Cengiz Temuçin
Dünyanın en büyük cihangirlerinden ve en zalim kan dökücülerinden olup,
Moğolların kabilesine mensuptur. Asıl ismi Temuçjn'dir. Çıkışı İslâm alemi için
büyük bir felaket olan bu muzır şahıs, 549 Hicri/1155 Miladi senesinde
Moğolistan'da doğdu. İlk önce küçük bir kabilenin reisiyken diğer kabilelerin
bazısıyla anlaşarak, diğerlerine karşı harp ederek, Çin'deki dağınıklığın
yardımıyla, daha bir takım yerleri eline geçirip hükümetinin tesir ve
topraklarını genişletti. H.599/M.1203 tarihinde bütün Moğolistan ve Tataristan
hanları tarafından "Hakan" unvanı verilerek tanındı. Karakurum'da
tahta çıkmıştır.
Böylece bütün
Moğolistan'ın tanıdığı ve kabul ettiği Hakan olarak bu köylü kavimlerden
kalabalık bir asker topluluğu, daha doğrusu, yağmacılar birliği kurarak,
cihangirliğe başlamıştır. Önce bugün Doğu Türkistan ismiyle bilinen Hat'ayı,
sonra Çin'in kuzey taraflarını ve Pekin şehrini daha sonra da, Korya
memleketini zapt etmiştir. Böylece kuvvet ve sağlamlığı bir kat daha
artırdıktan sonra H.616/M.1220 senesinde Muhammed Harzemşah'a harb ilan ederek
Maveraünnehr. Harzem, Horasan, Karıdahar ve Melitan taraflarını yakıp yıkarak
halkı katledip, Buhara, Semerkand, Belh, Herat gibi büyük kültür merkezi olan
şehirleri yer ile yeksan ettiği gibi, İslam medeniyetinin eserlerinden olan,
nice mükemmel yerleri bir daha güzelieştiremeyecek hale getirdi. Kuzeybatıya
doğru fetihlere çıkarak, Kıpçak ve Kafkas beldelerini, Rusya'nın güney kısmını
zapt ve askerinin bir kısmı ile Rûm; yani Anadolu'ya daiarak ülkesini Çin
denizinden, Karadeniz'e kadar genişletti. Hicri 621/M.1224 senesinde Karakurum'a
ricat edip, H.624/M.1227 tarihinde ölmüştür. En lezzet aldığı şey günahsız
kimselerin, çocuk ve kadınların kanını dökmekti. Askerleri sırf eğlence olsun
diye insan kanı dökerlerdi. (Şemseddİn Sami)
Selçukîler Asıl, safi
ve halis Türk olarak tarih sahasında karşımıza Selçukîler çıkar. Adı geçen
kavim, Türkistan ikliminde aşiretken ilk tanınan reisi Bekak adlı bir adamdı.
O zaman Bekak ve aşireti yıldıza ve ateşe taparlardı. Selçuk, oğlunun adıdır.
Asya kavimleri arasında meydana gelen bir savaş üzerine, Selçuk Bey'in rahatı
bozularak ikibin aile ile beraber İran taraflarına hicret ve H.349/M.951
senesinde İslâm'ı kabul eylemiştir. Bu zat yüz sene kadar yaşamış ve Arslan,
Mikail, Musa isimli üç oğlu vardı. Bu üç oğul uzun bir zaman içinde İran
taraflarını. Buhara civarını feth eylemişlerdir. Fakat asıl Selçukiye
Devletini kuran Mikail oğlu Tuğrul Bey'dir.
Tuğrul Bey, Kirman ve
İran'dan başka Kafkasya ve Anadolu'nun bir kısmını da zapt etmiş. Trabzon
taraflarında Doğu Roma (Bizans) imparatorluğunun büyük bir ordusunu tepelemiştir.
Vefat ettikten sonra, kurduğu o koca devlet bir takım parçalanmalara maruz
kalmıştır. Meşhur olanları İran, Rum ve Kirman Selçukîleridir. Ertuğrul Gazi'ye
Domaniç ve Ermani yaylaklarıyla Söğüd Kışlağını veren Alaeddin Keykubat Rum
Devlet-i Selçukîyesinin onbeşinci hükümdarı olan kişidir.
Rûm Selçukîlerinin
başşehri Konya şehriydi. Kılıç arslan isimli hükümdar Anadolu'nun büyük bir
kısmını zapt etmiş ve Sultan Rumî lakabı ona verilmişti. İslâm ahalisini
Kudus-ü şerifdan çıkarmak bahanesi ile Avrupa Hristiyanlarının teşkil ettikleri
Ehli salip ordularını perişan etmiştir. Oğlu Mesud ile onun oğlu 2.Kılıç Arslan
dahi ehli salip iie bir hayli uğraşmıştır. İşte bu devleti zedeleyen
mücadeleden biri de bu yönüyle civardaki Rum Tekfurlarla, Selçukiye hesabına
savaş ederdi. Hatta Eskişehir'i aldı.
Ertuğrul Gazi,
H.680/M.1282 senesinde olarak, doksan yaşını aşmış olarak, Söğüd'de vefat
etmiştir. Osman, Gündüz ve Saruyatı adlarındaki üç evlâdı geriye kalmıştır. Akçakoca.
TurgutAlp, Saltuk Alp, Samsa Çavuş, Abdurrahman Gazi. Karamürsel isimli
serdengeçmiş kıymetli kumandanları vardı.
Rûmi Selçukiyelerinden
gelen onbeş hükümdar:
Süleyman bin Kutalmış
Davud Kılıç Arsian
Mesud Şah Kılıç Arslan
İzzeddin Kılıç Arslan-ı (sâni) 2. Gıyaseddin Keyhüsrev Rükneddin Süleyman-i
(sâni) 2. İzzeddin Kılıç Arslan (sâlis) 3. İzzeddin Keykavus Aiaaddin Keykubat
Gıyaseddin Keyhüsrev (sâni) 2. Rükneddin Sülemani (sâlis) 3. Gıyaseddin
Keyhüsrev (sâlis) 3. Gıyaseddin Mesud (sâni) 2. Aiaaddin Keykubad (sâni) 2.
Tuğ-Alem-Hilâl
Tuğ-eski zamanlardan beri şark memleketlerinde yâni doğu ülkelerinde,
Türkistan da Türk devletleriyle, Hind ve Çin hükümetlerinde büyük bir sancak
üzerine, boyalı at kuyruğu kıllarından dağınık saça benzeyen bir alamet,
sembol konularak, askerin önünde götürülür.
Buna Halis denirdi.
Daha sonraları bunun şekli değiştirilip, bir sırığın ucuna takılıp, dağınık bir
şekilde aşağıya sarkan ve kırmızıya boyanan at kıllarının üstüne beyaz ve siyah
kılların örülmesinden meydana gelen bir kaç büküm saç bırakıldıktan sonra
bunun üst tarafında yaldızmı top şeklinde bir yuvarlağa konmuştur. Bu halislere
daha sonra tuğ adı verilmiştir. Sultan Selçuk-i Alaaddin-i sânı tarafından,
Osman Oazi'ye gönderilen tuğ da bunun bir berzeriydi. Bu tuğlar daha sonra
devletimizde büyük rütbeler almış kimselere alamet-i farika olmak üzere
verilmiştir. Mirlivalara veya sancak beylerine bir, mirmiranlara ve
beylerbeylerine iki, vezirlere üç, sadrazama beş tane verilir ve savaş
zamanlarında padişahın huzurunda yedi tuğ bulunurdu.
Sancak; Sultan
Alaaddin-i sâni tarafından gönderilen sancak beyazdı. İlk zamanlarımızda
padişahların önlerinde beyaz bayrak çekili olurdu. Sonra yeşil, yeşil bir
zemin üzerinde beyaz klabdan ile işlenmiş üç hilalli veyahut kırmızı bir zemin
ortasında ve yeşile boyanmış bir şekil beyazsn içinde sarı sırma ile
birbirisinin gerisinde yine üç hilâl bulunan iki çeşit sancak kullanılmıştır.
1. Murad'ın sancağı yeşile, Mehmed Çelebi'nin ise kırmızıya çevirdiği rivayeti
vardır.
Hilâl-Bir rivayete
göre Selçuklu devleti bayraklarının sırıkları ucunda hilâl şeklinde bir âlem
bulunurdu. Hatta Selçuklu Sultanı'nın gönderdiği sancakta da üst tarafında bir
hilâl şeklinde parça varmış. Bu sancak Osmanlılarca istiklâl alameti olarak
kabul olunduğundan kendilerine mal etmişlerdir. Şimdiki bayrakıarımızdaki
hilalin ortasındaki yıldıza gelince eski değildir. Sultan Abdülmecid zamanında,
Tanzimat-ı Hayriye'den sonra kabul edilmiştir. Osman Gazi önceleri hilaii
kendi otağının üzerine çektirtmiştİ.
Osman Gâzi'nin
İzdivacı Adana ahalisinden ilim ve zühd ile meşhur olan Şeyh Edebali isimli bir
zat-ı şerif bulunuyordu ki, o sıralarda Eskişehir yakınlarında itburnu köyünde
oturmaktaydı. Osman Gazi bu şeyh efendinin sohbetinden çok büyük lezzet almış
olduğundan kendilerini sık sık ziyarette bulunurdu. Şeyh hazretlerinin Mal
Hatun isimli bir kızı vardı.
Bu hususta
"Mufassal" adı ile nam salmış tarih diyorki: "Osman Gazi, bir
kaç kere görmüş olduğundan sevdi, peygamberin kavli üzere zevceliğe istedi.
Hz. Edebali; Ertuğrul-zâde Osman Bey gibi bir emiroğlu emiri, kendisi gibi bir
dervişin dengi olamayacağını göz önüne alarak red etti. Hz. Osman Gazi bu
vaziyete çok üzülüp, derdini Eskişehir Bey'ine açtı. Ancak bey, bu itiraftan
çok memnun olarak Mal Hatun'a aşık olmasın mı? Hatta o da, Edebali'yi ziyaret
edip kızı istedi. Ne var ki o da, red cevabı ile karşılaştı. Şeyh efendi, red
cevabı verdikten sonra İtburnu denen yerden ayrılmayı, Bey'in ahlakına güvenemediğinden
dolayı fiiliyata koydu. Ertuğrul Gazinin emirliği yakınlarına nakl-i mekân
eyledi. Hakikaten Eskişehir Bey'i hışmından şirretliğinden korkulacak kötü
yaradılışlı bir kimseydi. Almış olduğu red cevabını hazmedemediği gibi Şeyhin,
Ertuğrul Gazinin memleketine göç etmesini kızını, Osman Gaziye verme eğilimi
şeklinde tefsir edip, intikam alma sevdasına düştü. Bir gün Osman Gâzî,
dostlarıyla İnönü hakiminin evinde misafir idi. Kardeşi Gündüz Alp, yanında
bulunuyordu.
Eskişehir Beyi, İnönü
hakimini azarlayarak sıkıştırıp fırat-tan İstifade için civardaki Rum
tekfurlarından Harmankaya hakimi Köse Mihal ve bir miktar askerle silahlanmış
olarak eve gelmiş Osman Gaziyi kendisine teslim etmesini isteyip, tazyik edip
duruyordu. Hane sahibi ise, ölürümde Osman Bey'i vermem rakibine teslim etmem,
dedi. Osman Gâzî dışarıdaki gürültünün sebebini anlayınca, hemen kılınanı çekerek
fırladı. Heriflerle öyle bir çarpışış çarpıştı ki, hepsini kaçırdı. Çaresiz
kalan Köse Mihal kaçamadı. Osman Gazinin eline düştü.
Fakat bu savaşta onun
gösterdiği aslanlığa hayran oldu. O dakikadan itibaren Osman Gâzİ Hz.lerine
büyük bir muhabbetle bağlandı. Olay her yanda duyuldu. Fakat Mal Hatun'u ancak
Osman Gâzi'nin bir rüyası alabildi. Rüya şudur: Osman Gazi; Edebaii'nin evinde
imiş, Ay, göz ile görülebilecek bir süratle büyüdükçe büyüyerek, şeyhin
kucağından çıkıp, bedir halini aldıktan sonra, Osman Gazinin ağuşuna inmiş.
Sonra gazinin göbeğinden ulu bir ağaç çıkarak dal budak salıvermiş. Yerleri,
denizleri kaplamış, Kafkas, Toros, Atlas.
Hosma dağlan hep bu
ağacın altında himaye olundukları gibi Dicle, Fırat, Mil ve Tuna nehirleri bile
onun sayesi lutfu ile akıyormuş. Yemyeşil ovalar ve tarlalar, büyük ağaçlarla
kaplı ormanlar arasında akan çaylar, uzaktan uzağa şehirler, kasabalar, parlak
kubbeler, kaleler, dikili taşlar ve saireleri üzerinde hilaller görünüyormuş.
Bu sırada şiddetli bir rüzgar çıkmış, dökülen yapraklar etraftaki memleketlerin
her yerine gitmiş. Sonra kara ve deniz arasında altın bir halkaya ve iki san
yakut ile iki de zümrüd arasına konulmuş bir elmas parçası gibi parlak,
Kostantiniye (İstanbul)'ye doğru gitmiş. Ce-nâb-ı Osman, bu yüzüü parmağına
sokarken uyanmış.
Osman Gazi, bu rüyayı,
Şeyhin müridlerinden Derviş Tur-gud'a anlatmış. O da Şeyhe naklederek, münasib
bir sebebie Mal Hatun'a nail olmuştur. Esasında izdivaç olayı Ertuğrul Gazi
zamanındadır. Bu izdivaçdan şehzade Alaaddin Paşa ile 2. Osmanlı padişahı Orhan
Gazi doğmuştur. (A. Rasimden)
Bilecik vakası Mihal
Bey'in Osman Gaziye göstermiş olduğu yakınlık, civardaki rum tekfurlarının
hased ve kıskançlığını mucib oldu. Osman Gâzi'yi Mihaİ Bey'in sevgisinden
ayıramayacakiarını görünce hiyanet için teşvike başladılar. Mihal Bey ise,
tamamen akisne onları Osmanlılarla iyi geçinip, karşılıklı sadakata davet
ediyordu. Bu arada Bilecik tekfuru, Yarhisar Tekfuru'nun kızıyla
evleneceğinden Tekfurlar, mihal Bey'e: -Eğer, Osman Bey'i bu düğüne davet
edersen, ziyafet esnasında hep birden hücum edip, işini bitiririz. Dediler.
Mihal Bey'i bu teklifi
kabul etmiş zannederek onlar rahatlarken durumu, Osman Gazi'ye Mihal Bey
gizlice ulaştırmıştı.
Bilecik Tekfurundan
gelen davet üzerine düğüne gidildi. Hâttâ düğün hediyesi olarak bir sürü
koyunda yolladı. Yaylaya çıkacağını söyleyerek her zamanki gibi kıymetli
eşyalarını kadınlar vasıtasıyla bir gün evvel kaleye muhafaza için bıraktırmak
niyetinde olduğunu bildirdi. Tekfur ise, sadece Osman Gâzi'yi öldürmekle
kalmayıp malına da konma sevinci içindeydi.
Osman Gazi, en
kıymetli eşya olarak yeterli sayıdaki silahı beygirlere yükledi. Kırk kadar
kahramanı kadın kıyafetinde verdiği talimata uygun hareket etmelrini isteyerek
gönderdi. Kendisi de, düğünün yapılacağı yer olan Çakırpmar'a (yolda en
kuvvetli birliğini pusuya bırakarak) az bir adam ile gitti. Gece olup düğün
yerinde zevk ve safaya dalındığı sırada, Bilecik kalesinde bulunan kadın
kıyafetindekifer silahlan çıkardılar. Kaledekileri kesdiier. Bu vaziyeti
gizlice Osman Gâzi'ye bildirdiler. Osman Gazi görünürde hiç renk vermiyordu.
Düşmanların kendi hakkında yapacakları muameleyi bekliyordu. Tam düşmanların
hücum etme zamanı geldiğine kani oldukları sırada adamlarına işareti çakan
Osman Gazi korkup kaçıyorlarmış gibi bir durum takındı. Düğün halkı bunları
yaka-lamak için peşlerine düştüler.
Evvelce hazırlamış
oldukları pusu yerini kendileri geçince geri döndüler. Düşman şimdi iki ateş
arasında kalmıştı. Pu-sudakiler bir taraftan, planlı kaçanlar öbür taraftan bir
güze! tepelediler. Hatta düğünün damadı bile, bu hengâmede hayatını kaybetti.
Gelin kız Osmanlıların eline geçti ve Niîüfer Hatun adını aldı. Bu temiz
hanımefendi Osman Gâzi'nin oğlu Orhan Gâzi'ye hanım oldu. Orhan Gazi bu sırada
oniki yaşında olmasına rağmen büyük başarılar sergiledi. Şehzade Orhan ile
Nilüfer Hatun'un evliliğinden şehzade Süleyman ile Murad sonradan padişah oian,
I. Murad dünya'ya gelmiştir. Hazreti Nilüfer, Bursa üzerinden geçen suyun
üzerine bir köprü yaptırdığından köprüye, Nilüfer köprüsü, daha sonraları ise
bu suya Nilüfer çayı adı verilmiştir.
Osman GazPnin oğlu
Orhan'a Verdiği Nasihat Akıbet gelir buduj herkese/Bad fena pır civane olsa
Azm-i beka eyler-sem ben bu dem/Devlet ve ikbal ile ol muhterem
Çünkü senin gibi selef
koymuşum/Rihiet edersem bu cihandan ne gam Lik vasiyet ederim küş kıl/Gayr-ı
nigme-i dünya'yı feramuş kıl Dilerim ey sahib-i ikbal ve câh/İtmeyesin
cabanib-i zaiirne nigâh Adi ile bu âlemi abad kil/Resm-î cihad ile beni şad kıl
Rah-ı cihad içre edüb
ictihad/Melleket-i rum'da kıl adi-i vidad Eyle riayet ulemaya temam/Taki böyle
emr-i şeriat nizam Her nerede işidirsen ehi-i ilim/Göster ana rağbet ve ikbal ü
hiiirn Asakir ve maî ile gurur eyleme/Şer'i şerif ehlini dür eyleme Şer'a dürür
maye-i şahî ve bes/Şer'e muhalif işe itme heves Matlubumuz din-i hüda'dir
bizim/Mesleğimiz rah-ı hüda'dir bizim Yoksa kuru mihnet-i gavga değil Şah-ı
cihan olmaği dava değil Nusrat din ordu çü maksad bana/Maksadıma kasid yaraşur
sana Aleme enamım âlem ede gör/Memleket emrini temam ede gör Şah ki ihsan ile
biganedir/Saltanat ismi ana efsanedir Hıfz-ı reayaya çalış rûzu şeb/Ta ki
kariyn ola sana İûtf-u rab (Tac üt Tevarih)
Osman Gâzi'nin Hususi
Hâli Hazreti padişah melek haslet bir kimse olup son derece kanaatkar cömert
bir zattı. Gerek kendi malından gerekse savaşlar neticesinde eline gecen
mallan, serveti infak etmek, dağıtmak en tabii davranışı idi. Her Allah'ın günü
ikindi vakti geldiğinde Selçuklu devletinin kendisine hediye etmiş bulunduğu
mehterhaneyi çaldırıp, ahaliyi topladıktan sonra, sofraları kırdurur bizzat
kendi yemek esnasında hizmet ederdi. Tarihçilerin nakline göre bir giydiği
hiiatı ikinci defa giymeyip birine hediye edermiş. Ancak bu durum zenginlikten
olmayıp, cömertliğin icabatından ileri geliyormuş. Herhalde bu sebebe istinaden
vefatından sonra terekesinden altın ve mücevher adına hiç bir şey çıkmadiği
gibi elbise olarakta bir kaç kat geriye kalmış. Yine tarihçilerin bize
ulaştırdıklarına göre, kendisinden üç sürü koyun miras kalmış olup, Mihalliçık
yakınlarındaki çiftliklerde bulunan koyunlar bu üç sürü koyunun neslinden
olarak zamanımıza kadar devam temiştir.
Bunlardan başka süsten
mahrum sade bir kılıç, bir kaç atı vardı. Osmangazi nin kıyafeti ise , başına
kırmızı çukudan yapılmış horasanı denilen bir başlık ile üzerine perişanca diye
tabir edilen şekilde sardıkları sarıktan, uzun ve geniş uzun ve geniş yenli
hilaftandı. Birde kırmızı çuka yakalı feraceleri varmış. Vefatlarından öncede
Gümüşlü kümbet denilen manastın türbeye çevirterek oraya defnolunmasını
vasiyet buyurduklarından, kendisinin imamı olan Dursun Faki ile Orhan
Gâzi'nin imamı olan Osman Yahşi, ve diğer ileri gelenler, naşı yıkayarak,
kefenleyip, Bursa'ya getirdiler. Selçuklu Sultanlarının gönderdiği davul ile
teşbih yakın zamana kadar türbede bulunurken yandığı ve Kılıç ile Aksancak'in
ise hazi-ne-i hümayunda olduğu rivayeti vardır. (Mufassal) (A. Ra-sim)
Yeniçeri Teşkilatı
Evvelce bin kişiden olmak, savaş esnasında kendilerine günde bir akça verilmek
üzere kurulan yaya askerinin, ahali üzerinde yapmış olduğu cevr ve eziyet
görüldü. Halbuki, hükümetin idare edeceği alan büyümüş, artık muntazam bir
orduya ihtiyaç vardı. Bu vaziyet karşısında da Çandarli Kara Halil, düzenli ve
devamlı olarak kışlada yaşayan bir sınıf-ı askeriyi kurmayı düşündü.
Osmanlı uyruğuna giren
Rumların hukuk ve vazife bakımı hasebiyle Müslümanlardan hiç farkları
olmayacağından askerlik hizmeti bunların üzerine dahi düşebileceğinin tamimi
lazım geleceği gözönüne alındı. Bu düşünce üzerine senede bir defa Rumlardan
bin tane delikanlı askere alma kanunu çıkarıldı. Bu kanunun adına devşirme
kanunu denildi.
İlk devşirmelerden
olan bin nefer Rum delikanlısından Yeniçeri sınıfı kuruldu. Her birine eski
Yaya askeri gibi günde bir dirhem maaş ödenmesi, fakat bunların devamlı olarak
kışlalarında oturmaları, gösterecekleri başarılara göre, mesleklerinde
ilerlemeleri, ancak evlenmeyerek, sakat veyahut ihtiyar oluncaya kadar asker
olarak kalmaları kabul edildi.
"Rivayeti göre
Orhan Gazi, yeniçeri sınıfını kurduktan sonra bunlardan bir kaç tanesini
yanına alarak, d sıralarda Amasya taraflarında zühd ve takva sahibi meşhur Hacı
Bektaşî Veli'nin Suluca Karahöyük denen bölgedeki ikametgahına giderek, bütün
askerleri için bu muhterem zattan dua talep eylemişti. Şeyh Hz.leri de elinin
birini bu askerlerden birinin başına koyarak:
-Bunların ismi
Yeniçeri olsun, Cenab-ı Hakk' yüzlerini ak, bazulannı kuvvetli, kıiınçtannı
keskin, oklarını öldürücü, kendilerini daima galib buyursun. Diye dua
etmiştir.
Yeniçeriler, bu aziz
ve kıymettar kimseyi kendilerinin koruyucusu saymışlar ve bu sebeble adını
aldıkları gibi ağalarına "Ağayı Bektaşiyan" demişlerdir. Yeniçeri
külahları yaya askerlerinin külahları gibiyken, Hz. Bektaşi Velî elini başına
koymuş olduğu askerin tepesinde cübbesinin kolu arkaya sarktığı için, bu
vaziyte hürmeten ve işaret olmak üzere külahların arkalarına dikdörtgen
şeklinde, eski tabirle müstatil olarak bir parça keçe külah ilave olunmuştur.
Silahlar Osmanlı
devletinin kuruluşu esnasında Avrupa'da tüfenk, tabanca gibi ateşli silahlar
yeni icad edilmişti. Şark taraflarında kullanılması bilinmediği gibi, Batılılar
da çok nadiren kullanabiliyorlardı. Böyle olduğundan Osmanlı devletinin
askeri kuruluşlarının ilk zamanlarında ve Yeniçerilerin önceleri, en önemli
silahlan ok atmaktı. Buna ek olarak da üzerlerinde, bıçak, kılıç, hançer gibi
savaş aletleri taşırlardı.
Piyadeler ise; bu
silahlan kullandıkları gibi, mızrak, baita, topuz gibi silahlarla teçhiz
edilmişlerdi. Okçuiar ise, içine ok doldurulmuş Tirkeş denilen okluğu
arkalarında yayı ise ellerinde taşırlardı. Piyadelerimiz ise, dokuzuncu hicri
asırda dahi, sapan kullanmışlardır, Süvariler kılıçlarını piyadeler gibi
boyunlarına takar ve meçi çoğunlukla yan taraflarına asarlardı. Mızrak, lobut,
gürz veya topuzu ellerinde taşıyıp, ciritin birkaç tanesini bir arada olarak
bir torba içine koyup, eğerin yan tarafına bağlarlardı. Bunlar yay, ok, kalkan
dahi kullanmışlardır. (Ktyafet-i Askeriye)
İdari Teşkilat ve
Arazi Fetihler çoğalıp, deviet büyüdükçe, idarî teşkilatı da uygun şekle
getirmek icab ediyordu. Osman Gazi; İznik şehrini muhasara edip, Yenişehir'e
dönüşünde eline geçirmiş bulunduğu yerleri birer kaza veya sancak şekiın-de
ayırarak, seçtiği kıymetli arkadaşlarının idaresine veriyordu. Hatta Karaca
Hîsar'ı Hz. Orhan'a, Eskişehir'i kardeşi Gündüz Alp'e vererek, İnönü ile
Yurthisar'a Aykut Alp'i, İnegöl'de Doğan Alp'i tayin etmişti.
Daha sonra doğrudan
doğruya sancak ve kazalara ayrıldı. Sancaklarda birer Mirliva, kazalar da birer
kadı bulunurdu. Arazi ise; timar ve Has ismi altında ikiye ayrılırdı. Mesela:
Beşyüz köyü olan bir sancağın iki üç köyü icabına göre ikişer, üçerden doksan
timara ayrılarak askerlere verilmiş, beş, yüzden kalan diğer köyler, has adı
verilerek şehzadelere, vezirlere, beylerbeylerine, mirlivalara ve diğer
büyüklere bunlardan hisseler ayrılmıştı. Geri kalanlarda Hass-t Hümayun
ismiyle devlet hazinesine bırakılmıştır. Bu haslar, Umarlar çiftlik demek
değildi. Çünkü her has ve timarın kapsadığı arazi şunun bunun tarlaları olup,
sahipleri bu tarlaları ekip biçerler ve yalnız öşür ile alayım, satayım
harcını has veya ti-marsahibine verirlerdi. Timar sahipleri arazileri olan
timar dahilinde otururlardı. Harp çıktığı hemen silahlanıp adamları ile
birlikte hangi mirliva hizmetine bağlı iseler o kumandanın emrine girip savaşa
giderlerdi.
Devletin geliri,
cizye-i şeriyeden, hristiyan Bey ve tekfurlarından alınan maktu vergilerle
Hass-ı Hümayun aşarından, gümrük ve tuzla'lar hasılatından ibaret olup,
savaşlarda alınan ganimetin beşte biri (hamsei şer'i) bunlara dahildi. Bu
hamse-i şer'i bu gelirlerin en büyük kısmı olurdu. Masraf gelirlere göre pek
az olurdu. Fazla gelir olduğunda cami medrese, köprü, han, hamam yapılırdı.
Lisan-i Tarihi
Numuneler Önce Ace bey ve Fazıl bey, Kemer adı verüen mahalle geldiler. Bir
sal hazırlayıp, ikisi bindiler. Gelibolu'dan yukarı Cemlenik isimli kale
civarına çıktılar. Bağlar arasında bir hristiyan bulup, hemen o gece Süieyman
paşaya adamı getirdiler. Paşa adamı memnun ettiğinden adam, kılavuzluk yapmayı
üstlendi. Yetmiş seksen kişi, bazılarına göre kırk kişi ve Süleyman paşa Rumeli
yakasına geçtiler. Dillerinde şu beyitle: "Akdenizi geçmişisiz bir iki
salla/oldu bizim salımız taht-ı Süleyman bize Himmet-i Muradınla gayibdan
ersa-lellah/Gözlerimizi açmışız ahsen-i -melillahi.
Hatta mevlid yazan
Süleyman Çelebi ki, Süleyman paşanın hem adaşı olup hem de meşrebleri
birbirine uyan arasıra bir araya gelip sohbet meclislerinde buluşan kimselerdi.
İşte bu zatın Rumeliye geçtiğini işitince aşağıdaki beyiti inşa etmişti:
"Velayet gösterüp
halka suya seccade salmışsın
Yakasın rumelinin
dest-i takva ile almışsın"
Evvela Öğüdîük
kalesini aldılar. Halkın tamamını kılıçtan geçirdiler. Daha sonra eksemil
kalesini fetih edip, içindekileri haraca bağladılar. (Künhül Ahbar-Ali)
Osmanlıların İlk
Gemiciliği Osman Gazi zamanında, Marmara denizi üzerinde ancak bir kaç mil
uzunluğunda sahile sahipken, Mudanya körfezinin karşısında bulunan Kalolimni
adasına Kara Ali isimli bir kumandanımız, yanındaki askerlerle kayıklara
atlayıp, bir baskın vermiş ve önemli ganimetler elde ederek geri gelmişti. Bu
Kara Ali, Aykut Alp isimli kahramanın oğludur.
Osman Gazi devrinde
denizcilik vukuatımız olarak yine Mudanya sahiline yakın olan Kiyos adasına bir
tek akın yapılmıştır.
Tarih diyor ki: Bu
sefere o zaman deviet-i aliyenin Marmara denizindeki Anadolu sahilini muhafaza
etmek için emri, meşhur denizcilerimizden Karamürsel isimli zatın başbuğ olarak
yer aldığı bir ince donanma tarafından yapılmıştı. Hatta fetih edildikten
sonra İmrali yani Emir Ali adını alan, Kalo Limni adasına dahi Kara Ali
kumandasında sevk olunan müfreze, Karamürsel idaresinde bulunan adı geçen
donanma tarafından gönderilmiş olması adeta kesindir, binaenaleyh, Osmanlıların
ilk Kapdan-ı deryası Karamürseldi. Karamür-selden sonra ikinci bahriye hizmeti
şehzade Süleyman Pa-şa'da görülür. Çünkü hazırladığı sallar ile Rumeli'ye
geçip, Gelibolu üzerinden Rumeli fethini sağlamıştır.
Karamanoğulfarı-Ahiler
Cumhuriyeti Selçuklu devletinin yıkılmasından sonra Konya'da kurulan devletin
adî Karama-noğulları devletiydi. Kurucusu Karaman isimli biri olup, ermeni
dönmesi olan Nur Sofu isimli bir şeyhdi. Nur Sofu; Amasya'da baba İlyas isimli
bir şeyhin müridiydi. Baba îlyas'ın öldürülmesinden sonra Konya'ya gelerek
müridlerinin sayısını da arttırmıştı. Hatta Selçuklu, devletinin, Alaeddin sani
isimli padişahı Nur Sofuya olan bağlılığını göstermek için kızını Nur Sofunun
oğlu Karaman'a vermişti. Nur Sofu oğlunun eleceğini temin ettikten sonra,
Selanik civarına çekilmiş ve Rum imparatorluğunun idaresinde bulunan bu limanın
muhafızı ile dostane münasebetler kurarak, sonradan yaptığı hiyle ile kaleyi de
ele geçirmiştir. Ha! böyle olunca kazanılan bu yerin muhafızlığı sultan
Alaeddin-i sani tarafından Sofu'nun oğlu Karamana verildi.
Karaman az bir zaman
sonra Ermenek'i zapt edip, Larende'yi kendi hükümet merkezi yaptı. Bu hükümete
Karaman hükümeti adı verildi.
Selçuklu devletinin
yıkılmasında Karamanoğlu Mahmud Bey'in yaşı, henüz buluğ çağına erişmişti. Bu
yavru; Bedreddin unvanıyla Ermenek'te hükümet kurmuş vefatından sonra Yahşi ve
Süleyman isimli iki oğlu geriye kalmıştı. Yahşi Bey'in idaresinde hükümet
işleri sükun içinde geçmişti. Ala-eddin hükümete çıkınca Osmanlıları çekemiyerek,
fitne ve fesat düzenleyerek üzerlerine harp açmağa koyuldu. İhtiraslarla dolu
Karamanoğlu'ların kısa terceme-i halleri bundan ibaretti.
Karamanoğlu gaileleri
H.871/M. 1466 yılına kadar Osmanlı devletini meşgul etmiştir. Sultan Fatih
tarafından o tarihte bütün Karaman mülkü, Osmanlı devleti mülküne ilhak olunmuştur.
Ahiler: Selçuklu
devletinin son zamanlarında meydana çıkan bir derviş gurubuydu. Aralarında bir
sır vardı. Bunlar birbirlerine yardımı bütün işlerde birinci vazife
sayarlardı. Zaten Ahi demek kardeşim demektir. İçlerinden bazıları Selçukluların
yıkılmasından istifade ederek, Ankara ve Sivas taraflarında bazı küçük küçük
hükümetler kurmuşlardır.
Ehl-i Salip Kudüs-ü
şerifi Müslümanların elinden almak ve Müslümanların kuvvet ve genişleme temin
etmelerine engel olabilmek fikir ve maksadıyla papaların himayesinde olarak,
Avrupa'daki hükümdarlar ve derebeylerinin emir ve komutası altında toplanan
takım takım Müslümanların topraklarına hücum etmiş bulunan tutucu Hıristiyanlara
verilen isimdir, ehl-i salip. Bunlar elbiselerine kırmızı haç dikerlerdi.
Osmanlının istiklalini
ilan etmesinden 209 sene evvel başlamış olup, sekiz defa sefer yapmışlardır.
Birinci ehl-i salip, Piyer isimli papazın ve Papa 2. Orhan'ın teşvikiyle oluşarak
kara yolu ile İstanbul'a gelmişler, buradan Anadolu tarafına geçerek İznik'e ve
hatta Suriye'ye girerek CJrfa, Antakya, Kudüs'ü zapt etmiştir. Selçuklu
devletinden Kılıç Arslan, bunlara karşı mukabelede bulunmuşsa da mağlub
olmuştu. M. 1099. İkinci ehl-i salip yani haçlı seferlerinin ikincisi, Papa 3.
Ojen'in teşvikleriyle yine İstanbul'dan ve oradan da Şam'a geçerek burayı
kuşatmışmışlarsa da, mağlup olup geriye dönmüşlerdir. M. 1149.
Üçüncü haçlı seferi
ise Papa 3. Koleman'ın kuruculuğu altında toplanmıştır. Bu toplanmada
Fransa,İngiltere krallarıyla, Almanya imparatoru bile vardı. Akkâ'yı muhasara
etmişlerse de, büyük zayiata uğrayarak, Selahaddin-İ Eyyubi isimli bir islam
kumandanı, bunları tam manasıyla tarumar eylemiştir. M.1192. Dördüncü seferleri
ise, Papa İnnosan'ın himayesinde olarak Folk isminde bir mutaasıbın teşvikiyle
toplanmıştır. Bu takım İstanbul'a geldiğinde burasını zapt etmişler ve
imparatorluğu Rumlardan almışlardır. M. 1204.
Beşinci ehli salip
Papa 3.Honerus'un himayesinde olarak meydana getirilmiştir. M. 1221 yılında
Mısır'da bozulmuştur. 6. ise Papa Gregor'un koruyuculuğu altında olarak,
Almanya İmparatoru 2. Fredrik tarafından idare olunmuş, bu adam Kudüs'ü
savaşsız olarak ele geçirmiştir. M. 1242. yedinci ve sekizinci haçlı seferleri
Fransa kralı Lui tarafından yapılmıştır. Birincisinde yani 7. de Mısır'da
bulunan Dimyat'i zapt ederek, bilahire yenilmiş, askeri veba salgınına
yakalanmış esir düşmüşlerdi. Çok ağır bir fidye ödeyerek kurtulmayı başardı.
İkincisinde yani 8.de
ise Tunus'a gidip orada öldü. M.1270.
Ehl-i salip savaşları
Avrupa ile islam dünyası arasındaki münasebetleri çoğaltmış ve Avrupalıları
sanayi ve medeniyet açısından islamlardan ibret almak yolunu açmış ve o zamandan
beri ilerleme istikametinde yol almışlardır
Tuğra Raküza
cumhuriyetiyle yapılan bir anlaşma ferman şeklinde yazılmıştı Elçiler bunda
doğrudan doğruya padişah tarafından imza gibi bir alamet bulunmasını istediler.
Sultan Murad'ın Hz.leride, hemen ellerini mürekkebe batırıp, fermanın üst
tarafına bastı. İşte Osmanlılarda ilk Tuğra, Sultan Murad'ın pençesinin
izidir. Deniyor.
Müverrihlere göre
bizim bildiğimiz tuğraların orta yerindeki, üç dikey hat Sultan Murad'ın üç
orta parmağı, yine bizim bildiğimiz tuğraların sağ tarafına uzanan çifte hat
başparmağı ve sol tarafdaki münhani hatlar veyahud tuğraların içinde bulunan
"Elmuzaffer daimen "deki mim"in çekilişi serçe parmağı
tarafıymış.
Fakat tuğranın
Osmanlılardan hatta isiamdan pek zaman önce var olduğu bilinmektedir. Bunun bir
nevi arma olduğu bile ileri sürülmektedir.
Tuğralarda padişahın
adı ile pederinin adı ve birde "el-muzaffer daima" terkibi var olup,
gazi ise elgazi kelimesi sağ taraftaki boşluğa, yazılır. Bu boşluğa çiçek v.s
konulduğu gibi Padişahımızın tuğrasında "Mehmed Hamiş" Hz.lerinin
tuğrasında olduğu gibi bazende isim yazılır.
Lisan-ı Tarih-i Numunelerinden Sultan I.Murad hanın zamanında Edirne ve Kosova
meşhur ve büyük savaşlarında alınnan neticelerden olarak Osmanlı devleti Tuna
sahillerine ve Sırp hududuna kadar genişlemiş olup bundan sonra en faydalı
savaşlar Rumelinde meydana geleceğinden, Edirne şehri Kümelinin başşehri
seçildi. Anadoluda dahi Ankara ve Biga sancakları savaşarak, İsparta sancağı
satın alınarak ve Germiyarı toprağı denen Kütahya sancağının bir miktarı çeyiz
yoluyla Osmanlı toprağına dahil oldu. Tavaifül Mülük, yani parçalanmış
beyliklerin başı olan Karamanoğiu hükümeti dahi, Sultan Gazi Murad'ın kılıcına
mağlup olduğundan Osmanlı saltanatına yani devlet-i muazzama topluluğuna
girdi.
Bilhassa Hüdavendigar
Gazi'nin Mısır'a gönderdiği elçi vasıtasıyla Mısır'da bulunan Abbasi
halifesinden gelen hükümet işlerini yürütmek için gönderilen şer'i izinname ve
"Sultan-ı İklimi Rûm" unvanı gelmesiyle padişah Sultan Murad namı ve
devletine Devlet-i Osmaniye ve Mentemiyan dergahı saltanatlarına Osmanlı
tabirleri atasözü oldu. (Netayic ül vuku-at)
Sofya'nın Fethi Lala
Şahin paşa Bosna havalisine akınlar yapmışsa da, şehrin büyük olması ve nüfus
kalabalığı hasebiyle fethetmeyi başaramamıştı. İnce Balaban bey ise, buranın
mutlak surette ele geçirilmesi için çareler düşünmekteydi. Bu tedbirler
arasında uzunca Sevindik adlı Doğancılar sınıfından bir nefer, güya kaçmış
gibi yaparak Sofya beyi Yano kaban'ı kendine inandırdı, ustalığı göz önüne
alınarak üstelik kendisini de, Doğancıbaşı tayin etmişti. Böylece elde edilen
itimat üzre H.787/M.1385 tarihinde Sefer ayı ortalarında Mart sonlarında bir
gün hava orta karardayken Sofya kumandanı, bizim Uzunca Sevindik ile, birlikte
ava çıktılar. Kumandan bir avın peşine düşerek, doğancıbaşı ile
Tatarpazar-cığı yoluna doğru hayli ilerlemişti. Ancak akşam bastırmıştı.
Sofya'ya dönüş mümkün olmayınca, Osmanlı hududuna yakın bir köye varıp,
Türklerden biraz yem ve kendimiz için yiyecek alıp geleyim diyerek, izin
almış. Koca Sevindik, köye varınca, Deli Balaban ile Ahmed Gazi adlı iki
dilavere rast gelmiş. Sofya Kumandanının şurada yakında olduğunu söylemiş,
nasıl yakalayacağını da anlatmış. Sevindik, kumandanın yanına dönünce
kumandana:
-Türkler bizim burada
olduğumuzu anladılar deyip de kumandan korkarak:
-Aman öyle ise beni
nasıl kurtaracaksın? Deyince:
-Seni bazı elbiselere
sarıp, orman içine bırakırım. Kendimde iki beygirle
Sofya'ya gidip, oradan
aldığım askerlerle gelir seni kurtarırım. Demesiyle kumandan da bu görüşü
onaylamış. Do-ğancıbaşı kumandanı sarıp, sarmalayıp, ormanda saklamış. Fakat
doğruca Osmanlı köyüne gelmiş. Balaban ile Ahmed Gâzi'yi al'P. efendisinin
yanına götürmüş. Orada, Türkler beni de tuttu diye bir telaş sergileyip,
Balaban ve Ahmed'in kumandanı yakalamasını temin etmiş. Sofya ahalisi komutanlarının
'Türklerin eline geçtiğini öğrenince mukavemete mecalleri kalmayıp, teslim
olma yolunu seçti. (Mufassal)
Edebiyat-ı Tarihiye Numunesi Sultan l.Murad, Osmanlı devletinin 3.padişahı isede,
devlet düzenini tertib etmekte hepsinden önce gelse revadır. Çevik ve güzel
atına ihtimam göstererek Rumeli sahralarını dolaşıp parıltılar saçan cihad
kılıcıyla Avrupa'nın doğu bölgelerini islam ile aydınlattı.
Sultan Murat'ın
hükümet ettiği zamanda meydana gelen savaşın hepsinde zafer sancakları
yükselmiş ve galibiyetle bu savaşlardan çıkılmıştır. Bu savaşların neticesinde
İslâm hudutları büyük balkanın ötesine kadar varmıştır.
Vakta ki, Allah'ın
birliği itikadını, yaymak için kılıç çekmiş islam mücahidierinin cemiyet
beraberliğini birbirinden ayırmak düşüncesiyle ekanimi selase yani üç unsur
şeklinde birleşen Sırp, Bulgar ve Macar milleti teslis kaidesine bağlı olarak
Kosova Sahrasına indi ve karşı karşıya gelindi. Celadet-i te'sirde eşi menendi
bulunmaz kimselerden olan Şehzade Bayezid, şimşek gibi salladığı topuzunu ve
gürzünü düşman üzerine savura savura aralarına daldı ve zaferi bizim tarafa
taşıdı. Fakat, İslâmın kurtuluş zaferinden yaralı olarak çıkmış ve kinini
söndürememiş bir düşman, kullandığı hançeri ile milletin sevgili padişahı
Murad-ı Hüdavendigar'ı şehidler zümresine katılan darbeyi vuran el oldu.
Devletimizin kurucuları, böyle vücudlannı ortaya koyarak milleti
kalkındırırdı. Memleketimizin belki-her avuç toprağı bir şehidin kanı karşılığında
bedel olarak elimizde kalmıştır. Düşman ise bu hiya-netle Osmanlıları son
derece üzmekten başka eline ne geçti. Murad öldü. Yıldırım padişah oldu.
(Devr-i İstila-Kemal)
Kosova Savaşı
Sırp ordusunun gücü yüzbinkişi olup Osmanlı kuvvetleri ise kırkbin
civarındaydı. Osmanlı ordusunun, bugünün anlayışı içinde Genel Kurmay Başkanı
mesabesinde bulunan Evranos Bey adlı ihtiyar delikanlı idaresinde Yıldırım
Bayezid, Yakub Çelebi, Veziri Azam Ali Paşa, Rumeli Beylerbeyi Timurtaş Paşa,
Anadolu Beylerbeyi Sarıca Paşa, Subaşı İnebey, Evranoszade İsa bey, Lala Şahin
paşazade Yahşi bey, Kara Mukbil ve Balaban beyler, fjrka kumandanlıkların]
üzerlerine almışlardı.
Padişah Yeniçeri askeriyle
merkezde, sağında Ali paşa, solunda Timurtaş paşa olduğu halde, ordunun sağ
cenah kumandanlığı Yıldırım Bayezid'de, sol cenah ise Yakup Çelebiye verilmiş
olup, Yeniçeri sağlan arasında toplar tabya edilmişti. Ancak topların o
zamanki yapılışı icabı kullanmaktan büyük bir istifade umulmadığından öndeki
askerin yanına ikibin okçu tertip olundu.
Şehzade Bayezid'in
Bursa kadısına gönderdiği zafemame-de yazıldığı üzere, Osmanlı süvarilerinin
ellerinde baltalar, külünkler ve düşman askeri, bilhassa Macar suvasirinin de
başlarında ve arkalarında zırhlar ve miğferler bulunmaktaydı. Osmanlılar bu
zırhları ve miğferleri külünkler ve baltalarla dalıp yırtıyorlardı. Bu savaş
akşama kadar sürdü düşman mağlup oldu. Ordusunun bütün eşyası ve ağırlıkları
Osmanlının eline geçti. Osmanlı ordusunu bozucak olurlarsa, tutacakları
esirleri bağlamak için getirdikleri kementlere, iplere, zincirlere kendileri
bağlandı.
Hüdavendigar'ın Hususi Hali Rumeli fatihi Süleyman paşa merhum, Mevlevi
Şeyhlerinden birinin müridiydi. Bu sebeb-ten başına Mevlevi külahı giyerdi.
Rumeli'ye geçişte pek çok ganimet alındığı sırada paşa, başındaki külahı
çıkarıp, taksimatı onunla yaptı. Külahını altun ile kaplattı.
Hudavendigar Gâzininde
sikkesi böyle idi. Murad Gazi sikke kenarından biraz yukarıya hafif bir sarık
sarar ve kırmızı zelcifli beyaz rubadan haz ettiği için ekseriya böyle
giyinirdi. Onun zamanında devletin ilk nizamı tanzim olundu. Payitaht
kadılarının savaş zamanında orduyla beraber bulunmaları faydalı görüldü. Ancak
devletin hududları genişledikçe askeri de çoğalmıştı. H. 763/M. 1361 senesinde
Rumeline geçerken Bursa Kadısı Kara Halil Kazasker ve Sultan Bayezid, cülusu
akabinde doğup henüz yaşı buluğ çağına ermediğinden Lalası Şahin beyi Rumeli
beylerbeyi tayin edip paşalık verdi.
Çandarlı Kara
Halil'ide H.775/M.1373 de vezir tayin etti. Onunda vefatında oğlu Ali paşayı
boşalan yere tayin eyledi. Fakat Lala Şahin'den sonra Timurtaş paşa Rumeli
beylerbeyi nasb olunarak arkasından bazı zevata vezaret verildi. Ali paşaya,
vezir-i azam, vezir-i evvel unvanı verildi.
Osmanlı devletinin
toprakları çoğaldıkça, timarlarda çoğaldı. Buna paralel olarak tımarlı
sipahilerde çoğaldı. Fakat bunlar; eyalet askeri idi. Merkezde Yeniçeriler gibi
daima vazifede bulunma tarzında askeri düzenlemeye lüzum görülmüş olduğundan
devşirme çocuklarından "Ebna-i sipahiyan" unvanıyla bir bölük teşkil
olunup, umarların hizmete elverişli evlada verilmesi kanunlaştırıldı.
Muhasaralarda kullanabilmek üzere bir kısım âlet ve edavatlar meydana
getirilmiştir.
Kışla-Mektebi
Osmanlılar Hristiyan tebanın haklan hususunda nasıl davranırlardı? Ya
hükümetlerini yerinde bırakarak yani ipka ederek, vergiye bağlardı. Yahud
haraca keserlerdi. Haraca kesilenler, Öşür ve gümrük vergileri verdikten
başka, savaşta alınan esirler, Yeniçeri yetiştirmeye kifayet etmezse
Bunlardan devşirme
alırlardı. Sultan Murad zamanında devşirmelere "Acemi Oğlanları"
denilmiştir. Bunlar Orhan Gazi zamanında olduğu gibi hemen Yeniçeri içerisine
verilmez ayrıca talim ve terbiye edilirlerdi. Hatta Edirne'nin zaptından
sonra, büyük büyük kışlalar yaptırılarak, buralara yerleştirilmişlerdir. Bu
kışlalar o zamanlar için askeri bir mektep sayılırdı. Çünkü acemi oğlanları
oralarda; yedi sene istihdam olunarak, askerlik ilmi öğrenirler ve bu mesleğin
zorluklarına karşı eğitilirlerdi. Kendilerine bir askere lazım oian maharet,
beceri, ahlak öğretilirdi. Vakti geldiğinde ocaklara çıktıklarından artık iyi
bir asker olmuş sayılırlardı. Yeniçerilerin, dünyanın her tarafına yayılmış
ünleri, namları, zafer ve nusrata erişleri bu mekteblerde verilen eğitimlerin
neticesinde mükemmel bir asker olarak yetişmiş olmalarından dolayıydı.
Acemi oğlanları,
Yeniçeri, Sipahi, Silahdar ve "Bölük-ü Erbaa" tabir olunan Ülufeciyan
yemin ve Yesar (maaşlı sağ ve sol) Gureba-i Yemin ve Yesar (garib yiğit sağ ve
sol bölükleri), Azablar, (bekâr askerler) bölüklerine kayd olunurlardı.
ülufeciyan demek vazifeleri belli olan asker demektir. O zamanın usulünce
ikiye aynhp, bir kısmı ordunun sağ bir kısmı ise sol tarafında bulunurdu.
Gureba ise,
memleketleri başşehre pek uzak olan garibler idi. Garibler; beyler sınıfı olup,
sipahi ve silahdarlar ise akın-cılık, çapulculuk, karakol hizmetlerinde ve
düşman karşısında piyadelerin muhafazasıyla hücum işlerinde kullanılan süvarilerdi.
Kadıların Yakılması Emri Halkın, kadılardan gördüğü cefa ve eziyetmi çoğalmış?
Her ne ise. ya şikayet veya böyle bir niyet üzerine Yıldırım Bayezid Han, son
derece hiddetlenmiş ve hakkında kötü zanlar bulunan seksen tane kadı'nin bir
eve tıkılarak ateşe verilmeleri emri çıkmıştır.
Vezir-i azam Ali paşa
ve diğer erkanı devlet, böyle müthiş bir karardan korkmuşlar. İnfazı önleme
hususunu düşünmüşler, kendileri söyleyecek olsalar padişahın şüpheleneceğini
düşündüler. En sonunda padişahın nedimlerinden bir Habeşi-ye, kadıları bu idam
cezasından kurtarırsa, kendisine yirmi-bin akçe vermeyi vaad ettiler. Habeşi
maksadı elde etmek için, yol elbisesi giyerek huzura çıkmış. Padişah,
yolculuğun ne tarafa olduğunu sormuş:
-İstanbula gideceğim.
-Orada ne yapacaksın?
-Yakılacak kadıların
yerine tayin olunmak üzere seksen papaz getireceğim.
-Biz de kadı olacak
adam yokmu ki sen İstanbuldan papaz getireceksin?
-ulemadan başkasına
kadı'lık verilemezde onun için...
Bunun üzerine Sultan
Bayezid, ulema kati edildi sözüne meydan vermemek için kadıları ateşten azat
edip, Ali paşaya kadılığın bir nizama bağlanmasını tanzim edilmesini emreder.
Niğbolu Savaşı-Bir Haçlı Ordusuyla Savaş Avrupa tarihlerinde adı geçen savaşın, yazılışı
şöyledir: Macar kralı Sigis-mund, Bayezid Han'a Anadolu dönüşünde bir elçilik
heyeti gönderdi. Bu heyet Osmanlı padişahına, hangi hakla Bulga-ristanı zabt ve
tahrip ettiğini, Sigismund'un öğrenmek istediğini sordu. Bayezid ise; bir tek
harf dahi söylemeden elçiîik heyetine salonundaki oklarla diğer silahları
gösterdi.
Fakat aynı zamanda
Tuna nehrinin kuzeyinden kendisinin aleyhine büyük bir fırtınanın kopmak üzere
olduğunu anladı. Mühim olan tedariklerini yapıp, aynı zamanda İstanbul üzerindeki
muhasarayı devam ettirmek istediyse de kuzeyden gelmekte olan tehlikeli
taarruza engel olmak için İstanbul muhasarasını kaldırdı. Macaristan'dan
batıdaki ülkelere doğru atılan yardım feryatları, bu defa duyuldu. Macaristanm
Garan yani Estergon piskoposu Mikola Dokaniza'nın başkanlığında, Fransaya
gönderilen bir Macar elçilik heyeti, kral 6. Şarl tarafından iyi karşılandı. Fransadan
Kont dö Mareşal Busiko, Dolarnarş ve diğerleri silahlandılar. Burgonya
Dukasının oğlu Korkusuz jan, bu haçlı ordusunun reisi olarak seçildi. Babası
ise; oğluna müşavir olmak üzere, yanına Filip dö Bar ile Amiral Jan jö
Vi-ye'deni ve bir kaç daha muteber kimse ile takviye etti. Bunların yanında
ayrıca şövalyeler ve ücretli asker vardı. Piyade ve süvari olarak, on-oniki bin
kişi kadar vardılar.
Almanyadan Kont
Platinrober, Kont Dö Silli bir çok şövalye ve bunlardan başka, Belçika,
Flaman, Lüksenburg, İsviçre, İngiliz haçlıları ile birleştiler. Venedikliler
bir çok yardım ile birlikte gemiler gönderdiler. Rodos şövalyeleri donanmalarını
gönderdiler. Polonyadan, ülahdan, CJlah beyi Mirce ile yardımcı asker geldi.
Velhasıl bütün Avrupa ve batı dünyasının hükümetleri arasındaki kavgalar bir
tarafa bırakılarak, Macaristan ile Kostantiniye'yi kurtarmak için anlaşmayı becerdiler.
Bunların tamamı Macaristanm Budin, veya Bud'da birleştiler. Sigismund Macar ve
Ulah askerini burada topladı.
Sultan Bayezid Yalnız Başına Sultan Bayezid, hareketini düşmana sezdirmeyerek,
Niğbolu üzerine gelmiş ve altı saat uzakta durarak, düşman hakkında bilgilenmek
için Evranos beyi bir miktar askerle göndermişti. Evranos bey, Niğbolu etrafındaki
çok kalabalık düşman ordusunu görünce kendi varlığını hissettirmeden ihtiyatla
hareket ederek, Bayezid'in yanına dönüp düşmanın çok kalabalık ve kuvvetli bir
görüntü verdiğini anlattı.
Padişah ise, Niğbolu
kumandanı Doğan bey'in ne yapmakta olup, hal ve durumunu herkesten çok merak
etmekteydi. Onun yanına göndermek istediği kimselerin bu kadar kalabalık bir
düşman hattının içinden geçip, vaziyeti öğrenip haber getirme imkansızlığını
görünce. Bu işi ancak kendisinin yapabileceği kararına vardı. Ancak bu
kararını divanda gündeme getirse erkan-ı devletin razı gelmeyeceği apaçıktı.
Hiç bir şeyden gözü yılmayan padişah, yıldırım hızıyla giden atına karanlık bir
gecede atladığı gibi düşman hatlarına sürdü. Kimseye görünmeden veya görünse
bile kimsenin içine bir şüphe düşürmeden
Niğbolu kalesinin
karşısına kadar geldi. Koca padişah, gök gürültüsünü andırır bir sesle:
-Bre, Doğan! Doğan!
Diyerek iki defa
haykırdı. Kale içinde padişahın sesini işiten Doğan bey kulaklarına inanamayıp
şaştı. Bu bir kulak çınlaması değildi. Bizzat padişahın sesiydi. Kale dışından
gelmişti. Padişah bu sırada kale dışından tekrar seslendi. Doğan bey, kalenin
duvarı üzerine hemen koştu. Padişah ile yüzyüze bulundukları halde konuşmaya
başladılar. Bir iki haftadan beri düşman gerek, Tuna nehrinden, gerek karadan
kaleyi sarıp tazyik etmekteydi. Padişahın imdada yetişeceğinden bütün
inancıyla emin olan gaziler, savunma yapmaktan yüz çevirmedikleri gibi,
kalenin sağlamlığı ve zahire açı-sındanda bir sıkıntısı olmadığı şeklinde
bilgiyi Doğan beyden haber alınca, padişah hazretleri gayet memnun olarak sağ
salim ordugaha dönüş yaptı.
Meğer padişahın Doğan
bey ile konuşmasını düşmanın öncü karakolları işiterek bir süvarinin kale
içinde bulunanlarla haberleştiği krallarına kadar bildirmişferse de tayin
edilen adamlar o süvariyi ele geçirmek için pek çok arama yapmış-larsada ele
geçirememişlerdir. (Mufassal)
Sultan Bayezid'ın Esirleri Hazreti padişah, Fransız esirlerden fidye olarak
ikiyüzbin florinialdıktan sonra onlara bir şahin ve pars avı göstermek
arzusunda oldu.
Bu avda, yedibin
doğancı ve altıbin köpek yer aldı. Köpeklerin elbiseleri canfesden, parsların
tasmaları mücevherlerle kaplı idi. Padişah, Korkusuz Jan'a:
-Aleyhime silah
kullanmaman için sana yemin teklif etmek istemem. Eğer vatanına dönüşünde,
yine benimle savaşmak istersen beni harp meydanında daima karşında bulursun.
Çünkü ben, savaş ve fetih için doğmuş bir adamım. Demiştir. (Tarih-i
CImumi-Ernest Levis)
İstanbul'un Hali Şehir
içinde bir cami, müslüman mahkemesi ve islam mahallesi kurmak, onbin duka
altını vergi ola-rak vermek şartıyla yapılan antlaşmayı kabul eden imparator,
2. Manuel değildi. Onun, yeğeni 7. Jandı.
Manuel yine batıdan
bir imdad olmazsa imparatorluğun mahv olduğuna kani olarak, İtalyan Prensleri
vasıtasıyla, Pa-pa'ya Venedik, Fransa ve İngiltere krallarına yardım mektupları
gönderdi. Bu mektuplarda yalnız Fransa kralı ö.Şarl, hüsnü kabul gösterdi.
Niğbolu savaşında esir düşen, fidye ödiyerek kurtulabilen Mareşal Buvesiko'yu
binikiyüz kişi ile yolladı. Bu heyetin içinde asilzade şövalyeler de vardı.
Buve-siko; Çanakkale boğazından geçip İstanbul'a vardı. Kendini büyük bir
tezahüratla alkışlayıp kurtarıcı saydılar. İmparatorluğun başkomutanı oldu.
hatta İzmit önlerine kadar yürüdü. Ancak bozguna uğradı. Riva kalesini ele
geçirip orada bulunan ahaliyi katliam etti. Ne varki bunlar boşa yapılmış harekatlardı.
Emanue! batıdan kuvvetli bir yardım bulmak maksadıyla hükümeti 7. Jan'a
bırakıp Avrupaya gitti. Venedik'e, İtalya'nın başlıca şehirlerine, Paris'e
Londra'ya uğradı. Fransa'da iki sene kaldı. Fakat Bayezid Han İstanbul'u sıkıştırmakta
idi. Emanuel'in istediği imdad ona, batıdan gelmedi. Asyanın ortalarından
geldi. Timurlenk, Osmanlı Ülkesini çiğnemek için hazırlanıyordu.
Sultan Bayezid Ankara
savaşında esir düşünce, imparator İstanbul'daki camii yıktı. Müslümanları
dışarıya attı.
Lisan-ı Tarih Numunelerinden Yıldırım Bayezid hanın veziriazamı bulunan Ali paşa
ki; yakın vakte kadar vezaretin gösterişli temsilcisiydi. İç oğlanları ve
haremağaları kullanmak, süslü kaplar kullanmak yollarını açmış bulunduğundan
ve kaide olarak devletin, yükselmesi zamanında bunlara Yıldırım Bayezid'i
alıştırmış, altın dökmeli ve altın tellerle dokunmuş elbiseler giymeye
ihtişama ve süse büyük önem verilmesi saltanatının son günlerinde askerlik
vazifesini azaltmıştı. (Netayic ül Vukuat)
Bayındır Devleti Bu hükümete Akkoyunlu hükümeti denir. Yedi-sekiz asır evvel Türkistan
İran, Irak ve Anadolu taraflarına hicret ederek gelen Türkmen beylerindendir.
Bunlarla beraber Karakoyunlu adıyla bir aşiretin daha hicret etmiş olduğu,
bunların Erzincan ve Sivas taraflarına gittikleri halde, Akkoyunlular,
Diyanbekir taraflarında hükümet kurmuşlardı. İlk reisleri Alaaddin Türkrnanî
isimli tanınmış Durali Bey'dir. Vefatinda oğlu Fahreddin Kutluğ, ondan sonra
bunun oğlu Ka-rabolük Osman, sonra Hamza ve Cihangir bin Ali hükümet etmiş ve
Cihangir'in zamanında Uzun Hasan çıkmıştır.
Bu sülaleden Ahmed Mirza Yıldırım Bayezid'e iltica eylemişti.
Bu hükümet daha sonra
İran Şahı İsmail Safevi tarafından mahv edilmiştir. Clzun Hasan vakaları
Osmanlı tarihinde önemli olaylardır.
Bu vakalardan biraz
sonra Timur, Anadolu'yu baştan başa çiğneyip harabe haline getirip, merkezi
idaresi olan Semer-kand'a çekildi. Bunun üzerine; Tokat, Sivas, Amasya ile Karadeniz
arasında bulunan bölge, Mehmed Çelebi'ye itaat etti. Şehzadelerden İsa Çelebi
de, bu aralık ortaya çıkarak, Bur-sa'da tahta cülus etti. Görülüyorkİ, Sultan
Bayezid'in üç oğlu ayrı ayrı bölgelerde hükümet etmeğe başlamışlardır.
Tarihi Edebiyatımızdan Numune Yıldırım Bayezid, Timur'un cihangirliği bütün
dünyada duyulmuşken, düşülen durumun neticesi üzerinde tefekkür edersek,
Timur'a karşı yapılan hareketin neticesinden dolayı Yıldinm'ın padişahlık
döneminin şan ve şerefini lekelemiş olarak sayamayız. Dünyada ve bilhassa bazı
dönemlerde nice haller meydana gelir de dış görünüş itibariyle isteğimizle oldu
sanırız. Hakikatta ise, daha kötüdür. Dünyada kim vardır ki, Osmanlılar gibi
bunca zaman yüksek himmet ve kemal-i şecaatle düşmanına mutlak galip olarak kahraman
bir milletin reisliğinde bulunup da istiklal bayrağı altında asla kılıcının
ağzı dönmemiş muntazam bir orduyu hazır ve iyi görmekteyken, bir müte-gallibin
(Mitur'un) hükmüne uyabilsin? Timur'a; hangi hükümet arzusu ile itaat etti?
Bir Osmanlı padişahı etsin. Bir aşiret beyi gibi güç ve görünüşüne mağrur
olmasın?
Bununla beraber,
meydana gelen mağlubiyetten devlet, en büyük bir galibiyetmiş gibi, faidelerle
zaferyab olmuştur. Nitekim, kendilerinden azgınlık zuhur eden yerler bir defa
perişan hal içine düşürülürse bunun neticesi menfaatli olur. Çünkü Bayezid
zamanında zaferler çoğaldığı gibi zulüm çoğalıp, idare usulü olağanın dışına
taşmıştı. İşte hükümeti eski vazıyetine, mutedil haline çeviren bu
mağlubiyettir.
Ankara Muharebesi (Savaşı) Timur Ankara civarındaki Çubuk ovasında ordugahını
kurmuştu. Sağ cenahında oğlu Miran Şah, son cenahındaysa diğer oğlu Şahruh,
merkezde çok düzenli seksen alay askerle oğlu Mirza Mehmed Sultan ve Pir Mehmed
bulunuyordu. Yine merkezde iki alay süvari vardı ki, bunlar da zırhlıydılar.
Ordunun ön tarafında otuz iki tane de fil bulunmaktaydı. Askerinin mevcudu
hakkında bir milyon sekizyüz bindi deniliyorsa da, mübalağasız ikiyüzbin kişiyi
aşmış olduğu kesindir. Yıldırım Bayezid'in yanında ise yüzyirmi bin kadar
askerle Sırp kralı Lazar oğlu Stefan yirmi-bin askerle sol, Şehzade Süleyman
Bey, beyleri Timur ordusunda bulunan Anadolu askeriyle birlikte bir hayli
Tatar Türkmenleriyle sağ cenahlarda, Sultan Bayezid ise onbin Yeniçeri ile
merkezde, Şehzade Mehmed Çelebi de ordunun geri tarafında ihtiyat olarak
bulunuyordu.
Savaş H.804/M.1402
senesi zilhiccenin 19. günü, Temmuz ayına rastlar. Timur tarafı "surun
surun" Osmanlılar "Allah Allah" diyerek birbirlerine
giriştiler. Tatarların ilk hücumu Osmanlıların karşı koyması ile def edildi. Bu
savaşta Sırp askerinin ve Yeniçerilerle Rumeli'den gelen gerek piyade gerekse
süvari askerinin tüfenkli oldukları muhakkaktır. Tatar askeri önce Sırplara saldırdıklarından
güzelce bir ateş yediler. Hatta Timur: Bu dervişler arslan gibi
döğüşüyorlarmış! demiştir. Fakat Osmanlı askeri, sayıca Timur'un askerine
nazaran daha azlık olduğu için, ayrıca Timur'a iltica etmiş bulunan Anadolu
beylerinin, Osmanlı ordusunda bulunan eski askerlerini yanlarına gelmesi için
teşvik ettiklrinde iltihaklar vaki olunca, bu taraf çoğalırken, Osmanlı ordusu
daha da eksilmişti. Sıcak ve susuzluk cana tak dedirtecek dereceye varmıştı.
İlk önce büyük şehzade Süleyman Çelebi veziri-azam Ali Paşa ve Yeniçeri Ağası
Hasan Ağa vs. Bursa'ya doğru firara başladığından, Stefan bunları çevirmeğe
uğraşıyormuş gibi yapmış ancak muvaffak olamamıştı. Onun ricatı böyle olmuştu.
İhtiyat kuvvetini elinde bulunduran Mehmed Çelebi askerini alarak Amasya yoluna
düşmüştü. Yıldırım Bayezid ise, yanında yalnız Yeniçeri ve kapıkulu askerinden
başka hiçbir kuvvet kalmamıştı. Tarih diyor ki: "Sonunda akşam yaklaştı.
Artık mukavemete imkan kalmadığı zat-ı şahane tarafından da görülmekteydi.
Bindikleri atı mahmuzla-yıp ricata başladılar. Fakat Mahmud Han isimli bir
Tatar komutanı padişahı kovalamaya başladı. O esnada atının ayağı sürçen
padişah düştü ve etrafını asker kuşattı. Sultan Bayezid, Timurlenk'in huzuruna
getirildiğinde Timur tahtından fırlayıp karşılamış ve kendi yanına oturtarak
sohbete başlamıştır. Hatta Yıldırım Bayezid'e:
-Bu günkü galibiyet
sizde olsaydı benim başım tehlikede kalacağına şüphe yoktu. Böyle kanlı bir
intikamı bizden asla beklemeyiniz. Biz affın, zaferin zekatı olduğu hükmüne
inanırız ve riayet ederiz. Canınıza kastımız olmadıktan başka, mülkünüzde de
kasdımız yoktur. Birkaç gün misafir olunuzda mülkünüzü yine size teslim
eyleriz. Hiç elem çekmeyiniz diyerek gayet kıymetli hilatlar giydirip,
fevkalade saygı göstermiştir. Yıldırım Bayezid'le beraber Şehzade Musa Çelebi,
Timurtaş Paşa ve oğlu Ali Bey, Menet ve Firuz Bey gibi kumandanlarda esirler
arasındaydı. Yıldırım Bayezid sekiz ay süren esaretten sonra Akşehir'de vefat
etmiştir.
Sadaret
Devletimizde ilk sadrazam olan Orhangazi'nin büyük ağabeyi Alaaddin Paşa,
sonra Süleyman Paşa'dir. Bu iki zat hanedana mensuptu. Halktan ilk sadrazam
olan Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa'dır. Bu zatın vefatında oğlu Ali Paşa
yerine getirilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman zamanına kadar sadrazamlara veziri
evvel denirdi. Vezir-i Sani, vezir-i salis, vezir-i rabi, hatta hamiş
isimleriyle vezirler vardı. Bunlar divan~ı hümayunda kubbealtmda toplanıp
müzakere ettikleri için kubbe vüzerası olarak isimiendiriürdİ. Vezir-i azamlık
fatih zamanına kadar Çandarlı ailesine münhasırdı. Bundan sonra vezirlerin eski
ve ehillerine verilmeye başlanmıştır. Sadrazamlar kendi konaklarında
vazifelerini görürlerdi. İstanbul başşehir olduktan sonra sadrazam
konaklarına, paşakonağı ve bab-i asfa ve en sonra bab-i âlî, pek çok sonraları
da daire-i resmiye denmiştir.
İlk zamanlar
padişahların mühürleri yüzük üzerine kazınırdı. Eski bir adet olarak padişah
bu yüzüğü sadrazama verir, o da parmağına takardı. Sonraları altından örme
keseye konulmasıyla cepte taşırlardı. Sadrazamlar askerlik işlerinin de
merdiydiler. Harp yapmaya memur olduklarında Serdar-ı Ekrem unvanını alırlardı,
bir savaşa gitmeden kırk gün evvel padişah huzuruna çıkarlardı. İstanbul'u terk
etmeden evvel vezirlerden biri kaimmakam tayin olunurdu. Savaş esnasında
sadrazam yanında bulunan vezirlerden birini serasker tayin eder, kendisi
ihtiyat bölgesinde kalır, yanında bir harp meclisi bulunurdu. Başlarına 30
santimden biraz uzun, alt tarafı kare şeklinde bir külah giyip üzerine sırma
işlemeli şerit bağlarlardı ki bu alamete Kallavi denirdi. Arkasına üst tabir
olunur dört kollu ağır sırma işleme kaplı samur kürk ve beline padişah
tarafından ihsan edilmiş süslü hançer takarlardı.
Yıldırım Bayezid'in Nutku Ankara Savaşı'na başlanmadan evvel Yıldırım Bayezid
askerlerine bir hitapta bulundu. Bu nutku, tarihimize, lisanımıza aidiyet
taşır.
"Bunca zamandır
devletimizin emektarları cihad ve gaza yolunun denenmiş olan hizmetli ve
hizmetseverisiniz! Gösterdiğiniz gayretler karşılımda bir kemlik görmediniz.
Eğer bazı ufak tefek bir şey olduysa bunlar dünyamıza bağlı değildir. Bilcümle
dört beş atadan beri babalarımıza ve hanedanımıza da hizmet eden bahadırlar
siz, nasibinize ve zamanı saltanatımızda mal ve mülke boğulmuş, haketmiş
dilaverimsiz. Güzel adınıza bu demde layık olan ne ise onu öyle yapın. Nimete
küfran etmekten çekinin, ekmek hakkı eskisi gibi düşmanı bir deneyerek mukabele
edip vuruşun. Ümit oîunur ki, kendisinden yardım dilediğiniz Allah'ımız bize yardımcı
ola. İnşallah zafer ve nusrat bize nasip olur." (Tarih-i Ali Çelebi)
Çelebi Musa ile Evranos Bey Evranos Bey, Sultan Murad Hüdavendigar'in kendisine vermiş olduğu
malikanesine çekilmiş, yaşı ise 100'ü aşmıştı. Musa çelebi, Edirne'de tahta
geçtikten sonra bir gün Evranos Gazi'yi çağırttı. Evranos Bey:
-Ben çok ihtiyarladım.
Gözlerim görmez oldu. Size nasıl hizmet edebilirim? Beni. affetsinler, diye
cevap verdi. Musa bu cevabı alınca:
-Bakalım âmâ'mı değil
mi? Görelim, diyerek zorla huzuruna getirtti. Huzura girerken kendisini körler
gibi yönettirdi. Musa'nın eteğini bile körler gibi öptü. Fakat bu hâli kanaatin
husulüne yetmedi. Musa yemek getirilmesini emretti. Yemekte bir sahan pişmiş
kurbağa getirdiler. Evranos Bey sahanı görmemezlikten geldi. Musa Çelebi:
-Şuradan buyrun,
diyerek sahanı önüne sürdü. İhtiyar kellesini kurtarmak için, kurbağalardan
yemeye başldı. Evranos Bey mâİikanesine döndükten sonra da herkesi inandırmak
için, tekrar öyle bir muameleye maruz kalmamak için gözlerini bağlarmış.
Yeniçeri Ağası
Gerek payitahtta gerekse taşra da bulunan Yeniçeri askerinin kumandanı Yeniçeri
Ağası'ydı. Bundan başka başşehrin asayişini sağlamak da vazifeleri arasındaydı.
Bu yüzden Ağa, haftada iki üç kere gece veya gündüz İstanbul sokaklarını
dolaşırdı, cezayı haketmiş olanları arkasından gelmekte olan falakaya yıkıp
elindeki değnekle döğerdi. Yangın çıktığında Ağa sadrazam ile birlikte yangın
yerinde bulunurdu. Başına giydiğine, Kalanat denen, kırmızı çuhadan ovale
yakın bir şekilde olup, üstü dilimler meydana getirecek şekilde dikilmiş ve ön
tarafından biraz yeri açık, diğer tarafları ise çatal ve iri olarak sarılmış,
sarık ile örtülmüştür. Arkasına üst ismi verilen kolsuz bir kürk giyerdi. Bu
kürkün bir karış kadar bölümü ön taraftan görünür ve omuzların alt tarafianyla
bütün her tarafına bir miktar kürk konurdu.
Ağanın bir de kırmızı
şalvarı olup ayaklarına sarı mest ve pabuç ve beline süslü bir hançer takardı.
Gümüş takımla süslenmiş ata biner, resmi günlerde ve yol yürüyüşlerinde önünde
ocağa mahsus tuğ, arkasından da dört yedek at gider, her iki tarafında şatır
isimli bir hademe (koruyucu) bulunup sancağı* ile mehterhane takımı da arkadan
gelir, Cuma günleri camie giderken önünde bir sebilci halka su dağıtırdı.
Ağanın tahsisatı, Kanuni Sultan Süleyman zamanında ayda 60 bin kuruşa varırdı.
(Teşkilat ve Kıyafet-i Askeriye)
Karamanoğlu Mehmet Bey Bursa'yı muhasara ederek etmediği zulüm kalmamış olan
bu Mehmet Bey, babası Alaaddin'i, Sultan Bayezid hazretlerinin burada hapsetmiş
olmasının intikamını almak üzere, Sultan Bayezid Han'ın kabrini açtırarak
kemiklerini yakmıştır. Bir kabre, bir mevtaya gösterilecek riayetin tam
tersini icra etmek, Timurlenk'te bile rastlananlardan değildir. Velhasıl Sultan
Mehmet Çelebi Hazretlerinin Bursa'ya gelmeyi geciktirmeyeceğini Musa Çelebi'nin
naşının gelişinden anlayınca, alelacele yapabileceği fenalıkları yapmış,
böylece tası tarağı toplayıp memleketine kaçmıştır. Kumandanlarından
"Harmantanesi" isimli biri latife yollu sözü sever bir zat, o
alçağın böyle hızlı kaçışı karşısında dayanamayıp demiş ki,
"Osmanogullanndan bir ölü (Musa Çelebi'nin naaşı) seni bu kadar korkutup
kaçırırsa ya bunların bir dirisi gelecek olsa ne yapardın?"
Mehmet Bey bu hakarete
çok kızmış ve zavallı "Harman-tanesini" bağırta bağırta boğmuştur.
(Mufassal-Hülasa)
İlk Elçi
Devleti Aliye tarafından Avrupa'ya ilk defa elçi gönderilmesi Sultan Çelebi
Mehmet zamanındadır. Venedik tarihlerinin beyanına göre, Çalı Bey isimli bir
Osmanlı kaptanı 30 parça gemi İle Gelibolu'dan çıkarak, Naksos, Andro, Yoros,
Milos adalarını vurmağa gitmiş. Bu sırada Piyetro Lo-redano isminde bir Venedik
kaptanının idaresinde bulunan 15 parça Kalitayla karşı karşıya gelmişti, iki
kaptan birbirleriyle savaşmaya izinli değildiyseler de Gelibolu'ya dönen Osmanlı
donanmasından zehirli oklar atılmış ve Kaptan Da-no'da bunu harbin şartı kabul
etmiş. Meydana gelen savaşta Osmanlılar mağlup olmuşlar, gemiler düşman eline
geçmiştir. Halbuki Venedik Cumhuriyeti o sıralarda Osmanlı himayesine
girmişti. Bu vaziyet karşısında Venedik'ten gelen elçiler ile Edirne'de bir
mukavele yapılmış, bunun gereği olarak İki taraf esirleri değiş tokuş etmiş,
Venedik eskiden olduğu gibi yeniden vergi vermeğe razı olarak devleti aliyeyi
hami 'olarak kabul ettiğini bildirmiştir. İşte bu antlaşmanın metninin bir
nüshası Venedik'e götürülmüş, bu nüshayı götüren zat ilk elçimizdir.
Zülkadiriye Devleti Maraş taraflarında H. 780/M.1378 yılından, H.921/M.1515 senesine
kadar hükümet olarak yaşamış, küçük bir Türkmen devletidir. Zülkadir Zeyneddin
Karaca isimli bir Türkmen aşireti reisi tarafından kurulmuştur. H.780/M. 1378
senesinde Maraş'ı, biraz sonra Elbistan'ı almış, oğlu Halil Bey, Malatya,
Harput ile Besni'yi ilave etmiştir.
Sultan Çelebi Mehmet,
Zülkadire evladından Suvla Bey'in kızı ile evlenmiştir. Sultan ikinci Murad da
yine bunlardan Süleyman bey'e bir elçi göndererek, beş kızından en güzeli olan
Sitti hâtûnu oğlu Fatih Sultan Mehmet'e almıştır.
Bu hükümet Yavuz
Sultan Selim zamanında Osmanlı topraklarına ihlak olunmuştur.
Zuİkadiriyelilerden 141 sene içinde 9 tane hükümdar gelip geçmiştir. Zeyneddin
Karaca-Haliî Bey-Zeyneddinoğiu Suvla Bey-Halil Bey oğlu Nasraddin-Süleyman Bey-Arslan
Bey-Şahbudan (iki defa)-Şahsuvar Bey-Alaüddevle.
Sürre Alayı Gönderilmesi Sürre, kese demektir. Osmanlı padişahları içinde
Haremeyn, yani Mekke ve Medine'ye memur olan Şerife ilk sürre (kese) yollayan
Sultan Çelebi Mehmet'tir. Ancak gönderilen sürrenin miktarı ve cinsi bilinmemektedir.
Sultan ikinci Bayezid her sene yansı Mekke, diğer yansı Medine ulemasına taksim
olunmak üzere 14 bin altun göndermeyi itiyad etmiş.
Yavuz Sultan Selim,
Mısır'ı fethettiği zaman, Mekke Şerifi olan Seyid Berekât onüç yaşındaki oğlu
Ebu Nâmi'yi Mısır'a göndermiş ve Peygamberin emanetlerini Beytullahın anahtarlarını
da beraberinde yollamıştı. Sultan Selim bu vaziyetten pek mahzuz olup sevindi,
seyyid Nâmi'ye fevkalade hürmet ve riayet gösterdi. Tarihler bu sırada
H.923/M.1517 yi gösteriyordu. Hicaz'ın tamamında ve Tihame'de Selim adına
hutbeler irad olunuyordu.
Padişah Arafat'ta
kendi adına hutbe okunmasının teşekkürünü ifa için, Haremeyn yani Mekke ve
Medine ahalisine iki-yüzbin flori altın ile hububat yolladı. Bunların
dağıtımını yapmak içinde iki tane dinine bağlı kadı iie Emir Muslihiddin
isimli bir zatı vazifeli kıldı. Bundan başka her sene böyle bir Suree-i Hümayun
gönderilmesini ferman etti. Bu Muslihiddin, Osmanlıların ilk Hicaz valisi olmuş
demektir. Bundan evvel Mısır'da bulunan Çerkeş Melikleri, "Sadakat-i
Mısınye" adıyla Surre yollarlardı. Hicaz ahalisi ise, Yavuz'un gönderdiği
surreden çok memnun olduğundan, buna "Sadakat-ı Rûmiye, adını verdiler.
Şeyh Bedreddin ve Tarikatı Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal'in Anadolu'da
yaymak istedikleri yolun esası, hanımlar müstesna benim evim, senin evindir
anlayışına dayanır. Diğer bir değimle evimden, evin gibi istifade edersin
düsturu imiş. Bunlar islam alimleri ile papazların koymuş oldukları bidatleri
kaldırmak ve iki dini bir din haline getirmek hilesiy-le ahmak ahaliyi
kandırmaya çalışmışlardır. Hatta Börkîüce; yanına üçbin kadar adam toplamıştı.
Şeyh Bedreddin, İznik'te bu işlerden habersizmiş gibi görünüyor, ancak gelen
gidenlerle görüşüyor, ilim ve irfanı iie onları yönlendiriyordu. Börklüce
Mustafa, Anadolu'da Dede Sultan adını almış ve her ikisinin topladığı adamlar
bir rivayette onüç bin kişiye varmıştır.
Bir rivayete göre,
Şeyh Bedreddin'in üzerine giden Şehzade Murad Hz.leri kendi adamlarının
bazılarını güya kaçıyor-larmış gibi Şeyhin tarafına yollamış, bunlar da,
Bedreddin'i aniden tutup, elini ayağını bağlayıp, Edirne'ye göndermişler. Orada
da ulemadan kurulu bir meclis toplanmış, Şeyhin davası görüşülmüş, bâtıl
olduğu ortaya çıktığından idamını kararlaştırmışlardır. Bunların İslam ile
Hrıstiyanlığı birleştirip, yeni bir din icadına varmak istediklerinden,
içlerinden Hristiyanlardan, papazlardanda müridler vardı. Şeyh efendi; asılıştan
evvel abdest almış ve tevbe etmiştir.
Bir aralık Börklüce
Mustafa, Sakız adasına iki mürid yollamış ve orada dünyadan el çekip oturan
bir rahibi yeni tarikine katmıştı. Meşhur tarihçi Duka, bu rahip ile görüşmüş.
Rahip, Duka'ya: Bu gelen adamların kumaştan terlik giymelerine rağmen deniz
üzerinde yürüdüklerine söylemiş. Hatta kendini kandırdığı gibi tarihçiyi de
kandırmaya uğraşmış.
Akıncı Askeri
Osmanlıların ilk askerliği Akıncılık İle başlamıştır. Bu asker; Osman Gazi
zamanında meşhur Köse Mihal tarafından meydana getirilmiştir. Bunlar ülke
yakınlarında olan yerlere saldırırlardı. Orhan Gazi zamanında Yeniçeri ve
Sipahi kuruluşları gerçekleştiğinde özel bir sınıf olmuştur. Mihal bey
sülalesi bu özel birliğin başında bulunurdu.
Akıncılar ikiyüzelli
sene kadar Osmanlı ordusuna hizmet etmiş, süvarilerdir. Bunlar kış mevsimi
boyunca ya evlerinde yada meslek icabı olan işlerinin başında bulunurlardı.,
Yaz gelince toplanırlardı. Seyislerİyle, atlarına gayet güzel bakarlardı.
Bunların on tanesine bir onbaşı, yüz tanesine bir subaşı, bin neferine ise bir
binbaşı kumanda ederdi. Hücumları akın demekti. Bir yere hücum edecekleri zaman
bir kaç fırkaya ayrılırlar, Önce birinci fırka girip rastladığı kasaba ve
şehirleri yakar, sonra bunların arkasından öteki fırkalar gelip yağmaya
başlarlardı. Bu asker bir zamanlar civar ülkelerde dehşet salmıtı. Bunlardan ve
diğer çeşit askerimizden sonra- . farı "Serdengeçti" ve
Dalkılıç" ismi ile iki sınıf daha cesur gayretli askerimiz ortaya
çıkmıştın
Makedonya Balkan
yarımadasının güney kısmının ortasında bir bölgedir. Şimdiki taksimatta,
Selanik vilayetinin her
tarafıyla. Manastır
vilayetinin Serfice ve Kosova vilayetinin Usküp sancaklarını ve Bulgaristan
krallığının Köstendi! mutasarrıflığını içine alır. Buranın genel olarak havası
mutedii olup, her ne kadar alçak ve bataklık taraflarında sıcaklık çok isede
ayrıca, sıtma varsa da orta yüksekliklerde vadiler ile bayırlarında hava pek
latif ve sağlamdır. Dağlarında soğuk çoktur. Toprağı ise verimlidir. Buğday, arpa,
çavdar, yulaf, mısır vesaire gibi zahire yetişir, pamuk, tütün, haşhaş ekilir.
Doğu taraflarında tütün istihsali meşhur ve kalitelidir. Nüfusu ikimilyon
kişiye yakındır. İslam, Rum, Bulgar, Yahudi, Ulah gibi unsurlardan meydana
gelmiş topluluk vardır. Meşhur büyük İskender, çok eski zamanlarda Makedonya
kralı idî. Makedonya'nın imar olmaya fevkalade kabiliyeti vardır. Şimdiki
halinde içinde, biri Dedeağaç'dan Selanik'e, diğeri Sela-nik'den Usküp'e, yine
Selanik'den Manastıra kadar üç tren hattı çalışmaktadır.
Yeni Osmanlılar,
İslam, Hristiyan ve diğer vatandaşlar arasında uhuvvet, müsavat kanununu vaz
ettiklerinden yani ilan ettiklerinden kısa zaman içinde Makedonya pek büyük
başarı ve ileri gidişlere kavuşacağından şüphe edilmemelidir.
Kılıç Kuşanma
Taklid-i Seyf, kılıç kuşanmak demektir. Osmanlı padişahları, tahta geçişleri
esnasında yapılan umumi biattan sonra kılıç kuşanma eski adı ile Taklid-i seyf
merasimi ve bunu yapacak alay teşkil olunurdu. Sultan Murad padişah olduğu haberini
Amasya'da aldıktan sonra, yanındaki adamlarıyla Bursa'ya doğru yola çıktı.
Buraya yaklaştığında Bayazid'in damadı Şeyh"-i Mübarek Emir Buharı
hazretleri; ahali ile beraber şehir dışına çıkıp, karşılamış ve Sultan Murad'a
kendi elleriyle kılıç kuşatmıştır. Hatta Sultan Fatih Mehmed de; Akşemseddin
hazretleri eliyle kılıç kuşanmıştır. Yavuz Sultan Selimden sonra gelmiş olan
padişahların hepsi
teberrüken bu zatın
kılıcını kuşanırlar ve bu merasim İstanbul'da Hz. Eyyüb ül Ensari türbesinde
yapılırdı.
Edebiyat-ı Tarihiye Numuneleri Çelebi Mehrned'in oğlu sultan 2. Murad; saltanatı
günlerinde yardımda hüküm eden ve kanaat ile hükmeden iki zıt olgunluğu
kendinde toplama başarısı göstermiştir. Sulh ve Cihadı Kur'an hükmü himayesi
altında, Yunanlıların merkezi olmakta bulunan Mora'da yaymayı başardı. Eşi
görülmez yardımları sayesinde Bosna ve Arnavutluk beylerini cizye verir hale
getirdi. Bundan sonra, yüzünü cihad yolu düşmandan, kendi nefsine cihad etmeye
çevirdi. Bunun neticesinde baba ile oğlu birbirini yemeye götüren, kardeşi
kardeş kanını içmeğe sevk eden taht'i hiç bir nefsi azgınlık tesirine düşmeden
oğlu 2. Mehmede terk ederek, uzlet kuşesine çekildi. (Devr-i istila Kemal)
Osmanlılarda İmar usulü Osmanlılar meydana çıkışlarının başından itibaren
medeni bir fikir takip etmişlerdir. Her camiin yanında bir mektep, bir medrese
ve fakirlere özel bir imaret yani aş evi, yaptırdıkları gibi şehirleşme
tercihleri münasebetiyle yeni yeni kasabalar yaparlardı.
Ezcümle; bu günkü gün
Edirne vilayeti içinde bulunan Ergene kasabasıyla köprüsü hayret verecek
tarzda bir imar stili gösterir. 2. Murad zamanında burasının bataklık ve
ormanlık olmakla eşkiya yatağı halindeydi. Gelenin geçenin soyguna maruz
kaidığı anlaşıldığı için, bir kasaba kurulmasına karar verildi. Yapılan köprü
bu gün bile Cİsr-i Ergene yani Ergene Köprüsü diye yâd edilir. Yüzyetmişdört
kemerlidir. Hemen hemen tamamı durmaktadır. Kurulacak bu kasaba için, köprünün
uç tarafından itibaren bir cami, bir hamam, bir imaret, bir kervansaray ve
hizmetkarların barınmaları için yeterli sayıda evler inşa etmişlerdir. Bir
kasabanın kurulmasında bunlardan mühim binalar akla gelebilirini? Osmanlılara
yıkıcılık yüklemek isteyenler, Ergene gibi nice köprülerin, kasabaların
kurulup, yapılmasını bilmediklerinden böyle garazkar bir anlayıştadır. Hazreti
padişah bu imar İşlerinde yapılan aşe-vinde ilk yemeği bizzat kendisi dağıtmış
camiin mumlarım ise bizzat kendi elleriyle yakmıştır.
Sultan Murad'in Halil Paşaya İfadesi Bunca zamandır Allahın kulları için çalışıp Islamı
fitneden uzak tutmak ve düşmanın kat'ı hayatını kılıç sesleri ile def edip,
devlet uğruna gayret ettik. Bir müddet için hükümetten el çekip, inziva köşesine
çekilip, asude olmak hatırımızdan geçer.
"Ehl-i tecridin
külahı tac-ı istiğnasıdır Saltanat dedikleri ancak cihan gavgasidır"
Saltanat ve ihtişamın
neticesi ne idiki bilindi ve nakş-ı makam ve saltanat levhası hatırımızdan
silindi. Fazilet ve Rahmana sığınalım.
Zamana hükümet üzere
yâd edelim, bu geçici dünya devletinden el çekelim. Dünya hayatında ahiret
tarlasına dualar ekelim. Daima nefisle cihad edelim. İyi ve güzel şeyler isteyelim.
Övündüğüm oğlum Mehmed Hânı, millet ve mülkün başına getirmek şeklini münasip
gördüm. Deyince: Halil Paşa, men etmeye kadir olmayınca, hemen ferman ile
şehzadeye:
"Hemen emreyledi
yazıldı name/Geherkiz oldu elfazile name" (Solakzade)
Askeri Teşkilat
Osmanlı ordusu esasen kapıkulu ve Eyalet askeri adlarıyla iki kısımdan ibarettir.
Kapukulu (Hassa askeri) demekti. Maaştan aşka tayinat dahi alırlar ve başşehirde
kışlada otururlardı. Sonraları, taşralarda kaleler ve mühim mevkilerde de
bulundurulmuşlardır. Kapukulu piyade ve süvari İki kısma ayrılmıştı. Kapıkulu
piyadesi: Acemi oğlanları, Cebeciler, topçular, top arabacıları, humbaracılar,
sakalar adıyla yedi ocaktan meydana gelmişti. Cebeci ocağı: Piyadenin silah
ve cephanesini tamir ve dağıtımının ve muhafaza ederdi.
Şimdiki tabur tüfenkçi
ustaları makamında idiler. Bunların kumandanlarına Cebecibaşi denirdi.
Topçu Ocağı:
İsmindende anlaşılacağı gibi top hizmetinde, hemde top namluları dökmek ve
kundak imal ve ateşleyici maddeler hazırlama hususlarında kullanılırdı.
Amirlerine Topçubaşı denirdi. Top dökümhanesi müdürüne Dökücübaşı denirdi.
Arabacıocağı: Top
arabalarını sevk ve harekete memur olanlardı, Humbaracıbaşilar: Havan adı
verilen toplarla hum-bara atan askeri sınıftı. Lağımcılar: Kale kuşatmalarında
ve savunmalarında yer altından yollar kazarak lağım yaparlardı.
Saka ocağı: Kapukulu
ocaklarını meydana getiren ortaların sularını temin ederlerdi.
Kapukulu süvarisi
devamlı olarak silah altında bulunan süvari birliğiydi. Bunların başşehirde
kışlaları yoktu. Fakat at beslemek hususunda, kolaylık olmak ve yakın bulunup ilk
emirde çabucak toplanabilmek üzere İstanbul ile Edirne ve Bursa şehirleri
arasında köy ve kasabalarda otururlardı.
1. Silahdar
2. Sipahi
3. Sağ tilufeciler
4. Sol ülufeciler
5. Sağ gureba bölüğü (gureba-i yemin)
6. Sol gureba bölüğü (gureba-ı Yesar)
isimleriyle altı
bölükten mürrekkepti. Bu bölüklerden baştan ikisine baş denir. Diğer ikisine
orta, son ikiliye aşağı bölükleri denirdi.
Baş bölüklerden
Silahdar bölüğüne Sanbayrak sipahi bölüğüne kırmızıbayrak, bölük-ü erbaa yani
dört bölük diye tarihlerde yazılı olan ise Alacabayrak ad olmuştu.
Macarlar Eski
tarihlerimizde Macarlar, Engürüs adıyla yazılıdır. Bunların asıllarının
Türklerin asılları ile münasebetleri vardır. Avrupada şimdi bulundukları
yerlere Volga ve CJral nehirleri taraflarından gelmişlerdir. Esasen Asya
kavimierin-dendir. İnsanlığın Turan denilen zümresinin, Finova
şubesin-dendirler. Rusyanın kuzey taraflarında bulunan Lapon'lar,
Finlandiyalılar ve eski Bulgarlarla lisan ve cinsiyetçe yakınlık ve
benzerlikleri çoktur. Macarlar çok eski zamanlarda Cln-gar veya Hungar ismiyle
üral dağlarının güneyinde otururlardı. Onlarda tıpkı Türkler gibi, Hızr
denilen bir kavmin tasallu-tuyla vatanlarını terk ederek Avrupaya doğru
gelmişler ve Karpat dağlarını geçerek şimdiki Macaristan sahrasına yerleşip,
orasını ikinci vatan olarak seçmişlerdir. Macarlarda vaktiyle aşiret halinde
yaşamışlardır. Avrupada yerleştikten sonra Hristiyanlığı kabul ederek, lâtin
lisanı üzere okuyup yazmışlardı. Lisanlarında islavca ve latinceden başka.
Almanca ve uzun zaman Osmanlı hükümranlığı altında kaldıklarından, Türkçeden de
bir çok kelimeler almışlardır.
Hicri 840/M.1436
senesinde Vilakoğlunun kızı prenses Mari'ya'yı alarak evlenen düğününe
Edirne'ye gelmeyen ve Semendire muhafazasını oğlu Jorj'a bırakarak Macar
kralının yanına kaçtı.
Şimdiki Padişah
huzur-u hümayunda Drakuiayı sorguya çekerek neticesinde Gelibolu'da hapsetme
kararına vardı. Tekrar Sırbistan üzerine yürüyerek, Osmanlı inşaatından olarak
Semendire zapt ve Belgrad muhasara ediidiysede netice elde olunamadı. Bosna
kralı ödediği vergiye zam yaptı. Ra-kuza ve Venedik elçileri gelip, tebrikler
sundular.
Bu sırada Macar kralı
ve Almanya imparatoru Sigismund öldü. Yerine Vladislas adında onaltı yaşında
bir genç kral oldu. Belgrad muhasarasından sonra Mezid Bey kumandasında
olarak Macaristanın Erdel dediğimiz Transiîvanya eyaletine dalan ordumuz; Zeni
İmre yakınlarında bir Macar ordusunu bozduktan sonra, Hermanştad muhasarası
için durduki; meşhur Jan Hünyad bu muhasaraya imdad için gelerek Mezid beyi
bozdu. Oğlu ile Mezid Beyi esir alıp öldürdü. Bunun üzerine Macarlar
ilerlediler. Sultan 2. Murad Kula Şahin Macarlar; Aîmus namındaki hânlarının
maiyetinde olarak, şimdiki Macaristana girmişlerdir. Almus'un oğlu Arpad;
Almanya imparatoru ile anlaşarak Macaristanda kalmış ve kendisine CJngaruya
Dukası unvanını verdirmiştir. Hristiyanhğı bundan on asır evvel kabul eden
İstefan adlı Düka'dır. Miladi 1000 tarihinde Papa, İstefan'a Macar kralı
unvanını verip, bir de taç hediye etmiştir.
Arpad sülalesi miladi
sene 1301 de yıkılmış, Macarlar bundan sonra krallarını seçerek tayin usulünü
kararlaştırmışlardır. Bunlardan Sigismund'u pek güzel tanırız.
Miladi 1570 senesinde
şimdiki Avusturya imparatorunun mensup bulunduğu Habsburg hanedanını kral
tanımıştır. Ancak, 1848 de ihtilal yapmışlardı. Rusya'nın yardımıyla,
Avusturyalılar galip geldiler. 1868 de şimdiki imparator Avusturya ve
Macaristan devletini kurup, Avusturya imparatorluğu ve Macaristan krallığını
meydana getirdi. 1848 ihtilalinde Macar kumandan ve asilzadelerinden pek çok
kimse Osmanlılara iltica etmişti. Merhum Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa, Müşir
Mehmed Ali paşa, Mahmud paşa, Mirliva Osman Paşa, bunlar arasındaydı.
Zamanımızda da yeni Osmanlılar ile Macarlar arasında büyük bir dostluk meydana
gelmiştir. Bir asıldan çıktığımız için, Macar kardeşlerimiz deyimi biz de dahi
pek büyük hisler uyandırır. Şimdiki Macarlar sanayide, ilimde, ileri
gitmektedirler. Bu gün başşehirleri olan Peşte, Avrupanın ortasında inci gibi
duran bir şehirdir, ticaret ve ziraat bakımından günden güne ileri
gitmektedirler.
Eyalet Askeri
Eskidenberi Osmanlı devleti eyalet ve sancaklara ayrılmış bir idare tarzına
sahipti. Eyalet, adeta vilayet demektir. Eyaletlerde vezirler, beyberbeyîeri,
mirmiran-lar, sancaklarda da, mirlivalar, beyler bulunurdu. Vezirlerden
başkalarına ümera (kumandan) denirdi.
Osmanlı devleti sırf
bir askeri hükümet olduğundan vezirlerle, komutanlar hem devlet işlerini hem
de askeri işleri yaparlardı.
Eski tabirlerden
Dirlik, geçinecek toprak demektir. Senede yüzellibin akçeden çok değerli olan
tımarlara Has denir. Bunlar vezirler ile kumandanlara tevcih olunurdu. Has
sahibi olan eyalet paşaları ile sancak beyleri savaşlara gittiklerinde diriik'ieri
kaçyüzbin akçeden ibaret ise, beher beşbin akça İçin bir cebeiü, yani silahlan
mükemmel ve kendisi savaşa elverişli bir süvari götürmeye mecburdu. Mesela:
üçyüzbin akça hassı olan bir vezir, mutlaka altmış cebeli götürecekti.
Eyalet askeri: Bir
kolu piyade, serhad kulu ve topraklı isimli süvari askerinden kurulmuştu.
Yerli kolu; eyalet
paşaları ile sancak beylerinin kumandası ve idaresi altındaydı. Bu asker
hizmete girdiği zaman maaş ve tayin alırdı. Bunlar; Azab, Sekban, Tüfenkçi,
Acaralı, lağımcı ve müsellimler adları ile anılan beş sınıfa ayrılmıştır.
Azab sınıfı; Sırf
beygirlerden kurulmuştu. Sekbanlar: fevkalade ihtiyaç zamanında kendi
arzularıyla asker olan köylülerdi. Acaralılar: Hudutlarda bulunan kaleler ve
şehirlerdeki topçulardı. Bunlar ücret verilerek istihdam olunduklarından
Acaralı namını almışlardı. Müsellimler: Ordu öncülerinin de önünde gidip,
yollar ve köprüleri keşf ve Tâmİr ederlerdi. Müsellimler, çoğunlukla Rumeli
tarafından olup, ekseriya hristiyanlardan olurdu. Anadolu müseilimlerine Yörük
adı verilir, Serhad Kolu: Hudud boylarında düşmanın yapacağı tecavüzleri men
etmek için kurulmuştur.
Bir süvari sınıfıydı.
Devamlıydılar. Bunların deli (delil), gönüllü ve beşli (helak edici) adlarıyla
üç şubeye ayrılmışlardı.
Topraklı süvari: Has
Umar ve zeamet sahiblerinin savaş zamanında çıkardıkları cebelü askeriydi ki
sulh zamanlarında devletin gösterdiği toprağı ekerler ve bu ürünün öşürü ile geçinirlerdi.
Yirmibin akçadan, yüzbin akçaya kadar kayıtlı hasılatı olan dirliğe zeamet üç
veya altibin akçadan yirmibin akçaya kadar olan dirliğe de, tımar denirdi.
Tarih deyimleri
Eski tarihlerimizde bazı isimler, terkibler vardır ki; şimdiki halde boş olduğu
için birdenbire anlaşılamaz. Bu sebeple icab ettikçe birer ikişer
yazılacaktır.
Engürüs-Macar.
Nemçe-Avusturya. Las-Sırp. Erdel-Maca-ristanm şimdiki Transilvanya bölümü.
Boğazkesen-Rumelihi-sarı. Arnavudluk İskenderiyesi-İşkodra. Küsovveh-Kosova.
Lasoğiu-Lazari. Güzelcehisar-Anadoluhisar. Vilakoğlu-Jorj Brankoviç.
Alacahisar-Karoşeviçe. Yaiakabad-Yalova. Serf-Sırb. Balyos-Venedik Sefiri.
Kürodes-Korent (İnebahtı). Jigo-onu-Sigismund (Macar Kralı)
Kise-Akça Eski
zamanlarda keselerin içinde bulunan paraların altın ve gümüşten bulunduğu
için. miktarianda başka başkaydı. Bu miktarlar hemen hemen her asırda
değişmiştir. Yine eski zamanlarda akçada kese ve flori altını ki. Fatih zamanında
40 akçaydı. Onda sıra tabiri kullanılırdı. Tarihlerin bize açıkladıklarına
göre, önceleri kise denildimi, otuzbin akça veyahut onbin altun anlaşılırdı.
Sultan Fatih ile 2. Bayezid zamanında keselerin gümüşü otuz ve altunu
onbirlikti. Daha sonraları Trablus. Tunus ve Cezayir darbhanelerinde basılmış
olan Sultan altunu keselerinin her biri. bin adedlik olduğu gibi H. 944/M.I537
tarihlerinde yirmi bin. Hicri İ070/M.1660 tarihinde kırkbin ve 1 1 00 H./M.
1689 dan sonraki senelerde ellibin akça bir kese olarak itibar olunmuştur. Son
senelerde İstanbul.
Kesesi, Kese-i Rumi,
Kese-i Divanı, Kese-i Mısri diye keselere isimler verilmiştir. Keselerin
miktarı hal ve zamana göre ve nakitin revacına göre değişmiş ve en sonra
beşyüz kuruşta kalmıştır. Yakın zamanlarda maliye hesaplarında muamele
afeiumum kese üzerine yapılır, alış verişde de, kese kullanılırdı. Beş keseye,
yüz keseye aldım tabirleri ise on-on-beş seneden beri işitilmez oldu. Hatta 2.
Sultan Mehmed zamanında basılmış olan madeni para kullanılmağa başladıktan
sonra, altılıklar ile beşlikler, yüzlükler, ellilikler sayılıp verilir,
yirmilikler, onluklar ise sayılmakta zorluk çekildiği için, yirmilikten bin,
onluktan ikibin adedi bir keseye konulup, öylece beşyüz kuruş üzerinden
alınıp, verilirdi.
Akça: Sultan Orhan
Gazi zamanında kesilen ilk Osmanlı sikkesi yani parasıdır. O zamana kadar
dirhem ismi ve usulü kullanılırdı. Bu isim ile usul kaldırıldı. Moğol lisanında
beyaz sikke manasında olan akça kelimesi kabul edildi.
Sultan Orhan zamanında
kesilen akçalar arasında iki ak-çalık ve Sultan Mehmed zamanında kesilenlerde
de, on ak-çaiık sikkeler mevcuddur. Hatta 2.Murad vezirlerinden Lala Yörgüç
Paşa; padişahın müsaadesiyle Anadolu da akça kestirmiştir ki, Lala Yörügüç
akçası diye anılırdı. Beylerbeyi akçası, kalp akçe, kızıl akçe, kırık akçe
adlan ile bir takım sahte ve mağşuşları (ayarı bozuk) da meydana çıkmıştır.
H.1234/M.1818 tarihinden
sonra akça kesilmemişti. (Tak-vim.-i Meskukat-ı Osmanı)
Rüşvet Tarihlerimizde
rivayet edilirki: Fatih, bir gece sabaha karşı sadrazam Halil Paşayı yanına
çağırtır. Paşa, bu vakitsiz davetten çok büyük bir telaşa kapılır. Hayatından
artık hiç ümitvar değildir. Yanına bir miktar altın alarak padişahın huzuruna
çıkar. Sadrazamını telaşlı gören padişah:
-Lala emin ol, ne
hazineni isterim, ne hayatına kastım vardır. Muradım yâni isteğim, yalnızca
İstanbulun fethine yardımcı oimandsr. Bu yastığı gördünmü? uykusuzluktan döne
döne bu hale getirdim. Gece gündüz hayal ettiğim İstanbul fethi, hasıl
olmadıkça rahat etmek ihtimalim yoktur.
Paşanın vaadi üzerine:
-Rumların parasından
sakın, Emri tehdidini söyler.
Evrak-i Perişan-Kemal.
Sırplar
Sırplar; bundan binikiyüz, binüçyüz sene evvel Ma-caristanda bulunan Karpat
dağlarının öte taraflarından, şimdi bulundukları araziye hicret etmişlerdi.
Bunlar çeşitli kabilelerden meydana gelmişlerdi. Hükümetleri yoktu.
Hristiyanlığı kabul ettikten bir asır sonra yani H.1019/M. 1610 tarihinde
İstanbul imparatoru Vasil'in zamanında Bizans devletinin eyaleti haline geldi.
Bunlara ilk defa istikbal kazandıran İstifan, krallığı ilan etmiş, bunun-
torunlarından Istefan Dusan. Makedonya ile Arnavudluğu, Teselya ile Yunanistamn
kuzey tarafını zaptederek, büyük bir hükümet kurmuştu. Bu sülale M. 1369
senesine gelince yıkılıp, Dukaçin sülalesi onun yerine geçip, hakim oldu.
Osmanlılarla ilk defa savaşan bu Du-kaçin'dir, Adı geçen mağlup oldu ve öldü.
Kosova savaşında, Sultan 2.Murad'a karşı duran krallar arasında bu sülaleden
Belinoviç isimli bir kral vardı. Bu da savaş esnasında mağlup olanlardan olup,
sonradan ölmüştür. Sırbistanın tarihi bundan sonra Osmanlı tarihi ile birlikte
yürür.
Fetihten Sonra
Hz. Fatih bütün vezir ve kumandanları yanında olduğu halde Eğrikapıdan
muzafferan girdiği zaman, doğruca Ayasofya'ya giderek, o büyük mabedin latif
mimarisine hayranlıkla seyre bakmış ve bu sırada Yeniçerilerden biri kilisenin
güzel taşlarından birini sökmeye uğraştığını görünce, elindeki topuzla herifin
başına vurarak: "Ben size malca olan yağmaya ruhsat vermiştim. Mülk ise
benimdir. "Diyerek taşın sökülmesini engellemiştir. Bu sırada ise namaz
vakti girdiğinden, Ezan-ı Muhammedi okunmasını emrederek, Ayasofya'da cemaatle
namaz kılmıştır. Bu namazın ikindi namazı olduğu söylenir.
Padişah, Grandük veya
büyük amiral denilen ve imparatordan sonra Rum imparatorluğunun en büyük adamı
olan Luka'yı huzuruna çağırıp, iltifatlarda bulunmuş, imparatorun nerede
bulunduğunu sorarken, huzura bir kaç subay girerek dışarıda iki Yeniçerinin
imparatoru kendilerinin öldürdüklerini söylediklerini haber vermiştir. Fatih
binlerce yıllık eski bir devletin varlığını yerin dibine sokmasına ve son
imparatorun ölmüş olduğuna göre bunun başını teşhir etmek ve Osmanlı
topraklarındaki muarızlarına geldiği noktayı göstermek için imparatorun
cesedinin bulunmasını, kellenin getirilmesi emrini verdi. Cesede kısa zamanda
varıldı. Kostantin, kendisinin hükümdar olduğunu belirtme alameti olarak
üzerine ufak ufak altından karakuşlar mıhlı Erguvan renkli ayakkabılar
giymekteydi. Cesed huzuru padişahiye getirilince; başın Anadolu teşhiri,
vücudun ise hristiyan dini icabatına göre saygı ve ihtiramla derlenip defnini
emretti.
İmparator Kostantin,
Osmanlı askerinin surlardan içeriye girdiklerini ve iş işten geçtikten sonra
şuraya buraya baş vurarak: "Beni öldürecek bir hristiyan yokmu? Diye
feryada başlamıştı. Rivayete göre iki yeniçeri imparatoru tanımışlar ve üzerine
kılıç üşürerek biri yüz tarafında diğeri arkasından iki büyük yara açmışlardır.
Kostantin bulunduğu yere düşüp, hayatını kaybetmiştir. (Mufassal)
Patrik Tayini
Rum tarih yazarlarının rivayetine göre; İstanbul'da camiye çevrilen kiliselerin
sayısı kırkikidir ve çoğunun isimlerini Rumlar bilmediği gibi eski eser
uzmanlanda bilmemektedir.
Fatih, İstanbula
girişinin üçüncü günü Rum-ortodoksların patrik seçmelerini emretmiştir. Bu
sebeple eski rum İmparatorları zamanında yapılmakta olan merasimlerin aynısı
tatbik olunmuştur. Seçilen patrik, padişah ahırından gönderilen gayet güzel ve
süslü eğerler ve üzeri beyazlarla örtülü bir ata binmiş olarak yanında ruhani
heyet olduğu halde saraya geldi. Fatih, taht üzerinde oturduğu vaziyette ve
yanında saltanatın gereken memurları bulunduğu halde üstü incilerle süslü
kendisi altından yapılmış bir asa verdi. Papazların hepsi bir ağızdan padişaha
dualar okudular. Dua okunduktan sonra Fatih, ayağa kalktı. Patrikde ayak öptü.
Dua bir daha tekrar okunduktan sonra ziyafete davet edildi. Ziyafetten sonra
padişahın yanında bulunan vezirler, paşalar alay-ı vâlâ ile patriki,
patrikhaneye gönderdiler.
Fatih, diğer
mezheplere bağlı Hristiyanlann da reislerinin vazifelerinde kalmaları hususunda
emirler yayımladı. Bunlara da birer kılıç, asa ile birlikte istiklal vermişti.
Ermeni. Slav Latin Hristiyaniar kendi mezheplerinin papazları ile başbaşa
kalmışlardır. Ahali ile diğer gönüllü, her milletten yabancılar,
Cenevizliler,
Venedikliler, yabancı kaptanlar bile müdafiiler içindeydi. Hatta Garan isimli
bir de Alman topçu vardı.
Donanma, altısı ecnebi
ve büyük küçük yirmiüç Rum gemisi olmak üzere yirmidokuz harp gemisinden
ibaretti. Bu kuşatmada hücum ve savunma için Katabult ismi verilen ok ve taş
atan mancınık, kule şeklinde harp makinesi, ok. rum ateşi denilen Garajova
ateşi ile top ve lağım atmak usulü her iki taraftanda kullanılmıştır. Rum
topları hem sayıca hemde hacim ve menzil itibariyla yetersizdi. Edirne'den
getirilip burada ateş edilen büyük top, kullanım esnasında parçalandı. Bu
parçalanma esnasında kendisini imal edenler arasında bulunan Urban Cistayıda
ölüme sürükledi. Baltaoğlunun kumandasında bulunan Osmanlı donanması önemli
bir güç olmadığı gibi ayrıca acemilikte vardı. Hatta ilk hücumda onse-kiz
gemiden meydana gelen filo, Sakız adasından gelen beş Ceneviz gemisine mağlup
oldu. Bu beş gemi rüzgarın yardımı ile donanmamızın ortasından geçerek
İstanbul limanının ağzına geldi. Rumlar buraya zencir germişlerdi. Zenciri kendine
has aleti ile indirip, limana dahil oldular.
Osmanlı Tarihinde Numune-i İbret Fatih Hz.len H.857/M. 1453 yılında büyük bir ordu ve
pek iri toplarla Edirne'den gelip, İstanbulu feth etmiştir. İşte Osmanlı
devleti şimdi merkez-i arz-i buldu ve Fatih hazretleri saltanat tarafını
tamamlayarak sahihan, "Melikül Mülük" oldu. Bir milletin saadet hali
beraberlik ve ittihattan, güzel ahlaktan geçer. Bu hükümden meydana çıkacak
netice tabiiki müsbet olur.
Osmanlılar Anadolunun
bir köşesinde küçük bir topluluk olarak yaşarken, Rumların mali bakımdan
kuvvetleri ve dünya hakkında malumatları olmasına rağmen, onlara üstün gelmeyi
becerdi. Hatta İstanbulun fethinden sonra Avrupaya yayılan Rumlar, oralarda
Osmanlı hakkında malumat yaymışlardır. Fakat içlerine garaz, nifak, ahlak-i
fesat girmiş bulunduğundan mali kuvvet ve ilimleri, kendilerini kurtarama-yıp,
Osmanlı emrine girip mahkumu oldular. İbreti! alem. (Tarih-i Cevdet)
Osmanlı Paralan
Sultan Orhan'ın bastırmış bulunduğu paraların bir yüzünde "La ilahe
illallah Muhammedenrasulullah" diğer yüzünde ise "Orhan Haledellahu
Melik yazılıydı. Sultan
1. Murad paralarının ise bir yüzünde yine
kelime-i şahadet, diğer yüzünde ise "Murad bin Orhan haledellehu
Melik" yazılıdır. Yıldırım Bayezid'inkindeyse, bir tarafı
"Haledeüahu Melik" diğer tarafı
"Bayezid bin
Murad" basılı olup, Çelebi Sultan Mehmed ve
2. Murad paralan da aynı şekildedir.
Devletimizde Fatih
zamanına gelinceye kadar altun para basılmamiştı. Sultan Fatih, zamanında
basılan altun paralar bir tarafında "Darb elnasr Sahib elaz vel nasr fil
berr vel bahr" diğer tarafında ise; "Sultan Mehmed Han İbnissultan
Murad Han darb-ı fi Kostantiniye" yazısı vardır. Ta Yavuz Sultan Selim
zamanına kadar bu böyle gitmiştir. Tebriz'in fethinden sonra, basılan
paralarda "Selim şah" unvanı basılı olduğu görülür.
Paralarda tuğra basımı
ilk defa olarak Emir Süleyman'ın bastırdığı Akça ve mangırlarda, bir de, Çelebi
Mehmed'in "Akça-i Yeganesinde" görülür. Daha sonraları bu tarz terk
edilmiştir. Ancak 3. Mehmed zamanında yeniden bu tarza dönülmüştür. Bu tuğralar, zamanımızdaki tuğralar gibi
düzgün değildi, tuğralar estetik ve güzelliğini 3. Ahmed zamanında
yakalamıştır. Yukarıda zikr ettiğimiz yazılardan başka eski Osmanlı paralarında
"Sultan el berr'in ve hakan el bah-reyn" veya sadece, "Sultan el
berrey" unvanlarıyla birlikte basılmış oldukları yer olan
"Kostantiniye" veya "İslambo!" kelimeleriyle basılmıştı.
Hatta 1. Abdülhamid Han altın paralarının üzerinde "Darb fi daraasitane
el aliyye" ve Sultan 3. Ahmed zamanında basılmış bulunan büyük fındık
acunlarının bir yüzünde tuğra ve öbür yüzünde "Azze Masr darb fi
Kostantiniye" menkuş yani nakşedilmiştir.
Doğu Roma İmparatorluğu Sultan Fatih, İstanbulu zapt ederek, ömrüne son
verdiği Doğu Roma imparatorluğunun İstanbul imparatorluğundan başka Doğu
imparatorluğu (Bi-zantiyun ve Bizans diye başka başka isimleri de vardır.
İstan-bulun eski adı Bizantiyundu.)
Bu hükümet M.395
tarihinde meydana gelmiş, 1453 senesinde yıkılmıştır, dernekki binelüsekiz
sene ömür sürmüştür. Bu müddet içinde altı devreye ayırmak mümkündür.
1. 395 den 565 yılına kadar, jüstinyanus adlı
bir imparator zamanında Batı Roma İmparatorluğu yıkılınca İtalya ile Kuzey
Afrika'nın ve İspanyanın bir kısmı eline geçmiştir.
2. M. 565 den 717 ye kadar. Bozulmaya
başlamıştır, kalyanın büyük bir kısmını kayıp etmiş, Sırplar, Hırvatlar, Bulgarlar
Tuna'nın güney tarafını zapt eylemişti. Suriye, Mısır, Afrika, Kıbrıs dahi
müslümanlar tarafından alınmıştır.
3. M. 717 den 867 senesine kadar: En mühim olay
papanın tesirinden ve katoliklikten ayrılmasıdır, kalyanın güney bölgeleriyle
Sicilya, Girid, Adana taraflarında İslam pençesindeydi. Bulgarların meydana gelen savaşlarla gücü
azalmıştı.
4. M. 867 den 1057 senesine kadar, Bulgarların
teşkil ettiği Makedonya hükümeti sıkıntılarıyla geçmiş ve bir aralık Bulgarlar
Sırpların topraklannada el koymuştur. Fakat imparatorluk Kıbrıs İle sicilya,
Halep ve Adana cihetlerini tekrar eline geçirmiştir.
5. M. 1056'dan 1260 senesine kadar: Selçuklular
Anado-lunun yandan fazlasını zapt ve Bulgarlarla, Sırplılar istiklal ilan
etmişlerdi. Bu devrin en önemli vakası Kudüs'ü müslü-manların elinden almaya
giden haçlı ordusunun. İstanbul'u zapt ederek bir Latin devleti kurmalarıdır.
Girid v.s.Venedik cumhuriyetine geçmiş, Arnavutluk, İznik, Trabzon birer küçük
hükümetler haline gelmişti. Bunlarda bu ana kadar okuduğumuz gibi birer birer
Osmanlı devletine İntikal ediyorlardı.
6. 1261'den 1453 senesine kadar: İznik
imparatoru Kostantin Paleolog, tekrar İstanbul'u zapt etmiştir. Ancak Bul-garya
ve Sırbya müstakil kalmış, sahil bölgelerinin bir çok yeri Venedik ve
Cenevizlilerin idaresine geçmişti. Ancak Osmanlı devleti meydana çıktıntan
sonra anadoludaki bütün toprakları birer birer egemenliği altına alıp, ardından
Avrupa cihetine gidip, Bulgaristan ve Sırbistanı aldıktan sonra 1453 yılında da İstanbul'u zapt edip, Bizans
devletinin varlığına son vermiştir.
Doğu Roma hükümdarları
hep aynı sülaleden olmayıp, Teodîyüs, Teraki, Jüstinyen, Heraklis, Isnoryan ve
Mihaller, Makedonya, Komninüs, Anaklos, en son ise Paleolog ve Kantakuzenler
devrinde münasebette bulunulmuştur. Osmanlılar istiklaliyetlerini ilan
ettikten 157 sene sonra, İstanbul'u feth etmişlerdir. Doğu Roma imparatorluğu
Osmanlıla-nn istiklallerini ilân etmeden 912 sene evvel mevcuddu.
Kırım Hanlığı
Meşhur Cengiz'in ölümünden sonra Moğol hükümeti kısım kısım ve Kıpçak eli
adıyla meydana gelen hükümet Kırım yarımadasının Karadenizin kuzey sahillerine
hükmetmişti. Bu Kıpçak eli dahi, daha sonra Yedi hanlığa ayrılmıştır. Cengiz
neslinden Toktamıs, meşhur Timurlenk tarafından bu hükümete tayin edilmişsede
Toktamıs sonradan Timur'a isyan ederek mağlup olmuştur. Yerine yine Timur'un
kumandanlarından İdku, hükümdar nasb edildi. Toktamışm iki oğlu, İdku'nun
aleyhine harekete geçmiş ve bunlardan Kadir Berdi isimli büyük kardeş ölmüş,
küçük kardeş Celal Berdi uzun zaman hükümferma olamayıp yine Cengiz neslinden
Mamud Han'a idareyi kaptırmış, buraları senelerce kana boyanmıştır. En son
olarak Celal Berdinin oğlu Hacı Giray, Kıpçak memleketini ele aldı. Vefatından
sonra geride kalan onikî oğlu taht için birbirleri ile boğuşarak, bunlardan da
Ah-med Giray hepsini bertaraf edip başa geçti. Mengli Giray ise Cenevizlilere
kaçtı.
Osmanlı donanması
Kefe'yi vurupta aldığı esirleri İstanbu-la getirince Mengli Giray dahi bunların
arasındaydı. Sultan Fatih, esirlerin idamını ferman etmiş ve sıra Mengli
Giray'a gelince iki rekat namaz kılarak henüz başı secdedeyken af iradesi
gelmiştir. İşte Kırım ahalisinin göndermiş olduğu Osmanlılara davet mektubu o
anda gelmişti.
idamdan kurtulup
saraya alınan Mengli Giray'a tuğ ve sancak verilip Kırım Hanı olduğu
bildirilir. Bu tarihten yani H.880/M.1475 senesinden Kırım hanlığının Rusya
tarafından rnahvedildîği tarih olan H.l 198/M.1783 senesine kadar geçen zaman
diliminde kırküç tane han, Osmanlı devieti tarafından Kırım'a tayin
edilmiştir. Bu hanlar Ceiai Berdi sülalesinden ve aslen Cengiz neslindendir.
Serdengeçti-Dalkılıç Serdengeçti; akıncı askeri içinden, düşman ordusu içine dalmak,
kuşatılmış bir kaleye girmek için fedai olarak yazılan askere verilen isimdir.
Oralara dalacak olanlar dönüş ihtimalinden çok ölümü göze alan, düşmana sağ,
sol veya arka tarafından birden bire hücum ederlerdi. Bunların hücumları daha
bir dehşetli olur, çoğunlukla daldıkları ordunun içinde çok önemli
perişanlıklar husule getirirlerdi. Meşhur Napolyon: "Osmanlı askerini
dalkılıç edecek kadar sıkıştırmak elvermez. Bir kere dalkılıç olmaya göze
aldırılmış bir kaç yüz adam meydana çıkarsa önlerinde mağlup olmamak mümkün
değildir." demiştir.
Fethedilmesi uzayan
kalelere serdengeçtiier, geceleyin aniden nerdiban (merdiven) koyarak ve
içeriye girer girmez kılıcı sıyırıp, her tarafa kılıç vurmak için yazılırlardı.
Bu işteki tehlike apaçık ortadadir. Büyük cesaret ister.
Devletin Erkan Heyeti Sultan Fatih Mehmed Han devrinde Osmanlı devletinin
teşekkülü dört esastan meydana getirilmişti. A) Vezirler B) Kadıasker
(Kazaskerler) C) Defterdarlar D) Nişancılar.
Vezirlerin sayısı ilk
devirde birden, sonraları iki, üç, Fatih zamanında dörde çıkmıştır. Veziriazam
padişahın mutlak vekiliydi. Bu sebeple devlet idaresi için her bölümün mercii
ve hükümetin reisi idi. Sultan Mehmed, Çandarlı Hali Paşayı öldürttükten sonra,
devlet heyetine yeni kabineye bizzat kendisi riyaset etmeye başladı. Gedik
Ahmed paşanın sadareti esnasında bir gün üstü başı dökülen bir Türkmen meclis
içti-maında içeriye girerek: "Pes sizden Şehriyarı bahtiyar olan
kangınızdır (hanginiz)?" diye soru sormuş. Bu sual Fatih'in hiddetine
sebeb olmuştur. Ahmed Paşa bunun üzerine di-van'in yani heyet-i devletin
toplantısında vezirlerin başında veziriazamın bulunması iznini Sultan Fatihten
istemiştir. Kabul neticesinde devlet işleri sadrazamın uhdesine geçmiştir.
Bundan böyle Sultan Fatih, vezirlerin toplantı yaptığı mahalli görür şekilde ve
önü kafesle çevrili özel bir yerde oturduğu halde toplantıları takip eder olmuş
ve bu usul çok zamanlar devam eden diğer padişahların kabul edip riayet
ettikleri bir tarz olmuştur.
Kazasker (Kadıasker)
kabinenin ikinci adamı idi. Önceleri bir kazasker varken, Sultan Fatih
zamanında Rumeli ve Anadolu kazaskeri adıyla biri Rumeli ve diğeri Anadolu
etrafındaki davalara bakmak üzere ikiye çıkarılmıştı. Müftü, şimdi Şeyhülislam
dediğimiz zat kadıaskerlerle, İstanbul kadısının altında idi. Şeyhülislam
unvanı 1. Sultan Mahmud zamanında İstanbul Müftüsüne verilmiştir.
Defterdarlar heyet-i
devletin yani kabinenin üçüncü önem taşıyan mevkiini teşkil ederdi. Fatih
zamanında Rumeli için bir defterdar ve Anadolu içinde bir muavin defterdar
vardı. Bunlar yarı fârisi, yarı Türkçe olarak siyakat dediğimiz yazı ile defter
tutup maliye işleri hakkında bilgi verirlerdi.
Nişancılar, dördüncü
idiler. Bunlar padişah tarafından verilmiş fermanları ve beratları baştarafına
Tuğra yazarlar, devlet kâtibi olmaları itibarıyla, kabine toplantısına dahil
olurlardı.
Divan-Babıâli
Sultan Fatih zamanında H.872/M.1467 senesinde babıâli dediğimiz en büyük
hükümet dairesi bina olunmuştur. Divan, sofa manasına olup, burada hükümet
meclîsi ve yeri demektir. Sadrazam olan zat, cumartesi pazar, pazartesi, salı
günleri saraya gider, kendisinden evvel gitmiş olan hükümet azası tarafından
karşılanır, ta divan-ı hümayuna girinceye kadar arkasından giderek, kendisi
sedire oturduktan sonra vezirler ile Kazaskerler sağ, defterdarlar ile
nişancılar sol tarafına otururlardı. İcabına bakılacak işlerin divana yâni
veziriazama sunulması vazifesi olan tezkereciler karşısında ve devlet kâtibi
denilen reis efendi sofanın kenarında durur. Bunlardan başka kapıcılar
kethüdası (serkure-na) ve çavuşbaşı (mabeyn müşiri) maiyetleri olan kapıcılar
(kurena) ve çavuşlarla beraber bulunurlardı. Babıâli vaktiyle sadrazamın
ikametgahıydı. Meclis öğleden sonra toplanırdı.
Tarih Edebiyatı Örneklerinden Sultan Fatih, zaptetmiş olduğu memleketlerin
hükümdar ve askerlerini bazen idam ettirmişti. Avrupalı tarihçiler, nefret
dolu kelimelerle anlatırlar. Vakıa böyle davranışlar müslümanlığın ilk
çıkışındaki devri saadette veyahud Avrupanın şimdiki hali gibi bir zamanı medeniyette
olmuş olsaydı çatmaya haklan olurdu. Fatihin ortaya çıkışından ikiyüz sene ön
ve doğu'da Cengiz katliamı ve zorbalığı mutlak bela olarak yeniden yapıldı.
Batı cihetinde ise 3.
İnosan isimli Papa, Engizisyon denilen ve mânası katolik mezhebinde
olmayanların araştırılıp, kayıt altına alınarak ele geçirildiklerinde ise,
işkence tatbikiyle yok edilmeleri belasını kararlaştırdıklarından herkesin
ahlakında önemli bir değişiklik meydana gelerek insanlik kana susamış, intikam
kılıcı çekilmiş, ortalığı ateş kaplamıştı. Bu zamandaki papazlar ele
geçirdikleri müslümanı, akla hayale gelmez eziyet ve işkence ile din
değiştirmeye mecbur ettikten sonra "ruhu ahirete temizlenmiş oiarak
gitsin" diye ateşe atıyordu. Yine bir zamanlar Macaristanda Hünyad, yemek
yerken müslüman esirlerini karşısında idam ettirir çalgı yerine onların ahu
eninleri ile eğlenir, nasıl ki bir zamanlar Arnavutlukta iskender Bey bir
Osmanlıyı eline geçirse çengele asar, yine bir zamanlar Eflakta, Şeytan Voyvoda
Türklerden eline geçirdiklerinin hepsini kazıklayarak onunla bir eğlence
yaşayan divanedir. Tamışvar hakimi ise, askerlerine şarap ikram ederken, şaraba
müslüman kanı katıp içirirdi. Osmanlı yaralılarının etinden dişi ile et
koparıp, parça ağzında olduğu halde ayağa kalkıp raks edip oynardı. Fatih
Sultan Men-med'den (şimdi bile avrupada bir galibin pek de riayet etme-diği)
amme hukuku kaidelerine tamamiyie uymak ve bunu aramak nasıl caiz olabilir?
(Netayic ül Vukuat)
Fatih'in Maarifperverliği Tarihlerimiz ittifak halindedir ki, Hz. Fatih bir
ilim ve maarif aşıki, ilim adamlarının ise en büyük dostuydu. Hatta
Maveraünnehir ulemasından olan, Clzun Hasan'ın elçi olarak göndermiş bulunduğu
Ali Kuşçu'yu ilmine olan sevgisi yüzünden Istanbulda ikamet etmesi için ricada
bulunmuş ve Ali Kuşçu, padişaha vazifesini hitama erdi-rince geri geleceğim
sözünü vererek Erzincana gitmişti. Erzincandan dönüşte ise her merhalede
yövmiye bin akça ihsan etmişti. Fakat Hz. Fatih'in ilim ve fenne olan sevgi
ile hayranlığının en mükemmel numunesini teşkil eden delil. İstanbulda Fatih
camii etrafında yaptırdığı "Medreset ül Aliye" adı verilen dünyanın
en mükemmel ve bulunduğu zamanın yegane üniversitesini yapmış olmasıdır.
Bu heyet halinde
yapılmış olan ilim ocağı sekiz şubeden meydana gelmişti. Bunların lise muadili
olan idadi dersleri, tamamlama kısımları, hazırlık medreseleri de bulunmaktaydı.
Okuyup yazan bir talebe önce iptida-i hariç denilen medreselerde okur. Buradan
sonra da, Musule adı verilen tetim-me yâni tamamlama medreselerine yükselirdi.
Artık burdan sonra Darülfünun yani üniversite talebesi olmaya hak kazanırdı.
Daha sonra ise, Sultan
Kanuni Süleyman, Süleymaniye medreselerini yaptırarak Ceddi Fatih'in eserini
itmam etmiştir. Bu medreselerde; hadis, tıp, riyaziye ve tabii ilimler mütehassısları
yetiştirildi. İlahiyat, hikmet, fıkıh, hadis ve edebi-yat-ı arabiye, Fatih
tamamlama bölümünde okutulur, bunların içinden şehadetname yâni diploma
alanlar mülâzım adı ile unvan sahibi olurlardı. Bu mülâzım rütbesi alanların
isti-dad sahibi olanları müderris olmak rüusu alırlardı. Bu gün Avrupada bu
esas devam etmektedir.
Fatihin dinlere Saygısı İstanbulu fethetmekle birlikte hris-tiyanlannda inanç
ve ayinlerinde hürriyet içinde olduklarını ilan edip, patriklerini ise
vazifesinde ipka etmiş olduğunu görmüştük. Dini bağlılıklarını sürdüren
insanlardan bazıları o sırada: "İslamiyet bu kadar kuvvet ve yüksekliğe
erişmişken hristiyanlara ya islam olunuz ya da kılıçtan geçersiniz tehdidi
yapılmayıp böyle bırakılmaları caizmi—" Diye itirazlar ileri sürdüler.
Sultan Fatih bu
mırıldanmaları duyunca: "Din-i islamı Hazreti Şari'den ziyade himaye etmek
iddiasında bulunmak ne büyük vazifesizliktir." Cevabını vererek
mırıldanmalara pek kafi bir cevap vermiştir.