Sultan 5 .Mehmed Reşad'ın Dönemi
İbrahim Hakkı Paşa'nın Me'şüm Sadareti
Trablus İle Alakalı Tedbirler Ve Sonu
İtalyanların Trablüsgarb Ve Bingazi'yi İlhakı
İtilaf Ve Hürriyet Fırkası'nın Kuruluşu
Sadaret Tevcihine Yapılan Tesirler
Gazi Ahmet Muhtar Paşanın Sadareti
Almanya İmparatoruna Hulus Mu?
Gazi Sadrazamın İkna Çalışması
Balkan Savaşında Nümayişçiler Arasındaki Mebuslar Ve Reisler!
Topçu Mirlivalarından Ferid Paşanın Suali
Edirne İçin Sarayda Toplantı Ve Bir İhanet!
Bir Başka Yönüyle Babıali Baskını
Osmanlı-İngiltere Mutasavver İttifakı
Sultan Reşad'a Kâmil Paşanın Layihası
Kâmil Paşa İngiliz Sefaretine Sığınıyor!
Mahmut Şevket Paşanın Sadareti
Prens Said Halim Paşanın Sadareti
Hattı Hümayunun Sureti Veziri Meali Semirfm Mehmed Said Paşa
Hattı Hümayunun Sureti Vziri Meal* Semirim Mehmed Said Paşa
Almanya Tarafında Savaşa Giriş
1.Cihan Savaşında Ermenilerin Manciplecileri
1.Cihan Harbi Hakkında Malumat
Hicaz Meselesi - Şerif Hüseyin
Osmanlı Devleti Avrupa Devletleri Arasında Denge Kurarak Siyasi Varlığını
Sağlayabilirmi.
Almanya Ve Avusturya Devletlerine Gelince
Osmanlı; Hayat Ve İstiklâliyetini Nasıl Teminat Altına Almalı?
Ceziretülarab Dayanak Olarak Nasıl Kazanılır?
Ittıhad-I İslam Hakkında Düşüncelerin Mütalaası
Sultan Hamid Ve Reşad'ın Vefatları
Sultan Reşad'ın Hanımları Ve Çocukları
Sultan Reşad'ın Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları
Babası: Sultan
Abdûlmecid Han
Annesi: Gülcemâl Kadın
Doğum Tarihi: 1844
Vefat Tarihi: 1918
Saltanat Müd.:
1909-1918
Türbesi:
İstanbul Eyup'dedir.
Sultan 5. Mehmed
Reşâd; Osmanlı devletinin 35. padişahı olup, Sultan 26. Osmanlı halifesidir.
Sultan Abdülmecid'in, Gülcemâl Kadmefendisinden 2/Kasım /1844'de İstanbul'da
dünya'ya geldi. Vefatı ise 3/Temmuz/1918'de yine İstanbul'da vukuubuldu.
Eyübsultanda, Halic'in sularıyla öpüşen sahildeki türbesine gömüldü. Mevlevî
tarikatına intisabı olup, zarif bir insandı. Pek kızdığı zaman sin harfini kefe
vurduğu yaygın rivayettendir. Şeyhi Abdülhaim Çelebi Efendi tarafından kılıç
kuşandırıldı, Osmanlı tahtına çıktığında. Pek olgun yaş olan 65'in içindeydi,
Kılıç kuşatan Mevlevî Şeyhi Abdül-halim Çelebi (1863-1925) dergâhların
kapatılması gerçekleştiğinde, 4/EylüI/1925'de Tepebaşında bu hareketi intihar
etmek suretiyle protesto etti. Bu yaşlarda insanlar elde ettikleri tecrübeler
ışığında fevrî olmazlar olaylara serin kanlı ve dikkatli bakmayı elde ettiği ve
buna göre kararlar verebileceği bir ömür dönemidir, bahse konu yaşlılık, bu
Şeyh Efendinin hadisesi, ayrı bir araştırma konusu yapılmalı, intihar gibi
ahireti berbat edebilecek elîm bir harekete başvurmak kolay gerçekleşecek
işlerden değildir.
Sultan Reşad; Orta
boylu mavi gözlü, beyazlamış sakallan ve dolgun yanaklarıyla ton ton bir
görünüşe sahipti der merhum pederim. Biz o zaman talebeydik, Cuma selamlığına
bizleri götürdüklerinden sık sık Sultan Reşad'ı görürdük, derdi. Sultan
Abdülhamid'i de beş-altı defa gördüğünü hep düşünceli bir profil verdiğini,
hafif öne mail halde yürürdü demekteydi. Ancak; Sultan Reşad'in çok merhametli
bir insan olup, fakir fukaraya, eytam erâmile yâni dul ve yetimlere
yardım etmeyi, en büyük görevi addederdi.
Lütfi Simavi Bey, çok zeki olduğunu ve bu zekâsını saklama tedbirliliğini de bilirdi
demekte. Hatıratında Lütfi Simav'ı Bey, şöyle bir vak'a anlatır: Sultan Reşad
bir Bursa seyahati esnasında gece oradaki ikametgâhda sabahladıktan sonra
kendisini yanına çağırır. Bir tepsi üzerinde para keseleri, keselerin yanında
bulunan listede de hangi kese hangi paşaya diye hazırlanmış liste vardır.
Lütfi Simâvî Bey; Efendimiz, bunlar ne olacak diye sorduğunda bunları sahiplerine
odalarına gidip, hem hayırlı sabahlar dileyecek hem de ikram edeceksiniz
dediğinde, Simâvî Bey; aman Efendimiz, bu zevatla birlikte İstanbul'dan
birlikte yola çıktık. Aynı vasıtalarla buraya kadar geldik, aynı çatı altında
uykumuzu uyuduk, sabah olunca da bu hediyeler niye? Bursa'nın fakir fukarasına,
acezelerine hediye ve ikramda bulunsanız daha iyi değilmi? Diye fikri beyan da
bulunduğunda: Sultan Reşad, zekâsının büyük eserini şöyle sergiler:
-Hay Allah senden razı
olsun; iyi ki hatırlattın. Hemen şu keseleri de onların merkez-i İdarelerine
ulaştırın, refakati-mizdeki zevat hakkında sorduğuna gelince ben bunlara böyle
vesilelerle ara sıra ikramda bulunmazsam, onlar bana padişahlık yaptırmaz!
Cevabını verir. Bu cümlede saklı olan hakikat aziz ve muhterem okurlar, her ne
kadar iktidar yalnız sürdürülürse de, o iktidarın görünmez ortakları vardır ki,
bu harem-i hümayundan tutunda, güç sahibi herkesin muhabbetini üzerinde
toplamazsaniz muktedir olamazsınız. Bu bakımdan Sultan Reşad pek talihsizdir.
Yeri geldiğinde bu talihsizliğini hatırlatırız.
Şimdi; Sultan
2.Abdülhamid Hân gibi bir şaşaalı padişahın yerine geçmek onun mazide
bıraktıklarının, yaptıklarının ağırlığı altında ezildiği bir vakı'adır. Sultan
Hamid, her şeyi hazırlar
ve uygular bu sırada da aksaklık olmaması için İşe vazülyed ederdi Sultan Reşad
ise sadece bir tasdik makamı hâlinde taht-i Osmanî'de oturmaktaydı. Biz
Abdülhamid Hân'ın peşinden bir genel değerlendirme ile sahifemizi süslemek
istiyoruz. Bu de ğerlendirmenin 1913'de yâni 1.Cihan savaşından önce, fakat
Balkan harbinin içinde neşredilmiş ve o dönem idadilerinde yâni lise
seviyesindeki mekteblerde târih derslerinde okutulan kitabın yazan Afi Sabri
Bey'in olduğunu söylerken, bu zâtın değerlendirmelerine itirazımız olursa onu
da hemen altına ilâve ederiz. Yazının başlığını biz bir ara başlık hâline
getirdik.
Osmanlı devletinin
gerek askerî gerekse mülkî teşkilâtının ne kadar esaslı bir şekilde tesis
olunduğunu, ancak, 1000/1591'den sonra da bu kuruluşun nasıl bozulmaya yüz
tuttuğunu târih akışı içinde görmüş bulunuyoruz.
Vaktiyle maddiyat ve
maneviyat itibarıyla dereke dereke bizim idaremizde bulunan garib kavimler yeni
bir çağın açılışıyla ki bu İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethi, engizisyon
mezaliminin tahammül olunamayacak seviyelere yükselmesi ki, hemen şunu
söyleyelim, İstanbul'un müslümanların eline geçmesi bu şehirden İtalya'ya giden
pek çok ilim ve bilim adamı avrupada kurdukları mektepler, meydana getirdikleri
ekollerle bat insanını uyandırmışlar ve batı aydınlanması Şarka en yakın olan
İstanbul'dan gidenler tarafından gerçekleştirilmiştir.
Öte yandan
engizisyonun avrupadaki varlığı nasıl bir şey sık sık tekrarlanırsa bir karşı
refleks doğurur bu misâle uygun olarak Avrupada tatbik olunan bu klişe ve
papaslann insanları yakmaları, hrıstiyan dini mensupları dışındakilere
yaptıkları işkenceler ahalide bir aksülamel husule getirmiş ve silahlarına
sarılan ahali üzerlerinde tatbik edilen zulümleri kaldırmaya ve tatbikçilerini
de haylice cezalandırdı. Taassubun yok edildiği yerde elbette gelişmenin ve
cemiyetin terakki edeceği tabii neticedendir.. Protestanlığın çıkması ahalinin
üzerinde bir intibah meydana getirdi. Bu intibah sonunda da 1600'lü yıllardan
sonra da bizi fersah fersah gelip, geçtiler.
Hele hele
ordularımızın uzun zamandan beri savaş alanlarında ve hudutlarımız da asar-ı
celadetlerini gösterememeleri, ikide birde ihtilâl çıkararak emniyet ve güveni
ve de huzuru selb eylemesi yâni askıya alması, ülke içinde karışıklıkların
günden güne artması, iktisadiyatımızın yavaş yavaş ecnebilerin ellerine
geçmeye yüz tutması, bazı düşünce sahiplerinin bir takım ıslahat'hareketlerini
yapmamız gerektiğini hatırlatmaları kendilerini tehlikeye atmalarına sebep
olmuş bu düşünceler iyi bir şekilde telakki edilmemişti 1. Mahmud ve 3. Ahmed
zamanında biraz tatbik şansı bulmuşsa da, gerek hariciyeye ait işler, gerekse
de, taassup sahipleri değişikliklerin menfaatlerine vereceği zararları önlemek
hususunda aldığı tedbirlerle her şeyi akim bıraktırmaya muvaffak olmuşlardır.
3. Selim bütün
yeniliklere açık bir padişah olması hasebiyle tahta çıktığında hemen, işa
.girişerek.lâzım- gelen İslahata başlamıştı. Avrupalılar tarzında askerî
kışlalar, istihkâmlar mekteblerin inşaasını temin etmişti. Nizam-ı Cedid adlı
talimli asker ihdas etmişti. Bütün bunlar yapıhrken, hemen önümüze Mısır
meselesi çıkmış, peşinden Mora olayı husule gelmiş, Rusya ve Avusturya
saldırganlıkları biribirini tâkib etmiş, bitmek tükenmez avrupa entrikaları
yüzünden az miktarda yenilikler tatbike konabilmiştir. Bilindiği gibi, bu
günde, milletimiz ayağa kalkmak için
yaptığı her hamlede, yine menfaatçilerin teşki- lat kuvvetlerinin bu
hamlelerimizi önlediklerinin şahidi oluyoruz. Bir milli görüş ortaya çıktı ve
ağır sanayi hamlesi dedi, milli harb sanayii kurulmasını taleb etti ve
projeleri ortaya koydu. Her köye, atölye, her şehire fabrika, yer altı ve yer
üstü zenginliklerimizle alakalı bölgelere o mevzuda sanayii ve pazarlama
tesisleri kurma plânlan teklif edilerek, muasır medeniyet seviyesinin üstüne
çıkabilmenin, istihdam, üretim, pazarlama ve kendi istikbâlini kendi
imkânlarıyla temin etme devrini başlatmak isteyenler, ambalajcı makarnacı ve
gazozcu montajcılarla ile ithalatçılar birleştiler, önce milleti sağ-sol diye
ikiye bölüp yıllarca birbirleriyle döğüştürdüler. Daha sonra da bir darbe ile
ülkenin geri kalmasını sağladılar. Görüldüğü gibi, 1913'de 1790 sonralarına
atfu nazar eden Ali Sabri bey merhum, bizim bu gün yaşadıklarımızın daha
değişik fakat gaye aynı aziz milletimizi dünya klasmanında alt seviyelerde
bulundurmayı sağlamak olduğuna işaret ediyor.
Sonunda 1241/1826
senesinde 2. Mahmud hazretlerinin himmetiyle <târife gelmeyecek kadar
bozulmuş olan> yeniçeri ocağı ilga edilerek yerine de Nizâm-ı Cedit askeri
ikame olunduğu gibi bir çok yeniliklerin tatbikine de imkân bulunabildi.
1249/1835'de memurların tanzimi yapılırken, 1250/1836'da da Divân-ı Hümayun
yerini vükelalik meclisine yâni bu günkü tâbirler bakanlar kuruluna
bırakmıştır. Sultan Abdülmecid'in tahta geçip de icraata başlaması, Gülha-ne
hattının okunmasının akabinde devletin görüntüsü av-rupalı bir devlet
portresine büründü. İşleri tanzim içinde Şûr'a ile hemen peşinden de bir
meclis-i vâla-yı ahkâm-ı adliye kurulmuş daha sonra da yâni. 1270/J853 de
Meclis-i Al-Î-İ Tanzimat daha sonra adliye nezaretine ve 1284/1867'de
Sûr'a-y Devlete
dönüşmüştür. Bu kurulan sistemin müesseseleri, devletin bir çok kanun ve nizam
ile yeniden yapılanmasını sağlarken, sadaret kethüdahğı makamı, ümûr-u Mülkiye
Nezareti adını almış ki günümüzde buna İçişleri bakanlığı denmektedir.
Orduya gelince;
1241/1826'da kaldırılmış bulunan yeniçeri ocağına eş değerde Asâkir-i
Mansure-i Muhammedİye unvanı verilmiş daha sonra da, Hassa ve Mansure ismiyle
iki kısma ayrılmıştır. 1249/1835'de Redif teşkilâtı tanzim olunmuş,
1259/1845'de Osmanlı askerlik sistemi Rumeli, Anadolu, Arabistan, orduyu
hümayunları kurulurken, merkezde ise Hassa ordusu tesis ediliyordu. 1250/1836'da Mekteb-i Harbiye açılmış,
1253/1837'de kurulan Dar'ül Askerî Şûr'a, askerî işlerin bütününün görüldüğü
yer olurken, 1264/ 1847'de de askere
alınma usûlü kur'a sistemine ulaştırılmıştır. Daha sonra ordularımızla ilgili
sayı yedi rakamına iblağ edilmiştir. (Daha sonra r,1326/m.l910'da Golç Paşa'nın
teklifiyle bu usûl kaldırılmış, dört büyük müfettişliğe dönüştürülmüştür. 14
kolordu ile bir kaç adette müstakil fırka meydana getirilmiş, tabur, alay ve
fırka teşkilatları nın da değiştirilmesine gidilmiştir.) İşte yeni tanzim
sonunda 1270/1854 Kırım savaşında güç ve kuvvetini bütün avrupalılara kabul
ettirmiştir. Ruslara maddi ve manevî alanda üstünlüğünü isbat etmişlerdir.
Bunun arkasından bahriye üzerinde operasyonlar yapılmış ve Abdülaziz Hân
zamanında denizcilerimiz, dünyanın 2. büyük donanmasına sahip olarak
denizlerde dolaşma şansı bulmuşlardır.
Ne var ki, kırk sene
sonunda donanma mefluç hâle gelmiş, ancak 2.Meşrutiyetten sonra yeniden
tanzime başlanmıştır. r.l255/m.l839'dan sonra maarif, maliye gibi işlerde
hayli başarılar elde edilmiştir. 1241/1826'dan beri mâliye işlerinde bazı
tashihatlar yapılmışsa da, 1253/1837'de
eski usûl tamamen terk edilerek simdik mâliye usûlüne (1910'lar) geçilmiştir. Tam ayarda
para basımı yapıldı. Tan-zimat-i Hayriye'den sonra İstanbul'da mekteb-i
tıbbıye-i as-keriyye, bir dar'ülfünûn açıldığı,
1273/1857'de kurulan maarif nezareti ülkenin bir çok yerine rüşdiye,
yâni orta mektebi kurmaya girişmişlerdir.
1275/1859'da mekteb-i sultanî, 1294/1878'de mekteb-i mülkiye,
1297/1881mekteb-i hukuk, 1300/1884'de
dehendese-i mülkiyenin açılması tahakkuk ettirlmiştir. Ayrıca bir hayli matbaa
açılmasına girişilmiş ve de bir hayliside başarılı olmuş yaptıkları
basımlarla, ilim ve fen'de ahalinin aydınlanmasına yardım etmiştir. Sultan
Abdülmecid'in döneminde yapılan yollar ve köprüleri Abdülaziz dönemindeki buna
ilâve olunan teşebbüslerin arasında demiryolu ayrı bir yer tutarken,
2.Abdülhamid hân devrinde de geliştirilen demiryolları ve de fabrika kurmaya
eğilmeleri pek makbuldür.
Özetlersek; Osmanlı
devleti, Sultan Mahmud-u sâni döneminden Abdülmecid hân ve Sultan Abdülaziz ve
de Sultan 2. Abdülhamid devirleriyle terâkkiye, ileri hamleyede büyük zaman ve
para ayırmışlardır, bunda da haylice yol almışlardır. Bunun sayesinde de
1272/1856'da Avrupa'da Pâris'de yapılan milletler arası kongrede Osmanlı
devletinin avrupa dü-vel-i âliye-i ailesine yâni avrupanın büyük devletleri
arasında bulunduğu yeniden tasdik ve kabul olundu. 2.Abdülhamid Hân'ın tahta
çıkışının hemen ardından ilânını yaptığı idarey-i meşrutiyet ve kaanunî esasî,
avrupanın devletimizin şan ve ikbalini tasdike faydalı oldu. (Bu günde avrupa
topluluğuna girmek için yapılanlar bir türlü avrupalılarca makbul bulunmuyor!)
Ne çâre ki, kaanun-î esasinin ilânından hemen sonra çıkan Rus savaşı devletin
bir çok arazi ve insanını kayberek bu savaştan çıkmasına sebep oldu.
Ülkenin mâli durumu
son derece sarsıldı. Sultan Hamid, afim alan hafiyelerle ülkede, düşünce ve
ileri gidişe engel 6 anialar ihdas etti. 1324/1908'e kadar sürdürdüğü bu sistemle
ne tehlikeli durumlar ne fecî vak'alar geçirdiği sizlerin de malumu olduğundan
bunlara girmeye lüzum görmüyo-um. Bundan sonraki terakkimizin meşrutiyetin
neslinden bekliyorum. Demektedir. Böylece de bir çok ittihat ve terakki
çetesinin taraftarı sözde yazarlar gibi hareket etmeyip, 2.Abdülhamid hakkında
şahsiyatçılık yapmayıp kendisine hakarete yeltenmeyen nâdir tarihçi ve
yazarlardandır. Ali Sabri Bey.
Sultan Abdülhamid'i
31/Mart/1909 vak'ası bahane edilerek tahtdan indirtmeyi başaran Osmanlı ve İslâm
düşmanları İttihatçıların eline düşünce tereddi yâni gerileme, izmihlal nazariyede
hemen hemen tamamlanmıştı. Şimdi yapılacak iş bunu fiiliyata dökmekti. Zâten
meşrutiyette olsun, 31 /mart Vak'asını teskin ve tenkilde olsun, Makedonya'nın
azılı ve gayri müslim çetecileriyle kol kola İstanbul'a giren İttihatçı
komitacılar yapacakları nı adetâ haber veriyorlardı. Bulgar komitacısı
Sandanski ile Taşkışla'da müsiüman askere kurşun sıkan söz de, müsiüman
komitacı arasında ne fark gözetilebilir? Bunların yardımına dâima koşmuş
bulunan Rumeli eski müfettiş-i umûmisi Hüseyin Hilmi Paşa 31/ Mart hâdisesi
yüzünden Sultan 2.Abdülhamİd!in sinesine iltica etmiş ve sadareti terk etmişti.
Sultan Reşad'i tahta oturduğu esnada Ahmed Tevfik Paşa makamı sadaretde bu lunmakla
birlikte, İttihatçılar kendi aralarında yaptıkları söz mübarezesin-de
meşrutiyeti ilân edeli nerdeyse senesi yaklaştı, hâla biz ittihatçılardan
kurulu bir kabineyi iş başına getiremedik düşüncesine çene yoruyorlardı.
Tevfik Paşa ise son derece tarafsız ve batı âleminde hatır ve sözü geçer bir
zat olduğundan onunla çalışmak istemeyen ittihatçı ekibin yine Hüseyin Hilmi
Paşayı Tevfik Paşa'ya tercih ettikleri görüldü. Suitan Reşad'ın tahta
cülusundan üç gün sonra Tevfik Paşa selef oldu, Hüseyin Hilmi Paşa halef oldu.
Bu kabineye Talat Bey'dahilİye nâzın olarak girdi. Bir deyimle ittihatçıların
bu nazırın kabineye girmesiyle tamamının kabineye girdiğini bir saysak yanlış
bir söylemiş olmayız. Nitekim; Talat Bey, kabine toplantılarında olsun,
cemiyetin merkezinde alınan kararlan hükümet katında alınmış karar gibi
uygulama becerisini gösteriyor ve sadrıazamı bunaltıyordu.
Perşembenin gelişi
çarşambadan bellidir hesabı bunun böyle olacağı belliydi çünkü H.Hilmi Paşa,
kabinesine Sultan Hamid'in eski sadnazarnlanndan Avlonyalı Ferid Paşayı almıştı
ki, ittihatçılar bu zatı zorla istifaya şevkettiler. Talat Bey'i kabineye o
zatın yerine dâhil ettiler. Hilmi Paşa, İttihatçılara yakın davranışlar
sergilese de onların emrinde olacak bir tabiatda da değil idi. Nitekim; Talat
Bey'in tavırları sad-nazamın istifasını hızlandırdı.
Hüseyin Hilmi Paşanın
yerine Roma B.elçimiz İbrahim Hakkı Paşa getirildi. Şimdi biz Sultan 2.
Abdülhamid Hân'ın şifre kâtibi olan Mehmed Selahaddin Bey merhumun "Bildiklerim"
adıyla neşrettiği hatıratından aşağıdaki başlıkla yazılı bölümü alıntılayalım
ve böylece de, mühim bir fonksiyon icra eden görevinde eski şifre kâtibi neler
söylüyor ve târihin arka plânı nelere gebe görelim:
Sultan 5. Mehmed Reşad
unvanı ile Osmanlı tahtına çıkan ve aynı zamanda halifeyi rûyi zemin olan zat,
çok merhametli melek gibi bir insandı. Ancak bazı şahıslar salı günü tahta
çıkışını sairğununüri uğursuzluğu gibi bir saçmalığa yorarak kötü tahminlerde
bolundular. Maalesef gerçekleşenler o kadar üzücü oldu ki neredeyse bu bâtıl
görüşe iştirak, konuşulur oldu. Salı gününün uğursuzluğunu muharrir-i aci-zide
kabul ettiğimden arkadaşlarıma salı günü uğursuzluğunun Sultan Reşad'ın peşini
bırakmayacağını ifade etmiştim der Mehmed Selahaddin Bey.
Sultan Abdülhamid'in
vehminden otuzüç yıl çekdikleri elem ve azabı unutturacak bir çok azabı
vicdaniye karşısında, aslı ve nesilleri bilinmeyen bir çok ittihatçı zorbaya
maalesef kötü bir âlet olarak esir düşmüştü. Bu cahil, rezil kurucu ve reislerin
tasallutundan ne kendisini ne de milleti kurtarabilmişdir.
5.Mehmed Reşad hân'ın
devri saltanatı maalesef Osmanlı İslâm devletinin en hazin ve en acı
hadiselerin yaşandığı devir olarak anmak vede bu devrin talihsizlikle
adlandırılmasını önlemek kimsenin haddi değil. Çünkü, essahdan öyledir. Bu
mağdur ve mazlum bedbaht padişah Sultan Reşad hleri, kısa zaman içinde müdhiş
vakalara ve fecî hâdiselere bazen şahid bazende âlet olma şanssızlığıyla karşı
karşıya gelmiştir. Bu hâllere katlanmasında en büyük dayanak, iyi bir inanan
olmasıdır. Nitekim; ameliyata yatarken yaptığı dua: "Ya-rabbî! benim
vücûdum, bu milletin faydasına ise hayırlısıyla iyileşeyim. Hayırsızsa bu
masadan sağ kalkmayım" şeklinde olduğu bir çok kişiden duyduğumuz
ifadedendir. Nitekim vefatı vukubulduğunda vatan ve milletin içine yuvar
landığı duruma en çok üzülenlerin başında olduğu çok kişi tarafından teslim
edilir.
Sultan Hamid'in
Selânike gönderilmesinin peşinden hareket ordusunun ittihatçıları, tam bir kör
sadakatle bağlılığı neticesinde saklandıkları deliklerden fırlayan me'şum cemiyetin
azaları vede sabık kabinenin üyeleri, yeniden hükümeti kurmak sevdasına
düştüler. Meşrutiyetin ilk padişah ve halifesi ilân ettikleri Sultan Reşad'ı
derhal meşrutiyet anlayışının aksi istikametinde yönlendirmeye gayrete
girdiler. Tevfik Paşanın, Sultan Reşad'in huzuruna çıkıp, kabine üyeleriyle
birlikte istifasını sunması ve yeni padişahın Tevfik Paşa'yı görevinde ipka
etmesi ittihadçıları bir hayli kızdıran olaylardan
vur Nihayet dayanamayan Sultan Reşad'ın:
"Ben meşruriyet kanunlarına uygun hareket ediyorum. Sizler buna
uy-avacaktınizda o zaman bizim bilâderin ne günâhı vardı da ahlû
eylediniz" demiş olduğu pek yaygındır. Ne varki, komitacılar güruhu
padişaha tebelleş oldular fazla bir zaman cmeden Hüseyin Hilmi Paşayı yeniden sadarete getirecek
olan kararın birinci merhalesi olan Ahmed Tevfik Paşanın ve kabinesinin azlini
emreden iradei seniyyeyi elde ettiler. Böylece ikinci merhalede H.Hilmi Paşa
kabinesi kurulduğunda Mülabei Sıbyan yâni çoluk çocuk kabinesi denebilecek hükümet
kuruldu." Diyor Mehmed Selahaddin Bey
Hüseyin Hilmi Paşanın
bu ikinci sadareti yukarıda konulan ara başlıkta yâd olunsa yeridir. Çünkü; bu
kabineye mümkün mertebe ittihadçılann dolduruldukları göz önüne alınır ve tatbikata
bakıldığında görülecek olan manzara böyle isimlendi-rilmesinde isabetlidir. Bu
kabine evvelâ Yıldız sarayı yağmasını gerçekleştirenleri temize çıkardı. Daha
da sonra yine Yıldız Sarayı baskını sırasında meydana gelen olayların nihayetinde
mazlumların hakkını ortada bıraktı. Yine bir çok kişinin nahak yere katline ve
idamına seyirci kaldı. Sultan Abdülha-mid'i, bankalardaki nakit para ve
senetlerini, bağışlamaya icbar eden muameleye en azından göz yumması, bir gasp
hükümeti olduğunu ortaya kqyar. Nihayet sokaklarda hertür-lü cinayetin,
ittihatçılar tarafından işlenmişlerine müsaadekar tutumları, verilen nâmı
almaya hak kazandırmıştır.
Caniler Kabinesi adını
verdiğimiz İttihad ve Terakki cemiyetinin babıâlî şubei merkeziyesi. Şeref
Efendi sokağındaki ittihatçıların genel merkezi heyeti idare reisleriyle
birleşerek, Yıldız Sarayı hümayunundan aldıkları mücevherat ve diğer
kıymete haiz malları, târihin yazmaktan
yüzünün kızaracağı bir suretde, sarayı hümayunda bulunan hizmetkâr ve kalfalardan,
cebren ve işkence yaparak gasp ettikleri elmas gibi pek değerli eşyayı güya
pederlerinden mirasmış gibi aralarında paylaştıktan sonra, ahalinin gözünü
boyamak kasdıyla bir kaç parça mücevheri Avrupaya gönderip bunların değeri olan
üçyüzküsûr binlirayı bulan küçük bir miktarı, Donanma Cemiyetine yardıma
verdiklerini ve bir mikdar mücevher ve de parayı haziney-i hümayuna ve
müzehaneye verdiklerini utanmadan ilân etme yoluna gittiler.
Mehmed Selahaddin Bey,
bu günkü Libya'nın o dönemdeki adı olan Trablusgarb ile alakalı çok mühim bir
ifşaatta bulunuyor: Aşağıya alıyoruz:
H.Hilmi Paşa kabinesi
böyle yağmalar yapmak ve cinayetleri, soygunları örtme ile meşgulken,
koruyucuları makamında bulunan, Almanya imparatoru 2.WilheIm ile hükümetin,
velinimetleri olan tttihad ve Terakki cemiyeti merkezinden gelen emirlerin
üzerine Trablusgarb pazarlığı için Roma elçimiz olan ibrahim Hakkı Paşa'ya
yardım etmek ve resmî sıfat taşıdığından, giremeyecekleri yerlere girib çıkmak
ve göremeyeceği adamları görüp konuşmak için itimat olunur, kâr yapmayı bilen
bezirganların büyüklerinden lâzım geldiğinden bu gibi vaziyetlerden anlayan ve
iki tarafın itimadını kazanmış tüccarlar gönderilmiş ve bilhassa Karaso
Efendi(!)nin bu hususdaki gayret ve vatanperverânesi(î) ile işyoluna girmiş
olduğuna ve makam-ı sadarete getirilmesi bu meseleyi sona erdirebilmesi İçin,
Hakkı Paşanın sadareti kararlaştırılmıştı. Buna bağlı olarak da, H.Hilmi
Paşa'nın kabinesinin devrile-bilmesini temin için parlamenter hayatın
gereklerinden biri olan
bir soru ve arkasından tâleb olunan itimad oyunu, hükümetin kazanamadığı
sonucunu getirince iş bitti. H.Hilmi Paşa kabinesi yuvarlandı gitdi. Bu ifşaat
tâbiiki büyük bir ithamdır. Ancak daha sonra İtalyanların gönderdiği ilân-ı
harp ültimatomunu geç açması gibi gariplikler, ateşin olmadığı yerde duman
çıkmayacağı hususunu çağırıştınyor!
Sadrazamlık sırası
Roma sabık sefiri fehametlû İbrahim Hakkı Paşa hz.lerine getirtildi. İstanbul'a
geldiğinde Sirkeci tren istasyonunda ittihadçılann ileri gelenlerince
karşılandı. Büyük bir muhabbet ve sevgi seli görülüyordu bu istikbâl töreninde!
Bu karşılama es nasında,döneminin "adl-ü ihsan" olacağını söylemekten
kendini alamayan Hakkı Paşa ertesi gün, geleneksel sadaret alayında da sevgi
seliyle karşılandı. Oturacağı sadaret san dalyesine doğru adımlarını atarken bu
sandalyede, adl-ü ihsanı bol bir zâtın oturacağı mahal olmaktan kendini
bahtiyar addeden ahali, bir yalanın mahkûmu olacağını ne bile-bilebilirdü
Adl-ü ihsan politikacısı paşamızda, Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde bulunan
bazı zevat-ı muhteremi görevlerinde bırakma yoluna giderken, eski kabineden
bazılarını da onlardan daha muhterem(l) şahıslarla değiştirmiş böylece, bir
kabine vücûda getire rek Trablusgarb ve Bingazi'yi İtalyanlara ihsan edebilmek
için hazırlıklara başladı.
Sevgili okuyucularım;
okumakta olduğunuz yukarıdaki arabaşhkla birlikde verilmiş satırlar üstü örtülü
bir vak'aya, attığı neşterle ortaya çıkacak ufunetin, hangi hakikata varacağının
hesabını yapmışmıdır? Sorusu aklımıza geliyor. Yinede bir müddei olmakdan sarfı
nazar edip etmemeği düşünmekten kendimi alamıyorum.
İbnül Emin Mahmud
Kemâl İnal merhumda pek kıymetli eseri olan "Son Sadrazamlar" da sadeleştirmeye
çalıştığımız satırların sahibi Selahaddin beyefendiyi, aşağıdaki beyanı
münasebetiyle eserine aldıktan sonra demektedir ki, bu iddialarınızı ispatta
vazife size düşmektedir, cevabıyla geçiştirmektedir. Biz ise, bizim gibi bir
yabancı dil dahi bilemeyen sözde araştırmacıların beceremeyecekleri işlerden,
olduğundan, bir akademisyenin bu iddiadan yola çıkmak suretiyle mevzuun
derinliğine tahkikiyle, ortaya çıkarması târih ve millete karşı yapılması
gereken aslî ve ilmî bir vazifedir, dedikten sonra hatıratın muharriri, Sultan
Abdülhamid döneminin telgrafhane şifre kitabeti hulefasından, Selahaddin
bey'in ifadesini noktasına virgülüne dokunmadan alıntılıyorum: "Adl-ü
ihsan kabinesi, bu vecihle teşekkül ederek işe başlamış isede Hakkı Paşa hazretlerinin
dersadet'e vürûdunda Sirkeci istasyonunda binlerce halk tarafından icra edilen
merasim-i istikbâli'yede irâd eylediği nutkunda bahsetdiği <adl ü
ihsan>dan memleketimiz müstefid olamamış ve paşayı müşarileyhin, adi ve
ihsanını, geldiği şimendöfer alarak Roma'ya kadar geri götürmüş olmalı ki bu
ihsanlarına İtalyanlar nail olmuşdur."
Memleketimizin
hissesine bu kabinenin kuruluşunun ilk gününden, sükûtu anına kadar geçen
vakit, Babıâli yangını, Havran İsyanı, Yemen İsyanı, İstanbul'da kolera salgını,
Ma-lisör isyanı, Vezneciler büyük yangını, Girid meselesi, İtalyanların bize
savaş ilânları vede Trablusgarb ve Bingazi'nin, elden çıkması gibi,
milletimizin çok üzülmesine sebeb olacakları, düşürdü. Hakkı Paşa'nın memlekete
ayak bastığı andan itibaren harici ve iç dün-yamızda, hiçbir sükunet emâsi
qörülmemiş memâlik-i Osmaniyyeyi bir uğursuzluğun bulutu kaplamıştır. Ne
şekilde sadarete geldiğini yukarıda ar-calıştığımız Hakkı Paşa, kabinesinde
Harbiye Mazın olup pâtih ünvanına(!) layık olan İttihad ve Terakki ordusu kumandanı,
besalet(yiğit!)i unvan, Mahmud Şevket Paşa'ya evvelemirde Trablusgarb
kıta'sının tahliyesini tavsiye eylediğinden, bu kumandan da erkân-ı harbiye-İ
umûmiye dâi resi (bu dâire inkılab sonrasında ittihad ve terakki reis ve azası
elinde kalmış ve adı geçen dâirenin memurları ordularımızın bu hâle gelmesine
ve ittihadçıların arzularına hizmetle ve yardımlarına şitap <(koşmuş>
etmişlerdir.) Derhal Trablusgarb ve Bingazi'nin tahliyesi için lâzım gelen
tedbirlerin icrasına çalışmışlardır.
İşler şöyle bir seyir
takip etmiştir: Trablusun tahliye edil-mesini kabullenmeyip, itiraza geçecek
muhtemel kişilerin, bulundukları yerlerden alınmaları icâb ederdi ki bunların
başında Trablusgarb Vali ve Kumandanı gelmekteydi ki bunların Dersaadet'e
çağrılıp azilleri yapılmış ve yerlerine de kimse tâyin olunmadığından mühim
olan bu iki mevkii boş bırakmışlardı. Yemen'de çıkan karışıklıklar sebeb
gösterilerek, Trablusgarb ve Bingazi'deki birlikler o tarafa sevk olundular.
Böylece çok geniş olan Trablusgarb ve Bingazi toprak mesahası iki-üç bin
civarındaki askerimizin kontrolüne bırakıldı ki yapılacak hatalardan değildir.
Üstüne tüyü de şöyle diktiler: savaşın kaçınılmaz icabatından olan top, tüfenk
vede cephane birer bahane ile geriye aldırıldı. En önemli yanlışlarından biri
de, Sultan Hamid-i sânı döneminde, onbeş-yirmibin kişiye varan silahlı kuvvet
bulundurmaya önem verilirken üstüne üstlük, bu kuvvetlere yardımcı olmak üzere
tanzim olunmuş Kuloğlu ocaklarını da dağıtmak garabetini gösterdiler.
Trablusgarp
kuvvetlerimiz arasında yer alan 37. ve 38. Süvari alaylarından birini de
aldılar. Geride bıraktıkları süvari alayının asker sayısı zikre değer bir rakam
olmakdan çıkarılmıştı. Kuloğlu yerel asker topluluğunun silahlandırılmasının
kuruluşu esnasında gönderilen kırk-elli bini aşan martini ve şnayder
tüfenklerini de yeni sisteme uydurmak için, Derâii-ye'ye getirttiler ve yerine
de silâh göndermediler! Trablusgarb'ın ve diğer yerlerindeki tamire muhtaç olan
istihkâmlarını onarmak ve toplarını da tamamlamak İçin dahi gayret göstermeyip
bilhassa ihmal ettiler!
İnkılabın herhen
başlarında Trablusgarb ahalisinin gerçekleşmesini arzu ve.taleb ettikleri
asker alma muamelesini bile yapmadılan Bunu yapmamakla 15-20bin kişilik askeri
kaybetmiş oldular. Velhasıl; nizami kuvvetlerden ve her çeşit savunma
mekanizmasından tecrid edilmiş, bu geniş topraklar, düşmanın (İtalyanların)
tasallut ve hücumuna mâruz bir hâle getirilmiş bulunduğundan, İtalyanların
iştah dolu ihtirasına râm olmağa mah kûm edildi. Sadrıazam İbrahim Hakkı Paşa
ve kabinesi; Osmanlı devletinin Afrika kıtasında mâlik olduğu yegâne topraklar
olan Trablusgarbla, Bingazİ'yi, bu davranışlarla her türlü savunma imkânından
aciz; askersiz, topsuz, tüfenksiz, vâlisiz, kumandansız, zahiresiz ve parasız
bırakarak daha önceden şartlan kararlaştırılmış hususları yerine getirerek,
üzerine düşeni yerine getirmiştir.
Bittabi bundan
haberdar olan italya hükümeti, ordusu nu ve donanmasını hazırlamış hâttâ hiçbir
şey yokmuş gibi Babıâli 'ye mültefit ve dosta ne görüntüler vermekteydi. Basın
dünyamızda bazı kalemler, yazılarında Trablusgarb'ın savunmasında gördükleri
ihmali, düşmanın iştiham kabartır anlayışını ileri sürmüş hükümetin bu
zafiyeti ortadan kaldırması, makaleler vasıtasıyla tavsiyeler olunmuşsa da
babıâlî tarafından malum olan bu harekâtdan dolayı, bir tedbire müracaat
olunmamıştır.
Hakkı Paşa ve
kabinesi; serinkanlılıkla, cereyan eden vaziyeti seyrediyor gazetelerin
yazdıklarına ise hiç ehemmiyet vermiyorlardı. Hakkı Paşa kabinesi; rehavet ve
sersemliğinde devamda olsun, hazırlıklarını tamamlamış bulunan ve askerini
gemilere bindiren, donanmasını da Akdeniz'de dolaştırmaya başlatan İtalya
devleti, İstanbul'daki büyükelçilerine aniden 23/eylül/1911 tarihiyle
babıâlî'ye verdirdiği bir yazılı teskerede: "Şu sırada Trablusgarb'da
İtalyanlar aleyhinde tahrikat mevcud" olduğu iddiasını öne sürerek:
"Oraya mühimmat ve asker dolu vapurların sevkı, galeyanı taassuba mu-cîb
olacağı ve bu da, oradaki İtalyan tebaasını tehlikeye düşüreceğinden, böyle
şeylerden sarf-ı nazar edilmesini" anlatarak işe başladığını imâ ediyor.
Bundan altı gün sonra da, verdiği ültimatomla "Trablusgarb'ın Türkiye
tarafından se-nelerdenberİ imâr edilemediğinden ve İtalya'nın oraya nüfuz ve
hululüne karşı çıkıldığından" bahisle "İtalya hükümetince medeniyetin
vazifeli kılıp ümranseverliği ifa etmek üzere bahse konu toprakların, derhal
Osmanlı askerlerinin tahliyesi ve yirmidört saat zarfında kat'i cevap
verilmesi lüzumu" bildirilmesi üzerine, görünüş de babıâlî de bir telâş
sergilenerek Hakkı Paşa; o gece meclis-i vükelâyı gece yarılarına kadar
saray-ı hümayunda toplatmış: "gayet mülayimâne ve zillet içinde" daha
doğrusu "her istediğinize amadeyiz, söyleyin pazarlığa girişelim"
tarzında bir nota hazırlayarak vermişlerse de, bu notanın tebliğ müddeti olan
yirmidört saat son bulmadan birkaç saat evvel İtalyan elçiliğince verilen
29/eylül/1911 tarihli nota ile İtalya hükümeti devlet-i âliyei Osmaniye, ilân-ı
harp eyledi.
İtalyanların,
Trablusgarb'm tahliyesiyle kendisine teslimini 24 saat içerisinde cevap
verilmesi lüzumuna dâir verdiği notaya karşılık babıâlî'den, Trablusgarb'a
çekilen telgrafnâme ile: "Şayed; İtalyanlar tecavüz ederse, düşmana bir
bahane verilmemiş olmak üzere mukabele edilmiyerek şehrin muvakkaten
tahliyesi" emrolunmuştu.
Garibdir ki; o sırada
Hakkı Paşa ve kabinesinin bu husus-da gösterdiği rahat davranış ve yavaşlık,
memlekete ihanet ve hiyanetten değildir. Belki daha önce Roma'da bulunan ve
İtalya'nın politik durumlarına vukufu olan sadrazamın, namlı diplomatlardan
bulunduğu için bu mühim meseleyi de "poker oyunu masasında" gayet
muslihane ve mülayimâne, bir çâre-i hâl ve tesvîye'ye bağlayacaklardır.
İtalya'nın Trablus-garb ve Bingazi'ye çıkardığı askerini, geldiği gibi geri döndürmeğe
muvaffak olur. Bu bakımdan telâşa düşecek husus yokdur. şeklindeki boş sözlerle
meşgul olan, cemiyet-i ittiha-diyenin ve Hakkı Paşa'nın bendegân ve meddahları
olduğu bile maalesef görülmüşdü.
Kabine ve ittihad ve
Terakki cemiyeti bu meseleyi benzerleri gibi geçiştirmek istemişse de, günden
güne artan heyecan ve galeyanın önünün kolay kolay alınamayacağı
his-solununca, şarlatanhklarıyla gözleri boyamağa kıyam etmiş olan cemiyeti
ittihadiye: "İtalyanlar ebedi düşmanımızdır" başlıklı yazıları
gazetelerine koydurarak, kahraman ve fedailerini birer birer Trablusgarb
topraklarına göndermeğe başlamıştı.
Böylece kasalarını
doldurmak çâresini aramışlardı. Buna bağlı olarak, millete karşı koruyucu ve
sadakat dolu hislerini teşhir ederek gerek cemiyetlerinin gerekse kendilerinin
hislen ne kadar birbirine bağlı olduğunu göstereceklerdi ve un devamını
sağlamak Hakkı Paşayı feda etmekten geçiyordu Bunun çâresini de tatildeki
meclisi bir ay önce açarak kabineyi düşürerek buldular. Artık galeyan ve
heyecanlara bir son vermek ve efkâr-ı umumiye nin kendileri aleyhine
dönmemesi için de, heyecanların teskinine çalışmağa, cemiyet karar verdi.
Meclis-i mebusanı,
zamanından bir ay evvel açmanın sebebi aşağıda kendisini gösterecekdir.
Meclisin bir ay evvel açılması esnasında İttihad ve Terakki fırkası Hakkı Paşa
kabinesi hakkında aleyhde bulunan bir sürü mebusları da olduğunu sergiledi ve
kabineyi sükûta getiren reylerde, İttihadçı ların da bir hayli oyu bulunuyordu.
Böylece de meclisde kopan gürültüler arasında Hakkı Paşa kabinesi
yuvarlanırken adi ü ihsanıda sükûta erdi. Yuvarlanıp giden; Hakkı Paşa kabinesinin
yerini alacak hükümet ve onu teşkil edecek sadrazamın milletçe tanınan, siyasi
işlere vukufu olan zâtın vasıflarından millet çe ümidvar olunacak ve de bir
müddet daha oyalanmak suretiyle, zaman kazanılması düşünüldüğünden,
"Bukalemun" gibi renkden renge giren cebanet ve melaneti, sahtekârlı
ğı ve şeytaneti sayesinde görünmeyen, Sultan 2. Abdülhamid hân'ın döneminde de
sekiz defa sadarete gelmiş bulunan eski sadrazamlardan, Said Paşa hz.lerine
verilmesi kararlaştırılmıştı. Bu teklifi güler yüzle karşılayan Said Paşa
dokuzuncu sadaretine oturmuştur.
Makam-ı sadarete
yerleşen Said Paşa, Trablusgarb mebuslarının vermiş olduğu takrirde,
İtalyanların ele geçirdiği Trabiusgarb ve Bingazi'nin kaybında ihmalleri ve
ihanetleri görülen vükelanın, mahkemeye sevkı tâleb edilirken yeni sadrazam bu
kabinenin bir çok ismini, hâttâ takrirde adı geçen bazı zevatı dahi kabinesine
yerleştirmişti bile!
Said Paşa kurmuş
olduğu böyle bir kabineyle mebusanın huzurunda arz-i endam ettiğin de itimat
oyunun redde döneceği alametleride görüldü. Çeşitli oturumlar yapıldı. Bu
oturumlar hayli heyecanlı geçdi. Nihayet Said Paşa meclis-den hafi yâni gizli
celse talebini ileri sürdü. Gizli celse kabul görüp açılınca, Said Paşa burada
kabinenin büyücek bölümü kısa zaman zarfında değiştirilecekdir, izahatıyla
aleyhinde gösterilen cereyana ve heyecana son vermeye muvaffak oldu. Said Paşa
ve onunla çalışan şeriki, malum cemiyet, bu meselede dahi rol yapmakdan geri
kalmayıp, yalnız- kabine azasının değişmesi vaadi yla kabineye itimat
edilemeyeceğini bildiklerinden her meselede olduğu gibi bunda da muhalifleri
Kâmil Paşa dahi beraber olduğu halde, yeni bir fırka yapıyorlar ve bu
Trablusgarb meselesini ileri sürerek ülkede ta-rafdarlarının sayısını
arttırıyorlar.
Eğer siz; bu kabineye
itimad etmez ve kabine kurulamaz-sa memleket de bir isyan çıkması kötü olur.
Bunun önünü almak ve hükümeti muhalifler elinde görmemek için bu kabineye
itimat ediniz tarzında bir takım çamur sıçratarak mebusları Said Paşa
kabinesine oy vermeğe ikna ettiler. Ne var-ki; benim istiklâliyetim var diye
böbürlenen Said Paşa, çoğunluk partisi denilen, İttihad ve Terakki partisinin
karşısında, kendi kendine bana kimse müdehale edemez! derken bu partinin ve
âzalarının istediğini yerine getirdikten başka Talat'larla, Cavid'lerle,
Mahmud Şevketlerin elinde kötü bir âlet olmakdan gayri hiç bir istiklâliyet
gösterememişti.
Padişah Sultan Reşad
müdhiş bir sabır içinde ülke üzerinde olanları seyrediyor. Enver Bey'in
yarbaylıktan bir hamlede Paşalık rütbesine ermesini memnun oldum, mahzuz
oî-dum sözleriyle geçiştiriyor. Ülkede kendisinden habersiz hiç kimsenin albay
rütbesinden üst bir rütbeyi veremeyeceğini bildiği halde, Enver Paşa'ya Dâmad, seni kim Paşalığa
irtika ettirdi? Bu rütbeyi benden başka kimse veremez bu nasıl oldu? Şeklinde
bile bir soru tefhim edememesi işin rengini belli ediyordu. Adı belli olmayan
bir şâir Sultan Reşad'in acziyeti-ni su şiiriyle ortaya koyduğunu görüyoruz:
"haberim yokdu
olup bitmiş olan,işlerden
Mesneviler okuyordum,
oturup ezberden
Bir de bakdım ki haber
geldi bizim Enver'den
Savlet etmişdi
Çanakkalay'a bahr-û berden
Ehl-i İslâm'ın ikî
hasm-ı kavîsî birden"
27/Nisan/1909'da
Osmanlı tahtına oturan Sultan Reşad, tam bir tonton olup, ilerleyen yaşının
gereği vak'aları geriden ve dur bakalî ne olacak anlayışıyla takip etmekteydi.
Dönemin de, şu olaylar biribirini takip etti: Arnavutluk, Havran ve Yemende
kıyam olmuş buna iç isyanlar denmiştir. Onlarla uğraşılırken, yukarıda tarz ve
şekline uzun uzun temasa imkan bulduğumuz, Trablusgarb ve Bingazi hadisesi
tevali- eyledi. Bunların akabinde de Balkan savaşlarının zuhuru görüldü. Osmanlı'yı
bitirme noktasına gelen cihan harbi sökün ettiğinde de, Sultan Reşad tahtında
oturuyordu. Bu arada da 19/Ocak/1911'de, Sultan Aziz'in yaptırdığı Çırağan
sarayı, Ahmed Rıza Bey'in arsızlığımla bir emrivaki ile me busan meclisi olarak
tahsis olunmuş yukarıda belirtilen târihde yandı. Bu şimdiki Çırağan oteli
dediğimiz yerde idi ve de BJK (Beşiktaş Jimnastik Klübü) büyük bir kısmını,
Şeref Stadı olarak kırk seneden fazla kullanmıştır. Çırağan'ın yanmasından
evvel 4/Ocak/191 l'de de büyük bâbıâlî yangını dahiliye nezaretini, şura-yı
devleti sadaret dâirelerini kül edip geçti. Sultan Abdülhamid Hân döneminde devlet adamlarının
ve ahalinin verdiği jurnaller, herkesin foyası meydana çıkıyor diyen Enver
Paşanın emriyle teşkil edilen Yıldız evrakı tasnif komisyonundan alınıp
yakılması gerçekleştirildi.
Arnavutluğun bir
bölümünde ırkçı ve müstakil bir Arnavutluk devleti kurmak isteyenlerin
çıkardıkları huzursuzluk isyana dönüştü. Silahlarını isteyen hükümete silah
teslim edilemez diyenlerde bu başkaldırıya iştirak ettiler. Mahmud Şevket Paşa
bu işi ted'ibe memur edildiğinde emrine verilen kuvvetin sekseniki taburdan
meydana geldiği görüldü Koso-va, İşkodra ve Yanya pek sıkıntılı ve huzursuz bir
zaman dilimi geçirdi. 5/Haziran/ 1911'de Sultan Reşad'da islamların halifesi
sıfatını da üzerinde taşıdığını belirten bir Rumeli seyahatiyle kıyama son
vermeye muvaffak oldu. Meşhed'de toplananlarla birlik de kıldığı bir Cuma
Namazı ortalığı sütliman olmaya yetiverdi. Bilindiği gibi Meşhed, Hüdavendigâr
1. Murad'ın şehid edildiği ve içorganlarının defnolunduğu yerdir. Arnavutlar,
isyan bayrağı açanlar onlar değilmiş gibi padişahı görmek için birbirlerini
çiğniyorlardı.
Böyle hilafete bağlı
Arnavut kavminin küstürülmesi, Balkanlardaki tabii müttefikimizi kaybetme mânasına
gelirdi ki, Sultan Reşad; Mahmud Şevket Paşa'nın 82 taburla temin edemediği
asayişi bîr namaz ile halletmişti. Padişahın bu seyahati üç hafta sürmüş, 26
haziranda İstanbul'a avdet edilmişti. Selânik'e de uğrayan Sultan Reşad'ın
mahlû Hakanı yâni Sultan Abdülhamid Hânı ziyaret ettiğini bilemiyoruz, fakat
kuvvetle muhtemeldirki yanına hatırını istifsar için birilerini
göndermiştir.
Avrupa devletlerinin
sömürgeci olanları arasına en geç iştirak eden iki hükümetten biri
Almanlar'sada, diğeri de İtalya olduğu târihen sabittir. Trablusgarb, 1 milyon
100 bin ki-lometro kare araziye sahipti. Nüfus ise; 900 bin kişiyi teşkil eden
Arablardı. Bingazi ise, 700 bin kilometrekare olup, nüfus sayısı 330 bin
civarındaydı. Bu Trablusgarb şehrinden bin kilometro mesafede olan Murzuk'da
Senusî tarikatının bütün müslüman Afrika'da sözleri ahali indinde pek makbul
sayılırdı. Trablusgarb valiliği yapmakta olan Müşir İbrahim Paşa aynı zamanda
askerinde kumandanı idi. Ne varki; Abdülhamid Hân'ın dönemi idarecilerini
tasfiyeye başlayan, ittihatçılar, bu paşayı azletmişler ve yerine de bir tâyin
yapmamışlar, burası hem kumandansız hem de vâlisiz kalmıştı.
Târih; 23/Eylül/191
l'de, sadrıazam İbrahim Hakkı Pasa, ülkemizdeki Jandarma kuvvetlerini yeniden
tanzim için vazifeli Robilan Paşanın davetinde bulunmaktaydı. Bu davet esnasında
briç oynamakta bulunan sadrıazama bir zarf getirilir. Paşa; briçe devam eder.
Madam Robilan; sadrıazamı ikaz eder ve bunun üzerine sadrıazam zarfı
açtığından bir nota olduğunu görür. Notaya verilen ifadede 24 saat içinde
cevap verilmesidir. Fakat sadrıazam zarfı açtığında zaman dolmuştu. Bu
bakımdan nota'ya cevap verilmediğinden İtalya 29/Ey-lül/1911 'de bize harp ilân
etmiştir. İbrahim Hakkı Paşa'nın; başıma gelen bu hâl meşrutiyetten önce
olsaydı, hiç bir güç, kellemi omuzlarımdan düşürülmeyi önleye- mezdi dediği
rivayeti pek kuvvetlidir. Böylece Sultan Reşad döneminin ittihatçıların bizim
sadrıazamımız diyecebilecekleri İbrahim Hakkı Paşa kabinesi bu vak'a
münasebetiyle yuvarlanıp gitmeye başladı ve bunun yerine tecrübesi,
başarılarından çok
çok fazla bir eski sadrıazam yâni Sultan Hamid dönemi sadnazamı üzerinde
ittifak edildi.
İhtiyar ve uzun yıllar
siyasi hayatta bulunan Said Paşa bu dokuzuncu sadaretine yukarıda izah
ettiğimiz zorluklarla başladı. İtimat oyu için şimdiki tabirle hükümet
programını okumak üzere meclis-i mebusan önüne geldi. Bilahire lâzım gelen
itimadı taleb etti. Programında özetle şunları ifade etmekteydi:
Heyet-i vükelâya düşen
zor vazifelerden hepiniz haberdarsınız. Vatana bağlılık esas bulunduğundan
hükümet olmaktan kaçınmamak lâzım geldiği bilinmektedir. Heyeti mebusâna
İtimad buyrulmasi istendi ve mebusan bu talebe evet diyerek güven oyu vermiş
oldu.
Mebusan meclisinin bu
güven oyu vermesinde esas se-beb, gerek Said Paşanın gerekse ittihatçıların,
amansız, muhalifi olan Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşanın eline devlet gemisi
geçmesin olduğunu, erbabı bilmekteydi. Kabine meclisden alman güven oyu ile
asliyyet kazanınca babıâlî de sadrazamın odasının, sadaret kaleminin ışıkları
sabahın erken saatlerine kadar yanmaya başlamıştı.
Yaşlı başvekilde;
herkes uykudayken mesâiye de-vam etmekteydi de; kimileri buna, dostlar alış
verişte görsün, demekteydi. Halbuki bu geç vakitlere kadar süren mesai cemiyetin
reislerinin müşavere adı altında arzu ve isteklerini tartışa tartışa tecrübeli
bilinen sadrazama yutturma ve fiiliyata koymaya ikna seansları dense, isabetli
ifadelerdendir.
Kabine daha ongunluk
olmamışken; İtalya hükümeti Trab-lusaarb ve Bingazi'nin kesin olarak ve tamamen
İtalya kraliyet topraklan sayıldığını 23/ekim/1327/1911 tarihli kraliyet
emirnâmesiyle bildirmişti. Bu beyanname karşısında İtalya'nın bahse konu
yerleri kendi eline almasına da kızan hükümet açıkça müdafaa ve muhafaza
edemediği topraklar üzerinde İtalyanlara burayı, güya yâr etmemek gayesiyle
mücadele meydanına atılarak bir gizli gerilla savaşını başlattı. Bir çok
kişiyi bu kapalı savaşda kullandı. Bu arada da milletin hazinesini,
milyonlarca altununu istedikleri gibi sarfedi-yorlardı. Yine binler ce bölge
evlâdı ve Osmanlı yiğidini bu masrafları rahatça yapabilmek için, şehadet
şerbeti içmelerine sebeb olmaktaydılar.
Bize Trablus'un lüzumu
yoktur, diyen haşarata bizde; şimdi sual ederiz: "Acaba ne için bu kadar
evlâd-i vatanın kanını ve milletin milyonlarca lirasını harcadılar?
İttihad ve Terakki
cemiyeti reislerinin Trabiusgarb meselesinde ve daha sonra beliren diğer
hususlarda çevirmiş oldukları fesat dolablarından haberdar olan muhalif
mebuslardan ve bizatihi ittihadcılann kurucu ve reislerinden olan bazıları
vicdan ve namuslarının kabul etmediği böyle bir çirkinliği, daha sonra çıkması
muhtemel pek kötü vak'alann önüne bir engel, bir set olarak dikilmek lâzım
geldiği idraki içinde birleştiler ve yine eski İttihatçılardan Miralay Sadık
beyefendi başkanlığında "İtilâf ve Hürriyet Fırkası"nı kurdular.
Böylece de; cemiyet kelimesi
denince artık sadece ittihad ve terakki cemiyetinin gelmeyeceği, İtilafçıların
cemiyeti denilebileceği vasat da sağlanmış oldu.
Bu itilaf kelimenin
lügat mânasını verelim: Anlaşmak. Görüşmek, uyuşmak. Muvafakat. Cem olmak,
birikmektir. Bir de lâtin hurufatında farkına pek dikkatli yazıldığında mânasının
başka olduğu fark edilmesi muhtemel İ'tilaf kelimesi vardır, ki bu kelimenin
mânası ise: yem yeme olup, Osmanlıca harfler ile yazılışı; elif, ayın, te,
lâmelif ve fe harfleriyledir. Cemiyetler önceleri birinci mânaya uygun olarak
faaliyet serdederler sonuna doğruda ikinci mânaya doğru kürek çekmeye
başlarlar. İtİlâfçılar'in çok geçmeden İkinci mânaya gelen kelime yazılışına,
uygun hâle geldiklerini de hatırlatalım ve İttihatçıları bu memleketin kötü kaderinde
yalnız bırakmadılar diyerek bu şerhî koymakdan kendimizi men edemedik. Tabii
ki; böyle bir fırka teşekkülü Ittihadçıların İştahını kaçırıp rahatını bozdu.
Yeni fırka, birleştirici unsurları daha bir harekete geçirme düşüncesini ortaya
koy duğunda muhalefetin yol gösterici vasfından bir numune göstermiş olması da
iyi karşılanarak iktidara alternatif oldu. Bilhassa bunların, mebuslar
meclisinde yer almış "Ahali" ve "Mutedil Hürrİyet-perveran"
fırkalanyla, Arnavud, Rum, Bulgar mebuslarını da bir araya toparlaması, yetmiş
kişiye yaklaşan bir muhalefet oluşturmayı başarmasına sebeb oldu.
Tabii ki böyle muhalif
bir rüzgâr estirmeğe muvvafak olan fırkaya, ülkenin bir çok yerinden tebrikler
yağarken, her yerde şubeler açılma ve bunları yapmayı üzerine alacak heyetlerin
selahiyet talebleri sel gibi akmaya başladı. Bunun diğer bir mânası her halde
İttihad-ü Terakki cemiyetinin icraattaki bölücülüğü idi.! îttihadçılar, böyle
bir güce sahip ve her an bu gücün ülke çapında inkişaf ettiğini haber
aldıklarından, ortalığı kana boyayarak, cinayetlerle, tehdit ve ihtilaflar ile
kaldıramayacağını bilecek kadar da akıllı idiler. Bu akıllarını ise, sadrıazam
Mehmed Said Paşanın başında olduğu; hükümeti meclisin kapanması istikametinde
iknaa muvaffak olmakda kullandılar. Böylece iktidar partisi ve hükümetin,
mebusani kapatma talebini beraberce yürütmeğe çalıştıkları görüldü. Kabine bu
mebusanı kapama yoluna gitmede bir sebeb bulmak İcâb ettiğini düşündü ve de
bulmakda gecikmedi.
Karesî mebusu
Abdülaziz Mecdi (Tolun) efendinin başkanlığında kendini gösteren "Hizb-i
CedîcT'in yâni Yeni fırkanın on maddesinden biri olan: "meclisi fesh
hakkının padişaha verilmesi ve tevâzün-u kuvvaiye riayet(den klik kuvvetine)
riayet olunması" meselesini meydana koydu. İttihadçjlann, hükümetin
getirdiği bu çâreye, gönülden sarıldığı görüldü. Böylece 35. maddenin tadili
talebiyle ve işin aciliyeti ileri sürülerek, mebusana icab eden layihayı
verdiler ve encümene havale ettirdiler.
Bu encümenin reisi
Menteşe mebusu ve Hakkı Paşa kabinesinin dahiliye nâzın olan Halil (Menteş)
bey idi. Mazbata yazanda evvelce serbest bir anayasaya tarafdarânı olan Bağ-dad
mebusu Babanzâde İsmail Hakkı bey idi. Said Paşa kabinesi; bu maddenin
değiştirilmesiyle padişahın hukukunun genişletilmesini, böylece hükümet ile
mebusan arasında kuvvet dengesinin temini için taieb etmişdi. Bunu üzülerek
ifade edelim ki hiç bir hakkı hükümranisini ifa edemeyen Sultan Reşad'ın
hakkını, iade bakımından değilde, maddeyi istedikleri zaman lehlerine kullanmak
için işlerine geldiğinde, padişaha meclisi kapattırmak imkânı vermek için
teşebbüs ediyorlar ve ellerine aldıkları aletle kötü emellere hizmet edeceklerdi.
Bahse konu 35.
maddenin birden bire meydan da gündem belirlemesi ve de meclisin kapanmasını
hatıra getirebildiğinden, İtilaf ve Hürriyet fırkasıyla, muhalif mebusları
düşünmeye mecbur kıldı. Encümenden mebusan meclisine gelinceye kadar geçecek
zamanıda doldurmak ve muhalifleri oyalamak için ittihadçılar görüşmeler yapma
teklifinde bulundular. Bağımsız mebusların arabulucuğuyla her iki fırka yâni
itti-hadçılar ve itilafçılar müzakereye girişdiler. Muhaliflerin taleb anlaşmak
istedikleri maddelerden öncelikli olanları şunlardı; Kabinenin ekseriyet ve
muhalif fırka mensublarından kurulması (bugün kü koalisyon anlayışı), yahud
tarafsız şahıslarca teşkili, örfi idarenin kaldırılması, memurların partilere
dâhil olmamaları, 35.madde değişikliğinin tehir olunması, Kâmil Paşanın
sadarete getirilmesi gibi hususlardır.
Bu müzakerelerin
dediğimiz gibi vakit kazanmak ve oyalama için düzenleyen İttihadçılar tabiiki
anlaşmaya yanaşmayacaklardı ve işler sürüncemeye kalmıştı. Bir de
İtilafçıların Kâmil Paşayı ileri sürmeleri başka başka hesaplara yarar hâle
gelmişdi. Bu arada da, 35.madde encümenden meclise gelmişti. Meclisin görüşme
alanına inen 35. madde sayesinde İttihatçılar anlaşmayı samimi olarak hiçbir
zaman arzu etmedikleri itilafçıların yüzüne karşı isteklerinin meclisin feshi
olduğunu söylemiş olmaları görüldü. Hâl böylece İttihatçıların muhalifi
mebusların, meclisin madde ile alakalı görüşme oturumlarına katılmama kararı
alıp tatbik etmelerine kadar gitti.
Bu tatbikat meclisde
İnsidad-ı müzakere yâni müzakerelerin tıkanmasını sağladı. Değil kanun
değişikliği için lâzım olan üç de bir ekseriyet, ekseriyet-i adiye dahi meydana
gelmediğinden kabine ile mebuslar arasında ihtilaf çıkmıştır. Çünkü hükümet
meclisi çalıştıran güçdür ve bahse konu teklif de hükümet tasarısı olarak
meclîs müzakereleri safhasına indiğinden arkasında itimat oyu olan hükümet
arzusunu yerine getirebilmeliydi! Fakat bu kuvvetde görülmüyordu. Yoksa
İttihatçılarda meclisi bir başka şekilde mi kapatmak istemekteydiler!?
Bu sırada meclisi
mebusanda muhalif ve muvafık mebuslar öyle şiddetli ihtilaflara düşmüşlerdi ki
artık birbirlerini hakaretlerle tahrik etmektelerdi. ülkenin Trablusgarb gibi
önemli bir yöresinin kaybı ve nice elem verici gaileleri varken hariç ve
dâhilde dağdağalı işlerin tepemizden duman çıkardığı bir dönemde ellerinden
hükümeti bırakmayarak, kötü idareleri sebebiyle daha büyük tehlikelere doğru
ülkeyi sürükleme ve büyük meseleler çıkarmak, mebusanı fesh etmeye kalkışmak,
kanunları canlarının istediği gibi tatbik etmeye kalkışmaları asla doğru
olamazdı.
Zâten şahsî
menfaatlerinden başka bir arzu ve düşünce taşımayan İttihad ü Terakki cemiyeti
reis ve mensuplarından başka ne beklenebilirdi? Meclisin ilk dördüncü
devresinin toplanışının sonuna bir kaç ay kalmışdı. Muhalifleri ile güzelce
anlaşarak öyle nâzik bir zamanda kavga çıkarmakdan kaçınmak, hükümeti daha
güçlü ve muktedir ellere terk etmek iyi niyet taşıyanlar indinde de övülmeğe
değer olduğu halde, millet ve memleketi sevdiğini ilândan geri kalmıyan İttihad
ü Terakki cemiyeti neden bunları düşünerek ülkenin selâmetini gözetmedi?
Herneyse; Said Paşa
hz.leri Anayasanın değiştirilmiş 35. maddesine göre <ihtilaf> sayılamayan
kanunda yazılı müzakere ve tevâlii ihtilaf yok idi insidad-ı müzakereyi ihtilaf
addedib istifasını verdi. Şimdi başka bir bakanlar kurulu teşkil olunup meclise
gelmesi devam etmek de olan bu üzücü ahvalin sonunun temini hususunda herkes
de bir ümîd uyanmıştı. Anayasanın
35. Maddesinin; "yeni gelen bakanlar kurulunun, eski bakanlar kurulunun
fikir ve talebinde, ısrar ederse ve meclis-i mebusan bunu kabul etmezse o
vaziyette meclis-i mebusanın ayan meclisinin uygun görmesiyle padişah
tarafından fesh" olunacağı gösterildiğine göre Said Paşa kabinesinin
yerine gelecek heyet-i vükelâ, eski hükümet olması düşünülemezdi aksi halde
Anayasanın icâb ettirdiği, heyet-i vükelâyı değiştirmenin ne faidesi kalırdı.
Yukarıda anlatmaya
çalıştığımız kanun gayet net olarak meydandayken, ne olursa olsun, meclis-i
mebusani.kapatmayı kafalarına yerleştirmiş İttihad ü Terakki cemiyeti, istifa
etmiş bulunan Said Paşayı yine kabinenin kuruluşuna vaziyet etmesini
sağladılar.
Paşanın bu son
sadaretinden çabuk düşmemek ve bir zamanlar kendisinin bir vergi borcundan
dolayı ittihadçılann hakaret hedefi olduğunu hatırlayıpda bunlara bir oyun oynamak,
düşerse de ittİhadçıları da beraber düşürmek azminde olduğuna şüphe edilemeyen
Said Paşa hz.leri, yeni bakanlar kuruluyla meclisde program okumak ve güven
oyu istemek usûlünü, belki muhalifler galebe çalarda ben ihtiyarın genç
kabinesini düşürürlerse, oynayacağım oyun yarım kalır düşüncesiyle sarf-ı nazar
etti.
Otuzbeşinci madde diye
meclise gitdi. Meclisde de bahse konu müzâkereye konmuş idi. Allah için
söyleyelim.Vicdanen itiraf edelim. "Takvim-i Vekayıi" adlı resmî
gazetenin sa- . tırlarında meclisi mebusan müzakeresini okuyalım: "Muhalif
mebusların millet kürsüsünde meclisin şu zamanda feshinin münasebet
olamayacağına, 35. Madde mucibince meclisin feshi teşebbüsü, kanuna ve kavaid-i
meşrutiyete tevfik edilmediğine"
dâir yapılan ifadeleri ve beyanatları pek kuv-Vetli delillere dayanmaktaydı.
Görüldüğü gibi bir
hayli zamandır yazımızda 35. madde diye bir ibare değişikliği ne kadar zaman ve
yer almaktadır. Demek, ki günümüzde de, iktidar ve muhalefet anlayışları pek
ayrı istikametlerde yol aldığı takdirde zaman hangi seneyi kapsarsa kapsasın
netice aynı güzergâhda seyretmektedir. İşte 1911, işte misal olarak 2000
yılında da anayasa anlaşmazlıkları!
Neyse; biz günümüzü
bırakıp, maziye avdet edelim. Evet 35. maddenin müzakereleride günlerce
sürdükten sonra neticede Said Paşa kabinesinin maddenin değişikliği hakkında
verdikleri teklif, 125 rey'e karşı 105 rey ile ret olunduğundan ve üç de iki
çoğunluk temin edilemediğinden madde aynen kaldı. İttihatçılar meclisin bu red
kararı üzerine, ayan meclisine verdirdikleri mebusanın fesih kararı ile
maksatlarını temin ettiler. 5/ocak/ 1912 tarihli hattı hümayun ile meclisi
Sultan Reşad'a dağıttırdılar. Böylece milletin görüşünün bir şahadetnamesi olan
kanun-î esâsîyi çiğneyerek, her çeşit tedbire başvurup mecbur kaldıkları halde
bu affedilemez hatalarını kapatmak ve mazur görülmelerini temin için kime
rastlasalar; "eğer meclis fesh olmasaydı hükümet muhaliflere geçecekdi.
Halbuki karşımızda, kavî ve muntazam, ahvâli itimat verir bir muhalif fırka
yok. O sebeble hükümeti şu nâzik dönemde muhaliflere bırakmamak için bu
davranışı zarureten yaptık" demektelerdi.
Muhalifler dedikleri
ise, kendilerinin cemiyetlerini birlikte kurdukları, eski azaları ve
arkadaşlarından başkaları değildi. Bunlar memleketin hâl ve istikbâlini fena
görüp, ayrılmış
OSMANLI TARİHİ münevver kimselerdi. Bunlarla
uyuşub bir ikisini kabineye alarak anlaşma yapsalardı. O zaman fesih gibi
müthiş bir hâle sebebiyet verilmemiş olurdu. Kanundan ayrılamaz ve kanunu,
şahsî menfaatlerini temin için, ayaklar altına alamazlardı.
Said Paşa bunlarla
kanundan şikayetçi hatalara düştü. Ayan meclisini de gizli müzakereden sonra
feshetme talebini kabule sevk etti ki, bu yönü hakiykaten tetkike değer. Said
Paşa kabinesi; 35. madde müzakeresine böylece son vererek, mebusan meclisini
dağıttıktan sonra çoluk çocuk eline kalan memleket idaresini birçok vak'a
bekler olmuştu.
Said Paşa ve kabinesi
35. madde ile aylarca uğraşırken devletin bir başka işleri için için
tutuşmakta,ara sıra kısa alevler ile kendini hatirlatmaktaysa da, 35. madde
kabineyi, meclisi ve sadrazamın bütün hayatını teşkil etmekteydi. İşte
günlerden bir gün bu belâların âteşi sönmez bir alev hâlinde değil amma,
içinden çıkılmaz bir belâ yumağı gibi kendini gösteriverdi.
Bunların en başında
Mehmed Emin Âlî Paşa gibi bir zâta dahi uykular uyutmayan Girid meselesi
yeniden başgösterdi, Malisör isyanı, bir başka üzücü mesele ve haberdi, Yemen
vak'ası, ben de burdayim deyiverdi. İran ile didişirken, Trab-lusgarb harbi ile
uğraşırken, İttihatçıların sebeb oldukları hi-zibçilik, fırka meseleleri, yeni
seçim işleri arasında bunalmış kalmıştı.
Alman imparatoru 2.
Wilhelm dostumuzun(!) himmet ve hamiyyetperveraneleri(!) eserlerinden olan
Trablusgarb savaşları yetmezmiş gibi birde, Makedonya da Malisörler
meselesinin üstüne, Bulgar komitelerini
teşvikle şimendifer l'tren) ollarında, karakol ve kışlalar civarında bombalar
patladı- Bu defa da Bulgar komitelerinin (İttihatçı beylerin meşrutiyetin ilk
günlerindeki kardeşleri) cinayete dönük davranışlarını dini mâbedlere de
ulaştırdılar. Bombalardan biri, İştip'de camiî şerif altına kondu. Patladığında
birçok müslü-man şehid oldu ve bir hayli de yaralanmaya şahid olundu.
Bu vaziyetden galeyana
gelen Arnavutların, hristiyanlar-dan beş kişiyi öldürmelerine ikiyüz kişi kadarımda
yaralamalarına sebeb olundu. Malisör ve Bulgar komitelerinin meselelerinin
üstüne gelen, Arnavut harpleri meselesiyle zâten karışmış olan Rumeli, Hakkı
Paşa kabinesinin fahiş hatası neticesi olarak Arnavutlardan silah toplamak,
güya ıslahat yapmak vesilesiyle Arnavudları tehdid ve muhalif mebuslarını göz
önüne alan İttihat ve Terakki cemiyeti, Amavudluk'da örfi idare ilân ederek
binlerce masumu, idam, hapis, işkencelerle katletmek, sürgün, hakaret gibi ve
bilhassa ellerinden silahlarını alma hakareti, bu kavmin çok, ama çok gücüne
gitdi. Bütün bu yapılanlar Arnavut ahalinin İttihat cemiyetinden intikam
alması sevdasına düşmesine sebeb oldu. Hükümet Malisörler ve Bulgar çeteciler
karşısın da aciz kalıyordu.
Arnavutların;
hükümetin bu acizliğini görüp, istifadeye kalkmamasını takdir kolay değildir!
Malisörlere verilen müsaadeyi ve bulgarlara karşı gösterilen aczi gören ve
bilen, Arnavutları kıyama hazırlamış ve balkan ittifakiyiede yavaş yavaş
uyanmağa başlamışdır.
Ittihad ve Terakki
cemiyetinin emriyle Arnavutların Mahmut Şevket Paşa tarafından silahları
toplatılarak, kuvvetli bir savunma gücünün ortadan kalkması ve İtalyanların
Trablus-garb'a hücumu sebebiyle, Akdeniz yolunan kuvvet göndermemize kapalı
olması ve bir kuvve-i mühimme-i askerî-ye'nin Anadolu sahilini İtalyanların
hücumundan muhafaza ile meşgul bulunması gibi sebeblerden istifâde eden Bulgar
ve Sırp hükümetleri Ma kedonya'yı aralarında bölüşmek üzere Said Paşa
kabinesi, iktidar mevkiinde bulunduğu zaman ittifak imzalamış ve Yunan'ı da bu
ittifaka davet eylemişlerdir.
Fakat; Yunan başvekili
mösyö Venizelos, Bulgar ve Sırp hükümetlerinin itimada şayan olmadığına binaen,
devlet-i âliye-i Osmaniye ile ittifak etmeyi Yunanistan menfaatine uygun
bulduğun dan Atina'dakİ maslahatgüzarımız aracılığıyla Bulgar ve Sırp
hükümetleri arasında akd-i ittifak olunduğunu babıâlî'ye haber ederek ortak
menfaat gereğince bu ittifakın yapılması icâb ettiğini hatırlatıp, gerekirse
bunu konuşmak için İstanbul'a gelebileceğini bil dirmiştir. Ancak;
boykotlanyla Yunanlılar aleyhine husumet ilân eden İttihatçıların bu yaklaşımı
iyi karşılamayacağını düşünen Said Paşa böyle bir müracaata cevap bile vermek
lüzumunu duymamıştır. Böylece ufukda görülen Rumeli yağmasından hissedar
olmaktan mahrum kalırım, korkusu taşıyan Yunan hükümeti, bölüşümden istifâde
etmek için şâyan-ı itimad bulmadığı Sırp ve Bulgarlar ile ittifaka girmeyi de
ihmal etmedi.
Aslında birbirlerinden
emîn- olmayan bu devletler, daha . sonra birbirlerine girdiler. Fakat; Said
Paşa müdebbir, muktedir bir başvekil olsaydı, balkan ittifakının
gerçekleşmesini
Önlemek için
Yunanlılarla ilgili maslahatgüzarın teklifini, kuv-vejen fiile çıkarması
gerekirdi. İcabında vücudunu ittihatçıların anlayışsızlığına kurban edecek cesaret
ve fedakârlığı göstermeliydi! Ama nerdee! Eğer bu antlaşma yapılabilseydi,
Edirne'yi Bulgarlar ele geçiremezlerdi. Nitekim aralarında kapıştıklarında biz;
Edirne'yi tereyağdan kıl çeker gibi istirdat ediverdik.
İşte böyle başlayan
balkan ittifakı, Rumeli vilâyetlerinin gelecekde karşılaşacağı durum vahamet
arzettiğinden, bundan korkan Arnavutlar, ittihatçılar başta olduğu takdirde
topraklarının ecnebi devletlerin eline düşeceği tahmininde bulundular. Bu
anlayışlarını hükümete anlatmak ve bazı müsaadelere kavuşmak ve topraklarını
pek kötü sıkıntılara düşmekten kurtarmak için toplanma haklarını kullanmağa
başladılar. Bu toplanma eylemleri, Osmanlı hükümetinden istedikleri müsaade
talebine hızvermişti. Ne varki ittihatçılar bu tarz talebleri bir isyan
teşebbüsü olarak addetiğinden ve Rumeli halkına güveni olmayan ittihatçılar,
Kandiyeli ferik İsmail Fazıl Paşa idaresinde asker sevk etmeyi münasib gördüler.
Böyle az bir ku\vetle Rumelide askerî harekât yapmağa görevlendirilen Paşa'yı
hâlihazır mevcuddaki Rumeli ordusunun ilâve edilmesini sağladı, İsmail Paşa
kuvvetini böylece ikiye katladı.
Emrindeki kuvveti bir
hayli ziyadeleştiren İsmail Paşa harekâta başladığında, asakir-i şahane; necib
bir kavim olan Arnavutlara taleblerindeki haklılık münasebetiyle, silah kullanmamayı
tercih ettiler. Böylece ittihatçılar askere sözünü geçirememiş oldu.
İttihatçıların emrindeki kabine; askeri bu iş de kullanama yacaklarını
anlayınca, telâşla ve korkuyla irkildiler. Plânladıkları cinayetleri yapmaya
iştirak etmeyen asker üstelik Arnavutların haklı tâleblerinden dolayı onlardan
yana tavır koyduğunda ortaya çıkan durum başka bir mahiyet gösteriyordu. Asker
ne yapacak? Düşüncesi ağızlarını bıçak açmayacak dereceye getirmişti.
Kandiyeli İsmail Fâzıl
Paşa; Harbiye nazırlığı koltuğunda oturan Mahmud Şevket Paşa ya gönderdiği bir
telgrafda: komutasındaki seksen tabur askerin bütünü Arnavutların tarafına
iltihak etmelerinden dolayı bu harekât-i askeriyeyi gerçekleştirmek imkânı
kalmamıştır. Bu işi başka bir hususla düzenlemek lüzumunu hatırlatıyordu.
Mahmud Şevket Paşa; bu telgrafı alır almaz, evvelki gibi olmayıp bu defaki
hatasının cezasının kendisi İçin pahalıya mâl olacağından epeyi korktu. Hemen
bu telgrafı yanına alarak babı âlî'ye gidip, sadnazam Said Paşa ile görüşüp
telgrafı okudu. Bunun üzerine toplanan bakanlar kurulu vak'ayı enine boyuna
inceledikten sonra söz Mahmud Şevket Paşaya verildiğinde, Paşa: askerî güç
ile bir şey yapılamayacağını söyledikten sonra istifasının kabulünü isteyip,
toplantıyı terk etti gitti. İstifa edip oradan firar eden zat, Sefânik'den
başlayıp, istifa ettiği anâ kadar süren komutanlık neşesinden adetâ sarhoş olan
vede bu çocuklar hükümeti ve cemiyetinden bir türlü ayrıfamayan paşa, işlerin
bu noktaya geleceğini idrak etseydi, bu küçük beylerin arzularına baş eğmekden
azade kalır böyle ağır bir yük altına girmezdi. Böylece de meclisin önünde
istifa edip firar etme durumuna düşmezdi.
Diktatörlüğe kalkışan
Mahmud Şevket Paşa,onu bunu idam veya sürgüne yollamak, tevkif ettirmek,
işkencelere göz yummak yerine bu selahiyeti, gücünü küçük beylere kullansa idi,
hiç şüphe olunmasın ki, ne memleket bu hâle gelir ne de onlar padişaha ve halka
oyunlar yapabilirlerdi.
Bunun böyle olması
gayrikabil değildi. Çünkü; subayların çoğuda Mahmud Şevket Paşa ile aynı
düşünce ve anlayışa sahipti. Askerlerini milletin kanını dökmek ve ortalığı yağmaya
bırakacağına, bu haşaratı temizlemede kullanabilirdi. Eğer böyle vatanperverâne
bir hizmete kalkışsaydı Mahmud Şevket Paşa, Osmanlı târihinin pek büyük
kişileri arasında mümtaz bir yerin sahibi olurdu.
Ayrıca ülkeyi bölünme
ve çökmek gibi felâketlerden muhafaza etmiş olurdu. Görme nimetinden neredeyse
mahrum denilecek kadar geleceği göremeyen, aciz ve fikir bakımından kısır olan
Mahmud Şevket Paşa,yukarıda söylediğimiz hâle teşebbüs edip gerekeni yapmayı
hatırına bile getiremediğinden, memleket harabeye dönerek, bir felâket
girdabına düşmüştür. Mahmud Şevket Paşa'nın istifası, Said Paşa kabinesinde
büyük bir zafiyet doğmasına sebeb olmuştur. Ne yapacağını şaşıran tecrübeli
sadnazam, kabineye alabileceği bir harbiye nâzın bulamama durumu ile başabaş
kalmıştır. Dolayısıyla harbiye nazırlığı tâyini gerçekleşememiştir.
Beri tarafdan
Arnavutlukdan İttihatçıların birinci inkılab esnasında yaptıkları ve
öğrettikleri üzere yağmış bulunan telgraflar ve bir başka tarafta çeşitli
meselelerle yüklü siyasî durumlar üzerinde çaresiz kalan kabine üyeleri de
kaçmaya hazırlanırlarken, meclisi teşkil eden mebuslar arasında kabineye
itimatsızlık görülmeye başlandı.
Bu durumu hisseden
ve'harbiye nazırının istifasından sonra sekiz-ongün geçince bir harbiye nâzın
tâyin etmeyen, Said Paşa bir beyanname hazırlıyarak mebusan meclisi huzurunda
birden bire kabinesiyle göründü. Beyannamesini okurken; dâhili asayiş lâzım
gelen merkez de isede dış dünyada büyük devletlerle aramızda geçen işlerin
siyasî bölümü yolun da gitmemekte hususuna dokunmadan geçemedi.
Aynı hitabetin bir
yerinde ise; balkan devletleriyle, bizim hükümetin takip ettikleri görüşlerin
sayesinde dostane hava devam ettiğini, endişeye sebeb olacak husus bulunmadı
ğmı söylemeye de önem verdi. Bu konuşmasını bitirdiğindede güven oyu istedi.
Meclis toplantısına katılmış bulunan ve kanmaya hazır bulunan mebuslar derhal
kabineye itimat reylerini veriverler. Hemen ertesi günü babıâlî de yapılan
toplantı çok uzun saatler devam etti ve burada alman karar üzerine, aynen
harbiye nâzın Mahmud Şevket Paşa' nın yaptığı gibi istifalarını verip bir
köşeye firarda İttifak ettiler ve derhal savuştular.
Talat'ların,
Cavid'lerin, Mahmud Şevket'lerin ve emsalinin tek tek firarlarından sonra
ortada kalan Said Paşa'ya saraya istifasını gönderip, evine gitmekten başka
yapacak bir şey kalmadı. Said Paşa hz.leri yukarıda anlatıldığı gibi vergi borcundan
dolayı uğradığı hakarete mukabele olarak İttihad ve Terakki cemiyetine karşı
istediği oyunu tamamen oynaya-mamişsa da, bir miktar zaman için de olsa
iktidardan düşürmeğe muvaffak ola-bilmiştir.
Said Paşa'yı, yakından
tanıyanlar kabul edip, teslim ederler ki Paşa, gayet inatçı ve kindar ve de
intikam almakdan hoşlanır bir karaktere sahip olduğundan şahsı ile alakalı iş
olduğundan intikamını almaktan kendini rnenedememiştir. Zâten sadareti de kabul
etmesi gördüğü hakaretin acısın! çıkarmaya ve bir de yine bana muhtaciyetleri
oldular diyebilmek içindi. Said Paşa yaradılış itibarıyla zeki bir kimse olup,
makam iktidarını istediği gibi kullanan bir şahsiyetti. Zekâsını ve bunu
kullanma gücünü de, şahsî işlerinden ziyâde memleket işlerinde sarf etmek
yolunu tutsaydı, ülkemiz bundan çok çok kârlı çıkardı. Said Paşa doğrusunu
söyleyelim ülkemizin son zamanlarda yetiştirdiği siyaset insanları arasında
nâdir kıymetteki eşhasdandir.
Bütün bunlara rağmen
Said Paşa son derece korkak, sebatkâr olmayan, merhameti pek kıt kimselerden
idi. Herşeyi kendi almak ister bunu kimse ile paylaşmak istemez bir anlayışa
sahipti. Teşebbüs ettiği işler üzerinde basiret üzere hareketle beraber,
başarısızlık hâlinde kabahati kendinden hemen atabilecek tedbirleri almakda pek
mahirdi. Bu sebeb den başlamış olduğu işlerin çoğu bu davranış içinde olmasından
pek netice vermezdi.
Said Paşa kırk yaşını
aştıktan sonra fransizcaya bir iki sene içindede vukufiyeti elde etmiştir.
Böylece başkasının on-beş senede zor toplayacağı mânevi bir sermayeye sahip olduğu
görülmüştür. Avrupa siyaset usûlü medenisinin zorluklarına vakıf olmayı
başardı. Maarif sever bir insan ola-ak tanınmıştır. 2.Sultan Abdülhamid hân
devrinde maarif sahasında ortaya koyduğu çalışmalar takdire şayan hizmetlerdendir.
Ayrıca aile bağlılığına pek önem vermesi bazı hatalara düşmesine sebeb
olmuştur. Velhasıl Said Paşa'nın hayırları kötülüklerini karşılar. Diyenler
yalan söylememiş olur.
istifa ederek makamı
sadareti boşaltan ve kabinesini yıkarak bu işi beceren Said Paşa'nın yerine,
Arnavutların da ta-lebleri üzerine Kâmil Paşa hz.lerinin başkanlığında
kurulacak bir kabine teşkili beklenirken, geçmiş kabineden firar yoluyla giden
zevatın arkadaşlarından olan, padişahın sarayının başkâtibi Halid Ziya (üşaklıgil)
bey, yine padişahın serkurenası (bu günkü tâbirle protokol genel müdürü) Lütfi
(Simâvî) bey ve saray görevli İerinden Tevfik beyefendiler, bahse konu ittihatçı
cemiyetin verdikleri emirler ışığında, sadaretin, Kâmil Paşa'ya verilmemesi
hususunda, kesif faaliyete girişdiler. Arnavutları avutabilmek ve Kâmil Paşa
hz.lerinin sadrazamlığını önlemek gayesiyle kabine kurma hususunda arzularım
duyuran ittihatçılar, Kâmil Paşa'nında içinde bulunduğu ve Gazi Ahmed Muhtar
Paşa hz.lerinin riyasetinde olmak üzere kabine teşkil teklifleri ve yine,
Arnavutların farmason olduğu iddiasıyla kabinede görmek istemediklerini
belirttikleri şeyhülislâm Musa Kâzım Efendinin yerine Sultan Hamid'e aralıksız
onsekiz yıl şeyhül islâmlık yapan Muhammed Cema-leddin Efendi hz.lerinin tâyini
taleb ve ısrar etmeleri münasebetiyle Gazi Ahmed Muhtar Paşanın
başkanlığındaki kabine teşekkül ettirilmiş ve buna Büyük Kabine adı
verilmiştir.
Sadrazamlığa nasbi
yapılan fahametlû, devletlû Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Şura-yı Devlet riyasetini
kabul eden esbak ibahetlü, devletli Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa hz.leriyle birlikte
diğer vükelâyı seçip tamamlamış ve iradei seniyyeye tasdike arz etmiş ve
arzuy-u şahane tasdik babında vukubul-duğundan işe girişmişti. Hükümet
işlerinin son derece tavsayıp çeşitli vak'a ve dağdağa içinde bulunulduğu için
yeni meseleler çıkarmamak için Arnavutların taleb etmiş oldukları altı
maddelik arzuyu, dikkat nazara alarak bu kalabalık ve sadık topluluğu karşısına
almama yolunu seçti.
Ayrıca bu taleblerin
hiç biri Osmanlı devleti aleyhine hiç bir husus taşımıyordu. Zaten uygun olanı
da Arnavutların bu altı maddelik talebin 4'ünü yazmak suretiyle de okurlarımızı
bildirmektir.
1- Meclis-i
Mebusan'ın fesh edilmesi
2- Yeni seçimlerin
kanuna uygun olarak serbest şekilde yapılması
3- Hükümet
emriyle daha önce ellerinden alınmış silahların iadesi
4- Kâmil
Paşa hz.lerinin sadarete getirilmesi ve benzeri hususlardan ibarettir.
Gazi Ahmed Muhtar
Paşa; meclisi mebusanın fesih işine hemen teşebbüs etti. Arkasından
Arnavutlara; vermiş olduğu bu teminata istinaden, hemen bir nasihat heyetini
göndermeği plânladı. Büyük müşirlerden İbrahim Paşa riyasetinde bir nasihat
heyetini hem Arnavutlara hem de, bunlara iltihak etmiş askerlerimize gönderdi.
Öte yandan bitmez tükenmez sıkıntıları hâlle ve yeni vücud bulan hadiseler ile
meşgul olan hükümet, çeşitli çârelere başvurmağa uğraşırken, hem hükümetken
istifa verip kaçan İttihatçı kurucu ve reislerinin, yine kabineyi kendi
istikametlerine çevirmek yolunda, her çeşit çalışmaya girdiği gözlemlendi.
Hedefleri yeniden hükümet olmaktı. İttihatçılar; heyet-i ayanın uygun
gördüklerini verdikleri oyla belli ettikleri mebusanın feshine karar vermelerini
ve bu kararın padişah tarafından tasdik edilip okunması lâzım geldiği gün
mebusların düşüncelerinde bir anarşi temini için meclise gitrnekden men etme
yolunda gayret sarfettiler.
Memleketin ihtilâf ile
sarsılmasına yarayacak hareketlere girişmekten kendilerini alamadılar.
Bunlardan; îttihad ü Terakki cemiyetinin kurucularından vede ileri
gelenlerinden Selanik mebuslarından, iktisat» ilmi âllemesinden ve bahse konu
cemiyetin baştâcı sayılan avdeti (Dönme) Cavid bey kürsüye çikdı ve kabinenin
bu hareketini meşrutiyet darbesi olarak isimlendirdiği görüldü. Ayrıca; nice
hezeyanlar savurdu durdu. Bütün bu konuşmaların amacı ahaliyi sokağa döküp yeni
bir mesele çıkarmağa dönüktü. Cavid'in gerek anayasaya aykırı, gerekse
padişahın irâde-i seniyyesine mugayir olan davranışı ne çâre hiçbir ceza almadan kendisine
kâr olarak kaldı. Meclis de böyle bir hâlin meydana gelmesi esnasında,
cemiyetin fedâileriyle diğer serseri takımı tarafından meclis içinde, veya
dışarıya taşacak bir olayı çıkarmaya cesaret etmelerini, bunların
müteşebbislerini başda Cavid bey olduğu halde meclisde bulunan polis kuvveti,
yetmezse Harbiye Neza retinden sevk olunacak asker sayesinde* bunların tevkifi
için gereken emri vermekte Gazi Ahmed Muhtar Paşa tereddüde düştü ve
kararlılığı gölgelendi.
Eğer memleketin
selâmete ermek zaviyesinden olaya bakılmış olsa idi, bunların, bu serserilerin
başda Cavid bey olmak üzere hakkettikleri muameleye tâbi tutulmaları yerine
getirilseydi, Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi ülkenin bütün işlerini tam
manasıyla hâl yoluna koyabilirdi. Ne varki; sadrı-azam paşanın yukarıda temas
ettiğimiz tereddüt dolu ve yapılması gerekeni yapmakta acz içinde kalması
hükümetin otoritesini sıfırladı. Böylece de; milletin kurtulma imkânı bulduğu
sırada, serseriler haşaratlıklarına devama fırsat buldular.
Güzel vasıfların bir
çoğunun kendisinde toplanan kumandanlar arasında da apayrı bir yeri olan
Katircıoğlu Gazi Ahmed Muhtar Paşa bu önemli fırsatı idrak etmişmi?
Etmemiş-miydi? Bu hususda göstermiş bulunduğu aczi, iki hâle yorumlayarak
cevap vermek durumundayız.
Birincisi: İttihad ve
Terakki ve Hürriyet ve İtilâf fırkalarının ikisini birden idare etmek.
İkincisi: İçde ve dış da hükümetin maruz kaldığı pek önemli meseleler
esnasında yeni bir vak'a husule gelmesine sebebiyet vermemektir.
Peşin peşin söyleyelim
ki bu iki hususu biz, hata içinde hata olarak görüyoruz. Bu iki hususu muhakeme
ettiğimizde bu tesbitlere dâir şu görüşe sahibi olduğumuzu duyurmak isteriz.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa hz.leri ne ittihatçı ne de itilaf-çıdır. Zâten fırkalara
istinad etmek suretiyle makamı sadarete de gelmiş değildir. Çünkü Arnavutluk
ahalisinin, kendisini bitaraf bilmiş olmasından dolayı teklif etmiş olması, bu
arzuyu umûmî münasebetiyle, sadarete gelme olayının neticelenmiş olduğu
görülür. Mademki bir fırkaya istinad etmeden kabine kurulmuştur o halde
meclisde arkasında rey kuvveti yok demekdir. Mebusan da, her iki partiyi de,
kırmama yolunu seçerek, icâbmdada birinden diğerine dayanarak mevkıilerini
muhafaza etmek böyle sıkıntısı pek çok ve büyük olan bir dönemin işlerinden
olmadığından bu sadareti kabul etmekde bu muhterem zât için düşünüle cek
hâllerden olmadığı ortadadır. Bu
bakımdan bahse konu Cavid bey
ve hempalarını o gün tevkif edip, hapse attırıp, devlet ve memleketi bugün ve
gelecekteki felâketlerden kurtarmak, en büyük hizmetlerinin yanında bir başka
şekilde parlayacak hizmet olarak tarihdeki yerini alacaktı.
İttihadçıların
varlıklarından dolayı çıktığı görülen bütün acı vakaların, felâketlerin ortadan
kalkması bunların izalesi ile gerçekleşecekdi.
Ondan sonra bu
kabineyi meclis de, programını plânladığı şekilde tatbike koyar ülke içi
meseleler ortadan kalkacağı içinde hükümet dış meselelerdeki pürüzleri hâlletme
çârelerini daha rahat ortamda arayabilirdi. Meşrutiyetin ilânından sonra önemli
mesele olarak kendini gösteren vak'aları hiç şüphe edilmesin ki, iç ve dış
olaylarda dahil olmak üzere bizatihi İttihat ve terakki cemiyetinin kasden ve
bir maksada dayalı olarak ihdas ettiği hatırdan çıkarılmasın.
Yukarıda cesaretle
ileri sürdüğümüz husususatın gerçekleştirilmesinde ittihatçılar, veliî
nimetleri olan Almanya imparatoru ile gizli cemiyetin -değerli okurlarımız.
Ancak bir hususu belirtmeyi okuma esnasında tereddüde mahal bırakmamak için
şart olarak şunu gördük. Bazı yazarlar bu tesbiti gizli cemiyet tesbitini,
masonlar olarak net bir şekilde ortaya koyma yoluna gitmemiş ki, sebebi tamamen
kendilerine ait hususattandır. Bu bakımdan gizli cemiyet ibaresini değerli
okurlarımız masonlar şekliyle değerlendirirlerse umarım hata etmiş olmazlar.-
Şark dünyamız hakkında ki kararlarını bir zorluğa maruz kalmadan tatbike
koymada yardımcı olun emirini aldıkları için yerine getirmektedirler. Bunu
temin etmek için de, ülkemizin birçok yerinde nice vak'alar, yangınlar,
viraneler icâd ettiler. Bunları yaparken ahaliyi kendi derdinin dermanını arar
hâle getirdiklerinden, devletin içinde çeşitli yollarla te'sir sahibi olan
imkânlarıyla arzu ettikleri ve kendilerine emrolunanlan yerine getirecek
kararları almakta maalesef başarılı oldular ve memleketi de bu günkü vartaya
getirdiler.
Kabine; İttihatçıların
sebebiyet verdiği balkan hükümetlerinin birlikte hücumuna, Avrupa büyük
devletlerinin, Berlin antlaşması gereğince, Rumeli topraklarında, ıslahatın
yapılmasını ileri süren ultimatomuyla karşı karşıya kaldı. Avrupanın büyük
devletleri Rumeli topraklarındaki İslahatı taleb et- tikleri sırada, Almanya ve
Avusturya devletleri, bunların, Jön Türklerin koruyucuları olduğunu da hatırdan
çıkarmamak lâzım olduğu bilinmeli, ki bu iki devlet de balkan ittifakını yaptıranların
arasında yer aldığı gibi, silah ve ihtiyaç bakımından
bunlara çok yardım etmişti. İtalya ve
Ruslar bu yardımları müsama ha ile karşıladılar. Sonunda Almanya ve Avusturya
Osmanlı üzerine saldırın emrini balkanların sonradan çıkma devletlerine
saldılar.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa
Rumeli İslahatına cidden Önem vererek bu meselenin, savaş sebebi olma kozunu
ortadan kaldırmak için uygun bir siyaset arayışına girişdi. Böylece harbin
önünü almağa büyük gayretler sarfetti. Ancak bu anlayış daha ne kadar
sürebilirdi ki? Karadağlılar Osmanlı hu-dudlarını çiğnemeğe başlamış, balkan
ittifakının diğer ülkeleri, Yunan, Bulgar ve Sırbistan ise küçük
rahatsızlıklar verme dönemini açmıştı. Oteyandan İttihat ve Terakki cemiyetinin
sözde vatanperver ve muhterem zevatı, iktidarın iplerini ele geçirmek için yeni
hesaplar yapmış bir sonuca ulaşmışlar ve tatbike koyulmuşlardı.
Darülfünun yâni
üniversite talebelerini başlarında bazı mebuslar olduğu halde ellerinde
çeşitli flamalar, sloganlar yazılı yaftalar (pankartlar) olduğu halde
sokaklarda dolaştırıp tezahürat yaptırmaya ve bundan doğacak karışıklık
sayesinde umduklarını bulmanın hayali içinde babıâlî'ye geldiler. Harp isteriz
diye bağıran topluluk, hemen arkasından tekbirler getiriyor ve yine harp
isteriz avazeleriyle ortalığı velveleye veriyorlardı. Sadrazamı görmek
bahanesiyle bu serseriler kapı ve camlan kırma hareketlerini, göstermeye
başladı. Bu vaziyeti tesbit eden heyet-i vükelâ, yâni bakanlar kurulu araların
da bir ittifak hasıl olduğundan, tedbir almaya karar verdi.
Tedbir olarak
düşünülen, babıâlî de bulunan zabıta ve askeri kıtaya ilâveten yeterli sayıda
kuvveti babıâlî de çıkması muhtemel vakalara karşı, hazır tutmak icabında gereken
müdehaleyi temin etmekdi. Bu sırada babıâlî önünden toplanmış vede bir çok
şeyin kendisinden beklenmesi olağan bulunan kalabalık gürültü ve patırdıyı
durmadan ziyadeleşti-rirken, savaş alanlarının bu korkusuz kumandanı, toplanan
kalabalığa teskin etmek ile kendini mânevi bakımdan borçlu addetmiş olacakki
yanına aynı zamanda da oğlu olan, Mahmud Muhtar Paşa'yı alarak binek taşının
önüne geldi ve kalabalığa hitaba başladı.
Özetlersek, Paşa:
devletçe lâzım gelen hassasiyetin gösterildiğini, olayların inkişâfını adım
adım takip etmekte olduklarını bildirdi. Nevar ki bu sözler topluluğu teskine
yarayacağına bazı içten içe homurdanmalar ve bunun arkasından yükselmeğe
başlayan protesto mahiyetindeki sloganlar hareketlenmeğe yol açmıştı, ki
Harbiye nezaretinden hükümetçe taleb olunan askeri birlik başlarında tabur
komutanları binbaşı Hüsnü bey olduğu halde babıâlî ile ahali görüntüsü
verilmeye çalışan serseri güruhunun arasında girdi ve mevzî aldı. İşin
profesyonelleri gelen askeri kıtayı tekbirlerle karşılayıp da:
"Kardeşler! Elhamdülillah biz de müslümanız. Hükümet Rumeli'yi satıyor.
Onun için geldik. Biz Rumeli'yi vermeyeceğiz." diye askeri kendilerine
celbe gayret sarfettilersede, Hüsnü binbaşı, vatansever ve askerî disipline
bağlı bir şahsiyet olduğundan yapılan tahriklere kapılmadı. Böylece bu
serseriler tantanasının bir cinayete doğru gidişini durdurmaya muvaffak
oldular.
Bu kıyama katılan
mebuslar arasında daha sonra sadrazam bile olacak Talat, Hayrı (daha sonra
şeyhülislâm), Ömer Naci, Edirne ve İzmir mebusları Faik, Abdullah vesair mebuslar
yer almıştı. Bir çok kaymakam, binbaşı, yüzbaşı ve teğmen rütbesinde askeri
kişiler, hep birlikde Tanin, Tasvir-i Efkâr, Tercüman-ı Hakikat gazeteleri yazı
işleri vazifesinde çalışanlara siz de, üniversite talebesinden misiniz?
diyorsanız bunlar haya etmezlermi?
Neticede bir tarafdan
bunların bu terbiyesizce davranı$!arı ve rezaletleri iç de sürerken, dış
cephemizde Balkan devletlerinin yapmaya başladığı tecavüzî davranışlarına çâre
aramaya bakan kabine, Karadağ'ın saldırısı ve hududu aşması karşısında evlâd-ı
vatanı silah altına almaya başlayıp peyderpey Rumeli'ye şevke başladı.
Kabine Rumeli
toprakları üzerindeki İslahat hareketlerini yapmaya gayret sarfında iken balkan
devletlerinin plân ve program dahilindeki her çeşit saldırısına uğramayada
başladı. Hâl böyle bir noktaya vâsıl olduğunda Gazi Ahmed Muhtar Paşa ve
kabinesi mukabeleye karar vererek düşman üzerine askeri gönderdi.
Osmanlı askerinin
bilinen şecaat ve zaferlere susamışlığı-da göz önüne alındığında balkan
savaşının başarıyla tamamlanması gayet tabii bir olaydı. Ne çâreki vatanımızı
bir kaç kuruşluk menfaati için ve bu şahsi istifadesi karşılığında itti-had ü
Terakki cemiyetinin müfsid gayesine hizmet ede-ceği-ne dâir karanlık odalarda
yemin eden ve orduy-u hümayunda bir hayli bulunan erkân ve komutandan doğrusu
bu kadar devlet ve memlekete
hiyanet ve ihanet edecekleri ve savaşın Osmanlı devleti aleyhinde sona ereceği
ümid ve zan edilemezdi.
Kemâli teessüf ve
teessürle söyleyelimki; orduyu hümayundaki ittihatçı subaylar, savaşın
başlangıcından tutunda, sonuna kadar vatanımızın bir çok yerinin düşman eline
geçmesine hizmet ve gayret ettiler. İşte o subaylar ittihatçılar tarafından
ordu içinde propaganda yapmak ve Osmanlı askerini savaşdan soğutup, Rumeliyi
düşman eline bırakmağa muvaffak olmak için ulema ve süleha-i islâmiyye
kıyafetinde ittihatçıların gönderdiği bir takım hezele ve Selanik'in dönme
yahudileri askerlerin arasına girerek, hükümet memleketi satdi! Niçin savaş
ediyorsunuz? Sözleriyle askeri firara teşvik ettiler. Maalesef bir çok subayda
bu sözlerin tesirinde kalarak askerin firarını teşvike iştirak ettiler.
Hâttâ dahiliye eski
nâzın, cemiyet-i muhtereme(!)nin birinci âmiri mutlakı vede diğer mensup
olduğu cemiyet-i ha~ fi'yenin (yâni masonların) ülkemizdeki üstad-ı âzami olan
Talat bey, gönüllü sıfatıyla rütbesiz asker olarak orduya katılmıştı. Böyle
yapmasının yegâne sebebi de ordudaki subay ve komutanların İttihadı terakki
gayesinden ayrılmamalarını temin ve de tam tersine, ittihadçılara düşman olan
subaylara kendi varlığını hissettirme suretiyle, sindirmeyi temin etmekti.
Talat (paşa)'nın yaptığı gibi Enver'ler, Cemaller, Fethi'ler ve bunların
arkadaşları, harb münasebetiyle siyasi bir harekette bulunmayı çıkarlarına
mugayir gören kimseler namus-u askeriyyeleri üzerine söz verip bu sözlerini
yeminle te'yid ederek Başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı Nâzım Paşa'yı
kandırıp orduya iltihak ettiler. Bunlarda Talat gibi aynı his ve fikre tâbi
idiler. Bir tarafdan bunların iğfal ve teşvikleri, bir ta-rafdan da, hoca
kıyafetindeki yahudilerin hâince anlayışları üzünden ordumuz bozulmağa başladı. Gazi Ahmed Muhtar
Pasa bu vaziyet ile içice bir müddet daha sadarete devam etmekle birlikte
rahatsızlanmaya başlanan vücudu göreve devam etmesine müsaade etmemeğe
başladı.
Bu durumu düşünen Paşa
çekilmeyi gereken iş olarak tes-frit etti ve sağlık sebeblerini ileri sürerek
istifa etti. Böylece Arnavutların üzerinde önemle durup ittifak ettikleri
Kıbrıslı Kâmil Paşa kabinesi kurulmasının vakti saati gelmiş oldu. Bu Gazi
Paşa'nın kabinesinin, bir adının büyük kabine adını almasının sebebini izah
etmekte ihmal gösteremeyiz, o devrin bir tarafının karanlıkta kalmasına yol
açar düşüncesiyle; fakir-i pür taksir elinizdeki esere bâzı bilgi kırıntılarını
vermek icâb ettiğinin şuuru içinde cesaret etmiştir.
Efendim bu kabinede
Avlonyalı Ferid Paşa; Dahiliye, Kıbrıslı Kâmil Paşa; Şurayi Devlet, Hüseyin
Hilmi Paşa da, vazife aldığından büyük kabine dendiği gibi, sadnazamin oğlu
Gazi Mahmud Muhtar Paşa da Bahriye nâzın koltuğunu doldurduğundan kinaye,
Baba/Oğul Kabinesi dendiği de vaki-dir. Ayrıca bu kabineyi bu kadar şöhretli
kimseler ile kurmuş olmasından dolayı, Gazi Ahmed Muhtar Paşa'ya yöneltilen bu
şöhret dolu kabi neyle nasıl iş göreceksiniz? Dendiğinde kuvvetli rivayettendir
ki merak etmeyin ben haklarından gelirim dediği ileri sürülür.
Ali Fethi Okyar bey,
"üç Devirde Bir Adam" adlı hatıratında Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın
sadarete getirilmesi ayan reisliğinden ayrılmasını gerektirmiş ve Said Paşa
boşalan ayan riyasetine getirildiğinde seçim bölgesi olan Edirne'ye gitmek
üzere olan Talat bey'e sordum diyor: "Nedir bu? Senelerdir dama taşı gibi
eskiler makamları paylaşıyorlar gör-müyormusunuz? dediğimde, Talat bey'in
cevabı ise; 'kabahat bizim. Hem iktidarda sayılıyor, meclis de ekseriyete
sahib bulunuyoruz, hem de kaderimizi bu mazi yadigârlarına emanet ediyoruz. Bir
İbrahim Hakkı Paşa bulduk. O da nasıl geldi gitti biliyorsun' dedi diyor, Ali
Fethi bey" Fethi bey büyük
bir açık yüreklilikle şunu itiraf etmekte: "Bu cevap, felsefe ve kadrosunu
hazırlamadan iktidara gelmiş olmanın belki mazereti, fakat elbette şifâsı değil
idi." demekteydi.
Bizim burada
yaşadığımız günler içinde başvekillik yapmış siyasi parti liderleri ve bağımsız
zevatın bu makamı boşalttıktan sonra her hangi bir kabinede vazife alma
hususundaki yavaştan alışları daha 1912'lerde kırılmış, kabinede sadrazamla
beraber üç eski sadrazam daha vazife almakla günümüze, bunun mümkün olduğunu
seksensekiz sene önce göstermişler. Bu da siyasi hayatımızın ve parlamenter
sistem bizim için asla 1946 ile başlatılmamalıdır diye düşüncemi belirtirken,
Balkan Harbi hakkında şu bilgileri vermeye çalışayım: Balkan devletleri arasında
ittifaklar meydana geldiğini ve ittihad-ı anasır politikasının tatbiki, bu
devletler arasındaki ihtilafları buz dolabına kaldırdıklarını beraberce osmanlı
üzerine saldırıya karar verdiklerini belirtmiştik.
Bunu sağlayan 3/7/19
10'da ısdar olunan Klişeler ve mektepler kanunu olduğunu da bu arada
hatırlatalım. Osmanlı ordusunda siyasetin askerin içine girmesi bu sırada o
derece ziyadeleşrnişti ki, bu sebeble farklı siyasi fırkalara eğilimli subaylar
biribirlerinin hayatına kasdedecek halet-İ ruhiyeye gelmişlerdi.
Cevdet Bey ve Oğullan
adlı mühim bir belgesel romanda Türkçü bir mülazımın, Arnavut binbaşıya selâm
vermediğini başka bir mülazım arkadaşına anlattığını okumak kabildir. Yâni bu
mahzurlu husus o kadar yayılmışki romanlarda geçecek kadar mühim bir sosyolojik
vak'a hâline gelmiştir. Hatta; bir başka misâl verelim ki o yıllarda daha
binbaşı rütbesinde olan M.Kemâl Paşa, orduya siyaset girmesin şeklinde bir
uyanda bulunduğu üst makamlar tarafından idam talebiyle mahkemeye verildiği
Behiç Bey adlı bir mektep arkadaşına yazdığı mektupda yer alır. İşte siyasi
fırka hasebiyle o hâle gelmiş olan bu ordunun durumundan habersiz Avrupa
devletleri, Osmanlı/ Balkan devletleri arasında çıkacak sa-vaşdaki sınır
değişikliklerini kabul etmeyeceklerini aralarında yaptıkları müşavere esnasında
kararlaştırmışlar ve taraflara tebliğ etmişlerdi. Bunlar Osmanlı ordusunun bir
kaç gün içinde düşmanlarını parçalayacak güce sahip görüyorlardı. Hatalar
birbirini takip ediyor, Osmanlı genel kurmayı, balkanların bu ittifak edişini
sükûnetli günlerin başlangıcı kabul edip, 120 tabur askerin terhis edilmesi
vuku buldu.
Babıâli ise
Sırbistan'ın Avrupa ülkelerinden almış bulunduğu hayli sayıdaki ağır topların,
Selanik limanına çıkarılmasını ve demiryolu ile Belgrad'a şevkine izin vermesi
pek büyük bir ihtiyatsızlık idi. Avusturya ile Macaristan bu topların ileir-de
kendilerine ölüm kusabileceğini hesaplayıp, topraklarından geçirmemeleri
ortadayken, bizimkilerin buna izin vermeleri nasıl geniş bir gizli teşkilâtın
örtülü eylemi olduğunu tedai ettiriyor.
Hemen ilâve edelimki
Bay Oztuna, Ermeni Gabriel Nora-dongyan o sıralarda hari- ciye nezaretine
bakmakda ve 120 tabur askerin terhisine, Rusların verdiği balkanlarda savaş
olmaz teminatına istinademsebeb olduğunu hatırlatır ki doğru bir düşüncedir,
Öztuna bey'in bu fikri. Bizim darülfünun talebesi harp harp! Diye nümayiş
yaparken, 8/ Ekİm/1912'de Karadağ bize savaş ilân ederken, 12 gün içinde
karşımızda Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan'ı da görü-verdik. 5 kolordudan
müteşekkil Şark Ordusu'na Kölemen Abdullah Paşa
1 .ferik yâni orgeneral rütbesiyle komuta etmekteydi. Edirne mevkii
müstahkemindeki bağımsız kuvvetler de, Şükrü Paşa'nın ernrindeydi. Yunanlılara
karşı kuvvetler Selânik'de bir kolordu ile Yanya'daki Esat ve Vehip Paşa
komutasındaki birlikler bulunuyordu. Karadağlılara karşı da hazırlanan
kuvvetlerimiz îşkodra Kalesinde toparlanmıştı. Sırbistan kuvvetlerine karşı
Makedonya savunması daha sonraları sadrıazam olacak olan Ali Rıza Paşa'ya
tevcih edilmişti. Meşhur sadnazamlardan Âlî Paşa damadı olan Nâzım Paşa bu
savaşalann adetâ başkumandanı olmakla beraber askeri yeteneği bu işi başarmaya
müsaid değildi. Nitekim, İttihatçı ve Hâlaskâran diye farklı anlayışa sahip
zabitler biri-birlerinin yardımına değil, diğerinin rezil olmasına gayret sarfında
idiler.
Nâzım Paşa ilk iş
olarak birliklerimizi Bulgarların üzerine hücuma geçirtti. Fakat taarruza geçen
biz olmakla beraber, hezimetde bizde görülmeye başlandı. Bulgarlar üç gün
içinde Edirne ile Kırklareli arasında bulunan Süloğiu ile Pmarhisar savaşlarını
lehlerine inkişaf ettirirken 5 gün sonraki Lüleburgaz savaşımda kazanınca,
bizim birlikleri şaşkın ve münhezim bir halde tüfeğini dahi atarak kaçtığını
görüyoruz, böylece Kırklareli'nin Bulgarların eline düşmesi gibi Çatalca üzerine
engelsiz bir Bulgar ileri harekâtı başladı.
Dört gün süren
15/Kasım ile 19/Kasim arasındaki Çatalca istihkâmlarına yapılmaya başlanan
Bulgar hücumu bu istihkâmlar karşısında kırılmaya mahkûm oldu. Böylece, 34 yıl
sonra Çatalca istihkâmlarımız yine yüz akımız oldu ve bana kalırsa Çatalca
İstanbul'un batı kapısı muhafızı olarak anılsa sezadır. Öte yandan Sırbistan
kuvvetleri, Ekim eymın- 20.günü bizim batı ordumuzu Kosova sahrasında
yenerken, 1389'da Hûda vendigâr'ın zaferinin intikamını almış gibi
se-vinmektelerdi. Halbuki 2.Murad'da
1448'de 2.Kosova zaferiyle bunları bir daha zelil etmişken, bir kırık
dökük galibiyetle bunun acısını çıkardık sanmak gâvur mantığından başka bir
sey değildi. Daha öbür cihettende Serfiçe'yi ele geçirmiş bulunan Yunanlılar
2/Ekim'in ertesinde şimal yâni kuzey taraflarında harekete görüldü. Manastır,
Üsküb, İştip, Vistriça, Bulgar, Sırbiya ve Yunan birlikleri bir hafta içinde bu
yerleşim alanlarına bir kara belâ gibi çöktüler. 6/Kasım/1912'de Preveze'yi
alan Yunan veliahdı komutasındaki Kostantin, sanki 1897'nin intikamını
alıyorduki pek gaddarane emirler ısdar ediyordu.
Selanik üzerine
yürürken, burayı müdafaa ile vazifelendirilmiş jandarma Paşası Tahsin Paşa
emrindeki güçlü birliklere rağmen, Osmanlı'nın avrupaya açılan penceresi
addedilen Selanik şehrini tek mermi atmadan bütün silah, teçhizat ve askeriyle
beraber teslim etmek cebânetini sergiledi. Yako-va, Leş, Debre, Draç limanı ve
Ohrİ Kasım ayı sonuna kadar bütün kuzey Arnavutluk düşman eline geçti. Müdafaaya
gayret gösteren üç kale vardı bunlar, Edirne kalesi, Yanya Kalesi ve de
İşkodra Kaleleri idi. Çatalca önlerinde Bulgarların tevkif edildiğini yukarıda
belirtmiştik. Bu arada İngiliz hariciye vekili Sir Edwar Grey yönetiminde
konfe- rans toplanmış sulh müzakerelerine girişildiğinde takvimler
16/Ara-lık/1912'yi gösteriyordu. Ege adalarının tamamının Yunanlılara geçişi
bu savaşda vukubulmuştur. Bunlar, Bozcaada, Limni, Nikarya, Midilli ve Sa^ız
adaları idi. Kasım ayı bitmeden yenişmeye muvaffak olamayan Osmanlı ile Yunan
donanmasının bu hâli, adaların Yunan eline geçmesiyle aslında neticeyi
belirtiyor gibi geliyor bana.
Yılmaz Öztuna Bey,
Londra konfe- ransını şöyle kritik ediyor değerli çalışmasında: "Londra
konferansı, iki tarafın sulh şartlan arasında hiçbir yakınlık olmaması
dolaysıyla
6/ocak/1913'de
dağıldı. 3/ Şubat da Bulgar mütarekesi
bitti. Çatalca ve Edirne muharebeleri yeniden başladı. Türkler, konferansta
Türkiye'ye tâbi, bir Hristiyan Makedonya Prensliğiyle, Müslüman Arnavutluğun prenslerinden
başka bir tavize yanaşmamışlardı. Arnavutluk Prensi Osmanlı şehzadelerinden
biri olacaktı. Girid hâriç Ege Adaları ve Trakya'nın tamamı Türkiye'de
kalacaktı. Bu günkünden daha geniş bir Arnavutluk tasavvur ediliyordu. Türk
tekliflerinin esası buydu. Bu tekliflerde gerçeğe dayanmıyordu. Ancak büyük
devletlerin savaşın başında hiç bir toprak değişikliğini tanımayacakları
maddesine istinad ediyordu.
Fakat, savaşın
cereyanı hiç umulmryan bir şekil ve suret-de Türklerin aleyhine dönünce büyük
devletler balkanli'Ian himaye etmek kaydıyla ileri sürdükleri bu statükoyu bir
daha ağızlarına bile almadılar. Meşrutiyetçiler; ittihatçı olsun muhalifleri
olsun, avrupa tarafından aldatila aldatila pişecekler fakat kıvamlarını
bulmıya vakit kalmadan da imparatorluk dağılacaktır." Demektedir.
Edirne Bulgar
muhasarası altında yapılan yanlış bir mütareke yüzünden açlıktan kıvranıyor,
şehirde otlar, ağaç kabukları hâttâ fareler bile yenmiş idi. Şehrin gıda
yardımı alamaması işleri berbat ediyordu, yoksa istihkâmlar dayanıklı silah
stoku ise hayli yeterliydi. Bu ağır şartlara 5 ay 5 gün mukavemet eden Şükrü
Paşa komutasındaki muhasirin sonunda 26/Mart/1913'de teslim oldu.
Bulgar Kralı
Ferdinand, bu dirayetli paşa'ya kılıcını iade etmek suretiyle askeri şahsiyetine
hürmetini ifa ettiydi, istanbul muhafızı olan meşhur Cemâl Paşa, Şükrü Paşa
istanbul'a avdet ettiğinde onu mahfuzen ahaliye göstermeyip, hükümet aleyhinde
bir gösteri olacak endişesiyle gece yarısı evine götürdü. Bu Şükrü Paşanın
asker arasında rütbesiz asker elbisesiyle bulunan Talat Bey'i tehdit ettiğinin
bu harekette roiü olduğuda hesaba alınmalıdır. Şükrü Paşa, seni divan-ı harbe
veririm diye Talat Bey'i asker arasında bozgunculuk yapmakla itham etmişti.
Edirne'nin Bulgarin
eline geçişi sonrasında o dünya harikası Selimiye Camii, ne hakaretlere mâruz
kalmış, merhum pederim Edirne sanayii mektebinin genç bir stajyer öğretmeni
olarak, Bulgarların okula girmesinde süngüsüyle yaralanmış, okul müdürü Ressam
Hasan Rıza bey'i kollarından bağlamışlarken, bu hassas, hassas olduğu kadar da
güçlü kuvvetli zat, ipleri kopararak, her vurduğu Osmanlı tokadının birinde
bir Bulgar'ı öldürmeye muvvafak olmuş, yere dört tane Bulgar kopilini sermiş
ancak Bulgarların insafsız süngüleme-leri altında şehadet şerbetini içtiğini
pederim anlattığı zaman o da ağlar dinleyenlerde ağlardı. Balkan kökenli olup
da bu zulümlerle hatırası olmayan hiç bir muhacir aile yoktur. Valide
tarafımda Yanya'da Yunan taarruzlarına şecaatle mukavemet eden ahali içinde
yer almış, sahibi oldukları meşhur "Kaçka Çiftliği" içindeki
kurdukları tertibatla kahraman asker Esat (Bülkat) Paşa ile kardeşi Vehip
(Kaçi) Paşanın kuvvetlerini haftalarca börekler ile beslemeye çalışmışlardır.
Bir kolorduya hergün börek yetiştirmek esaslı organizasyona tâbi olduğu bir
vakıadır. Yanya'nin düşmesinden, validemin babası Hâttatzâde Nuri Efendi, Cuma
ezanını minareye tevcih edilen ve Yanya Rumlarının attıkları mermilerin
verdiği sıkıntıyla çıkamayan müezzinlerin yerine minareye çıkıp, güzel sesiyle
ezan okumuş ancak mermilerin başının bir karış üzerinden, sağından, solundan
geçmesinden mütevellid ezandan sonra komaya girmiş ve 40. günü ecel şerbetini
içmiştir. Dua ederim ki, Hâttatzâde Nuri Efendi şehidier zümresine iltihak
etmiş olsun. Böylece 1. Balkan savaşı bu acı kayıplarla kapanmıştı.
Gazi Paşa'dan boşalan
makamı sadaret Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşaya 4.defa tevdi olunurken, makam-ı
meşihatda da yâni şeyhülislâmlık, Muhammed Cemaleddin Efendi'nin üzerinde
devamı iradesi çıktı. Kâmil Paşa kabinesini kurarken savaş halindeki bir
ordunun başkumandan vekilliği görevini deruhde eden vede Harbiye Nazın
sıfatını taşıyan zâtı değiştirmeyi, makul ve uygun görmediğinden kabinede ipka
etme tercihini kullandı. Tabiiki harp sırasında kurulmuş bir kabinenin selefi
kabinelere bakılırsa şartlan pek ağır bir vaziyette idi. Çünkü bu kabine,
harbi devam ettirme ile zaferi elde etmek için çalışırken, ordunun içinde
bozguncu ve münafık ittihatçı hâinlerden birliklerimizin temizlenmesini gerçekleştirmesi
gibi ağır ve zor bir vazifeyle karşı karşıya idi.
Cenabı Hakk'a istinad
ederek vazifeleri yapmaya koşturan Sadrıazam Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa gerek
askerî cenanda gerekse mülkî tarafda bazı değişiklikler yapma yoluna gitti.
İttihatçıların mensubu ve dümen suyunda giden vali ve yüksek memurları
değiştirmeyi gerçekleştirdi. Mülkî sahada direkt olarak yaptığı değişikliklere
benzer değişiklikler için cihet-i askeriyede yapılması gerekenler Harbiye
Nazırına yazılı emirler hâlinde gönderildi.
Ne çâre ki bu hususda
sadrıazamın istediklerini yapacak bir gayret görülemedi. Askerin içine savaşın
başladığı ilk andan itibaren girmiş bulunan serseriler ve hezeleler, askerimizin
kuvve-i mâneviyesini ve mefkuresini söndürmüş bulunduğu için ricatla karışık
firarlar başlamıştı. Yapılmakda olan telkinler ricat ve firar eden şarkla, garb
yâni doğu ordusu ile batı ordusu askerlerinin böyle kaçışları yetmezmiş gibi
yollarda ve her geçtikleri mahallerde, ittihatçı haydutlar tarafından bu
askerlere: "Kâmil Paşa, memleketi satdı. Top ve tü-fenklerinizi bırakın
düşman geliyor" diyerek son derece hâ-ina ne vede iğrenç telkinlerde
bulunuyorlardı. İşte bu hâin ve aynı zamanda canilerin teşvik leri yüzünden
binlerce top, yüzbinlerce tüfenk yollara atılmıştı. Milletin dişinden ve tırnağından
arttırmış olduğu paralarla satın alınma yoluyla tedarik edilen toplar,
tüfenkler, cephaneler, gülleler hep bırakılmış veya atılmıştır. Zâten ordumuz
silah noksanlığı çekmekteyken eldekilerin böyle bir tarzda kayıb olması ne acıdır.
Batı cephesi
ordumuzun, topçu obüs taburundan biri, Ko-manova'ya gönderilmiş ve oraya
vardığından haberdar olan kolordu erkânı harbiyesi reislerinden Faik bey, ki bu
erkânı harbiye kaymakamı Faik bey, ittihatçıların baştacı saydıklarından olup,
Üsküdar mutasarrıflığında, bulunduğu zaman donanmaya yapılan yardımları
ihtilası, yâni zimmete geçirmesi ve hanımlara verdiği konferanslarla
meşhurdur. Düşmanın; Komanova'ya girmekde olduğundan bu tabura hemen Üsküp'e
dönmesi emrini verdi. Bu emir üzerine taburda Clsküb'e gitdi. üsküp'de düşmana
karşı bir mermi atmadan onsekiz aded son sistem yeni büyük çaplı topunu Üsküp
istasyonun da bırakarak firar eylediler, üsküp civarında bunlardan başka
yollarda terk edilmiş dörtyüze yakın topu Sırplılar ganimet olarak elde
ettiler.
Gerek şark gerekse
garb ordularımızda bu ve buna benzer binlerce yapılmış günahlar mevcuddur.
Bunların hakkında bilgi vermek ciltlerce kitap yazmayı icâb ettirir. Yaşanan durumu
idrak eden, gözleriyle gören şark ve garb ordularımızın kumandanları,
ittihatçıların ilimlerinin(!) himmetinden istifadeye karar aldılar. Askerin
firarının önününün alınamayacağını, böylece de savaşın kazanılması gibi bir
ihtimalin mev-cud olmadığını, cemiyetin siyaset adına ne yapıp yapıp savaşa son
verilmesini temine çalışmasını harbiye nezaretine telgraflar çekerek bildirmek
mecburiyetinde kaldılar.
Ordularımızın bu
esnada dahi ricat hâlindeki firarları devam ede gelmekteydi. Bu firarların en
büyük zararı, Edirne, İşkodra, Yanya Kalelerinin dışarıdan savunulması ihtimâli
kalmadığından düşman askerinin muhasara ve saldırısına açık hâle geldiği
görüldü. Nâzım Paşa bu vaziyet karşısında şark ve garb orduları komutanlarının
kendisine gönderdikleri telgrafa karşı çıkacak veya ilâve edilecek bir şey
olmadığını anladığından, o da, savaşın nihayetlendirilmesi hususunda
ittihatçıların siyaset ustalığına(!) muhtaç hâle düşmüştü.
İstanbul'un yakın
mahallerinde bulunan kolordu kuman-danlanyla, vazifede bulunan veya mâzul olan
müşirlerle, askerî kumandanlarla babıâlî de bir toplantı yapılması kararı alan
Nâzım Paşa toplantı gerçekleştiğinde karşısında yüzyirmi kişiden ziyade bir
mümtaz gurup gördü.
Müşirler arasında;
Deli Fuad Paşa, İbrahim Paşa, Abdullah Paşa, İzzet Paşa gibi zevat-ı
askeriyyenın ileri gelenleri yanında Mahmud Şevket Paşa da vardı. Ayrıca
erkânı harbiyei umumiye dâiresi müdürü, harbiye nazırlığı dâiresi reisleri,
kumandan Paşalar ve erkânı harp heyetleri de hazır bulunuyordu. Bu olağanüstü;
meclis toplantısına muvaffak olunduğunda bakanlar kurulununda iştirak ettiği
görüldü. Ordunun bu hâle gelmesindeki sebebler Mahmud Şevket Paşadan sual
olundu.
Topçu mirlivalarından
olup, kudret ve dirayet sahibi, bütün akranları arasında mümtaz bir yeri olan,
Selanik vâii vekilliği dönemindeki hengâmede ittihat ve terakki cemiyetine mensup
kumandan ve subayların bulundukları yerin selâmetini temin için oradan
vücudlarınin kaldırılması talebine dâir harbiye nâzın Nâzım Paşa hz.lerine
çekmiş bulunduğu telgrafda, vatansever hislerinin gereği olarak Ferid Paşa
hz.leri; coşkun bir hamiyyet ile "Paşa hz.leri sizden her ne sual
ediyorsak, hepsine bilmiyorum diyorsunuz. Halbuki bu yüksek meclisin suallerine
cevap verecek olan ancak sizsiniz. Zira üç buçuk, dört senedir ordu sizin ellerinizde
idi. Niçin bilmiyorsunuz? Ordumuzu maateessüf gördüğünüz şu hâle getiren kumandan
ve harbiye nâzın siz değilmisiniz?
Düşman Çatalca'ya
kadar geldi dayandı. İstanbul'umuzu müdafaya mahsus olan milyonlarca liralar
sarfedilerek meydana getirilen Çatalca ve Hadımköyü istikametindeki toplan
çıkartan, istihkâmları yıktıran payitahtı bugün müdafaasız bırakan, devletin
bu günkü hâl-i felâketine aracılık eden hep sensin" beyanını ettikten ve
cevap beklediğini belirttikten sonra, diğer paşalar da, Ferid Paşanın bu zehir
zenberek sorusunu tekrarlarcasına Mahmud Şevket Paşaya sert davrandıklarından
ve davranışdan ürken Mahmud Şevket Paşa yine bir firar etme yoluna sapıp,
kaçıverdi.
Ferid Paşa'nın, bu
sorusunun ardından bir müddet, daha doğru bir deyimle Kâmil Paşa kabinesinin
düşmesinden sonra Diyanbekir'e sürülmesini gerektirdiğini hatırlatalım. Saatlerce
süren ve hararetli konuşmalara sebeb olan toplantının
kararı, savaşın devam edemeyeceğini, bu
sebebden kabinenin siyasi yolla bir çâre bulması karan alınmıştır.
Garp ordumuz dahi
Selanik'in (hürriyetsever beylerimizin, hürriyet kâbesi! Daha doğrusu Osmanlı
devletinin felâket se-beblerini hazırlıyan yâni, ittihad ü terakki cemiyetini
doğurmakla tanınmış şehir) İttihad ve Terakki subay ve ordusu eliyle Yunan'a
teslim edilmesinden dolayı insanlarının yarısı esir düşmüş diğer yansı da,
Üsküp'lerden, İşkodra'lardan, Manastırlardan, Yanya'Iardan ricat ederek
Adriyatik sahiline Avlonya ve Ayasaranda'lara kadar inmiş ve harb edecek vaziyetten
çıkmıştı. Selâtin-i âzam-ı Osmaniyenin ve ecdad-ı milletin kanı bahasına
senelerce uğraşarak elde edilen, yüzlerce sene Osmanlı idaresinde bulunan
Rumeli vilayetleri bir iki ay içinde ittihatçıların sözde vatanperverâne(!)si
yüzünden böylece düşman eline geçti, gitti. Bir taraftan ordularımızın ricat
ve bozgunu ve bir tarafdan da Çatalca hatt-ı müda-fasında tanzim olunmuş
topların ancak bir kaç gün atılabilecek gülleleri kaldığı, binaenaleyh Osmanlı
başşehirinin büyük tehlike karşısında olduğu Harbiye Nâzın Nâzım Paşa tarafından
meclis-i vükelâda, yâni bakanlar kurulunda beyan olunması üzerine vaktiyle
Erzurum tarafına gönderilmek üzere Trabzon'a yollandığı haber verilen
güllelerin hemen getirtilmesi ve Krupp fabrikası mamullerinden olan bahse konu
toplar için yeterli sayıda gülle satın alınması, çabucak gönderilmesi
hususunda Almanya'da bulunan askerî vazifelimizin uyarılması ve bunlar
yetişinceye kadar bir mütareke yapılmasıyla düşmanın meşgul edilmesi şart
görülmüştür.
O sırada iki tarafın
ordularında da hükmünü sürdüren müthiş kolera salgını sebebiyle Bulgarların da
mütarekeye eğilim taşımaları başkomutanları general Savofa duyurulmuş, onun da
evet demesiyle harbiye Nâzın Nâzım Paşa ile Ziraat Nâzın Mustafa Reşid Paşa hz.leri mütareke
müzakeresine memur edildiler. Çatalcada mütareke imzalandı. İttihad ve Terakki
cemiyeti hâinanesi; Osmanlı askerlerini firara teşvik ettirmeseydi,
meşrutiyetin ilk günlerinden savaşın çıkacağı âna kadar sandalye kavgasıyla
vakit geçirmeyip de, imzaladığı borçları yerine sarfetseydi, ordularımız bu
hâle gelmez, cephane ve güllesiz kalmazdı.
Maazallah düşman
mütareke teklifimize evet demeseydi, kaçışlar ve salgın hastalık ile perişan
olan ordu, İstanbul'u düşmanlara çiğnetecek vede bu hâl devletin şan ve
şerefini ebediyyen lekelemiş olacakdı. İşte; ittihad ve terakki cemiyetinin
hâince telkinleri ve tavsiyeleri sonunda bu duruma gelen ve bitaraf ve namlı
kumandan ve subaylarını şehid veren sonunda ittihadçi subayların elinde kalan
ve bu ittihatçı cemiyetin yahudi ve dinsizleri, hoca kıyafetine giren propagandacıların
açık ve net yalanlarına inanan bu ordu'dan artık beklenecek bir şey olmadığını
anlayan sadrıazam Kâmil Paşa hz.leri, sulh yoluna adım arama çalışmalarına
başladı.
Kâmil Paşa bir
tarafdan sulh temini için çeşitli faaliyetlere girişirken; bu durumu kendi
hesaplarına uygun bulmayan İttihatçıların yapmaya başladıkları her türlü
hazırlıkla kabineyi düşürmeyi ve idareyi ellerine almak teşebbüsünde bulunacakları
haberini aldı. Yoğun işlerinin üstüne, bu tertipleri önleme faaliyetini de
eklemek mecburiyetinde kaldı.
Halbuki o sırada
ittihatçıların cüretkâr ve cani reisleri, hürriyet ve itilâf partisinin kim
oldukları pek bilinen ittihadçı azasından olup, Harbiye ve Adliye Nezareti ile
Dahiliye nazırlıklarına tâyin olunmamalarından dolayı Kâmil Paşa'ya muğber
olarak kabineyi devirmek azminde olduklarını, haber alıp, eski dostları olan bu
gibi adamların ağzına bir parmak bal sürerek bu işin birlikte
gerçekleştirilmesine çalışmak için anlaşmaya muvaffak olmuşlardır. Bunlar hükümeti ele
geçirmek çâresiyie uğraşırken, Kâmil Paşa hz.leri de, balkan savaşının avrupa
devletlerine, harb-i umumîye dönüşebilir şekliyle takdim etmeye çalışıyor ve
bir konferans toplamaya uğraşıyordu. M.Kâmil Paşa'nın umumiyetle, İngilizler
ile arası iyi olduğundan, nitekim İngiliz hariciye nâzın Edvard Göre nin
başkanlığında bir nevî konferans toplatma da başarı sağladı. Londra'da yapılan
konferansa murahhas olarak Ziraat nâzın Mustafa Reşid Paşa gönderildi.
Avrupanin büyük
devletleri Karadeniz sahilindeki Midye noktasından, Dedeağac'ın Kalei Sultaniye
yâni, Çanakkale yönündeki Enez noktasına bir hat çekerek dışında kalan tarafın
Edirne vilayetide dâhil olmak üzere Anadolu sahilindeki cezire yâni adalarının
bir mikdarının kendilerine verilmesini babıâlîye kesin bir tarzla teklif
ettiler. Sadrıazam bunlara karşı icâb eden tedbirleri almakla meşgul
bulunuyordu.
Sulhun temini için
babıâlî'ye verilen nota ile bu notaya cevap olarak kaleme alınan müsvedde
notaya dâir biraz bilgi verelim. Çünkü; bu nota hakkında İttihatçılar
tarafından yayılmaya çalışılan çirkefin hakikat olmadığını ortaya koyarak ret
edelim. Avrupanın büyük devletlerinin, müşterek notası Edirne istihkâmlarının
çökmeğe mahkûm olduğunu görmüş bulunduklarından, devlet-i âliyenin daha fazla
zarar görmemesini arzu ettiklerinden Edirne şehrinin balkan ittifakı devletlerine
terkini ittifakla, adaların tesbit edilecek kadarımda kendilerine terkini pek
ciddi surette isteyip, bunu yapmamızı tavsiye ediyorlardı.
Bu vaziyet karşısında
bakanlar kurulunda uzun uzadıya müzakerelere baş vuruldu sonucunda, sulha
tarafdar olmaktan başka çâre kalmadığı görüldü. Devletin menfaatlerini gözetmek
şartıyla sulhun yapılması için cevabî bir notanın kaleme alınmasında ittifak
hasıl oldu.
Me varki; Edirne
şehrimizin devletin mazisinde ve geleceğindeki önemli yanı, buranın düşman
eline terkinin getireceği sıkıntılar bir yana, bu şehrin Osmanlı devletinin
ikinci payitahtı olması, târihi eser ve selâtin camilerin muhteşemliği buranın
verilmesine milleti ikna etmenin güçlüğünü göz önüne alan Kâmil Paşa, devletin
büyük memurları, eski vezirler, komutanlar, bakanlar kurulu vede ayan
meclisinin iştirak edeceği ve padişah huzurunda yapılmasını sağlayacak bir
toplantı tertip eyledi. Yalnız Mahmud Şevket Paşa bu toplantıyı mesul bir
heyet yerine konacak diye telakki etmiş olduğundan katliama yacağını makamı
sadarete yazılı ifadeyle bildirmişti.
Padişah, veliahd Yusuf
İzzeddin Efendi ve Abdülmecid Efendi katıldığı gibi son padişah Vahideddin
şehzade sıfatıyla yan odada bulundular ve mesele hakkında verilen izahatı
dinlediler. Bu toplantıda başımıza gelen savaş felâketi ile ordunun ahvali
hakkında icâb eden malumat anlatılmıştır. Bu anlatılanlardan sonra hazirun,
sulh yoluna gidilmesini isabetli bulmuştur.
Edirne savunmamızı
fevkalade bir cesaretle ve bilgi dahilinde gerçekleştiren Şükrü Paşa hz.leri
tarafından, Harbiye Nazırlığı şifresiyle çekilen bir telgrafnâmenin, kabineyi
sulha sevketmeğe mecbur
kılmak için en güzide ittihatçılardan bir zat tarafından tahrif edilmesi gibi
bir cinayet yapıldığı görülmüştür. Edirne müdafii Şükrü Paşa tarafından, bu
telgrafın tahrif hareketi te'yid olunmuştur. Bahse konu telgrafda erzakın
azlığından dolayı kalenin ancak kânun-û sâni yâni ocak ayı sonlarına kadar
dayanabileceğinin yazılı olması ve bu müddetin de yaklaşması, kabineyi müşkil
bir mevkii de bırakmıştır.
Çünkü, Edirne
istihkâmlarında yapılan savunma, telgrafda yazılan son gün tahminini, bir kaç
ay daha geçerek yapılabilmiştir. Bu da yukarıdaki mühim ihanet iddiasını
doğrular mahiyette görülmelidir. İste bu hainliği yapan kimseyi veya kimseleri
bulup ortaya çıkarmak va tanseverlerin boynuna borçdur. Bu tahrifden maksadlan
Kâmil Paşa kabinesine böylece ağır şartlara bağlanmış bir sulhu İmzalattırmak
daha sonra da, kabine ve Kâmil Paşanın aleyhine girişecekleri yıpratıcı
propaganda ile mîlleti hükümete karşı bir isyana sevk etmek kabineyi devirmek
ve rahatça çalıp çırpacak ortamı temin edip, bunuda kendi hükümetçileri ile
yapmak arzusundan olduğu idi. Ne hazin!
Eğer Edirne
kumandanının çekmiş olduğu telgraf tahrif edilmemiş olsaydı, Londra'dan gelen
sulh şartları hemen kabul edilmeyecek, Edirne savunmasının tükeneceği en son
ana kadar teklifleri değiştirtmeye çalışılacaktı. Bir hayli uzayan savunma bu
şansı hükümete getirmesi pek tabii idi. Zâten ingiltere hariciye nazırı Edvard
Gore'nin daha önce den Edirne'nin bitaraf bir şehir addedilmesi, gümrük gibi
işlerden muaf tutularak statü-Iendirilmesi teklifi de vardı. Buna karşılık
olarak Kâmil Paşa mülkiyeti hukuk-u şahane de kalmak şartıyla bu hususa evet
diyebileceğini belirten cevabıda yollamıştı. Yukarıda denildiği gibi, avrupa
devletleri tarafından verilen kafi nota üzerine bakanlar kurulunda yapılan müzakereler
esnasında Allah'ın takdiri böyleymiş ki balkan devletlerinin kazandıkları
galibiyet, büyük devletlerin işe müde-hale ederek Londra'da yaptırabildikleri
konferans da alınan
son kararlarına göre;
Rumeli'nin bizim tarafımızdan kurtarıl-rnasına imkân kalmadığından ancak Edirne
vilâyetinin çoğunluk nüfusunun islâm olması, ayrıca daha önceleri devlete
payitaht olma dönemi yaşamış olması, islâmi bir çok eserin bulunması yüzünden
Bulgarlara terketmek, hakk'a ve adalete en ufak uygunluğu olmadığı için Kont
Edvard Gore'nin hatırlatmasına istinaden Edirne'nin idare şekli büyük devletlerle
ittifak edip kararlaştırılarak, müslüman bir prensin taht-ı idaresinde olmak
üzere, İsviçre gibi, müstakil bir hükümet-i bitaraf hâline konulması, Adaların
ise, Asya kıtasına bağlılığından dolayı ve Anadolu sahillerine yakınlığı
yüzünden Yunanlılara terk edilmesi kaçakçılığın ve Anadolu sahilinde oturmakda
olan Rumların tahrikleriyle dâima ordaki bölgede kavga çıkması
eksilmeyeceğinden, burasının düveli muazza-manın nazarı dikkat ve himayesine
verilmesi Adaların idaresinin bu devletlerin adil reylerine verilmesi hakkında
cevabi bir nota tanzim edilmesine karar verilmiştir. Bu notaya aşağıdaki madde
ilâve olunmuş idi.
Müttefik balkan
devletlerine verilecek araziyi Osmanİyenin hududunun düvel-i muazzama
tarafından tâyini. Düvei-İ muazzama tarafından vaad olunan yardımların maddi
olsun mânevi olsun, verilmesine gayret gösterilmelidir. Meydana gelecek
zayiatın tavizin den hayırlı müsaadelerin yerine getirilmesiyle Osmanlı
devletinin iktisadla ilgili muamelelerine bütün devletler için geçerli
olan*isulü yapmasında serbest bırakılması. Bu yolda kaleme alınan fransızca
nota müsveddesinin tercümesi 23/ocak/1913-l/kânun-u sâni/1327 senesinin
Perşembe gününe rastlar.
Babıâlî de toplanan
bakanlar kurulunda okunup tetkik olunmaktayken zikrettiğimiz Ittihad ve Terakki
cemiyeti bey-leriyle, Hürriyet ve İtilaf fırkasının görünüşde muhalifi, haddi-
zatında da ittihatçılar gibi olan beyleri
kabineyi düşürmek için ve bakanlıkları aralarında bölüşmek için vede şahsî istifadeleri
için, devlet ve ülkeyi mahvu perişan eylemeği cumartesi günü beraberce ifaya
karar vermişlerse de, muhalif sıfatı taşıyan itilafçı kardeşlerine
bakanlıklardan bazısını kaptırmaları bile işine gelmiyen ittihatçılar, karar
verdikleri günü beklemeye lüzum görmiyerek perşembe günü eli bayraklarla dolu
hempalarıyla beraber Babıâli'ye hücum etmişlerdi.
İşte bununla da eski,
yeni arkadaşları olan itilafın şöhrete haris beylerini aldatarak orta lıkda
bırakmışlardır. Bu minval üzere ittihatçılar bir ihtilâl kıvılcımı gibi hâinane
bir su rette vahşice babıâlî'ye hücum ettiler. Toplantı hâlindeki bakanlar
kurulunda bulunanlarda dahil öldürmeğe teşebbüs ettiler.
Kıbrıslı Mehmed Kâmil
Paşanın en hâcil olduğu vaka iki tanedir. Bunun ilkini; Yüzbaşı Çerkeş Hasan
Bey'in, Serasker Hüseyin Avni Paşanın konağını basıp, onu öldürdüğü gece,
odalardan birine sığındığında, kapıya yüklenen Hasan Bey'e söylediği beyan
olunan, "Hasan bey oğlum sen her ne kadar beni seversen de şimdi kapıyı
açmamın doğru olmadığını sanıyorum. Çünkü bir hayli sinirlisin istemeden bize
de zarar verebilirsin" sözleriyle kendilerini kurtarmaya çalışma anındaki
yakarışıdır ki, ancak insan böyle muhataralı bir duruma düştüğünde bizim
mütalaamızı yapabilirini? Kendi adıma ben böyle bir teminatı vermeye pek
cesaret göremiyorum.
Biz, mevki ve makam
sahiplerinin gücüne olan itimadımız onların korkmaz, şaşırmaz, hâşa yanilmaz
gibi yanlış düşüncelere kapılmamız gibi hâlimiz oiuyorki galiba bunu biraz düşünüp,
herkesin cesur olabildiği gibi çekindiği hususlar, korktuğu anlar
olabilmelidir, hâttâ korktuğunu ifade etmeyi
bir cesaret olarak
nitelendirmek kabildir. Çünkü; mahcubiyetini göze alması bir erdem diye
düşünüyorum. Neyse Kâmil Paşa'nın bu hâcil hâli tartışmaya açık gibi geliyor
bana gelelim ikincisine:
İkincisi ise;
İttihad-ı Terakki cemiyetinin Babıâli'ye yaptığı cüretkâr ve kanlı geçen
baskındır. Kâmil Paşa bu baskın esnasında makam-ı sadarette Balkan bozgununu
memleketin hafif atlatmasını temin gayretlerini gösterirken yaşamıştı.
Bu vakayı özetle
anlatmadan evvel, Pınar Yayınlarından neşrolan ve tarafımızdan sadeleştirilerek
okurlarımıza sunulmuş Mevlânzade Rifat Bey'in "Türkiye Inkilâbinın İç
Yüzü" adlı eserinin 61. sahifesinde Babıâli'yi tasvir eden satırlanyla
sayfamızı süsleyelim: "Babıâli baskını elem doludur. Cinayetlerle
sonuçlanmış bir haydutluktur. Alemdar Mustafa Paşanın cephaneleliği ateşliyerek
berhava ettiği gündenberi Babıâli içinde kan dökülmemişti. Cinayet
işlenmemişti. Osmanlı devletinin en temiz, en yüksek resmi makamı hüviyetine
girmişti. Büyük devletler; Osmanlı hükümetinin toplantı sarayından ziyade
Babıâli'ye önem vermiş, kararlarını geçerii saymıştır. Babıâli demek hükümetin
merkezi demekti. Babıâli'nin içinde bulunan devlet adamları ve memurları
devletin en muktedir ve nâzik insanları idî. Babıâli terbiyesi, âdeta nezâket
ve ince terbiyenin ulaştığı en yüksek burç idi. İttihad-ı Terakki; bu yüksek
makamın bile nezahatini ihlâl edip içinde sadrazamlık dâiresinde cinayet
işlemekten çekinmemişti."
Mevlânzâde Rıfat bey,
adı geçen kitabında Bâbıâli baskınını şöyle tasvir ediyor: ".Babıâli
baskını adı ile târihimize geçen facia Nâzım Paşa ve yaverlerinin katli,
devletin (Osmanlı devletinin) büyük devletler gözündeki haysiyetini azaltmış İttihat
ve Teraki cemiyetiyle hükümetinin bir haydut çetesi olduğunu göstermişti.
Bâbıâli baskını İttihad ü Terâkkinin ileri gelenleri tarafından önceden
düşünülüp, hazırlanmış yerine getirilmesi için uygun bir fırsat beklenmişti.
İttihatçıların muhaliflerinin bazıları evvelden haber almış, dahiliye nâzın
Re-şid Bey'i ve Harbiye nâzın Nâzım Paşa'yı ikaz etmiş, buna karşı tedbir
almalarını tavsiye etmişlerse de, muhaliflerin İleri gelenlerindeyse
ittihatçıların böyle büyük bir cinayete teşebbüs edemeyecekleri kanaati gâlib
geldiğinden, gelen haberlere ehemmiyet verilmemiş, karşı tedbir alınmamıştı.
Kaza gelince böyle
olur. Tedbir durur, akıl ve basiret kör olur. Levh-i ezelde yazılan hüküm neyse
o, başa gelir. Fertlerde olsun,cemaatlerde olsun bazen öyle güzel anlar olur,
bazen de böyle felâketler görülür ki; oluş sebebi anlaşılamaz. Bilinmez bir
âlemden gelen bir sır olarak kalıp, ne yapalım kader, talihimiz böyleymiş
denir, geçilir! Hâttâ ediplerimizin aşağıdaki mısraları bu inancı takviye
etmiştir.
"Talihi yâr
olanın yâr sarar yarasını
Talihi yâr olmayanın
felek.....anasını •
Bibaht olanın bağına
bir katresi düşmez
Baran yerine dürrü
güher yağsa semâdan"
Halk arasında:
"Talihi iyi olan denize düşse kulağı ile uskumru tutar" Yine:
"Kişinin işi tersine dönünce devenin üstünde yılan sokar" darb-ı
meselleride bu anlayışı kuvvetlendirip yayılmasına sebeb olmuştur." Diyen
Mevlânzâde şöyle devam etmektedir: "..İklim itibarıyla İstanbul, Ocak
ayında soğuk olur. Kar, yağmur eksik olmaz.23/Ocak/19 13 târihinde meydana
gelen Bâbıâli baskını baharı andırır, lâtif ve güneşli bir güne rastla-mıştı.
Gökyüzü berrak, bulutsuz, güneş parlak toprak rutubeti ve yağışı emmiş, halkı
neşelen-dirmişti. Geliş ve gidişe zahmet verecek yağmurdan, çamurdan eser
görülmüyordu. Dikkatle yürümeyi gerektiren buz tutma olayı dahi yoktu. Herkes
de, leventler gibi yürüyüş, bir rahatlık görülüyordu. İttihatçılar bu müsaid
havadan hayli istifade etmişlerdi. Almakta oldukları tertibatı kolayca tanzim
ediyorlardı.
23/Ocak'ın bu baharı
andırır günün de saat bir buçuğa doğru, doru bir arab atına binmiş, yanına iki
süvari zabiti almış olduğu halde erkân-i harp kaymakamlarından Cemâl (paşa)
bey, bâbıâli'nin arka yollarını dolaşıyor alınan tertibatı teftiş ve tanzim
ediyordu. Kapahfınndan Şûray-i devletle bâbıâli arasındaki yolu takip,
Salkımsöğüt'ten, Ebu's Suud Efendi Caddesini geçerek, Meserret oteli önünden
bâbıâli caddesini aşıp, (şimdiki, Ankara caddesi) Yeni Postane arkası yoldan,
(şimdiki Aşir efendi caddesi) polis müdürlüğü kapısına çıkıp İran sefarethanesi
yanından bâbıâli'nin giriş kapısı önüne (şimdiki valilik girişi) gelmişti.
Geçtiği bu yollarda bazı şahıslara rastlıyor ve bunlara öze! talimatlar veriyordu.
Bâbıâli'nin önünde o zamanlar bir kahvehane vardı-ki; adına "Mazuliyn
kahvesi" denirdi. Cemâl ve arkadaşları işte bu kahvenin önünde atlarına
mola vermişlerdi. Tam bu anda Talât, elleri paltonun cebinde olduğu halde orada
görülmüştü. Cemâl İle aralarında konuşma yerine bazı işaretler teati edilmişti.
Cemâl böylece yapılacak işin emrini Talât'tan almıştı. Cemâl o anda ceketinin
yan cebine ince bir kaytanla bağlı olan ufak bir düdük çıkarıp ağzına götürerek, üç defa öttürmüştü.
Düdükten çıkan ses
üzerine, mazuliyn kahvesinden öo-kuz-on kadar softa kıyafetli adam çıkıp,
ellerinde bulunan birer sırığa takılı, âyet-i kerime yazılı kırmızı ve yeşil
iki bayrağı açarak, gür bir sesle tehlil ve tekbir getirerek bâbıâli'nin binek
taşına gelip merdiveni işgal etmişlerdi. Müteakiben arka sokaklardan beşer-onar
kişilik kafileler gelip bunlara katı-lıverdi. Talât bile eline iki bomba almış
olduğu halde cümle kapısının önüne gelip bir nöbetçi gibi durmuştu. Aynı
silahla silahlanmış olan Kara Kemâl ile bir kaç arkadaşı gelip, Talât'ın
emrine girmişti. Bu tertibat alındıktan sonra Cemâl, yine Talât'ın bir işareti
üzerine atını tırısa kaldırıp, İran sefareti karşısında bulunan muhafızlık
dâiresine gelip, attan inmiş ve doğru yukarı çıkarak İstanbul muhafızı sağır
Memduh Pa-şa'yı maiyeti yardımıyla nezaret altına alarak muhafızlık makamına
oturmuş, muhafızlık vazifelerini hiç bir hadise meydana gelmeden yapmaya
başlamıştı. Aynı tarz ve usûlle aynı saat ve dakikada Azmi bey dâhi polis
müdürlüğüne el koymuştu. Polis müdür Cafer İlhami bey'i göz altına
al-dırmiştı. İstanbul'da bulunan bütün gazetelerin kapısına birer jandarma
konup, giriş-çıkış yasaklanmıştı. Babıâli ile padiah sarayı -ve Harbiye nezâreti ve diğer makamlar
arasında haberleşmeye yarayan telgraf ve telefon hatları da
kestirilmişti."
Mevlânzâde'yi
özetlersek, bu arada iki otomobil bâbıâli'nin binek taşına yanaşmıştı. Yeri
gelmişken bu binek taşının- ne olduğunu söylemek icâb eder: Efendim; o
dönemlerde en iyi ulaşım vasıtası atlar ve faytonlardır. İşte bir çok evin
Önünde bile üstüne kolaylıkla çıkılan kimi merdivenli taşlar bulunurdu. Ata
binmek, faytonun basamağına daha kolay çıkabilmek için özel yapılmış bölüme ve
taşa, binek taşı denilmiştir. Hatta eski sadnazamlardan ve ediblerden Ahmed
Vefik Pa-şa'ya: "O, binek taşı büyüklüğünde bir elmastır. Ne traşlan-maya
gelir nede, binek taşı olur" denmiştir. Neyse: Gelen otomobillerin
birincisinin içinden çıkan Enver (Paşa) bey, Nuri bey ve Halil beyleri, o softa
kıyafetli adamlar askerce selâmlamışlardı. Nuri bey; Enver bey'in kardeşi,
Halil bey ise Enver bey'den yaşça küçük olmakla beraber onun amcası idi. Demek
ki ne kadar komitacı olunursa olunsun yine de kan bağlılığını tercih etmek bu
olayda kendini gösteriyor. İkinci otomobilden ise; Yüzbaşı Mustafa Necib ile
daha küçük rütbeli 4 subay daha çıkmış ve Enver bey'in komutasında sadrıazam
dâiresine yürüdüler. Sadaret dâiresinden çok az bir müddet sonra, on-onbeş el
silah sesleri duyulur. Talât, saatine bakıp not defterine bir şeyler yazar. Her
halde bu, silahların patladığı ânı tesbit içindir.
Sadaret makamı;
salonundaki gürültülere bakarak odasından çıkan; Harbiye nâzın Nâzım Paşa;
karşılaştığı Enver'i görünce: "Enver bu rezalet nedir? Bana; askerce
verdiğin söz burnuydu? Demekkİ daha önce Harbiye nazırı iie Enver bey konuşmuş
ve bir şeylerde mutabık kalınmış ki, verilen bir söz hatırlatılıyor Nâzım Paşa
tarafından. Fakat, Nâzım Paşanın bu sorusuna cevap, Enver beyden değil,
Yüzbaşı Mustafa Necib'den gelmişti: "Paşam; mukaddes cemiyetimize karşı
senin ihanetin tahakkuk ettiğinden idamına karar verilmiştir. İnfaz vazifesi
bize düştü. Sana askerce ihtar ediyorum. Bir vasiyetin varsa ya söyle ya
yaz!" Nâzım Paşa rütbece kendisinden çok dûn olan Mustafa Necib'in
sözlerine karşı silahı
ile cevap vermek istediyse de, erken davranan Mustafa Necib, Paşa'yı tek
kurşunla vurup, öldürdü. Yalnız bu konu da, rivayetler muhtelif olup, paşayı
vuranın Yakup Cemil olduğu söylenir ve tek kurşunla adam öldürme ustalığının
ona mahsus olduğunu söylerler. Öte yandan Nâzım Paşanın yaveri ise Mustafa
Necibi vurmuş, o da Öl müştü. Böylece; diri bir katil hesap vereceğine, katli;
ölmüş birine yüklemek daha evlâ görünmüş olabilir! Mustafa Necib'i vuran yaver
ise Kıbrıslı Mustafa Paşanın oğlu süvari yüzbaşı Tevfik beydir. Karşılıklı
silâh endahtından sonra Enver bey; orada bulunan herkese silahı olanlar derhal
bize teslim etsin dediğinde kimsenin sesi soluğu çıkmamış, nihayet iş yine
şeyhülislâm Ce-maleddin efendiye düşmüştü. İşte cevabı: "Evlâdım Enver;
bizim gibi adamlarda silahın ne işi olabilir? Silah ancak sizin gibi
kahramanlara yaraşır. Rica ederim bir emriniz mi var? Enver bey ise; muvafakata
dâir imza ettiğiniz cevabi notayı veriniz!
Enver bey; Noradongyan
efendinin ağzından böyle bir mu-vafakatnâme olmadığını öğrenince şu âna kadar
güzel giden talihin duvara tosladığını hissetti. Darbe yapmışlar sebebi de,
vatanı satanlara engel olmak ve gösterecekleri muvafakat vesikasıyla
hareketlerini meşruiyete bağlayacaklardı. Fakat ne böyle bir kâğıt parçası nede
iktidarda olanların böyle sakim bir niyetleri vardı.
Enver bey; sadrazama:
"Allah taksiratını affetsin. Haydi çabuk istifanı yaz. Dedi. Kâmil Paşa
elleri titreye titreye istifasını yazdı, imzaladı. Enver bey; padişaha hitaben
yazılmış bir yazıyı fütur getirmeden okudu. Beğenmiş olacak ki, cebine koyup
çıkarken, gözüne polis müfettişi Samuel (İzisel) ilişti. Cumhuriyet döneminin polis teşkilâtının
yeniden tanziminde bu kişinin rolü pek çok olmuştur. Enver bey; adı geçene,
burada bulunanla- nn dışarı çıkmasına ve her hangi bir kâğıd parçasının dahi
imhasına müsaade etmeyeceksin emrini verdi.
Samuel ise; "Emir
efendimizindir! Eliyle Kâmil Paşayı gösterip, bu ihtiyara dahi aynı muamelemi?
Sorusunu yöneltti. Yenisi tâyin olunana kadar sadrazam sayılması gereken zâta
bu reva mıdır? Belki de ondan olacak Enver bey mezkûr soruyu cevaplamadan
yürüyüp gitti. Hâttâ belki de Yahudi'nin gizli hakaretini anlamıştı.
Başlarında büyük
reisleri Talat, baş kaatil Enver, eşi bulunmaz hatibleri Ömer Naci ol duğu
halde ve diğer fedai canilerle birlikte babıâlîye saldıran rezil kaatiller,
her zaman olduğu gibi tekbir sesleriyle büyük salona girip, Sadnazam
Pa-şa'nında bulunduğu yere saldırıya geçtiklerinde orada bulunan sadaret
yaverlerinden Yüzbaşı Nafiz ve Harbiye Nâzın yaveri Tevfik beylerle, bazı sivil
polisler bunların gerçekleştireceği kanlı olaylara engel olmak
istediklerinden, silah çekenler Yaver Tevfik bey'le bir sivil polisi şehid
ettiler. Yaver Nafiz bey silah kullanmaya mecbur olmuştur. Nafiz bey'in silahından
çıkan mermilerden biri Enver'in yanındaki canilerden biri olan, Mustafa
Necib'e isabet etmiş ve ölümüne kâfi gelmiştir. İttihatçı katillerin diğer bir
bölümü Nafiz bey'in üzerine silahlarını doğrultmuşlar ve yaralamışlardır.
Bunlardan bir kaç tanesi yaralı Nafiz bey'in yanına çökmüş, ellerindeki
kamalarla yaralıyı delik deşik ederek şehid etmişler dir. Böylece gerek Tevfik
bey gerekse Nafiz bey vazifelerini gayet merdane ve vazife şuuru içinde ifa
etmişler ve şehadet şerbetini
içerlerken adlarını ilelebed yâd edecek târih sayfalarına yazdırmışlardır.
Şehadeti münasebetiyle hanımını ve iki küçük yavrusunu necîb milletimize tevdi
ederek vazifesi uğrunda feci bir surette şehid olmuş olan Nafiz bey otuz-kırk
milyon arasında güç yetişir kıymetdar bir kimse idi. Cenâb-ı Hakk bu şehid
evlâd-ı vatanı, garik-i rahmet eyleye
O sırada Sadrazam
Kâmil Paşa bazı padişah irade-i seniy-yesi tebliği için babıâlî ye gelmiş
bulunan Ali Fuad (Türkgel-di) beyefendi ile sadarete aid odalardan birinde
olduklarından, bakanlar kurulunun toplandığı salonda bulunmuyorlardı.
Dışarıda kopan gürültü bakanlar kurulu toplantısında bulunan başkumandan
vekili ve Harbiye Nâzın Nâzım Paşa hz.lerinin kulağına gittiğinden dışarıya
çıkmış, bu hâlin önlenmesini temin için, gereken vasıtaya sahip olmaksızın
bazı gazetelerin verdiği resimde görüleceği gibi küçük salonda Enver tarafından
atılan rovelver kurşunuyla şehiden vefat etmiştir. Rahme tullahialeyh rahmeten
vâsiaten
Harbiye Nâzın Nâzım
Paşanın şehid edilmesinden sonra bir takım subaylarla sivil kıyafetli bazı
kimseler, sadaret dâiresine gelerek, Sadnazam Kâmil Paşa hz.lerinin bulundukları
odaya girip, içlerinden biri, Sadnazam Paşanın anlattıklarına göre; cesur biri
yanlarına gelerek dışarıda heyecan çok fazla olduğundan hemen istifalarını
yazmalarını isteme cesaret ve küstahlığında bulunmuştur. Bunların bu
kalkışmaları; efal-i cinaiye'den maksadları ahzısar değil sırf hükümet idaresini
ele almak olduğunu anlayan Kâmil Paşa istifanamesinin yazılmasında tevakkuf ve
tereddüd göstermiş olsalardı, belki sadaretin çöküşünü yerine getirmek için
kendilerine de bir suikasd edecekleri mülahazasını göz önüne alarak
"Cihet-i askeriyeden vâki olan teklif istifaya mecbur olduğundan sadaret
hizmetinden afvına müsadei seniyyenin şayan buyrulmasını" natik, huzur-u
şahaneye yazmış oldukları istifanameyi vermişlerdir. Enver Paşa istifanameyi
aldıktan sonra babıâlî de bulunan şeyhülislâm Cemaledin efendi hz.lerinin
binmesine mahsus otomobile rakiben (binerek) doğruca mabeyni hümayuna azimet ve
avdet eylemiştir." Bundan bir saat sonra babıâlî ye gelen serkurena hz.
şehri-yâriden Hurşid beyefendi, padişahın vak'adan dolayı büyük keder duyduğunu
beyanla, vaziyetin düzeleceğine kadar ba-bıâlî'nin hükümetsiz bırakılmamasını
ferman buyurduğunu tebliğ etmiştir. Vaziyet bir neticeye ulaşana kadar, Kâmil
Paşa makamında durmaktan çekinmemiştir. Bu sırada Kâmil Paşa'nın bulunduğu
odaya girip çıkanların arasında Talat ve Enver Paşalar dahi bulunmaktaydı.
İttihatçıların
reislerinden ve en önde gelen hatiplerinden bulunan Ömer Naci'yi» Kâmil
Paşa'nın yanına yaklaşarak: "Efendim İnşaallah! Siz bu makamda devlete
daha çok hizmet edersiniz! Biz size muhtacız! Cümlemiz emriniz altında
bulunuyoruz!" sözlerini dillendirerek adetâ teselli gösterisi yapıyordu.
Bu sözler karşılığında Kâmil Paşa da: "Bana lüzumu yok. Ben devletin
taliini tecrübe etdim bu kâfidir!" ce-vabıyla mukabele ederek başından def
etmeyi bilmiştir. Çok geçmeden Enver Paşa da, Sadnazam Kâmil Paşa'nın yanına
gelerek, kendisinin tâlimde olduğunu dönüşü sırasında olayı duyduğunu ifade
etmekten utanmıyarak yaptığı cinayetin getireceği mesuliyetten yakayı
kurtarmaya bakmıştır. Ancak bu yatanın çuvala sığacak mızraklardan olmadığı
her-kesin teslim ettiği bir hakikattir.
Bunların saatlerce
devam eden bu hâlinden sonra diğer odalarda bulunan zâti sâm-ii meşihatpenahî
ile diğer vükelâi meham, Kâmil Paşanın yanına gelmişlerdir. Bir kaç saat sonra
sadaret makamına tâyin ettirmeye muvaffak oldukları Mahmud Şevket Paşa hz.leıi,
yeni Şeyhülislâmla babıâlîye geldiğinden ihtilâlci beylerin kapı önündeki
arkadaşlarına işittirmek için her zamankinin aksine olarak merdiven başında
hatt-i hümayunu okuttuktan sonra arz odasına gelerek mevcud kaatillerin tebriklerini
kabul ile tertibat-i lâzımiyeye başlamıştır. Odanın bir tanesinde Kâmil Paşa ve
bazı kabine arkadaşları ile oturmakta iken diğer bir oda da yeni sadrazam da
yanında bulunanlarla gecenin İlerleyen saatine kadar bulunmuşlardır.
Mahmud Şevket Paşa gecenin
yansından sonra bir aralık başka bir oda da Kâmil Paşa ile ayrıca görüşmüş ve
hâli hazır durumdan bahsetmişti. Mahmud Şevket Paşa: "Biz buraya kendi
isteğimizle gelmedik! Bizi getirdiler" demesi üzerine Kâmil Paşa da:
"Evet! Bizi dahi Öyle getirmişlerdi. Gelişiniz bize benzedi. Dikkat
edinizki gidişiniz benzemesin!!" demiştir.
Bu siyaset pirî Kâmil
Paşa hz.leri o gece alafranga saat üçden sonra evine avdet etmeye muvaffak
olabilmiştir. Ancak bu yaşlı zat, o gün ve gecenin ağırlığı altında bir hayli
üşümüş yatağa serilmek mecburiyetinde kalmıştır. Kendisini konağında ziyaret
etmek isteyen düveli muazzama ülkelerinin elçilerini, rahatsızlığın verdiği
engel yüzünden kabul edememiştir. Onbeş gün kadar süren bu rahatsızlık
neticesinde Kâmil Paşa'ya doktorlar mutlak olarak istirahat ve tebdil hava
tavsiyesinde bulunduklarından Paşa da Mısır'a istirahat etmek üzere
gitmişlerdir. İttihatçılar; Kâmil Paşa hz.lerinin bundan evvelki kabi nesini
gayri meşru bir şekilde düşürerek
devleti ve memleketi
felâkete ve parçalanmaya doğru ilk adımı atmışken bu defa gayet feciî ve kan
dökerek düşürmeleri devletimiz ve milletimiz için artık kurtuluş çâresinin, selâmete
çıkmanın mümkünü kalmadığı istikametini sergilemişti. Vicdan ve hamiyyet
sahibi kimseleri derin düşüncelere salmıştır. Bu cemiyetin memleket meseleleri
ile bir alakası olmayıp, cemiyetin, reislerinin ve şahsî menfaatlerinin dışında
bir şey düşünmediklerinden bunlardan ümidli olmak abes ile meşguliyettir. Yaşı
kemâl hududlarını aşmış bulunan Kâmil Paşanın ekmek ve ikramlanyla
nimetlendiği milletine ve ahalisine son bir hizmet daha yapabilmek için
devletin yaşadığı an ve gelecek günler için uğraması muhtemel felâketlerin
önüne kuvvetli bir engel koyabilmek için giriştiği, büyük teşebbüs, ani bir davranışla
düşürüldüğü hâl yüzün den akim kalmış, dolaysıyla bu sadaretindede arzusu
dâiresinde harekete muvaffak olamamıştır.
Eskiden beri
mütegallibe ve eşkıya elinden kendini kurtaramayan devlet ve millet,
mukadderatını yine benzerlerine vermiş bulunduğundan ülkemiz bu günkü hâle
gelmiştir. Kâmil Paşa hz.leride hiç şüphe yok ki bu eşkiya ve haydutların son
dört-beş sene içinde memleketde oynadığı oyunlara artık bir son vermek azminde
bulunduklarını şu kısa süren sadaretlerinde ortaya koyup isbat buyurmuşlardır.
Mateessüf esbab-ı mania perdesiyle bu defada da bu cemiyet eşkıyasından
memleketi temizlenmeye muvaffak olamamıştır. Çünkü Kâmil Paşa gelecek de
düşerecekleri çukuru çokdan görmüş ve bu cemiyetin izalesi için her ne yapmak
lazımsa yapıp devlet ve memleketi kurtarmakdan geri ve durmadıkları gibi
kendilerine müsaid ve yardımcı olan, kabinesi erkânının fikrinide bu yöne imâle
etmeye başlamıştı. Kâmil Paşanın bu son kabinesinde vazife alan zevat,
ülkemizin yüksek derecede takdire değer kişilerden müteşekkil olmasına rağmen
başarıyı maalesef yakalayamamışlardır. Bu kabinede vazife alanlar hiç bir
fırkaya mensub değillersede, ülke başdan başa ittihatçıların hizmetine amade
idiler.
Memurların çoğu
cemiyetin karanlık odası muhafızından bulundukları cihetle verilen emirlerin
harfi harfine yerine getirmek kabil olamadığından Kâmil Paşa matlûblarının
husulünde endişe buyuruyorlardı. Nitekim endişeler hakikat oldu. Nazırlardan
bazıları muhalif sıfatında etraflarını saran ittihatçıların teşviklerine kanmış,
bazısı da İnkılabın ilk dö'nem-lerinden beri ittihatçılar tarafından devlet
memurlarının ve milletin kulaklarına yerleştirilen propagandalardan birisi oian
(Kanuni hareket edelim. Bizde onlar gibi bir yanlışlıklara düşmiyelim)
sözleriyle hareket etmek arzusunu izhar buyurarak hata etmişlerdi. Vükelânın
yâni bakanların, bu hatasına harbiye nâzın Nâzım Paşa hz.terinin, temiz ve saf
olan kalb-leri orduya, Talat'lar, Enver'ler. Cemal'Ier, Fethiler ve emsallerinin
girişlerini önleyemediğinden tabiatıyla hükümet idaresi itihadçılar elinde
kalmıştı.
Tabii neticenin
vahameti o zaman görülmüştü. İşlere, Sad-rıazam Paşa ve şeyhülislâm Efendi
hz.leri yalnız kalmışlar ne çâre bulurlarsa, bulsunlar bilinen kişiler ortaya
çıkıp, başarıyı engellemişlerdir. Kanuna uygun hareket edelim arzusunu ileri
sürenler arasında değerli zevata aflarına sığınarak sormak isteriz ki şimdiye
kadar memleketde ittihatçıların asdıkları ve sürdükleri, aldıkları, yapdikları
her işde kanunu kendilerine âlet ettiklerini görmüyorlarmiydı? Bu gün ittihatçı
zorbalarına da sorulsa cevaplan yaptıkları her fiilin kanun dâiresinde olduğunu
ispata kalkışırlar. Zâten şimdiye kadar dünyada yapılan fenalıkların hepsi
ellerinde bir âlet olan kanun ile yapılmıştır.
Bu böyle olduktan
sonra artık kanuni hareket edelim demeğe hacet yok zâten verilen emirler gayri
meşru ve gayri kanuni değil idi. Biraz da yukarıda dediğimiz gibi milletin istikbali
devleti nazarı teemmüle alan Kâmil Paşa hz.[erinin, devlet-i Osmaniye için ne
derece lüzumlu olduğunu, bu dostluğun devletimiz ve memleketimize mahz-ı hayat
olduğuna pek çana bildiklerinden ötedenberi İngiltere siyaseti aliye ve
politikasını tasvib ve takip ederler daima mesnedi sadarete, geldikleri zaman
bahse konu politikayı tercih ediyordu. Bir bakıma devlet-i âliyye-İ Osmaniye
asırlardan beri İngiltere devlet-i muazzamasının sayesinde bir çok olayda
mülkiyettinin tamamiyyetini muhafazaya muvaffak olmuştur.
Buna itirazı olanlar
târih bilgisinde epeyi eksiklik taşıyanlardır. Yoksa târihe âşinâ olan, târihi
vakaları tetkik edenler bilirlerki, her ne zaman devlet-i âliyye-i Osmaniye,
Avusturya ve Almanya devletlerinin entrikalarıyla felâket ve musibete mâruz
kalmış ve Rusya hükümetinin taarruz ve tasallutuna uğrayarak en büyük tehlike
ve zorluğa düştüğünde ingilizlerin kapısı çalınmış ve yardımları ile, düşülen
felâketten vede kötülüklerden kurtulabilinmiştir.
Devletin son
zamanlarda yetiştirdiği en büyük siyasi şahsiyetlerden olan Reşid Paşalar, Âlî
Paşalar ve Fuad Paşalar ülkeyi kurtardığı felaketlerden bir çoğunda
İngilterenin yoğun yardımlarını yanlarına almanın faydası kesindir. Aşağıya alacağımız
ifşaat târih kitabı Sayfalarında belki de ilk defa yer alacak bir pasajdır.
Mehmed Selahaddin Bey Bildiklerim adlı eserinde şunları söylüyor:
Selefi olan
sadrazamların yukarıda sayılanlarının güttükleri İngiliz politikasına
yakınlıklarını devletin menfaati açısından sürdürmek ananesini devam ettirmeyi
idrak eden Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa, ülkenin içine düşmüş olduğu ve daha
nereye kadar yuvarlanacağı meçhul halden, halas olması, buhranlarla dolu bu
ağır dönemi atlatabilmek için kadîm İngiliz dostluğu politikasını harekâta
geçirerek bir ittifakı gerçekleştirme yoluna gidivermeyi düşünmüş vakit
geçirmeden başvurmuşdu.
Bu işin gizli
yürütüldüğünü de, hemen burda kaydettikten sonra Tevfik Paşa, Londra b.elçimiz
olarak tecrübeli sadrazam gibi kendileri de eski sadrazamlardan bulunmanın
verdiği tecrübe içinde geleneksel Osmanlı-İngiliz dostluğunu tam bir ittifakla
pekiştirip, yardımı elde etme yolunda gizli gizli adımlar atmaktaydılar.
Kâmil Paşa, İngiltere
hariciye nâzırıyla ittifak şartlarını konuşup tesbit için Ahmed Tevfik Paşaya
vazife verdiği gibi, oğlu bahriye nâzın Said Paşayı defaatle Londra'ya
qön-aemnıştir. Bu çalışmalar neticesinde o dönemde İngiliz hariciye nâzın kont
Eduvard Göre cenaplarıyla yine Kraliçenin dış siyasetinin büyüklerinden olan
Sir Nikolson ile bizim Ahmed evfık ve Said Paşalar arasındaki müzakereler
sonunda bir antlaşma metninde uzlaşılmış ve tecavüz ve savunma ant-'aşması
prensiplerinde tamamen mutabık kalınmış idi. İşte u antlaşma taslağı elinde
olduğu halde İstanbul'a gelerek abineye bu antlaşma hakkında bilgi vermek için
hazırlanırken, sadnazamdan gelen teklif üzerine hariciye nazırlığını uhdesine
alma teklifini de kabul etmiş ve Londra'dan yola çıkmıştı. Ne varki Tevfik Paşa
daha yoldayken babıâli baskını vukubulmuş böylece her şey karmakarışık
olmuştu. Bu hareketin gerçekleşmesiyle ittihatçılar bâbıâli'de İşledikleri
cinayetlere bu antlaşmayı kuvveden fiile çıkarma hususundaki faydah
çalışmaları öldürdüklerinden, görünen cinayetlerine, görülmez ve büyük bir
cinayet daha eklemiş oldular.
Eğer bu hareket
vukubulmamış olsa idi yâni babıâli baskını yapılmamış ve Kâmil Paşa bir müddet
daha makam-ı sadarette kalabilmiş olsaydı, antlaşmada gerçekleşecek ve bu
günkü pek fecî hâle düşmeyecektik. Bu şerir haydutların, şahsi menfaatleri
uğrunda yapmış oldukları cinayetleri saymayıp sırf iki defa darbe vurdukları
Kâmil Paşa kabinesine karşı işledikleri cinayet, milletin menfaatine yapılmış
olduğundan namus kelimesini sık sık ağızlarına almayı kendilerine pelesenk
edenler, bu kelimenin muhafızı olduklarını isbat için birer birer intihar edip
yok olasıca vücudlarını itlaf etmelidirler. Osmanlı devleti, yâni biricik
devletimizin, bu antlaşmadan ne derece menfaat temin edeceğini izaha hacet yoktur.
İşte siyaset adamlarımızın piridense yeri olan, Kâmil Paşa- bütün rahatını
gözardı etmiş gece gündüz ülkemizin istikbalini temine çalışmışdı. uzağı görmek
hassasına bir hayli sahip olan Paşa hz.leri, devletimizin ve memleketimizin bu
günkü felâkete uğrayacağını nice seneler evvel görmüşdü.
Yedi sene evvel
Mısır'da tebdil havada bulunduğu esnada Sultan 5. Mehmed Reşad hz. lerine
aşağıya aynen aldığımız layihasını sadakat ve vatanseverliğinin icabı olarak
takdim buyurmuşlardır.
Cenâb-ı Rabbi Mennan;
veli-inimet biimtinan efendimiz hz.lerinin ömrü ve ikbal, şevket-i ve iclâl-i
şahanelerini müz-dad buyursun. Şu içinde bulunduğumuz üzücü hâlin te'siri
tahtında olanların cidden muzdarib ve kan ağlamaması ka-bilmidir? Yine içinde
bulunduğumuz gerek siyasiyeti, gerekse mülki idareyi bilmeyen İttihat ve
Terakki cemiye tinin tahakkümüne ve te'sirine girmiş hükümetin talebesi olduğu
kötü görüşlerin, getirdiği sakatlık ve zorlukların tahlili ve ted-kiki
yapıldıkça devletimizin bölünmeğe maruz bir hâle geldiği görülür. Hilâfet-i
seniyyenin tehlikede olduğunu hemen hissetmek kabil din zamanında diğer devletler yalnız kendi kuvvetlerine
istinad ile hukuk ve menfaatlerini temin edemeyeceklerini idrak ederek,
menfatlerinde ortaklığa müsaid ve taraftar olan diğer devletlerle ittifak
yaparlardı. Bu suretle devletler arası dengelerini bulur ve mevkıilerini
kuvvetlendirirlerdi. İşte buradan baktığımızda devlet-i âliyyenin bunda
muvaffak olamaması, yalnız kalması, diğer devletlerin ve milletlerin ihtiras ve
taarruzlarına uğrama vadisinde kalmasına sebeb olmuştur.
Dünya'nin Şark
tarafında, ticari menfaati ve iktisadi ilişkileri olan devletlerin içinde
siyasi anlayışlarına en ziyade iti-rnat edebileceğimiz devlet ya İngiltere yada
Fransa'dır. Geçmiş devirde İngilterenin yardımcımız olması hususunda, on-rm
yardımına nail olmamız bahsinde onlarla ittifak yapabilmenin icâb ettiğini,
Hakan-ı sabıka (2.Abdülhamid) kabul ettirmeye çalıştığımı, neşrolmuş âcizane
hatıratımda görebileceğiniz gibi, babıâlî'deki kayıdlarda mevcuddur. Ne
çareki; Sultan Hamid hz.leri, Rusya mağlubiyetinin te'siri ve bunun korkusu
altında nefsin selâmette olmasını, Rusya'nın ittifakında arama yolundaydı.
Ruslar ise çeşitli vasıtalara baş vurarak, padişah hz.lerinin dostluğunu
kendilerine çekebilmek için mesai ve gayret sarfederlerken de, onların (Rusya)
tek rakibi olan İngiltereyi, pad şahın gözünde büyük düşmandır, şeklinde
göstermeye bakıyordu.
Sultan Abdülhamid
han'a verdiğim maruzatla; fikrindeki sebatı değiştirmek kabil olmamıştı. Bu
sebebden Osmanlı devleti devletler arası dengelerde yalnız kaldı ve bazı devletlerin
ihtiraslarına maruz kalacak alanda kaldı. Rusya ve Avusturya politikası
arasında, Rumeli toprakları elden gitmek derecesine gelmişken Allah (c.c)'ün
inâyetiyle, inkılab-ı mesud (meşrutiyet ilânı)'un gerçekleşmesiyle kanunu esasinin
ilânı üzerine üç vilâyetimiz Rusya ve Avusturyanın zararlı teşebbüsünden
kurtulduysa da, fakat genel düşüncelerinde yeralan Bulgaristan'ın istiklâlini
ilân edebilmesi ve Bosna-Hersek'in Avusturya'ya gittiği görülmüştür.
Erbabının bildiği
gibi, kurulmuş bulunan meşrutiyet hükümetinin aldığı karar ve takip ettikleri
salim tutum, dahilde ve hariç de her tarafa emniyet ve güven vermesiyle devlet
idaresi nizam içinde yürümeğe başlamıştır. Derhal ülkemizin tabii servetini
ortaklık alanlarına koymakla, İmara ve ilerlemeye hizmet ile, yardım
maksadıyla avrupanın bütün sermayedarlarının kasalarını açmış olduklarını
gören ittihat ve terakki cemiyetinin menfaatperestleri işbu servet kapısının
açılmasını davet eden mevcud hükümetin emniyete haiz olmamasından bahisle
tabii bir şey olduğu bakımından kendileri dahi idarey-i hükümeti ele almış
olsalardı hem kendileri hemde
memleketin istifade
edeceği zannıyla uygun bir vesile bularak infisali acizânemi (hükümetimi
düşürmek) vukua getirmişlerdi. Kendi mensublarından meydana gelmiş bir hükümet
kurarak idareyi ele almışlardı.
İdareyi ellerine
kimlerin geçirdiğini gören sermayedarlar derhal geri çekilip, yatırımdan
vazgeçmeleri nafıa ve diğer teşebbüslerin durmasına varmıştır. Bunun da
arkasından gelen büyük olaylarda dökülen kanların izahına her halde gerek
yoktur. Elhasıl Jöntürk adıyla kurulması sağlanmış cemiyetin hükümeti,
meşrutiyet kaidesi içinde hüküm sürmediğinden mecburen Örfi idare yâni sıkı
yönetim ilân etmiştir.
Böylece müstebid bir
idarenin gerek merkezde gerekse di ğer vilâyetlerde işlerden anlayan memurlar
açığa alınıp, yerlerine cemiyete mensup kişiler istihdam olunmuşlardır. İşleri
yapmak demek cemiyetin emirlerini yerine getirme şeklinde anlayan bu adamlar
yaptıkları görevlerde ahaliyi adetâ delirttiler. Arnavutluk, Arabistan ve
Yemen de meydana gelen isyanlarda ve bunlara bağlı ihtilallerde gerek asakir-i
şahaneden gerekse de ahaliden boş yere akan kanlar sel olup gitmiştir.
Bundan çıkan neticede
cemiyet hakkın da umumi bir nefret dalgası davet etmekden başka bir şey
olmamıştır. Daha sonraları cemiyet tarafından dünyaya meydan okurcasına
gösterilen tavır ve davranışlar, dost devletlere üzüntü vermiş ve bu hâle karşı
da komşu devletlere lâzım gelen tedbirlere girişmemiştir. Bu sırada İtalya
devleti sefaretinin birinci notasında yazılı olduğu üzere, devlet-i âliyyeye
değil, cemiyetin aleyhinde olarak ilân-i harb ile Trablusgarb ve Bingazi'yi
zapt ve istilaya kıyam etmiştir. Andtaşmalara fırsat tanımak için yapılan bu
taarruza karşı, İngiltere, Fransa, ve Rusya devletlerinin tarafsız kalmaları
çok manidardır. Eğer bu ders-i ibret
de yeterlilik
görmezsek, başka tecavüzlere şahid olmaya ha-zsrlanılmahdır. Bu hâlin sonu
Allah.korusun üzerimizde yapılacak paylaşımdır. Şu anda Girid ile Rumeli
topraklan paylaşıma maruz kalmak üzeredir. Bu hususdaki hissiyatı âcizâne-min
dayandığı malumatı yazılı olarak takdim edemem.
Cemiyetin adamları
vaziyetin hakiykatine vukuflan olsa hem devletin hemde kendi nefislerinin
selâmeti için, devlet işlerine, hükümetin tedbirlerinden el çekip, hayır
işleriyle meşgul olmaları icâb eder. Aksi takdirde Sultan Abdülhamid hân
zamanında, istibdadı ortadan kaldırmak için meydana gelen vaka-i hayriyye
misâli orduyu hümayunun iştirakiyle yakında olması tabii olan ihtilâl, şimdiki
istibdadı dahi mahvedeceği şüphesizdir. Avrupa efkâr-ı umumiyesi İtalya'nın
haksız tecavüzünden dolayı aleyhindeyse de, hükümetlerin alacağı kararı
değiştirmeğe yeterli gelmez.
Almanya; kendi
müttefikleri olan İtalya ve Avusturyanın menfaatine yardımcı olmaktan
ayrılamaz. İngiltere devletinin, içinde bulunduğu tarafsız halden çıkıp,
devlet-i âliyyenin hukukunu muhafaza edebilmesi sebebini bizim küçük görmememiz
lâzımdır. İngiltere ile antlaşma yolunu bulmak için şu sırada buralarda iyi bir
zemin hazırlanmışsa da bunu tamamlayıcı yola girmek hususunda ortada engel
olarak görülen ha fi cemiyetin kaldırılmasıyla, meşru bir hükümet tesisine
yardımcı olunmasına bağlıdır.
Örfi İdarenin
kaldırılmasıyla meclis-i mebusanın, hükümet heyetine tarafdar veya karşı
fikirli fırkaların, gerek kanun konmasında gerekse hükümetin icraatını
murakabede hiç bir tarafın te'siri altında kalmıyarak, maddelerin müzakeresinde
ve rey kullanmada serbest ve hür olmalarından îba'rettir. İngilizler ile
aramızda yapılacak anlaşmayı Fransa ve Rusyanın uygun karşılayacağını şartlar pek
açık göstermektedir. Eğer miyetin ileri gelen ustaları bu izahata kani
olmazlarsa, Kendileriyle bir araya gelinip fikir teatisinde bulunmak mümkündür.
Görelim: İlk yapılacak iş, memleket dahilinde ahalinin cemiyet aleyhindeki
belirmiş olan genel nefretin yok edilmesi kabilmidir?
İkinci iş ise:
Cemiyetten şikâyetçi olan devlet ve milletlerin iyi niyetlerini cemiyetin
lehine çevirmek mümkün müdür? Eğer bu cevab müsbet olacaksa cemiyetin düşündüğü
çâreler nedir? Osmanlı devletini parçalamanın başlangıcı olarak İtalyanların
bize açdığı savaşın önünü almak ve kan dökülmesini men ederek Trablusgarb ve
Bingazi'yi uğramış olduğu istiladan kur tarrnak için hangi kuvvete istinad
olunmaktadır? Hangi şıkla olursa olsun, bu elden çıkan vilayetlerin
kurtarılması ümidi zayıftır. Buralarda elden giderse Girid Meselesi zâten
milletler arası meselelerden sayılması yüzünden bu dahî aleyhimizde
nihayetleneceğin den balkan devletlerinin hırsını tahrik edeceğinden, açılacak
bir çok sıkıntı dolu hadiselere yalnız orduyu hümayun ile nasıl mukabele
edile-bilinecektir? Böyle pek zor durumları uzun müddet uğraşarak
atlatabilmek, milyonlarca liraların sarfına ihtiyaç gösterdiğin den nereden
bulup, hangi şartlar ile borçlanma yapabileceğiz? Allah korusun bu kötü gidiş
buralara kadar varır ve Rumeli toprakları elden giderse, zira cemiyet
(ittihatçılar) tarafından Mısır'da Hizb el Vatanî 'yi tahrik etmesinden dolayı
Mısır Hidivlik idaresi de rnünfail ve İngiltere de aynı halden şikâyete
başlamıştır. Böyle bir bölücülük ve parçalanma hâlinde Mısırlılarda, Devlet-i
âliyenin Mısır'ı himayeye ve koruncağa iktidarı kalmadığı itikadıyla,
Hidiv'in, saltanatı seniy yelerinize olan sadakatma rağmen, Bulgaristan gibi
Mısır'ın istiklâlini ilân ve İngilterenin Mısır ve Sudan da olan hukuk ve
menfaatini temin için aralarında antlaşma imzalamaya kalkışacak oldukları
takdirde bunları cemiyet nasıl engelleyebilecek? Bu vaziyet karşısında
Yemen'in devletimizle olan irtibatını kaldırması şüphesiz gerçekleşeceğinden,
Hicaz ile Hilâfet-i seniyyenin hal ve mevkii ne şekil alacak? Rusya şimdiden
Boğazlar meselesini ortaya koymuş Anadolu topraklarında bizimle ne türlü
oynayacak? Bütün bu saydıklarımızı düşünmek ve bunlar üzerinde yürütülecek
mütalaanın ehemmiyeti büyüktür. Cemiyet bu maruzatın ileri sürdükleri hakkında,
genel tasvibi sağlayacak cevablan her ne ise ifade etmelidirler. Çünkü bunda
esas maksadımız kan dökülmesine sebeb olacak ahvalin ortadan kaldırılması
olup, vaha metin hazırlamakda olduğu ihtilâlin ilk saldırısına cemiyetin ileri
gelenleride hedef olacaklardır. Tarafdarlarının dahi; tâkibden geri
kalmayacakları, gidişattan anlaşılır hâle gelmiş bulunmaktadır. Vatanın ve
cemiyetin öyle feci bir ahvale gidişden korunması için, İttihatçı cemiyetin
hükümeti, icraatının mesuliyetini kendi üzerinde taşıyarak helak olmaya maruz
kalmaktan ise hükümet işlerine cahilane müdehalarden feragat etneleri ve bunu
cümleye ilân etmelidirler. Bundan böyle de hükümetin himâyesi altında hayır
işleriyle meşgul olmaları cemiyet üyesi olmaları bakımından matluptur.
Meclisi mebusan
azasından ve cemiyet mensuplarından ve karşı fikirlerden meydana gelmiş bir
komisyonda barış müzakereleri ve buradan çıkan karar, huzuru âlî-1 cenâb-ı
şehriyârilerine arz olunmalıdır. Emaretlerimizde görünene bakarsak, parçalanmaya
maruz olan vatanın selâ metiyle beraber, hilâfeti seniyyelerinin dahi
olacaklardan korunması en önemli işlerden olduğundan bunun tahtı temine
alınması hususuna irâde ve ferman buyrulması babında.7/kânunevvel/1327-191 1
Sadr-ı esbak Kulları Kâmil Senelerce önce yazılan şu ariza gelecekte vatanın
uğraya-caâı felâketi herkese duyurduğu halde bunu göz önüne almayıp, tedkike
tenezzül edilmediği gibi ittihatçılar tarafından bir takım iftiralarla birlikte
Kâmil Paşa hz.leri aleyhinde hücuma geçildi. Paşanın bu uyarıları, Tânin
Gazetesinde "Mezardan Bir Ses" başlığı altında aynen yayınlanmış,
Paşanın siyasetinin kokmuş, kendisinin siyaset meydanından kalkmış ve ölmüş
olduğunu utanmadan ilân etmişlerdi. İttihatçıların, cinayet yüklü
hareketlerinden dolayı, Kâmil Paşa meşrutiyetteki ilk sadaretinde, kabineye
bîr çok faydalı icraata dönük maddeleri tatbika koymağa vakit bulamadığı gibi
bu defaki sadaretinde de yine aynı sebeblerden İngiltere ittifakı ve İslaha
muhtaç işlere teşebbüsü akim kalmıştır. Devlet ve milletimizin talii
kaderindenmidir ki, biz de yetişen, siyasette kıymetli zevatın şimdiye kadar
her neye teşebbüs ettilerse de, mutlaka karşılarına bir engel veya bir rakip
çıkmak ta ve o zat, yapmayı plânladığı mühim işleri gerçekleştirme şansı
bulamadan, mevkiini terke mecbur kalır.
Bu cümleden olarak;
Büyük Reşid Paşa, Âlî ve Fuad Paşalarında devletin ıslahat ve tanzimi
hakkındaki gayret ve çalışmalarını tam manasıyla tatbike koyamadıkları târihde
görülmektedir. Kâmil Paşa; Sultan 2.Abdülhamid zamanındaki iki sadaretindeki
dönemde dahi devletteki iyileştirmelere dönük düşüncelerinin, bîr çok
maddesini tatbik mevkiine koyamamıştır. Bilhassa Anadolu, Rumeli vilayetleri ve
ermeni meselesinin düzeltil-mesi, hükümetin idarî ve mâlî işlerinin tanzim ve
ıslahı ve bunlara benzer diğer hususat yapılması şartken hep tehire ve
rededilmeye mâruz kalmıştır. Hatta ikinci sadaretlerinde Kâmil Paşa; Anadolu ve
Rumeli ıslaha-hyla, Ermeni meselesinin hâiline vede meclisi mebusanın
açılmasıyla, devlet ve milletimizin refah ve saadetine hizmet edecek hükümet
icraatına dâir, yazılı düzenleme yaparak, Sultan Abdülhamid'e, arz ve takdim
eylemiştir. Ne varki geniş izahlı lâyiha, menfuren ve menkuben (nefretle
gözden düşme) sadaretten azl olunmuştur. Ayrıca -derhal İstanbul'u terk etmek
üzere binip tâyin olunduğu Halep Valiliğine gitmesi için hazırlanan vapura
gitmesi irâdesi çıkarılmıştı. Devlethanesi padişahın yaver, yüksek memurları
ve hafiyeler tarafından kontrol ve gözetlemeye alınmıştı.
Hâtıratın'da yazılı
olduğu gibi Kâmil Paşa, tâyin buyurul-dukları Halep vilayetine gitmekten
vazgeçip, tekaüdiüğünü taleb eden bir maruzatı padişahın katına göndermesi
üzerine gözetleme hususu terk edilip, baskılara başlanmış, Paşanın hanesine
gidip gelmek isteyenler, sefirler de dahil olarak zorluklara maruz
kalmışlardır. Böyle durumlarla karşılaşan ve İstanbul'da kalamayacağını anlayan
Kâmil Paşa, pek sevdiği İzmir'e giderek orada ikamet etmeyi seçti. Bu durumu
padişaha arz etmeleri saray tarafından sıkıntıyı giderici hava olarak görülmüş
ve Kâmil Paşaya Aydın valiliği uhdesine verilmistir.
Arkasından; İzmir
Krovözörüne binerek gitmesi emri iradesi gönderilmiştir. Kâmil Paşa bu emri
telakki etmiş ve on-bir sene valilik vazifesi üzerinde kalmak üzere İzmir'e
gitmiştir. Mâruz kaldığı bu sert tutum ve üzücü tatbikatlara rağmen memlekete,
millete karşı sevgisinde en ufak bir tereddüt ve azalma olmamıştır. Kâmil Paşa
İzmir'deki, bu vazifesinde vilayetle ilgili ıslah ve yenilikleri tatbike
koyarken, Sultan Hamid hz.lerine, yine de projeler ve lâyihalar göndermekteki
geri durmamıştır. İzmir'de bulunduğu bu on bir senelik zaman diliminde, Kâmil
Paşa, ıslahat talebleriyle dolu layihalar göndermesi üzerine üç-dört defa
sadarete davet olunmuşsa da, derhal İstanbul'da Almanların büyük elçisi Baron
Mareşal cenaplarının, kendi imparatorunun emriyle, çemis olduğu fesad dolu
tuzaklar, Kâmil Paşa'nın sadarete gelmesini önlemiştir.
Onbir sene İzmir
valiliğinde bulunduktan sonra yine Almanya imparator ve sefiri ile o sıralarda
sadaret makamında bulunan, Avlonyalı Ferid Paşa hz.leri, rakibi saydığı Kâmil
Paşa'yı bu vilâyetten azletmeye muvaffak oldukları gibi iki defa sürgün demek
olan Rodos'da ikamet etmesi hususunda irade-i seniyye elde edebilmişdi. Bunun
üzerine İzmir' den muhafızların gözetiminde Rodos'a gidebilmesi için, İzmir fırkası
kumandanı Ferik Tevfik Paşa ile eşkıya takipçisi Mirliva Kara Said Paşa'nın
vazifelendirilmelerini öğrendiğinde, Kâmil Paşa İngilterenin İzmir
Konsolosluğuna giderek, konsolos; Mister Hanri Alfred Kombrbac cenaplarına da
bir hafta kadar misafir olduğundan, Osmanlı ve İngiliz devletleri hâriciye nezaretleri
arasında cereyan eden haberleşmeler neticesinde, Kâmil Paşa hz.leri, her türlü
saldırıdan masun ve azade kalmak ve muhterem aile efradı hak-kında da, aynı
muameleyi görmek üzere İstanbul da, ikametlerine karar verildiğinden Dersaadete
avdet etmiş ve padişah tarafından hazırlatılmış Nişantaş'ındaki konakda ikamet
etmeye başlamışdir.
Kâmil Paşa meşrutiyet
inkılabının başlangıcına kadar bir seneye yakın burada ailece*ikamet
etmişlerdir. Kıbrıslı Meh-med Kâmil Paşa, tanzimatın üç rüknü de denilen
Mustafa Reşid, Alî ve Fuad Paşalar gibi milletimizin büyük siyasi dehâlarından
olmasına rağmen, kıymetini takdir edilmesinde bir hayli geç kalındığı inkâr
götürmez. Kâmil Paşa hz.leri yukarıdan beri nakle çalıştığımız düşünce ve
teşebbüslerin sa-nıbı olarak, ülkemize çok güzel, faydalı işler sağlayacak
antlaşma'ar yapmayı sonuçlandırmak üzereyken kabinesinin böyle gaddarane cinayetler
sergilenerek sükût ettirilmesi üzerine, bir müddet için Mısır'a gitmişti.
Bilahire Dersaadet'e
dönmüş ancak, İttihat ve Terakki cemiyeti ülkenin üzerinde tesis etmiş olduğu
diktatörce idare altında, bu usta siyaset adamına öyle bir saldırdı ki, Paşa İstanbul'da
ancak üç-dört gün kalabildi. Yeniden Mısır'a gitdi. Orada bir miktar kaldıktan
sonra dünya'ya geldiği yer olan Kıbrıs'a gidip, uzletgâhına çekilmiştir. Kâmil
Paşa sevdiği vatanımıza daha fazla hizmet verememiş olmanın ızdırabları, ilerleyen
yaşının vücudu üzerinde çoğalan tahribatianyla, günden güne artan
rahatsızlıkları akabinde, bir sekte-i kalbin son darbesini yiyerek dünya
dağdağasını tamamlamış ve beka âlemine intikal etmiştir. Kıbrıs'ın Lefkoşe
şehrinde bulunan Arab Hasan Camii Şerifinin haziresinde defnolunmuştur.
Merhum Mehmed Kâmil
Paşa'nın Said Paşa İle olan münasebetlerinde hep ihtilafa düştükleri
gözlenmiştir. Bu siyasi tercih usûlünün neticesidir ve insanın tabiatıyla
meydana gelen hususlardır. Aşağıya buna aid malumattan ziyade Kâmil Paşa'nın,
Said Paşa tarafından yapılan ve hatıratında yer alan hususa dâir bir kısım
cevabını göreceksiniz.
Aydın Valiliği
esnasında, İngiliz konsolosluğuna dehalet eden Kâmil Paşa'nın, yerine
gönderilen vekâlete memur zât, padişahın gönderdiği şifreli talimatı çözebilme
hususunda düştüğü müşkülden, çareyi ilticaya giden Kâmil Paşanın yanında
götürdüğü şifre anahtanyla çözmek şansını bulmuştu. Gelen talimata eklediği son
derece saygılı ifadelerle yazıp gönderdiği pusula, Kâmil Paşanın eline ulaşmıştı.
Kâmil Paşa yerine
gelen zâtın bu davranışından pek memnun kalmıştı. Daha sonraları da bu zata
her zaman müşfik davranmıştır. Çünkü insana kolay zamanlarda yardımcı olmak
her kişi işi idi, amma zor zamanda muavenet er kişi işidir der atalarımız.
Kâmil Paşa bu kadirbilirliği unutmadı. Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa; günümüzün
meselesi gibi sayılmakta olan Midhat Paşa ve arkadaşlarının cinayet mahkemesi
davası ve sonuçlan elan bir kesin hükme kavuşturula-bilmiş değildir efkâr-ı
umûmiye nezdinde. Bu bakımdan Said Paşa'nın hatıratında kendisine yapılan
dokundurmalara cevap verme yoluna gittiği gibi, bunda da çok hassas davranmayı
ihmal etmemiştir. Kâmil Paşa diyorki: "..Hatıratın 31. sahifesinde
başlayıp, 32, sahlfenin bir kısmını işgal eden: <mütercim Rüşdü Paşa mazul
ise de hayat da idi, Midhat Paşa Suriye, Hamdı Paşa Aydın, Sadık Paşa Cezayir
ve Bahr-i sefid, Ahmed Vefik Paşa Hüdavendigar (Bursa) vâliliklerin-de, Edhem
Paşa Viyana sefaretin de, Mahmud Nedim Paşa dahiliye nezaretinde, Arifi Paşa Şura-yı
Devlet riyasetinde ve Safvet Paşa da dâireler müfettişliğinde bulunuyorlardı.
Tu-nus'lu Hayredin Paşa mazulsa da habire huzur-u hümayuna layihalar
göndermekteydi. Bu on zât, sadaretten infisal etmiş kimselerdi. Bunlardan
bazıları, imtiyazlarını, bazıları da, rahatlarını, kimileri de haysiyeti
izafiye ve fâidei zâtiyel erini sadarete dönmelerinde aradıkları ve benim bu
memuriyetimden nahoşnud olduğumu bilmedikleri bilakis ona haris olduğuma ve
varlığımın, kendi ikballerine mâni bulunduğunu düşündüklerinden yaptığım
icraata itiraz etmeden duramazlardı. Tervici iltimaslar ve kolaylık- lar,
şahsi menfaatlere kendimi kapalı tuttuğumdan, saray'm içinden de dışından da
bir takım kimseler aleyhimde idiler.
Mehmed Kâmil Paşa;
Said Paşa'nın bu ifadesine şunları söylemekten kendini alamamıştır; "Bu
makaleden bir hüküm çıkarmaya kalkışan bazı kimselerin (görülüyor ki Said Paşa,
bu günde müntakil, sözü dinlenir, diğerlerinin içinden istisna biridir derler.
Devlet adamının yetişmesi milletin isteğidir. Geçmişteki büyüklerimiz, belki
bütün havas ve avamı kendilerine rakip ve hilafgir addedecek kadar vehime
mağlup imişler. Şu halde Said Paşa hz.lerinin on rakibinin ehemmi olan Midhat
Paşa'yı hiç değilse hayat-i siyasiyeden bütün bütün uzaklaşdırmak için mahkeme-i
mâlumeden azıcık istifade eylemiş olmasını hâttâ Midhat Paşa'nm hasm-ı canı
olup, hatıratın 7. sahifesinin şehadetiyle Said Paşa hz.lerinin-de dostu
olmaması lâzım gelen Mahmud Nedim Paşanın dahiliye nezaretine getirilmesine
rıza gösterilmesinin bu mak-sadla alakadar sayılmasına mahal varmıdir? Midhat
Paşa'nm pek dedikodulu irtihah Said Paşa'nm sadaretine tesadüf ve hatıratında
evinin ve aile içi dedikodu lar tafsilatla anlatılırken, Midhat Paşa hakkında
154. sahifede<301 senesi receb ayının 14. Günü(l 1/Mayıs/1884) mabeyn
başkitabetinden hususi bir tezkere alındı. Mealinde Midhat Paşanın irtihali
(ölüm) şayi olduğundan tahkikat yapılması lüzumu beyan ediliyordu. Midhat
Paşa'nm 25/nisan/1300/1883 tarihinde vefat ettiğine dâir Hicaz vilâyetinden
dahiliye nezaretine gelen telgraf dahiliye nezaretinden batezkere
gönderildiğinden arzolundu> Fıkrası ile iktifa olunması tuhaf değilmidir? Demeğe
kadar ileri vardıkları duyulmuşsa da bu gibi şâyiatı bir tarafa bırakıp, sırf
tarihe hizmet için Said Paşa hz.lerinin ortaya koyduklari muammayı lütfen
kendileri hâl ile cennetme-kân Sultan Abdülaziz hân'ın vefatı hakkında o vakit
ki vukuf ve itikadlarının açıklanması münasib olacağı düşüncesini tekrar
ederim."
Kıbrıslı Mehmed Kâmil
Paşa'mn Mısır ile olan bağlantısını qöz önüne aldığımızda, Osmanlı-Mısır
münasebetlerinde paşanın davranışı Osmanlılık açısından nasıl bir fikir hasıl
eder? Bu sorunun cevabını aramak için Mısır meselesi levhası altında
belirttiği satırlara bir atfu nazar eyleyelim: "..1298/1881 senesi Şevval
başlarında çıktığı bahs olunan mezkûr mesele benim hatıratımda beyan kılındığı
gibi Tevfik Paşanin hidiviige nasbından önce pederi İsmail Paşanın vazifesi
esnasında kötü idaresi ve israfları neticesi olarak, İngiltere ve Fransa devletlerinin
Mısırın mâli işlerine müdahaleye tasaddileri kendini göstermeye başladı.
Osmanlı devletinin bağlısı olan ve ekseriya üak'alann icâbatına göre karar alması
yerine muhalif tedbirlere gitmesi, bunda devam ve ısrar eden Hıdiv, git gide,
durumun vahametini arttırmaya bağlamıştı.
Said Paşa hz.lerinin
türlü şekillere tahvil ederek kayıt ue tezkâr ederek hikaye ettiği Mısıriye'yi
müzakere için İngiltere devleti tarafından fevkalede sefaretle İstanbul'a
gönderilen, Dermond Volf'un hâmil bulunduğu nâme ile nutkunun tercümeleri
sırasında <evkaf nazırı Kamil paşa mülakat için yanıma geldi. Mütercim
Davud efendi evrakı bana verirken gör-düydü. Mütercimin ifadesinden, neye dâir
olduğu malum olduğundan mütalaasını arzu etti. Vükelâdan gizli bir şey olmadığından
kendisine verildi. Kâğıdlar akşam arza verildi. > fıkrasını koymakla ne
demek istediklerini anlamak zorsa da, memur nezaretin işlerinden dolayı
müzakereler İçin Said "aşa'nın yanına gitmiş olmamın şüpheden uzak olmam
ge-teken bir sırada, mütercim tarafından takdimin de içindeki-bah.se mahal
olmayan evrakın okunmasını arzu etmek gibi bir teklifsizlik göstermekleğime hâl
ve terbiyemin müsaid olmayacağı beni az çok tanıyanlarca takdir ve teslim
olunur itikadındayım.
Sald Paşa; Londra'da
sefaret-i fevkaladesi için memuriyet-i âcizanem arz ve istizan eylediğini
hatıratının bir köşesine yazmakla beraber, bir kaç sahife sonra Sir Der-mond
Volf ile müzakere için murahhas seçimi bahsinde o vakit hariciye, nâzın
rahmetli Asım Paşa lisanından <Kâmil paşanın diplomasi malumatında vukuf-u
behri-yesi sebk etmedi. Onun tâyini takdirinde işçe güçlük görülür>
cümlesini sarfettir-mişlerdir ki, mânası oldukça net bir teveccüh olduğu görülür,
diyerek geçelim sözüyle noktalıyor." Kâmil Paşa'nın cevaplarından sonra
yeni sadrıazamın safahatına geçelim.
Kıbrıslı Mehmed Kâmil
Paşanın kabinesinin Enver, Cemâl ve Talat öncülüğü ile babıâlî baskını diye
anılan kanlı vak'a-da sükût ettirilmesinden sonra, makam-ı sadarete fahametlü
ve devletlü Mahmud Şevket Paşa hz.leri getirtildi! Yeni sadrı-azam kabinesini
ertesi gün kurdu. Kâmil Paşa kabinesinin düşürülüş tarzına hiç atf-u nazar
etmeyen ve Küçük Said Paşa adıyla anılan, eski Sadnazamlardan Mehmed Said Paşanın
rakibi addettiği Kâmil Paşanın düşürülmesinin sevincinden etekleri zil çala
çala, Mahmud Paşayı tebrik etmek için babıâlî'ye koşmaktan kendini alamamıştı.
Ne hazîn! Takvimler 23/Ocak/ 1913 yılını gösteriyordu.
Yeni sadrazam M.
Şevket Paşa belkide bu desteğin teşekkürü olarak Said Paşaya, Şura-yı Devlet
riyasetini üstlenmesini rica ettiğinde, Küçük Said Paşa'da maalmemnuniyye
kabul ederek gerçekten, küçük olduğunu ispat etmiştir! Yeni sadrıazam ve
kabinesi üyeleri, eski kabine vekilleri tarafın- Han, ittifak etmiş devletlerin
notasına, Edirne'nin müttefiklere terk edilmesi isteğine de evet diyerek sulh
yoluna gidelim itikadında oldukları halde, bakanlar kurulunun evrakında
nota-henüz cevap verilmediği ve notanın içerdiklerine bakarak sulh yoluna
girmekten başka devlet-i Osmaniye için selâmet yolu kalmadığını anlamış
olmalıydılar ki, Edirne şehrini Meriç nehrinden, ikiye bölerek istihkâmlarr
dahi bulunan bir kısmını Bulgarlara terk ettiler. Diğer bölümü de, Osmanlı
devletin de kalması tâvizleriyle, içinde kapitülasyonların lağvıyla beraber
ecnebi postahanelerini kaldırmak gibi bazı şartlar ile sulh yapmaya eğilim
göstereceklerini devletlere yolladıkları cevaplara koydular. Bunların vermiş
olduğu cevaba, Bulgar hükümeti, ihtilâlci bir heyet olarak gördüğü kişilerle
sulh müzakeresine oturmaya tenezzül etmeyeceğini kararlaştırdığı gibi yeniden
savaşa başlanması hususunda bulgar ordusu başkumandanı general Savofe emir
vererek muharebeye başlamıştır. Bulgarlarca başlatılan bu ikinci muharebeye
or-du-yu hümayun mukabele etmeye mecbur kalmıştır.
Takvimler
29/Haziran/1913'de, M.Şevket Paşa suikastının, 18. gününde olduğumuzu
gösterirken 2.Balkan harbinin çıktığı görüldü. Ne çâreki savaş başlamış, ancak
bundan bir fayda görülmemiştir. Binlerce Osmanlı askeri şehid olmuştur. Enver
Paşa'nın mecnûnâne hareketleriyle, Bolayır ve Şarköy bölgesinde bir çok vatan
evlâdı denize döktürülmüş-tür. Eski kabine tarafından, Edirne, İşkodra ve Yanya
kalelerinde ki, toplar ve silahlar ile vesairenin, devlete teslimi talebi,
kaldıktan başka adı geçen kalelerde muhasara altında ki Askerlerimizin
binlercesi şehid ve telef olup gitmiştir.
Kalelerimiz, topuyla,
tüfeğiyle, askerimizle düşman eline düşürülmüştür. Salgın hastalıkların savaş
yüzünden yaygınlaşmasının getirdiği telefat da başkadır. Bu arada da, Asar-ı
Tevfik zırhlısı ile bir kaç gemimizin battığı görüldü. Bu savaşın bir kaç
milyon Osmanlı lirası masrafı açdığına ilaveten Edirne, İşkodra, Yanya
kalelerinde bulunup, düşman eline kalan milyonlarca liraya varan silah ve de
cephane masrafını da ilâve etmemiz lâzım gelir. Kâmil Paşa kabinesince ve o
kabine vükelasınca hazırlanmış ve Osmanlı devletinin şân ve şerefine uygun
olduğuna hiç şüphe bırakmayan şekilde bir sulhun imzalanması çalışmalarındaki
kabineyi devirerek hükümeti ele alan bu cani ihtilâlciler sonunda tabiatıyla
başarı elde edemeyerek evvelce verdikleri nota ile terk etmeye hazırlandıkları
Edirne'nin yarısı yerine, tamamını vermek suretiyle, Enez ve Midye hatt-ı
hududunu kabul eylemişlerdir.
Kâmil Paşa kabinesini
ihanet ve hiyanet ile suçlayan bu yeni dipiomatlar(!) kendi yapmış oldukları
sulh antlaşmasıyla ihanet ve hiyaneti kendileri işlemiş oldular. Bunu sadece
osmanlı milleti değil beşeriyet âlemi de bu alçaklığı seyretmiş bulunmaktadır.
Bu adamların yapmış oldukları davranış ve çıkardıkları mühim meseleler büyük
masraflara yol açmakta, bundan dolayıda memlekette fakirlik, yokluk alıp yürümüş
idi. Çalışan memurlar ve istihdam edilenlerin çok büyük bir kısmının, eytam ve
eramil denilen yetim ve dulların maaşları ödenemiyordu. Bunun getireceği
sıkıntıyı kaldırmak için, borç aranmasına girişilirken, devlet mallarını değerinden
pek düşük fiyatlarla satmaktan korkmadılar. Yine borç temini için, hiç bir
kanuna uymayan, kaideye bağlı olmayan imtiyazlarda verdiler. İç ve dış dünyada
emniyet olunur imajımızı ortadan kaldırdıklarından borç da bulamamaktaydı.
Beri yandanda memleketimizde yaşayan çeşitli millet ve dinlere mensup insan
topluluklarına, başlarının çâresine bakmaları için arayışa girmelerine sebeb
oldular. Çeşitli kavimlere mensup bu insanlar çeşitli çeşitli düşüncelere
daldılar. Yeni sadrıazam dolayısıyla kabinesi, ordu kumandanlarından en
değerli ve namuslulardan olanları, Kâmil Paşa döneminde tâyin edilmiş bulunan
memurları kâh değiştiriyor, kâh azlederek hâttâ bazılarını da İstanbul'dan
sürgüne gönderme icrai faaliyetindeydiler. Bu sıralarda da bir takım yolsuzluklar
yapılmaya başlandı.
Bütün bunlar biz de
olup, biterken balkan ittifakı devletlerinden Sırp ve Bulgarlar arasında
Makedonya ve Alban-ya(Arnavutluk)'nın taksimi meselesinden zuhur eden anlaşmazlık,
bu iki devletçik'in birbiriyle kapışmasına vardı. Bu kapışmadan balkan
devletleri ittifakının, diğer bir rüknü olan Yunanlılar fırsatı ganimet bilerek
Kavala ve Drama ile bazı şehirlerle, kasabaları zapt etti, Romanya'da bunların
gerisinde kalmıyarak Dobruca'yı zapt eyledi. Bu biribirine düşen balkan
devletlerinin ortaya koyduğu zaaf, devlet-i âli'yenin bu durumdan istifade
ederek kaptırmış olduğu şehir ve toprakların geri alabilmesi mümkün yerleri
geri alma mesaisine başlaması tabii olduğundan ordu-yu hümayun derhal -Edirne
üzerine yürüyüşe geçerek düşmandan temizledi. Yeniden Osmanlı vilâyeti olarak
hayata c^önmüş oldu. Yaşanan bu hâl hangi hükümet başda olursa olsun tabii
takdire değersede o kadar abartılacak bir husus olmadığı da görülmektedir. Ne
varki İttihatçılar, bu normal harekâtı öyle bir şarlatanca kullanmaya
başladılar ki, bunun la ahalinin gözünü boyamağci kalktılar. Peşinden de bundan
nice postlar ürettiler. Halbuki; balkan harbinin çıkmasından kısa bir müddet
evvel Trablusgarb Bingazi ve oniki adaları İtalyanlara kaptıran bu cemiyet,
balkan savaşında da İşkodra, Selanik, Kosova, Manastır, Yanya vilayetleriyle
"Girid bizim canımız feda olsun kanımız" nağmeli nakaratlarla
yüzbinlerce ahaliyi kandırıp, sokak sokak dolaştırdığını unutmuş olmalı ki,
Girid vilayetini de müttefik devletlerin istilâsına terk eyledi.
Ancak Edirne'yi aldık
demeleri zulümlerinin ve hükümetlerinin devamına yaradı. Tuhaftır ki bu
ittihatçılar inkılab meydanına atıldıkları günden beri bu aziz vatan'ın mühim
bir bölümünü düşmana terk edip vermiş olduğu halde, genei zihniyeti kendine râm
etme maharet-i harikuladesine aldan-mayan hiç bir millet evlâdı yok gibidir.
İttihatçıların bu şarlatanlık ve propoganda başarısı, hok kabazın gürültücü ve
şarlatanlığına benzemesi, hususunu kimse aklına getiremedi. Bununla beraber
gerek ittihat ve terakkinin gerekse yayımlayanın fikirlerini yaymaya çalı- şan
Tanin (merhum yazar: Tanin, kelimesinin manasını vermiş, sinek vızıltısı veya
kaz avazesi olduğunu belirtmiş.M.H) paçavrasından çıkan gürültü ve yaygaralara
kapılacak ve Tanin'in milli şâiri, ismi kimseye benzemez Gökalp beyin, bu
gazetenin 26/temmuz/ I330-8/ağustos/1914 tarihli 2021 nomerolu nüshasında: ..
"Düşmanın ülkesi
viran olacak !
Türkiye büyüyüp Turan
olacak !"
Tarzında başdanbaşa
hezeyan benzeri "kızıl destan"nına aldanacak artık memleketimizde
safdil bir ferd düşünülemez. İşte bu yaygaracı şarlatanlar on seneyi aşkın
zamandan beri ülkemiz turan olacak ve devlet büyüyecek ve evc-i âlâya çıkacak
gibi safsata dolu hezeyanlarla ahaliyi iğfal ederek, devlet-: âliyye-i
Osmaniye'yi bu günkü hâl-i felâket ve izmihlale düşürmüşlerdir. Memleketin
yarısını vermek ve Edirneyi almak fütûhatına(î) mazhar olan Mahmud Şevket Paşa kabinesinin
fethetme neş'esiyle vatanımızda etmediği mezâ-lirn kalmamış olduğundan bunalmış
olan hamiyyetperver ve vatanperveran, M.Şevket Paşa ile kabinesi üyelerinden
bazılarının, ittihat cemiyetinin kaatiller komitesi azalarının varlıklarından
devlet ve memleketi kurtarmak ve merhum Nâzım paşa'nın intikamını almak için
gizli bir cemiyet meydana getirdikleri işitilmişdi. İşitilenlere göre bu
cemiyete hamiyyet erbabı ve vicdan sahibinden çok kişi katılmıştı. Özel tertible
karar aldıkları vücudlan ortadan kaldırılması gerekenleri becermeye teşebbüs
etmişlerse de, her işde olduğu gibi bunda da acele veya yanlışlık yüzünden bir
takım hatalara düşülmüş ve kendilerini erbab-ı hamiyyet ve vicdan göstererek
cemiyete dâhil olan ittihad ve terakkinin gizli fedailerinin çevirdikleri
tezvir ve yalan dolabı, bu maksadın tamamen yapılmasına engel olmuştur.
İttihatçıların bazılarını ortadan kaldırmak için kurulmuş bu cemiyete giren
ittihatçılar bir taraf-dan gizli cemiyetin sırlarını, İttihat ve Terakki
reisleriyle, o sırada İstanbul Muhafızı olan Suriye Kasabı Cemâl Paşaya ihbar
eylemek, öte taraftan da bahse konu cemiyetle beraber hareket etmek gibi ihanet
ve alçaklığı sergilemekten kaçınmamışlardır.
Bir kısım genç
vatanseverin, idamına vede binlerce ahalinin İstanbul'dan sürgün edilmelerine
sebebiyet vermişlerdir. Gizli cemiyetin verdiği karar icâbı, bir gün içinde
Mahmud Şevket Paşa ve diğerlerinir\ öldürülmesi tasarlanmışken yalnız M.Şevket
Paşanın öldürülmesine tahsisi yapılan fedailer vazifelerini ifa etmişlerdir.
Diğerlerinin bir tarafa savuşup gitmesi, bazılarının da hükümet tarafından ya
kalanmış olması işin tamamının gerçekleşmesi önlenmiştir diye hayli konuşuldu.
Mahmud Şevket Paşanın
öldürülmesine vazifelendirilen kişi, M.Şevket Paşanın otomobilinde ve yanında
sadaret yaveri bahriye yüzbaşılarından İbrahim ve Harbiye Nezareti yaverlerinden
süvari yüzbaşısı Eşref beyler bulunduğu halde Beya-zıd taraflarında karşı
laştıklarından, Topal Tevfik ile arkadaşları tarafından, ateşlenen tabancanın
kurşunları sadrıazam Mahmud Şevket Paşa hz.Ieri ve yaveri İbrahim bey maktul
düşmüşler ve failleri de firara muvaffak olmuşlardır. Mahmud Şevket Paşanın
hayatının böyle bir sonuçla tamamlanması tabii ki müteessif bir hadise olmakla
beraber, M.Şevket Paşa inkılab hareketlerinin başındanberi İttihat ve Terakki
cemiyeti çetesinin kan dökücü, insafsız icraatlarında onların arzu ve
emellerine uygun davranışların sahibi olduğundan, bir bakıma bu akıbeti
kendisi hazırlamıştır dense pek yanlış olmaz.
(Rahimellahu aleyh
rahmeten vasiaten) Kurşunlardan birine hedef olan yaver İbrahim bey, vazifesi
esnasında ve uğrunda şehid olmuş vatansever bir genç idi. Yaradılış itibarıyla
nâzik, halim selim bir kimseydi. Kader, nâzik vazifesi sırasında şehadeti,
istikbâlde memleket için bir çok hizmeti yapabilecek değerde bulunmasından
dolayı mühim bii kayıp sayılıp cidden teessüre mucibtir.
(Mevlâ ğarik-i rahmet
eylesin)
Maktullerin naaşları
emsali az görülmüş bir alay ile kaldın larak Şişli'de Hür"riyet-i Ebediye
Tepesinde İttihatçılar tarafından yaptırılmış kabirlerine defnolundular.
Mahmud Şevket Paşanın 1 l/Haziran/1913'de ölümüyle sonuçlanan bu'vakada
ittihatçıların memnuniyetini mucib olmuş, Paşanm ebediyen kaybından sonra
kendilerince büyük tanıdıkları ve çekinecekleri kimse kalmadığından hükümet
sahnesinde memleketi kan dökücü ve delicesine bir anlayışla makbul olmayacak
şekilde idareye başlamışlardır. Bir suikast neticesinde öldürülmüş bulunan
Mahmud Şevket Paşa'dan boşalan makamı sadarete ittihat ve Terakki cemiyetine
para ve bedence hizmet etmiş olan ve bunların bir ara umumi kâtipliğini yapmış
Mısırlı ileri gelen zevattan Arnavut asıllı Hâlim Paşa merhumun oğullarından
olan Prens Said Halim Paşa hz.lerini tâyin ettirdiler.
Makam-ı sadarete
getirilmiş bulunan fahametlü devletlü Prens Said Halim Paşa, cemiyet tarafından
nazırlıkları tensib olunanlardan teşekkül eden; kabinesiyle vazifeye
başlamıştı. Yaptıkları ilk iş M.Şevket Paşayı öldürten gizli cemiyetin
mensubini yakalatıp hapse atmak olmuştur. Yalnız bununla kalmayan sadnazam
Paşa, bu gizli cemiyetden hiç bir suretle haberdar olmayan hâttâ bahse konu
cemiyetin varlığından ve nâmından haberi olmayan, yalnızca İttihatçılara
muhalif olan; bir takım hamiyetli vatanperver kim selen yakalatıp hapse
attırmışti. Yakalananlar çeşitli eziyetlere işkencelere mâruz kalıp daha sonra
Sinob Kalesiyle Anadolu'nun bazı şehirlerine sürgün edilmişlerdir. Bunlar
arasında Amasya mebusu Mirliva İsmail Hakkı Paşa hz.Ieri gibi milletin medarı
iftiharı olan kişiler bile vardı. Sürgüne giden ve hapsolunan kişilerin sayısı
beşbin kişiye yaklaşmaktaydı. Bu açılmış olan dehşet devrini muhalefete müthiş
bir darbe vurma olarak kabullenmişlerdi. Bu cemiyetin azalarından diye bir çok
kişiyi, olayın failleri ile birlikte örfi idare mahkemesine vermişlerdi. Bu
mahkemeye verilen kişiler arasında vatanperverlerden sayılan hz. şehriyâri
atufetlü Damad Salih Paşa, erkân-ı harbîye miralaylarından Fuad ve Kemâl
beyefendiler ile birlikte bir çok vatansever memur ve subay bulunuyordu. İttihatçıların
müthiş tesirinde kaldığı görülen bu, Divân-ı Harbi Örfi benzerleri gibi
sorgusuz sualsiz veya baştan savma bîr tahkikatla bir çoğunu idama ve müebbed
hapse mahkum etti. İdam cezası alanların infazı Bayezid Meydanında asılmak
suretiyle gerçekleştirildi. Diğer cezalılar Âkkâ ve Sinob kalesine
gönderilirken bazıları da vilâyetle rin hapishanelerine gönderildi.
Bayezid Meydanında
asılmak suretiyle hayatına son verilenlerden Damad Salih Paşa ve Miralay Fuad
bey, Polis müdürlüğü siyasi kısım müdürü Muhib bey, Yüzbaşı Çerkeş Kâzım bey,
bahriye yüzbaşılarından Şevki bey, Kastamonu fırka kumandanı Ferik Rıza
Paşanın oğlu mülazım Mehmed Ali bey, Çerkeş Hakkı bey ve kardeşi Çerkeş Ziya
bey, Topal Tevfik ile isimlerini hatırlayamadığım daha sekiz-on kadar ülkemizin
gelecekte varlıklarından istifade edebileceği kıy-rroetli gençlerimiz vardı.
İdama mahkum olupda kaçmağa muvaffak olmuşların bazılarının adlan şunlardır.
Piyade kaymakamı Çerkeş Zeki bey, Nazmi Paşazade Abdurrahman bey, Hikmet ve
Nazmi beylerdir. Asılarak şehid edilen ve örfi idare mahkemesi tarafından idama
mahkum olunan hanedanın damadlarından Salih Paşa'nın, esasında ne bu cezayı
alacak bir taksiratı ne de asılmasını gerektiren bir faaliyeti bulunmaktaydı.
Mahkemeden çıkan bu karara mümanaat etme yoluna giden iz. padişahın tasdik
etmesini beklemeden infazı gerçekleştiren bu hs/dutlar çetesi, padişahı tehdid
ederek hükmü tasdike muv. ffak olmuşlardı. Bu rivayet pek kuvvetli olarak ağızdan
ağız anılmaktadır. Eski sadrıazam-lan- mızdan Tunuslu Hayrecdin Paşa'nın oğlu
olan Damad Salih Paşanın varlığı, milletimiz açısından, İttihatçıların
tamamından daha mühim bir kıymet idi. Ahali bu infazdan dolayı rok üzgün olup,
adeta yüreğinde tamir edilmez bir yara açıl-
Şehid edilen Damad
Salih Paşa'nın bu akibetinde eli olan İttihat ve Terakki cemiyet ve hükümeti
tarafından yapılan bu hâince hareket ve cinayetten dolayı fevkalade müteessir
bulunan, merhum Paşanın hanımı Münire Sultan hz.lerine haddimiz olmasada
taziyet arzederim ki, Sultan hanım hz.lerinin bu hususda dahli olan herkese
yaptığı beduayı buraya aakle-delim. "bu canileri, bunların reislerini,
cemiyet ve hükümetini en yakın zamanda adalet-i üâhiyye ile mahkûm ve cezaya
uğradıklarını kadir-i mutlak hz. lerinden tazarru ve niyaz eylerim"
rneâlindeydi. Prens Said Halim Paşa kabinesi bu ve bu gibi bir ;ok cinayet
irtikâb ve icraasından sonra, devlet ve vatanımız için ahirette dâhi
"nutuiamayacak ve dünya târihinde lanetlere uğrayacağı büyük bir cinayeti
daha işlemişdir ki hem kendilerini hem de devlet ve memleketi mahv-u perişan
etmiştir.
Bir cinayet de; 1914
senesinin temmuz ayının 27. günü başlayan avrupa harbine Almanya, Avusturya ve
Bulgarya devletleri ile ortaklaşıp, İştirak etmesidir. Yukarıda adı geçen
devletlerin karşısında olan devletlerin adları da şöyleydi: İngiltere, Fransa,
Rusya ve İtalya yâni Avrupanın dört büyük devleti ile beraber, Amerika
Cemahiresi müttefikası yâni ABD.leri, Japonya devleti i\e Belçika, Romanya,
Sırp, Karadağ, Yunan, Portekiz devletleri, Çin, Siyam devletleri, Küba,
Panama, Bolivya, Guetamala San Maren, Honduras, Nikaragua, Brezilya, San
Salvador devletleridir.
Bir tarafda dört,
diğer tarafda yirmidört eğer toplarsak yir-mısekiz devlet eder. Bunların biribirlerine
karşı münasebetleriir
Kesip ilânı harpde
bulunmalarının meydana getirdiği bu avrupa savaşı insanlık târihinin daha
emsalini görmediği bir sa-vaşdir.
Böylece, görülmemiş bir harbin çıkmasının yegâne sebebi Almanya ve
Avusturya'dır. Bu savaşın çıkışı hakkında bir miktar malumat verelim ki
okurlarımız aydınlansın: "1870-1871 senelerinde Almanya ve Fransa arasında
meydana gelen savaş Almanların lehine neticelenmiş ve Almanya imparatorluğunun
hayat bulmasına sebeb olmuşdu. Bu sa-vaşın Almanya devletine verdiği galibiyet
neş'esi milyarlarca liraya varan harp tazminatı almaları, bunların hayli şımarmasına
yol açmıştı. Bu-hal kabına sığmaz hâle geldiklerini göstermektedir. Böylece
te'siri ve gösterişi genişlemiş olan Almanya imparatorluğu o târihden beri
Avrupa harbî umûmîsinin çıktığı 1914 yılına kadar ara l'ksız kırkdört yıl ordu
ve -donanmasının tanzimine ve ıslahına büyük gayret sarfetmiştir Almanya
imparatorluğu bu himmet ve gayreti ordu ve donanmasına gösterdi ğinden dolayı
dünyanın her tarafında uyandırdığı te'siıie, siyasi ve politik kuvvetini güçlendirmiştir
Ordu ve donanmasının mükemmel bir halde olması, nüfusunun aitmış-yetmiş
milyondan bulması, her sene bir milyon nüfus artışı kaydetmesi, Almanları
büyüyen ve güçlenen bir büyük devlet hâline getirdi.
Son sistem silahlar
ile donanmışsınız. On rrilyon kişilik bir ordu ve yüzlerce harp geminiz var.
Bunlara sahip olan Almanya devleti için, büyümek ve genişlemek ve de şöhretini
arttırmak gereken hâlin icabatındandu: Ülkesini diğer devletlerin rekabet ve
taarruzlarından koruyabilmek için kendisine yakın olan devletlerden ortak
aramak siyasi bakımdan şarttı. Bunu da komşusu olan, Avusturya-Macaristan ve
İtalya ile yapmak istedi ve yaptı da. Böylece Avrupa üzerin bir ittifakı
müselles yâni üçlü ittifak gerçekleşmiş oldu. Avrupa devletleri karşılarında
yapılmış olduğunu gördükleri "rlü ittifaka bigâne kalacak değillerdi ya!
Bunun üzerine herkes kendine yakın bir ortak arama yoluna gittiler. İngiltere
ve Fransa bu arada biribirleriyle antlaşma imzalamayı becerdiler Avrupa
devletleri bir tarafda üçlü ittifak yâni itifak-ı müselles, diğer tarafda da
itilaf-ı müsenna yâni ikili itilafla kendilerini muhafazaya kâfi gelmediğinden
dışarıda kalan Rusya ile de antlaşma yolu aranmaya başlandı. Bu yolu bulup,
itilafını üçe yükselten İngiltere Fransa vede Rusya üçgeni itilaf gücü
oluştururken karşısında da üçlü ittifak yer almıştı. Almanya'nın, az zamanda
attığı adımlar sayesinde böyle inkişaf etmesi ve büyümesi, servet ve tesiri
büyük bazı cemi yet-lerin, Almanya içlerindeki şubelerini çoğa vardırmış, âdeta
merkez hâline getirmişlerdi. Bu cemiyetler tâleblerinin yerine gelmesi için
Almanları âlet olarak seçtiklerinden bu ülkeyi hile ve fesadın merkezi hâline
getirdiler. Bir tarafdan Almanların hırs ve şöhret peşinde olmaları diğer
tarafdan bu cemiyetlerin ifsadatı ve kışkırtma sı savaşa girişilmesi
neticesini verdi." Almanların büyük ortağı olan Avusturya-Macaristan
hükümetinde dahi rollerini beceren bu cemiyetler yavaş yavaş İtalya'ya da
te'sir etmişler ve orada da fesada başlamışlardır. Zâten yirmi-otuz sene evvel
hâkan-ı mahlû Abdülha-mid hz.lerinin İngilitere, Fransa ve Rusya'ya karşı
tereddüdlü davranması neticesinde yalnız kalan devleti âliyye, kendisini
müstemleke hâline koyma niyeti taşıyan Almanya'nın devlet siyaset politikasının
tâkibçisi oldu. Almanlar elde ettikleri mıtıyazlar sayesinde demiryolu
inşaatını ve bazı imâr işlerini yapmaya başladılar.
taraftanda
demiryolları inşaatı yürümekteyken, ci-e« askeriyede yeni düzenlemeler ve
tensikatlar yaptırırken,kendi ülkesinden mareşaller ve askerî erkânıharpler,
müşavir komutanlar göndererek tesiri altına çekmeye gayret gösteriyordu. Ancak
Abdülhamid Hân döneminde Osmanlı siyasetini etkileyecek bir tesir sahası kuramamıştı.
Amma İttihatçılar sormayın! Böylece; kendine pek yaklaştırdığı Osmanlı devletini
tamamen müttefiki yapabilmek için Almanlar, bu ittifaka devleti âlîyye'yi
sokmanın çâresini bir inkılab yaptırıp, bundan istifadeyi sağlamak için icâb
eden her şeyi yaptılar. Böylece de inkılab oldu.
Meşrutiyetin
ihyasından sonra 2. Abdülhamid'in en büyük korkusu Almanlar ile ittifak
etmekdi. Ne varki; Abdülhamid'i devirip, ülke idaresini ele alan zevat ki
Avrupalılar bunlara " Jöntürk" demekteydi işte bunlar, İttihatçı
cemiyeti teşkil ediyorlardı. Almanlar; Osmanlı devletini ittifakına dahil
ettikten sonra genişleme anlayışının husul bulması için Bağdad demiryolu
inşaatını hayli hızlandırmıştır. Bağdad yolunun tamamlanmasının, Hindistan
yolunun tehdid edilmesi mânasına geleceğini takdir eden Almanya Osmanlı
ordusunu Anadolu tarafında toplu ve güçlü olarak bulunmasını temine çalışmış,
böylece de ordumuzu kendi menfaati istikametinde kullanmağa çalışmıştır. O
sıralarda vefat eden ittihatçı cemiyetin ileri gelenlerinden Maarif eski nâzın
Emrullah Efendinin İrtihalini yazarken, Emrullah efendinin gayet vatanperver olduğunu
duyurabilmek kasdıyla güya kıymetli maarifçi, son nefesine kadar İngiltere'nin
ge-milerimizi vermemesinden dolayı pek müteesir olmuş bulunduğundan
"zırhlılarımız, gemilerimiz, donanmamız ve millet" diye diye ah-û
vâh içinde terk-i hayat ettiğini kaleme almışlardır." Cemiyetin bu tavrı
ve davranışını bilmeyenler, Emrullah efendiyi tanımayanlar bu yalanlara,
inanırlar ve aldanırlar. Zira Emrullah Efendi merhum, yaşının ilerlemesinden
mi? Yoksa filozofâne düşüninden mi? Bazen evinin kapısını bulamayıp, komşusunun
kapısını çalarak içeriye girdiği ve bazen de vapur yolculu-" jnda yanında
oturan zâtın ceplerini kendicebi zannı ile elini okup, mendillerini kullandığı
ve yenecek bir şey bulursa onu da yediğini İstanbul gazetelerinin yazdığı
hatınmizdadır. Böyle evinin kapısını bulamayan, yanındaki şahsın ceplerini
kendi cebi zanneyleyen bir kirnse de kuvve-i müfekkireden eser kalmadığı
meydanda iken, bunun devlet ve memleketi ve de donanmayı düşünmeğe muktedir
olup olamayacağının tahmin ve takdirini ilim erbabına ve okurların takdirine
bırakırım.
Devletimiz harbe
iştirakden önce İngiltere ve Fransa ile müttefikleri sefirleri vasıtasıyla
babıâlî nezdinde devletlerinden aldıkları emir gereğince harbe iştirak
etmememiz için bazı teşebüsat da ve taahhütlerde bulundularsa da bu gayretleri
boşa gitti. İttihat ve Terakki cemiyeti ve Prens Said Halim Paşa kabinesi
tabiatıyla bu teklifleri kabul edemezdi. Çünkü; yukarıda izah ettiğimiz cemiyet
ile Almanya arasındaki hafi yâni gizli maddeli antlaşmalar te'sirini sürdürdüğünden
diğer sefirlerin gayretlerini tabiiki, pek kaale alamazdı. Şahsî
menfaatlerini, devlet ve milletin menfaatine tercih eden ittihat cemiyetinin
ileri gelenlerinin indinde devletin perişanlığının, çöküşünün hiç bir değer ve
ehemmiyeti yoktur. Bunun böyle olduğunu tekrara lüzum yoktur. Yalnız devlet,
devletin menfaati, memleketin selâmetine yaraması kesin İngiltere hükümeti
tarafından yapılan tekliflere dâir bu devletin 1914 senesinde yayımlamış olduğu
"Beyaz Kitab" dan ahn-m'Ş iki mühim vesika-î târihiyeyi dercederek
sayfamızı süs-leyelim:
İngiltere hariciye
nazın Kont Edvard Göre hz.leri tarafından dersaadette İngiltere sefiri Sir
Levis Malet cenaplarına gönderilen 18/ağustos/1914 tarihli telgrafnamenin
suretidir.
Osmanlı sefiri Tevfik
Paşa, Türkiye hakkındaki niyetimiz-, den mütelâşi (telaşa düşmek) olduğunu
söyledi. Bu bab da bizden havf (korkma) eylememesini ona anlattım. Esnay-ı harb
de hakikaten Türkiye bitaraflığını muhafaza eder (Go-ben) ve (Breslav) Alman
gemilerini azl ve def eylemek suretiyle veya temamiyle birer Osmanlı gemisi
hâline ifrağ ve ingiliz sefain-i ticariyesine seyri seferlerinde icraası mutad
olan suhuleti ibraz eylerse şark-ı karibe (yakın şarka) taalluk edecek
şerait-i sulhiye meyanında onunda temamiyet-i mülkiyesi te'min olunacaktır.
Kont Eduuardo -Göre
hz.leri tarafından Dersaadet İngiltere sefiri cenaplarına gelen 23/ağustos/1914
tarihli telgrafnamenin suretidir.
Eğer hükümet-i
Osmaniye( Goben) ve (Breslav) zırhlılarında bulunan Alman zabıtan ve
gemicilerini derhal vatanlarına iade eder ve sefain-i ticariyenin bilâ
müzayaka Kala-i Sultaniyeden geçmelerine müsaade eyleyeceğine dâir tahriren
söz verir ve harb esnasında bitaraflığın şeraitini tama-miyle muhafaza eylerse
ahvali hazıraya mülayim bir idarei adliyenin hitâmı vaazında "İtilâf-ı
müselles" devletleri irritiya-zat-ı ecnebiyenin lağvına muvafakat ederler.
Buna zamime olmak
üzere dahi mezkûr devletler Türkiye'nin istiklâline ve tamamiyet-i mülkiyesine
ihtiram eyleye-i tahriren taahhüd ve harbin hitamında vaz edilecek it-i
sulhiyeden hiç birisinin mezkur istiklâl ve te-taltk enlemeyeceğini derude
eylerler.
İnailiz devletinin; şu
iki resmi vesikasından başka yazılı veya sözlü olarak, İstanbul sefiri
aracılığıyla vermiş olduğu teminatla, Osmanlı devletinin içine girmekle hiç bir
fayda nörmeyeceği umumî harbe iştirak etmemesi ve bitaraf kaldı-qı takdirde,
ingilizler ve müttefikleri tarafından korunup, hukuk ve siyasetlerinde
hürriyetlerine saygı gösterileceği hem beyaz kitabda hem de Fransa ve
İngiltere'de yayımlanan gazete ile resmi vesikalardan anlaşılabilir. Prens
Said Halim Paşa kabinesi, İngiliz devletinin yukarıda söylediğimiz teklifin!
kabulle, bitaraflığını ilân ederek, harbe katılmak cinayet-i fe-ciini
işlemeseydi, hiç şüphe edilemezki Osmanlı devleti bu harb esnasında Avrupanın
muhtaç olduğu hububat ve diğer ihtiyaçlarını temin etseydi, milyonlarca liranm
Osmanlı ülkesine girmesine ve devletin ecnebilere verdiği imtiyazlardan
kurtulmasına, hududun muhafaza olunması gibi imkânlar kazanarak güçlü, zengin
bir devlet olarak yaşaması mümkün olurdu. İngiliz ve Fransız devletleri ile
dost geçirmemiz gele-cekde devletimizi ihya ederdi. Lâkin yukarıda da
hatırlattığımız gibi bu hareketi ne bu kabine, ne İttihadı Terakki cemiyeti
yapardı. Zâten beş-altı senedenberi bu harb-i umûmi ye hazırlanan İttihatçı
hükümetler, yegâne koruyucuları olan Alman imparatoru Wilhelm'in Bağdad
demiryollarının tamam-'anmasını beklediğini ve hattın ikmâlinden sonra, harp
edeceğini ve bizim de,o harbe iştirak eyleyeceğimizi o zamandan beri
söylüyorlardı. Devletimizin bu harbe iştirak ve-Va iştirak etmemek konusuna
gelince; buna dâir, bir iki söz söylemek isterim: Bazı kimseler Osmanlı devleti
bu harbe iştirak etmeseydi, Rusların eskiden beri tasarladıkları istilaya
uğramaktan kurtulamazlardı. Demekteler. Bir bölüm ahalide, savaşa girmekte
zaruret vardır diyerek bir hayli sebeb ileri sürerler. Amma bunların her biri
boş lafdir. Zira Alman tarafında harbe iştirak İttihatçıların varlığının
devamı için esas şeraittendi. Çünkü bu kararlar pek evvelden alınmıştı. İttihat
ve Terakki cemiyetinin temsilcisi durumuna getirilmiş olan hükümet savaşa
girmenin meydana koyacağı zarar ve fâide-yi düşünecek tercih durumunda
olmadığından, Alman aleyhtarı bir tutuma girmekten çoktan uzaklaşmıştı.
Müslümanların koruyucusu olduğunu beyanetmek ten kaçınmayan Alman imparatoru
Wilhelm, İttihatçıların veliîniğmeti olduğundan ittihatçılarında bu
efendilerine kulluğa devamdaki sadakatleri, Almanya'yı bırakamayacaklarının
göstergesiydi. Bunun içinde ne tarafsız kalabilirler ne de İngiltere ve
müttefiklerine katılabilirler İdi. Bunlardan birini yapabileceklerini iddia
etmek, meydan da olan güneşin yokluğunu inkâr gibiydi. İttihad ü terakkinin bu
meİ'ûn ileri gelenleri, ülke idaresini ele aldıkları ilk gündenberi devletin
mahvolması başlamış İdi. Devleti İslah edebilirsek biz edebiliriz. İslah
edemezsek bizim elimizde mahvolsun diyerek işe elattıklan, bunların her
ahvalini bilenlerce malumdur. Bunların ülke ve insaniyet diye düşüncelerinde
hassalar bulunmayıb, kendi menfaat ve hırslarını tatmin etme ile her çeşit
zulümu yaparak hükümet etmek fikriyatında olduklarından kaygusuzca emellerini
sürdürdüler. Eğer zerre kadar devlet ve memlekete hürmet ve muhabbetleri olmuş
olsaydı, on seneden beri kasten arttırıp şiddeti mezalim mertebesine
çıkartmağa, rüşvetle karışık alakalar kurmaktan çekinirlerdi. Bu sebebler göz
önüne alındığında milletimizin iyi bir şeyler ummasıda abestir. İşte Prens
Said Halim Paşa kabinesinin millete açdığı yara! İyi qibi değildir. Çünkü
devletimiz için yapılacak en ha-.
savaşa sokmamak ve de tan bir tarafsızlığı devam et bilmekti. Halbuki böyle büyük bir savaşa
hangi tarafdan I rsa olsun katılmak
mühim bir suç olup, adetâ cinayettir.
Osmanlı devletinin
212. sadrazamı olan Prens Mehrned Said Halim Paşa, İl/ramazan/
1280-20/şubat/1863 yılında Kavalalı Mehmed Ali Paşazadelerden Prens Halim Paşa'nın
oq!u olarak Kahire'de dünya'ya gelmiştir. Baba tarafından arab olmadığı
Kavalalızâ delerden olması münasebetiyle pek açıktır. Kendi durumu itibarıyla
özel muallimlerden özel dersler alarak pek güzel yetiştirildi. Arabçanın
yanında Farsça, İngilizce ve Fransızca öğrendi. Akabinde İsviçre'ye gönderilmiş
ve orda beş sene süren üniversite tahsilini ikmal etmiştir. Dönüşü ise doğruca
payitaht-i âlî Osman olan İstanbul'a gelmekle neticelendi. 1305/1888'de 25
yaşındayken, Sultan 2. Abdülhamid han tarafından mirmirân rüt besiyle taltif
olunurken, ikinci rütbeden mecidî nişanı ile taltif olundu. Aradan sekiz gün
geçtikten sonra şurâ~yı devlet âzalığına tâyin olundu. 1306/1889 da 2. ve 1309/1892de de 1. rütbe
Osmanî, 1317/1899'da murassa Mecidî
nişanı ve hemen 1318/1900'da Rumeli beylerbeyliği payesi tevcih olundu.
Çok münevver ve ecnebi
lisanlara hayli vukufiyeti olduğu gibi avrupada tahsil yapmanın sağladığı dost
çevresi dünya neşriyatına alaka göstermesi ve de sosyal mevkii müna se-etiyle
faal olmasından dolayı tezvirat ve iftiralar hafiyelerce uzenlenmiş, bunların
sonunda Prens kendisine uygulanan takıp ve izahlardan sıkılmış idi. Önce
Mısır'a giden Prens Sa-nalim oradan da avrupaya geçti. Meşrutiyetin elde
edil-esıne Çalışanlara gerek para bakımından gerekse fikriyat yardımcı oldu.
Demek ki; hafiyelerin zararlı evraklar ve neşriyatlar ile bir talkım silahların
bulunduğuna dâir bulguları sıfıra sıfır hallerden değilmiş. Çünkü; bu işlere
iddia edilen mertebede değilse de, hiç bulaşmayan kimse izaç olundum diye
kalkıp, avrupaya gidip mevkii ve rütbesi münasebetiyle jön Türklerle birlikte
bulunması makul değil. Beylerbeyi unvanını hâiz bir prensin ve de yaşı henüz
otuzye-. di civarındayken Önünde açılmış hizmet mevkilerini çiğneyip geçmez.
Demek ki o taraklarda bezi varmış ki Abdülha-mid'in hafiyeleri kendisini tesbit
etmişler. Ancak firarını andıran gidişi ele geçmeyi önlemiş! Ne varki jön
Türkler ve İttihatçılar Said Halim'in yaptığı muaveneti unutmamış
olacak-larki, dünya'nın en önemli makamlarından biri olan Osmanlı
sadrıazamlığını takdimle doğrusu kadirbilir davranış gösterdiler mi diye
düşünmek kabildir. Nitekim yeni dönem olarak anılan 2. Meşrutiyetin ilânı
Prensi, Mısır üzerinden İstanbul'a getirmeye yetti.
Hüseyin Hilmi Paşanın
devlet görevlerindeki tensikat çalışması esnasında Said Halim'i kadro darlığı
yüzünden şurâ-yı devlet bünyesi dışına bıraktılar. Değerli muktesebatman ülkenin
müstefit olması için o sırada yapılan belediye reislikleri seçiminde Yeniköy
Belediyesi başkanlığı görevine getirildi. 1326/1908'de ayan meclisine tâyin
olundu. Okurlarımıza ayan olmanın ülkede 1960 ile 1980 arasında carî olan senatonun
üyesi olmaya benzediğini hatırlatalım. Ancak ayanları padişahın ve sadrazamın
müşterek olarak belirlediğini hatırlatalım. Yukarıda bahsettiğimiz senato
azahğı ahalinin reyle-riyle belirlenirdi.
Trablusgarb savaşları
esnasında sadarette bulunan Said Pasa, görünüşde hava değişimi, hakikatde ise
İtalyanlar ile sulh müzakerelerine zenin hazırlamak hâttâ sulhu yapabilmek için
Prens Said Halim bey'i Lozan'a göndermişti. Ne varki müzakereler hayli uzadı
buhâl kullanılan bahaneye mu-aayir hâl aldığından gizli murahhas Prens Said
Halim dönmek mecburiyetinde kaldı. Said Paşa 1330/şaban-1912/temmuzunda
sadaretten çekildiğinden Prens Said Ha-iim'de daha önce kendi uhdesine ayan
azahğı vazifesine inzi-mamen verilmiş adliye nezaretindeki başkanlığından
çekildi. Akabinde İttihad-ı Terakki cemiyetinin şimdiki genel sekreterlik
makamının mua dili olan kâtib-i umumîliğe seçildi.
Mahmud Şevket Paşa
kabinesinde 1 5/safer/1 33 1-25/ocak/1913'de yeniden şura-yı devlet
başkanlığına getirildi. Hemen üç güı sonra da hâriciye nazırlığı kendisine
teslim edildi. Fecii bir suikasta maruz kalarak terk-i hayat eyleyen sadrazamın
ye. ine sadaret kaymakamlığı göreviyle birlikte sivil paşalık olan rütbei
vezaret Sultan Mehmed Reşad Hz.leri tarafından tevcihatda bulunuldu. Sadaret
kaimmakanalığına tayini bildiren hattı hümâyûn suretini aşağıya alıyoruz:
Sadnâzam ve harbiye
nâzın Mahmud Şevket Paşanın bu kerre vuku'ı şehadeti nezdimizde teessür ve
teessüfü mucib °lrnuş ve sadaret kaymakamlığı rütbei samiyei vezaretle uhdenize
tevcih kılınmış olduğundan vükelayı hazıramız ile Uıttifak umur ve mesalihi
devletin hüsnİ tedvir ve temşiyyetine sarf-ı mezidi itina olunması hasafet ve
hamiyyetiniz-den muntazardır. Cenab-ı Hak, tevfikatı samedaniyesine mazhar
buyursun. Amin.
6/receb/1331-29/mayıs/1329-12/haziran/1913
Mehmed R?şad
Hatıratı ile son devir
Osmanlı devlet idaresine ve idareciler zümresinin ahvâline dâir bilgilerle
cemiyetimizi -haberdar eden ve rahmetler dilemenin boynumuza borç olduğu padişah
başkâtiblerinden Ali Fuad Türkgeldi merhum; "Görüp İşittiklerim" adlı
mühim eserinde, sadrazamın öldürülmesinden hemen sonra şeyhülislâm. E'ad
Efendi ile Adliye nâzın İbrahim Bey, huzur-u padişahİye çıkarak olayın meydana
geliş tarzının göz önüne alındığı takdirde makam-ı sadaretin Dİr an dahi boş
kalmaması gerektiğini hatırlatmışlar ve mevcud vekiller heyetinin bu hususa
iştirak etmekte olduğunu gösteren mazbatayı da takdim etmişler, mazbatada yer
aldığı gibi vezaretiuzma'nın Prens Said Halim Paşa'ya tevcihi hususunu
arzetmişferdi. Fakat Sultan Mehmed Reşad han; boşalan makama Viyana'da bulunan
Hüseyin Hilmi Paşa'yı getirmek arzusunu güderken karşısına gelen mazbatadan
önce görevi kaimmakamlıkla geçiştirmek düşüncesini taşıyordu. Mazbata ise
padişahın bu arzusuna aykırı gelmediğinden Said Halim Paşa'yı vekaleten göreve
atamıştı. Padişah; Said Haiim Paşaya içtenlikle Hüseyin Hilmi Paşayı sadarete
asaleten tâyin edeceğini ifade eylemiş ve hâriciye nezaretinide yürütmesini
aadaret vekili zat olan Prens'den rica etmişti. Büyük nezaket gösteren Prens
Said Halim Paşa huzurdan çıkışında gittiği babıâlî'de hattı okuttu. İlk
fırsatta da başmabeynciye
H.Hilmi Paşa ile
birlikte çalışmaya taraftar olmadığını ifade etmiştir. Sultan Reşad, bu bilgiyi
kendisine ulaştıran başma-beyncinin ifadesinden işin değişen rengini sezmeğe başladığından
derhal küçük bir gurub olan, istişare heyetiyle görüşmüş ve 2. mabeyinci
Tevfik Bey'e şimdi babıâfî'ye git, Said Halim Paşayı gör. Yarın makama asaleti
verileceğinden saraya gelmeye davet et. Emrini verdi diyor meâlen"
Hakikaten Said Halim Paşa
saraya gelir ve makam-ı sadarete asaleten tâyini gerçekleşti ve hattı hümayunu
tanzim edilip babıâlî'ye gönderildi, bahse konu hattı hümayunda arz odasirda
merasimi mutade ile müsteşar Adil Bey tarafından okundu.
Mesnedi sadaret bu
kerre asaleten uhdei revviyyetinize tefviz kılınmış ve meşihati islâmiyyede
dahi Mehmed Es'ad Efendi ipka edilmiş olması ile heyet-i vükelânın bitteşkil
tasdikimize arzını irade eylerim. Nuhbei amalimiz, milletimizin selamet ve
seadetinden ibaret olduğundan Rabimiz Te-alâ ve tekaddes hazretleri bu maksadı
te'min edecek hide-mata cümlemizi müveffak buyursun âmin bihurmeti
seyyidilmürselin.
7/receb/1331-30/mayıs/1329-13/haziran/1913
Mehmed Reşad
Said Halim Paşa kurmuş
olduğu kabinesinde hariciye nazırlığımda uhdesinde bulundurdu. İşte eslafı
olan sadrazam Mahmud Şevket Paşanın içinde İttihatçılarında parmağı olduğu
ileri sürülen suikasd bahse konu İttihatçıların bu cinayeti siyasi rakiplerini
ve şahsiyetlerinden kendince tehlikeli gördüğü zevatı tasfiye etmede kullanma
metoduna başvurmuştu.
Bu metod yeni
sadrıazamm sıkıntısını arttıran bir yolun başlangıcı oldu. Çünkü; Said Halim
Paşanın ne yetişme tarzı nede siyaseti telekkiyatı bu metoda uyacak kepazeliğe
müsaade etmeyecek kadar yüksek kalitedeydi. Cinayetlerle doğrudan alakası
olanların yanında bir takım mazluminde değişik cezalar alırken, Tunuslu
Hayreddin Paşanın oğlu ve hanedan-ı âlî Osman damadı mirliva Salih Paşa da idam
urganının altına politik yaklaşımlar yüzünden atılıverdi. Padişah; ailenin
damadını ipten alamadı, çünkü başka bir damad Enver Paşa bu işe karışılmaması
gerektiğini ifade ederken yaşlı padişah bu sözlerden, kendine bile tehditler
yöneldiği anlamını çıkardı.
Mahmud Şevket Paşanın
katli ile alakalı görülen aşağıdaki isimler divan-i harbi örfî tarafından
yakalanmış olanların yüzlerine karşı cezalan tefhim ederken ele
geçiremediklerini ise gıyaben cezalara duçar ettiler. Prens Sabahattin Bey'de,
methaldar olduğundan firarı tercih edenlerin arasında yer aldı. İdam
edilenler: Tunusluzâde Salih Paşa, polis eski müdürlerinden Muhîb, Miralay
Fuad, Yüzbaşı Kâzım, Bahriyye Teğmenliğinden kovulma Şevki, Teğmen Mehmed Ali,
Çerkeş Ziya ve kardeşi Hakkı, Topal Tevfik, Gelenbevi lisesi Sermu-bassırı Abdullah
Safa, otomobil makinisti Cevat'tı. Bir çok kişi de bu fecii suikasda
karıştıkları iddiasıyla Sinob'a sürülürken kimileri müebbet ve uzun dönemli
kürek cezasına mahkum edilmişlerdi.
Balkan savaşı ile
beraber yağma giden avrupa Osmanlı-sındaki topraklarımızın yanında en büyük
üzüntümüzün ikinci başşehirimiz oian Edirne'nin Bulgar eline düşmüş olmasıydı.
Cenab-ı Mevlâ kâfirin birbirleriyle olan münasebetleri öyle bir buğzu adavet
sokmuşki, çok geçmeden biribirlerine düştüler. Sırplar ile Yunanlılar, Makedonya'ya
sahip ol-ak için Bulgarlara savaş açmayı yeğlediler. Öte yandan Romanya askeri
güçleri de işe dahil olunca Bulgar üzerinde vodunlaşan düşman taarruzları,
Osmanlı topraklarında bulunan askerini çekerek, kendisine saldıranlara karşı
koymak mecburiyetini hissetti. Bu bakımdan Edirne'yi boşaltan Bul-qarlar
çekilirken, Londra'da bize zorla irvızallat inlan sulhnâ-meyi, Said Halim Paşa
kabinesi çiğneme cesaretini göstererek orduya Edirne'nin istirdadını yâni
kurtarılmasını emretti. Enver Paşa ve arkadaşları derhal bu emri uyguladılar.
Böyle yapmak suretiyle de millet gözünde i'tibarları hayli yüceld;.
İttihatçıların bu yaptığı ahalinin gözünde büyüdü ve kurtarılan yeri daha önce
kaybetmiş olmanın hesabı sorulmaz oldu. Ruslar ise Osmanlı kuvvetlerinin bu
oldu bittisi üzerinde fazla durmıyarak sessiz kaldı. 29/eylül/1913 de Bulgar
murahhasları İstanbul'a gelip sulh için müzakere masasına boyunları eğik
olarak oturdular. Meriç Nehrinin hudud olarak muhafazası Edirne ise biz de
kalma şartlı belgeye imza atmak mecburiyetinde kaldılar.
Böyle bir muvaffakiyet
milletin ve memleketin ihtiyaçlarının başında gelmekteydi. Bu başarı
milletimizin kuvvei mâ-neviyyesini takviye ederken, kabine riyasetinde bulunan
Prens Mehmed Said Halim Paşa'ya murassa bir imtiyaz nişanı Sultan Reşad
tarafından .göğsüne takıldı. Bu vaka Yunanlılar ve Sırplar ile sulh
gerçekleşmesine yaradı. Bütün bunlar ülkede işlerin iyiye gideceğine dâir
emareler gösterirken cihan harbinin kopmasına sebeb olacak meşhur hadise vukua
geliverdi. Meydi o hadise? Princip adlı Sırp milletinden bîr 9encın
tabancasından çıkan mermilerin sadece Avusturya-Veliahdının ve güzel karısının
hayatına son vermedi, bir kaç taç ve tahtın yeryüzünden çekilmesine sebeb olan
târihi süreci başlattı. Avrupa devletleri biribirlerine girmeye başladığı anda
ufukta cihan harbine giden kavşak görünmüştü.
Ülkenin başında Sultan
Abdülhamid elan padişah olarak bulunsaydı, yapacağı iş belliydi. O; bu savaşı
beklemekteydi. Hiç karışmıyacak işin sonunu devletlerin biribirini yıpratmasını
bekleyecekti. Heyhat! Onu İttihatçılar seneler evvel Selanik şehrine Yahudi
Alatini köşküne sürgüne yollamışlardı. Bu bakımdan ortalığın böyle karıştığı
anda acemi politikacılar, ihanet erbabı bazı zevat dünya efkârı umumiyesine
biz kapitilasyonları tanımayacağız bunları ilga ediyoruz diye çıkma yoluna
koyuldular. Böylece gündeme Osmanlı'yı da getirdiler. Avrupanın gerek büyük
devletleri, gerekse daha az güçlü devletleri arasında genel veya kısıtlı olarak
kapitilas-yon sahibi devlet yok gibi idi. Dolaysıyla herbirinin menfaatine
balta vuran böyle aslında faydalı ancak zamanı erkence yapılmış müracaat
devleti gündeme getirdi. İngilizlerin bu müracaata kadar hatta bundan sonrada
Osmanlının bitaraflığını arzu ettiğini görmek kabildir. 9/eylül/1914 tarihli
müracaata en çok itirazı olanın Almanya ve onun İstanbul elçisi Valgenhaym
olması pek enteresandır.
Ülkemizin bu savaşa
çekilme sebeblerinden diğeri de petrol istimali meselesidir. Şark Meselesinin
önemli unsurlarından birini enerji meselesi teşkil etmektedir. Bu enerjinin en
mühimini petrol teşkil etmektedir. Bunlarda Osmanlı hakimiyetinin var olduğu
ancak yaklaşık bir asırdır idarede zafiyet içinde olduğu topraklarda idi.
Balkan savaşının, Trablusgarb savunmasının yüklediği rnâli sıkıntı'ar ülkemizin
boğazını
İyice sıktı. Said
Halim Paşa hükümeti mâliyeye para bulmak için Mehmed Cavid bey'i (Dönme Cavid)
bir Avrupa turuna gönderir. Yapılan temasla Fransızların ümid verdiği görüldü.
Ancak bu ümid kapısında müzakereler hayli uzadı. İşte tam bu sırada nasıl
olduysa Goben ve Breslav adlı iki Alman savaş gemisi kaçmakta olduğu müttefik
donanmasının önünden Çanakkale Boğazına duhûl ederek kurtuldu. Siya-net sever
milletimiz bu dehalete sıcak kucağını açtı açmasına fakat meselede problem
olmaya başladı. İngiliz ve Fransız ve dahi müttefikleri gemilerin kendilerine
teslimini istediler. Tabii ki böyle şey olamazdı. Nitekim olmadıda.. Çâreyi söz
konusu gemileri satın aldığımızı ilân etmek olarak görebildik. Dünya efkârı
umumiyesine, alımı ilân ettiğimizde Fransa, kapısının önünde Osmanlı adına borç
para taleb etmekte olan Cavit bey başkanlığındaki heyete borç veremeyeceklerini
tebliğ ettiler. Böylece heyetimizin eli boş döndüğü görüldü.
Biz; Mevlanzâde Rıfat
bey'in "Türk İnkılabının İç Yüzü" adlı eserini sadeleştirip Pınar
yayınlarından neşir hayatına kazandırmıştık. Bu zatın; tasvir sanatının en
güzel örneklerinden sayılsa yeri olan izahını buraya alıntıhyarak sahifemizi
süslemek ve en güçlü izahlardan biri olduğuna inanarak takdim ediyorum
efendim: Evvelâ sadrazam Said Halim Paşanın ingiltere'nin Osmanlı nezdindeki
b.elçisi Sir Malet ile yaptığı görüşmenin tasvirinden bir bölümü sunalım:
"Sadrazam Said
Halim Paşayı Yeniköy'deki yalısında ziyaret eden Sir Malet'in görüycrumki
Büyük Britanya hükümetiyle ve müttefiklerine karşı düşmanca bir tavır irine
girmeye başladınız. Benim şahsi görüşüm şudur ki; buna çok uzüldüm ingiltere
devlet-i fahimanesi, Osmanlı devletini "na tehlikesinden kurtarmıştı. Yine
zannediyorum ki; bu zamanda Osmanlı hükümetinin menfaati Büyük Britanya'yı
gücendirmemektedir." Bu soruya sadrıazamın cevabının şu bölümü pek önem
arzetmektedir: ".emin olunuz ki hükümetimiz Büyük Britanya Hükümeti
fahimesinin dostudur. Daima da dost kalmak emelindedir. Ancak bugün
müttefikleriniz arasında bulunan Rusya'ya karşı ihtiyatlı olmak için bazı
tedbirler almaya mecburuz. Osmanlı Hükümeti -resmî bir dille arzediyorum-
barışseverlikten ayrılmak istememektedir."
Sir Malet; sözü Ç.kale
boğazından içeri dalıp sığınan ve Osmanlı devletinin para verip satın aldığını
beyan etmek mecburiyetinde kaldığı gemilere getirir ve: "..Almanya'nın
İstanbul limanına gönderdiği iki harp gemisi hakkında yapmış olduğumuz resmî
taleb ve ricamızın henüz yerine getirilmemiş olmasını hayretler içinde
karşılıyorum." Dediğinde sadrıazam Said Halim Paşa: "Bunda da bir
yanlış değerlendirme var! Burada Almanların harp gemileri yoktur. Osmanlı
Hükümetinin, Almanya'dan satın almış olduğu gemiler vardır."
ülkemizin içinde
bulunduğu zor durum, Prens sadrazama; ne yapalım peşin olarak parasını
ödediğimiz diretnotlan vermediğinizden Almanlardan bu iki gemiyi almak
mecburiyetinde kaldık gibi bir kinayeye başvuramadığımızı düşünmenizi
hatırlatırım sevgili okurlarım. Sir Malet cevabı: "(Tebessümle) Hâttâ
bedelini peşin verdiği gemiler!
..Değil mi? Son Altes,
İngiltere Devleti ve ortakları bu yoldaki manevralara iltifat etmezler.."
Diplomaside bu şekil de ifade olunan beyanların düz yazıdaki mânası, siz
de'para nerde daha Fransa maliyesi kasasının önünde dün avuç açmıştınız.
Alman'lara bu iki c,emi için parayı nereden buldunuz. Bize yutturamazsınız
demek oluyordu.
Sir Malet'in sadrıazam
Said Halim Paşa'ya: "...İhtiyatlı bulununuz. Almanların bu iki teknesine
güvenmeyiniz." Sadra-zam'ın cevabı ise: ".Size namusumla temin
ederimki, ben bu makamda bulundukça Devlet-i Âliye tarafsızlıkdan ayrılmayacaktır."
Görüldüğü gibi
sadrıazam Said Halim Paşa doğru yolu silahlı, muntazır ve tarafsız kalmakda
görmekte hele İngiltere ile arayı hiç açmama siyasetini tercih etmektedir. Bu
politikanın gerileme döneminden beri takip olunan yola uygunluğu ileri
sürütürse hatalı bir iddia olmaz. Mevlanzâde Rıfat bey, bahse konu "Türk
İnkılabının İçyüzü" adlı eserinde 20 sahifede şunları söylüyor, biz de
özetleyelim: "Maliye nazırı Cavid; hazinenin paraya olan acil ihtiyacını
ileri sürerek, Alman elçisinin arzularını iyi karşılamak, Almanya hesabına
hemen harbe girmek için, ittifak senedinin çabukluk sağlamaya büyük gayret
sarfetti. Dâhiliye nazırı Talat, Harbiye nazırı Enver dahi buna tarafdar
oldular. Bahriye nazın Cemâl, düşüncelerin alacağı renge bakarak fikrini
ortaya koymamıştı..." Sadrıazamın yukarıda söylediğimiz durumu devam
etmekte,silahlı fakat tarafsız kalma düşüncesini taşıyordu.
Cemâl Paşa, Cavit ile
beraber Fransa'dan eli boş dönmenin bozgunluğu içinde Enver'in Alman elçi ile
konuşmaya teşvik ve tahrik etmekteydi. Sonunda Wankenhayim ile Enver Paşa
mülakatı tensib olundu. Wankenhayim hayli uzun ve ikna edici bir konuşma yaptı.
Bu konuşmanın bazı yerlerinde tehdit, bazı yerlerinde şantaj ve de sahtekârane
ifadeler yyer tikini gösteriyordu. Biz burada bir iki cümleye işaret edec^P:
"Son ekselans, Balkan Harbinden mağlup olarak çıkmış ve harp vasıtalarınız
tükenmiş, kuvvetsiz ve parasız kaldığınız halde sizi biz ittifakımıza almak
istiyoruz. Karadeniz'de bulunan Rus filosunu bir anda yok etmeye kadir son
sistem iki tane harp gemimizi, İngiliz ve Fransızların donanması arasından
geçirerek emrinize, en usta denizcilerimizle birlikte teslim ediyoruz.
İhtiyacınız ölçüsün de para ve harp levazımı vereceğimiz gibi...(.) Anlamıyorum
son ekselans! daha ne istiyor ve ne bekliyorsunuz?(..) Binaenaleyh tereddüt
halindeki arkadaşları aydınlatma Iısınız,ikna etmelisiniz" Demekteydi.
Pınar yayınları
arasında neşrolunmuş ve tarafımızdan hazırlanmış bulunan Mevlanzâde Rıfat
bey'in "Türk İnkılabının İç Yüzü" adlı eserde sivil-asker arasındaki
zıtlaşmaya örnek gösterilebilecek şu tasviri dikkatle ve ibretle okumanızı
salık veririm. Mesele şu; Osmanlı mâliyesinin tesviye etmesi gereken acil
olarak iki milyon altına ihtiyacı vardır. Yukarıda Almanya Sefiri ile Enver
Paşa arasındaki mülakattan savaşa girme karşılığında para vaadini nakletmiştik.
Bu antlaşmayı ittifakı temin eden senetlerin teati merasimi sonrasında para
verilmesi icab ederken. Kestirme yoldan gitmeyi seven askerler Cavid bey'in
yarın lâzım dediği parayı Walkenha-ım'den hemen alabilmek için Osmanlı
Ordusunda müşavir olan Liyman Von Sanders Paşa'dan tavassut etmesini Bahriye
Nâzın Cemal Paşa telefonda rica eder.
Yapılacak iş
tavassutun neticesini beklemekti. Beklediler.. Yarım saat sonra Liyman Paşadan
menfi cevap gelmiş ve antlaşmanın teati merasimi yapılmadan ödemenin kabil olmadığını
elçi mutavassıt Liyman Paşaya ifade etmiş. İşte Sa-İd Halim Paşa burada:
- Ben size söylemedim
rni? (Demek ki daha evvel antlaşma teatisi yapılmadan para alınamayacağını,
usûlün bu ol-hatırlatmış olmalı.) Enver Paşa: (yapmacık bir asabiyetle)
Böyle şeymi olur? Söz
demek, imza demektir. Merasim apıla dursun. Madem yarın Cavid'in paraya
ihtiyacı vardır. Şimdi verilmelidir!. Said Halim Paşa:
- Enver Paşa, sizi bugün çok sinirli
görmekteyim. Enver: Ben sinir filan bilmem mademki bu paraya ihtiyaç var,
antlaşmanın kabulüne
de karar verilmiştir, şu halde istediğimiz parayı sefir hemen vermelidir! Said
Halim Paşa:
-Herşey usûle
bağlıdır. Hükümet işlerinde usûle riayet şarttır. Elçi bu parayı vermek istese
bile şimdi veremez. Enver Paşa:
- Paşa; bize hükümetçilik dersimi vereceksin?
Biz inkılapçılar bu kadar ince merasimden hoşlanmayız. Mademki para lâzımdır.
Hemen verilmelidir. Durunuz bir de ben telefon edeyim. Said Halim Paşa:
- Kime? Enver Paşa:
- Allah Allah! Kime olacak? Sefir Walkenhaime..
Said Halim Paşa:
-Rica ederim çok ayıp
olur! Hassaten şimdi Liyman Paşa telefon etti. Red cevabı aldı. Şahsi
şerefinizi düşününüz!.. Enver Paşa:
Rica ederim Paşa,
düşünerek konuşunuz, artık çok oluyorsunuz! *
Biz kafaları akıl
dünbeleği olanlardan hoşlanmayız!. Diyerek yerinden kalkıp telefon ahizesini
eline almıştı. Enver Pa-
-Allo Allo! Alman
elçisinin telefon numarasını veriniz.
-Kimsiniz?
- OO! Zât-ı âlileri mi
asaletmeab, ben dostunuz Harbiye
Nâzın Enver
Enver Paşa; Alman
büyükelçisi ile yaptığı telefon konuşmasında ertesi gün "Doyçe Orient
Bank"dan onmilyon alınabileceğinin müjdesini verdi. Sevgili okurlarımız
görüldüğü gibi, Harbiye Nazın sadrazama dümbelek mi demedi, çok oluyorsun mu
demedi, kötü gecenin sabahından umulurmu hayr, böyle mahalle kahvesi kılıklı
hükümetin icraatında bulunurmu hayır!
Enver Paşa;
Mevlânzâde'nin yazdığına göre İttihad ve Terakkinin ruhu olan Talat bey'i
tebrik eder. Çünkü Almanlarla bir müddet evvel mutabakata vardıkları ittifak
hususunu Meclisi mebusanda görüşmek mecburiyetinde kalsalardı, iş hem bozulur
hemde maksad-ı hakiki dışarısızardı. Talat bey'in mebusanı bir müddet daha
kapalı tutma tedbiri verdiği sonuç bakımından bu tebriki yerinde bulmamak
kabil değildi. Millet ve memleket mi dediniz? Aman efendim İt'in hülyalarının
yanında bir değerimi olur?
Yine Mevlanzâde burada
şu ifadeyle üzerinde teemmül etmemiz gereken bir hususu aklımıza düşürüyor.
Demekte ki: "Said Halim Paşa; oynanan bu komedyanın bir tertib eseri
olduğunu bilmediğinden hayretler içine düşmüştü. Bir taraftan İngiliz elçisi
Sir Malet'e tarafsız kalacaklarına dâir verdiği namus sözünü tutamamaktan çok
müteessirdi. Bir de uğradığı hakarete rağmen bir türlü istifa yolunu tutamamiş-
" Bu ifadeden
anlaşılan kabinede bir tesanüd ve işbirliği oldıqu gibi) sadnazamda olduğu
zannedilen nihai karar Ener Talat ve
Cemâl triomvirasında temerküz etmiş, sadrızam ise, kabineye tam manasıyla hakim
olup olmadığının idrakinde olmadan tarafsızlık bahsinde İngiltere elçisine hem
de namus sözü vermek gibi bir ihtiyatsızlık yapıyordu. Enver bey; Alman
b.elçisinin kendisine prestij kazandıran jestine teşekkür etmek üzere ziyarete
gitmiş ve b.elçiden kendisini pohpohlıyan şu sözler karşısında adetâ mest
olmuştu: ".Zahmet buyurmuşsunuz. Zât-ı devletlerine karşı emniyet ve itimadımız
tabiidir. Haşmetli İmparatorumuzun emniyet ve itimadını kazanmış olan General
Enver'e İstanbul sefiri iti-matda tereddüd edermi? İttifak meselesini
matlubumuz Uz-re hâl ederek, dostunuzu meslekdaşları arasında mahcup olmaktan
kurtarmış bulunmanızdan dolayı asıl teşekkür vazifesi bana düşer. Teşekkür
ederim General Hazretleri!" Enver Paşa:
- Cidden çok nâzik, çok lütufkârsınız.
Walkenhaim:
- Zannederim gemilerle deniz manevrasına
başlayacaksınız! Enver Paşa:
- Evet, Bahriye Nâzın yarın yapılacağını
söyledi. Walken-haim:
- Bu manevraları Marmara'dan Karadeniz'e
taşıyacağınızı duydum öyle mi? Oh ne güzel düşünmüşsünüz! Her halde
hükümetinizin emrine verilen Alman bahriyesinin cesaret, taharet ve
kudretlerini görmüş, gemilerin savaş kıymetlerini anlamış olacaksınız. Enver
Paşa:
(Hayretle) Asaletmeab,
Karadeniz'de manevra yapılaca-9'ndan haberdar değilim. Zannedersem ki böyle bir
hareket erhal fj^a'nin muhalefetine uğrar, bir mesele çıkmasına ebeb.elçi: -
(Şeytani bir gülüşle) Son ekselans, bundan sonra Rusya'nın hâttâ İngiltere ve
Fransa'nın muhalefetinin ne kıymeti olabilir. Almanya ile Osmanlı Devleti
arasında ittifak yapılmıştır, bu günden itibaren dost ve düşmanları
müşterektir. Almanya, Rusya ile harp halinde olduğundan Osmanlı hükümeti dahi
Rusya ile harp halinde demektir. Bunun için Osmanlı filosu, Marmara'daki
manevraları nı gazete ile ilân etmiş bulunduğundan, bu manevraları
tamamladıktan sonra (gülerek) yeni satın aldığı Alman gemilerinin savaş
kudretlerini ordusuna dahil ettiği kumanda heyeti ve_mürettebatının iktidar ve
ustalıklarını denemek için Karadeniz'e taşırırsa buna kimin ne diyeceği
olabilir?. Enver:
- Arzunuzu tam kavrayamadım. Walkenhaim:
Mesele basittir!.
Osmanlı filosu, Marmara havzasındaki manevrayı kâfi görmemiş Karadeniz'de de
manevraya devam etmiş olur. Yolda Rus filosuna rastgelinir ve filonun taarruzuna
uğramış olunur. Osmanlı filosu tarafsızlığı bozmamak için savunma vaziyeti
alarak, Odesa istihkâmlarından üzerine ateş açılmış, iki ateş arasında kalmış
olur. Osmanlı filosu da kendisini savunmak gayretiyle Odesa istihkâmlarını
tah-rib ve iskat, Rus filosunu da kısmen batırmak, kısmende firara mecbur
bırakarak İstanbul'a dönmüş olur. Osmanlı hükümeti de bu beklemediği hadise
üzerine Rusya'ya haklı olarak protesto çeker. Enver Paşa:
- (Hayretle) Ne güze! plân!.. Harp ilânı için
başka sebeb aramaya hacet kalmaz!.. Walkenhaim:
- Bu vaka olmayacak hadiselerden değildir!
Görüyorsunuz sevgili
okuyucular, Alman b.elçisi, müthiş kurmayımıza savaş nasıl çıkartılır
öğretisinde bulunuyor. Bizimki de müteşekkir!
Si
Evet; Amiral Şoson
komutasındaki Alman gemiler topları-Karadenizde Odesa üzerinde toplarını endaht
ettirdiklerin-, seren direğinde Osmanlı
Sancağı vardı amma mürettebat
de kaptan Osmanlı'nın
başını kendi ülkeleri Almanya için yakmaktan çekinmemişlerdi.
Bu haberler İstanbul'a
ulaştığında ahali, İttihat ve Terakkinin propagandası ile Rusların Yavuz ve
Midilli'ye saldırdıklarını bu gemilerin ve mürettebatın Ruslara lâyık
oldukları cevabı vermek suretiyle Odesa istihkâmlarını yerle bir ettiğini Rus
donanmasının hayli gemisini de Karadeniz'in dibine yollamıştır haberleri
ustalıkla yayması, Boğazdan giriş yapan gemilerimizin İstanbul halkı
tarafından Yaşasın Yavuz! Yaşasın Midilli! Kahrolsun Ruslar! Nidalarıyla
karşılanırken, ülkenin mahvoluşunun startını vermiş oluyorlardı.
Alman genel
kurmayı,yapmış olduğu plânlarla savaş üzerindeki tasavvuru, Fransa üzerine
Bellçika üzerinden yürüyecek tanzim ettiği muhasara sonunda 45. günde
burasının işni bitirip, 15 gün içinde
Rusya üzerine yürümekte. Bu arada Ruslar, Alman endişesinden dolayı ülkelerinde
seferberlik ilân etmişler buna karşılık garaibden olan bir husus gerçekleşmiş,
Almanya, Çar'lık hükümetine gönderdiği bir nota'da bu seferberlik ilânını
durdurmasının gerektiğini ihtar etmiştir. Hangi ülke korku duyduğu hareketi
gerçekleştirecek olan bir organizasyon devletine peki diyebilir?
Tabii Çar'ın hükümeti
de bu acaip nota'yı ret etti. Alman-lar ise 2/Ağustos/1914'de Lüksenburg'a
girmişlerdi. /Ağustos/ Belçika'nın hesabı görülen gün oluyordu. Bun-orduları
ikiye taksim olunmuş ve 18/Ağus-
derken. serlman
orduları ikiy ordusunu avrupanın batısına tahsis ederken, sekiz ordusunun
istikametini Ruslar üzerine göre tertipledi. Gücünün, 2.147.000 kişiyle
meydana geldiği ve 83 tümeni çıkardığını görüyoruz.
Fransızlar ise; Alman
ordularının sol cenahını kuşatmayı ve bu arada AIsas-Loren'i almayı plânına
dâhil etmiş, tamamı 2.150.000 kişiden müteşekkil 5 adet Fransız ordusu
68'tümen hâlinde savaşa hazırlanırken, İngilizlerin General French komutasında
134.000 kişilik as-keri birlikleri Mabeug civarında yerleşerek Fransızlara
muavenet ediyorlardı. Fransızların başkumandanı general Joffre Almanlar
üzerine taarruzundan ümitvardi. Ancak Alman ilerleyişini durdurmak kabil
olmadığından Joffre Paris'e çekilip kâfi gelmiyen beş ordusunun yanına 6.bir
ordunun tanzimine geçmişti.
6. Orduyu teşkil
etmeye muvaffak olan Joffre,Grand Morin ırmağı yakınlarına sokulmuş Alman
ordusunun üzerine ki bu Almanların 1.ordusu idi üstlerine atıldı. Bu savaşın
dünya savaşının küçük görülen fakat büyük bir dönemeci olduğu bütün askerî
mütehassıslarca itiraf etmektedirler.
Fransızların bu
saldırılarından Almanların içine girdiği durumu tetkikle görevlendirilen
Yarbay Hentz, sadece hücuma mâruz kalan 1.orduyu değil, orada yakın yerde saf
tutmuş 2. Alman ordusunu birlikte çekilme emriyle geri aldı. Böylece; pek
meydan savaşı değilde, bir çekilme harekâtını pek de gevşek şekilde takibe alan
Fransızların böbürlenmeye olan eğilimleri bu tarz bir takibi, meydan muharebesi
kazanmış kerevetine çıkarmaları ayrı bir bahisdir ve burada Yarbay Hentz'in
verdiği emirin isabeti mütehassısların tartışması icâb eder diye düşünüyorum.
Cihan savaşlarında
Yahudi gizli teşkilatlarının saklı plânia-min böyle kördüğümlü olaylarda işin
yönünü değiştirdiği pek çok görülmüştür.
Almanların bu çekilme
hareketleri 9/14 eylül günleri arasında vukubulurken, Ölse ırmağı ile Verdun
arasında bir hattı kurmaya muvaffak olan Almanlar karşısında, Fransıziar'da
takibi bırakmakla birlikte, onlarda tâyin ettikleri hat ile 1914 senesi sonuna
kadar Almanları Manş Denizine ulaşmaya engel teşkil ettiler:
İşin Osmanlı Devletini
alakadar eden tarafı bu sırada Mar-ne savaşında kendini gösteriyordu. Marne
mağlubiyeti Alman efsanesini yıkmıştı. Deniz devletleriyle dâima müttefik
olması gereken devletimiz, Almanya ile müttefik olma ve ondan yana savaşa
katılması hîçde yapılmaması gereken bir icraat olarak kendini gösterir, fakat
kaderin önü alınamıyor. Osmanlı devleti bu savaşa girdiğini ortaya koyunca,
İngilizler de Mısır ile Sudan vede Kibri sı ülkesine ilhak ederek, bizim
buradaki hâkimiyetimizin sona erdiğini ilân etti. Daha sonrada, Lozan'da biz
bu yerlerle alakamız kalmadığını kabul ve imza eyledik.
Bu mevzuda, Mehmed
Selahaddin Bey; "Bildiklerim" adlı kitabında bu işten bakın nasıl
feryat ediyor: "Yine harbin ilk döneminde en mühim ve büyüklerinden olan
dolaysiyla eyâ-let-i mümtaze denilen Mısır kıtasıyla, Anadolu ve Süveyş Kanalının
kilidi sayılacak kadar mühim olan Kıbrıs Adası dahi bu yol kesici şakilerin
kurbanı olarak İngilizlerce ilhak ediidi. Akdeniz'deki adalarımız, Trablusgarp
ve Bingazinin, yine bunların döneminde elimizden çıkışı kaale alınırsa bu denizdeki
hâkimiyetimiz değil, varlığımız dahi nisyana gömüldü. e {^İnatçı haydut
çetesinin dünya haritasındaki yerlerimizin sebeb olan bu savaşa girişleri
olmuştur, dendi-
ğinde bir cevap
gelememesi icâb eder! Bununla da bu belâları görmüş nesiller, on yılda
memleketi yok edenleri bir daha iktidar mevkiine getirmemelidirler."
Demektedir.
Târih; milletlerin
hafızasıdır. Bazı hafızalarda bulunan bilgiler, o milletin târihinde yer
alamazsa, o yönüyle milletin hafızasının bir bölümü, bütün teşekkülatıyla var
olduğunu iddia edemez. Tarihçi Oztuna Bey'in kıymetli eseri "Büyük Türkiye
Târihi"nin 7. cildinde 288. Sahifede yer alan ve o zatında Türk Târih
Kurumunun (TTK) yayınlarından olan Belleten adlı sürekli derginin 149.
sayısından ve 2. ile 10. Sayfalan arasında yer alan ve Ocak/1974'de neşredilmiş
nüshadan alınmış bu önemli bulduğumuz tahlili meâlen sayfalarımıza alıyoruz:
"İsmet Paşa; bu savaşa girmemizin hiç bir mecburiyeti gerektirmediğini
söylemekle savaşa girilişten 60 sene sonra onun gibi iyi bir kurmayın, o
savaşda bizatihi çarpışmış olması ve Yıldırım Ordularının muntazam çekilişinin
gerçek sahibini dikkatle okumak gerekir diye düşünüyorum. İsmet Paşa ezcümle
şunları dile getiri yor: 1.Cihan harbine biz ittihat ve terakki hükümeti
zamanında girmiştik. Bizim savaşa girdiğimiz zaman Almanlar için savaş
kaybolmuş kabul edilmeliydi. Moltke'den sonra Almanların büyük erkân-ı
harplerinden Scihlifen de en büyüklerdendir. Savaşın plânlarını o zat
yapmıştır. Plânlarında demiştirki; bu savaş olacaktır. Kazanmak için vaktiyle
hazırlık yapmak ve onlardan önce harekâta geçmeliyiz." Dediğini
hatırlatan İsmet Paşa şöyle devam etmektedir: "Alman askeri literatüründe
bir tâbir vardır. Erkânı harb reisleri, kumandanlar daima bir siyasi fikir
teklif edecekleri zaman o mukaddemeyi (giriş) yaparlar. Biz askeriz, devletin
siyasette ne karar vereceğini
bilmeyiz.
Selahiyetimizde yoktur. Fakat, eğer bir harbe girmek ihtimali varsa siyasi
müzakerenin neticesi bir harbi doğuracaksa o harpte muzaffer olmak için bir
takım hesaplara riayet etmemiz lâzımdır. Vaktiyle şu kadar zamanda bize haber
vereceksiniz harbe giriyoruz diye..v.s Schlieffen'e at-folunan sözün bir
maddesi şu: eğer savaş olacaksa biz harpte taarruz edeceğiz. Kuvvetimizin
çoğunu büyük kısmını garb'a karşı, Fransızlara karşı toplayacağız. Rusya'ya *
karşı mümkün olduğu kadar az kuvvet bırakacağız. Hareket edebilirler, toprak
kaybedebiliriz, fakat 1.mesele, batıda büyük bir üstünlükle harbi bir an evvel
kazanmak lâzımdır. Belçika'ya girmekten bahseder. Oradan gidecekler, istihkâmları
çevirecekler. Büyük tahkimat var Fransa sınırında onları çevirerek Fransa'ya
hücum edecekler, bunu söyledikten sonra adam şunu da söyler plânında: Bir an
evve! Fransa'nın işini bitirmek lâzımdır garb'de. Büyük kuvvet ile Fransa'ya
taarruz ederiz ve Fransa'yı amana düşüremezsek harp.dışı edip sulh talebine
icbar edemezsek, durmağa mecbur olursak derhal sulh yapmak lâzımdır, şartlar
ağır olabilir. Fakat harp ne kadar uzarsa ağır diye tahmin olunan şartlar daha
ağırlaşır. Harbin uzamasında hiç bir fayda yoktur. Bu plâna göre Almanlar,
Fransa'ya taarruz etmişlerdir ve Fransa Almanları durdurmaya muvaffak olmuştur.
Söküp atamadılar,
Verdun'da vs.'de dayandılar. Harp uzar sürüklenir bir mahiyet aldı. Niçin böyle
oldu? Hesabını çok iyi yapmışlar kendi aralarında. Meselâ bütün kuvvetler Fransa'ya
doğru yürüsün deniyor. Rus cephesi ihmal olunacak. Harp çıktığı zaman Rus
cephesini ihmal etmek ve bir Rus istilasını geri almak, İmparatorun ve Alman
hükümetinin tahammül edeceği bir şey değildi. Oradan plân sulandırıldı. Hem
Rusya'ya mukavemet edelim hem ötekini tahrib edelim
Neyse Alman meselesini
tahlil edecek değiliz. Rusya'ya karşı mukavemet tam tedafüi bir vaziyet
alacakken Rus cephesinde muzaffer oldular, Fransız cephesini kaybettiler. Harb
altı ayda bitecek derken 1918'e kadar dört sene sürdü ve haikaten şartlar ağır
oldu. Şimdi Türkiye'ye geliyorum. Almanya ile bir avrupa harbi olacak, Rus
tehlikesi bizim için büyük tehlikedir. Onun için Almanya ile beraber bulunan
İttihat ve Terakkinin, hükümeti zamanında da, 2.Abdülhamid zamanında da Almanya
ile özel bir münasebet vardı. Demekki
1914'de seferberlik ilân etmiştik. Fakat harbe girmemiştik. Harbe
girişimiz, bilirsinîzki, Yavuz (Go-ben) zırhlısının Karadenize çıkıp Rus
şehirlerini bombardıman etmesiyle emrivaki olarak başımıza gelmiştir Onun B^
edebiyatta söylenmesi âdet olmuştur. Biz 1.cihan harbe o harbi kaybolunduğu
göründükten sonra girmişizdir. İttihat ve Terakki'nin ağır mesuliyeti bilhassa
bu noktadandır. Şimdi bunun neticesi; avrupada ve memleketde her cephede
muharebe ettik biz. Ondan evvel İtalya ile muharebe ettik. Bilhassa Balkan
harbini geçirdik.
Balkan harbi bir
felâket olarak geçti. Balkan harbinde imparatorluk ordusu tamamiylen bir
çöküntü gösterdi." İsmet Paşa şu sözlerle devam ediyor: "Şimdi Enver
Paşa pek genç yaşda harbiye nâzın oldu. Başlıca iki derdi vardı o zamanki
ordunun. Birincisi yetişme İtibarıyla zayıftı bu sebeb-ten dolayı, ikincisi
siyasete karışmıştı. Ordu yapmıştı ihtilâli. Genç rütbede, herhangi bir
rütbede siyaset yaptıktan sonra o siyasetin ordu subayının hayatı ve ideali
üzerinde başka bir te'siri vardır. Kendi mesleğinde temayüz etmek, iyilik
yapmak, ufuklarını açmak için aranan şartlar başkadır. Siyasetde bilhassa akıl
vermek ve devirmek tecrübesini yapan subaylar için birinci derecede söz sahibi
olmak usûlü başkadır. Siyasi meslek çok daha kolay gelir ve bir defa
onunla zehirlendikten
sonra o ordunun ordu vazifesini harp vazifesini yapması güçleşir. Yalnız
siyaset kısmında memleket cihan harbine kaybolmuş bir halde girmiştir. Alman
imparatoru gene siyaset adamlarının telâkkisine göre, çok kuvvetli taarruz
edeceğim, içte çok kuvvet topladım, daha kuvvetim var, Rusya'nın hakkından aynı
zamanda gelebilirim diye düşünmüştür ve bu tarzda hayalle hata etmişlerdir. Bu
sıralarda ben (İsmet Paşa), seferberlik ilân edilmişti ki tedavi için Yemen'den
gelmiştim. Avrupa da idim. Dolaşıyordum, seferberlik ilânını duydum, hemen
İstanbul'a geldim. Fakat harbe girilmemişti. Harb yoktu ve benim İlk kanaatim,
harb, cihan harbidir. Bizde ne suretle, ne vakit, nasıl başlar, bilmeyiz.
Fakat bir an evvel orduyu teşkil edip, tâlim terbiyesini yapmak lâzımdır.Hiç
bir zaman ben kendim harbe gireceğimize ihtimal vermemiştim. Bu vaziyetten
sonra İstanbul'da bulunan Atatürk, ordu müfettişi olarak tekrar Anadolu'ya
gönderildi. İstanbul hükümeti niçin göndermişti Atatürk'ü. şöyle izah
olunabilir bu: İstanbul'da iyi niyet sahibi eski vezirler, bun lann içinde
düşman vasıtası olması şöyle dursun, olmasının tasavvur edilmesi bile mümkün
olmayacak temiz insanlar vardı. Fakat kendilerine itimatları yoktu ve yapılacak
bir şey de göremezler. Atatürk ile diğer gün görmüş iyi niyetli devlet adamları
arasındaki fark şudur: Onlar, bunun çâresi nedir, bunun çâresi uslu oturmaktır
ne derlerse razı olmaktır. Vaziyeti daha ağırlaştırmayalım. Geçen harbten
sonra ağır ithamlar altına girmişizdir. Bu ithamların yakışıksız, esassız
olduğunu isbat etmeğe çalışalım, iyi niyetle çalışalım diye düşünürler. Atatürk'ün
görüşüne göre vaziyeti objektif olarak mütâlâa edelim. Hissiyat meselesi
değildir bu. Kendimi ne kadar beğendirmeğe çalışsam benim memleketimi
parçalayıp İstismar etmek fırsatını bulmuş olan siyaset adamlarına insaf vere-
OSMANLI TARİHÎ mem
ben. O bir şeyden anlar, imkân var ise istismar edecektir. Hükümdarın bu
siyaset cereyanlarında başlıca taraf olması ve uysal davranmak; kendimizi
beğendirmek suretiyle bir şey koparabileceğimizi, bir şey kurtarabileceğimizi
zannetmesi, felâketin başlıca sebebi olmuştur. Atatürk'de ümid müphem olarak
var. Bu işin sonu nereye varacak? Bu işin sonunun nereye varacağını sonra
düşünürüz. Cumhuriyet v.s bunların hiç biri mevzûî bahis değil. Evvelâ bir
mukavemet imkânı bulalım. Bu şekilde 3.Ordu müfettişi olarak Erzurum'a kadar
gitti..." Diyen İnönü sözü kurtuluş savaşına getirmek suretiyle, l.cihan
harbine girişimizin kaybedildiği kesin bir savaşa girdiğimizi açıkça
söylememekteyse de, İttihatçıların yanlış yaptığını ifadeden de kaçınmamaktadır.
Dünya'da topraksız
kalmış kavimlerin arasında ikiden biri olan Ermeniler; Çarlık Rusyasının târih
sahnesinden yok olması sonrasında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Bolşeviklik
propogandasından mütehalli olarak, bir peyk devlet kurma şansını yakalamışlardır.
Ancak bu yeni devletin toprak mesahası 29 bin kilometrekare olmak hasebiyle,
Bolşevik ülkelerin en küçüğü olarak teşekkül etmiş oldu. İkiden diğer bir ise;
Yahudiler olup, onlarda 1948 de devlet oldu.
Ermenileri; sırasıyla
Çar Deli Petro'dan beri kendi amallerine kullanan emperyalist devletlerin, ki
başında Rusya, İngiltere ve Fransa gelmiştir. Sonunda bu emperyalist devletler
kendilerine aid menfaatleri devşirdilermi manipüle ettikleri Ermenileri
satıverdiklerini bilmek için derin bir tarih bilgisine ihtiyaç yoktur. Bu
ifademizin doğruluğunu bizatihi Ermeni diasporası, yâni Erivan'ın başkent
olduğu Ermenistan dışında yaşayan çokça kalabalık ve dışarı da Ermenistan'ın
ekonomik şartlarının pek fevkıinde hayat süren ve bu minik devletçiklerine
yardımlarıyla, dünya siyaset arenasında şöhretin merdivenlerini tırmandırıp,
hayallerinde yaşattıkları Büyük Ermenistan hülyasını kuvveden fiile
çıkarabilmek için nice sakîm yollar aramakta olduklarını gösteriyor.
Yukarıdaki başlığa
ilâveten Ermenilerin, İslama düşmanlığını belirtmek gerekir. Zâten Türk
dendiğinde, bütün hristi-yan âlemi müslümanhğı aklına getirir. Çünkü;
Müslümanlık ve Türklük,et ve tırnak gibidir biribirinden ayrılamaz. Dolayısıyla
düşmanlikdada bu hususda hem Türk'ü hem de müslü-manı hedef alır ve almıştır.
Ermeniler'in aziz milletimize taarruzlarını, bu taarruzların meydana getirdiği
kanlı ve fecî olayları,-zaten hakkımızda peşin hüküm sahibi ehl-i salibe duyuramadığımızı
kimse iddia edemez. Çünkü; garb dünyası, şark dünyasını seyyahları,
şarkiyatçıları ve oryantalistleri vasıtasıyla olayları kemâliyle bildikleri
halde, inançları ve ülkelerinin menfaatleri istikametinde ahalisine nakl ve
tasvir eylemişlerdir. Dolayısıyla avrupa efkârı umumiyesi, hâttâ Amerika
kıtasında yaşayanlar gerçeğe muttali olamamışlardır.
Nizamettin Nazif
Tepedelenlioğfu meşhur "Komitacılar" adlı mufassal eserinde, Topal
Tevfik Bey'e ki, Mahmut Şevket Paşanın katlinde fiili müeesir rol oynayan bir
kimsedir ve mezkûr hadiseden dolayı idam sehpasında bu adam dünyadan
ayrılırken şunları söyledi, söyledikleri de çıktı der. Topai Tevfik;
İttihatçılara memleketi batırıyorsunuz! Diye bağırmıştı. Evet.. Memleketi
hatırdılar. Bir de; hepinizin sonu benimkine benzeyecek! Diye avaz avaz haykırmıştı..
Diye nâkilde bulunur.
İttihatçılar; koskoca
Osmanlı devletinin hükümeti olduğunu unuttular veya ne olduklarını bilemediler
ve eğer Ruslar ile savaş çıktığı takdirde, Ermenilerin tarafsız kalmasını temin
için Taşnaksutyun komitesi ile antlaşma imzaladılar. Bu haydut çetesi, çeteden
de bir farkı olmayan İttihatçılardan aldığı destur ile 1914 senesinde, temmuz
ayında Erzurum'da yaptıkları 8. kongresinde katılanlara kabul ve tasdik
ettirmişlerdi. Ama Taşnak-sutyun komitesi mensubu Ermeniler Rus kuvvetlerine
bilfiil öncülük ediverdiler. Ermeni cibilliyetine uzak olmayan kalleş ve
döneklik sergilendiğini gören İttihatçılar, haliyle yapılan antlaşmayı tanımaz
oldular.
Yukarıda Topal Tevfik
bey'e ait sözler, bir bir çıktı diyor N.Nazif Tepedelenlioğlu; Talât Paşa (eski
sadrıazam), M.Said Halim Paşa (eski sadrıazam), Cemâl Paşa, üçler komite sinden
Dr.Bahaddin Şâkir, Polis müdürü Azmi bey, hâin ve kalleş Ermeni
komitacılarının yaptıkları silahlı saldırılarda hayatlarını kaybettiler.
Ermeniler; Talât Paşa'yı şehid eden So~ ğomon Tayleryan'in cinayet davasında
sözde Büyük Ermenistan davası gütmeğe çalıştılar. Militanlarını kurtarmaya
muvaffak oldularsa da, davalarını Berlin'deki mahkemenin uyanıklığı sayesinde
ispata muvaffak olamadıkları gibi, dünya efkârı umumiyyesi huzurunda sahte
belegelerle tarihi tahrif etmeye çalışırlarken cürm-ü meşhut oldular.
Mıgırdıç Yanıkyan adlı
seksen yaşındaki vahşi katilin başlattığı intikam savaşı ile nice değerli elçi
ve diplomatımızın ve aile efradının hayatına kıydılar. Maalesef dünya bunları
görmezlikten geldi. Biz bu günü ortaya koyduğumuzda, onlar her ülkenin
yapmasının isabet olduğu tehciri bir suç yapmışız gibi önümüze koymaktan haya
etmediler.
Elektronik postama
sayın M.Arif Demirer adlı bir beyefendi, benim çok yararlandığım ve sizleri de
müstefid kılarsam faydalı olacağına inandığım ve aşağıda hülasa etmeye çalışacağım
malumatı lütfetmişler. Târihi bir vak'a olduğundan eserimize alıyoruz.
Arif Bey soruyor;
"3/ağustos/1914-27/mayis/1915 târihinde doğu ve güneydoğu da cereyen
eden, vak'aları inceleyen İsveçli tarihçi, Jonas Linderholmu okudunuzmu?"
Nerde! Adını yeni
duydum. Linderholm; 27 sahifelik bir makale yazmış. Bu zat Doğuanadolu ve
Azerbaycan'da 1.dünya savaşı esnasında Asûrîler ve Süryani ler" mevzuunda.
Linderholm; İsveçli ve bir lisede târih öğretmenliği yapmaktaymış. Diyormuş ki:
"olaylardan bu tarafa geçen yıl sayısı çoğaldıkça, ölü sayısında hayli
ilâveler yapılmaktadır. Aşağıdaki olayları dengeli olarak vermek amacıyla yazmış
bulunuyorum. Meselâ: bir süryani protestan olan Süleyman Bostani, 1912'de kısa
bir süre Osmanlı devletinin hariciye vekilliğini yapıyor. 1914'de kabineye
Ticaret Bakanı olarak giriyor. Bu kabinenin sadnazamı daha sonra ermeniler tarafından
Roma'da şehid edilecek olan M.Said Halim Paşadır. Bu Süleyman Bustani
ancak" 12/kasım/1914 de jöntürkle-rin savaşa girme kararı alması üzerine
bu kararı protesto için bakanlıktan çekilir.
Linderholm Stokholme
40 km. mesafede bulunan Soder-tal de yetmişsekizbin nüfusu olan bir şehir ve bu
şehirde yabancı sayısı otuzbindir. Bunun onbeşbini Süryani olup Midyad
kökenlidirler. Linderholm başka bir malumatı şu sözlerle bize aksettiriyor:
"Rus birlikleri ve Ruslar tarafından eğitime tâbi tutulan ermeni gönüllü
güçleri, 1914 sonbaharında (Diruzhına) Albak ilçesine girdi. Rusların büyük
saldırısı Erzurum vilâyetinin kuzeyinde gerçekleşti. Enver Paşa târihler
27/aralık/ 1914'ü gösterirken Sankamış'daki Rus mevzîlerine hücuma geçti.
Mağlub oldu." ve yine şunları söylemek-te Lindelholm adlı tarih öğretmeni:
"24/ nisan/1915 de İstanbul'da hükümet 2354 Ermeni ileri gelenini tevkif
etdi. Taşnaklar ve diğer Ermeniler fiilen Rus ordusuna yardım etmeye
başlayınca, hükümet Taşnaklarla yapmış olduğu antlaşmayı bozmaktan başka
çâresi yoktu."
Yukarıda
nakleylediğimiz ittihatçılar ile taşnaksutyun arasındaki antlaşmayı ve ademi
muvaffakiyeti de böylece doğruluyor Lindelholm'un beyan ettikleri! Devam
edelim Lindel-holm'e;
"25/mayıs/1915 de
hükümet; Erzurum, Van ve Bitlis'de-ki Ermenileri, Haleb, Şehrizur ve Musul'a
sevketmeye karar verdi. Çünkü; batı'dan doğu'ya asker gönderemeyen devlet
buraları Rus, ermeni ve onlarla beraber isyan eden Süryanilere
bırakmıştı." Lindelholm, şunları söyleyerek batı adına namuslu olmayı
hatırlatıyor:
"ittihatçıların
elindeki hükümet, doğu bölgesindeki askerin azlığı ve otorite boşluğu
karşısında İstanbul'daki erme-nilere dokunmamakla birlikte, isyan bölgesi ve
Osmanlı hu-dudları civarında yaşayanlara tehcir,yâni ülkenin başka bir
bölgesinde iskân kararı alıyor ve de bu bölgelere nâkile başvuruyor. Ancak bu
hâl sürgün olarak telakki edilmemelidir." Demekte Lindelholm. Ve yine
devam etmekte: "2/ocak/ile 24/mayıs/1915 tarihleri arasında dörtbin kadar
Asurî'nin, misyoner merkezlerinde çeşitli hastalıklardan öldükleri hesaplanıyor.
Bu rakkama Rusya'ya kaçarken yolda ölen bin kişiyi daha eklemek mümkün"
Jonas Lindelholm
tetkik ettiği başka bir kaynağa bizi götürüyor: "The Macmillan
Dictionary'de yer alan bilgiye göre ermeni olmayan yüzyirmibin sivil 1914 yılı
kasım ve aralık ayında Ermeni çeteler tarafından Öldürüldü." (Başka bir deyimle
tehcir kararından önce ermeni çeteler yüzyirmibin Türk ve Kürdü öldürmüş
oluyorlar. Böylece hükümetin tehcir kararını alması bu hadise münasebetiyle,
her devletin yapması gereken tedbire tevessül olarak telakki olunmalı.m.h)
Bu savaşın dünya'da
çok büyük siyasi değişiklikler getirmesinin görüldüğü gibi, her alanda,
araştırma ve geliştirmeler dünyanın bir çok keşif ve kolaylıklara çok çabuk
ulaşmasını sağla di dersek hiçde yalan söylemiş olmayız. Fakat av-rupa ve asya
topraklarında meydana gelen fikri değişim, müslümanlar arasında ırkî
yaklaşımlar ve hilafet otoritesinin sarsılması, savaş esnasında İttihatçıların,
Sultan Reşad'a yaptıkları baskı üzerine cihad-ı mukaddes ilânını yayımlamasını
ve ümmetin bu cihad ilânı ve fetvasına lakayt kalması bu yüce müesseseninde
yıpranmasını sağladı ki manen büyük bir kayıptır. 1.Cihan savaşındaki görülen
savaş aletleri modernizasyonu,daha sonra husule gelecek savaşın müthiş-ligini
işaret etmesine rağmen insanlar bundan mütenebbih olmamış, 1.savaştan sonra
ikinciyide çıkarmışlar ve bunun müsebbi olanlar en çok şikâyetçi bulunanlar
arasında yer almışlardır. İnsan kayıpları l.harble mukayese edilemeyecek kadar
yüksek olduğu gibi, maddi ve kültürelkayıplar bilhassa insan haysi yeti
haylice zedelenmiştir. Birinci Cihan Harbi, neticesi itibarıyla,
Almanya-Avusturya imparatorluklarını, Rus Çarlığını ve nihayet Âl-Î Osman
devletini târih sahnesinden aşağıya yuvar lama vazifesini görmüştür. İslâm
âlemi devlet-i şahanenin sükût bulmasıyla imamesi kopuk teşbih daneleri gibi
dağılmış ve hilafetin ipi, ittihatçıların fonksiyonunu ifa edemeyeceğini bile
bile ısdar eyledikleri cihad fetvasını, yaralamak suretiyle çekilmiştir.
Osmanlı münevverleri ve yeni rejimin entelleri hilafet Türke yük olmuştu gibi
yaveler yumurtlamaktan imtina etmemişlerdir.
Milletimiz halk
arasında ifade edilen biz yedi cephede dö-ğüştük sözleri doğrudur. Hakikatte
1916'dan sonra hudutlarımız dışında üç, ülkemiz toprakları üzerinde dört
cephede çarpıştık.
Fakat; Çanakkale
savaşları dünya harp târihinin kaydettiği en müthiş bir savunma harbidir.
Bunu dost da, düşman
da yerinde ifadelerle kabul ve beyan etmektedirler. İçlerinde siyonizmin
temsilcisi olarak, sembolik bir kıta ile katılan yahudilerin bile yer aldığı
düşman İngiliz sömürgelerinden getirilmiş müslüman askerler ile de takviye
edilmişti.
Cephede saldırdığı,
düşmanının Delail-i Hayrat okuduğunu duyan düşman ordusunun müslüman askerleri
kahrolmaktaydılar. Bulut içinde atlarıyla birlikte bilinmezlere gark olan
düşman ordusunun Norfolk taburu adı verdikleri askerlerden hiç bir iz
kalmaması, sahib-i hakikat Allah (c.c)'ün Osmanlı İslâm ordusuna bir yardımı
olarak telakki edilmesi hiç de yanlış olmaz.
Osmanlı'nın 34.
Padişahı 2. Abdülhamid Hân'ın kurmuş olduğu mekteplerden mezun olmuş bütün
zabitlerimiz, Çanakkale savaşlarında vazifeler almışlar ve büyük başarılara
imza atmışlardır. Düşman bu savaşların sonunda münhezim olarak boğazdan çekilip
gitmiştir. Bu muhteşem olayı en ince teferruatına kadar, iki eser terennüm
etmektedir ki, bunun ilkini Çanakkale savaşları esnasında Avrupa'da olmasına rağmen,
savaşın içindeymişcesine "Çanakkale Şehidlerine" diye kaleme alıp,
ünlü "Safahaf'ında neşreden Mehmed Akif Bey'dir ki ikincisi de,
"Çanakkale Mahşeri" adını verdiği ve onbeş yıl göznûru döküp,
milyonlarca belge ve yazıyı okuyup, savaş alanını, avucunun içinden daha iyi
tanımayı başarmış ikinci bir Mehmed, Dr.Mehmed Niyazi Özdemir Beyefendinin
değerli eserinden okumanızı salık vermeyi bir hiz-rnet'i diniye ve vataniye
olarak telakki ediyorum.
Osmanlı ordusunun
savaştığı cephelerin Kafkas Cephesi, Irak Cephesi, Sina/Filistin Cephesi
Bunlardan kafkas cephesi, plânlanan vaziyete göre, ortaklarının yükünü
hafifletmek için, yâni Almanya, Avustırya, Bulgarya ve İtalya'nın sıkıntılarını
azaltmak için Romanya ve Bulgaristan üzerinden veya-hutda Karadenizden çıkarma
yaparak, Kafkasya'da Çar ordusuna, Süveyş kanalında da majestelerinin
İngiltere ordusuna taarruz etmesiydi. Ayrıca İstanbul boğazı da buna dahil
idi. 900 bin kişilik 4 adet Osmanlı ordusunun 1. Ve 2. Orduları boğazlar
bölgesinde, 3.Ordu Kafkas cephesinde, 4.Ordu Filistin ve Suriye'de, ayrıca da
İran ve Afganistanı sürüklemek suretiyle de, Hindistan'a akın yapmak için
Basra'da Irak bölge komutanlığı kurulu vermişti.
3.Osmanlı ordusunun
Sarıkamış/Erzurum istikametinde 3.ordumuzun 190 bin kişilik mevcuduyla 6/9kasım
günleri 1914'de Köprüköy savaşı vukubuldu. Peşinden Sarıkamış'da 22/Aralık/1914'de
Ruslara taarruz ederken başlarında Enver Paşa bulunuyordu. 112 bin kişilik bu
ordu bilhassa soğuktan mütevellid donma yüzünden 60 bin kayıbla perişan oldu.
Bu askerin kısm-ı azamı kıyafeti milliyeleriyle bu iklimde kullanılan
Arabistan askeri olması bu hava şartlarının insanı olmadığından bu kullanımı
daha sonra ırkçı görüşlere sahip olanlar bir kasıt olmak üzere
vasıflandirmışlardır ve bilhassa şarkiyatçılar Arablar üzerinde bu vak'ayı
Osmanlı aleyhine yorumlama yolunu seçmişlerdir. Osmanlı düşmanlığını körüklemişlerdir.
İleride, 4.Ordu Kumandanı Bahriye eski nâzın Cemâl Paşa'nın Suriye'deki
görevleri esnasında bu ırkî yaklaşımın doğrulanmasına uygun davranışlarla
şöhret bulduğu unutulmamalıdır.
İrak Cephesinde
1914'de Basra körfesi petrol sahasını eie geçirmek isteyen İngilizlerle karışık
Hint tümeni üç aşamalı bir hareketle 15/Ekim'de Bahreyn, 23/Ekim'de Fav'a asker
çıkaran istilacı güçler, 23/Kasım'da Basra'yı kendilerine ram ettiler. Yerli
Arapların %90'ının teşkil ettiği 38.tümen neferlerinin çoğu firarı tercih
ettiğinden ciddi bir karşı koyma gösteremedik. Böylece İngilizler Ahvaz'ı ele
geçirdiler.
Sina/Filistin cephesi
veya Kanal harekâtı da dediğimiz bu cephe için önce Osmanlı genel ka
rargâhında, Almanya'nın İstanbul b.elçisi Baron Valkenhaim, Alman amirali
Suşon'un-da katıldığı toplantıda Mısır üzerine bir hareket uygun bulundu.
Bunun maksadı milletler arası bir şirketin idare ettiği Süveyş Kanalına sahip
olmaktı. Bizim 4.Ordu bu işe tahsis olundu. Harekâtın târihi 1914/Ağustosunda
karar altına alındı. Karara göre harekât, Kanalı tam ortasından geçmek olacak
ve en uygun zaman dilimi Aralık ile Ocak ayı olduğundan ittifak hasıl oldu.
Bütün hazırlıkları 20 bin mevcud için yapıldı. Su dahil bütün ihtiyaçlar
gözönüne alınmıştı. Suriye'nin savunmasına ise 45 bin kişilik bir kuvvet
ayrılmıştı. 14/15/Ocak/1915'de yürüyüşe başlandı. Yarbay rütbesinde-ki Ali Fuad
(Cebesoy) bu yürüyüş harekâtını idare ediyordu. As kuvvetler altı gece yürümek
suretiyle kanalın elli kilometre doğusundaki Harba'ya geldiler. 27/Ocak'da ise
Mümtaz Bey ve emrindeki birliklerimiz Kantara'ya geldiler ve İngliz-lerle savaş
başladı. İngilizlerin uçakları bu arada devreye girdi ve bombardımana
başladığı gibi müessir oluyordu.
Arab askerlerinin bir
kısmı firara başvurdular. Bu sırada 4.Ordu kumandanı Cemâl Paşa'da bölgeye
gelmiş harbi yakından takibe başlamıştı. 3/Şubat/1915'e gelindiğinde Cemâl
Paşa çekilrie emrini verdi başlayış saatini karanlık basınca diye tâyin
eyledi. Çekiliş o kadar sessiz yapılmıştık!, İnglizler, 4/şubat sabahı
karşısında Osmanlı askerini göremeyince şaşkınlıktan gözlerine inanamadılar.
2.Kafkas cephe cephe harekâtı ise Tifüs hastalığının Erzurum'da zuhuru ve
orduyu sarması hâttâ Hafız İsmail Hakkı Paşa'nın dahi bu salgın sonunda ölümü
vukuubuldu.
Bu arada da Nisan
ayında Ermenilerin sabotaj ve silahsız ahaliye saldırıları başladı. Bu yaygın
Ermeni davranışları, bir tehciri gerektirdi ve bunların Suriye ve Kuzey Irak'a
yerleşmelerine gayret edildi. Ruslar Van ve Malazgirt üzerinden yürürlerken,
Ermeniler bu birlikler içinde bir kasap gibi yer alıyorlar, yaptıkları
soykırım ve gösterdikleri vahşet müttefiki oldukları Moskof'u bile çileden
çıkardı. 22/Temmuz/1915'de başlayan Osmanlı kuvvetlerinin mukabil taarruzu
bunlara büyük kayıplar verdirdiğinde Karaköse'nin Kuzeyine sürüldüler. Van ve
Malazgirt bu arada istirdat olundu yâni kurtarıldı.
Irak cephesinde
12/nisan/1915'de Süleyman Askerî Bey ki bu zat, teşkilât-ı mahsusanın önemi
büyük kimselerinden-di. Basra'yı istirdat için yerli asker ve aşiretlerin
verdiği muharipleri toparlayıp Şuaybiye'de İngilizlerle dövüştü, iyi bir
eğitimden geçmemiş derleme birlik dağılı verdi. Bunun üzerine Kut'ülamare'ye
çekilindi. Burayı da ele geçiren General Tovsehend oradan Bağdat'ı almak
iştahıyla sıcak dönemi geçirdikten sonra Eylül nihayetinde Dicle vadisi
civarında Selmanpak'a ve Fırat vadisinde de Nasırîye'ye sokuldu. Burada
yeniden tanzim edilen 45.Osmanlı tümeni, Seîmanpak'a yetişti pek kanlı bir
savaştan sonra 26/Kasım/1915?de İngilizler çekilmek zorunda kaldı.
8/Aralık/1915'de General Tovhesend Osmanlı birliklerinin muhasarasına maruz
kaldı. Buradaki kuşatma beş ay gibi uzun bir zaman sürdü ve Tovshend
23/Nisan/1916'da 13 bin savaşçısı ve kendi dahil beş generalle birlikte teslim
oldular.
İngilizlere yardım
için görevlendirilen Rus birlikleri ki süvari tümeniydi bunlar, İran'ın
içinden geçip, Bağdat'ın kuzeydoğusundan Hanikin mevkiine geldiği öğrenildi.
Buraya sevk olunan 13.Kolordumuz, önüne kattığı Rusları İran'ın Hame-dan
bölgesine kadar püskürttü. Daha sonra Kazvin'de İngilizleri iyice ezme
plânları yapılırken, gücünü 95 bin kişiye yükselten İngilizler tabiiki 17 bin
mevcudlu Osmanlı birlikleriyle ezilemezdi. Nitekim Felahiye bırakıldı peşinden
de 11/Mart/l917'de bahse konu İngiliz birlikleri Bağdat'ı işgal ettiler.
Sina/Filistin
cephesinde 2.Kanal harekâtı hazırlıkları başlamışken, Mekke Şerifi Hüseyin
isyan etmişti. Bu adamı Ab-dülhamid dâima dersaadetde tutmuş bölgesine
göndermez ve de hiç itimat etmezdi. Avlonyalı Ferİd Paşa, 2.Abdülha-mid'den
Şerif Hüseyin'e hiç iltifat edil- mediğinİ dile getirdiğinde padişah yeteri
kadar alakalandığını söyliyerek mevzu-yu kesmişti İttihatçılar ise baştacı
yapıp onu Hicaz'a göndermişlerdi.
Hüseyin'in bu
isyanlarını teskinle 4.ordunun bazı birlikleri vazifelendirilmişti. Hicaz
Krallığını ilân eden Hüseyin tabiiki bunu İngilizlerin himayesine güvendiğinden
yapmaktaydı. Bu arada Seyid İdris'de Asir'de ayaklandı, Yemen ise İmâm Yahya'ya
bağh kaldı. Bu arada da 7.kolordu lojistik bakımdan destek görememekte, Anavatan'dan
uzak ve yardım göremez durumda kalmıştı. Buna rağmen 7,kol-ordu bütün zor şartlara
rağmen Medine-i Münevvereyi, Asİr'in Kuzey bölümünü ve Yemen'i savaşın sonuna
kadar kontrolunda bulundurmaya muvaffak oldu. Teslim ancak 23/Ocak/1919'da
yapılan Mondros mütarekesi sonunda oldu. Hemen belirte-limki, 1917/Şubat ayında
Hicaz seferi komutanlığına M.Kemâl Paşa'nın atanmak üzere geldiğini görüyoruz.
Paşa, vaziyete bakıp, buranın savunulmaya değil, boşlatılmaya ihtiyacı
olduğunu ileri sürdüğü görüldü. Enver Paşa tarafından da kabul edilen bu fikir,
mânevi bakımdan uygun olmadığından tatbik edilmedi. Fahreddin Paşa'nın İki
Cihan Serverinin huzurunda, "Seni bırakamam Ya Resulellah" feryadı
buna yeterde artar bile. Ancak Mustafa Kemâl Paşa'da bu göreve tâyin olunmadı
1.Dünya savaşının
sonunda 1908'de ilân edilen meşrutiyetten sonra Osmanlı devleti büyük bir
çalkantıya girdi. Sultan Hamid'i tahtdan uzaklaştırdıkları, 27/Nisan/1909'dan
sonra bu çalkantılar bir felâkete dönüştü. İki balkan harbi eski payitaht
Edirne'nin düşman eline geçişi, yapılan Bulgar mezalimi, sonunda cihan harbi
geldi çattı.
Enver Paşa'nın
uyguladığı ordu içi tensikat ve tekaüdliğe dâir icraatlar yapmak suretiyle
gençleşmiş bir zabıtan kadrosu kurdu bununla girilen cihan savaşı, Ruslar ve
Yunanlılar hâriç elli yıldır savaşmamış dolaysıyla yıpranmamış avrupa
devletleriyle yapılmaktaydı. Bizim 12 bin kilometre uzunluğu olan hudut
boyumuzda, Rus, İngiliz, İtalyan, Bulgar ve Yunanlıların doğrudan doğruya,
diğer düşman devletlerin de dolaylı saldırılarına hedef olmaktaydık. Bu çok
geniş alanın haylice fazla bölümü ne tren nede modern yollara mâlik olmayıp,
bîr çok yerinde nakliye deve ve eşeklerle yapılı yordu. İklim ise hayli
değişik, ülkenin bir tarafında sıcaklar hüküm sürerken, diğer tarafında asker
melbusat yetersizliğinden ve havanın soğukluğundan donarak şehadet şerbetini
içiyordu.
Azınlık ve ırkî
ayrılıkları 19.asırdan sonra daha te'sirli olarak yaşamak mecburiyetinde kalan
Osmanlılar, bağımsızlık arzularını yeşerten bu tuzağa düşmüşler* Kürtlerde
dâhil bağımsızlık derdine düşmüşler bunda başarının Osmanlı ordularının
mağlubiyetine bağlı olduğunu temenniye kadar gidenler olmuştu. Hâttâ
İngilizlerin, desteği ile Molla Mahmud Barzenci, Süleymaniye'de bir Kürt
devleti husule getirmişti. Arnavutlar'da bunlardan geri kalmamıştı. Ermeniler
ve Rum Pontus devleti çalışmaları yapılmakta idi. Osmanlı ordusu yedi düvele
sekiz cephede verdiği mücadeleyle dünya savaş târihinde bir ilke imza atmıştır.
Bunlar Kafkasya, İran, Irak, Sina, Suriye. Çanakkale ve aynı günlerde Galiçya
ve Romanya'da olmasıdır.
Şimdi "bu savaş
İle alakalı olarak aşağıdaki bilgi ve dokümanları tetkikinize sunuyoruz. Bu
beyanın Sultan Hamid'İn şifre kâtibi olan Mehmed Selahaddin Bey'in mütalasi
olduğunu da zikretmiş olalım.
Almanya ile ortak
olarak girdiğimiz savaşda maazallah bunlar galip gelseydi, ülke bunların esiri
durumuna düşüp, hududlarımıza bir zarar gelmeyecek olsa bile vatanın evladından
bir haylisinin kaybolduğu gerçekleşecekti. Ayrıca da milyonlarca lira borca
gireceğimiz kesindi. Bizim görüşümüz ise, İngiltere devletinden bizim
istiklâl~i tâmmemizi ve mülkümüzün bütünlüğünü temin edecek vesikayı istihsal
edip, savaşda bitaraf kalmayı tercihdi. Ancak çok mecbur kalındığında ise
İngiltere ve müttefikleri yanında harbe iştirak etmek doğru olurdu. Bu
düşünceye kasten hiç yanaşmayan ittihatçılar bu yüzden de asla yakalarını bu
fecî me'suliyetten sıyıramazlar. Turan sevdasının ham mey vesiyle milleti iğfal
eden bu caniler bölüğü, "Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan
olduk" darb-ı meseli gereği vatanımızın kısm-ıâ-zamını kayıp
ettirmişlerdir.
Böylece de muazzam ve
muhteşem Osmanlı Devletinin parça parça olmasına sebebiyet vermişlerdir.
Biz; ülkemizde çok
konuşulan Arab ihaneti üzerine, yukarıda geçmiş bölümlerde temas etmişizdir.
Şimdi, Cemâl Paşanın bu hususdaki davranışlarını ortaya koymaya çalışan ve
bunu efkâr-ı umümiyeye tamim eden Şerif Hüseyin'in bu tamimini hâvi beyannamede
yukarıda adı geçen zâtın "Bildiklerim" adlı eserinden Osmanlicadan
sadeleştirilerek ve lâ-tinize edilerek alınmıştır.
Mekke-i Mükerreme
Şerifi devletlü, siyadetlü Şerif Hüseyin Paşa hz.Ieri ittihatçı reis erinin
bilinen zulümlerinden bizar olan Hicaz ahalisini kurtarmak için kıyam edip,
bütün İslâm âlemine hitaben aşağıda tercümesini vereceğimiz iki arabça kıta ile
Hicaz'ın istiklâlini ilân edip kendini Hicaz Meliki unvanı altında tanıttıktan
sonra bu ittihat ve terakki cemiyeti yüzünden devlet-i Osmaniye'den ayrılmıştır.
"Mekke-i
Mükererrie Emirî devletlü siyadetlü Şerif Hüseyin Paşa hazretleri Tarafından
Neşrolunan Arabca birinci beyannamenin suret-i tercümesidir"
İhvanı müslimiyne
umumî beyannamemizdir: ''Rabbena iftah beynena oe beyn kavmina bilhak ve ente
hayr elfâtl-hin"
Târihe vakıf olanlarca
malumdur ki; istâm camiasının tev-hid ve takuiyesi maksadıyla islami emir ve
hükümlerden olarak deolet-i âliye-i Osmaniyeye ilk önce tâbi olmayı kabul
edenler Mekke-i Müfcerreme emirleridir.
Selatini alî Osman
padişahlarının (Kitabullah) ve (sürtnet-i Resulellahı) icra ue tenfiz ahkâmı
hususundaki temes-sükleri ve bu hususda ifna-i vücud etmeleri (kendilerini helak
edercesine gayretleri) dolayısıyla geçmişdeki emirler tabi olmağa devam ettiler.
Hâttâ 1327/1909 senesinde bizzat arablaraan teşkil olunmuş bir kuvvetle arab
üzerine hareket ederek devlet-l âliyenin şeref ve haysiyetini muhafaza için
ibahenin muhasara etmesinden kurtarmaya çalıştım.
Ertesi sene aynı
maksadla oğullarımın birisinin kumandası altında olarak o hareketi yapan* ve
herkesçe bilinen ue görülen yüce yoldan ayrılmadım. İttihad ve terakki cemiyetinin
zuhuru ile umûmu devlete el koyması ve kötü idaresi sebebiyle içde ve dış da,
karışıklıkların çıkışına yine herkesin bildiği gibi birçok savaşa sebeb
olduğundan devletin büyüklük ve şerefini haleldar etmiş hele şu son savaşa
lüzum yokken girmesi de devleti toprağa görmekten başka bir şey olmayıp,
izaha dahi lüzum yoktur. Bu yapılanların ne gibi de-nî bir maksadla yapıldığını
izaha, hisslyat-ı hâsenemiz mâni olduğu gibi umumî ehl-i islâmın, islâm devleti
hakkında fütur getirip yeis ve kedere düşmüş olduğunu görmek
isteme-diğimizdendir.
Bekaİ memalik de kalan
müslüman ahali ve garyi müs-limlerin bir kısmını asmak su etiyle idam diğer
kısmını vatanlarından nefyedip, Osmanlı ile alakalı rabıtayı kaldırıp herkesi
canından ve malından mahrum bırakmışlardır.
Arazi-i mukaddese
ahalisinin bu son savaş sebebiyle; içinde bulundukları sıkıntı o dereceyi
bulmuştur ki; mutavasıtı hâl (orta halli) olan bir insan evinin kapı ve
pencerelerini bütün eşyasını sattıktan sonra taam tahtalarını (yemek sofralarını)
dahi satmağa mecbur olmuşlardır.
İttihatçılar bu
kadarını da yeterli görmiyerek saltanat-ı se-niyei Osmaniye ile bütün
müslümanlar arasında rabıta sebebinin yegânesi olan "Kitabullah" ve
"Sünnet-i Seniyye"yİ ihlâle tasaddi (teşebbüs) edip İstanbul'da
sadnazam ve şeyhülislâm ve ulema ve vezirler ile ayan gözleri önünde intişar
eden "İctihad Gazete"si Siyer-i Nebevî'yeyi şen'î tâbirlerle tahkirden
çekinmediği gibi itirazlara uğramadığından cüret alarak Nusüs-u Kur'ânî yeyi
kaldırmaktan çekinmemiş "el-zikr misi haz Ula nasibiyn" âyeti
kerimesini istihfaf (alay) ederek tesavi-i mirası (mirasda eşitliği) terviç
eylemiştir.
Bunlara zamlmeten islâmın
beş rüknünden büyük bir rüknünü yıkmaya kalkışmışlardır ki: güya Rus ordusu karşısında
harb eden askere benzetilmek üzere Mekkei Mükerre-me de ve Medine-i Münevvere
de ve Şam da bulunan islâm askerinin Ramazanda oruç tutmamaları lüzumunu
delillerle bu babdaki "femenkâne minküm mariyzan ev âla sefer" âyet-l
celilei sahhasını tahrifden ve buna benzer bir çok esa-sat-ı islâmiyeyi yıkmak
ve münkeratı seçmekden çekinmemişlerdir.
Şevketli Sultan-ı
muazzam hz.lerinin bütün hukukunu gasb ile mabeyni hümayunlarına (sarayına) bir
başkâtip ve bir başmabeynci seçmekden menettikleri gibi ammei müslimiynin
işlerine bakmak hakkından mahrumiyetle hiafetten ıskat etmişlerdir ki bütün
müslümanlar bu şen'i yelten uzakdırlar.
Bu seran, gayri meşru
işler karşısında hüsn-ü teuilleriyle cahillikleri tahmin olunamaz. Âlemî islâm
İçine tefrika ue ihtilaf tohumları eklemek maksadıyla yapılıyordu.
Osmanlı devletinin
işlerinin idaresi Enver Paşa, Cemâl Paşa ve Talat bey (Paşa)'in ellerine
geçtiği sırrı meydana çıktığında her şey artık onların tasvibine bağlı olduğu
görülmüştür. İstediklerini yaparlar, dilediklerini işlerlerdi.
Buna en basit delil,
Mekke şer'ı mahkemesi kadı'sına gelen bir emir de, kadı huzurunda şehadetleri
isimleri hakimde yazılmayan tezklyenâmelerin kabul edilmemesini
istemekte-dirki: Sure-i Bakarada apaçık "tezkiyei beyn el müslimiyn"
keen lemyekün sayılmıştır.
Bunlar bir tarafa
arabların fazıl ve islâm büyüklerinden: "Emir Ömer el Cezain, Emir Arif el
Şihabi, Şefik bin el Müeyyed, Şükrü bin el Aslı, Abdülvahhab ve Tevfik bin el
Bisat, Abdülhamid el Zöhravî, Abdülgâni el Arüsî" gibi zevatı bir anda
asarak idam etmeleri en katı kalbe sahip olein kimselerce bite yapılması zor
görülen bu işi yapmada bir nev'i özür bulsak bile her türlü cinayetden ari ve
beri olan umum aile efradının kadın ve erkeğinden en küçük çocuklarına
varıncaya kadar; vatanlarından, sürgüne gönderilmek sureüyle musibetleri üstüne
daha büyük bir musibet ilâve olunmasına ne mâna verilir?
Aile reislerinin her
ne ile olursa olsun idam edilmeleri cezası tahribine kâfiyken ikinci defa
cezalandırılmalarında mâna bulunmadığı pek aşikârdır "ve lâ tezirue ezret
ve zer ahra" âyeti celîtesi kafi bir delildir. Hadi bu ikinci cinayetide
bir mazeret-i siyasiyeye atfedelim. Reislerini kaybeden ailelerin mal ve
mülkünden yapılan müsadereye ne demek icâb eder? Bu efâl ve harekâtta tahammül
etsek bile meşhur rnü-cahid "Emîr Abdülkadir elCezairî"nin kabrine
yapılan hakaret ve pislemeler ne mâna bulunabilir?
İttihatçıların ef'al
ve harekâtından bazılarını zikrederek İnsanlık dünyası ve bütün ehl-i imân bu
hususdaki hükmü versinler Bunların islâmiyet hakkındaki itikadının ne mertebede
olduğunu anlamak için de Mekke ehlinin istiklâl talebimle ayaklandığı sırada
askerlerinin Kale-i Ecyad'dan, müs-lümanlann kıblesi ve kâbe-i muvahhidin olan
Beytullaha attıkları toplardan çıkan İki mermiden birisini Hacerülesved'in bir
buçuk arşın (90 cm) üstüne diğeriyse üç buçuk arşın (ikibuçuk metre) uzağına
tesadüf ettirmişlerdir. SetreA şerife (Kabe örtüsü) ateş aldığından bütün halk,
Kâbe-i Muazza-manın kapısını açarak ve üstüne çıkarak yangını söndürmeğe
mecbur olmuşlardır.
Bununla iktifa etmeyip
devamlı Makam-ı İbrahim ue Mes-cid-i Şerifi hedeflemekten çekinmemişler ve
günde üç-dört kişinin katline sebeb olduklarından günlerce bütün halk mescide
yanaşamamıştardır. Mescid ve Kâbenin hürmet ue tazimine mukabil, istihfaf ve
izdirae (hakir görme) ile mukabele eden bu makule adamların neye müstahak
olduklarını Şark ve Garb müslümanlarmın hükmüne bırakırız.
Evet! Bu izdim (hakaret)
ue istihfaf (alay etmenin) hükmünü islâm âlemine bırakıyoruz. Lâkin d'ın-i is
lamın ve komitemizin kiyâni (merkez)'ni ittihatçıların eğlencesi olarak
bırakamayız. Cenab-ı Hakk kuvvetimize intibah ue yakaza (uyanıklık) ihsan
buyurup, kendi mesaisiyle istiklalini temin edip, musallat olan ittihad-ı
memurin e kuuvasından memleketi tathir (temizleme) ettikten sonra hiç bir
kuuoei hâriciyenin te'sirine istinad etmiyerek, istiklâl-i tamme ue mutlak Ue
müstakil olmuşlardır.
İttihad ue terakki
mütegallibelerinin çevri ile feryadlar içinde kalan memalikden ayrılarak
nusrat-t din-i islâmı ue ilâe kelimetullah hedefi dahilinde ileri doğru
harekete başlamıştır. Şeri'at-i islâmiyeye mülayim ve muvafık hertürtü fen ve
ilmi almaya medeniyet yolunda ilerlemeye azmücezm eylemiştir.
Ümmid ue rica ederizki
bütün âlemi islâm kardeşlerimiz edayı vâcib için vâki olan şu hareketimizi
teeyyüd-ü uhuvvetle takviyyet buyurarak bize müşariket ederler ue vâcib
gördüğümüz bu hâlin edasına yardım ederler.
Ellerimizi Cenab-ı
Rabbel âlâya kaldırarak teufik ve hlda-yetiyle bütün islâmlar için hayırlı
olmamızı "Rasul mâlik el-üehhab" hürmetine istirham ederiz, (oe hüoe
hasbina oe ni-am elnasîr) Emir ve Şerif Mekkei Mükereme
Hüseyin bin Ali
fi:25/şaban/1334-(28/haziran/1916)
Şerif Hüseyin'in 2.
Beyannamesi BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM fane tevleüa eşhedva ba na muslemun"
Birinci beyannamemizde
izah edilen sebeblere binaen kıyam eden Hicazlıların amal ve efkârımızda
bazdarca tered-düd hasıl etmesi ihtimalini def içinefazıtı ilmî ue bilhassa
müslümana karşı bu ikinci beyannameyi dahi neşre ve ilâna lüzum görerek daha
vazıh daha sarih daha karib elahd me-vad ve delail iradıyla maksadımızı tamamen
teşrih ediyoruz.
Şöyleki ehl-i İslâmm
bilcümle akıllısı ve gerek Osmanlı te-basmm ashabı basireti ve gerek umumi
aktar-ı âlemin er-bab-ı fetaneti devlet-i Osmaniyenin; harb-i umumi düvele
dâhil olduğuna esbabı âtiyeden dolayı razı değillerdir.
Birincisi" dâhili
sebeblerdir. O da devlet-i Osmaniyenin Trablusgarb ve Balkan savaşlarından pek
yakında çıktıklarından askeri kuvvet ve mâli hasarın çok olması, merkezi istinadı
olan millet bir hayli zayıflamıştır. Esasen Osmanlı milletinin ferdleri
askerlikden memleketlerine döndükte ehli ayal için çalışmağa başlar başlamaz
alelacele tekrar hizmet-i askeriyeye istenilmesi bu millet için daimi bir
felâket ola gelmiştir. Bilhassa harb-i umumî hazıra, diğer harblere kıyas
edilemez korkunç bir şey olduğundan zayıf bir millet üzerine tahmil edilen
masarif böyle korkunç bir harbe millet-i Osma-niyeyi sevketmek akıl kârı değil
idi. İşte devlet-İ Osmaniyenin bu harbe girişine akıllı müslümanlann razı
olmamalarının bir mühim sebebi bu idi.
İkinci sebeb hârici
olup, ittihatçı hükümetin savaşan iki saf halindeki devletlerden seçmiş olduğu
tarafa aitdir. Devlet-i Osmaniye bir devlet-i islâmiye olup dünya haritasında
işgal ettiği yer, geniş ve sahilleri çok olduğu için eskidenberi "Ai-Î
Osman selâtin-i azam"m meslekleri icâbı tabasının büyük kısmı müslüm-an ve
denizlerde hâkim olan devletlere meyi! etmesi siyasetine daha uygundu.
Hükümet-i ittihadiye
ise bu eski siyaseti terk ile ahalisine nisbetle memleketi dar olan ve bu
yüzden hayal ve taamı geniş olan tarafla beraber harbe girince basiret sahibi
müslü-maniar beklemekde olan kötü neticeyi görerek ittihatçıların bu hareketini
uğursuz gördüler.
Hatta harp hakkındaki
fikrim telgrafla sorulunca, tarafımdan ber veçhi meşruh muktezası
yapılmıştırki cevaben çekiten telgrafda devlete karşı taşıdığım hulusu niyet ve
sadaka-tıma ve nâmus-u islâmın korunması fikrime bir delildir
İşte bizim vaktiyle
dediğimiz gibi korktuklarımız zuhura başlamıştır. Bugün devleti âliyei
Osmaniyenin Avrupadaki surları takriben İstanbul surlarıdır.
Rus ordularının talii
Sivas oe Musul vilâyetlerinde ahali-i Osmaniyeyi çiğnemeye başlamıştır.
İngilizler dahi;
Bağdat ve Basra vilayetlerinin bir kısmını işgal ettiği gibi Badiyet elAriş'de
binlerce Osmanlı esirini önünde sürüp götürüyor. Şüphe yoktur ki; bu ahvali
düşünmek, devam etmekde olan harbin neticesini kestirmeye çalışanlar
zihinlerini yormaksızın şu neticeye vâsıl olurlarki bizim için iki şıkdan
birisini seçmekliğimiz zaruridir.
Ya harita-i âlemden
silinip mahvolmak yahud bu mahvo-luşdan kurtulmak çâresini bulmak. Bu babda
teemmül ve lâzım gelen cevabı verme hususunu bütün âleme terk ederiz ve deriz
ki mehalik (tehlike) memâliki (ülkeyi) kuşatmadan önce yaptığımız kıyam uygun
ve kıyamımızın meşru ve uâ-cib olduğu her yönden iddia olunabilir."
Şerif Hüseyin'in bu
iki beyannamesinde var olan bazı hakikatler onun ihanetini ortadan kaldırmaz,zâten
son nefesini verdiği Kıbns'da Ölüm döşeğindeyken bu ihanetini muterif olduğu
yâni itiraf edip, Mevlâ'mıza iltica ettiği hatıratlarda da yer almaktadır.
Şimdi de, Şerif
Hüseyin'in beyannamelerinin hemen altına aşağıdaki bir redif binbaşısının
kaleme alıp, risale hâlinde yayımlandığı, "Beka-ı Osmaniye" adlı
düşünce mahsulü risalesini, Osmanlıca'dan lâtinize edip, tetkikinize arz
ediyoruz hemence de şunu ilâve edelimki, Beka-ı Osmaniye terkibinin mânasının
Osmanlı devletinin devamı, yâni yaşamasına çâre arama fikir jimnastiği olarak
bakmanızı hatırlatırım. Şerif Hüseyin, yanlış işe ihanetle mukabele ederken,
bir redif zabitimiz nasıl geleceği sağlam zemine oturtma yollarını araştırıyor,
dikkatle okuyalım.
Binbaşı Mehmed Şefik
Efendinin risâlesindeAnadolu kıtasının (topraklarının) Bahr-i Siyah
(Karadeniz) cihetinden, Rusya'nın Bahr-i Siyah donanması tefevvukunu (üstünlüğünü)
muhafaza etdikçe vaziyet-i elîmesi aşikârdır. Şimal-i şark (kuzey doğu)
istikamet-i berriyesinden (karayolu) dahi Rusya'nın pây-i taarruzuna
(saldırgan adımlarına) karşı müstesna bir haileye (engele) hâiz değildir.
Anadolu ve Suriye kıtalarının bahr-i sefid (Akdeniz) sahili dahi hasmın fâik-i
kuv-vay-ı bahriyyesi ianesiyle (düşmanın kuvvetli deniz kuvveti yardımıyla)
harekât-ı taarruziyyesine (saldın hamlesine) mü-said bir haldedir. Velhasıl
vaziyet-i coğrafiyei Osmaniyye, müstesna bir vaziyet-i müfide-i
sevku'lceyşiyyeyi hâiz (Osmanlı devletinin buradaki durumu pek ayrı ve faydası
çok bir idareye sahip) olmadığından, Osmanlı devletinin bu noktai nazardan
tabii bir istinatgahı yâni dayanağı dahi yok demektir.
Hele dimağ-ı devlet ve
memleket olan payitaht (İstanbul) gerçi Avrupay-i Osmani ve Asya-i Osmaniye'nin
ve İki büyük denizin mahalli telafiyesinde (arasında) bulunmak münasebetiyle
ehemmiyet-i siyasiyye ve askeriyyesi ve fevaid-i lâtahsası (faydalı olmayan
toprağı) gayri münkirsede (inkâr edilemezsede) berren ve bahren (kara ve deniz)
kavi (kuvvetli) bir hasmın taarruz-u ciddiyesine mukavemet etse bile rnevkıen
hâl-i muhasarada kalmağa salih (uygun) bir zemin ve zamandadır. Öyle bir harp
zamanında dimağ-ı devlet demek olan payitaht, vatanın akasam-ı sâiresine
İcra-yı hükm ve nüfuz edemeyecek, beden-i vatan sekte-i dimağa uğramış bir
malûl vücuda benzeyecekdir.
Hele esliha (silahlar)
ve cephane fabrika ve depolarının şu şekl-i vaziyete mâlik olan İstanbul'da
bulunuşu öyle bir zaman için ne derece bâis-i felâket olacağı müstağnı-i beyandır.
Bir hükümet (devlet) dâima ahval-i fevkalâdeyi nazar-ı dikkate almalıdır. Mürur
(geçen) zaman ile ahval-i akvam (kavimlerin durumu) ve memalik-i tebeddulat-ı
siyasiyye (ülkede ki siyasi değişiklik) ve iktisadiyye'ye uğradıkça, dü-vel-i
mütemeddinenin (medeni devletlerin) tedabir-i siyasiyye ve harbiyesi dahi tahavvüle
(değişime) uğramak mecburiyetindedir.
Hiç olmazsa Karadeniz
ciheti, taht-ı emniyet-i bahriyyede bulunmadıkça netice olarak maalesef denilir
ki; Muhtasaran beyan olunduğu üzere, hükümet-i Osmaniye yâni Osmanlı devleti ne
millet ve ne de vaziyet-i coğrafiye itibarıyla emîn bir istinadgâha mâlik
değildir.
Memâlik-i Osmaniyye
son asırda avrupa büyük devletlerinin rekabet sahası ve tecavüz hedefi
olmuştur. Bu yüzden Osmanlı devleti adı büyük devlet diye geçenler arasında bir
denge kurmak suretiyle hukukunu ve varlığını sürdürebilmesi zor ve hâlen uzak
sayılır. Avrupanın büyük devletlerinin zamanımızda antlaşma ve ittifaklara
bağlılığı, denilebilir ki şark'daki. niyeti siyasi ve iktisadi menfaat
rekabetine dayalı vede matuftur. Şu yaşanan hâl ile nasıl mümkün olur ki şark'da
rekabet ve hırslarla dolu ecnebi siyasete henüz bağlı olmaktan kurtulamamış
bizim gibi bir devlet, bir memleket-i heyet-i mütte-fika ve mutelife-i
düveliyeden yâni bunlardan birisine dayanarak ve iltihak etmek istidadını
yapabilecek olsun.
İngilizlerin; Mısır'da
ve Arab Yarımadasında şark, garp ve cenup yâni doğusunda, batısında ve
güneyinde takip etdiği istilacı siyaseti, Fransızların Cezayir, Tunus hâttâ
Trablusgarb ve Suriye'deki mevkıilere dâir siyasi niyetleri, İtalyanların ise;
Osmanlı'nın Afrika sahillerinde olan gözü Trablusgarb ile garbdaki Arnavutluk
civarındaki istilaya dönük siyasi faaliyetleri buna inzimamen Rusyanın,
Osmanlı devleti hakkındaki değişmez ve kadîm düşüncesi olan imha plânları ile
olan hülyaları, saydığımız avrupanın dört iri ülkesinin, Osmanlı vatanını
bölüşmeğe dönük ihtirasları yakın zamanda bunlara yaklaşmak değil hasım olarak
saymak durumuna getirmiştir.
Bu iki devletin
yaptığı beyanlar avrupanın büyük devletlerine karşı olan vaziyet-i siyasiyye
ve iktisadiyyeleri bu iki devleti Osmanlı Devletine yakınlaşmaya itmiştir.
Ezcümle; bu iki devlet Almanya ve Avusturya, gerek şimdi, gerekse istikbalde
karşısındaki devletler olarak gördüklerini, Osmanlı devleti de aynen karşısında
gördüğünden bunların yakınlaşmaları uygun olup, siyasi sahada kuvvet
kudretlerini isbat-ı vücud etmeleri, Avus- turya ve Almanya'ninda siyasi menfaatlerine
uygun geleceği tabiidir.
Ancak bunlarla
yapılması tasavvur olunan antlaşma tabii görülüyorsa da, Osmanlı devletinin
muhtaç olduğu kuvvet ve kudret-i askeriyyesini ve idarei dahiiiyei
intizamiyesini düzeltememesi ve avruparun dört büyük devletinin bunu önlemesi,
öte tarafdan ecnebi devletlerin siyasi arzularının ihtiraslısına maruz
kalması, Almanya ve Avusturya devletlerine ittifak teklifi yapılmasına
hükümetin müsaid bir zemin zaman içinde olmadığını getiriyor.
Eğer özetlersek
deniliyor ki; Osmanlı Devletinin bu gibi ittifaka tâlib olması demek, Almanya
ve Avusturya'nın himayesini istemek mânasına gelir. Bunun böyle anlaşılacağı
tabii ve muhakkak bulunduğundan, şu hâl ihtiraslarıyla düşmanımız olan
devletlerin hakkımızda şiddetlerini çoğaltmaktan başka bir işe yaramaz. Bu
bakımdan hükümet böyle bir işe teşebbüs etmeyeceği gibi Almanya ve
Avusturya'nın dahi velev büyük bir menfaat mukabilinde olsun büyük devletlerin
üstünlüğüne karşı açıkça hâmilik yâni koruyucu şekli ne varacağı bu gibi ittifakı
kabul etmez. Zira bizim için, kendilerini tehlikeye sokmaktan başka bir netice
veremez. Görülen vaziyete göre Osmanlı devleti devletlerin ittifakına dahil olmak
suretiyle de hukuk ve hayat-ı siyasiyesini muhafazaya imkân göre miyor.
Aşağıdaki
beyanlarımızda sebeblerini arzettiğimiz ve tevessül etmemiz gereken tedbirleri
söyleyelim:
1) Cezire't ül Arabın yâni Arabyarımadasmin
Osmanlı Devletine dolayısıyla müslüman kavimlerin selâmeti ne dayanak olacak
sağlam bir şekle taşınması
2) Hanedan-ı Âlî Osman'ın erkeklerinin şerefli
ve saadâtın muteber hanımlanyla evlenerek sülâlei Cenabı Nebevî'ye akrabalık
tesisi yapılması.
3) İstanbul
Osmanlı başşehri olarak kalmakla beraber, hilafet payitahtı nâmıyla savaşın
idaresi ve islâmî siyasetin noktai nazarından lâzım gelen vasıfları hâiz bir
mevkiin ikinci bir başkent olarak seçilmesi. Bu maddelerin izahını aşağıya
alalım:
1) Arapyarım
Adası Osmanlı devleti için istinadgâh olarak seçilebilecek bir unsur olmakla
beraber coğrafi vaziyeti dahi müstesna bir vaziyeti pek makbul bir İdareye
hâizdir. Yanmada on ilâ onbeş milyon aynı ırkdan müslüman insana sahibdir. Bu
millet zekî, cengâver ve cevval ve de müstaid bir milletdir. Bu nüfus askerlik
menbaı olarak kuvvetli bir as-keriyye teşkil eder. Kötülük getirmesi muhtemel
başka bir kavim ile karışık değildirler. Yanmada insanını fâidesiz ve belki
Osmanlı devletine ve milleti islâmiye'ye bugün muzır bir unsur hâlinde tutan
sebeb evvelâ idrâk seviyeleri ikinci olarak sosyal durumlarıdır. Bu
taraflarının ıslahı hâlinde o necib millet hakikaten islâm âleminin medar-ı
istinadı olacak bir hâl-i heybet-i kıymete vasıl olur.
Arap Yarımadasının
coğrafi mevkii târihi bakımdan da müsbet olup kara yolu, taarruz hareketi
yapılmasına uygun olmayan bir çöl ile çevrili olduğu gibi cihet-i sâireside
denize ve sahillere uzaklığı, su ve havası ecnebilerin tasallutuna müsaid
değildir. Târih bize isbat ederki, Yarımadayı hiçbir cihangir devlet istilâ
edememiştir ve ayak atanlar ise Ceziret ül Arab'da barınamamışİardır. Yine
târih isbat eder ki Arablar şerefi islâmla irşad olunduktan sonra Arab
Yarımadasının Roma ve İran gibi iki muazzam cihangir devleti perişan ederek,
Çin hududundan, Fransa hududuna kadar cihangir bir devlet kurmuşlardır. Her
zaman için bu yaradılışdan beri taşıdikları istidatı ispat etmişlerdir.
Bilenlerce takdir edileceği üzere müstesna bir harb vasfına sahip olduğu gibi
kırk sene-denberi pek mühim bir vaziyet hâkimiyeyi de kazanmıştır. Arab
yarımadası Süveyş Kanalının açılışından beri avrupanın müstemleke ve iktisadi
yolu olduğu aşikâr bulunan Süveyş, Kızıl Deniz, Babulmendep deniz yoluna
uzaklığına hâkim bir vaziyet-i mühimme-i mümtâzade bulunmaktadır. İşte bu yarımadanın
Osmanlı devletine istinadgâh olarak seçiimesine uygun ve matlub hâle
getirilmesi yolundaki arzunun ve temininin hikmeti budur. Böyle görünüşte
kuvvetli bir kuruluş sağlanırsa yalnız devlet-i Osmaniye'nin değil bütün islâm
dünyasının hayat ve selâmet-i müstakbelesi teminat altına alınabilir.
Yukarıdaki satırlarda
beyan olunan Esbâb-i Mucibe ara başlığıyla 1. sebebi yazmıştık.
2.ye gelince; Sâadat
ailesinin hanımlarıyla izdivaç yapılmasından maksat: Osmanlı hânedan'ının,
kudsî bir hanedan olan Nebîzişan Efendimizin hanedanıyla akrabalık tesis ederek,
istikbalde Halife olacak Osmanlı padişahları, anne tarafından bu süîâlei
tâhire-i Nebevî'yeye, baba tarafından da hânedan-ı Osmaniye'ye intisaplarını
temine dönüktür Bundan da maksat, Arap Yarımadasının insanları olan Arap kardeşlerimiz
arasında hilâfet-i Arâbiye gibi gerek kendileri için gerek bütün âlem-i İslâm
için pek büyük bir felâketi ve izmihlali intaç edecek bir mesele-i mühlikenin
(tehlikeli meselelerin) zuhuruna meydan vermemek ve millet-i İslâmiy-ye'nin
pek mühim birer rüknü, pek mühim bir muhteremi muazzam-ı biraderi olan Arap ile
Türk'ün birleşmeyi kuvvetlendirmek, uhuvveti (kardeşliği) ve bu suretle bütün
âlem-î İslâm'ın yaşadığı zillet ve'hâli hazırdaki esaretten kurtulmayı temin
içindir. 3.ye gelince; İstanbul' dan başka ikinci bir payitahtın kurulmasından
maksat budurki: Yukarıda Osmanlı ülkesinin vaziyet-i coğrafyası hakkında beyan
ve izah olunduğu üzere Dersaadet, Avrupa kavimlerinin deniz ve kara yoluyla üzerinde
kuvvet toplayabileceğini gördüğümüz ve Osmanlı hududunda son zamanlarda
meydana gelen değişiklikler savaş noktai nazarından başşehir olarak seçilmesine
uygun bir mevkii sayılamaz.
Bununla beraber
üzerinde taşıdığı vasıflarıyla rnülkiyevi meziyetleri, bazı ehemmiyyetli siyasi
düşüncelerden dolayı da başşehir olarak kullanmaktan vazgeçilemez. İstanbul; gerek
kara gerekse deniz gücü bakımından üstün olan bir düşmanın dâima tehdidine
maruzdur. İstanbul; düşman bir devletin ordu ve donanması için hemen hedef
alınması ve buna müsait bir mevkidedir. İslâm siyaseti açısından da İstanbul,
gerek hilâfet merkezi gerekse Saltanat merkezi olmaya uygun bir yer değildir.
Savaşın olacağı göz önüne alınırsa, İstanbul'un devletin beyni olarak
bulundurulması bu devletin faaliyetine mahsus 2. bir payitah tın tesisi
(münasip bir zamanda) lâzımdır.
Kurulacak bu 2.
başşehrin yeri en önce her bir ihtimâle karşı savaş tehlikesine maruz
kalmayacak bir bölge içinde bulunmalı. 2.olarakda, dayanılacak yerin seçilmesi
düşünülen ve temenni edilen, Ceziret'ül Arap'ın siyasî ve idâri rabıtasının
Makam-ı Hilâfet-i üzmâya takviye teminine yâni İslâm siyaseti bakımı dan
uygun, tesir-i kuvvetli korumalı bir yerde bulunmalı.
Aleyhimizdeki umumi
Siyasete Bir Bakış: Avrupa devletlerinin Osmanlı Devletine gerek fikri gerekse
tecavüz edici olmasının küçük meseleleri sarf-ı nazar edersek esas itibarıyla
üç sebebe dayandığını görürüz.
a) Bir İslâm Devleti olmamız ve Makam-ı
Hilâfet-i temsi! etmemizdir.
b) Osmanlı akıllılığının imrenilecek derecede
meziyetlere fevkalâde sahip olması
c) Osmanlı Devletinin zayıf düşmesi İtiraf etmek
icâp eder ki yukarıda söylediğimiz üç sebep bizde mevcut oldukça ve buna bir
çâre bulamadıkça tehlikeden kurtulamayız.
Bu çâreyi batı' da
aramak yâni Osmanlı' nın siyasi hayatının devamını temin etmek için
Avrupalılardan muavenet yâni yardım beklemek, onlardan insaf ve merhamet beklemek,
tıpkı mütecavizler arasında bir ümid aramak gibi yalnız kalmış bir duhteri
dâlfirib'e yâni bir genç kıza, her biri teca-vüzkârane el uzatmak isteyen
ihtiras sahiplerinden, daha doğrusu güler yüzlü düşmanlardan birini bırakıp
diğerinden istimdâd etmeğe benzer.
Vakit kaybetmeye
gelmez. Şu hâli pürmelâlimiz bile bizim için bir fırsatdır. Bu fırsatı
kaçırmayalım. Arkamızda metruk ve metrukiyetinden âdeta bize mazır kalmış, yâni
ekşi kalmış fakat mühim bir dayanağımız olabilecek güç var. Bunu ha-yatımızı
kurtaracak bir şekle sokmaya gayret edelim. Yoksa bu firsatda elden giderse
pişman olmak fayda vermez. Nâmusu milliyesi olan, bunu nazar-1 dikkate
almalıdır. Netice-ten deriz ki; Arap Yarımadası dayanağımız olacak şekil de
kazanılmalıdır.
Yukarıda sorduğumuz
soruyu cevaplamak şu tedbirleri ileri sürmekle kabildir.
a) Siyaset-i İslâmiye propogandasının yapılması
ve bunu temin içinde ilmi ve siyasi işlerle uğraşacak bir cemiyet teşkil
edilmelidir.
b) Arap yarımadasında yaşamakta olan insanların
sosyai ve içtimai durumları göz önüne alınmak suretiyle onları rahatlatıcı,
memnun edici bir idarenin temini
c) Hilâfet ve başşehir meselesinin yukarıda
anlattığımız gibi düzenlenmesinin gereğine tevessü! edilmesi.
Bu üç maddeden ibaret
siyasi tedbirler ve idarî çâreler için herhalde izahata lüzum yoktur. Bunların
kapsadığı mâna erbabınca apaçık anlaşılır.
İslâm hilâfet
makamının sahibi olmak demek, İslâm milletini koruma vazifesiyle mükellef
olmak demektir. Aslında insanların mühim bir kısmını teşkil eden müslüman
kavimleri esaretden kurtarmak, beşerî hukukdan nimetlendirmek medeniyet ve
insaniyet açısından şerefli ve pek büyük bir hiz-metdir. Osmanlı devletinde
meşrutiyetin ilânından sonra bir fikir yükselmesi oldu. Bu da ittihad-ı İslâm
fikridir. Bunu tak-dis ve uygun bulmamak bir hissizlik, bir mevcudiyetsizliktir.
Kahramanlık düşmanlara galip gelmekledir.
Madem ki biz
Osmanlılar; îsfâmı koruyanlar nâmına sahibiz bunun icâb ettirdiği vazifeyi zor
da olsa yerine getirmeyi namus borcu bilmeliyiz. Ancak bununda yolu vardır.
Yolunca yordamınca hareket edemezsek, müslüman milletleri hâttâ kendimizi daha
fazla sıkıntılara, zararlara duçar ederiz. Malumdur ki;mahkûm bir milletin
hukuk-u hâki miyetini kurtarabilmek için:
a) O milletin hukukuna sahip çıkması hususunda
uyandı-rılması lâzımdır.
b) İhtilâl âletlerinin tedarik edilmesi
lâzımdır. (Kansız ihtilâl olmaz. İhtilâlsiz hâkimiyet alınmaz.)
c) Dayanılacak görünen bir kuvvete sahib olmak
lâzımdır.
Rusya, Çin, İran
topraklarında yerleşmiş olan Türkler'de bir uyanmaklık alametini hamdolsun
göstermeğe başaldılar. Bunun çoğalıp yayılmasına şimdiden çalışma ve gayret göstermeliyiz.
Söz konusu kavimlerin kurtulması için dayanacakları kuvvet ve devlet Osmanlı
Devletinden başkası olamaz. Osmanlı devletinin bu vazifeyi yapabilmesi
yukarıdan beri saymaya çalıştığımız düşünce ve fikirleri Arap yarımadası
insanlarını kazanmakla olabilir.
Özetlersek; gerek
Osmanlı Devletinin siyasi hayatta var olabilmesi, gerekse İttihad-ı İslâm
fikrinin nazariyeden, tatbikata geçebilmesi için Arapları istifade edilecek
bir hâle getirelim. Yoksa istikbalimiz karanlıktır. Ey muhterem okuyucu;
feryadım ve istirhamım şudur ki, hissene düşen dini ve milli vazifeyi
ifaeyleki, kendini ve ahfadını yâni gelecek nesilleri ve de kardeşlerini
esaretden kurtarasın. Bu feryadı mühim-semezsen ahfadın se ni mahkûm ve târih-i
âlemde seni, bednam edecektir.
Binbaşı Mehmed Şefik
Muhterem okurlarım; bu
risale 1 .dünya harbinden önce yazılıp yayınlanmış olması gereken bir düşünce
mahsulüdür. Din ve vatan ve de millet kavramlarını pek güzel hallihamur etmiş,
adı geçen kumandanın ve o kumandanın böyle bir risaleyi fütursuzca yazıp
yayımlamasının önemi ayrıca hürri-yet-i fikr ve cesaret-i medeniyye açısından
da gıpta olunacak bir hususdur. Böylece kenarda köşede kalmış bir Osmanlıca
risaleyi lâtinize edip meraklısının bilgisine Osmanlı Târihi içinde sunmanın
bahtiyarlığı içindeyim.
Şu nakle çalıştığımız
iki beyanname bize hatırlatmaktadır-ki; şeriatı mutahharai islâmiyeden güzel
adetlerden olan ve arabların aynı zamanda ananatından olanlara dahi asla bir
bağılık ve saygı göstermeyen ittihatçı mütegallibenin bilinen davranışları
yüzünden Şerif Hüseyin kıyam ederek istiklâlini ilân etmiştir.
Yine harbin ilk
döneminde en mühim ve büyüklerinden olan dolaysıyla eyâlet-i mümtaze denilen
Mısır kıtasıyla, Anadolu ve Süveyş Kanalının kilidi sayılacak kadarmühim olan
Kıbrıs Adası dahi bu yol kesici şakilerin kurbanı olarak İngilizlerce ilhak
edildi. Akdenizdeki adalarımız, Trablusgarp ve Bingazinin yine bunların
döneminde eiimizden çıkışı kaaie alınırsa bu denizdeki hâkimiyetimiz değil,
varlığımız dahi nis-yana gömüldü. Ve İttihatçı haydut çetesinin dünya haritasındaki
yerlerimizin yok olmasına sebeb olan bu savaşa girişleri olmuştur, dendiğinde
bir cevap gelememesi icâb eder! Bu-
OSMANLI TARİHİ nurûada
bu belâları görmüş nesiller on yılda memleketi yok edenleri bir daha iktidar
mevkiine getirmemelidirler.Osmanlı devletinin savaşa girmesinin
müsebbiblerinden Prens Said Halim Paşa kabinesi, bu savaşın neticesini harb
ilânının hemen akabinde fark etmeye başladı. Uzun zaman süren münakaşa ve
karşılıklı itirazın sonunda Said Halim Paşa münferid olmak üzere sulh kapısını
araştırmaya teşebbüs etti. Fakat ittihatçıların o bilinen takımı buna da
yanaşmadılar. Kapıların değil açılmak, çalmamayacağının dahi ihsası üzerine
Prens sadrazam istifa etmek yoluna başvurdu. Fakat bu istifa pek geç ve güç
geldiğinden ülkeye bir fayda temin etmedi.
Prens hz.lerinin
aflanna mağruren; bu hususda birkaç söz beyan etmek isterim
Vazifelerinde hürriyet
içinde hareket edemeyeceklerini pek âla bildikleri halde, niçin sadareti kabul
buyurdular? Kendileri Mısır'ın en büyük prenslerinden Halim merhumun mahdumları
ve elan, Mısır'da mevcud prenslerin büyüklerinden oldukları halde neden bu aslı
ve nesilleri gayri malum ittihatçı haydutlarla mesai yapmaya tenezzül
buyurdular? Yoksa tabiyyet ve ubudiyyet-i kadimeleri; bağlısı oldukları
devlet-î âliye-i Osmaniyeye hizmet etmek mi istediler?
Bize kalırsa; hiç
şüphe yokki eskiden beri var olan bağlılıkları dolayısıyla Osmanlı devletine
hizmet arzusu bu ağır yükün altına girmelerine sebeb olmuştur. Mamafih Said Halim
Paşa, durum ve zamanı göz önünde bulundurmamış ol-maliki ittihatçılarla beraber
oldukça ve makamı sadarete onların desteği İle çıktıkça serbest hareket
edebileceği düşüncesine saplanmış olabilir ki esas yanlışı buradadır. Hatta
îttihatçılann elinde bir oyuncak olabileceğini dahi hesaplamamıştır.
İstidrat: "Yazar
merhum Mehmed Selatıaddin Bey, her ne-kadar savaşa girilme haberini ertesi
sabah alan sadrıazam, durumuna düşürülmüş olan Said Halim Paşa'ya saygılı
davranıyorsada, Enver Paşa ile bir mükalemesinde,bahse konu paşanın, Mısır'ın
İngilizlerin elinde olduğundan, dolayısıyla oradaki arazilerinizin endişesini
taşımaktasınız yollu iğneli İfadesiyle karşılaşmış olmasına rağmen görevinden
çekilme gayreti göstermişse de, çekilmeğe muvaffak olamadığını her halde
hatırlayama- mış biz, daha önce yapmış olduğumuz Meulânzâde Rıfat bey'in Türk
İnkılabının İç Yüzü adlı eserindeki sadeleştirmemizde metnin içinde bulmuştuk.
Bu esere, pek nâdir bir hitap olan Enver bey'in bu tür nezaketsiz ve mesnedsiz
beyanını ayıplıyor ve buraya dercetmeyide böylece lüzumlu gördük. M.H"
Evet; Prens Said Halim
Paşa bunlardan daha önceleri ayrılmış olsalar idi, değerli şahsiyetleri,
Osmanlı devletinin talihsizliğinin ifadesi olan bu karanlık sayfalarda yer
almayacaklar, kıymetli fikirleri daha bir saygı ile mütalaa olunacaktı.
İttihatçılar başta kaldıkları on sene içinde getirmiş oldukları sadnazamlara
verdikleri emirler dışında bir icraat yaptırmamışlar kendilerinden olmasına
rağmen göz açtırma-mışlardi. Neredeki onlarla olmayan Said Halim Paşa'ya bu
hususda icraat serbestisi vermiş olabilirlerdi? İşte bunları Said Halim Paşa
hz.İerinin sadrıazam olmadan görmesi icab ederdi. Said Halim Paşa, altes
unvanlı, bir hayli zengin ve son derece münevver bir zât iken, bu tulumbacı
takımının benzeri ittihatçılarla münasebetleri hiç bir mânâya sığmamaktadır.
Anlaşıldığına göre Said Halim Paşa münferid sulh yapma araması münasebetiyle,
Paşa ve de ittihatçılar arasındaki anlaşmazlık sadrıazamın çekilmiş
bulunmasından sonra makam-i sadaret tamamen cemiyetin eline kalmıştır. Said
Halim Paşa'nın münferid sulh yapma şansını arama gayretleri yüzünden, sadaret
ile kabine ve dolayısıyla ittihatçılar kumpanyasının arasında zuhur eden
ihtilaf diğer zevat tarafından duyulmuş bulunduğundan yine gelecek sadnazam
cemiyetin haricinde bir kişi olduğu takdirde,o sadnazamda ülkenin içinde
bulunduğu ahvali idrak ile, münferid sulhun arayıcısı olur ve böyle bir hâl
ise, İttihatçı güruhunun koruyucusu olan Almanya İmparatoru Wilhelm'in
üzülmesine sebeb teşkil edeceğinden, bu gücenikliğin vukuu bulmaması için
cemiyetin öz deyişi olan, Talat Bey sadareti bizzat uhdesine almaya karar
verdi.
Talat Bey; makamı
sadarete geldiğinde teşrifatta karışıktılar çıkmasını önlemek babından olmak
üzere Paşalık unvanı da padişah tarafından ihsan buyrularak artık Talat Paşa
olarak anılmaya hak kazandı. İttihatçı ekâbirlerin arasından kurduğu bir
kabineyle işe girişti. Bunların oluşu esnasında ben Mısır'da bulunuyordum. Bir
arkadaşla birlikte oturmaktaydık-ki, Talat Paşa'nın sadarete tâyin olduğunu
haber veren telgraf geldi. Yanı basımdaki arkadaşım pek açık bir şekilde ben
âcize hitaben aşağıdaki beyiti terennüm eyledi demekte "Bildiklerim"
adlı eserin yazarı, Sultan Hamid'in eski şifre kâtibi.
Beyit
"Sen yakışmaz
dersin amma kel başa şimşir tarak Sadrazam oldu Talat cilve-i takdire bak"
Ertesi günü yine o
arkadaşımla beraber olduğumuz sırada Talat Paşa kabinesini teşkil eden erkânın
isimlerinin yazılı olduğu telgrafı okuduğumuzda Enver Paşamnda Harbiye nâzın
olduğunu anladıktan sonra da yukarı ki beyt'in sonunu söyledi:
"Talat olmuş
sadrı azam alta almış Enveri İttihadın sayesinde mülkün alt üst her yeri"
Hakiykaten şu zâtın dediği gibi Talat Paşa kabinesi büyük bir sür'atle
memleketi alt üst etmiştir. Talat Paşa ve arkadaşları ülkenin büyük
siyasiyetçilerinden(!) ve Almanya'nın sadakatli bendegânindan olduklarından
göstermiş ve gösterecekleri hizmet bakımından daha önceki kabinelerin her
birinden üstündüler.
Talat Paşa kabinesine
ne nâm verilmek lâzım gelir? Çünkü kabinesine bilfiil katiller ve canileri
alarak icraata dahil eylemişti. Kendileri canilerin reislerinden
saydıklarından böyle kişilerle dolu kabineye hükümet kabinesi demeye insanın
dili varmıyor. Bunun için haydutlar çetesi başı sayılan Talat Paşa, muhtelit
canilerin birleşmesiyle teşekkül eden bir kabine kurmuş olduğundan
"Katiller ve Caniler kabine-i muhtelite-si" denilebilir. Bu kabine
savaşın ortalarında gelmiş ve az zamanda pek büyük işler(l) görmüştür. İdam
edilemeyen ve kurşuna dizilemeyen ne kadar vatanperver ile muhalifleri varsa,
hepsini temizlemiş akla ve fikre gelemeyecek derecede zulümler ve cinayetler
eylemişdir. İslâm ve gayri müslim bir çok mazlum seyyar bir aşiret hâline
konulmuş, Trabzon-dan, Kastamonu'dan, Sivas'dan çıkarılanlar Osmanlı ülkesinin
en uzak mahallerine Halep, Havran ve Kerkük çölleri gibi yerlere yaya olarak
sevk ve hicret ettirilmiş ve yollarda aç-lıkdan ve susuzlukdan yolculuğun
verdiği zahmetlerden dolayı yüzbinlerce kadın ve erkek ve çoluk çocuk terk-i
hayat etmiş ve bir takım mazlumda bu cani kabinenin emriyle yollarda kati ve
telef olunmuştur.
Rivayetlere bakılırsa
öldürülen ve itlaf edilenler arasında islâm büyüklerinden, zengin
hristiyanlardan ve vazifeli ruha-niyeden binlerce zatda böyle gaddarane
katlolunmuştur. Ahalisini ve tebasmı bu şekilde kati ve ifna eden bu hükümetin
cinayetler irtikâp etmesi selâmet-i memleket ve millet için olmayıp, çeşitli
unsurların arasına ektiği aykırılık tohumlarını ve muhalefeti arttırmak ve
şiddetlendirmek suretiylede milletin gelecekte ulaşacağı rahatını askıya
aldırıp, hicretden istifade ederek mazlum ve mağdurların nakit, eşya ve emlâkini
çete ferdleri İle fedai canilerine gasb ve yağma ettirip, cemiyetin kasasını
doldurmak ve farmason ve Siyonist cemaatlerinin emir ve fasid arzularını ve de
Almanya imparatoru Wilhelmin hâinane 'radelerini hakkıyla yerine getirmişlerdir.
Bu caniler bununla da kalmayıp ülkemizi bir hercümerc içinde bıraktıktan sonra
islâm âlemine de taarruz ve tecavüzde bulunmuşlardır.
Bir tarafdan Almanya
imparatorunun; fikirlerine soktuğu Turan ham hayali için cemiyet reislerinden,
hâtİblerinden ve fedailerinden yüzlercesini İran'a, Buhara'ya Afganistan'a,
Türkistana diğer islâmi beldelere göndermiş buralarda yerleşmiş islâmlar ile
hristiyanları biribinleri aleyhine düşürerek oralarda, isyanlar ve kıyamlar
çıkarmışlar ve Afrika topraklarındaki müslüman ahaliyi islamlık maskesi
altında kendilerini göstererek bunları da yakın civardaki hükümetler aleyhine
kıyam ettirmişlerdir. Talat Paşa'nın idaresinde bulunan İttihat ve terakki ve
farmason vesair cemiyet-i hafiye mensup ve ittihatçı hükümetin adamlarının
olması mümkün olmadığını pek iyi bildiklerine şüphe edilemeyen bu gibi
hayaller ile uğraşmaları ve devletin milyonlarca liralarını sarfettirmeleri
neden neşet ediyordu?
Yukarıda denildiği
gibi şu dönemde yapılması, siyaseten kabil olmayan Turan devletinin Almanya
İmparatoru Wil-helm'in ve ittihatçıların hatırı için meydana gelmesi mü m künmü
idi? Bunun gayri mümkün olduğunu bizden pekâla daha iyi bilen Talat Paşa
kabinesi ve ittihad ü terakki cemiyeti neden bu ham hayal ile biçâre milleti
iğfal etti? Biz de bu suallerin tetkıyk ve tahkiykini erbabı zekâ ve irfan ile
vaka-nüvislere havale eder ve İhsan Adlî beyefendinin Turan hakkında ittihada
karşı söyledikleri aşağıdaki dörtlüğü alıntılayarak iktifa eyleriz.
Kıta
"Bir milleti
vadi'i harabiye sürerken Altun dağa yükselmeli derdik sırr-ı vebalim! Dört yıl
vatanın hâkini kanlarla yoğurdun Turan ne ki? Havran ne ki ey seyf-i mezâlim!
Afrika çöllerinde ve
sahile hayli uzak mesafede bulunan meşayih-i kirâm-ı arabdan Şeyh Ahmed el
Sunûsî hz.lerini din ve imândan uzak olarak gönderdikleri herkesçe bilinen
avaneleriyle ittifaklarına davet ve islâm dünyasına hizmete çağırdılar. Hiç
şüphe yok ki Sunûsİ hz.leri, bu sahtekâr dinsiz ve hayasız eşkıyanın büründüğü
kisveye aldan mışlar ve müsiümanlann hâlifesi olan ve padişahı islâmiyan adına
hareket etmekten çe kinmeyen bu hezelenin iğfâlatına kapılmıştır.
Nasıl olur ki, Ahmed
el Sunûsî hz.leri, şeriat ve din ölçüleri dahilinde halifei müslimin olan
padişahımız efendimize kalben bağlı bulunduklarından, bu davet ve kıyama ret
cevabi verebilirlerdi. Ancak bulundukları durum bu şekilde bir ret yolunu
seçmeğe mâni olmuş olacağından islâm âlemi adına kıyama mecbur oldular.
Bilindiği gibi kıyama koyuldular ve başlatıldılar. Malum olan ittihatçı zevat
pekâla bilirlerdiki bu hareket ve kıyam, devlet ve memleketimiz için bir semere
ve fâide sağiamayıp, yalnız islâm ahali ve arabiardan binlerce insanın şehid
olmasını sebeb olacak bu da Almanya politikasına uygun olacaktı. Nitekim de
öyle oldu. Bunların iğfal ettiği Şeyh Sunûsİ hz.leri bağlılarından bulunan aşiretlerden
nice insanlar şehadet şerbetini içerlerken devlet ve millete yarayacak bir
sonuç ortaya çıkmadı. Bu kabine, Şeyh Sunûsİ yi geçmiş olanlardan çok daha
fazla aldatarak, Almanya İmparatoruna bir cemile olmak üzere şehzade Osman Fuad
Efendiyi yanında bir takım subay ve sivil şahıslarla beraber Mısır üzerinden
Şeyh Sunûsî hz.ferinin yanına göndermekten de geri durmadı. İtalyanlara karşı,
bu Şeyh Efendiyi harekete geçiren İttihatçılar,aynca Afrika'nın ortasında Sudan
topraklarının hemen bitişi ğinde bulunan bir buçuk, iki milyon nüfusa sahip
ve müstakil bir islam devleti olan Darfur Sultanlığında da, Şeyh Sunûsî
hz.lerine oynadıkları oyunu sergileyerek Darfur Sultanı Ali Dinarı' yi
kandırıp onu da İngilizlere karşı kıyam ettirdiler.
Darfur Sultanı Ali
Dinar; bu ittihatçı çetesinin iğfali sonunda İngilizlere karşı harekete geçti.
İngilizler Mısır üzerinden Dinar'ın üzerine sevkettikleri üstün kuvvetle onu
hem mağlup ettiler hem de Dinar, şehadet şerbetini içdi, ülkesi ise, İngilizlerin
eline geçdi. Afrika'nın ortasında sulh ve sükunet içinde yaşayan bu islâm
devleti yegane müslüman devletti, uymuş oldukları ittihatçı çetenin
tavsiyeleri, bunların dünya haritaâından silinmelerinin sebebi hakikisi oldu.
Biz bu çalışmayı
yaparken, mümkün mertebe o dönemi yaşayan insanların, hatırat ve eşe, dosta
nakledipde sonradan su yüzüne çıkmış ve ehl-i dilin tasdiklediği bilgilere
daha çok ehemmiyet verdik. Bu bakımdan; Lütfi Simâvî Bey, ki Osmanlı hâriciye
nezaretinde çeyrek asır vazife görüp, çeşitli makamlarda hizmet vermiş, uzun
yıllar Şehbenderlik etmiş bir kimse olarak, saray adabına avrupa ülkelerinin
aşinası olarak uygun bir mabeyn-ci olarak da eski hariciye nazırlarından ve
sadrıazamlardan Ahmed Tevfik Paşa tarafından yapılan vâki teklifi üzerine
Sultan Reşad'in başmabeyncisi olmuştur. Bu zâtın Osmanlıca Sultan Reşad'ın
Sarayında
Gördüklerim" adlı
hatırat türü eserinden bu vefatları ve bazı safahatı aktarmaya çalışalım.
Diyorki; Lütfi Simâvî: "Fıtraten zeki olan Sultan Mehmed Reşad han
mükemmel bir tahsil görmemişti. Arapçayı bir hayli okumuş ve Mevlevi târikinde
yol almakta olduğundan Fars'çaya pek önem vermişti. Bu esnada çok güzel bir
şekilde konuştuğu da görülmüştür. Târih'lede meşgul olup, Osmanlı târihini ve bilhassa
ecdadının menkıbelerini iyi bilirdi, üç sene üç ay devam eden Başmabeynciliğim
esnasında padişahın şiirle meşgul olduğunu görmedim. Bu, Çanakkale'ye dâir
hünkârın yazdığı ileri sürülen manzumeyi her kim inşad etmişse bana göre padişaha
hizmet etmemiştir. Osmanlı padişahları vak'a yapar, vakanüvisler târihlerini
yazarlardı. İstanbul'a gelen ecnebi hükümdarların büyük askerlerinin ilk
ziyaret ettikleri Çanakkale, ki kahramanâne müdafası harbi umûmîde yegâne medarı
iftiharımızdır. Hünkârı oraya hiç götürmeden, Türk askerinin o mareke-i
azamette ibraz ettiği hamaset hakkında kendisine şiir isnat etmek doğru bir
hareket değildir." Böylece bir iddia ortaya atmış oluyor, başmabeynci
Lütfi Simâvî Bey biz de, bu iddia ile sayfamızda bir değerlendirme yerine
tarihçilere ve araştırmacılara bu mevzuyu haber veriyoruz.
Lütfi Simâvî Bey
Başmabeyncilik günlerini anlatırken,hatıratının 88.sahifesinde padişahın
fart-ı nezaketi yâni Sultan Reşad'ın yüksek nezaketi hakkında bir ifadedir bu.
Diyorki: ".Terbiye-i mücesseme itlakına seza olan Sultan Mehmed Hân'ın
fart-ı nezâketi vardı. O derecedeydi ki, vükelâ ve bazı zatlar ile
mükalemesinde, arz ederim, istirham ederim gibi hükümdar istimali yâni
kullanılması caiz olmayan tâbiratı kullanırdı buna dâir mingayri haddin haddim
olmayarak maruzatta bulunarak nezaket-i hümayunun suistinal eidlebil-mesi
ihtimalinden bahsettim. Birgün padişah bir zatın fik-
SÜLTAN 5. MEHMEU dan-ı
terbiyesinden terbiyesinin asığından şikâyet ettiğinden, ifadei şahanelerine
itirazen arz ediyordum bu hâle Efendimiz sebebiyet verdiniz bazı adamlarımızın
iltifat ve nezaketi şahanelerini takdir edemeyeceklerini defaatle ar-zetmiştim
dedim. (Bizim de burda aklımıza bir
vak'a geldi yeri gelmişken ilâve edelim. Efendim, Zülüflü İsmail Paşa Hazretleri,
Sultan Abdülmecid'in cariyelerinden doğmuş bir paşadır. Ancak hangi sebebe
istinadense Saray'dan dışarı çıkarılmış ve her halde iddet müddetine de riayet
olunmamış olmalı ki, câriye yeni izdivaç yaptığı zata hâmile olarak gitmiştir.
Bu anlaşılır anlaşılmaz, hanedan bu meseleyle meşgul olmuş fakat hanedan
mensubu olarak tesbit etmemiştir. Onun yetişmesi ile alakalı olarak bütün
yapılması gerekenler yerine getirilmiş. Paşalık makamına yükseltilmiştir. İşte
bu zât ile bir gün mükaleme esnasında Sultan Reşad, Zülüflü İsmail Paşa'ya
buyur ederken, "Birader şöyle otur!" demek nezaketini sergilemiştir.
Tabii asil bir zât olan paşa da bunu hiç bir zaman istismar etmemiş, Hanedan-ı
Osmaniya'nın en ufak bir leke şüphesinden mutazarrır olmaması için kaderine
rıza göstermiştir.. Bu vesileyle biz de bu vak'ayı kayda geçirmiş olduk.)
Bunları ifade ettikten sonra Lütfi Simâvî Bey'in ifadelerine avdet edelim:
"Sultan Reşad'in nezâketinin daha çocukluğunda bir mümeyyiz vasıf olduğu
çocukluğunda, pederleri Sultan Abdülmecid ile İzmir'e giderken padişahı rahatsız
etmemek için kendis çağırılıncaya kadar, sıcaktan fevkalâde muzdarip olduğu
kamarasından çıkmadığını hikâye buyurdu. Tenezzühlerden avdet ederken
evlerimize yaklaştığımız sırada başkâtip ile aciz'in arabasına dâima bir yaver
gönderip, ihtiyar-ı zahmet edip, saray'a kadar gitmekten ise doğruca
hanelerimize avdet etmekliğimizi emrederdi.. Biz de arz-ı teşekkürle maiyet-i
hümayununda gitmek şerefinden mahrum edilmemekliğimizi istirham ederdik.
Arkadaşlardan bazıları
halsiz ve rahatsız olduğu zaman bilvasıta defaatle hatır sormaya Önem verirdi.
Şüphesiz emri hümayunları üzerine mühadim-i şahane iki defa beray-ı iya det
için evime geldiler. Taam ederkende latif ve iltifat-ı mahsus olarak,
meyvesinden veyahut tatlısından acize göndermeyi unutmazdı. Hünkâr dâima
redingot giyer, birisini kabul edeceği zaman düğmelerini iliklerdi. Padişahı
hiç bir vakit ceketle göremedim.
Hâttâ; seyahatlerde de
redingot giydiğinden, biz de aynı elbiseyi tercih ederdik. Fikrimce burası
biraz mübalağalı ve hususuyla gayriamaliydi. Padişahlığı esnasında, şuy'u bulduğu
gibi işret etmezdi. Kendisine pek muhabbe-ti olan büyük biraderi 5. Mehmed
Murad'm veliahtlığı, zamanında nezdine gittik çe padişaha zorla konyak
içirdiğini hikâye ederdi." Sultan Reşad'ın çok kuvvetli hafızası olduğunu
da haber veriyor Lütfi Simâvî Bey: "Hatıratının 89.sahifesinde; Hünkâr
şeyhuhiyetine ve duçar olduğu mesane illetine rağmen birçok seyahatler yaptığı
gibi, Cuma namazını da muhtelif camilerde edâ ederdi. Saray'da kaldığı gün-ler
vakti müsaid oldukça kışlık bahçesine giderek her cinsini iyi bildiği ve pek
de sevdiği güvercinlerle eğlenirdi. İdama mahkum olanların tasdikini başka
kalemle yazardı. Padişahın hafıza kuvveti pek mükemmel idi. Mükaleme esansında
vu-kuat-ı mâziyeyi en küçük teferruatıyla nakl eylerdi. Bir gün mefruşat
idaresi depolarında ve paslar içinde bulunup temizlenen gayet güzel bir altun
kafesi takdim ettikten sonra biraz muayeneden edip bu kafesi ammi-i
mükerremleri Sultan Ab dülaziz zamanında, huzuru hümayuna kabul edilirken
içinde, iki nâdir kuş olduğu halde somaki odanın içinde süferanın ve bazı
ecnebilerin suret-i mahsusada kabul edildikleri daire koridorunda gördüğünü
beyan etti. Hazinei hassaca icra
ettiğimiz tahkikattan ifadat-ı şahanenin mahzı hakikat olduğu tebeyyün etti. Bu
kafes işi, indelzât kırkbeş senelik vak'a idi." Lütfi Simâvî Bey,
hatıratının 91. sahifesin de, padişahn çekindiği şeyler başlığıyla şunları
yazdığını görüyoruz. "Hünkâr özel dâiresine kalorifer yapılmasına muarız
idî. Gözlerine zarar vereceği korkusuyla bunu istememekteydi. Ayrıca elektrik
ışığından da çekinirdi gazeteleri ve kİtabları gözlüksüz okurdu. Odasında
yalnız olduğu zamanlarda yarı karanlık denecek derecede hafif bir ışıkla iktifa
ederdi. Güneşdende muzdarip oldığundan bahçede güneşli havalarda şemsiyeyi
başına tutardı." Lütfi Simâvî Bey, hatıratının 91. sahifesinde,
Trablusgarb'm zayiinden kim me'sûl, başlığıyla bir not düşmüş, buna bir göz
atalım: "Teveccüh ve itimad-ı
hümayun eseri olmak üzere maruzatımı dâima nazarı itibare alır ve suret-i
hususiyede kabul edeceği sefirlere ne yolda idare-i lisan edeceğini tenezzülen
sorardı. Birinci defa huzurlarına kabul ettikleri zevat ile hin-i mülakatta,
emirleri mucibince dâima hazır bulunurdum. Sadaret mazulları, beray-ı arzı
tebrik bayramın 2.günü (yâni bayram tebriki için) mabeyni hümayuna gelmeyi adet
etmişllerdİ. İtalya muharebesi esnasında bayramın 2.günü sabahleyin nezd-ı
şahaneye giderek o gün arz-i vücud edeceklerini tahmin etti-ğim H.Hilmi ve
Hakkı Paşa'lar hakında evamiri şahanelerini istifsar ettim. Huzur-u hümayunda
bulunan Veli-ahd Vahidedin Efendi Trablusgarbın zayiine sebebiyet veren Hakkı
Paşa'yı şevketmeab efendimizin tabiiki kabul buyur-muyacaklarını ifade etmesi
üzerine, ben de, cevaben Hakkı Paşa bigünah olup, zaafımızın başımıza bu
felâketi getirdiğini, fikri kasıranemce bu iki sadaret mazulunun aynı muamele
görmeleri iktiza edeceğini arzettim. Padişah; maruzatımı kemali sükunetle
istima buyurduktan sonra, paşalar gelince haber veriniz. İkisini beraber kabul
edeceğim deyip, bu acize hak verdi." Lütfi Simâvî Bey'in hatıratının 118.
Sa-hîfesinde: "Abdülhamid'i Sân-i'nin İrtihali" başlığıyla şunları
okuyoruz: "10/Şubat/1334 Hakan'ı mahlû, ecel-imevuduy-la vefat ettiğinden
makam-ı saltanat ve hilafeti ihraz etmiş bir hükümdar hakkında, ifâsı lâzım
gelen merasim-i ihtira-miye ile büyük pederi Sultan Mahmud Hân-i sâni'nin türbesine
defnolundu. Kendisi; tehalik ve tehdid ile yerini aldığı, devr-i inkılab adlı
eserinde hikaye ettiğim eserimde, biraderi Sultan Murad'ın cenazesine karşı
büyük hürmetsizlik göstermiş ve bu hareketi infial-i umumiye mûcib
olmuştur." Demektedir. Hemencede, Abdülhamid Hân'un arkasından da,
müstebitlikleri diye bir bölüm açmış böylece Simâvîlerin, Abdülhamid Hân'a
karşı büyük ve farklı bir bakışları ve bu bakışların menfi olduğunu bu
ifadelerden anlamak kabildir. Başmabeynci Lütfi Simâvî Bey Sultan 5.Mehmed
Reşad'ın İr-tihalini, hatıratının 132. sahifesinde şöyle naklediyor:
"1334/Temmuz/1918'de
beray-i tedavi gören Bavye-ra'da vâki Steklin kasabasında bulunuyordum,
letafetli havası, menba suları vede hamamları ile şöhret bulan bu güzel mahal,
Karlsbat ve Mahlabat kaplıcalarını pek andırır. İkamet ettiğim Viktorya
Otelinin direktörü 3/Temmuz günü orada neşrolunan bir gazeteyi vererek,
padişahınızın vefat ettiğine dair bir telgrafname var, manzurunuz oldumu dedi.
Bir cümleden ibaret olan telgrafnameyi kemâli teessürle okudum. Son ziyaretimde
zat-ı şahaneyi biraz yorgun buldumsa da, çehresinde katiyyen ağır hastalık
alameti yoktu. Harbi Umûmî gibi buhranlı bir zamanda hemen hergün bin çeşit
havadis yayıldığından bunu da o zümreye dâhil ettim. Ertesi sab^h Berlin
gazeteleri bu kara haberi te'yid ettiler. Hatta gazetelerde 4/Temmuzda icra
olunan cenaze merasiminde, Mehmed Sadis adı altında tahta kuud eden, yeni
padişah Vahideddin'inde isbat-ı vücud ettiğini bildiriyordu. Sultan 5.Mehmed
Reşad'ın vefatından te'sirat-ı samimiye-mi, halifenin insanlık kaidelerine
muvafık olan bu cenazede isbat-ı vücud edişi, bizlerin üzüntüsünü tâdil etti.
Bir padişahın; selefinin cenazesinde bulunmaması kadar, çirkin bir hâl
tasavvur edemem. Avrupa hükümdarları arasında pek nâdir olan bu hâl biz de
vukuat-ı âdiyedendir."
Görüyorsunuz sevgili
okurlarım; Lütfi Simâvî Bey, bu hu-susda ince ince Vahideddin'e hislerini belli
ederken, aslında Sultan Abdülhamid'e çatmadan edemiyor. Muhterem okurlarım;
Lütfi Simâvi Bey; hatıratının 135. sahifesinde, orduya ve donanmayı hümayuna
demek suretiyle bir beyanname yayınladığını bildiriyor, şöyleki: "Emir'ül
mü'minin olan hakan ve başkumandanımız, kardeşim Sultan Mehmed-i Hâmis'in
hepimizi ağlatan ziyaiyle, emir ve kumandanızı ele alıyorum. Senelerden beri
bin müşkülat içinde Osmanlı ve İslam târihine hanedanım için şanlı sahifelere
ilâve eden siz arslanlar yurdunun kahraman yavrularına memnuniyet-i şahanemi
beyan eder, ve bu uğurda Hakk'ın rahmetine kavuşarak, er meydanlarında can
vermiş olan şüheday-ı kemâl-i hürmetle anarım. Din ve vatanımızın selâmeti için
şimdiye dek pek kanlı bir suretde kahraman müttefiklerimizle omuz omuza devam
ettiğimiz muvaffakiyet dolu harb seneleri her halde azalmakdadır. Fakat; henüz
bitmemiştir. İşte bu güne kadar olduğu gibi Cenab-ı Hakkın, haklı dâvamızda
dâima bizimle beraber olacağında zerrece şüphe etmiyerek, aynı savlet-i
Haydârane ile düşmanla savaşmada devam ediniz. Her yerde kemâli şehametle
taşıdığınız sancağım size dâima zafer ve muvaffakiyet yolu göstersin, inayet-i
Bari ve imdadı ru-haniyet-i peygamberi siz kahraman askerlerimin muin ve zahiri
olsun.
Mehmed Vahiddedin Sultan
2.Abdülhamid Hân'da, Sultan 5. Mehmed Reşad'da bu cihan savaşının feci
badiresinin nihayetini görmeden dünyadan el ve eteklerini çektiler. Bu çok
ağır yükü, kendini bu makama hazırlamadığını, çünkü sıranın kendisine gelmeyeceğini
bir sohbetinde ifade eden en küçük kardeşleri Mehmed Vahideddin'e bırakmış
oldular. Sultan Reşad Eyüb Sul-tan'da Halic'in sahilindeki ebedi istiratgâhı
olan türbeye defnedildi. O semtin o yüce sahabi Halid bin Zeyd'in
ruhaniye-tiyle, huzurda oluşu merhum padişahın tercih etmesinde mutlaka
hissemenddir.
Osmanlı tahtına 5.
Mehmed unvanıyla oturan Sultan 5. Mehmed Reşad, 2/Kasim/1844' de eski Çırağan
sarayında Gülcemâl Hanımdan dünyaya gelmiştir. 4/temmuz/1918'de Kadir gecesinde
ikindi namazı vaktinde vefatı vukubulmuş-tur. 9 sene, 2 ay, 7 gün süren dönemi,
Osmanlı padişahlarının hiç bu kadar pasif olduğu görülmemiş olarak geçmişti.
Ömrünü beş izdivaçla
geçirmiştir. İlk kadınefendisi Gen-ce'de
1855'de doğmuş bulunan Kâmres başkadmefendidir. 1872'de Ortaköy'deki
sarayda izdivaç eylemişlerdir. Bu hanımın Sultan Reşad'dan sonra 2 sene, 9 ay,
27 gün yaşadığını biliyoruz. 30/Nisan/1921'de Kâmres hanımın vefatı
vuku-bulduğunda, istanbul'umuz düşman çizmeleri altında yaralı bir ceylân gibi
inlemekteydi. Kocasının Eyüb Sultan'daki türbesine defnolunmuştur. Bu
izdivacın meyveleri olarak, İki tâ-ne erkek evladları dünyaya gelmiştir.
Vefatında 65 yaşını, bir ay geçmişti.
Sultan Reşad'ın 2.
kadınefendisi ise, Kars şehrinde tevel-lüd eden Dürr-i Adn, yâni cennet incisi
mânasına gelen adıy]a bilinen hanımıdır. Padişahın kendisinden önce dâr-i bekaya
intikal eylemiştir. Vâlidebağı köşkünde 1909/Ekim/17'de vefat: vukubulmuştur.
Vefatında 49 yaşından 6 ay kalmıştı. İzdivacı esnasında 16 yaşındaydı. Şehzade
Necmeddin Efendinin annesidir. Fâtih'te Gülüştü kadınefendi türbesindedir.
Sultan Reşad'ın
3.kadınefendisi Adapazan'nda 15/Ekim/I869'da doğan Mihrengiz kadmefendi'dir.
12/Ara-Iık/1938'de 69 yaşında olduğu halde İskenderiyye'de hane-dan-ı
Osmaniyenin umumiyetle yerleştiği yer olan Attarin Camii caddesindeki mevkıye
yerleşti. Vefatında burada bulunan Ömer Paşa türbesine defnolundu. Öztuna Bey,
bu hanımı çocuksuz gösterirken, Çağatay CJluçay Bey, Hilmi Efendi adlı
şehzadenin annesi olarak gösterir.
Nazperver kadınefendi
padişahın 4.hanımefendidir. 1870'de istanbul'da dünya'ya gelmiş 1930'da vefat
etmiştir. Pek cemiyetkâr bir insan olup, 1.cihan harbinde İstihlâk-i milli
cemiyetini kurmuş olduğu gibi hastanelere büyük yardımlarda bulunmuştur ve
Türk tiyatrosuna hâmilik etmiştir. Doğduğu gün Ölen kızının adı Refia
sultanhanım idi. Hayatının son iki senesini İstanbul Vâniköy'de yaşadı.
Padişah 5. Mehmed
Reşad'ın son evliliği de Dilfirib kadınefendi ile olmuş 1890'da doğan hanımefendi,
1953'de 63 yaşında olduğu halde yaşadığı Erenköy'de kanser hastalığının
sonunda vefat etmiştir. Daha sonra 1925'de baytar olan bir subay ile izdivaç
yapdı ve bu evliliğinden bir oğlu olmuştur.
Sultan Reşad'ın kız
çocuklarına gelince Refi'a Sultanha-nım'dan başka kızı olmamış olduğu
görülüyor. Çağatay Uîu-çay bu kız'dan söz etmemekte, Öztuna Bey bu
hanimsul-tan'dan bahsetmekle beraber 1888'de doğduğu gün vefat etti
demektedir.
Sultan Reşad'ın erkek
çocukları ise, üç tane olup, 1873'Ortaköy Sarayında doğan Mehmed Ziyaeddin
Efendi, 1938'de Mısır'da İskenderiye'de Ebu Kır caddesindeki ikametgâhında
öldü. Hanedan'ın 1924'de yurd dışına çıkarılması üzerine ecnebi bir gemi ile
İs tanbul'a turist olarak gelmiş ancak vapurun güvertesinden doğduğu şehri seyredebil-miştir.
Her ne kadar transit turist olarak karaya çıkmışsada, zabıta derdest edip,
gemiye geriye götürmüştür. Ziyaüddin Efendi pek mükemmel bir kanun virtiözü
olduğunu Öztuna Bey kaydederken, Tanburi Cemil Bey'in plâklarına kanun
ic-rasiyla iştirak ettiğinide ilâve eder Öztuna Bey. Mehmed Ziyaeddin Efendi,
beş izdivaç yapmış ve hayli çocuk ve torunları olmuştur.
Sultan Reşad'ın 3.oğlu
tâbir-i diğerle enküçük oğlu ise, 2/Mart/1886'da Ortaköy sarayın da dünya'ya
gelen Ömer Hilmi Efendidir. 2/Kasım/1935'de İskenderiye'de vefat etmiş olup,
Ömer Tosun Paşa türbesine defnolunmuşsa da, buraları Cemâl Abdülnasır dönemi
içinde istimlak edilmiştir.
5.Mehmed Reşad Hân'ın
2. ve ortanca oğlu Mahmud Nec-meddin Efendidir. 23/Haziran/1878'de Kuruçeşme
Sarayında doğmuştur. Müzisyen olup, 35 yaşı içindeyken kalp rahatsızlığından
vefat eyledi. Çocuğu olmamıştır.
Sultan Reşad, Osmanlı
tahtına kuud ettiğinde sadaret makamında Ahmed Tevfik Paşa bulunuyordu. Bu
sadaret Tevfik Paşa'nın ilk sadaretiydi. Bundan sonra daha üç defa sadarete
geldi ve pek hazindir, sonuncusu, Osmanlı'nın son sadareti olmuş ve devlet-i
âli ye târihin anılan arasına intikal etmiştir. Tevfik Paşa Hüseyin Hilmi
Paşa'ya devretti 5/ 5/1909'da.
Bu vazifede Hüseyin
Hilmi Paşa 8 ay, 8 gün kalabilmiş 12/Ocak/I910'da yerini İbrahim Hakkı Paşa'ya
devrederken, 1 sene, 8 ay, 19 gün grevde kaldı. Bu arada da, Trab-lusgarp
elden çıktı. 30/Eylül/191 l'de Küçük Mehmed Said Paşa sadarete getirildi ve bu
görevi 31/Ocak/191 l'e kadar 3 ay, 1 gün sürdürebüdi. Ancak aynı sadrıazam
mührü 6 ay, 22 gün daha nezdinde tutarak, böylece son sadareti,
22/tem-muz/1912'ye kadar sürerek dokuz defa gelmiş olduğu sadrı-azamlığını
noktalamış oldu. Said Paşa'dan sonra
Büyük Kabine denen hükümet Gazi Ahmed Muhtar Paşa riyasetinde teşekkül
etti. Paşa dört tane eski sadrıazamin bulunduğu kabineyle ancak 3 ay, 8 gün sürdürebüdi bu hükümeti.
29/Ekim/1912'de makam-ı sadaret Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'ya tevcih olundu ve
bu sadaretin, 2 ay, 25 gün sonra müthiş bir baskınla tamamlandığında
23/Ocak/1913 Kâmil Paşa'nın son ve 4.sadaretini tamamlamış oluyordu ve sadaret
Harbiye eski nâzın Mahmud Şevket Paşa'ya tevcih olunmuştu. 4 ay, 19 gün sonra
bir suikasd sonucu Mahmud Şevket Paşa pek cüretkârane şekilde katledildi.
Sadaretde, 1 l/Haziran/1913'de Prens Mehmed Said Halim Paşa'ya tevcih olundu.
Said Halim Paşa bu makamda 3 sene, 7 ay, 23 gün sonra sadareti bıraktığında
Osmanlı devleti işin sonuna yaklaşıyordu.
Mehmed Talat Paşa
4/2/1917'de göreve geldi. 14/Ekim/1918'e kadar sadareti muhafaza etti. Ancak
padişah 4/Temmuz/1918'de vefat ettiğinden Sultan Reşad'ın son, Sultan
Vahideddin ilk sadnazamı olmuştu. Böylece 9 sene, 2 ay, 9, gün süren dönemi
dokuz kişi ile geçirmiştir. Şeyhülislâmlarının sıralamasına gelince o hususda
şöyle bir cetvel çıkmakta: Sultan Mehmed Reşad Hz.leri, Osmanlı tahtına
oturduğunda makam-ı meşihatde Osmanlı'nın 160.şeyhülisiânm olarak, Dağıstanlı
Mehmed Ziyaeddin görev başındaydı. Bu zât Sultan Abdülhamid hakkındaki
doğruluğu vâki olmayan fetvayı vermiş olduğunu da belirtmeden geçemiyoruz. Bu
şeyhülislâm fetvasından dokuz gün sonra makamdan iskat olunmuştur ve yerine, 8
ay, 8 gün kalacağı meşihate, Pirizâde Mehmed Sâhib Efendi getirildiğinde
5/5/1909'ken, ayrılışı, 12/Ocak/1910'da vukubulmuştu. Ondan boşalan makama
Çelebizâde Hüsni Efendi vazifede 6 ay, 1 gün kalmış ayrılışında takvim
12/7/1910'u göstermekteydi. Musa Kâzım Efendi bu göreve geldi ve 1 sene, 5 ay,
20 gün kaldı onun yerine 31/12/191 l'de Abdurrahman Nesib Efendi getirildi. 6
ay, 22 gün sonra; 22/7/1912'de, Mehmed Cemaled-din Efendi getirildi. 6 ay, 3
gün sürdü m eşi ha ti. 24/1/1913'de 166.şeyhülislâm Mehmed Esad Efendi şeyhülislâm
oldu. 16/Mart/1914' de 1 sene, 1 ay, 23 gün süren görevden sonra yerine Ürgüblü
Mustafa Hayri Efendi makama geldi ve 2 sene, 1 ay, 23 gün sürünce
8/Mayıs/1916'da ayrılıp, yerine Tortumlu Musa Kâzım Efendi ile devam edildi.
14/Ekim/1918'de ayrılırken, 2 sene, 5 ay, 7 gün süren bir hizmet verdi. İşte
merhum padişah Sultan Reşad, bu meşihat esnasında hayatının sonu gelmiş böylece
de, son Şeyhülislâmı Musa Kâzım Efendi olmuştur. Neticeten söyleyebilirizki
Sultan Reşad on yıla yakın döneminde sekiz zat ile bu meşi-hati yürütmüş oldu.
Bu padişahımızın dönemini
anlatmaya çalıştığımız satırları, dünya durdukça anılacak olan, Çanakkale
kahramanlarına, şehidlerine ve gazilerine büyük islâm milletine hediye etmiş
oldukları zafere minnetlerimizi bildirmek suretiyle tamamlamayı vazife bildik.