BİRİNCİ BÖLÜM
TEMEL BİLGİLER
İslâm'da Amel ve Muâmele Terimleri
Fıkıh İlminin Kapsadığı Konular
Muâmelelerle İlgili Şer'i Hükümler Bağlayacı mıdır?
Hak Kavramı ve Çeşitleri
Mal ve Çeşitleri
Mülk ve Mülkiyet Nedir?I- İSLÂM’DA AMEL VE MUAMELE TERİMLERİ
A) Amel ve Niyet İlişkisi:
Amel sözcüğünün arapça mastar anlamı; iş işlemek, yapmak, icra etmek, tasarruf etmek, hareket etmek demektir. İsim olarak ise; iş, görev, meşgul olma, ibadet ve hayırlı iş anlamlarına gelir. Daha çok canlıların belli bir amaç için yaptıkları işe “amel” denir. Yapılan iş bir amaca yönelik değilse buna “fiil” adı verilir. Fiil Cenâb-ı Hakk’a isnâd edilince dilediğini yapması, yaratması anlamına gelir.
Amel iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisine “sâlih amel”, diğerine ise “kötü veya sâlih olmayan amel” adı verilir. Kur’an-ı Kerim’de iyi ve güzel ameller “sâlih ve sâlihât” kelimeleri ile ifade buyurulmuş, güzel amel işleyenlerin âhiretteki ecirlerini bildiren pek çok âyet inmiştir. Ancak daima güzel amel imandan sonra zikredilmiş, imansız amelin insanı kurtuluşa erdiremeyeceği de açıkça belirtilmiştir.1 Allahü Teâlâ, Nûh (a.s)’ın inanmayan ve bu nedenle suda boğulan oğlunun bu halini “iyi ve sâlih olmayan amel” olarak ifade buyurur. Olay Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Nûh (a.s) tufan sırasında Rabbine nidâ ederek: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz ki oğlum ailemdendir. Sen’in ailemi helâk etmeme va’din haktır. Sen de hükmedenlerin en adaletlisisin.’ dedi. Allah şöyle buyurdu: “Ey Nûh! O, senin ailenden değildir. Çünkü o, iyi olmayan bir amel sahibidir. O halde bilmediğin bir şeyi benden isteme. Câhillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.” 2
Tarih boyunca semâvî dinler toplumlara iyi ve kötü amellerin neler olduğunu açıklamış, birincileri emir ve tavsiye ederken, kötü amelleri yasaklamıştır. İnsanın dünya üzerinde bir süre kalışı da iyi ve kötü ameller arasında bir imtihan devresi geçirmesi amacına yöneliktir. Dünya bu yönüyle insan için bir deney laboratuvarıdır. Allah Teâlâ bu gerçeği şöyle dile getirir: “Hanginizin daha iyi amel işleyeceğinizi denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” 3 İnsanın yeryüzünde çeşitli sıkıntı ve musîbetler yoluyla da imtihana tabi tutulabileceği şöyle açıklanır: “Şüphesiz sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliği ile imtihan edeceğiz. (Ey Muhammed) sabredenlere müjdele. Onlara bir musîbet dokunduğu zaman; ‘Şüphesiz biz Allah içiniz ve mutlaka O’na döneceğiz’ derler.” 3/a
İslâm’da bir iyiliğin ve sâlih bir amelin dünya ve âhirette ecir ve sevap kaynağı olması için bunu yapan kimsenin mü’min olması ön şarttır. İman da; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayı kapsamına alır. Nitekim Hz. Ömer (r.a)’ın (ö.23/643) naklettiğine göre, Cebrâil (a.s) insan sûretinde gelerek Hz. Peygamber’e; imân, İslâm, ihsan ve kıyametin kopma zamanı gibi sorular sorarak Allah elçisinden aldığı cevapları “Doğru söyledin” diyerek tasdik etmiştir.4
Cenâb-ı Hak Asr sûresinde, insanın kurtuluşuna vesile olacak dört esası şöyle açıklar: “Asra yemin olsun ki, insan şüphesiz maddî-manevî büyük kayıp içindedir. Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.” 5 Bu duruma göre, bir mü’minin, Yüce Allah’ın ve Rasûlü’nün rızasına uygun olan bütün iş, hareket, hayır ve hasenâtı ile ferdî ve ahlâkî görevleri ve ibadetleri “sâlih amel” adını alır.
B) Amelde İhlâsın Önemi:
İslâm bütün iyi işlerde ve başkalarıyla olan ilişkilerinde mü’minin samimi ve ihlâslı davranmasını ister. İhlâs amelin özüdür. Yüce Allah’ın ve Rasûlü’nün rızası gözetilmeyen amellerin ilâhî terazide bir ağırlığı bulunmaz. İman temelinden yoksun olan amellerin insana âhirette bir yarar sağlamayacağı Kur’an-ı Kerim’de şöyle belirlenir: “İnkâr edip imansız olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altını feda (tasadduk) etseler bile kabul olunmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların bir yardımcıları da yoktur.” 6
Diğer yandan iman olmakla birlikte, niyet ve ihlâs eksikliği de amelin değerini düşürebilir. Medine-i Münevvere’ye hicret sırasında yaşanan şu olayı örnek verebiliriz:
Ashab-ı Kirâm Medine’ye hicret ederlerken, Mekke müşriklerinin baskı ve işkencelerinden kurtulmak, Medine’de Hz. Peygamber (s.a)’e yardımcı olmak, böylece İslâm’ı cihana yaymak gibi düşünce ve niyetlerle dolu idiler. İçlerinden birisi nişanlı olduğu kadın hicret ettiği için, sadece onunla evlenmek niyet ve düşüncesiyle Medine’ye gelmişti. İşte Hz. Peygamber diğer muhâcirlerin büyük ecir ve mükâfatlara nâil olduklarını bildirirken onun da istediği kadına kavuşmakla niyetine ulaştığını, ancak hicret sevabından mahrum kaldığını bildirmiştir. Hadiste şöyle buyurulur: “Ameller ancak niyetlere göredir. Herbir kimse için, niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasûlü’ne ise, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş olur. Kimin hicreti de dünyalık için ise ona kavuşur veya bir kadın içinse, onu nikâh eder. Onun hicreti de, hicret etdiği şey için olmuştur.” 7
Uhud Gazvesi’nde en önde çarpışanlardan birisi olan Kuzman’ın cehennemlik olduğu haber verilmiştir. Çünkü o, kutsal bir cihâd niyetiyle değil, Medine’deki hurmalıklarına bir zarar gelir korkusuyla savaşa katılmıştı.8
Cenâb-ı Hak ihlâsı, sevdiği kullarının kalbine koyar. Bu ihlâsla kötülüklerden korunur. Çünkü şeytanın ihlâslı kişileri etkilemesi güçtür. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “İblis şöyle dedi: Rabbim! Beni saptırdığın için, mutlaka ben de, yeryüzünde Ademoğullarına, kötülükleri güzel göstereceğim ve onların hepsini azdıracağım. Ancak kullarından ihlâslı olanlar bunun dışındadır.” 9
Hz. Yusuf’un genç yaşında, çekici bir kadın olan Züleyha’nın isteklerini geri çevirmesi ihlâsı sayesinde olmuştur: “Şüphesiz ki, o kadın Yusuf’a yaklaşarak, onu baştan çıkarmak istemişti. Eğer Yusuf Rabbi’nin mucizesini görmeseydi kadının arzularına uyabilirdi. Yusuf’u ihânetten ve fuhuştan alıkoymak için, Biz ona böyle yapmıştık. Çünkü o, ihlâslı kullarımızdandı.” 10
Diğer yandan mü’min bazı durumlarda ameli işlemediği halde, niyet ve ihlâsı sayesinde işleyenlerle aynı ecri alır. Enes b. Mâlik (r.a)’ten rivayete göre, Rasûlullah (s.a) Tebük Gazvesi’ne çıkınca şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Medine’de bıraktığımız bir takım kimseler var ki, onlar geçtiğimiz her vadide, düşmanı kızdıracak bir yere ayak basışımızda, Allah yolunda harcadığımız herhangi bir malda veya karşılaştığımız açlıkta bize ortak olmaktadırlar.” Bunun sebebini soran bir sahabiye Allah elçisi şöyle cevap vermiştir: “Çünkü onları bu cihada katılmaktan özürleri alıkoymuştur.”11
Tebük Gazvesi dönüşünde bu sefere özürleri sebebiyle katılamayan seksen kadar sahabi Hz. Peygamber’e gelerek özür dilediler. Hz. Peygamber onların iç yüzlerini Yüce Allah’a havale ederek, özürlerini kabul etti ve onlar için Allah’a istiğfarda bulundu.
Ancak bunlardan Ka’b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mirâre b. er-Rabî’ (r. anhüm) adlarındaki üç sahabe özürsüz olarak Tebük Seferi’ne katılmadıklarını bildirerek doğruyu söylediler. Hz. Peygamber, haklarında bir hüküm gelinceye kadar ashab-ı kiramın bu üç sahabî ile münasebetlerini kesmelerini bildirdi. Bu durum elli gün kadar sürdü. Kırk gün sonra hanımları da kendilerine hizmetten men edilmişti. Ancak Hilâl b. Ümeyye yaşlı olduğu için eşine sadece, ev işlerinde kendisine yardımcı olması için izin verilmiştir.12 Ellİ gün sonra inen şu âyetle onların tevbeleri kabul edildi: “Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tevbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah’tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tevbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır.”13
Sonuç olarak mü’minler bütün söz, fiil ve amellerinde Allahu Teâlâ’nın rızasını ön planda tutmalıdır. Amel ve davranışlarda ihlâs, fındığın ve cevizin içi gibidir. İç olmayınca kabuk ne işe yarar?
Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın birliğine ve sıfatlarına yer verilen bir Sûrenin adı da “İhlâs”tır. Bu sûrede şöyle buyurulur: “Ey Muhammed! De ki: Allah birdir. Allah Samed’tir. Hiç bir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. O, ne doğurmuş, ne de doğurulmuştur. O’nun hiç bir dengi yoktur.” 14
C) İslâmî Hükümlerin Çerçevesi
Hüküm, sözlükte; hükmetmek, idare etmek, yönetmek ve menetmek anlamlarına gelir. Hüküm ifade eden âyet ve hadisler yükümlünün fiillerini farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh veya müfsid (ameli bozucu) adı verilen bir sonuca bağlar. Bu prensipler emredici veya yasaklayıcı, ya da iki şey arasında serbest bırakıcı veyahut da bir şeyin mübah olduğunu bildirici niteliktedir. İslâmî hükümlerin çeşidini ve çerçevesini hüküm ifade eden âyet ve hadisler oluşturur. Hükümler bir yönüyle inancın dışa yansıması, fiil olarak yaşanması demektir. Bu yaşama şekli de “amel” adını alır.
Amel, sözlükte; iş, görev ve fiil anlamına gelir. Aynı kökten “muâmele” sözcüğü ise; karşılıklı iş yapma, günlük hayatta karşılıklı hukukî işlemler yapma demektir. Bu yüzden karşılıklı hak ve sorumluluk doğuran akit ve tasarrufların hepsine birlikte “muâmele” denir. Çoğulu “muâmelât”tır. Medinelilerin örfünde bu terim “müsâkât (bağ-bahçe ortaklığı)” anlamında kullanılmıştır.15 Amel sözcüğü genel anlamda günlük hayatta kişinin yaptığı iyi veya kötü bütün işleri kapsamına alır. Bunlardan iyi olanlara “salih amel”, çirkin olanlara ise “kötü amel” denir.
İslâmî hükümler genel olarak inanç ve amelle ilgili olmak üzere ikiye ayrılır. Amele ilişkin hükümler de kendi arasında “ibadetler, muâmeleler ve ukûbât” olmak üzere üç bölümde incelenir.
1. İbâdetler:
İbâdet, sözlükte; tapmak, kulluk yapmak, itaat etmek, boyun eğmek demektir. Niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan, Cenâb-ı Hakk’a yakınlık ifade eden ve özel bir şekilde yapılan taat ve fiillerdir. İbadet, Yüce Allah’a gösterilen saygı ve hürmetin en yüksek derecesini ifade eder. En geniş anlamda ibadet; Allahu Teâlâ’nın hoşnut ve razı olduğu bütün fiil ve davranışları kapsamına alır. İbadetler yalnız Allah rızası için yapılır. Kur’an-ı Kerim’de yeryüzündeki bütün insanlar için şu çağrıda bulunulur: “Ey iman edenler! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin. Umulur ki sakınırsınız.”16
Âyet veya hadislerde birtakım ibadet şekilleri belirlenmiştir. Bunlardan bazıları farz, bazıları vacip, sünnet veya müstehap ibadetlerdir. Beş vakit namaz, cuma namazı, ramazan orucu, zekât ve hac farz olan ibadetlerdendir. Bazı ibadetleri her mü’minin bizzat yapması gerekirken, bazılarını bir kısım mü’minler yapınca diğerlerinden sorumluluk kalkar. Buna “kifâî farz” denir. Cenaze namazı bu niteliktedir. Sabit oluşu kesin, fakat delâleti zanlı olan delillere dayanan ibadetler de vacip hükmünde bulunur. Bayram namazı ile vitir namazı bu hükümdedir. İbadetlerin önemli bir bölümü de sünnet hükmündedir. Beş vakit farz namazlardan önce veya sonra kılınan sünnet namazlar böyledir. Bunlardan sabah ve öğle namazlarının sünnetleri ile yatsı namazının son sünneti “müekked sünnet”, ikindi ve yatsı namazlarından önce kılınan dörder rek’atlık namazlar ise “gayr-i müekked sünnet” adını alır.
Beş vakit farz namazların sünnetlerinden başka bir takım nafile namazlar daha vardır ki bunlara “müstehab, mendup veya tatavvu’” adı verilir. Tehıyyetü’l-mescid namazı, abdest namazı, kuşluk namazı, tesbih namazı, hâcet namazı, yolculuk namazı, küsûf ve husûf namazı gibi.17
İslâm’da ibadetler yapılış şekline göre üçe ayrılır:
a) Bedenle Yapılan İbadetler: Namaz ve oruç gibi ibadetler bu çeşide girer. Beden ile yapılan ibadetlerde başka birini vekil tayin etmek caiz değildir. Yani bir kimse başka birisinin yerine namaz kılamadığı gibi, oruç da tutamaz. Bunları herkes kendisi yapmalıdır. Bunlar zamanında yapılamazsa kaza edilir. Sürekli hastalık veya ileri yaşlılık sebebiyle orucu kaza etme imkânı bulunamayacaksa hergün için bir yoksul doyumu fidye vermek orucun yerine geçer.18
b) Malla Yapılan İbadetler: Zekât bu çeşit bir ibadettir. Zekâtın vekil aracılığı ile yerine getirilmesi mümkündür.
c) Hem Beden Hem De Malla Yapılan İbadetler: Hac böyle bir ibadettir. Parası olduğu halde hacca gitmekten aciz olan kimsenin, başka birisini kendi yerine vekil göndermesi caizdir.
d) Kusuru Örtmeye Yönelik İbadetler: İslâm’da keffaretler de anlam bakımından ibadete yakın amellerdir. Çünkü bir takım günahların affı, keffareti yerine getirmekle umulur. Kur’an-ı Kerim’de üç çeşit keffaret yer almıştır:
aa) Yemin keffareti: Yaptığı bir yemine riayet etmeyip yemini bozan kimseye gerekli olan keffarettir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “... Allah bilerek yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Bozulan yeminin keffâreti; ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on yoksula yedirmek veya giydirmek yahut da bir köle azat etmektir. Bu üç şeyden birisini yerine getiremeyecek kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Yapıp da bozduğunuz yeminlerinizin keffâreti işte budur.” 19
bb) Bir mü’mini yanlışlıkla öldürme keffâreti: Yanlışlıkla bir mü’mini öldürenin diyet vermesi ve buna ek olarak keffâreti de yerine getirmesi gerekir. Bunun keffâreti, mü’min bir köle azat etmek, buna gücü yetmezse peşpeşe iki ay oruç tutmaktır.20
cc) Zıhar keffâreti: Bu, bir kişinin boşamak kastıyla karısına; “sen bana anam gibisin” veya “senin sırtın anamın sırtı gibidir” ve benzeri sözlerinin affı ve eşiyle yeniden cinsel temasta bulunabilmesi için emredilen bir keffaret olup, bir köle azat etmek veya buna gücü yetmezse peşpeşe iki ay oruç tutmak, buna da gücü yetmezse altmış yoksulu doyurmaktan ibarettir.21
dd) Oruç keffâreti: Ramazan orucunu bilerek ve özürsüz olarak bozan bir yükümlünün müslim veya gayr-i müslim bir köle veya cariye azat etmesinden, buna gücü yetmezse iki ay peşpeşe oruç tutmasından, buna da gücü yetmezse altmış yoksulu doyurmasından ibaret bir keffaret çeşididir. Bu, zıhâr keffâreti ile aynı niteliktedir. Kur’an-ı Kerim’de; “Amellerinizi iptal etmeyiniz”22 buyurulur. Orucu kasten bozan kimse de bir suç işlemiş olur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim Ramazan orucunu (özürsüz) bozarsa, onun üzerine zıhar yapan kimsenin üzerine lâzım gelen (keffâret) vardır.” 23
e) İbadetlerin dereceleri: İbadet, bunu yapanın niyet ve maksadına göre üç dereceye ayrılır:
aa) Allah’a, sevabını umarak ve azabından korkarak ibadet etmek. Yani cennet ümidi ve cehennem korkusu ile ibadet etmek.
bb) Yüce Allah’a, ibadet ve ta’zime layık olduğu için ibadet etmek. Bu sonuncusu ibadetin en yüksek derecesidir.24 Bu dereceye hadiste “ihsan” derecesi denir. Cebrâil aleyhisselâm Resûlullah (s.a)’e ihsanın ne olduğunu sormuş, Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: “İhsan; Allah’a sanki onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir.” 25
cc) Şekilleri belirlenen ve adı doğrudan doğruya ibadet olarak bilinen bu ameller yanında, yapana ibadet ecri kazandıran daha pek çok ameller vardır. Cihad, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker (iyiliği emir ve kötülükten nehiy), ilimle uğraşmak, irşad ve tebliğ hizmeti yapmak vb. ameller de İslâm’da bazan nafile ibadetlerin üstünde ecir kazandırır. Yine anne-babaya iyilik, akraba veya hasta ziyareti, yetime ve yoksula yardımcı olma, hakkı ve sabrı tavsiye etme gibi günlük hayatta yapılan bir takım işler de “salih amel” olarak ibadetler cümlesindendir.
2. Muâmeleler
a) İnsanlar arası ilişkiler:
Muâmele sözcüğünün çoğulu olan muâmelât, insanlar arasında cereyan eden, karşılıklı hak ve borç doğuran münasebetleri ifade eder. İbadetler yüce Allah ile kul arasında bir iletişim ve bir irtibat aracı vazifesi görürken, günlük muâmeleler insanlar arası ilişkilerin, hak ve borç doğuran akitlerin esaslarını kapsamına alır. İslâm doğuştan ölüme kadar insanların ihtiyacı olan velâyet, vesâyet, evlenme, boşanma, nafaka, miras, süt hısımlığı, i’la, zıhâr, Lian, ric’a, iddet, hıdâne gibi aile hukukuna ilişkin hükümler koyduğu gibi alış-veriş, muhayyerlikler, ikâle, sarf, rehin, hacr, icâre, şüf’a, ortaklıklar, ziraat ortakçılığı, havâle, kefâlet, gasb, vedîa ve âriyet gibi ekonomik ve ticaret hayatı ile ilgili akit ve muameleleride düzenlemiştir. Müslümanlar arasında “akit serbestliği” vahiy ve sünnette belirlenen esaslarla sınırlandırılmıştır. Hz.Peygamber şöyle buyurmuştur:“Müslümanlar kendi aralarında belirledikleri şartlara uyarlar. Ancak haramı helâl, helâli haram kılan şart müstesnâdır.” 26
Diğer yandan Kur’an ve Sünnette devletin fertle, ferdin devletle ve devletlerin birbirleriyle olan ilişkileri de düzenlenmiştir.
b) Fertle devlet arasındaki ilişkiler:
İslâm devleti ile bu devlete bağlı olan tebea arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümler şu noktalarda toplanabilir:
aa) Adalet: Her hak sahibine hakkını verme, eşit muamele yapma, zulüm ve haksızlık yapmaktan kaçınma anlamlarına gelen bu prensip yüce Allah’ın sıfatı ve özellikle İslâm toplumunu idare edenlerde bulunması istenen bir vasıftır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” 27 “Şüphesiz , Allah adaleti, iyilik yapmayı ve akrabaya yardım etmeyi emreder. Taşkın kötülüklerden, haram ve mekruh olan şeylerden, zulüm ve zorbalıktan nehyeder.”28
bb) Şûrâ: Kur’an-ı Kerim’de önemli olan dünyevî işlerde istişareye başvurulması istenmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İş hakkında onlarla istişâre et. Bir kere karar verince de Allah’a dayan. Şüphesiz Allah kendisine güvenip dayananları sever.”29 “Onların işleri aralarında şûrâ (danışma) iledir.” 30 Bu son âyet, İslâm devlet yönetiminin şûra esasına dayandığını ifade eder. Diğer yandan nass’ın işareti yoluyla da İslâm toplumuna bir şûrâ heyetini iş başına getirme görevini yükler.31
cc) Maslahat: İslâm devleti yöneticilerinin daima toplum yararını ön planda tutması gerekir. Allah Teâlâ İslâm toplumunu fesada sevkeden yöneticileri şöyle uyarır: “İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider, o en azılı düşman olduğu halde kalbindekine Allah’ı şahit tutar. İşbaşına geçince de yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez. Ona; Allah’tan kork denilince, gururu kendisini günaha sürükler. Artık ona cehennem yetişir. O, ne kötü yerdir.”32
dd) Yardımlaşma: Bir İslâm toplumunda idareci, idare edilen ve bütün mü’minler birbiriyle yardımlaşmalıdır. Ancak mü’minler iyi, güzel ve hayırlı olan şeyleri destekler, kötü, çirkin ve zararlı olan şeylerin de karşısında olurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Birbirinizle iyilik ve takvâda yardımlaşın; günah ve haksızlıkta yardımlaşmayın.”33
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allahım! Ümmetimi yönetirken onlara kolaylıkla muâmele eden kimseye sen de kolaylık göster. Ümmetimin başına geçip onlara meşakkatle muamele eden kimseye sen de zorluk göster.” 34
ee) Koruma: İslâm Devleti’nin, toplum fertlerini her türlü zulüm, haksızlık ve baskıdan koruması, ırz, namus, mal ve can güvenliğini sağlaması gerekir. Devlet, bunu hadleri ve gerekli görürse ta’zir cezası uygulayarak sağlar.
3) Ukûbât (İslâm Ceza Hukuku):
Bir İslâm toplumunda karşılıklı hak ve görevlerin yerine getirilmesi, zulüm ve haksızlığın önlenmesi için bir takım ceza tedbirleri de alınmıştır. Âyet ve hadislerle belirlenen cezalara “had” denir. Çoğulu “hudûd”tur. Bunlar belirli bazı suçlara İslâm’ın koyduğu cezalar olup, beş tanedir. Zina, hırsızlık, içki içmek namuslu kadına zina iftirası ve yol kesme (hırâbe). Had cezaları, “Allah hakkı” kabul edilmiştir. Bunlara yönelme İslâm toplumuna saldırı anlamını taşır.
Kısas kul hakkı sayıldığı için bu ceza hadler arasında yer almamıştır. Haddin dışında kalan ve İslâm Devleti’nin koyabileceği cezalara ise “ta’zir cezası” denir. Hapis, sürgün, para cezası vb. bu niteliktedir.35 İçki içme cezası dışındaki hadler âyetle sabittir.
a) Zinanın cezası:
Evli erkek ve kadın için recm, bekâr erkek ve kadın için yüz değnek vurmakla yerine getirilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, Allah’ın dinini uygulama konusunda onlara acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir topluluk da onların cezalarına şahit olsun.”36
Recm (taşlayarak öldürme) cezası Hz. Peygamber (s.a)’in uygulaması ile sabittir. Bu konuda tevatür derecesine ulaşan hadisler vardır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Müslüman bir kimsenin kanı ancak şu üç durumdan birisi ile helâl olur. zina eden dul, cana karşılık can, İslâm toplumunu terkederek dinden ayrılan kişi” 37 Yine patronunun eşi ile zina eden bekâr bir işçiye yüzdeğnek cezası hükmeden Allah elçisi, Üneys (r.a)’ı kadına göndererek şöyle buyurmuştur: “Bu kadına git, eğer suçunu itiraf ederse recmet” 38 Hz. Peygamber (s.a)’e Gâmidiyeli zinadan gebe bir kadın gelerek suçunu itiraf etmiş ve ceza ulgulanmasını istemiştir. Resûlullah (s.a) doğumdan sonra gelmesini bildirmiş, recm uygulanmış ve cenazesi üzerine namaz kılınmıştır. Hz. Ömer (ö.23/643)’in; “Ey Allah’ın Rasûlü! Ona cenaze namazı kıldınız, halbuki o zina etmişti” demesi üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “O, Allah’ın hükmüne razı olmakla öyle bir tevbe etti ki Medine halkından yetmiş kişiye taksim olunsa hepsine yeterli olurdu. Allah için canını feda etmesinden daha üstün bir şey biliyor musun?”39
Diğer yandan zinaya şahit olan kimsenin bunu gizlemesi daha faziletli sayılmıştır. Çünkü Hz. Peygamber; “Bir müslümanın ayıbını örten kimsenin de Allahü Teâlâ dünya ve ahirette ayıbını örter”39/a buyurmuş ve yine zina eden Maiz’e; “Belki zina etmemişsindir...” buyurarak ikrarından dönebileceğini telkin etmiştir.39/b
b) Hırsızlığın Cezası:
İslâm zina cezasıyla ırzları koruduğu gibi, hırsızlık cezası ile de malları koruma altına almayı amaçlamıştır. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Hırsızlık yapan erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah her şeye galip, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”39/c
İslâm toplumunda insanların birbirinin mallarına göz dikmeyeceği tedbirler alınır. Yoksul ve muhtaç duruma düşenler için zekât en büyük sosyal yardımlaşma kurumudur. Devlet, kimsesiz ve çaresizlerin elinden tutmakla yükümlüdür. Durum böyle olunca zaruret yüzünden, hırsızlığa yönelme söz konusu olmaz. Buna göre ceza da hırsızlığı alışkanlık haline getirmiş ve bunu profesyonelce işleyenlere yönelmiş olur. Nitekim Hz. Ömer bir kıtlık yılında hırsızlık cezasını uygulamamış, ancak zaruret yüzünden hırsızlık yapana da devlete halini arz etmediği için başka ceza (ta’zir) vermiştir.39/d
c) Zina iftirası cezası (kazf):
Namuslu bir kadına zina iftirası atanın cezası Kur’an’da şöyle belirlenmiştir: “Namuslu kadınlara zina iftirası atıp da, sonra bunu dört şahitle ispat edemeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların (başka konudaki) şahitliklerini de ebedî olarak kabul etmeyin. Çünkü onlar fasıkların ta kendileridir.” 39/e Ancak bir sonraki ayette; eğer tevbe edip durumlarını düzeltirlerse yeniden güvenilen kişiler olabilecekleri belirtilir. Hanefilere göre bu durumda fasıklıktan kurtulurlar.
d) Yol kesmenin cezası (hırâbe):
İslâm Devleti’ne başkaldırıp yol kesen kimselerin cezası Kur’an’da şöyle belirlenmiştir: “Allah ve Resûlüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası ancak; öldürülmeleri veya asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu dünyada onlar için bir zillettir. Ahırette ise onlar için büyük bir azap vardır.” 40
Bu âyet-i kerimede belirlenen cezalar suçun çeşidine ve şiddetine göre uygulanır. Yol kesiciler yalnız soygun yapmışsa elleri ve ayakları çaprazlama kesilir, yalnız öldürme suçu varsa öldürülürler. Hem öldürme hem soygun yapmışlarsa; Ebû Hanife (ö.150/767) ve İmam Züfer (ö.158/775)’e göre İslâm Devlet başkanı seçimlik hakka sahiptir. Dilerse ibret olması için önce el ve ayaklarını çaprazlama keser, sonra öldürür veya idam edilir. İsterse kesme uygulanmaksızın yalnız öldürülür veya asılır. Ebû Yûsuf (ö.182/798) ve İmam Muhammed (ö.189/805)’e göre ise bu durumda yol kesen ya öldürülür veya asılır. Çaprazlama kesim yapılmaz. Çünkü burada asıl suç yol kesme olup, bir suça iki had birden uygulanmaz. Zaten öldürme cezası, daha hafif olan çarpazlama kesmeyi de kapsamına alır. Nitekim evli kimse hem hırsızlık hem de zina yapsa “recm” cezası ile yetinilir.
Yalnız yolda korku ve terör meydana getirilir, öldürme veya soygun olmazsa “sürgün cezası” verilir.41
e) İçki içmenin cezası:
Sarhoş edici içkilerin içilmesi âyet ve hadislerle yasaklanmıştır.42 İçki içene uygulanacak ceza sünnetle sabittir. Hz. Ebu Bekir içki içene kırk değnek ceza verirken, Hz. Ömer devrinde içki içenlerin artması üzerine seksen değnek uygulanmıştır. Hz. Ali’nin (ö.40/660) seksen değnek konusunda zina iftirası cezasına kıyas yaptığı nakledilir.43
Hz. Peygamber (s.a)’e şarap içmiş olan birisini getirdiler. Had cezası uygulanmasını emir buyurdu. Ebu Hureyre (ö.58/677) olayı şöyle anlatır: “Bizden bir kısmı eliyle, bazıları ayakkabısıyla, ya da elbisesiyle vurdular. Adam ayrılıp gidince, arkasından; “Allah seni rüsvay etsin” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Böyle söylemeyiniz, ona karşı şeytana yardım etmeyiniz” buyurdu.44