VI- MÜLK VE MÜLKİYET NEDİR?
A) Mülkiyet Hakkının Doğuşu:
Bir kimsenin malik olup, tasarruf edebildiği şeye “mülk” denir. Çoğulu “emlâk”tır. Mülkiyet ise mülk veya milk mastarından bir isim olup, kişi ile eşya arasındaki hak ilişkisini ifade eder. Mülkiyet hakkının doğuşunu şu şekilde açıklamak mümkündür. Mübah olan bir şeyin ihtiyaç sırasında yararlanılmak üzere ele geçirilmesine “elde etme (ihraz)” denir. Bu mübah olan bir şeyi meşru yoldan elde etme demektir.
Kaynak veya umuma ait çeşmedeki suyu kaba doldurmak veya av hayvanını yakalamak bir ihrâzdır. Elde edilen şeyin sırf elde edene ait kılınmasına da “kişiye ait kılma (ihtisas)” denir. İşte elde etme ve kişiye ait kılma işlemleri sonucunda eşya ile kişi arasında meydana gelen hak ve yetki ilişkisine “mülkiyet” adı verilmiştir. İlk fıkıh eserlerinde mülkiyet tabirine rastlanmaz. Bunun yerine “milk” teriminin kullanıldığı görülür. Mülkiyet daha çok son devir araştırma eserlerinde kullanılmıştır.96
İslâm’da mülkiyet hakkı sırf maddî eşya ile sınırlı tutulmamıştır. Maddi bir mal olan arsa, tarla, ev veya bir hayvan mülkiyete konu olduğu gibi; bir evde oturma, hayvana veya bir nakil aracına binme hakkı gibi yararlanmalar ve geçit veya su alma hakkı gibi irtifak hakları da mülkiyet kapsamına girebilmektedir. Eğer maddi bir eşyanın aynı ve yararlanma hakkı ikisi birlikte bir kimseye ait bulunursa buna “tam mülkiyet”; ayn’a (eşya) ait mülkiyet hakkı birisine, yararlanma hakkı başkasına ait olursa böyle bir mülkiyete de “eksik mülkiyet” denir. Meselâ; Osmanlı İmparatorluğu mîrî arazi uygulamalarında görüldüğü gibi toprağın kuru mülkiyeti (rakabe) devletin, ekip-biçme hakkı köylülerin olmak üzere kurulan mülkiyet ilişkisi eksik mülkiyettir.963/a
Eksik mülkiyet bir ayn üzerindeki mülkiyet ise er-geç tam mülkiyete dönüşür. Bir yararlanma mülkiyeti ise, o takdirde ya sürenin sona ermesi halinde veya bu hakkın sahibinin ölümüyle sona erer. Mesela; kendisine bir gayri menkulden on yıl süre ile yararlanma hakkı verilen kimsenin bu hakkı, süre sonunda veya kira akdinde süre bitince yararlanma hakkı da sona ermiş olur.
Kur’an-ı Kerim’de mal ve mülklerin gerçek malikinin Yüce Allah olduğu ve bunları dilediğine verdiği ifade buyurulur. Yeryüzünün ve göklerin mülk olarak Allah’a ait olduğunu bildiren bazı ayetler şunlardır: “Göklerde ve yerde olanların mülkü ancak Allah’ındır. O herşeye kadirdir.”97 “Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti sadece Allah’a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah’ın her şeye gücü yeter.”98 “Şüphesiz ki, göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah’ındır. Dirilten ve öldüren O’dur. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.”99 “De ki; göklerde ve yerde olan şeyler kimindir? De ki; Allah’ındır.”100
Allah Teâlâ sahip olduğu bu mülklerden dilediği kimselere, isteyen, çalışan ve mülk edinme usul ve yollarına sarılanlara verir. Böylece mülk üzerinde meşrû yoldan tasarrufta bulunma ve yararlanma hakkı insana geçmiş olur. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Ey Muhammed! De ki: Ey mülkün sahibi Allah’ım! Mülkü dilediğine verir, dilediğinden alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil kılarsın. Hayır senin elindedir. Şüphesiz ki Sen, her şeye kadirsin. Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden de ölüyü. Dilediğini de hesapsız rızıklandırırsın.”101
Her şeyin mülk ve saltanatı Allah’ın elinde olduğuna göre insanların mal, mülk, para, ikbal, şeref, makam ve mevki sahibi olmak için diğer insanların karşısında ezilmesine, iman, amel ve kişiliğinden bunlar için taviz vermesine ihtiyaç kalmaz. Bu konuda kendisine düşeni yaptıktan sonra Cenab-ı Hakk’a güvenip dayanması ve sonucu O’ndan beklemesi yeterlidir. Özellikle çeşitli menfaatlere ulaşmak için İslâm’a düşman olan kimselerle dostluk kurmak konusunda ayetin devamında şöyle buyurulur: “Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost ve idareciler (velîler) edinmesin. Kim böyle yaparsa, Allah’tan bekleyeceği hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan sakınmanız (takıyye yapmanız) durumu müstesnadır. Allah sizi kendisinden sakındırır. Sonunda dönüş ancak Allah’adır.”102 Âyetteki takıyye; sakınmak, korunmak, gerçek durumunu gizlemek demektir. Buna göre, mü’minler münkirlerin hâkim olduğu bir beldede bulunurlarsa, kalbdeki imana bir zarar gelmemek şartıyla, onlarla zahiren ve geçici olarak dostluk yapılabilir. Burada hedef esirlikten kurtulmak, İslâm’ın emrettiği izzet ve istiklâle kavuşmaktır.103 Ancak islâm’a düşman olanlarla sürekli bir dostluk içinde olmak ve bu dostluğu sevgi, saygı ve onları üstün görme gibi kalbine sokmak İslâm’ı ve diğer mü’minleri küçümsemeye götürür. Bu ise “İslâm yücedir, onun üzerine yücelinmez” 104 hadisi ile çelişir.
Allah Teâlâ’nın yaratıp, insanların emrine ve istifadesine sunduğu dünya nimetlerinin İslâm’ın belirlediği usul ve yöntemlerle özel mülkiyete konu olması mümkündür. İslâm özel mülk edinme hakkını tanımış, Hz. Peygamber, ashab-ı kiram ve yüzyıllar boyunca İslâm toplumları özel mülklerin sahibi olmuşlardır. Kur’an-ı Kerim’de otuzun üzerinde âyette namazla birlikte zekâtın emredilmesi, faizi yasaklayan âyette; “Eğer faizden tevbe ederseniz ana paranız sizindir” 105 buyurularak, faizle ödünce verilen anaparadan söz edilmesi, miras, ticaret ve borçlanma ile ilgili düzenlemelerin yapılması özel mülkiyetin varlığını açıkca gösterir.106 Diğer yandan ganimet mallarının beşte birinin Allah ve Rasûlüne ayrılması bu kısma kamu mülkiyeti niteliği kazandırır. Âyette şöyle buyurulur: “Bilin ki, savaştan ganimet olarak aldığınız, herhangi bir şeyin beşte biri, mutlaka Allah’ın, peygamberin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolda kalmışlarındır.”107 Fey’ adı altında toplanan gelirlerin tamamı da ganimetin beşte birinin verileceği yerlere İslâm devleti eliyle verilir.108
B- Mülk Edinme Yolları
1. İşgal
İşgal yalnız mülk edinme yolu değil, aynı zamanda mülkiyet hakkının kaynağı olarak kabul edilir. İslâm’da, mülkiyet hakkı için menkullerde işgal yeterli iken gayri menkullerde ayrıca ihya şartı da gereklidir. İhya; sahipsiz arazinin zeminini temizlemek, su ulaştırmak veya kazıp taşını ayıklamak gibi işlemlerle gerçekleşir. Mecelle, ihya yoluyla elde edilecek arazi için şu şartları öngörür: a) Daha önce kimse tarafından mülk edinilmiş olmayacak, b) Kasaba veya köyün mer’a veya baltalığı olmayacak, c) Kasaba veya köyün kenarından yüksek sesle bağırıldığında sesin ulaşmayacağı kadar uzakta bulunacak (Mecelle, mad. 1270).
İslâm hukuku gasp ve zaman aşımını mülkiyeti kazandırıcı bir yol olarak kabul etmemiştir. Klâsik fıkıh kaynaklarında görülen, 10, 15 veya 30 yıllık zaman aşımı süreleri sadece kaza açısından yani dünya hukuku bakımından mahkeme nezdinde mülkiyet iddiasına ait düzenlemelerdir. Bununla gerçek hak sahibinin hakkı ortadan kalkmış olmaz.109
2. Emek
Araziyi ihrâz ve ihya fiilleri emek olarak düşünülebilirse de, mülkün mücerred bu fiillerin bedeli olmadığı da açıktır. Mesela; 50 dönümlük bir araziye ilk işgal ve on günlük bir ihya çalışması sonucu malik olan kimse, bu araziye on günlük emeği karşılığında malik olmuş sayılmaz.
İslâm emek-sermaye (mudarebe) ortaklığını kârdan pay vermekle işletmecinin emeğini mülk edinme yolu olarak belirlemiştir. Bu ortaklıkta başkasının sermayesini işleten kimse, sırf emeği karşılığında kârdan anlaşmaya göre pay alır. Maddî zarara sadece sermaye sahibi katlanırken; emek sahibinin zarara katlanması, yalnızca emeğinin boşa gitmesi şeklinde olur. Mudarabe, İslâm Bankacılığının da esasını teşkil eder.
3. Diğer Mülk Kazanma Yolları
Emeğe veya sermaye riskine dayanan çeşitli iktisap yolları daha vardır. Tarım, ticaret veya san’atla uğraşmak, mübah şeyleri ele geçirmek mülkiyetin kazanılma yollarındandır. Nafaka, miras, sadaka, zekât, hibe, ödül alma gibi emek unsuru bulunmayan yollarla da mülk edinilir. Ganimet, diyet, ikta’, lukata, mehir ve muhâlea bedeli de emeksiz mülk edinmeye örnek verilebilir.110
C) Toprak Mülkiyetinin Kazanılması
Toprağın hem kamu, hem de özel mülke konu olabileceğini yukarıda belirtmiştik. İslâm, toprak mülkiyetinin kazanılabilmesi için şu esasları getirmiştir:
1. İlk işgal ve ihyâ:
Sahipsiz mübah ve menkul eşyaya mâlik olabilmek için meşrû zilyedlik (ihraz) yeterli iken, toprak mülkiyetinde buna ihya şartı da eklenmiştir. Delil sünnettir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Henüz hiç kimsenin eline geçmemiş bulunan bir şey, onu ilk ele geçiren kimseye ait olur.”111 Bu hadisi işiten sahabilerin araziye dağılarak işgal etmek istedikleri yerleri adımlayıp işaretlemeye başladıkları nakledilir. Ancak bir araziyi mücerred sınır işaretleriyle çevirip, burasını yıllarca ürün ekmeden bekletmek ve buraya başkalarının girmesine engel olmak topluma zarar verir. Bu yüzden tarım yapmak isteyenle, mücerred sınır işareti koyup başkasının girmesine engel olanı birbirinden ayırmak için toprağı ihya şartı da istenmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kim ölü bir toprağı ihya ederse, bu toprak onun olur. Haksız verilen emek için bir hak yoktur.” 112
Toprağı işgal edip uzun süre ihya etmeksizin bekletenlerle ilgili olarak Allah elçisi şöyle buyurmuştur: “Âd’tan kalma (sahipsiz kadîm araziler) Allah’ın, Rasûlünün ve sonra sizindir. Kim ölü arayizi ihya ederse ona sahip olur. Çeviren üç yıl içinde ihya etmemişse, bundan sonra bir hakkı kalmaz.” 113 Nitekim mücerred olarak arazi çevirmenin mülkiyet ifade etmeyeceğini ve bunun belli süre içinde ihya edilmesi gerektiğini Hz. Ömer şöyle belirtmiştir: “Ölü araziyi kim ihya ederse onun olur. Çeviren üç yıl içinde ihya etmezse çevirdiği arazi üzerinde bir hakkı kalmaz.”114 Bu duruma göre, bir arazinin etrafını çevirmek veya ilk işgalde bulunmak üç yıl süreyle öncelik hakkı vermektedir. Buna üç yıl içinde ihya şartı da eklenirse, böyle bir toprak üzerinde mülkiyet hakkı doğmaktadır.
2. Toprağı satın alma:
Usulüne göre işgal ve ihya edilmiş olan bir toprağı maliki başkasına satabilir. Artık satın alan da bedeli karşılığında bu toprağa mâlik olmuş olur. Böylece toprağın satın almalar yoluyla el değiştirmesi mümkün ve caiz bulunur. Ancak kuru mülkiyeti devlete ait olan mîrî arazilerin satışa konu olması İslâm Devleti’nin çıkaracağı arazi kanunları ile belirlenir. Ekip biçenlerin yalnız yararlanma hakkına sahib olduğu mîrî arazilerde, satışa yetki verilince, arazinin yalnız yararlanma hakkı temlik ve devredilmiş olur. Kuru mülkiyet devletin olmaya devam eder. Bu gibi arazilerin mirasçılara intikali devletçe kabul edilmişse, gerçekte yine yalnız yararlanma hakkı miras konusu olur. Diğer yandan İslâm devleti bir bedel karşılığında kuru mülkiyeti de yararlanma hakkı sahiplerine tefvîz ederse, eksik mülkiyet tam mülkiyete dönüşür.
3. Koru ve otlak olarak çevirme:
Sahipsiz yerleri koru ve otlak olarak çevirme hakkı yalnız devlete tanınmıştır. Hadiste şöyle buyurulur: “Allah ve Rasûlünden başka kimsenin otlak çevirme (himâ) hakkı yoktur.”115 Böylece nüfuzlu ve güçlü kişilerin otlakları çevirip başkalarına ait hayvanların oraya girmesini engellemesine fırsat bırakılmamıştır.
4. Sulh yoluyla İslâm ülkesine katılan topraklar:
Bunlar da diğer sahipsiz topraklar gibi devlet mülkiyetine geçer. Bunlar gerektiğinde özel şahıslara da dağıtılabilir veya bir bedel karşılığında satılabilir. Nitekim Fedek arazisi kendi mülkleri bulunmayan Muhacirlerle, ihtiyaç içindeki Medineli üç sahabeye taksim edilmiştir.116
Sulh yoluyla İslâm ülkesine katılan veya savaşla fethedildiği halde sahipsiz bulunan topraklar devlet mülkiyetine geçtiğinden, bu topraklar ancak devlet başkanının tahsis etmesi (ikta) ile özel mülkiyete konu olabilir. Devletin şahıslara tahsis edeceği bu topraklar arazinin bulunduğu bölgeye göre öşür veya harac vergisine tabi olur.117 İmam Ebu Yusuf Irak’taki bu çeşit topraklardan söz ederken şunları saymıştır: İran Devlet başkanına (Kisrâ), vezirlere, hanedana, savaştan önce veya savaş sırasında ölen ya da ülkeyi terkedenlere ait sahipsiz topraklar. Devlet bu çeşit toprakları istediği kimselere ikta etme yetkisine sahiptir.118
5. Savaş yoluyla ele geçirilen topraklar:
İslâm Devlet başkanı fethedilen topraklardan sahipli olanlar hakkında; önceki yöneticilere ait olanların dışında kalanın beşte birini beytülmale ayırdıktan sonra, geri kalanı gazilere dağıtmak veya eski sahiplerinin elinde bırakarak kendilerinden harac almak şıklarından birini tercih edebilir.119 Hz. Ömer’in Irak ve Suriye toprakları üzerindeki uygulaması buna örnek gösterilebilir.
İmam Şâfiî’ye göre, devlet başkanı savaş yolu ile fethedilen beldenin işlenen veya değerli olan topraklarını, diğer ganimet malları gibi, beşte bir beytülmal hissesi ayrıldıktan sonra gazilere dağıtmak zorundadır. Ancak gazilerin haklarından feragat etmeleri halinde bu topraklar devlete kalabilir.120
İmam Mâlik’e göre, fethedilen arazi prensip olarak dağıtılmaz. Bu, bütün müslümanlar lehine vakıf gibidir. Ancak devlet başkanı bu toprakların dağıtılmasında toplum yararı görürse dağıtmak yoluna da gidebilir.121
Ahmed b. Hanbel’e göre ise, İslâm devlet başkanı fethedilen yer toprakları ile ilgili olarak, müslümanların yararını gözetmek şartıyla, seçimlik hakka sahiptir. Bu topraklar konusunda İslâm toplumu adına vakfetmek, beşte biri ayırdıktan sonra dağıtmak veya bir bölümünü dağıtmak şıklarından birisini tercih edebilir. Nitekim Rasûlullah (s.a) her üçünü de yapmıştır. Benû Kurayza ve Benû Nadir arazisini dağıtmış, Mekke arazisini eski sahiplerinin elinde bırakmış, Hayber topraklarının ise bir bölümünü dağıtmıştır.122
6. Madenlerin mülkiyeti:
İslâm hukukuna göre, maden mülkiyetini; istihsal edilen maden ve kaynağındaki maden rezervi olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. İstihsal edilen yani toprağın altından, ocaktan çıkarılan maden, cinsi ne olursa olsun su, ot ve ateş gibi mübah mallardan olup, prensip olarak bulana yani üretene ait olur. Bir pınardan alınıp kaba konan su alana ait olduğu gibi, madenlerden istihsal edilen de istihsal edene ait olur. Yalnız, altın, gümüş, demir, bakır ve kurşun gibi erime özelliği taşıyan madenler, ganimetlerde olduğu gibi beşte bir vergiye (zekât) tabidir. İmam Malik’e göre, böyle bir maden kolaylıkla çıkarılmışsa zekât beşte bir olurken, masraflı bir üretim yapılmışsa zekât oranı kırkta bir olur.123
Diğer yandan kaynaktakı maden rezervi üzerinde ne yer sahibi ve ne de bulan için bir mülkiyet hakkı doğmaz. Bu yüzden Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî müctehitleri madenlerin kuru mülkiyet (rakabe) olarak hiç kimseye ikta edilemeyeceğini ve bunların herkesin ortak bulunduğu mübah mallardan olduğunu belirtmişlerdir. Hatta büyük Hanefî hukukçusu es-Serahsî (ö.490/1097) madenlerin ikta’ı konusunda daha açık örnekler vermektedir. O şöyle der: “Bir kimse, devletin kendisine ikta yoluyla işletme imtiyazı verdiği bir maden ocağında işçi çalıştırsa, ocaktan maden çıksın veya çıkmasın işçinin ücretini vermeyi üstlendiği için, üretilen maden işverenin olur. Ürettiği madenin ise beşte birinden az olmamak üzere, devlet ile anlaştıkları oranda vergi verir. Bu kişinin yanında iş akdi yapmaksızın başka birisi kendi başına çalışsa, çıkardığı madenin beşte dördü bu kişinin olur. Çünkü maden rezervi ikta edilmekle (işletme ruhsatı alınmakta) ikta edilenin mülkiyetine geçmez. Kaynaktaki maden rezervi hadiste bildirilen su, ot ve ateş gibi ortak mübahlardandır.”124
Maden kaynaklarının özel mülk edinilememesinin başka bir delili Hz. Peygamber’in tuzluk iktaına ait şu uygulamasıdır: “Ebyad b. Hammal’dan nakledildiğine göre, bu zat Hz. Peygamber’i ziyaret ederek yerini belirttiği tuz yataklarının kendisine ikta (tahsis) edilmesini istemiş ve Allah elçisi de ikta etmişti. Tam oradan ayrılacağı sırada tuz yataklarının durumunu yakından bilen bir sahabi, Allah elçisine; “Ey Allah’ın Resûlü! Siz ona sanki bir su kaynağı ikta etmiş oldunuz.” dedi. Bu olayı anlatan Ebyad bunun üzerine, Hz. Peygamber’in söz konusu tahsisten vazgeçtiğini belirtmiştir.” 125
Sonuç olarak madencilikte kendi adına çalışanın çıkardığı madene sahip olması “mübah bir şeyi elde eden ona malik olur” prensibine uygun düşmekte ise de günümüz maden işletmeciliğinde “arama” ve “işletme ruhsatı”na dayanılarak büyük masraflar yapıp tesisler kuran, özellikle toprak altındaki madenleri, üzerindeki toprağı atarak veya derin kuyu veya dehlizler açarak ortaya çıkaran kimsenin, başkalarını açıkta bulunan madeni almaktan menetme hakkı bulunmalıdır. Çünkü devlet işletme ruhsatını geçerli saydığı sürece, sınırları belirli maden havzasındaki mübah madeni çıkarma ve bunu elde etme hakkı bu kimseye verilmiştir. Burada devletin çıkarılan tüm madenin beşte birini zekât olarak alıp, yoksul kesime aktarma görevi vardır. Bu yapılınca ve maden de işletilip yeni iş alanları açılınca toplum yararı gerçekleşmiş olur. Nitekim İslâm devleti su ve ot gibi mübahlardan yararlanma şeklini ve statüsünü de belirleyebilir.