Bİ­RİN­Cİ BÖ­LÜM

TE­MEL BİL­Gİ­LER

 

İslâm'da Amel ve Muâmele Te­rim­le­ri

Fı­kıh İl­mi­nin Kap­sa­dı­ğı Ko­nu­lar

Muâmelelerle İl­gi­li Şer'i Hü­küm­ler Bağ­la­ya­cı mı­dır?

Hak Kav­ra­mı ve Çe­şit­le­ri

Mal ve Çe­şit­le­ri

Mülk ve Mül­ki­yet Ne­dir?I- İSLÂM’DA AMEL VE MU­A­ME­LE TE­RİM­LE­Rİ

 

A) Amel ve Ni­yet İliş­ki­si:

Amel söz­cü­ğü­nün arap­ça mas­tar an­la­mı; iş iş­le­mek, yap­mak, ic­ra et­mek, ta­sar­ruf et­mek, ha­re­ket et­mek de­mek­tir. İsim ola­rak ise; iş, gö­rev, meş­gul ol­ma, iba­det ve ha­yır­lı iş an­lam­la­rı­na ge­lir. Da­ha çok can­lı­la­rın bel­li bir amaç için yap­tık­la­rı işe “amel” de­nir. Ya­pı­lan iş bir ama­ca yö­ne­lik de­ğil­se bu­na “fi­il” adı ve­ri­lir. Fi­il Cenâb-ı Hakk’a isnâd edi­lin­ce di­le­di­ği­ni yap­ma­sı, ya­rat­ma­sı an­la­mı­na ge­lir.

Amel iyi ve kö­tü ol­mak üze­re iki­ye ay­rı­lır. Bi­rin­ci­si­ne “sâlih amel”, di­ğe­ri­ne ise “kö­tü ve­ya sâlih ol­ma­yan amel” adı ve­ri­lir. Kur’an-ı Ke­rim’de iyi ve gü­zel amel­ler “sâlih ve sâlihât” ke­li­me­le­ri ile ifa­de bu­yu­rul­muş, gü­zel amel iş­le­yen­le­rin âhiretteki ecir­le­ri­ni bil­di­ren pek çok âyet in­miş­tir. An­cak da­i­ma gü­zel amel iman­dan son­ra zik­re­dil­miş, iman­sız ame­lin in­sa­nı kur­tu­lu­şa er­di­re­me­ye­ce­ği de açık­ça be­lir­til­miş­tir.1 Allahü Teâlâ, Nûh (a.s)’ın inan­ma­yan ve bu ne­den­le su­da bo­ğu­lan oğ­lu­nun bu ha­li­ni “iyi ve sâlih ol­ma­yan amel” ola­rak ifa­de bu­yu­rur. Olay Kur’an-ı Ke­rim’de şöy­le an­la­tı­lır: “Nûh (a.s) tu­fan sı­ra­sın­da Rab­bi­ne nidâ ede­rek: ‘Ey Rab­bim! Şüp­he­siz ki oğ­lum ai­lem­den­dir. Sen’in ai­le­mi helâk et­me­me va’din hak­tır. Sen de hük­me­den­le­rin en ada­let­li­si­sin.’ de­di. Al­lah şöy­le bu­yur­du: “Ey Nûh! O, se­nin ai­len­den de­ğil­dir. Çün­kü o, iyi ol­ma­yan bir amel sa­hi­bi­dir. O hal­de bil­me­di­ğin bir şe­yi ben­den is­te­me. Câhillerden ol­ma­ya­sın di­ye sa­na öğüt ve­ri­yo­rum.” 2

 

Ta­rih bo­yun­ca semâvî din­ler top­lum­la­ra iyi ve kö­tü amel­le­rin ne­ler ol­du­ğu­nu açık­la­mış, bi­rin­ci­le­ri emir ve tav­si­ye eder­ken, kö­tü amel­le­ri ya­sak­la­mış­tır. İn­sa­nın dün­ya üze­rin­de bir sü­re ka­lı­şı da iyi ve kö­tü amel­ler ara­sın­da bir im­ti­han dev­re­si ge­çir­me­si ama­cı­na yö­ne­lik­tir. Dün­ya bu yö­nüy­le in­san için bir de­ney la­bo­ra­tu­va­rı­dır. Al­lah Teâlâ bu ger­çe­ği şöy­le di­le ge­ti­rir: “Han­gi­ni­zin da­ha iyi amel iş­le­ye­ce­ği­ni­zi de­ne­mek için ölü­mü ve ha­ya­tı ya­ra­tan O’dur.” 3 İn­sa­nın yer­yü­zün­de çe­şit­li sı­kın­tı ve musîbetler yo­luy­la da im­ti­ha­na ta­bi tu­tu­la­bi­le­ce­ği şöy­le açık­la­nır: “Şüp­he­siz si­zi bi­raz kor­ku, aç­lık, mal, can ve ürün ek­sik­li­ği ile im­ti­han ede­ce­ğiz. (Ey Mu­ham­med) sab­re­den­le­re müj­de­le. On­la­ra bir musîbet do­kun­du­ğu za­man; ‘Şüp­he­siz biz Al­lah içi­niz ve mut­la­ka O’na dö­ne­ce­ğiz’ der­ler.” 3/a

İslâm’da bir iyi­li­ğin ve sâlih bir ame­lin dün­ya ve âhirette ecir ve se­vap kay­na­ğı ol­ma­sı için bu­nu ya­pan kim­se­nin mü’min ol­ma­sı ön şart­tır. İman da; Al­lah’a, me­lek­le­ri­ne, ki­tap­la­rı­na, pey­gam­ber­le­ri­ne, âhiret gü­nü­ne, ka­de­re, ha­yır ve şer­rin Al­lah’tan ol­du­ğu­na inan­ma­yı kap­sa­mı­na alır. Ni­te­kim Hz. Ömer (r.a)’ın (ö.23/643) nak­let­ti­ği­ne gö­re, Cebrâil (a.s) in­san sûretinde ge­le­rek Hz. Pey­gam­ber’e; imân, İslâm, ih­san ve kı­ya­me­tin kop­ma za­ma­nı gi­bi so­ru­lar so­ra­rak Al­lah el­çi­sin­den al­dı­ğı ce­vap­la­rı “Doğ­ru söy­le­din” di­ye­rek tas­dik et­miş­tir.4

Cenâb-ı Hak Asr sûresinde, in­sa­nın kur­tu­lu­şu­na ve­si­le ola­cak dört esa­sı şöy­le açık­lar: “As­ra ye­min ol­sun ki, in­san şüp­he­siz maddî-manevî bü­yük ka­yıp için­de­dir. An­cak iman eden­ler, sâlih amel iş­le­yen­ler, bir­bi­ri­ne hak­kı tav­si­ye eden ve sab­rı tav­si­ye eden­ler bu­nun dı­şın­da­dır.” 5 Bu du­ru­ma gö­re, bir mü’mi­nin, Yü­ce Al­lah’ın ve Rasûlü’nün rı­za­sı­na uy­gun olan bü­tün iş, ha­re­ket, ha­yır ve hasenâtı ile ferdî ve ahlâkî gö­rev­le­ri ve iba­det­le­ri “sâlih amel” adı­nı alır.

 

B) Amel­de İhlâsın Öne­mi:

İslâm bü­tün iyi iş­ler­de ve baş­ka­la­rıy­la olan iliş­ki­le­rin­de mü’mi­nin sa­mi­mi ve ihlâslı dav­ran­ma­sı­nı is­ter. İhlâs ame­lin özü­dür. Yü­ce Al­lah’ın ve Rasûlü’nün rı­za­sı gö­ze­til­me­yen amel­le­rin ilâhî te­ra­zi­de bir ağır­lı­ğı bu­lun­maz. İman te­me­lin­den yok­sun olan amel­le­rin in­sa­na âhirette bir ya­rar sağ­la­ma­ya­ca­ğı Kur’an-ı Ke­rim’de şöy­le be­lir­le­nir: “İnkâr edip iman­sız ola­rak ölen­le­rin hiç­bi­rin­den, yer­yü­zü­nü dol­du­ra­cak ka­dar al­tı­nı fe­da (ta­sad­duk) et­se­ler bi­le ka­bul olun­ma­ya­cak­tır. On­lar için can ya­kı­cı bir azap var­dır. On­la­rın bir yar­dım­cı­la­rı da yok­tur.” 6

Di­ğer yan­dan iman ol­mak­la bir­lik­te, ni­yet ve ihlâs ek­sik­li­ği de ame­lin de­ğe­ri­ni dü­şü­re­bi­lir. Me­di­ne-i Mü­nev­ve­re’ye hic­ret sı­ra­sın­da ya­şa­nan şu ola­yı ör­nek ve­re­bi­li­riz:

As­hab-ı Kirâm Me­di­ne’ye hic­ret eder­ler­ken, Mek­ke müş­rik­le­ri­nin bas­kı ve iş­ken­ce­le­rin­den kur­tul­mak, Me­di­ne’de Hz. Pey­gam­ber (s.a)’e yar­dım­cı ol­mak, böy­le­ce İslâm’ı ci­ha­na yay­mak gi­bi dü­şün­ce ve ni­yet­ler­le do­lu idi­ler. İç­le­rin­den bi­ri­si ni­şan­lı ol­du­ğu ka­dın hic­ret et­ti­ği için, sa­de­ce onun­la ev­len­mek ni­yet ve dü­şün­ce­siy­le Me­di­ne’ye gel­miş­ti. İş­te Hz. Pey­gam­ber di­ğer muhâcirlerin bü­yük ecir ve mükâfatlara nâil ol­duk­la­rı­nı bil­di­rir­ken onun da is­te­di­ği ka­dı­na ka­vuş­mak­la ni­ye­ti­ne ulaş­tı­ğı­nı, an­cak hic­ret se­va­bın­dan mah­rum kal­dı­ğı­nı bil­dir­miş­tir. Ha­dis­te şöy­le bu­yu­ru­lur: “Amel­ler an­cak ni­yet­le­re gö­re­dir. Her­bir kim­se için, ni­yet et­ti­ği şey var­dır. Ki­min hic­re­ti Al­lah ve Rasûlü’ne ise, onun hic­re­ti Al­lah ve Rasûlü’ne ol­muş olur. Ki­min hic­re­ti de dün­ya­lık için ise ona ka­vu­şur ve­ya bir ka­dın için­se, onu nikâh eder. Onun hic­re­ti de, hic­ret et­di­ği şey için ol­muş­tur.” 7

Uhud Gaz­ve­si’nde en ön­de çar­pı­şan­lar­dan bi­ri­si olan Kuz­man’ın ce­hen­nem­lik ol­du­ğu ha­ber ve­ril­miş­tir. Çün­kü o, kut­sal bir cihâd ni­ye­tiy­le de­ğil, Me­di­ne’de­ki hur­ma­lık­la­rı­na bir za­rar ge­lir kor­ku­suy­la sa­va­şa ka­tıl­mış­tı.8

Cenâb-ı Hak ihlâsı, sev­di­ği kul­la­rı­nın kal­bi­ne ko­yar. Bu ihlâsla kö­tü­lük­ler­den ko­ru­nur. Çün­kü şey­ta­nın ihlâslı ki­şi­le­ri et­ki­le­me­si güç­tür. Kur’an-ı Ke­rim’de şöy­le bu­yu­ru­lur: “İb­lis şöy­le de­di: Rab­bim! Be­ni sap­tır­dı­ğın için, mut­la­ka ben de, yer­yü­zün­de Ade­mo­ğul­la­rı­na, kö­tü­lük­le­ri gü­zel gös­te­re­ce­ğim ve on­la­rın hep­si­ni az­dı­ra­ca­ğım. An­cak kul­la­rın­dan ihlâslı olan­lar bu­nun dı­şın­da­dır.” 9

Hz. Yu­suf’un genç ya­şın­da, çe­ki­ci bir ka­dın olan Zü­ley­ha’nın is­tek­le­ri­ni ge­ri çe­vir­me­si ihlâsı sa­ye­sin­de ol­muş­tur: “Şüp­he­siz ki, o ka­dın Yu­suf’a yak­la­şa­rak, onu baş­tan çı­kar­mak is­te­miş­ti. Eğer Yu­suf Rab­bi’nin mu­ci­ze­si­ni gör­me­sey­di ka­dı­nın ar­zu­la­rı­na uya­bi­lir­di. Yu­suf’u ihânetten ve fu­huş­tan alı­koy­mak için, Biz ona böy­le yap­mış­tık. Çün­kü o, ihlâslı kul­la­rı­mız­dan­dı.” 10

Di­ğer yan­dan mü’min ba­zı du­rum­lar­da ame­li iş­le­me­di­ği hal­de, ni­yet ve ihlâsı sa­ye­sin­de iş­le­yen­ler­le ay­nı ec­ri alır. Enes b. Mâlik (r.a)’ten ri­va­ye­te gö­re, Rasûlullah (s.a) Te­bük Gaz­ve­si’ne çı­kın­ca şöy­le bu­yur­muş­tur: “Şüp­he­siz Medi­ne’de bı­rak­tı­ğı­mız bir ta­kım kim­se­ler var ki, on­lar geç­ti­ği­miz her va­di­de, düş­ma­nı kız­dı­ra­cak bir ye­re ayak ba­sı­şı­mız­da, Al­lah yo­lun­da har­ca­dı­ğı­mız her­han­gi bir mal­da ve­ya kar­şı­laş­tı­ğı­mız aç­lık­ta bi­ze or­tak ol­mak­ta­dır­lar.” Bu­nun se­be­bi­ni so­ran bir sa­ha­bi­ye Al­lah el­çi­si şöy­le ce­vap ver­miş­tir: “Çün­kü on­la­rı bu ci­ha­da ka­tıl­mak­tan özür­le­ri alı­koy­muş­tur.”11

Te­bük Gaz­ve­si dö­nü­şün­de bu se­fe­re özür­le­ri se­be­biy­le ka­tı­la­ma­yan sek­sen ka­dar sa­ha­bi Hz. Pey­gam­ber’e ge­le­rek özür di­le­di­ler. Hz. Pey­gam­ber on­la­rın iç yüz­le­ri­ni Yü­ce Al­lah’a ha­va­le ede­rek, özür­le­ri­ni ka­bul et­ti ve on­lar için Al­lah’a is­tiğ­far­da bu­lun­du.

An­cak bun­lar­dan Ka’b b. Mâlik, Hilâl b. Ümey­ye ve Mirâre b. er-Rabî’ (r. an­hüm) ad­la­rın­da­ki üç sa­ha­be özür­süz ola­rak Te­bük Se­fe­ri’ne ka­tıl­ma­dık­la­rı­nı bil­di­re­rek doğ­ru­yu söy­le­di­ler. Hz. Pey­gam­ber, hak­la­rın­da bir hü­küm ge­lin­ce­ye ka­dar as­hab-ı ki­ra­mın bu üç sahabî ile mü­na­se­bet­le­ri­ni kes­me­le­ri­ni bil­dir­di. Bu du­rum el­li gün ka­dar sür­dü. Kırk gün son­ra ha­nım­la­rı da ken­di­le­ri­ne hiz­met­ten men edil­miş­ti. An­cak Hilâl b. Ümey­ye yaş­lı ol­du­ğu için eşi­ne sa­de­ce, ev iş­le­rin­de ken­di­si­ne yar­dım­cı ol­ma­sı için izin ve­ril­miş­tir.12  El­lİ gün  son­ra inen şu âyetle on­la­rın tev­be­le­ri ka­bul edil­di: “Ve sa­vaş­tan ge­ri ka­lan o üç ki­şi­nin tev­be­si­ni de ka­bul et­ti. Bü­tün ge­niş­li­ği­ne rağ­men yer­yü­zü­nün ken­di­le­ri­ne dar gel­di­ği, ruh­la­rı son de­re­ce sı­kıl­dı­ğı, Al­lah’tan baş­ka bir sı­ğı­nak ol­ma­dı­ğı­nı an­la­dık­la­rı za­man tev­be et­sin­ler di­ye, Al­lah on­la­rı ba­ğış­la­mış­tı. Şüp­he­siz ki Al­lah, tev­be­le­ri çok ka­bul eden ve çok mer­ha­met­li olan­dır.”13

So­nuç ola­rak mü’min­ler bü­tün söz, fi­il ve amel­le­rin­de Al­la­hu Teâlâ’nın rı­za­sı­nı ön plan­da tut­ma­lı­dır. Amel ve dav­ra­nış­lar­da ihlâs, fın­dı­ğın ve ce­vi­zin içi gi­bi­dir. İç ol­ma­yın­ca ka­buk ne işe ya­rar?

Kur’an-ı Ke­rim’de, Al­lah’ın bir­li­ği­ne ve sı­fat­la­rı­na yer ve­ri­len bir Sûrenin adı da “İhlâs”tır. Bu sûrede şöy­le bu­yu­ru­lur: “Ey Mu­ham­med! De ki: Al­lah bir­dir. Al­lah Sa­med’tir. Hiç bir şe­ye muh­taç de­ğil­dir, her şey O’na muh­taç­tır. O, ne do­ğur­muş, ne de do­ğu­rul­muş­tur. O’nun hiç bir den­gi yok­tur.” 14

 

 

 

C) İslâmî Hü­küm­le­rin Çer­çe­ve­si

Hü­küm, söz­lük­te; hük­met­mek, ida­re et­mek, yö­net­mek ve me­net­mek an­lam­la­rı­na ge­lir. Hü­küm ifa­de eden âyet ve ha­dis­ler yü­küm­lü­nün fi­il­le­ri­ni farz, va­cip, sün­net, müs­te­hap, mü­bah, ha­ram, mek­ruh ve­ya müf­sid (ame­li bo­zu­cu) adı ve­ri­len bir so­nu­ca bağ­lar. Bu pren­sip­ler em­re­di­ci ve­ya ya­sak­la­yı­cı, ya da iki şey ara­sın­da ser­best bı­ra­kı­cı ve­ya­hut da bir şe­yin mü­bah ol­du­ğu­nu bil­di­ri­ci ni­te­lik­te­dir. İslâmî hü­küm­le­rin çe­şi­di­ni ve çer­çe­ve­si­ni hü­küm ifa­de eden âyet ve ha­dis­ler oluş­tu­rur. Hü­küm­ler bir yö­nüy­le inan­cın dı­şa yan­sı­ma­sı, fi­il ola­rak ya­şan­ma­sı de­mek­tir. Bu ya­şa­ma şek­li de “amel” adı­nı alır.

Amel, söz­lük­te; iş, gö­rev ve fi­il an­la­mı­na ge­lir. Ay­nı kök­ten “muâmele” söz­cü­ğü ise; kar­şı­lık­lı iş yap­ma, gün­lük ha­yat­ta kar­şı­lık­lı hukukî iş­lem­ler yap­ma de­mek­tir. Bu yüz­den kar­şı­lık­lı hak ve so­rum­lu­luk do­ğu­ran akit ve ta­sar­ruf­la­rın hep­si­ne bir­lik­te “muâmele” de­nir. Ço­ğu­lu “muâmelât”tır. Me­di­ne­li­le­rin ör­fün­de bu te­rim “müsâkât (bağ-bah­çe or­tak­lı­ğı)” an­la­mın­da kul­la­nıl­mış­tır.15 Amel söz­cü­ğü ge­nel an­lam­da gün­lük ha­yat­ta ki­şi­nin yap­tı­ğı iyi ve­ya kö­tü bü­tün iş­le­ri kap­sa­mı­na alır. Bun­lar­dan iyi olan­la­ra “sa­lih amel”, çir­kin olan­la­ra ise “kö­tü amel” de­nir.

İslâmî hü­küm­ler ge­nel ola­rak inanç ve amel­le il­gi­li ol­mak üze­re iki­ye ay­rı­lır. Ame­le iliş­kin hü­küm­ler de ken­di ara­sın­da “iba­det­ler, muâmeleler ve ukûbât” ol­mak üze­re üç bö­lüm­de in­ce­le­nir.

 

 

 

1. İbâdetler:

 

 

İbâdet, söz­lük­te; tap­mak, kul­luk yap­mak, ita­at et­mek, bo­yun eğ­mek demek­tir. Ni­ye­te bağ­lı ola­rak ya­pıl­ma­sın­da se­vap olan, Cenâb-ı Hakk’a ya­kın­lık ifa­de eden ve özel bir şe­kil­de ya­pı­lan ta­at ve fi­il­ler­dir. İba­det, Yü­ce Al­lah’a gös­te­ri­len say­gı ve hür­me­tin en yük­sek de­re­ce­si­ni ifa­de eder. En ge­niş an­lam­da iba­det; Al­la­hu Teâlâ’nın hoş­nut ve ra­zı ol­du­ğu bü­tün fi­il ve dav­ra­nış­la­rı kap­sa­mı­na alır. İba­det­ler yal­nız Al­lah rı­za­sı için ya­pı­lır. Kur’an-ı Ke­rim’de yer­yü­zün­de­ki bü­tün in­san­lar için şu çağ­rı­da bu­lu­nu­lur: “Ey iman eden­ler! Si­zi ve siz­den ön­ce­ki­le­ri ya­ra­tan Rab­bi­ni­ze kul­luk edin. Umu­lur ki sa­kı­nır­sı­nız.”16

Âyet ve­ya ha­dis­ler­de bir­ta­kım iba­det şe­kil­le­ri be­lir­len­miş­tir. Bun­lar­dan ba­zı­la­rı farz, ba­zı­la­rı va­cip, sün­net ve­ya müs­te­hap iba­det­ler­dir. Beş va­kit na­maz, cu­ma na­ma­zı, ra­ma­zan oru­cu, zekât ve hac farz olan iba­det­ler­den­dir. Ba­zı iba­det­le­ri her mü’mi­nin biz­zat yap­ma­sı ge­re­kir­ken, ba­zı­la­rı­nı bir kı­sım mü’min­ler ya­pın­ca di­ğer­le­rin­den so­rum­lu­luk kal­kar. Bu­na “kifâî farz” de­nir. Ce­na­ze na­ma­zı bu ni­te­lik­te­dir. Sa­bit olu­şu ke­sin, fa­kat delâleti zan­lı olan de­lil­le­re da­ya­nan iba­det­ler de va­cip hük­mün­de bu­lu­nur. Bay­ram na­ma­zı ile vi­tir na­ma­zı bu hü­küm­de­dir. İba­det­le­rin önem­li bir bö­lü­mü de sün­net hük­mün­de­dir. Beş va­kit farz na­maz­lar­dan ön­ce ve­ya son­ra kı­lı­nan sün­net na­maz­lar böy­le­dir. Bun­lar­dan sa­bah ve öğ­le na­maz­la­rı­nın sün­net­le­ri ile yat­sı na­ma­zı­nın son sün­ne­ti “mü­ek­ked sün­net”, ikin­di ve yat­sı na­maz­la­rın­dan ön­ce kı­lı­nan dör­der rek’at­lık na­maz­lar ise “gayr-i mü­ek­ked sün­net” adı­nı alır.

Beş va­kit farz na­maz­la­rın sün­net­le­rin­den baş­ka bir ta­kım na­fi­le na­maz­lar da­ha var­dır ki bun­la­ra “müs­te­hab, men­dup ve­ya ta­tav­vu’” adı ve­ri­lir. Te­hıy­ye­tü’l-mes­cid na­ma­zı, ab­dest na­ma­zı, kuş­luk na­ma­zı, tes­bih na­ma­zı, hâcet na­ma­zı, yol­cu­luk na­ma­zı, küsûf ve husûf na­ma­zı gi­bi.17

İslâm’da iba­det­ler ya­pı­lış şek­li­ne gö­re üçe ay­rı­lır:

a) Be­den­le Ya­pı­lan İba­det­ler: Na­maz ve oruç gi­bi iba­det­ler bu çe­şi­de gi­rer. Be­den ile ya­pı­lan iba­det­ler­de baş­ka bi­ri­ni ve­kil ta­yin et­mek ca­iz de­ğil­dir. Ya­ni bir kim­se baş­ka bi­ri­si­nin ye­ri­ne na­maz kı­la­ma­dı­ğı gi­bi, oruç da tu­ta­maz. Bun­la­rı her­kes ken­di­si yap­ma­lı­dır. Bun­lar za­ma­nın­da ya­pı­la­maz­sa ka­za edi­lir. Sü­rek­li has­ta­lık ve­ya ile­ri yaş­lı­lık se­be­biy­le oru­cu ka­za et­me imkânı bu­lu­na­ma­ya­cak­sa her­gün için bir yok­sul do­yu­mu fid­ye ver­mek oru­cun ye­ri­ne ge­çer.18

b) Mal­la Ya­pı­lan İba­det­ler: Zekât bu çe­şit bir iba­det­tir. Zekâtın ve­kil ara­cı­lı­ğı ile ye­ri­ne ge­ti­ril­me­si müm­kün­dür.

c) Hem Be­den Hem De Mal­la Ya­pı­lan İba­det­ler: Hac böy­le bir iba­det­tir. Pa­ra­sı ol­du­ğu hal­de hac­ca git­mek­ten aciz olan kim­se­nin, baş­ka bi­ri­si­ni ken­di ye­ri­ne ve­kil gön­der­me­si ca­iz­dir.

d) Ku­su­ru Ört­me­ye Yö­ne­lik İba­det­ler: İslâm’da kef­fa­ret­ler de an­lam ba­kı­mın­dan iba­de­te ya­kın amel­ler­dir. Çün­kü bir ta­kım gü­nah­la­rın af­fı, kef­fa­re­ti ye­ri­ne ge­tir­mek­le umu­lur. Kur’an-ı Ke­rim’de üç çe­şit kef­fa­ret yer al­mış­tır:

aa) Ye­min kef­fa­re­ti: Yap­tı­ğı bir ye­mi­ne ri­a­yet et­me­yip ye­mi­ni bo­zan kim­se­ye ge­rek­li olan kef­fa­ret­tir. Al­lah Teâlâ şöy­le bu­yu­rur: “... Al­lah bi­le­rek yap­tı­ğı­nız ye­min­le­ri­nizden do­la­yı si­zi so­rum­lu tu­tar. Bo­zu­lan ye­mi­nin keffâreti; ai­le­ni­ze ye­dir­di­ği­ni­zin or­ta­la­ma­sın­dan on yok­su­la ye­dir­mek ve­ya giy­dir­mek ya­hut da bir kö­le azat et­mek­tir. Bu üç şey­den bi­ri­si­ni ye­ri­ne ge­ti­re­me­ye­cek kim­se için de üç gün oruç tut­mak­tır. Ya­pıp da boz­du­ğu­nuz ye­min­le­ri­ni­zin keffâreti iş­te bu­dur.” 19

bb) Bir mü’mi­ni yan­lış­lık­la öl­dür­me keffâreti: Yan­lış­lık­la bir mü’mi­ni öl­dü­re­nin di­yet ver­me­si ve bu­na ek ola­rak keffâreti de ye­ri­ne ge­tir­me­si ge­re­kir. Bu­nun keffâreti, mü’min bir kö­le azat et­mek, bu­na gü­cü yet­mez­se peş­pe­şe iki ay oruç tut­mak­tır.20

cc) Zı­har keffâreti: Bu, bir ki­şi­nin bo­şa­mak kas­tıy­la ka­rı­sı­na; “sen ba­na anam gi­bi­sin” ve­ya “se­nin sır­tın ana­mın sır­tı gi­bi­dir” ve ben­ze­ri söz­le­ri­nin af­fı ve eşiy­le ye­ni­den cin­sel te­mas­ta bu­lu­na­bil­me­si için em­re­di­len bir kef­fa­ret olup, bir kö­le azat et­mek ve­ya bu­na gü­cü yet­mez­se peş­pe­şe iki ay oruç tut­mak, bu­na da gü­cü yet­mez­se alt­mış yok­su­lu do­yur­mak­tan iba­ret­tir.21

dd) Oruç keffâreti: Ra­ma­zan oru­cu­nu bi­le­rek ve özür­süz ola­rak bo­zan bir yü­küm­lü­nün müs­lim ve­ya gayr-i müs­lim bir kö­le ve­ya ca­ri­ye azat et­me­sin­den, bu­na gü­cü yet­mez­se iki ay peş­pe­şe oruç tut­ma­sın­dan, bu­na da gü­cü yet­mez­se alt­mış yok­su­lu do­yur­ma­sın­dan iba­ret bir kef­fa­ret çe­şi­di­dir. Bu, zıhâr keffâreti ile ay­nı ni­te­lik­te­dir. Kur’an-ı Ke­rim’de; “Amel­le­ri­ni­zi ip­tal et­me­yi­niz”22 buyurulur. Oru­cu kas­ten bo­zan kim­se de bir suç iş­le­miş olur. Hz. Pey­gam­ber şöy­le bu­yur­muş­tur: “Kim Ra­ma­zan oru­cu­nu (özür­süz) bo­zar­sa, onun üze­ri­ne zı­har ya­pan kim­se­nin üze­ri­ne lâzım ge­len (keffâret) var­dır.” 23

e) İba­det­le­rin de­re­ce­le­ri: İba­det, bu­nu ya­pa­nın ni­yet ve mak­sa­dı­na gö­re üç de­re­ce­ye ay­rı­lır:

aa) Al­lah’a, se­va­bı­nı uma­rak ve aza­bın­dan kor­ka­rak iba­det et­mek. Ya­ni cen­net ümi­di ve ce­hen­nem  kor­ku­su ile iba­det et­mek.

bb) Yü­ce Al­lah’a, iba­det ve ta’zi­me la­yık ol­du­ğu için iba­det et­mek. Bu so­nun­cu­su iba­de­tin en yük­sek de­re­ce­si­dir.24 Bu de­re­ce­ye ha­dis­te “ih­san” de­re­ce­si de­nir. Cebrâil aleyhisselâm Resûlullah (s.a)’e ih­sa­nın ne ol­du­ğu­nu sor­muş, Hz. Pey­gam­ber şöy­le ce­vap ver­miş­tir: “İh­san; Al­lah’a san­ki onu gö­rü­yor­muş­sun gi­bi iba­det et­men­dir. Her ne ka­dar sen O’nu gör­mü­yor­san da O se­ni gör­mek­te­dir.” 25

cc) Şe­kil­le­ri be­lir­le­nen ve adı doğ­ru­dan doğ­ru­ya iba­det ola­rak bi­li­nen bu amel­ler ya­nın­da, ya­pa­na iba­det ec­ri ka­zan­dı­ran da­ha pek çok amel­ler var­dır. Ci­had, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-mün­ker (iyi­li­ği emir ve kö­tü­lük­ten ne­hiy), ilim­le uğ­raş­mak, ir­şad ve teb­liğ hiz­me­ti yap­mak vb. amel­ler de İslâm’da ba­zan na­fi­le iba­det­le­rin üs­tün­de ecir ka­zan­dı­rır. Yi­ne an­ne-ba­ba­ya iyi­lik, ak­ra­ba ve­ya has­ta zi­ya­re­ti, ye­ti­me ve yok­su­la yar­dım­cı ol­ma, hak­kı ve sab­rı tavsi­ye et­me gi­bi gün­lük ha­yat­ta ya­pı­lan bir ta­kım iş­ler de “sa­lih amel” ola­rak iba­det­ler cüm­le­sin­den­dir.

 

 

 

2. Muâmeleler

 

a) İn­san­lar ara­sı iliş­ki­ler:

Muâmele söz­cü­ğü­nün ço­ğu­lu olan muâmelât, in­san­lar ara­sın­da ce­re­yan eden, kar­şı­lık­lı hak ve borç do­ğu­ran mü­na­se­bet­le­ri ifa­de eder. İba­det­ler yü­ce Al­lah ile kul ara­sın­da bir ile­ti­şim ve bir ir­ti­bat ara­cı va­zi­fe­si gö­rür­ken, gün­lük muâmeleler in­san­lar ara­sı iliş­ki­le­rin, hak ve borç do­ğu­ran akit­le­rin esas­la­rı­nı kap­sa­mı­na alır. İslâm do­ğuş­tan ölü­me ka­dar in­san­la­rın ih­ti­ya­cı olan velâyet, vesâyet, ev­len­me, bo­şan­ma, na­fa­ka, mi­ras, süt hı­sım­lı­ğı, i’la, zıhâr, Li­an, ric’a, id­det, hıdâne gi­bi ai­le hu­ku­ku­na iliş­kin hü­küm­ler koy­du­ğu gi­bi alış-ve­riş, mu­hay­yer­lik­ler, ikâle, sarf, re­hin, hacr, icâre, şüf’a, or­tak­lık­lar, zi­ra­at or­tak­çı­lı­ğı, havâle, kefâlet, gasb, vedîa ve âriyet gi­bi eko­no­mik ve ti­ca­ret ha­ya­tı ile il­gi­li akit ve mu­a­me­le­le­ri­de dü­zen­le­miş­tir. Müs­lü­man­lar ara­sın­da “akit ser­best­li­ği” va­hiy ve sün­net­te be­lir­le­nen esas­lar­la sı­nır­lan­dı­rıl­mış­tır. Hz.Pey­gam­ber şöy­le bu­yur­muş­tur:“Müs­lü­man­lar ken­di ara­la­rın­da be­lir­le­dik­le­ri şart­la­ra uyar­lar.  An­cak ha­ra­mı helâl, helâli ha­ram kı­lan şart müstesnâdır.” 26

Di­ğer yan­dan Kur’an ve Sün­net­te dev­le­tin fert­le, fer­din dev­let­le ve dev­let­le­rin bir­bir­le­riy­le olan iliş­ki­le­ri de dü­zen­len­miş­tir.

 

   b) Fert­le dev­let ara­sın­da­ki iliş­ki­ler:

İslâm dev­le­ti ile bu dev­le­te bağ­lı olan te­bea ara­sın­da­ki iliş­ki­le­ri dü­zen­le­yen hü­küm­ler şu nok­ta­lar­da top­la­na­bi­lir:

aa) Ada­let: Her hak sa­hi­bi­ne hak­kı­nı ver­me, eşit mu­a­me­le yap­ma, zu­lüm ve hak­sız­lık yap­mak­tan ka­çın­ma an­lam­la­rı­na ge­len bu pren­sip yü­ce Al­lah’ın sıfa­tı ve özel­lik­le İslâm top­lu­mu­nu ida­re eden­ler­de bu­lun­ma­sı is­te­nen bir va­sıf­tır. Kur’an-ı Ke­rim’de şöy­le bu­yu­ru­lur: “Şüp­he­siz Al­lah, si­ze ema­net­le­ri eh­li­ne tes­lim et­me­ni­zi ve in­san­lar ara­sın­da hük­met­ti­ği­niz za­man ada­let­le hük­met­me­ni­zi em­re­der.” 27 “Şüp­he­siz , Al­lah ada­le­ti, iyi­lik yap­ma­yı ve ak­ra­ba­ya yar­dım et­me­yi em­re­der. Taş­kın kö­tü­lük­ler­den, ha­ram ve mek­ruh olan şey­ler­den, zu­lüm ve zor­ba­lık­tan neh­ye­der.”28

bb) Şûrâ: Kur’an-ı Ke­rim’de önem­li olan dünyevî iş­ler­de is­ti­şa­re­ye baş­vu­rul­ma­sı is­ten­miş­tir. Al­lah Teâlâ şöy­le bu­yu­rur: “İş hak­kın­da on­lar­la istişâre et. Bir ke­re ka­rar ve­rin­ce de Al­lah’a da­yan. Şüp­he­siz Al­lah ken­di­si­ne gü­ve­nip da­ya­nan­la­rı se­ver.”29 “On­la­rın iş­le­ri ara­la­rın­da şûrâ (da­nış­ma) ile­dir.” 30 Bu son âyet, İslâm dev­let yö­ne­ti­mi­nin şûra esa­sı­na da­yan­dı­ğı­nı ifa­de eder. Di­ğer yan­dan nass’ın işa­re­ti yo­luy­la da İslâm top­lu­mu­na bir şûrâ he­ye­ti­ni iş ba­şı­na ge­tir­me gö­re­vi­ni yük­ler.31

cc) Mas­la­hat: İslâm dev­le­ti yö­ne­ti­ci­le­ri­nin da­i­ma top­lum ya­ra­rı­nı ön plan­da tut­ma­sı ge­re­kir. Al­lah Teâlâ İslâm top­lu­mu­nu fe­sa­da sev­ke­den yö­ne­ti­ci­le­ri şöy­le uya­rır: “İn­san­lar­dan öy­le­si var­dır ki, dün­ya ha­ya­tı hak­kın­da­ki sö­zü se­nin ho­şu­na gi­der, o en azı­lı düş­man ol­du­ğu hal­de kal­bin­de­ki­ne Al­lah’ı şa­hit tu­tar. İş­ba­şı­na ge­çin­ce de yer­yü­zün­de fe­sat çı­kar­ma­ya, eki­ni ve nes­li yok et­me­ye ça­lı­şır. Al­lah ise boz­gun­cu­lu­ğu sev­mez. Ona; Al­lah’tan kork de­ni­lin­ce, gu­ru­ru ken­di­si­ni gü­na­ha sü­rük­ler. Ar­tık ona ce­hen­nem ye­ti­şir. O, ne kö­tü yer­dir.”32

dd) Yar­dım­laş­ma: Bir İslâm top­lu­mun­da ida­re­ci, ida­re edi­len ve bü­tün mü’min­ler bir­bi­riy­le yar­dım­laş­ma­lı­dır. An­cak mü’min­ler iyi, gü­zel ve ha­yırlı olan şey­le­ri des­tek­ler, kö­tü, çir­kin ve za­rar­lı olan şey­le­rin de kar­şı­sın­da olur­lar. Al­lah Teâlâ şöy­le bu­yu­rur: “Bir­bi­ri­niz­le iyi­lik ve takvâda yar­dım­la­şın; gü­nah ve hak­sız­lık­ta yar­dım­laş­ma­yın.”33

Hz. Pey­gam­ber şöy­le bu­yur­muş­tur: “Al­la­hım! Üm­me­ti­mi yö­ne­tir­ken on­la­ra ko­lay­lık­la muâmele eden kim­se­ye sen de ko­lay­lık gös­ter. Üm­me­ti­min ba­şı­na ge­çip on­la­ra me­şak­kat­le mu­a­me­le eden kim­se­ye sen de zor­luk gös­ter.” 34

ee) Ko­ru­ma: İslâm Dev­le­ti’nin, top­lum fert­le­ri­ni her tür­lü zu­lüm, hak­sız­lık ve bas­kı­dan ko­ru­ma­sı, ırz, na­mus, mal ve can gü­ven­li­ği­ni sağ­la­ma­sı ge­re­kir. Dev­let, bu­nu had­le­ri ve ge­rek­li gö­rür­se ta’zir ce­za­sı uy­gu­la­ya­rak sağ­lar.

 

3) Ukûbât (İslâm Ce­za Hu­ku­ku):

Bir İslâm top­lu­mun­da kar­şı­lık­lı hak ve gö­rev­le­rin ye­ri­ne ge­ti­ril­me­si, zu­lüm ve hak­sız­lı­ğın ön­len­me­si için bir ta­kım ce­za ted­bir­le­ri de alın­mış­tır. Âyet ve ha­dis­ler­le be­lir­le­nen ce­za­la­ra “had” de­nir. Ço­ğu­lu “hudûd”tur. Bun­lar be­lir­li ba­zı suç­la­ra İslâm’ın koy­du­ğu ce­za­lar olup, beş ta­ne­dir. Zi­na, hır­sız­lık, iç­ki iç­mek na­mus­lu ka­dı­na zi­na if­ti­ra­sı ve yol kes­me (hırâbe). Had ce­za­la­rı, “Al­lah hak­kı” ka­bul edil­miş­tir. Bun­la­ra yö­nel­me İslâm top­lu­mu­na sal­dı­rı an­la­mı­nı ta­şır.

Kı­sas kul hak­kı sa­yıl­dı­ğı için bu ce­za had­ler ara­sın­da yer al­ma­mış­tır. Had­din dı­şın­da ka­lan ve İslâm Dev­le­ti’nin ko­ya­bi­le­ce­ği ce­za­la­ra ise “ta’zir ce­za­sı” de­nir. Ha­pis, sür­gün, pa­ra ce­za­sı vb. bu ni­te­lik­te­dir.35 İç­ki iç­me ce­za­sı dı­şın­da­ki had­ler âyetle sa­bit­tir.

 

a) Zi­na­nın ce­za­sı:

Ev­li er­kek ve ka­dın için recm, bekâr er­kek ve ka­dın için yüz değ­nek vur­mak­la ye­ri­ne ge­ti­ri­lir. Al­lah Teâlâ şöy­le bu­yu­rur: “Zi­na eden ka­dın ve zi­na eden er­ke­ğin her bi­ri­ne yüz değ­nek vu­run. Al­lah’a ve âhiret gü­nü­ne iman edi­yor­sa­nız, Al­lah’ın di­ni­ni uy­gu­la­ma ko­nu­sun­da on­la­ra acı­ya­ca­ğı­nız tut­ma­sın. Mü’min­ler­den bir top­lu­luk da on­la­rın ce­za­la­rı­na şa­hit ol­sun.”36

Recm (taş­la­ya­rak öl­dür­me) ce­za­sı Hz. Pey­gam­ber (s.a)’in uy­gu­la­ma­sı ile sa­bit­tir. Bu ko­nu­da te­va­tür de­re­ce­si­ne ula­şan ha­dis­ler var­dır. Hz. Pey­gam­ber şöy­le bu­yur­muş­tur: “Müs­lü­man bir kim­se­nin ka­nı an­cak şu üç du­rum­dan bi­ri­si ile helâl olur. zi­na eden dul, ca­na kar­şı­lık can, İslâm top­lu­mu­nu ter­ke­de­rek din­den ay­rı­lan ki­şi” 37 Yi­ne pat­ro­nu­nun eşi ile zi­na eden bekâr bir iş­çi­ye yüz­değ­nek ce­za­sı hük­me­den Al­lah el­çi­si, Üneys (r.a)’ı ka­dı­na gön­de­re­rek şöy­le bu­yur­muş­tur: “Bu ka­dı­na git, eğer su­çu­nu iti­raf eder­se rec­met” 38 Hz. Pey­gam­ber (s.a)’e Gâmidiyeli zi­na­dan ge­be bir ka­dın ge­le­rek su­çu­nu iti­raf et­miş ve ce­za ul­gu­lan­ma­sı­nı is­te­miş­tir. Resûlullah (s.a) do­ğum­dan son­ra gel­me­si­ni bil­dir­miş, recm uy­gu­lan­mış ve ce­na­ze­si üze­ri­ne na­maz kı­lın­mış­tır. Hz. Ömer (ö.23/643)’in; “Ey Al­lah’ın Rasûlü! Ona ce­na­ze na­ma­zı kıl­dı­nız, hal­bu­ki o zi­na et­miş­ti” de­me­si üze­ri­ne, Hz. Pey­gam­ber şöy­le bu­yur­muş­tur: “O, Al­lah’ın hük­mü­ne ra­zı ol­mak­la öy­le bir tev­be et­ti ki Me­di­ne hal­kın­dan yet­miş ki­şi­ye tak­sim olun­sa hep­si­ne ye­ter­li olur­du. Al­lah için ca­nı­nı fe­da et­me­sin­den da­ha üs­tün bir şey bi­li­yor mu­sun?”39

Di­ğer yan­dan zi­na­ya şa­hit olan kim­se­nin bu­nu giz­le­me­si da­ha fa­zi­let­li sa­yıl­mış­tır. Çün­kü Hz. Pey­gam­ber; “Bir müs­lü­ma­nın ayı­bı­nı ör­ten kim­se­nin de Al­la­hü Teâlâ dün­ya ve ahi­ret­te ayı­bı­nı ör­ter”39/a bu­yur­muş ve yi­ne zi­na eden Ma­iz’e; “Bel­ki zi­na et­me­miş­sin­dir...” bu­yu­ra­rak ik­ra­rın­dan dö­ne­bi­le­ce­ği­ni tel­kin et­miş­tir.39/b

 

b) Hır­sız­lı­ğın Ce­za­sı:

İslâm zi­na ce­za­sıy­la ırz­la­rı ko­ru­du­ğu gi­bi, hır­sız­lık ce­za­sı ile de mal­la­rı ko­ru­ma al­tı­na al­ma­yı amaç­la­mış­tır. Kur’an’da şöy­le bu­yu­ru­lur: “Hır­sız­lık ya­pan er­kek ve ka­dı­nın, yap­tık­la­rı­na kar­şı­lık Al­lah’tan bir ce­za ola­rak el­le­ri­ni ke­sin. Al­lah her şe­ye ga­lip, tam hü­küm ve hik­met sa­hi­bi­dir.”39/c

İslâm top­lu­mun­da in­san­la­rın bir­bi­ri­nin mal­la­rı­na göz dik­me­ye­ce­ği ted­bir­ler alı­nır. Yok­sul ve muh­taç du­ru­ma dü­şen­ler için zekât en bü­yük sos­yal yar­dım­laş­ma ku­ru­mu­dur. Dev­let, kim­se­siz ve ça­re­siz­le­rin elin­den tut­mak­la yü­küm­lü­dür. Du­rum böy­le olun­ca za­ru­ret yü­zün­den, hır­sız­lı­ğa yö­nel­me söz ko­nu­su ol­maz. Bu­na gö­re ce­za da hır­sız­lı­ğı alış­kan­lık ha­li­ne ge­tir­miş ve bu­nu pro­fes­yo­nel­ce iş­le­yen­le­re yö­nel­miş olur. Ni­te­kim Hz. Ömer bir kıt­lık yı­lın­da hır­sız­lık ce­za­sı­nı uy­gu­la­ma­mış, an­cak za­ru­ret yü­zün­den hır­sız­lık ya­pa­na da dev­le­te ha­li­ni arz et­me­di­ği için baş­ka ce­za (ta’zir) ver­miş­tir.39/d

 

c) Zi­na if­ti­ra­sı ce­za­sı (kazf):

Na­mus­lu bir ka­dı­na zi­na if­ti­ra­sı ata­nın ce­za­sı Kur’an’da şöy­le be­lir­len­miş­tir: “Na­mus­lu ka­dın­la­ra zi­na if­ti­ra­sı atıp da, son­ra bu­nu dört şa­hit­le is­pat ede­me­yen­le­re sek­sen değ­nek vu­run ve ar­tık on­la­rın (baş­ka ko­nu­da­ki) şa­hit­lik­le­ri­ni de ebedî ola­rak ka­bul et­me­yin. Çün­kü on­lar fa­sık­la­rın ta ken­di­le­ri­dir.” 39/e An­cak bir son­ra­ki ayet­te; eğer tev­be edip du­rum­la­rı­nı dü­zel­tir­ler­se ye­ni­den gü­ve­ni­len ki­şi­ler ola­bi­le­cek­le­ri be­lir­ti­lir. Ha­ne­fi­le­re gö­re bu du­rum­da fa­sık­lık­tan kur­tu­lur­lar.

 

d) Yol kes­me­nin ce­za­sı (hırâbe):

İslâm Dev­le­ti’ne baş­kal­dı­rıp yol ke­sen kim­se­le­rin ce­za­sı Kur’an’da şöy­le be­lir­len­miş­tir: “Al­lah ve Resûlüne kar­şı sa­va­şan ve yer­yü­zün­de fe­sat çı­kar­ma­ya ça­lı­şan­la­rın ce­za­sı an­cak; öl­dü­rül­me­le­ri ve­ya asıl­ma­la­rı ya­hut el­le­ri­nin ve ayak­la­rı­nın çap­raz­la­ma ke­sil­me­si ya da yer­yü­zün­de baş­ka bir ye­re sür­gün edil­me­le­ri­dir. Bu dün­ya­da on­lar için bir zil­let­tir. Ahı­ret­te ise on­lar için bü­yük bir azap var­dır.” 40

Bu âyet-i ke­ri­me­de be­lir­le­nen ce­za­lar su­çun çe­şi­di­ne ve şid­de­ti­ne gö­re uy­gu­la­nır. Yol ke­si­ci­ler yal­nız soy­gun yap­mış­sa el­le­ri ve ayak­la­rı çap­raz­la­ma ke­si­lir, yal­nız öl­dür­me su­çu var­sa öl­dü­rü­lür­ler. Hem öl­dür­me hem soy­gun yap­mış­lar­sa; Ebû Ha­ni­fe (ö.150/767) ve İmam Zü­fer (ö.158/775)’e gö­re İslâm Dev­let baş­ka­nı se­çim­lik hak­ka sa­hip­tir. Di­ler­se ib­ret ol­ma­sı için ön­ce el ve ayak­la­rı­nı çap­raz­la­ma ke­ser, son­ra öl­dü­rür ve­ya idam edi­lir. İs­ter­se kes­me uy­gu­lan­mak­sı­zın yal­nız öl­dü­rü­lür ve­ya ası­lır. Ebû Yûsuf (ö.182/798) ve İmam Mu­ham­med (ö.189/805)’e gö­re ise bu du­rum­da yol ke­sen ya öl­dü­rü­lür ve­ya ası­lır. Çap­raz­la­ma ke­sim ya­pıl­maz. Çün­kü bu­ra­da asıl suç yol kes­me olup, bir su­ça iki had bir­den uy­gu­lan­maz. Za­ten öl­dür­me ce­za­sı, da­ha ha­fif olan çar­paz­la­ma kes­me­yi de kap­sa­mı­na alır. Ni­te­kim ev­li kim­se hem hır­sız­lık hem de zi­na yap­sa “recm” ce­za­sı ile ye­ti­ni­lir.

Yal­nız yol­da kor­ku ve te­rör mey­da­na ge­ti­ri­lir, öl­dür­me ve­ya soy­gun ol­maz­sa “sür­gün ce­za­sı” ve­ri­lir.41

e) İç­ki iç­me­nin ce­za­sı:

Sar­hoş edi­ci iç­ki­le­rin içil­me­si âyet ve ha­dis­ler­le ya­sak­lan­mış­tır.42 İç­ki içe­ne uy­gu­la­na­cak ce­za sün­net­le sa­bit­tir. Hz. Ebu Be­kir iç­ki içe­ne kırk değ­nek ce­za ve­rir­ken, Hz. Ömer dev­rin­de iç­ki içen­le­rin art­ma­sı üze­ri­ne sek­sen değ­nek uy­gu­lan­mış­tır. Hz. Ali’nin (ö.40/660) sek­sen değ­nek ko­nu­sun­da zi­na if­ti­ra­sı ce­za­sı­na kı­yas yap­tı­ğı nak­le­di­lir.43

Hz. Pey­gam­ber (s.a)’e şa­rap iç­miş olan bi­ri­si­ni ge­tir­di­ler. Had ce­za­sı uy­gu­lan­ma­sı­nı emir bu­yur­du. Ebu Hu­rey­re (ö.58/677) ola­yı şöy­le an­la­tır: “Biz­den bir kıs­mı eliy­le, ba­zı­la­rı ayak­ka­bı­sıy­la, ya da el­bi­se­siy­le vur­du­lar. Adam ay­rı­lıp gi­din­ce, ar­ka­sın­dan; “Al­lah se­ni rüs­vay et­sin” de­di­ler. Bu­nun üze­ri­ne Hz. Pey­gam­ber, “Böy­le söy­le­me­yi­niz, ona kar­şı şey­ta­na yar­dım et­me­yi­niz” bu­yur­du.44