ALTINCI BÖLÜM

KREDİLİ ALIŞ-VERİŞLER

I- VERESİYE YAPILAN ALIŞ-VERİŞLER

A) Veresiye (Vadeli) Satışın Mahiyeti ve Meşrûluğu:

Bir malın peşin olarak satılması asıldır. Ancak alıcı her zaman peşin para veremediği için vadeli satışlara da ihtiyaç olur. Vadeli veya taksitle satışta satıcı malı teslim ettiği halde alıcı satış bedelini belirlenen ileriki bir tarihte ödemeyi üstlenir. Eğer para peşin mal veresiye satım akdi yapılmışsa buna “selem” veya “selef” akdi denir. Biz önce vadeli satış üzerinde duracağız.

Vadeli satışın caiz oluşu âyet ve hadise dayanır. Allahü Teâlâ şöyle buyurur: “Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kıldı.” (1) Burada alış-verişten mutlak olarak söz edildiği için, peşin veya vadeli satışlar âyet kapsamına girer. Vadeli borçlanmaların yazı ile tespitini öngören şu âyet de hem selem satışını, hem de vadeli satışı içine almaktadır. “Ey inananlar! Belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın. Aranızda bir yazıcı (onu) adaletle yazsın.” (2) Âyetteki “deyn” ifadesi sözlükte; zimmet borcu, vadeli borç, bedel veya veresiye anlamlarına gelir. Bir fıkıh terimi olarak ise; iki bedelden birisi peşin, diğeri zimmette vadeli borç olan her muâmeleye “deyn” denir. Arap dilinde hazır olan şeye “ayn”, hazır ve mevcut olmayan şeye ise “deyn” ifadesi kullanılır. (3)

Hz. Peygamber bir yahudiden veresiye yiyecek satın almış ve zırhını ona rehin olarak bırakmıştır. (4)

İslâm fakihleri bu ve benzeri delillere dayanarak vadeli satışın caiz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Ancak bunun bir ruhsat mı yoksa azîmet mi olduğu tartışılmıştır.

Vadeli alış-verişte, satış bedelini ödeme tarihinin veya takside bağlama halinde vade tarihlerinin belirlenmiş olması gerekir. Aksi halde satım akdi fasit olur. Vade; şu kadar gün veya ay yahut yıl veyahut da 1993 Eylül ayının son günü gibi satıcı ve alıcı tarafından bilinen bir tarih olmalıdır. En kısa veya en uzun vade süresi için bir sınır konulmamıştır. Ömür boyu, hatta tarafların yaşayabilecekleri tahmine dayalı yaş süresini aşan vadeler de geçerlidir. Ancak borcun vade süresi gelmeden borçlunun ölümü halinde vade düşer ve borç miras malına taalluk ettiği için de, hemen ödenmesi gereken (muaccel) borç halini alır. Satıcının, başka bir deyimle alacaklının ölümü ise vadeye bağlanmış bulunan satış bedellerini muaccel kılmaz. Bu yüzden de mirasçılar bu alacakları vadesinden önce isteyemezler. (5)

Veresiye satışta pazarlık; yağmurun yağması, rüzgarın esmesi, hacıların hacdan dönüşü veya şirket ortağının yolculuktan dönüşü; harman, hasat veya bağ bozumu gibi belirsiz bir tarih üzerinde yapılsa, satım akdi fasit olur. Çünkü böyle belirsiz bir vade taraflar arasında anlaşmazlığa yol açabilir. Burada belirsizliğin az veya çok olması sonucu değiştirmez. Vadede az bilinmezlik (yesîr cehâlet), meydana gelmesi kesin olan fakat bazan erken, bazanda geç ortaya çıkabilen vadedir. “Hasat zamanı” gibi. Çok bilinmezlik (fâhiş cehâlet) ise; meydana gelmesi kesin olmayan ve hiç olması da mümkün bulunan bilinmezliktir. “Yağmur yağdığı” veya “rüzgâr estiği zaman” gibi.

Meselâ; bir kimse paranın tamamı üç ayın sonunda tamamlanmak üzere taksitle satış yapsa, taksitlerin ödenme tarihi belirsiz olduğu için satış fasit olur. Vade tarihlerinde anlaşamadıkları takdirde sonradan her iki tarafın da satım akdini bozma hakkı bulunur. Ancak tarafların gerek satış sırasında ve gerekse daha sonra taksitlerin ödeme tarihlerini belirleyerek satışı sahih hale getirmeleri de mümkündür (Fâsit ve bâtıl satım akdinin hükümleri konusuna bk.).

 

B) Vâdesi Belli Bir Borcu Erteleme:

Alcaklı alacağını düşürme veya onu borçluya bağışlama hakkına sahip olunca, alacağın vâdesini uzatma hakkına öncelikle sahip olur. Buna göre, peşin yapılan bir alış-verişte satıcı alıcıya vade tanıyabilir veya vadeli yapılan satışta vade sürelerini uzatabilir. Alıcı kabul edince bu gibi uzatılan vadeler geçerli ve bağlayıcı olur.

Bu durumda artık alıcı, parayı vadesinden önce isteyemez. Çünkü satıştan sonra tanınan vade teberru niteliğindedir. (6) kira bedeli veya mala verilen zararın tazmini borçlarının da, alacaklı tarafından bu şekilde ertelenmesi mümkün ve bağlayıcı olur.

Diğer yandan İslâm’da bazı borçların ertelenmesi caiz görülmemiştir. Bu ya nesîe faizinin meydana gelmesine engel olmak veya karşı tarafın hakkını korumak yahut da alış-verişte karşılaşılan bir takım rizikoları kaldırmak amacıyla yapılan bir düzenlemedir. Karz-ı hasende olduğu gibi bazı ertelemeler de hukuk bakımından değil yalnız ahlâken bağlayıcı olur.

Ertelenmesi caiz olmayan borçlar şunlardır: 1) Altın, gümüş, para ve döviz mübadelesinde bedel, 2) Karşılıklı rıza ile satışı bozmada (ikale) satış bedeli, 3) Para peşin standart mal veresiye satışta (selem) anapara, 4) Ölen kimsenin borçları, 5) Bir gayri menkulü şüf’a hakkını kullanarak alan kimsenin ödemesi gereken satış bedeli, 6) Karz-ı hasen olarak verilen para. Bu sayılan borçların vadeye bağlanması geçerli ve bağlayıcı olmaz.

Borçların ertelenmesi mutlak veya şartlı olur.

1) Mutlak erteleme: Bu, alacaklının borçluya; “Zimmetindeki alacağımı bir ay veya bir yıl süreyle erteledim” demesiyle gerçekleşir. Böyle bir erteleme karz-ı hasen dışındaki alacaklarda geçerli ve alacaklı için bağlayıcı olur.

2) Şartlı erteleme: Bir kimse peşin olarak konuşulan bir satışta alıcıya; “Satış bedelinin yarısını şimdi verirsen geri kalanını üç aya kadar ertelerim.” dese, alıcı paranın yarısını verince, kalan borç üç aya kadar ertelenmiş bulunur.

Yine bir kimse taksit yaptığı satışta; “Eğer taksitlerden birisi vadesinde ödenmezse, geri kalan bütün taksitlerin peşine dönüşmesi (muacceliyet kazanması)” şartını öne sürse, böyle bir satış ve belirlenen şart geçerli olur. Meselâ; on ay taksitle yapılan bir satışta, üçüncü taksit vadesinde ödenmese, geri kalan yedi taksitle birlikte sekiz taksidin tamamı peşine dönüşür. (7)

 

C) Açık Hesapların Ödenmesinde Vade:

Bazan sürekli alış-veriş yapan ve birbirine güvenen kişi ve kuruluşlar borçlar için senet veya çek düzenlemeksizin “açık hesap”la çalışırlar. Çoğu zaman deftere yazılan borcun ödeneceği tarih de konuşulmaz. Mahalle bakkal ve marketlerinde, bazı çarşı esnafında bu çeşit alış-verişler görülür. Böyle bir durumda borçlunun uyması gereken bir süre var mıdır? Ya da alıcı ne kadar süre sonra alacağını gerektiğinde mahkeme yoluyla isteyebilir? İslâm’da veresiye pazarlık yapılmış olur, fakat süre belirlenmemiş bulunursa bir aylık vade esas alınır. Fetvaya esas olan görüş budur. Buna göre bir kimse bir malını “şu fiyata veresiye sattım” dese, vade en geç bir ay olarak kabul edilir. Burada yemine kıyas yapılmıştır. Çünkü “Borcu daha sonra veya veresiye öderim” diye yapılan yeminde şer’an kabul edilen vade bir aydır. Kısaca “veresiye” ifadesi en geç biraya kadar olan süreyi kapsar. Burada veresiye pazarlık hükmen bir ayla sınırlanınca vadedeki bilinmezlik kalkmış olur, bu yüzden de satış fasit olmaz. (8) Diğer yandan genellikle tüccar örfünde bir aya kadar olan vadeler peşin gibi muamele görür ve borcun bu sınıra kadar ertelenmesi müsamaha ile karşılanır.

Peşin veya veresiye denilmeksizin mutlak olarak yapılan bir satım akdi ise peşin olmak üzere meydana gelir. Çünkü satış bedeli prensip olarak peşin olur, vadenin varlığı şart koşulmasına bağlıdır. Ancak vade için örf ve âdet varsa ona göre amel edilir. Çünkü “örfen ma’ruf olan şey şart kılınmış gibidir.” (9)

Meselâ; peşin veya veresiye demeksizin bir kimse çarşıdan bir şey satın alsa parasını peşin vermesi gerekir. Ancak bu şekildeki bir satışta bedelin hafta veya ay sonu gibi bir vadede verilmesi veya bir bölümü peşin, geri kalanı ay sonunda ödenmesi, o beldede âdet halini almışsa buna göre amel edilir. Bu yüzden böyle bir yerde satıcı hafta veya ay sonu gelmeden satış bedelini isteyemez. (10)

 

D) Veresiye Satışta Va’de Farkı Caiz midir?

Peşin alış-verişte kâr meşrû olduğu gibi, vadeli satışta da meşrûdur. Hatta vadeli satışta, borcu ödeme süresi dikkate alınarak peşinden daha yüksek kâr oranı uygulandığı görülür. Her devirde veresiye satışlara vade farkı eklendiği olmuştur.

Çoğunluk fakihlere göre veresiye satışlarda vade farkı eklemek caizdir. (11)

Ancak peşin olursa şu fiyata, vadeli olursa bu fiyata diye iki fiyat üzerinde pazarlık yapılır ve hangi fiyatın tercih edildiği belirtilmezse, satış bedelinin miktarı belirsiz olacağı için böyle bir satışın fasit hükmünü alacağında açıklık vardır. Çünkü hadislerde şöyle buyurulmuştur: “Hz. Peygamber bir satış içinde iki satış yapmayı yasakladı.” (12) “Hem ödünç, hem satış ve bir satış içinde iki şart helâl değildir.” (13) “Hz. Peygamber bir akit (safka) içinde iki akit yapmayı yasakladı. Simâk dedi: Bu, satıcının peşin alırsan bu fiyat, veresiye alırsan şu fiyat demesidir.” (14) Ebu Dâvud’un Ebu Hureyre (r.a)’den rivayet ettiği bir hadiste de şöyle buyurulur: “Kim birsatış içinde iki satış yaparsa satıcı için ya bu iki fiyattan az olanı, yahut da riba vardır.” (15)

Yukarıda verilen hadisler peşin ve vadeli fiyat arasında tercih yapılmadan satım akdinin yapılmış olması ile ilgili görülmüştür. Bu konuda ünlü fakihlerden bazılarının açıklamalarını vereceğiz.

Hanefî hukukçularından es-Serahsî (ö.490/1097) şöyle der: “Satış; şu vadeye kadar şu fiyata, peşin olursa şu fiyata yahut bir ay vade ile şu fiyata iki ay vade ile şu fiyata denilerek yapılırsa fasit olur. Çünkü bu durumda satım akdi belirli bir fiyat karşılığında yapılmamıştır. Hz. Peygamber bir satış içinde iki şartı yasaklamıştır. Bu örnek, bir satış içinde iki şartın tefsiridir. Şer’î akitlerde mutlak yasaklama fesadı gerektirir. Ancak taraflar kendi aralarında anlaşır, belirli bir satış bedeli tesbit etmeden ayrılmaz ve bu tek fiyat üzerinde satışı bitirirlerse bu caizdir. Çünkü bu takdirde, akdin sahih olmasının şartını yerine getirmiş olurlar.” (16)

el-Kâsânî (ö.587/1191) el-Bedâyi adlı eserinde şöyle der: “Şu sana bir ölçek veya iki ölçek arpa ile sannutm.” Yahut “şu malı sana bir yıl vade ile bin dirheme veya iki yıl vade ile bin beşyüz dirheme sattım” derse satış bedeli belirsiz olduğu için böyle alış-veriş caiz değildir ve fasittir. (17) El-Merginani (ö.593/1197) el-Hidaye adlı eserinde bir akit içinde iki akit hadisini naklettikten sonra şu örneğe yer verir: “Satıcının bir ay kullanmak şartıyla bir malı, içinde bir süre oturmak şartıyla evini satması veya alıcının kendisine, bir hediye ya da ödünç para vermesini şart koşmasıdır. el-Hidâye’yi şerheden İbnü’l-Hümâm (ö.861/1457), hadisin tahrîcini yaptıktan sonra şu sonuca ulaşmaktadır: “Bir malın fiyatının peşin bin, veresiye iki bin olmasının faizle (ribâ) bir ilgisi yoktur. Bunun aksine satıcının kullanma veya sattığı evde bir süre oturmayı şart koşması ise faiz niteliğindedir.” (18)

İbn Âbidin (ö.1252/1836) aynı konuyu “Sattığı evde oturma, hediye veya ödünç verme şartıyla satış yapmak” şeklinde açıklamış, el-Fetâvâ’l-Hindiyye’de ise vadeli satışa “şartlı satış” konusu içinde yer verilerek şöyle denilmiştir: “Bir kimse peşin şu fiyata, veresiye şu fiyata yahut bir ay vadeli şu fiyata iki ay vadeli şu fiyata diyerek satış yapsa, bu caiz değildir ve satış fasit olur.” (19)

Sonuç olarak Hanefilerde “bir satış içinde iki satış veya iki şart” hadisleri “satış bedelinin belirsiz kaldığı” veya “satışla birlikte ödünç isteme veya sattığı evde bir süre oturma şartı gibi, bir taraf lehine üstün yarar sağlayan bir şartı öne sürerek satış yapma” olarak değerlendirilmiştir. Bu duruma göre, satıcı müşterinin hangi şartlarla olabileceğini öğrendikten sonra vade durumuna göre tek fiyat söyler ve pazarlık bunun üzerinde yapılırsa hile ve aldatma ile birlikte fahiş fiyat söz konusu olmadıkça satış geçerli olur. Bu durumda vadeli fiyatın peşin fiyatına göre farklı olmasında bir sakınca bulunmaz. Satıcı peşin ve vade durumlarına göre iki veya daha fazla fiyat söylerse, bu takdirde alıcı bu bedellerden birisi üzerinde pazarlığını kesinleştirince satış bu bedelle yapılmış olur. Burada da vadeli fiyat tercih edilmiş olur ve bu da peşinden yüksek bulunursa yine bir sakınca doğmaz. Ancak burada satıcı, peşin fiyatı esas kabul ederek, bunun üzerine kâr oranını yükseltmek yerine, banka faiz oranlarını esas alarak ilave yapmaktan sakınmalıdır. Çünkü bu durum İslâm’ın meşrû kıldığı ve miktarına kesin bir sınırlama da getirmediği kâr (ribh) yerine faiz (riba) kalıplarının zihinlere ve tüccar örfüne girmesine yol açabilir. Bunun yerine enflasyon oranı, paranın değer kaybı, satılan malın yeniden satın alınmasında pahalanma yüzünden ortaya çıkacak sermaye kaybı gibi unsurlar dikkate alınarak ma’kul ve insaflı bir vade farkı İslâm’ın meşrû saydığı kârın bir tamamlayıcısı sayılmalıdır. Nitekim satış bedelinin emsalin üstünde fahiş gabin (çok aldanma) ölçüsünde yüksek olması, buna ek olarak hile ve aldatmanın da bulunması halinde alıcıya satım akdini bozma hakkı vardır. Alıcı fiyatı bilerek razı olmuşsa böyle bir fesih hakkı da bulunmaz.

İmam Mâlik’e göre peşin ve veresiye iki fiyatla yapılan satışta, taraflar iki fiyattan birisini tercihte muhayyerlik hakkına sahip olmadıkça satış caiz olmaz. Delil “sedd-i zerâyi’ (kötülüğe giden yolu kapama)” prensibi ile Abdullah b. Ömer’in (ö.73/692) ve tabiîlerden el-Kasım b. Muhammed’in (ö.107/722) böyle bir satışı mekruh saydıklarını bildiren rivayettir. (20)

Diğer yandan banka faizlerinin ve buna paraler olarak esnaf ve tüccarın veresiye olarak artmasına yol açtığı ve bunun “fâsit bir daire (kısır döngü)” meydana getirdiği de bir gerçektir. Bu yüzden önemli ölçüde kâğıt paranın sürekli değer kaybetmesinden yani enflasyondan meydana gelen bu durumun da kontrol altına alınması gerekir. Bu yüzden böyle bir ticaret hayatında peşin alıp peşin satma veya belli vadelere kadar bir fark eklemeyip bu yolla “sürümü arttırma” ve peşin parayla iş görülen ticaret kollarına yönelme bu konuda ilk akla gelebilen tedbirlerdendir.

 

E) Borçların Vadesinde Ödenmesinin Önemi:

İslâm’da verilen sözün veya yapılan taahhüdün süresi içinde yerine getirilmesi önemlidir. Ticaret itibar ve güvene dayanır. Tüccarın senedi kadar, sözü senet olmalıdır. Mü’min prensip olarak Peygamber (s.a)’e ümmetinin durumu sorulunca; “zina etmiş olabilir, hırsızlık yapmış olabilir, fakat ümmetim asla yalan söylemez” diye cevap vermesi mü’minin önemli bir hasletine dikkat çekmek içindir. Ticarî hayatta verilen sözlerin yerine getirilmesinde ve vadesi belirlenen borçların süresi içerisinde ödenmesinde titizlik gösterilmesi mü’minin şiarı olmalıdır.

Borcun vadesinde ödenmemesi alacaklıyı çeşitli bakımlardan sıkıntıya düşürür. O, kendi ihtiyaçları için harcama imkânını kaybedebileceği gibi, çoğu zaman hesaplarını alacağının vadesinde ödeneceğini düşünerek yapar. Bir borcun zamanında ödenmemesi zincirleme birçok kimsenin sıkıntıya düşmesine yol açar. Alacaklı kendi borçlarını ödemek, yeni mal almak veya yatırımlarını genişletmek için alacaklarını bir karşılık olarak düşünür. Borçlunun sözünde durmaması, alacaklıyı da taahhütlerini yerine getiremeyen kimse durumuna düşürür. Bu durum karşısında alacaklılar da, alacağa güvenerek verdikleri sözlerinde daha dikkatli ve itinalı olmalıdırlar.

Diğer yandan borçlu sözünde durabilmek için elindeki bütün imkânları kullanmalıdır. Önce tedbir olarak “yedek akçe” bulundurmalı, ödünç para (karz) bulmaya çalışmalı, elinin altında döviz, altın, otomobil gibi kısa sürede paraya çevrilebilecek değerler bulundurmalı, fiyat düşürdüğü takdirde paraya çevirebileceği ihtiyaç fazlası gayri menkulü varsa bunları satmayı denemelidir. Bunlar borcun miktarına ve alacaklının tavrına göre başvurulabilecek çarelerdir.

Varlıklı olan ve ödeme gücü bulunan kimsenin borcunu ertelemesi caiz değildir. Nitekim Allah elçisi şöyle buyurmuştur: “Zenginin borcunu erteleyip geciktirmesi zulümdür.” (21) Bu yüzden alacaklı kötü niyetli olan varlıklı borçludan alacağını gerektiğinde malına hacz, ipotek vb. tedbirler koydurarak mahkeme yoluyla zorla olabilir. Bu arada mahkeme masraflarını ve alacağını tahsil için yapmak zorunda kaldığı diğer harcamaları alacağın üzerine ekleyebilir.

Diğer yandan borçlu, darlık içinde bulunuyorsa ona bir takım kolaylıkların gösterilmesi de gerekir. Kur’an’da şöyle buyurulur: “Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa, ona geniş bir zamana kadar mühlet verin. Alacağı sadaka olarak bağışlamanız ise sizin için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz.” (22)

 

F) Kurtubî’nin Borç Ertelemeyi Düzenleyen Âyeti Tefsiri:

Büyük müfessir el-Kurtubî (ö.671/1273) borçların ertelenme esaslarını belirleyen Bakara Suresi 280. âyeti şu şekilde açıklamıştır:

1) Bu ayet, faizli kredilerle yalnız anaparanın alınabileceğini bildiren ayetin uygulanmasında, krediyi alanın ödeme gücü varsa hemen ödemesini, darlık içindeyse genişlik zamanına kadar borcun ertelenmesini öngörmektedir. Nitekim faiz yasağı geldiği zaman Sakîf toplumu, Mugîre Oğullarında olan alacaklarını isteyince; Mugîre Oğulları darlık içinde olduklarını, borcu ödeme imkânlarının bulunmadığını bildirdiler ve hasat zamanına kadar süre istediler. İşte yukarıdaki ayetin nüzul (iniş) sebebi budur. (23)

2) Faizli bir muâmelede yalnız anaparanın alınabileceğini bildiren Bakara Suresi 279. ayetle, ödeme güçlüğü içinde olan borçluya süre verilmesini hükme bağlayan 280. ayet, gerektiğinde ödeme gücü olan borçludan alacağın zorla alınabileceğine işaret etmektedir. Diğer yandan ödeme imkânı varken borcunu ödemeyip vadesinden sonra geciktirenin “zalim” olduğu hadisle bildirilmiştir.

3) Bazı bilginlere göre, cahiliyye devrinde borcunu ödeyemeyen kişinin, borcu karşılığında satılması uygulaması bu ayetle kaldırılmıştır. Çoğunluk fakihler, ayetin faizli kredilerin tasfiyesi yanında diğer bütün borç ve muameleleri de kapsamına aldığı görüşündedir. Bunlardan darda olana aynı kolaylıkların gösterilmesi gerekir. Ancak İbn Abbas ve Kadî Şurayh’a göre ayet, yalnız faizli kredilerle ilgili olup, diğer borç ve muamelelerde borçluya süre tanıma gerekmez. Borçlu borcunu öder ya da ödeyinceye kadar hapsedilir. İbrahim en-Nehâî de aynı görüştedir. Dayandıkları delil şu ayettir: “Şüphesiz Allah, emanetleri sahiplerine vermenizi emreder.” (24) Ancak İbn Atıyye borçlunun açıkça darda olduğu bilinince, ona zarûrî olarak süre vermek gerektiğini söylemiştir.

4) Borç çok olur ve alacaklılar bütün alacaklarını isterlerse, hakim borçlunun zarûrî olan malları dışında herşeyini alacaklılara verebilir. Ancak böyle bir durumda diğer mü’minlerin darda kalana yardımcı olması gerekir. Nitekim Ebû Said el-Hudrî (r.a)’den rivayete göre Hz. Peygamber döneminde bir adam satın aldığı ürünlerden zarar etmiş ve büyük bir borç yükü altına girmişti. Hz. Peygamber, ashab-ı kirama, borçluya tasaddukta bulunmalarını bildirince, bağışlar yapılmış, ancak bunlar da borcu ödemeye yeterli olmamıştı. Bunun üzerine Allah elçisi alacaklılara; “Borçlunun elinde bulduklarınızı alın. Sizin için bunun dışında bir şey yoktur” buyurmuştur. (25)

5) Ebû Hanife, Şâfî, Mâlik ve diğer fakihlere göre iflâs eden kimse, darda olduğu anlaşılıncaya kadar hapsedilir. İmam Mâlik’e göre, malını saklamakla itham edilmediği sürece hapsedilmez. Borçlu darda olduğu anlaşılınca serbest bırakılır.

6) İflâs masasında toplanan mal varlığı, hak sahiplerine ulaştırılmadan ve satılmadan önce telef olsa, iflâs edenin tazmin sorumluluğu devam eder. Çünkü alacaklar onun üzerinde zimmet borcudur. Ancak hakim tarafından mallar satılıp satış bedelleri alındıktan sonra fakat alacaklılara ödeme yapılmazdan önce telef olsa, artık iflâs edenin tazmin sorumluluğu bulunmaz.

7) Alacağı borçluya bağışlamanın hayırlı olduğu ayette bildirilmekle, alacağı bağışlamanın, borçluya süre vermekten daha hayırlı olduğu belirlenmiştir. Ancak bu bağışlama darda olan borçlu içindir. Varlıklı borçluyu kapsamaz. (26)

Darda olanın borcunu ertelemeyi teşvik eden pekçok hadis nakledilmiştir. Bazılar şunlardır: Büreyde b. el-Huseyb (r.a) demiştir ki; Hz. Peygamber: “Kim darda olan borçluya süre verirse, kendisi için her gün için bir  sadaka ecri vardır” buyurdu. Ben: “Hergün borcun misli kadar bir sadaka ecri mi?” diye sorunca şöyle cevap verdi: “Borcun vadesi gelinceye kadar her gün için bir sadaka, borcun vadesinden sonra erteleme halinde ise her bir gün için borcun misli kadar sadaka ecri vardır.” (27)

Başka bir hadiste şöyle buyurulur: “Sizden önceki ümmetlerden bir adam hesaba çekildi. Hayır olarak hiç birşeyi yoktu. Yalnız, insanların arasına girer, adamlarına darda olanların borçtan kurtarılmasını emrederdi. Allahu Teâlâ bu kimse hakkında şöyle buyurdu: “Biz darda olanı sıkıntıdan kurtarmaya daha fazla hak sahibiyiz. Bu kulun sıkıntısını kadırınız” (28) “Darda kalanın borcunu erteleyen veya borcu silen kimseyi Yüce Allah kendi gölgesinde gölgelendirir.” (29)

Hz. Peygamber borçlu olarak ölenin cenaze namazını kılmazdı. Bir gün bir cenaze getirildi. Allah elçisi; borcu olup olmadığını sordu. “İki dinar borcu var” dediler. “Arkadaşınızın namazını kılın” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Katâde (r.a); “O iki dinarı ben üstleniyorum” deyince Hz. Peygamber adamın namazını kıldı.” (30)

Diğer yandan borcunu ödeyemeyecek derecede işleri bozulan, geliri kesilen ve darlık içinde bunalan kimse bir İslâm toplumunda devletin çeşitli kaynaklarından da destek görür. Zekât fonu bunların başındadır. Nitekim, fetihler başlayıp, beytümlale gelir akışı artınca, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben her mü’mine kendi nefsinden daha yakınım. Kim borç bırakırsa onu öderim. Kim de mal bırakırsa o mirasçılarına aittir.” (31)

 

G) Vadesinde Ödenmeyen Borçlara Vade Farkı Eklenebilir mi?

Vadesinde ödenmeyen borçların veya protesto olan çek ve senet bedellerinin bazan aylarca hatta yıllarca tahsil edilemediği görülmektedir. İcra daireleri bu gibi borçlara ait dosyalarla dolup taşmaktadır. Günümüzün ekonomik sistemleri esnaf ve tüccarı gerektiğinde menfaatı için yalan söyleyebilen, borcunu vadesinde önemli bir sebep olmaksızın da ödemeyebilen bir ekonomi adamı haline getirmeye elverişlidir. Bu yüzden sık sık vadesinde ödenmeyen borçlar alacaklının sermayesini küçültmektedir. Ticaret işinde banka kredilerinden yararlanan kesim, banka faiz oranlarını dikkate alarak protesto olan çek ve senetlere vade farkı uygulamaktadır. Bu farkın faiz olduğunu düşünen İslâmî kesim ise bir fark eklemeyince onlara ait alacakların vadesinde ödenmemesi özendirilmiş olmaktadır. Kağıt paranın zayıflığından ve enflasyondan ileri gelen satın alma gücü kaybı, zamanında tahsil edilemeyen borçlarda sermayeyi sürekli olarak küçültmektedir. Bu yüzden biz aşağıda, vadesinde ödenmeyen borçlar için bir vade farkının söz konusu edilip edilemeyeceğini inceleyeceğiz.

Burada vade farkını borcun cinsine göre değerlendirmek gerekir. Borç altın veya gümüş gibi değerini kendi öz varlığından alan bir ekonomik değere dayanıyorsa, borcun ertelenmesi yüzünden eklenecek bir fazlalık “faiz” olur. Çünkü faiz ayetlerinin inme sebebi; borcunu vadesinde ödeyemeyen borçlunun alacaklıya; “Borç miktarını arttır, ben de vadeyi uzatayım” demesi ve anaparaya erteleme durumuna göre faiz eklenmesidir. İşte İslâm’ın bu ilk uygulamalarında sözü edilen para altın veya gümüş paradan ibarettir. Daha sonra bunlara fels adı verilen bakır, nikel ve kalay karışımı madenî paralar da eklenmiştir. Bunlar maden değeri dışında itibârî bir değerle dolaşmaya başlayınca, İslâm müctehidleri bunlardan doğan borçlarda “değer kaybı”nın eklenip eklenmeyeceğini incelemişlerdir. Ebu Yusuf (ö.182/798) bu çeşit paraların gerçekte altın veya gümüş paraya endeksli olarak basıldığını dikkate alarak borcun doğduğu tarihle, ödeme tarihi arasında meydana gelen “değer kaybı”nın da ödenmesi gerektiğini söylemiştir. Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüş budur. (32) Burada borç veresiye satıştan doğmuşsa “satış tarihi”, karz-ı hasenden doğmuşsa paranın ödünç alana “teslim tarihi” esas alınarak, madenî paranın altın veya gümüş karşısında kaybettiği satın alma gücü farkı asıl borca eklenir.

Ancak, günümüz piyasa şartlarında, kâğıt para ile yapılan veresiye satışlarda genel olarak fiyatlar yüksek tutulmakta ve “vade farkı” adı ile bir ilave yapılmaktadır. Veresiye satışta, satım tarihinden itibaren, alıcı için haksızlık doğurabilir. Bu yüzden veresiye satışlarda kâğıt paranın değer kaybını giderme yalnız şu iki şartlar gerçekleşince söz konusu olmalıdır: a) Peşin fiyatı üzerinden satış yapıldıktan sonra, fiyat değiştirmeksizin satışı veresiyeye çevirmek, b) Paranın peşin ödenmesi konuşulduğu halde, satıcının rızası dışında geciktirilmesi halinde, süre bir ayı aşarsa, altın hesabına göre farkın eklenmesi mümkündü.r İmam Ebu Yusuf’un ictihadını günümüz veresiye satışlarına bu şekilde uygulamak hakkaniyete daha yakındır.

Aşağıda “İslâm’da Para” bölümünde geniş bir şekilde açıklayacağımız gibi kağıt para da yüzyıllar boyunca altına endeksli ekonomik bir değer olarak piyasada dolaşmıştır. 20. yüzyılın ortalarından itibaren altınla bağlantısı koparılan kağıt para değerini ülke ekonomisinin gücünden alan nominal (itibârî) değerli bir para halini almıştır. Ancak fels çeşidi paralardan daha zayıf bir para olan kağıt paranın standart bir karşılık olarak değer hesaplamalarında, temeldeki karşılığı olan altına endekslenmesi en adaletli bir yoldur. Durum bu olmakla birlikte gerek karzda ve gerekse vadeli satışta normal vade tarihine kadar olan süre için bir vade farkının eklenmesi söz konusu edilmemelidir. Başka bir deyimle ödünç para veren kimse paranın dönüş tarihine kadar anaparaya bir fark eklemeyi düşünmez. Veresiye satışlarda da vade durumuna göre kâr yüksek tutulabildiği için, ödeme tarihinde ikinci bir vade farkına ihtiyaç kalmaz.

Kağıt paradan doğan borcun vadesinde ödenmeyip ertelenmesi durumunda ise, bir aya kadar olan ertelemelerde yine bir fark söz konusu edilmemelidir. Çünkü tüccar örfünde bir aydan daha kısa olan süreler müsamaha ile karşılanır ve çoğu kez buna peşin muamelesi yapılır. (33)

Senet veya çek bedellerinin vadesinde ödenmemesi durumunda, alacaklının rızası dışında bir aydan daha uzun bir süreyle erteleme halinde kağıt paranın değeri esas alınmalıdır. Buna göre, senetlerin protesto edildiği tarih ile ödeme tarihi arasındaki “altına göre değer kaybı” asıl borca eklenebilir. Bu konuda eşya fiyatları endeksinin veya altına göre prim yapan döviz çeşitlerinin esas alınması mü’mini reel (gerçek) faize düşürebilir. Altın veya gümüş stokları ise İslâm’ın para saydığı veya sarrafların çevirebildiği ekonomik değerlerdir. Altın fiyatları bir ülke genelinde standart olduğu gibi, bu konuda dünya ülkeleri arasında da bir paralellik vardır. Ayet ve hadislerde altınla gümüşün servet biriktirme aracı olduklarına ve eşyanın değerini belirlemede satış bedeli olma (semenlik) özelliklerine dikkat çekilmiştir. (34) Faizli kredi sisteminden faizsiz sisteme geçişi düzenleyen ayette şöyle buyurulur: “Eğer siz tevbe edip faizli muameleden vazgeçerseniz, anaparalarınız sizindir. Böylece ne haksızlık yapmış ve ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” (35) Kur’an’ın inişi sırasındaki “anapara”nın altın veya gümüş paradan ibaret olduğu bilinmektedir. Bu iki çeşit para ise gerçek maden değeri ile dolaşan ve itibari (nominal) değeri söz konusu olmayan paralardır. İşte kâğıt paradan doğan borçların alacaklının rızası dışında bir aydan fazla ertelenmesi halinde borcun “ödeme veya protesto” tarihinden itibaren altın hesabıyle devam ettirilmesi ne borçluya ve ne de alacaklıya tek yanlı “üstün yarar” sağlamayan orta bir yoldur. Çünkü birden fazla satış bedelinin kullanıldığı bir ülkede bazı bedeller değer kazanırken bazıları değer kaybetse anlaşmazlık halinde borçlar orta olandan ödenir. Böylece değer kaybı borçlu ve alacaklıya adaletli bir şekilde yansıtılmış olur. (36)

Ancak şunu da belirtelim ki, önceden belirlenmiş olmamak veya örfleşmiş bulunmamak şartıyla, borçlunun kendiliğinden vereceği fazlalık faiz sayılmaz. Nitekim Hz. Peygamber (s.a)’in de bir borcunu ziyade ederek ödediği nakledilmiştir. (37)

 

Bu bölümü komple gözden geçirmek gerekecektir.

dipnotlarını kontrol etmek gerekir. zira matbu kitabın numaralarıyla uyuşmuyor.