, bu şehzade, babası Abdüla-ziz padişah oluncaya kadar Eyübsultan
semtinde Kadri Bey adlı bir zâtın evinde büyütüldü. Bu ızdırab verici hâli
bizzat yaşayan Sultan Aziz padişah olduğunda, şehzadelere çocuk sahibi olma
yasağını kaldırma suretiyle bu gelenek ilga edil-oldu. Enteresandırki, bu veliahtda pederi Sultan
Aziz'in irtihali gibi meşkûk kalmış bir intiharmı? Cinayetmi? Sorusunu
sorduracak tarzda hayatı noktalanmıştır. Veliahd Yusuf İzzeddin Efendi'yi,
İttihatçıların tertiplediği bir cinayetle öldürüldüğü, Tank Yılmaz Öztuna gibi
ciddi bir târih araştırmacı-smca da iddia olması hayli düşündürücüdür. Çünkü bu
zât, İttihatçıları hayli çatıyor, Mehmedçiğin 1. harbin cereyanı sırasında boş
yere harcandığını müessir şekilde ortaya koymaktaydı. Ne varki, yine
veliahd'ın hayatı hakkında kanaatlerini belirten hatırat sahipleri, bu zâtı
akli bakımdan biraz tereddide bulduklarını kapalı şekilde ifade ederler.
1/Şu-bat/1916'da 58 yaşında olduğu halde esrarengiz bir şekilde ölümü
vukubuldu. Dedesi; Sultan 2. Mahmud'un türbesinde defnolundu.
Sultan Aziz'in 2.oğlu
ise saltanatın ilgasından sonra sadece halife olarak hanedanı temsile
vazifelendirilen ve 2. Ab-dülmecid dense yanlış olmayacak olan Abdülmecid
Efen-di,29/Mayıs/1868'de Dolmabahçe Sarayında doğmuştur. Validesi Hayran-i Dil
Kadınefendidir İslâmm zahiri hilafette sonuncusudur. Milli mücadeleyi bütün
açıklığı ile beğenmiş ve desteklemiştir. Oğlunu Anadolu'ya geçmesi için
yollamıştır. 1908 Meşrutiyetinden sonra sokaklarda bir başına gezdiği,
Beyoğlunda kitapçı dükkânlarından alış-verişi bizzat yaptığı görülmüştür. Çok
muazzam bir ressam idi. 23/Ağus-tos/1944'de Paris'de 76 yaşında olduğu halde
kalp krizi neticesinde terk-i hayat eylemiştir. Borçlar yüzünden nâşi
30/Mart/1954'e kadar Paris'de bir klişede kalmıştır. Zikrettiğimiz târihde
Medine'de Harem-i Şerifde defnolunmuştur. Beş lisanı, Arabça, Farsça,
Fransızca, İngilizce ve Almanca-yı bilirdi. Batı dünyası müzelerinde yapmış
olduğu resimlere rastlamak kabildir. Hazindir ki, Halife Abdülmecid Efendinin
İstanbul'u terke mecbur bırakıldığı gece h.1342 yılının Miraç kandilinin te'sit
olunduğu yıldır. Bilindiği gibi, İki Cihan Ser-verİ Efendimiz o miraç gecesinde
dostun yanına irtika ederken, 1342/1924'de hilafet yokluğa itilirken, halife
ise yâd ellere sürülüyordu. Hemen ilâve edelimki, şedid emirlere rağmen,
halifeyi yola koyan devrin İstanbul Valisi ve Şehre-minî Ali Haydar (Yuluğ)
merhumun ve devrin İstanbul Emniyet Müdür Sadeddin Bey, sabırla meseleye
yaklaşıp, şahs-ı mâneviyi asla kederdide edecek ahvâle giriftar etmemişlerdir.
Sultan Abdülaziz
Hân'ın 5/Haziran/1872'de Dolmabahçe Sarayında Mehmed Şevket adı verilen bir
şehzadesi daha dünya'ya geldi. 22/Ekim/1899'da vefat eden Şevket Efendi
fevkalâde piyano çalan bir şehzadedir. Babası şehid edildiğinde 4 yaşında olan
Mehmed Şevket Efendiyi 2.Abdü!ha-mid Hân çok sevmiş ve hep himaye etmiştir. Bu
zâtın kabri hakkında malumat elde edememİşizdir.
Mehmed Seyfeddin
Efendi ise 22/Eylül/1874'de dünya'ya gelmiş 3.oğul olup, 19/Ekim /]927'de
Fransa'nın Nis şehrinde hayatının sonuna gelmiştir. Şam'daki Sultan Selim Camiinde
defnolunmuştur. Seyfeddin Efendi mûsikî dünyasında besteleri ile pek ünlüydü.
Güzel sanatların bir çok dalında üstad mesabesinde olduğu bilinmektedir.
Türkiye'de bulunan en mükemmel org, bu zât tarafından Paris'ten satın alınıp
getirilmiş, daha sonra da, 1924 senesinde Fransa İstanbul elçilik klisesince bu
org satın alınmıştır. Seyfeddin Efendi 1924'de Çamlıca da Bağlarbaşında Necib
Molla'dan satın alınan köşkünde İstanbul Boğazı şeklindeki büyük havuz'un hâla
durduğu, İbrahim Hakkı Konyalı merhum tarafından bildirilmektedir.
Osmanlı tahtına çıkan
Sultan Abdülaziz, biraderi Sultan Mecid'in yadigârı olarak Emin Mehmed Paşayı
makamı sa-daretde buldu ve Kıbrıslı bu paşayı 6/Ağustos/1861'e kadar birlikte
çalışmaya ikna etti. 184.Osmanlı sadnazamı olan bu zâtın yerine Büyük Mustafa
Reşid Paşa yetiştirmesi ve de tanzimatın üç rüknünden biri olarak kabul edilen
181. Osmanlı sadnazamı Mehmed Emin Âlî Paşa'yı yukarıdaki târih-de tâyin etti
ve 22/Kasım /1861'e kadarda görevde istihdam etti. Âlî Paşanın bu sadareti
4.sadareti İdi ki bun dan önceki sadaretleri Sultan Mecid'e olmuş, Sultan Aziz
ile ilk sadareti olmuştu. Âlî Paşa infisal ettiğinde, Keçecizâde Dr.Büyük
Mehmed Fuad Paşa'nın ilk sadareti 22/Ka sım/1861'de başlamış oldu. Mevlevî
dervişi olan bu zât, sadareti 5/Ocak/)863'e kadar elinde tutabildi ve l'sene, 1
ay, 13 gün sonra yerini Osmanlı sadnazamlarının 187.si olan Yusuf Kâmil Paşa bu
târihde 4 ay, 27 gün sürecek sadaretine başladı. l/Haziran/ 18 63'de infisal
etti. Mührü hümayun yine Mehmed Fuad Paşaya verildi. 3 sene, 4 gün, süren
sadareti başladı 5/Haziran/1866'da infisal etti.Bu sadaretiyle sadrı-azamhğı
noktalanarak iki defa geldiği sadaret makamında toplam olarak 4 sene, 1 ay, 17
gün kalmıştır.
Fuad Paşadan sonra
makam-ı sadaret, 185. sadrıazam olarak Mütercim Rüşdü Paşaya verildi bu zâtın
2. sadareti idi. 5/Haziran/1866'da 8 ay, 6 gün sürecek görevi başladı. Azil
esnasında târih ise, 1 l/Şubat/1867 idi. Bu sefer mührü Mehmed Emin Âlî Paşaya
verilerek, 4 sene, 6 ay, 24 gün sürecek ve bu zâtın 5. Yâni son sadareti olan
ve toplamı 8 sene 3 ay, 9 gün sürmüş sadaretlerinin sonuncusu oluyordu. Vefatıyla
görevden ayrılmış oldu ve târih 7/EylüI/187Ti gösteriyordu. Bunun peşinden
Mahmud Nedim Paşa ilk sadareti ne getirildi. 10 ay, 20 gün süren bu sadaret,
31/Tem~ muz/1872'de tamamlandı. 189. Osmanlı sadrıazamı olan Ahmed Şefik Midhat
Paşa, 2 ay, 19 gün süren ilk sadareti vukubuldu. Ayrıldığında 19/Ekim/1872'ye
gelinmiş ve yerine Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa getirilmişti. Bu sadaretin
müddeti de 3 ay, 27 gün sürdü. 190. Osmanlı sadnazamı Ahmed Es'ad Paşa makama
getirildi ancak, 1 ay, 28 gün,süren sadaret 15/nisan/1873'de nihayetlendi.
Şirvânizâde Mehmed Rüşdü Paşa 10 ay sürecek sadaretine başladı.. Görevi
bıraktığında 191. sadnazam olarak görev yapmış târih ise, 15/Şubat/1874
olmuştu. Yerine, Eşekçi lakablı Hüseyin Avni Paşa getirilmişti. 1 sene, 2 ay, 9
gün süren sadaretini tamamladığında târih 26/Nisan/1875'i bulmuştu. Ahmed Esad
Paşa yine sadarete getirilmiş ve bu sefer, 26/Ağus-tos/1875'de biten sadaret
müddeti tam 4 ay sürmüştü ve iki defa geldiği makam da, toplam, 5 ay. 28 gün
kalabilmiştir. Celâl Es'ad Arseven mahdumudur bu paşanın. Bundan sonra Mahmud
Nedim Paşa 2. sadaretine başladı ve bu defaki de pek uzun sürmeyip, 8 ay, 17
gün sürdü. Yerine gelen Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa da 12/Mayıs/1876'da
vazifeye başladı ve Abdülaziz Hân'ın mührünü teslim ettiği son sadnazam oldu.
Sultan Aziz, Medrese talebesi olayında, bu zâta mührü verirken, sizi halk
istedi diye bu göreve getirdim, demişti ve bu zatın döneminde halli ve katli
vukubulmuştur. Sultan Abdülaziz; on sadrıazarnla çalışmış onbeş seneyi ve onbeş
defa mührü hümayunu alıp, vermiştir.
Abdülaziz Hân, tahta
çıktığında makam-ı meşihat'de Ho-cazâde Mehmed Saadeddin Ef-ndi bulunuyordu.
Yeni padişah bu zâtın görevine karışmadı ve 23/Kasım/1863'de boşalan makama
Atıfzâde Ömer Hüsameddin Efendi tâyin olundu ve bu zâtın meşihati, 2 se ne, 8
ay, 16 gün sürdü, 9/Ağustos/1866'da noktalandı ve vazifeyi Hacı Mehmed Refik
Efendiye tevcih buyurdular. Bu zât; 1 sene, 8 ay, 22 gün sonra 30/Nisan/1868'de
Akşehir li Hasan Fehmi Efendiye devretti. Bu zâtın meşihati de, 3 sene, 4 ay,
17 gün devam etti-ğinde takvimler, 17/EylüI/1871'i gösterirken, Ahmed Muhtar
Beyefendi'ye makam-ı meşihat verildi, bu zât, 1. Ab-dülhamid Hân'ın kızının
torunu idi ve 1 sene, 1 ay, 19 gün vazife yaptıktan sonra 151. Osmanlı
şeyhülislâmı Turşucuzâ-de Hacı Ahmed Muhtar Efendiye 6/Kasım/1872'de devretti.
Turşucuzâde, 1 sene, 7 ay, 5 gün süren meşihatden sonra 1 l/haziran/1874
târihinde Hünkâr imamı (Müfsid İmam), Hafız Hasan Hayrullah Efendiye
devrettiysede, bunun meşihati sadece 1 ay, 8 gün sürebilmişti.. 149.
şeyhülislâm Akse-hirli Hasan Fehmi Efendi 2. meşihatine getirildi. Vazifede 1
sene, 9 ay, 23 gün kalarak iki meşihatinin toplamı, 5 sene, 2 ay, 10 gün
şeyhülislâmlık yaptı ve görevi, 11/ Ma-yis/1876'da yine Hasan Hayrullah
(Şerrullah) Efendiye devretti. Bu şeyhülislâm, Sultan Aziz'in tâyinini yaptığı
son şeyhülislâm oldu. Böylece Sultan Aziz, hüküm sürdüğü dönem olan onbeş
senede dokuz şeyhülislâmla çalışmıştı. Bunlardan, Hasan Fehmi ve Hasan
Hayrullah Efendiler ikşer defa meşihate geldiklerinden, aslında onbir defa şeyh-ülislâm
tâyini yapılmıştır.
Abdülaziz Hân'nın
yaşadığı devri, dünya üzerinde ehemmiyeti müşahede olunan manzara, devletler
arası rekabetin, sadece yaşamak için değil, milletini en yüce mertebeye çıkar
tacak her türlü sebebe başvurma yolunu aradıklarıdır. Bu sebebleri bulmak vede
bunları kullanabilme hususunda, şerik temini hükümdarların ve onların
danışmanları İle diplomatların ve kanaat önderlerinin isabetine bağlıdır. İşte
o dönemi yaşayıpda adlarını târih sayfalarına aktarabilen' bazı zevat.
Almanya'da İmparator,
Prusya'da Kral olarak Fredrik Gif-yom, İngiltere de ise Kraliçe Viktorya,
Avusturya'da İmparator Fransuva Jozef ki, aynı zamanda Macaristan Kralı idi.
İtalya'da ise Kral Titri ile Viktor Emannuel vardı. Papalık da ise; 9. Piu.
Rusya'da Çar 2. Aleksandr. Fransada da, İmparator 3. Napolyon, Reisicumhur
Mösyö Tyers ve Reisicumhur Mareşal Makmahon bulunmuşlardı. Yunanistan'daysa,
Kral Oton ve 1. Jorj bulunmuştu. Şark âleminde ise İran'da, Şah Nasreddin
bulunuyor idi.
Bu padişah döneminin
ülke içindeki meşhur zevatdan bazılarının adlarını kaydetmeden geçmeyelim:
Büyük Mustafa Reşid Paşa, Âlî, Fuad, Midhat, Şirvani Rüşdü, Mütercim Rüşdü,
Süleyman Hüsnü, Ömer, Abdülkerim Nâdir, Ahmed Cevdet, Yusuf Kâmil, Akif, Namık
Paşalar ile Şinasi ve Namık Kemâl Beyler ile Ziya Paşa; ilk akla gelenlerdir.
Sultan 2. Mahmud'un
vefatıyla Osmanlı tahtına Abdülme-cid Hân çıktığında sadaretde Hüsrev Paşanın
yaşlı ellerine geçince, bu ihtiyar paşa ile arası haylice açık olan Kapdan-ı
derya Ahmed Fevzi Paşa, bu sadnazamın hayatına kastedeceği korkusuyla, hem
kendini hemde bir lokmacık kalmış Osmanlı donanmasını götürüp, devlete asî olan
Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'ya teslim etmişti. Mısır'da ise, Hüsrev
Paşanın 2. Mahmud'u öldürttüğünü, Abdülmecid'i tahta çıkardığını yayarken, genç
padişahında, buna mükafat olarak Hüsrev Paşayı sadarete getirdiğini yaymıştı.
Mısır'da bu dedikoduya inanmayanlar ile bunu yaymaya çalışan Ahmed Paşa
taraftarları arasında çatışmalar bile çıkmıştı. Kap-tanıderya Ahmed Fevzi Paşa,
yeni bir lakap kazanmış, artık adı Hâin Ahmed Paşa olmuştu.
Bu arada da Abdülmecid
Hân, babasının tarzını bırakmış Mısır meselesinin çözümünü sulh ve sükunet İle
çözmeye yönelmişti. Çünkü Nizip mağlubiyetinin üzerine, hain Ahmed'in
donanmayı kaçırması ve o günlerdeki baş düşmana teslim etmesi böyle bir kararın
alınmasına yeterde artardı bile. Bu hâin hakkında, çalışmamızın deniz
hare-kâtları hakkında en birinci kaynağımız olan, merhum Afif Büyüktuğrul
Amiral, eserinin 2. cildinin 389. sahifesinde bu kapdan-ı derya hakkında şu
malumatı veriyor eserine koyduğu dip notta: "Derya kaptanının gerçek adı
Ahrrfet Feuzi'dir. Kendisi de Girit'li-dir. İstanbul'a geldikten sonra
kayıkçılıkla işe başlamış bir kısım Giritlilere hulul ederek dalkavuklukla
askerlik mesleğine girmiş ve hassa müşirliğine kadar yükselmişti. Derya
kaptanlığına Sultan Mahmud'un son günleri olan ("Sultan Mahmud'un vefatına
daha iki sene var! m.h), 10/Ka-sım/1836'da atanmıştı. Mehmed Ali ayaklanmasında
donanmasıyta Akdeniz'e çıktığı sırada 3/Temmuz/1839 günü Sultan Mahmud' un
öldüğünü haber almış ue yeni sadrıaza-mtn kendisine karşı husumetini biidiği
için, donanmayı içindeki askeriyle birlikte Mısır'a gidip Mehmed Ali'ye teslim
olmuştu. Sultan Meclt'in tahta çıkmasıyla beraber Osmanlt-Mı-sır sorununun
alevlenmesinde bu olayın etkisi büyük olmuştur. Bu hâin kişi sonunda Mısır'da
cariyeleri tarafından zehirlenerek öldürülmüştür." Demektedir. Böylece
donanmasının uğradığı bu ihanetle deryalarda ne yapabilirdi dev-let-i âliye?
İşte kara ordusunun niçin en mühim unsur olduğu burada kendini belli ettiği
görülür. Çünkü, saldıramazsan sa-vunma-yı kara kuvvetleri ile yaparsın.
Muhterem okurum; donanmanın en mühim unsuru denizlerde hâkimiyeti sağlaması ve
ülkenin ticaret gemilerinin, gerek başka devlet, ge-reksede korsan gemilerine
salmış olduğu korkuyla emniyet içinde seyirlerini yapabilmesini temindir. Biz
de ise umumiyetle donanmamız, yükselme dönemlerinde saldırı vasıtası olmak
üzere,tereddi devrimizde de, savunma mekanizması olarak kullanıldığından,
üretime yarayan bir unsur olmamıştır. Bunu temin için elzem olan, donanmayı
her yönüyle büyütmek, her yönüyle güçlendirmek üretim aracı haline getirmek
için hiç tehire düşmeden yapmak, bunun için para harcamak olmalıydı. Fakat
devlet adamları bunu idrak ediyor-larsada, şu sözleri işi berbad ediyordu:
"Paramızmı var ki,donanma yapalım?"
1839'da söylenen bu
sözler bir takım karanlık zihniyeti! insanların saplanıp kaldığı bahanelerdi.
Nitekim daha sonra Sultan Aziz padişah olduğunda donanmaya gecesini gündüzüne
katarak dünya üçüncüsü yapmaya uğraşırken kulağına duyurulan, israf sözcüğü
idi. Vatan müdafaasının en mühim unsuru donanma imârı, israf kelimesiyle tavsif
olunursa, o ülkenin düşman karşısında müdafaasını temin edermi, israf sözü? Ancak bu karanlık adamlar her
zaman vardır. O günlerde var olanların devamını biz 1970'lerin sonrasında da qördük, bir görüş
çıkmış, ağır sanayii, harp sanayii, uçak sanayii, fabrikalar yapan fabrika,
kaliteli eleman yetiştiren mektepler, savaş levazımatı diye ufuklar açarken,
ithalatçıların ve montajcıların tâbir-i diğerle makarnacılar ve gazozcuların
cevabı olmayıp, bu teklifleri karanlık oda yaklaşımları ile makaraya sardırıp,
gayeyi mizaha çevirmeleri şeklinde olmuş, söylenene bakacaklarına söyleyenin
inancıyla, edasıyla, sadasıyla uğraşma yolunu seçtiler. Halbuki; 1974'de Kıbrıs
barış harekâtı esnasında elde edilen başarı,
1963 Kıbrıs olaylarından sonra askeri tersanelerimizde ürettiğimiz
çıkartma gemilerimizin oynadığı rol ne kadar büyük ve mühim oldu. Halbuki
1963'derı evvel çıkarma ge mimiz olmayıp, şahinliği meşkuk olan, Mersin
limanından bir gemiye vinçle yüklenmeye çalışılan bir tankın vinçten düşmesi
sonunda denize düşmesi bu çıkarma gemilerini yapmanın kararının alındığını
sağlamıştır. Amma ne olmuş, 1970'lerin
başında Milli Görüş anlayışı ile ortaya çıkanlar, bu sloganlarını milletin
varması gereken hedefler olarak siyasi rakiplerine, hatta şahsi düşmanlarına
bile kabul ettirmişler ve 1980 sonrasında askeri yönetim dahi bu istikamette
yürümüş ve daha sonra F-16 uçakları da imal edilmeye başlanmıştır. 1950'den
evvel toplu iğne yapamayan ülkemiz 1980 sonrasında uçağın imalini
gerçekleştirmiştir. Tabiiki uçak sanayiine önem veren Mehmed Nuri Demirağ'ı
kurduğu fabrikayla yaptığı uçaklar, kurduğu mekteplerde yetiştirdiği sivil
pilotlarla millete verdiği hizmeti minnetle yâd ederken ve bunları 1930'lu
yıllarda gerçekleştirmeyi de ayrıca takdir gerekir. Öte yandan, milli görüş
zihniyetinin mimarı Prof.Dr. Necmeddin Erbakan'ın Kıbrıs savaşı sırasında uçuşa
çıkarılamayan bir kaç uçağın neden uçmadığını sorması ve elektronik arıza
var cevabı aldiğında, târnir ediniz
emri verdiğini buna yine cevab olarak, elektronik bölümleri tamire selahiyetimiz
yok, ABD'den teknisyen geiip tamir ediyor diye kendisine verilen cevaba,
Er-bakan, ben size bu selahiyeti veriyorum, tamir ediniz der. Elektronik
teknisyeni bir başçavuş mühürlü kutuyu açıyor, arszaya bakıyor ki gördüğü
sadece altmışbeş kuruşluk bir pilin tükenmiş olduğudur. Pil değiştirilir ve
anza giderilir. Uçak havalanır Kıbrıs üzerine; zulme son, adalete kapı
açmak için üstüne düşeni yapmak üzere.
O güne kadar böyle pil arızaları üzerine uçamayan tayyarelerimizi uçurtmak
için, ABD'ye ne haraçlar ödemişiz demekki. Bütün bunları 1975'de Baye-zid'de
Beyaz Saray'daki yayınevimi ziyaret etmiş bulunan adını unuttuğum o teknisyen
emekli başçavuş anlatmıştı. Bu bakımdan Prof. Erbakan'ı gösterdiği fleksibite
bakımından tebrik ve takdir, târih yazmaya gayret eden bir insan olarak,
üzerime terettüp eden bir vazifedir.
Öte yandan donanması
zayıf olan ülkemizin kontrolü altında bulunan boğazlar dünya siyaset
arenasında daha da önem kazanıyordu.Bu önem kazanma ise, devlet-i âliyenin
lehine olmuyordu tabiiki. Bu bakımdan dünya devletlerinin boğazlar üzerindeki
taleplerini zayıflayan donanmamız çoğaltmaya sebeb teşkil ediyordu. Bu
bakımdan Cumhuriyet donanmasının da mutlaka pek kuvvetli olarak teşekkül ettirilmesi
bu talepleri belki de ta- mamen ortadan kaldırmaya yetecektir. Türk Târih
Encümeninin bültenlerinden bir tanesinde Prof. Hikmet Buyurun imzası ve
"Boğazlar Sorununun Bir Evresi" başlığı altında çıkan bir yazıda ki bu yazı Rus gizli
belgelerine dayanıyordu. Balkan savaşında Osmanlı devleti boğazları kapayınca
Rus ticareti 11,5 milyon altun zarara
uğramıştı. Bu zarar da Çarlık Rusya'sını, artık kişisel olarak boğazları almak
kararına götürmüştü. Boğazların kapanması Rusya'y1 yıllık olarak 11
milyon ton gemi geçtiği jçin zarara uğratmıştı. Bu gün (1981 yılı)
boğazlardan yıllık olarak 250 milyon ton Rus ticaret gemisi geçmekte olduğu qöz
önünde tutulursa, boğazlar sorununun ne kadar değer kazandığı hemen anlaşılır.
"Şeklinde söz edilen mezkûr yazı aünümüze mühim bir misal olarak Amiral
Büyüktuğrul'un değerli eserinin 2. cildinin 297. sahifesinden alınılanarak dikkatinize
sunulmuştur. Boğazların ehemmiyetini eski reisicumhurlardan Fahri Sabit
Korutürk amiralin şu görüşü ayrıca ortaya koyması bakımından ehemmiyet
arzettiğinden bu noktai nazarı özetlemeğe çalışalım: "Boğazlar bölgesinin
aşağı yukarı birbirine dikey iki aksamı (mihveri) vardır. Anadolu'yu Rumeli'ye
bağlayan mihverine boğazlar bölgesinin kara aksamı Karadeniz'i Ege yoluyla
Akdeniz'e bağlayan aksamına da boğazlar bölgesinin deniz aksamı denebilir. Bunlardan
kara aksamını teşkil eden husus Türkiye'nin iç meselesidir. Sonunda devletin
toprak bütünlüğünü teşkil eder. Deniz aksamı yâni Karadeniz'i Akdenize
bağlayan aksam dünyayı alakadar eden bir meseledir.
Deniz gücü denince ilk
akla gelen isim ingiltere olmaktadır. Bir ada devleti olan İngiltere can
suyunu, tuziu suyun üzerinde yüzdürdüğü gemilerin sayesinde temin etmiş ve bu
teminde, İngiliz denizcilerinin gerek askeri amaçlı, gerekse ticari tercihli
her denizcisinin üstüne düşeni yaptığını söyler her ingiliz vatansever.
Kendirife en yakın donanma gücüne sahip rakibine faik olabilmek için daima onun
iki misli gücünde filolara sahip olma tercihini yapmış ve bundan hiç taviz
vermemiştir. İngilizler, bu anlayış içinde dâima üç filo bulundurmak ve
bunları; Anavatan filosu, Akdeniz ve Uzakdoğu filoları adı ile tânzim yoluna
gitmiştir. Bu arada şunu belirtelim ki, büyük devletlerin ve prensip sahibi
ülkelerin idareciieri, yaşamak için kontrol mekanizması şarttır hükm-ü
kaziy-yesine sahip çıkarak, muhtemel bütün rakipleri kendi içlerinde
düzensizliğe itebilmek için, çeşitli entelejans varyasyonlar plânlarlar. Sultan
Aziz'in, İngiltere'ye yaptığı ziyaret esnasında, İngiliz istihbarat birimleri
bu dev yapılı padişahın bir gemi mühendisinden daha fazla denizciliğe düşkün,
bir gemi miçosundan mürettebata en çok ne gerekir hususunda malumata sahip
olduğu şeklinde bilgilenmelerini göz önüne alarak, hemen padişaha deniz subay
okulunda öğretmenlik yapabilecek bir İngiliz yüzbaşıyı maiyetine hediye
ederek, kozasını örmeye başladığını Kurmay Albay ve Tarihçi Bursalı Mehmed
Nihad Bey Larcher'den tercüme ettiği; "Cihan Harbinde Türk Harbi"
adlı esere 2. cildinde şöyle bir kanaat ekler: "..Esasen 1827 yılında
sulh. ve sükûn içinde Nauarin Limanında yatmakta olan Osmanlı donanmasını
yakmış ve Osmanlı deniz kuvvetlerini kültürden yoksun bırakmıştı. 1853 yılında
da, Kırım Savaşı arefesinde müttefiki Osmanlı devletinin bir filosunu yaktırmak
için Çarlık Rusyasını tahrik etmişti..." dedikten sonra yukarıda
bahsettiğimiz maiyete verilen Yüzbaşı hadisesini bu yüzbaşıyı danışman olarak
kullanacak olanları şaşırtması, donanmamızın inşaasıni mümkün mertebe
geciktirecek, hem de yaptırılmasını önleyemediklerini, hiç değilse İngiliz
gemi sanaayicilerinin tezgâhlarına sokmaya gayret göstermesi esas vazifesidir
mealinde görüş serdetmektedir.
Denizcilik hususundaki
mütalaamızın en mühim kaynağımız olan merhum Afif Büyüktuğrul'un denizcilik
târihinin 3. cildinin 1. sahifesinde yukarıdaki görüşü adeta te'yid etmek üzere
sayfanın altına koyduğu 9.nolu dipnotunda aynen alıyoruz, şunlar yazılıdır:
".Hâkim Amiral Sayın Fahri Çöker bu kişinin anılarını (milliyet gazetesi
yayını) dilimize çevirerek onu, İkinci meşrutiyet tarih yazarı Ali Haydar Emir
Alpaaut'un etkisinde kalarak uzun uzun övmüştür. <Osmanlı do-nanmasında
torpito silahı ve torpito-bot eğitimini büyük bir başarı ile yaptı..> diye.
Halbuki Wood, kendi devletinin (irı-gilterenin) zırhlılara önem vermesine rağmen
Osmanlı zırhlılarının Halic'e çürüklüğe götürülmesinde etkili olmuştu. Nitekim
2.Meşrutiyette Çarlık Rusya'sı <Neden İngiliz eğilim kurulunu Türkiye'ye
gönderdiniz?> diye İngiliz hükümetine resmî protestoda bulunduğu zaman
İngiltere Dışişleri bakanlığı: <Biz bu kurulu vermezsek Türk ter
Almanlardan eğilin} kurulu alacaklar ve donanmalarını güçlendireceklerdi. Biz
ise, Türkleri yetiştirmek değil oyalamaktayız> gibi bir resmi yanıt
vermişlerdi." demek suretiyle ve bu bilgiyi İngiliz dış işleri bakanlığı
gizli belgelerine atfen vermesi, bizim yukarıdaki ifademizde İngilizlerin,
casusluk faaliyetlerinde ne kadar uzak dönemleri göz önünde tuttuğunu teyit
ettiği görülüyor.
İngiliz-Fransız
rekabetinin tabii denizlerde nice asırlar devam ettiği ve edeceği herkesçe
bilinen ve takdir edilen husu-sattandır. Bizim sinemalarımızda, en az elli yıl
bu iki ülke denizcilerinin Uzakdoğu, Amerika ve Hindistan ticaret yollarına
hâkim olabilme savaşlarını, fevkalade bir buluş olan sinema yoluyla bizde dahil
dünyaya yayan zihniyet bu hususda geri kalmış ülkelerin insanlarını bir
aşağılık kompleksini duçar etmiş ve biz adam olmayız nakaratını diline
pelesenk ettirmiştir. Bir tahayyülat olan romanların târihle birleştirilmesi
ve bunun gerek yazılı gerekese yukarıda söylediğimiz gibi filmler yoluyla
insanlara seyrettirilmesi ibret alabilen kişilerinde gözünü açtığını söylemeden
geçemeyeceğim. Bu bakımdan; İngiltere ile Fransa rekabetinde takip edilecek
sahne hangisinin önce yaptığı, mukabilinde diğerinin ne yaptığıdır.
İngiliz donanması
gücünü zırhlılara istinat ettirirken, Fransız amiral Aubrey, "niçin
İngiliz donanmasını taklid edelim, bunlara yâni zırhlılara çok para
harcayacağımıza, oraya harcananın yarısı kadar harcar çok sayıda torpidobot
yapıp bu torpidobotları İngiliz zırhlılarının başına üşüştürüp, onları batırırız.
Demekteydi. Me varki İngilizler Faskioda W kası yüzünden İngiliz-Fransız
donanmaları savaşmak için karşı karşıya geldiklerinde durum anlaşılmış,
Aubrey'in hesabı yanlış çıkmış olduğuna şahid olundu. Fransa,yeni mektep
teorisini terk ile rakibinin silahının fevkinde silahla silahlanınız hadisi
şerifi onlara söyienmiş gibi daha iyi zırhlı gemiler yapma yoluna gitti.
Ara başlık yaparak
ismini koyduğumuz mister Wood, Sultan Aziz ile beraber İstanbul'a döndü ve
İngiliz b.elçiliğinin yatına komutanlık göreviyle devletince tâyin olunmuştu.
Tabii ki, mensubu
olduğu İngiliz devletinin bahriye nazırlığından, görevine uygun talimatın
verildiğini asla unutmayalım. Wood; donanma ile meşguliyeti hayli olan Sultan
Aziz ile Kaptanıderya'nın mutlaka aklını çelebilecek şekilde oniara
yakınlaşmayı temine muvaffak olmalıydı. Bu talimatı en kısa zamanda kuvveden
fiile çıkaran Feliks Wood, bir müşavir gibi kabul edildiğini görünce, esnek
ileri sürüşlerle işleri yavaşlatıcı, çarpıtıcı, karşılıklı fikir sahiplerini
biribirine düşürücü savlar ileri sürerek kendini göstermeye muvaffak oldu. Bahriye
nezaretinin teşkilinde,fenerler idaresinin yönetimine, boğazdaki kurtarma
faaliyetleri kuruluşuna olumlu katkılar yaparak kıymetini yükseltmeyi bildi.
Sultan Aziz'e yardımcı olurken, bu padişahın dünyanın'1 önemli gücü sayılan
donanmasın: kurarken haylide fikir verip, İngiliz gemi tezgâhlarını Osmanlı
siparişleriyle dolduruyordu. Abdülaziz'den sonra 2.Abdüihamid'e danışman olan
Wood, bu padişahın inanılmayacak kadar takdirine mazhar oldu. Ancak biraz
düşünen bir kafa Abdülhamid'in bu takdir ve iltifatları onun anlattıklarına
olan mükafaat değil, majestelerinin hükümetinin dünya üzerindeki te'sirini pek
iyi tesbit etmiş olmasındandı. Wood,günü geldi Ab- dülhamid'i temsil etmek
üzere tahtta meydana gelen değişiklik üzerine yapılan taç giyme törenine
gitmesi bile gerçekleşti. Bu denizci donanmamıza ülkemizde bulunduğu 42 yıl
boyunca danışmanlık yaptı. Donanma Ha-liç'de çürüdü, Wood, donanmayı çıkarın
çürümesin dedi de, bizimkilerini çıkarmadılar?
Henry Feliks Wood'un
öncesinde biz de bir Amiral Hobart vardı. Tuna donanmamıza da kumanda etmişti.
Bu zat İki yıl hizmet verdiğinde ingilizlerce geri çağrıldı. Amiral Hobart bu
emre itaat etmediğinden İngilizlerce Aforoz edildi. Yine İstanbul'a gönderilen
Amiral Meker, İstanbul'daki tetkiklerini bitirmiş İngiliz bahriye nazırlığına
raporunu verirken, NVood'un danışman olduğunu bilmesine rağmen şunları
yazmıştı: ".Ne Osmanlı subay okulundan ne de Osmanlı donanmasından söz
edilebilir..> Bu da şunu gösteriyorki; tâlimat-ı hafi olmadıkça insanlar
mesleğinin gereğini yapıyor, kulakları bükülenler vazifelerini bükülüş
istikametinde yerine getiriyorlar. Bu bahse İngilizlerin şu üç düstûrunu
aşağıya alarak son verelim ve Amerika'nın deniz siyasetine ve stratejisine
atf-u nazar edelim. a-Fikir Birliği
b-Filo ve gemi
komutanlarına inanç
c-Efkâr-ı umumiyenin
deni^ meselelerine yakınlaştırılması Bunun ilk ikisi, bir eğitim ve o millet
insanının motive olduğu değerlerin İçinde olduğundan ve biz de gayr-i müslim
ve ingiliz vatandaşı olmadığımızdan bizim uzun uzun kalem oynatmamıza iüzum
yoktur. Ancak; üçüncü şık yâni c'şıkkı o kadar mühimdir ki, hâni müslümanların
birbirinden dua istemeleri, birbirlerine dua etmeleri hâli vardırya, işte bu
ifade yâni, efkâr-ı umumiyenin deniz meselelerine yaklaştmîmasi düstûru o ülke
ferdinin her birinin bu hususda bilgi ve deniz meselesinin aile içi mesele gibi
ciddiyetle mütalaası şartım getirmektedir. Hele biz, bugün biîe üç tarafı
denizle çevrilmiş ülkemizde bu düstûrdan mahrumsak; millet evlâdını motive eden
işaretlerde bu mevzuun bulunmamasının neticesine bağlamak kabildir.
Amerika denizciliğini
bir efsanevi olaya dolaysıyla sembolizme irtibatlandırmıştır. Kuzey-Güney
savaşı esnasında Kuzeylilerin donanmasına komuta eden John Paul John, ki bu
amiralin, türbe şeklindeki mezarını, ABD'nin İndianapolis'te-ki Deniz Subay
Okulunun bahçesine yapmışlardır. Böylece adı geçen savaşın galibi olan Amiral
John, ABD'li denizcilerin motivasyonunda istifade edilen bir kahramandır. Bu
amiral tutuştuğu deniz savaşında mağlubiyete duçar olacak kerteye geldiğinde,
rakibi güneyli kumandan'dan işaret alır, biz de Amerikalıyız, siz de boşuna kardeş
kanı dökülmesin teslim olun denmektedir bu işaret mesajında. Ne varki John Paul
John cevabî işaret mesajında biz sava şa yeni başladık der ve devam eder.
Sonunda zafer kuzeylilerin ağuşuna indiğinde, Amiral John, İngilizlerin
Güneylilere yardım eden gemilerini de bu arada yakalar. Düşmanın rakibe
yardımını önleyen Kaptan John, böylece ABD'nin denizcilerinin banisi olur. Daha
sonraları da ABD'de başkanı olan Monroe Splandit izoias-yon politikası yâni,
Amerika, Amerikalılarındır! Anlayışını hâkim kıîan politikayı tatbik
ettiğinden, Amerika deniz kuvvetleriyle birlikte deniz ticaret filosu da
gelişmez. Bu hâl İngilizlere çok yaramıştır belkide Splandit, bu politikayı
kasden uygulamışda olabilir, çünkü karanlık odalar o devirlerde de organizasyon
gücünü devam ettiriyordu. Çünkü; Amerika, avrupaya sattığı silahlarla büyük
para kazanırken, İngiliz gemileri de bunların navlunuyla ülkelerinin
zenginleşmesine yardımcı oluyorlardı.
Amerikan stratejisinde
şu üç nokta pek önemlidir:
a-însan unsuruna büyük
değer vermek.
b-Karargâhlarda fazla
insan kullanmak
c-Deniz savaşlarında
pilotlardan ekonomi sağlamak için uçak bombardımanlarına, pilot kurtaracak,
denizaltı harekâtını öne almak, (bu husus 2.dünya harbi esnasında gelişen
tesbittir.m.h)
Prens Bismark 1870'de
vukubulan Prusya-Fransa harbi sonrasında küçük küçük prenslikler hâlinde
yaşayanları birleştirmiş ve bir imparatorluk hâline getirmişti. Avrupanin diğer
devletleri dünyanın bir çok bölgesinde koloniler kurmuşlar, oraya azab,
kendileri ne refah getirmişlerdi. Bismark kendisine lâzım olacak koloniyi
Uzakdoğu'da Çinlilerle savaşarak temin etmişti. Öte yandan 20 sene sonra
Amerikalı amiral Mahon: "Artık Amerikalılar, denizlerde İngilizlerin yerini
almalıdır" demiş ve bu hususda bir kitap yazmıştı. Halbuki Mahon'dan önce
Almanlar, "Biz de bu üstün kan varken, denizlere biz hükmederiz"
derlerken, İngilizlerde, Dünya adasın! çevreleyen denizlere hükmettikçe, dünya
adasına da biz hükmederiz diye afra tafna yapmışlardı. Mahon'un kitabının çık
tığını duyan Almanya imparatoru kitabı derhal tercüme ettirip, topladığı bütün
generalleri ve amirallerini Ki] üssü adı verilen yazlık sarayında imtihana
çekmişti. Bir çok müzakere sonrasında 2.Wilhelm'e verilen cevaplarda şu hâkimdi.
Mahon kitabını çok kıyıya sahip ülkeler için yazmış. Bizim Alman deniz kıyıları
azdır. Biz bu kıyılan küçük de olsa donanmamızla savunabiliriz! Dediler.
2.Wilhelm. son sorusunu deniz harekât dairesindeki deniz albayına sordu:
-Sen söyle bakalım
sakallı albay, (Bu albayın beline kadar uzanan bir sakalı vardı. Bu albay diğer
cevaplara uymayan bir cevap vermişti.
-İmparator hazretleri,
hem dünya imparatorluğu kurmak istiyorsunuz hem de ufacık kıyı savunmasına
kapılıp donanma yapmak istemiyorsunuz. Deniz kuvveti olmadan dünya
imparatorluğu kurulamaz, donanma ise sadece savunma hizmeti yapacak bir kuvvet
değil Almanya'nın her şeyini'bilhassa ekonomisini ve kültürünü deniz aşın
bölgelere taşı ya-cak bir varlıktır. İmparator:
-Peki İngiliz
donanmasını batıracak bir donanma yapabilecekmisin? Sakallı Albay:
-Bu kabil değildir
imparatorum. Ancak öyle bir donanma yapabilirsiniz ki, İngiltere bu donanmayı
batırsa bile kendi deniz hegemonyasının zedeleneceğini düşünür ve de bize savaş
açamaz! Bundan dolayı Almanlar vücuda getirdikleri ilk donanmalarına Riske
donanması adını verdiler. Bu sakallı albay ise, ilerinin meşhur amirali Von
Tirpitz'den başkası değildi. Ayrıca Alman sanayiininde kurucusu olmuştu. Fakat
enterasan olan şuy- duki, imparator yazlık sarayındaki toplantıyı noktalarken
generallerine ve amirallerine şu beyanda bulunur. Hepiniz vazifelerinize avdet
ediniz. Bundan sonra Bahriye nâzın ben olacağım ve şu sakallı albay'da benim
müsteşarım olacaktır, demek suretiyle denize verilmesi gereken önemi hemen
anlamıştı. Tuhaftırki bizim Sultan Aziz'İn denizcilik ve gemiler hususundaki
İhtisası bir hobi, bir merak olarak telakki edilirde, Alman imparatorunun,
Bahriye nazırlığı âlay-ı vâla ile karşılanır.
Fransızlar Korsanların
revaçta olduğu sıralarda denizlerle fazla ilgilenmeyip, İtalyan ve Türk
denizciliğine muhtaç olmuşlardır. İngiltere Kraliçesinin, İspanya
denizcilerine karşı bizim meşhur Kılıç Ali Paşay'a Mufassal Osmanlı Târihi adlı
eserde birlikte çalışmayı teklif ettiği yazılıdır. Kara Harb Okulu tarihçisi
olup ismi tarafımızca bilinmeyen öğretmen albay'da Amerika kıtasının Türkler
tarafından keşfettiğini ispata çalışmaya gayret gösterirken, Em.deniz Albay'ı
Saim Besbelli bey'de bu hususda ulus gazetesinde bilgi lendirme yayımlamıştır.
1490'h yılların sonuna doğru Osmanlı donanması mensupları nın veya müslüman
denizcilerin gösterdikleri liyakat, bu teklifleri almayı hak ettiklerini
gösterir gerek majestelerinden gerekse de Fransa'nın deniz sevmiyen dönem
idarecilerinden. Şunu da hemen ilâve edelimki, Amerika kâşifi unvanlı Kristof
Kolomb, uzun zaman seferde olmanın mürettebatta meydana getirdiği gerginliği ve
hayatına kast edebilecek bir hareketi, adamlarına, ben bu haritayı
müslümanlardan aldım, onlar adam kandırmaz ve yalan söylemezler demek
suretiyle hitapta bulunmuş mürettebat bunun üzerine, müslümanların Kolomb'un
söylediği faziletlerle mücehhez olduklarını bilmiş olmalarından dolayı,
sakinleştikleri bilinmektedir.
Fransız denizciliği,
kendisine takip edeceği rakip olarak Ada'dakileri yâni İngilizleri sekerek
denizciliğini inkişafa gayret göstermiştir. En büyük başarıları Cezayir'i ele
geçirmeleri olmuştur. İngilizler karşısında iki mühim mağlubiyet onların
tarihinde bir kaya parçası gibi sırıtır, biri Ebubekir diğer Tra-falgar
savaşlarıdır. Daha sonraları, İngilizlerin meşhur teklifi geldi: "Fransa İngilizlerin Akdeniz'deki
çıkarlarını korusun,
İng iller ede
Fransa'nın Atlantik'teki menfaatlerini muhafaza etsin "Bu teklife Fransa
hemen sarıldı.
Sultan Aziz'in
donanması diye anılan bölümü bu padişahın şehadeti neticesinde Osmanlı tahtına
çıkan 5. Mehmed Mu-rad'm 90 günlük padişahlığını anlattıktan sonra
sayfalarımızı süsleyeceğimizi bildirerek Sultan Aziz dönemini, şu iki hatıra
ile hitama erdirelim: Birincisi; Sultan Abdülaziz Âlî ve Fuad Paşalar ile
çalışmıştı. Bu iki sadrıazamı da kendi dönemi içinde çeşitli makam ve
vazifelerle pişiren Büyük Mustafa Reşid yetiştirmiş idi. Bu bakımdan gerek Âlî
gerekse Dr.Meh-med Fuad Paşa, Reşid Paşayı rahmete kanştıktan sonra nerede olurlarsa
"Efendimiz" diye anarlarmış. Günlerden bir gün her iki paşada huzur-u
padişahî'de devlet işi görüşür bazı tedbirler ittihaz ederlerken, padişahın
katkılarına zaman zaman Efendimiz öyle yapardı demek suretiyle beyanda bulunurlar.
Bunun üzerine padişah:
-Yahu Paşalar! Siz
ikide birde Efendimiz de öyle yapardı diyorsunuz fakat ben biraderi mi kast
ediyorsunuz diye pek ehemmiyet vermedim, konuşmanın gidişatından biraderi de
kast etmediğinizi anladım. Pekiii! Sizin benden başka Efendi-nizmi var? Diye
sual etmesi üzerine, her iki vezir, birbirlerine bakarlar acı bir tebessüm
edip, sözü Fuad Paşa alarak:
-Efendimiz ömrünüz ve
saltanatınız uzun olsun, bizim sizden başka bir efendimiz merhum Büyük Mustafa
Reşid Paşadır, bizi yetiştirdi, bize yolu yorumu öğretti. Her ikimizde ona
medyunu şükranız. Bu bakımdan onu böyle dâima efendimiz diye anarız dediğinde,
padişah ne menfi ne müsbet bir mütalaa serd etmemişti.
Sultan Aziz, padişah
olduğunda, şehzadeleri pek alakadar eden mühim kararlarından biri şehzadelerin
çocuk sahibi olmalarını engelleyen kaideyi tatbikatten kaldırmış olmasıydı.
Yusuf İzzeddin
Efendinin Eyüb'te bir tanıdığın konağında yaşamak mecburiyetinde kalması
Abdülaziz Hân'ın zor katlandığı bir hususdu. Çeken bilir misâli devlet çarkı
eline geçince bu ilk bakışta makul olmayan yasağı iptali, pek güzel bir hareketti.
Bizim ilk balışta demek sebebimiz, vakt olur bir tedbir çok elzem olur, vakt
olurki tedbirin kal karak faydası görülsün. İlk tedbirin konuşunun esbab-ı
mûcibesinden bihaber olduğumdan çala kalem tenkit etmeyim diye böyle ifadelendirdim.
Sultan Aziz bu yasağı
kaldırdıktan sonra şehzadelere çeşitli askerî birliklere katılmalarını
bildirmişti. Böylece bunların saray dışı işlerle daha rahat bir şekilde en
azindan malumat sahibi olmalarını istemişti. Sultan Abdülmecid Hân, kendisinin
veliahdhğında, sokaklarda dolaşmasına, çeşitli insanlarla muhabbetine, spor
hususundaki ve bilhassa güreşe eğilimi hasebiyle pehlivan güreşlerini
seyretmesine hiç takılmıyordu. Ahalide, şehzadeyi bu vasıflarıyla daha da
sevmişti, buna padişah kaygılanmadığı gibi memnuniyet duymaktaydı. Bütün bu
yaşadıkları Abdülaziz Hân'a saltanatı esnasında yeğenlerine de pek müşfik
olmasını getirmişti. Yeğenlerinden, daha sonra padişah olacak olan 5. Murad bu
anlayışlı amcaya sert bir şekilde yaklaşıyordu. Sultan Abdülhamid Hân ise,
amucasını her şeyden önce rnü'minlerin halifesi olarak görüyordu. Gerek
kendisinin gerekse müslümanlann halifeye karşı tutumlarına pek ehemmiyet
veriyordu. Sonrada amuca olarak da sevgi ve saygısını belli ediyordu. Sultan
Hamid'den küçük olan Sultan Mehmed Reşad ise kimseye düşmanlık yapmayacak kadar
temiz yürekli, biraz da Mevie-vî bir dervişin taa kendisiydi.
Günlerden bir gün
Veliahd Mehmed Murad Efendi ma-beynde şehzadelerin oturduğu alana geldiğinde
yüksek sesle düşünüyordu. Bu pala ile padişahın o koskoca karnını yaracağım bir
gün diye söylenince, 5. Mehmed Reşad olarak taht-ı Osmaniye daha sonra çıkacak
olan şehzade, Murad Efendiye, ".Hah iyi yaparsın, padişahın koskoca karnını
yararsın, devletde sana kısas yapar seni de öldürür ve hiç sevmediğin Hamid
Efendiyede tahtı kendi etlerinle hediye etmiş olursun" Demiş olduğu pek
meşhurdur. Sultan Reşad'ın di-ğergâmlığı yanında, Sultan 2.Abdülhamid hân, bazı
duyduklarını halife ve padişah olan Sultan Aziz'e aktarırdı. Bunu din-i vecibe
addediyordu.