KADIM BIR IBADET: ORUÇ

ALI BULAÇ


Oruçla ilgili kesin olarak bildigimiz sey, bu ibadetin bizden “önceki ümmetlere de yazilmis (farz kilinmis)” olmasidir (2/Bakara –183). Kur’an yaninda gerek kutsal metinler gerekse sözlü anlatimlardan, orucun çesitli türevleriyle kadim bir ibadet oldugunu anliyoruz. Hz. Nuh’un tufan koparken gemide selamette kalanlarin hatirasini yadetmek üzere Araplar “Ramazan Orucu’nun” farz kilinmasindan önce “Asure” orucu tutarlardi. Bu demektir ki, Ismail (as.) dan sonra herhangi bir peygamber tarafindan uyarilmamis cahiliyye Araplari -yilda bir kere de olsa- kadim bir dini hatirayi yasatirlardi.

Hicretin ikinci yilinda Ramazan orucu farz olunca Asure orucu tercihe birakildi. Asure orucu ve buna denk düsen bazi perhizler, kadim zamanlardan beri bilindigi ve yerine getirildigi yolunda bize bazi telkinlerde bulunmaktadir. Denebilir ki, üç semavi (Ibrahimi) dinde ortak olan ibadetlerin bir bölümü Adem’den baslamak üzere hem her peygamber tarafindan tebligedilmis hem de her zaman biline gelmistir.

Dinlerin mensei bir oldugu gibi, ibadetlerin de mensei birdir. Ibadet sekilleri, ritüeller ve formlar zaman içinde önemli farkliliklar gösterebilir veya farkli seriatlar içinde farkli formlar kazanabilirler. Yahya (as.)’in vaftizi, son tahlilde abdesttir. Vaftizci Yahya’nin abdesti Hiristiyan dininde Kilise’nin vaftizi olarak devam eder; Islamiyet ise bes vakit namaz öncesi abdest ve gusül abdesti olarak bunu devam ettirir. Abdestin asil amaci ruhi arinma olup bedensel temizlik ve arinma ona bir hazirliktir.

Manevi arinmanin pür ruhani olabilecegi yönündeki kanaate aykiri olarak, oruç beden üzerinden de yüksek düzeyde arinmanin mümkün oldugunu gösterir; beden yaninda servet dolayiminda arinmanin diger bir imkani manevi temizlik anlamindaki ‘tezkiye’ ile yakin bagi olan ‘zekat’tir.

Zekat sadece ruhsal bir temizlik ve arinma degil, fakat ayni zamanda temizlenmis servetin artarak büyümesi demektir de. Zekat ile bir ‘gider kalemi’nin daha büyük ölçekte ‘gelir olarak’ geri dönmesi çogu zaman paradoksal gibi görünse de aslinda kendi içinde farkli bir sarmala isaret eder.


Islam’da Oruç


Islamiyet kemale erdirilmis bir din, yani “ed-din” olmasi hasebiyle hem amaçsal bir deger olarak ve benzeri arinma türlerini içeriyor hem de bize en mütakamil form ve yöntemlerinin ne oldugunu gösteriyor.

Fecrin dogusundan günesin batis anina kadar kisinin yemeden, içmeden ve cinsel iliskiden kesilmesi orucun en mütekamil seklidir. Hastalik gibi mucbir bir sebep olmaksizin kisi kendi bedenini gün boyu perhize tabi tutar ve bunu araliksiz senede bir ay sürdürür. Ancak sadece protein almamakla oruç tutanlar da var. Bu bile basli basina kisinin kendine dönük olmak üzere açiga vurdugu ve arkasinda durdugu irade beyanidir. Bu irade beyaninin dogrudan muhatabi Allah’tir; çünkü kisi istese hiç kimsenin kendisini görmedigi bir yerde su içer veya yemek yiyebilir.

Orucun Kuran’da zikredilen bir baska türü bir yönüyle bugünkü tabirle insanin “susma hakki”ni kullanarak hiç kimseyle hiçbir sey konusmamasi, çok gerekli ihtiyaçlarin karsilanmasi için meramini el kol hareketleri veya bir takim remizlerle ifade etmesidir. Hz. Zekeriyya’nin talebi üzerine ona “verilen ayet” bu türdendir. “Senin ayetin üç gün insanlarla konusmamandir” (19/ Meryem-10). Hz. Isa’yi babasiz doguran meryem’e Cebrail’in önerdigi oruç da böyledir: “Artik ye, iç, gözün aydin olsun. Herhangi bir insana rastlarsan ‘ben Rahman’a oruç adamistim’ de, bu yüzden bugün hiç kimseyle konusmayacagim” (19/ Meryem-26). Bakire ve temiz Meryem’in orucu, Ruhu’-l Kudüs’ün kendisine telkin ettigi ‘kelime’yi her türlü kirlilikten korumaya, isin mahremiyetinden habersizlerin yaralayici dillerine karsi sirri muhafaza altina almaya matuftur. Meryem için herhangi bir çocugu, hamile olarak tasimaktan çok daha agir olani bir ‘kelime’de tecelli eden sirri ifsa etmeden tasimak ve sirasi geldiginde bu sirrin ifsasini ete kemige bürünen kelimeye birakmaktir. Bütün bu agir görevleri ‘susma hakki’ni kullanarak üstlenmekten baska çare yoktur. Demek ki bazan susmak konusmaktan çok daha etkili mesaj vermenin aracidir.

Bundan baska Hz. Davud’un günasiri oruç tuttugu rivayet edilir ki buna “Savm-i Davud” denir. Kesintisiz oruç demek olan “Savm-i dehr” yasaklanmistir.

Islamiyette, oruç “sayili günler”dir. Sayili günlerden anlasilan Ramazan ayi’dir. Mamafih, sene içinde haftada iki gün olmak üzere (Pazartesi ve Persembe) oruç tutmak güzel sünnetlerden birdir.


Oruç Ruh ve Beden Sagligi mi?


Diger ibadetler gibi orucun da ruh ve beden sagligina önemli katkilar yaptigini sikça duyariz. Kuskusuz kimi insanlarin düzensiz beslendigi, kimilerinin obur Romalilar gibi tika basa yedigi bir dünyada günboyu süren perhizin beden sagligi üzerinde çok önemli etkileri var. Hekimlerin ifadesiyle en baska cigerler bir ay süren bayram yapar. Diger organlar da Ramazan boyu bir tür nadasa çekilir, toparlanirlar. Ramazan orucu, bedenin kendini rektifiye etmesidir.

Bütün bunlar dogru olmakla beraber, oruç ve diger ibadetler “salt saglik, bedensel ve ruhsal gelisme” gibi askin (ilahi-müteal) hiçbir boyuta ucu açilmayan kendinden menkul hikmetlerle sinirlandirildiginda, ibadetler ve din zaman içinde kendi müntesiplerinin bilincinde tamamen maddi ve dünyevi bir kimlige bürünür.

Oruç ibadetinin kisinin kendi nefsine dönük temel özellikleri yaninda medeniyet perspektifiyle ilgili önemli bir yönü de var. Bugün hala Türk hamamlarinda kullanilan kurnalarin Romalilardan kaldigi bilinir. Güç, iktidar ve servetin doruguna ulastigi zamanda Romalilar gücü ve sehveti fetislestirme yoluna gittiler. Yemege olan düskünlükleri öyle boyutlara vardi ki, saat basi yemek yiyen yüksek sinifin güç ve servet sahibi Romalilar, yediklerinin dogal yollarla hazmedilmesini beklemeden onlari çikarmaya basladilar. Kurnalar her konakta tika basa yiyenlerin hindi tüyüyle kusarken kullandiklari tastan kaplar oldu. Bugün halkinin yüzde altmisi sisman olan Amerikalilarin yemege olan asiri düskünlüklerinin Roma’nin bu son dönemde yasadigi tecrübeyle herhangi bir ilintisi var mi acaba?

Ne Hint çilecileri gibi nefsin bütünüyle öldürülmesi için arzuya açilmis savas, ne de hedonist, tüketici ve açgözlü kültürlerin kiskirttigi istek ve tutkularin egemenligine boyun egmek. Savm-i dehr’in yasaklanmasinin bir sebebi sadece insan gücünü asan sinirsiz limitlere sahip olmasi degil, fakat ayni zamanda yemekle yasanacak olan sevincin yok edilmemesidir: “Oruçlunun iki sevinç ani var. Biri iftar ettiginde digeri Rabbine kavustugunda orucuna sevinir !” (Buhari, Savm, 2; Müslim, Siyam, 162). Herseyin kendi itidalinde seyrettigi insani durumlarda basarilmis zorlu bir ibadet sonunda yemek sadece hak edilmez, ayni zamanda hayatin iç derinliginde bir senlige ve sevince dönüsür. Iftar sofralari bu yüzden daima küçük ölçekte birer sölen havasinda olurlar.

Oruç, hilalin görülmesiyle baslayan içe dogru bir yolculuktur. Hilal ilk isaret, ilk komut hükmünde bir yol ve yön gösterici bir semboldür. Tabii ki Ramazan orucunun baslangiç ve bitisini “rü’yet”in disinda bazi yollarla tespit etmek mümkündür. Ancak bu hiçbir zaman “Rü’yet-i hilal”in önemini azaltmaz. Sanki en belirgin olarak afaki olan ile enfüsi olanin, tipki zahir ve batin gibi birinin digerinin iç anlami ve disa vurumu olmasi (zuhur ve tezahür) oruç ibadeti sayesinde mümkün olabilmektedir:

“Allah’im! Hilal üzerimize güvenle ve imanla, esenlikle ve Islam’la dogsun. Ey Hilal! Benim Rabbim ve senin Rabbin Allah’tir.” (Tirmizi, Deavet, 52.)


Ma’rifetu’n-Nefs: Ma’rifetullah

Yolcunun rahat yol alabilmesi biraz da yükünün hafif olmasina bagli. Bedenin düzenli bir perhize tabi tutulmasi, yolculukta yükü hafifletir. Elbette beden ruh üzerine bindirilmis bir yük degildir, ama ilahi tabiatimiz, dünyevi tabiatimiz olan bedenle mündemiç olup devamli bir sekilde onu menseine, asil yurduna dönmekten alikoyan dünyevi baglardan, kayitlardan, yüklerden kurtarmak ister. Riyazet, perhiz, i’tikaf ve oruç, beden yükünü hafifletir, kalbin üzerinde birikmis olan paslari siler, kalp bir ayna gibi parlamaya baslar. Insan, iç dünyasini kendi kalp gözüyle görmeyi basarmadikça kendisi hakkinda hiçbir bilgiye ve dogru dürüst bir fikre (Ma’rifetü’n-nefs’e) sahip olamaz. Nefsin bu düzeydeki bilgisine sahip olmayan nasil Ma’rifetü’l-halk (yaratilmislarin ve toplumun) bilgisine ve tabii sonunda nasil Ma’rifetullah’a sahip olabilir.

Ma’rifet salt akli bilgi olmayip bilissel bilgi, tanima ve manevi idrak olduguna göre, bunun kalbin çesitli halleriyle irtibatinin olmasi çok tabiidir. Hangi kalp marifetin yuvasi olmaya adaydir ki, irfan, örf, tearuf ve selim bütün fitrat ve akillarin üzerinde oydasmaya vardigi ma’ruf’u bilip çikarsin.

Oruç kalbin üzerindeki paslarin silinmesini saglayan ve paslari silindikçe parlayip varlik aleminin sirlarini yansitmaya baslayan kalbin içinde yasanan manevi bir tecrübedir. Bu tecrübeyle elde edilen hasila hem varlik yapisinin temel ilkeleri, hem de dinin ebedi ve evrensel hükümleriyle tetabuk halindedir. Bu tecrübenin bizi getirip biraktigi menzil ile bizim varlik yapimizin mahiyetinde gerçeklesen istihaleler birbiriyle yakindan ilgilidir.

Çogumuz niçin oruç tuttugumuzu çok iyi bilmiyoruz. Dini ibadet ve ritüeller binlerce yillik gelenekler içinde kismen de olsa iç (batini) ve hakiki anlamlarini kaybediyorlar. Içinde gözümüzü açtigimiz sosyal çevrede hazir bulduklarimizi tekrar eder, bizden sonra gelenlere nasil hazir bulduysak öylece devrederiz. Elbette gelenek bütünüyle bilinçten yoksun davranis degildir, ama “bilinçten yoksun” davranis dine ve gelenege büyük zararlar verir. Gelenegi yozlastiran sey, onun kurucu ilkesiyle olan baginin kopmasi, böylelikle deger ile formun birbirlerine yabancilasmasidir.

Oruç tutan kisi, eger “benden öncekiler oruç tuttu, simdikiler de tutuyor, o halde ben de tutmaliyim” diyorsa, bu, bilinçten yoksun bir tekrara dayali bir davranistir. Iman, hiç degilse yerine getirilen bir ibadetin belli bir amaç çerçevesinde eda edilmesini gerektirir. Amaç varsa, bilinç de vardir. Ancak her amaç, yüksek bir bilinç hali degildir ve ibadetin yöneldigi “hikmet”le ve “müteal gaye” ile örtüsme içinde olmayabilir. Mesela, sabahtan aksama kadar yemeden, içmeden ve cinsel hayattan kesilmekten ibaret bir oruç, içi kendi hikmetinden bosaltilmis, ancak tamamen bedenin siki bir perhize tabi tutulmasinin sadece bedene faydasi var. Ruha ve kisiligin manevi kemaline faydasi yoktur.

“Nice oruçlu vardir ki, onun oruçtan nasibi aç ve susuz kalmaktan ibarettir. Gecelerinin ibadetle geçiren nice kisi vardir ki, onun bundan nasibi sadece uykusuz kalmaktir.” (Ibn Mace, Siyam, 21.)

Salt bedensel perhizin bugünkü ifadesi “rejim”dir. Siki, düzenli ve bilimsel kurallara dayali bir rejim bedene “modern güzellik” katar. Eski Grekler gibi salt gövdeye indirgenmis güzelligi bugün gelistirilmis tekniklerle is yapan güzellik salonlari vadeder. Greklerin yücelttikleri ‘tukalon’un gerisinde herhangi türden entelektüel ve manevi hiçbir derinlik yoktur. Güzellik hangi ölçülerde heykele yansitilmis olursa olsun, heykel insanin salt bir kopyasidir. Her birimiz, hakiki güzelligin anlam kaybina ugradigi bir Yunan heykeli olabiliriz. Yeniden üretilmemis ve sentetik olmayan bedensel güzellik dinin de tavsiye ettigi bir seydir. Sünnet’e riayet eden bir insan sis göbek olmaz. Ama aslolan ruh güzelliginin bedensel yansimasidir. Ruhu çirkinlestiren seyler ise, seytanin bizde bir huy ve mizaç haline getirdigi günahlar, haramlar, çirkinlikler (habais ve münkerler)dir. Ramazan orucu, bize birkaç yönden ve sinsice yaklasan seytanin bizi çirkinlestirmesine karsi bir ay boyu bilinçli olarak gösterdigimiz direnci ve mücadeleyi simgeler.


“Seytani Zincire Vurmak”


“Ramazan geldigi zaman cennetin kapilari açilir, cehennemin kapilari kapanir ve seytanlar zincire vurulur.” (Buhari, savm, 5.) “Kendi seytani”ni zincire vurabilen, kirli bir geçmisten arinarak adeta yeniden dogar: “Her kim Ramazan orucunu inanarak ve sevabini Allah’tan umarak tutarsa, geçmis günahlari bagislanir.” (Buhari, Iman, 28; Müslim, Müsafirin, 175.)

“Tür olarak âdem” oldugu gibi, “tür olarak seytan” da var. Seytanlar bu türün türevleridir. Her insanin iç dünyasinda kendisine yuva yapmis bir seytan bulunur. Orucun bizi askin/müteâl olan ile irtibata geçirmesi için, bizim kendi ellerimizle “seytanlari zincire vurma”ya tesebbüs etmemiz ve bu tesebbüsü tamamlamamiz gerekir. Ramazan’in girmesiyle “seytanlar” kendiliklerinden zincire vurulmaz, onlari ancak biz zincire vurabilir, ellerini kollarini baglayabiliriz.

“Yalani ve yalanla is yapmayi birakmayan kimse. Allah’in onun yemeden ve içmeden kesilmesine ihtiyaci yoktur.” (Buhari, Savm, 8.)

“Oruç Allah’a ait bir ibadettir”, ama bedeni ve ruhi faydasi bize aittir. Yalan, aldatma, haksizlik, haram yiyicilik, sömürü, baski ve kutsala saygisizlik gibi cürüm ve münkerlerden kaçindigimiz zaman, içimizdeki seytan, kendi fasit dairesinde dönüp dolasip da bir türlü çikis bulamayan ve sonunda kendi kendini sokan akrep gibi öfkesinden intihara kalkisir. Su var ki, intihar etmez; çünkü büyük Seytan’a kiyamete, içimizdeki seytana da kisisel öndümüze, yani ölümümüze kadar mühlet verilmistir. Seytanin bize verdigi acidan daha büyük bir aciyi ona tattirabiliriz.

“Seytani zincire vurmak” en büyük basaridir. Bu basariyla elde edilen mahsulün bir kismi burada, digeri bir kismi Huzur’da devsirilir. Oruç, hem büyük bir “huzur”dur, hem de Büyük Huzur’a “hazirlanma, hazir hale” ve kivama gelme sürecidir.

“Her kim Ramazan orucunu inanarak ve sevabini Allah’tan umarak tutarsa, geçmis günahlari bagislanir.” (Buhari, Iman, 28; Müslim, Müsafirin, 175.)

Bu yeniden dogum ve felahtir. Müslümanlar her sene orucu bu bilinç düzeyinde ele almayi basarabilirlerse, sadece kisisel günahlarindan arinarak yeniden dogma firsatini elde etmezler, ümmet olarak içinde yasadiklari ve toplu günahin karsiligi olan bu zillet halinden de kurtulma gücünü ve azmini elde edebilirler. 

Kaynak: Umran dergisi

@ Ekrem Yolcu