II- İSLÂM EKONOMİSİNDE PARA

A) Paranın Ortaya Çıkışı:

Para farsça bir kelime olup “pare ve parça” demektir. Bir iktisat terimi olarak; devlet tarafından tedavüle çıkarılmış, üzerinde sayı değeri yazılı, kağıt veya madenden yapılmış ödeme aracına “para” denir. Paranın bir değer ölçüsü ve mübadele aracı olarak kullanılması, yüzyıllarca süren bir gelişme sonucunda olmuştur.

Tarihin eski çağlarında mal mübadeleleri trampa usulü ile yapılıyordu. Alış-verişte bir malın bedelini başka bir malla ödemeye “trampa” denir. İlkel toplumlarda kabileler tüketim ihtiyaçlarını kendi üretimleri ile karşıladıkları için dış alemle ticaret ilişkileri azdı. Fakat iş bölümünün sınırları genişleyince mal mübadelelerinin hacmi de artmış ve trampanın ihtiyaçları karşılamada yetersiz kaldığı görülmüştür.

Trampa sisteminin sakıncaları şu şekilde özetlenebilir:

a) Trampa mübadelesine katılanlar istedikleri malı her zaman bulamazlar. Bu da ticaretin genişlemesine engel olur. Meselâ; buğday yetiştiren bir çiftçinin elbiselik kumaşa ihtiyacı olsa, bir miktar buğday vererek bunun yerine kumaş almak isteyecektir. Fakat bu çiftçi elinde kumaş bulunan ve bu kumaşı buğday karşılığında değiştirmek isteyen birine rastlayıncaya kadar arzu ettiği mübadeleyi yapamayacaktır.

b) Mübadeleye arzedilen mallar arasında her zaman denklik bulunmaz. Meselâ; koyun ve sığırdan başka mübadele edilecek bir malı bulunmayan kimsenin ucuz ve önemsiz bir ihtiyacını karşılaması mümkün olmaz. Arz ve talep edilen mallar arasındaki “değer farkı” alım satım muamelelerini zahmetli ve külfetli bir duruma sokar.

c) Mal mübadelesini ortak bir değer ölçüsüne göre yapabilmek imkânsızdır. Para kavramı olmayan bir ekonomide malların bedelini tayin edebilmek kolay değildir. İki metre kumaş ile birçift kundura veya bir kilo portakal ile on yumurta değiştirildiği vakit, yalnız mübadele edilen bu malların birbirine göre değerini anlamak kabil olabilir. Başka malların değerini belirlemek için dolaylı yollardan mukayese yapmak ihtiyacı duyulur. Nitekim Hz. Peygamber’e ikram etmek için iki ölçek kalitesi düşük hurmayı bir ölçek kaliteli hurme ile trampa eden Bilal-i Habeşi (r.a)’ye Allah elçisi; kendine ait hurmayı para ile satıp, bu para ile istediği kalitede hurma satın alabileceğini bildirmiştir. (17)

Çeşitli malların değerleri arasındaki oranı tek ve ortak bir ölçüye göre belirleme ihtiyacı “hesap parası” kavramının doğmasına yol açmıştır. Bu, muteber sayılan bir malın, diğer eşyanın değerini belirlemede aracı vazifesi görmesinden ibarettir. Bununla kıymet takdirindeki güçlükler hafiflemekle birlikte, trampanın diğer sakıncaları ortadan kalkmıştır.

Ticaret mübadelelerinin cereyanını kolaylaştırmak için bazı değerlerin “ödeme aracı” olarak kullanılmasına ihtiyaç duyulmuş ve satıcılar ihtiyaçları olsun veya olmasın belirli malları ödeme aracı olarak kabul etmek alışkanlığını kazanmışlardır. Ödeme aracı olarak kullanılan mal, genellikle piyasada aranan ve kolayca el değiştirebilen mallar arasından seçilmiştir. Çin’de bıçak, Roma’da öküz, Amerika’da hayvan derisi ve tütün, Afrika’da esirler borçların ödenmesini ve mübadelelerin cereyanını sağlayan birer ödeme aracı hizmeti görmüşlerdir. Meselâ; eski Mısır’da ödeme aracı sığırdı. Bir hasır, beş ölçek bal veya on bir ölçek zeytin yağı bir sığır değerindeydi.

Paranın uzun vadeli ihtiyaçları karşılayabilmesi için yükte hafif, pahada ağır, bozulmaz ve kolaylıkla saklanabilir mallar arasından seçilmesi gerekli idi. Ayrıca bu ödeme aracının küçük ünitelere parçalanır nitelikte olması ayrı bir kolaylık sağlayacaktı. İşte bütün bu özelliklerin demir, bakır, bronz, gümüş veya altın gibi madenlerde bulunduğunu insanlar farketmekte gecikmediler. Bu madeni paralar önceleri külçe, halka veya çubuk şeklinde dolaşmıştır. Bunlardan altın ve gümüşün değeri ağırlıklarına göre belirlenmiş, külçeler şekil bakımından standart hale getirilerek, üzerlerine ağırlık ve ayar durumlarını belirten işaretler konulmaya başlanmıştır. Bu maden parçalarının yassı ve yuvarlak bir biçim alınca daha kullanışlı bir hale geldiği, hilenin güçleştiği ve kolaylıkla saklanabileceği anlaşılmıştır. (18)

Altın, gümüş veya bakırdan yapılmış ve devletin özel damgası ile damgalanmış madeni ödeme aracına “sikke” denir. Damgalı para anlamında “meskûk” ve çoğulu “meskûkât” kullanılır. Sikke M.Ö. VII. yüzyılda, Anadolu’da Lidyalılar tarafından icat edilmiştir. (19) Diğer yandan Hintli bilgin R. D. Barneji Aşağı Indus kıyılarında 1924’te yaptığı Mahenjodar kazıları sırasında bir şehir kalıntısına rastlamış, bu şehirde insanların M. Ö. 2900 yıllarında para basarak mübadelede kullandıklarını ortaya koymuştur. Asur hükümdarlarının da M.Ö. VII. yüzyılda gümüş sikke bastırdıkları belirlenmiştir. (20)

Kur’an-ı Kerim’de daha önceki milletlerin parayı mübadele aracı olarak kullandıklarına dair bazı işaretler vardır. Hz. Süleyman’ın göz kamaştıran serveti, Karun’un anahtarlarını bile taşıyamadığı hazineleri, Hz. Yusuf’un Mısır Meliki’nin hazinelerini yönetmesi ve Ashabü’l-Kehf denilen gençlerin para ile alış veriş etmesi bunlar arasında sayılabilir. Bu sonuncusu üzerinde kalıntıları günümüze ulaştığı için kısaca duracağız. Daha sonra “Kehf ashabı” adı verilen birkaç inanmış genç, inançlarından dolayı zulme uğrayarak bir mağaraya sınığınırlar. (21) Üç yüz dokuz yıl kadar ilahi bir mucize eseri olarak mağarada uyutulan bu gençler uyanınca içlerinden Yemliha adlı arkadaşlarını yiyecek alması için kasabaya gönderirler. Kasabaya gelen Yemliha ekmek almak isterken elindeki parayı gören fırıncı bu gencin giyiminden şüphelenir ve elindeki paraya bakıp, define bulduğunu zannederek onu ilgililere şikayet eder. Üç asır öncesine ait bir parayla alış-veriş yapmak isteyen bu gencin durumu tuhaf karşılanır ve sorgulama için hükümdarların huzuruna çıkarılır. (22) Daha sonra çevreye uyum sağlama zorluğu çeken gençler Tarsus’taki Kehf mağarasında ebedi istirahate çekilirler. Tarihçilerin ve tefsircilerin yaygın kanaatine göre bu mağara olayı Anadolu’nun Roma hakimiyeti altında bulunduğu dönemde Tarsus dolaylarında meydana gelmiştir. Tefsirlerin verdiği bilgiye göre bu gençlerin elinde üç asır önceden kalma gümüş paralar (dirhemler) vardır. (23)

 

B) İslâm’ın İlk Yıllarında Para:

İslâm’dan önce Arabistan’da İran, Roma, Bizans ve Cenûbî Arabistan sikkeleri kullanılıyordu. Altın, gümüş veya bakırdan yapılmış ve devletin özel damgası ile damgalanmış madeni ödeme vasıtasına “sikke” denir. Sikke, yaygın kanaate göre M. Ö. 7. yüzyılda Anadolu’da lidyalılar tarafından icat edilmiştir. (24) Altının para birimi “miskal”, gümüşün “dirhem”, bakır, nikel vb. madenlerden basılan paranın ise “fels”dir. Fels’in çoğulu “fülus” gelir. Külçe veya zinet altınlarının ağırlık birimi, miskal, para olarak basılmış altın paranın birimi ise dinar olup ikisi de ağırlık bakımından denktir.

Hz. Peygamber döneminde para basılmamış ve o devre kadar tedavülde bulunan sikkeler kullanılmıştır. Hz. Ebu Bekir’in (ö.13/638) halifeliği kısa sürdü. O, iç düzeni sağlamaya çalışırken para işi ile uğraşacak zaman bulamadı. Bu konuya ilk eğilen Hz. Ömer (ö.23/634) olmuştur. Hz. Peygamber (s.a) devrinde tedavülde dolaşan üç çeşit dirhem (gümüş para) vardı.Bunlar ağırlık bakımından: 10 dirhem=10 veya 6 yahut 5 miskal altına denk olan dirhemlerdi. Hz. Ömer devrinde 10 dirhem = 10 miskal denkliği esas alınarak vergi istenince, vergi yükümlüleri bunun hafifletilmesini istediler. Halife bir bilirkişi heyeti teşkil ederek konunun ne beytülmal’e ve ne de topluma zarar vermeyecek bir biçimde çözümlemesini istedi. Heyet üç çeşit dirhemi toplayarak üçe böldü. Böylece ağırlık (vezin) bakımından ortalama 10 dirhem = 7 miskal denklemi ortaya çıktı. Şer’î ölçüye göre 1 dirhem 2,8 gram, 1 miskal de yaklaşık 4 gram kabul edilince bu iki değer 28 gramda birleşmiş olur. Yani 10 dirhem 2,8 gramla çarpılınca 28 gram ettiği gibi 7 miskal de 4 ile çarpılınca aynı sonuç elde edilir.

Hz. Ömer’in bu uygulaması para basımından çok para ayarlaması olarak kabul edilir. Yine o devirde İran sikkeleri değiştirilmemiş, ancak İslâm ülkeleri sınırları içindeki emir ve valiler küçük değişiklik ve ilaveler yaparak sikke bastırmışlardır. (25) Hz. Ömer’den itibaren çok sayıda kişi, meselâ; Hz. Osman (ö.35/655), Muaviye (ö.60/679) ve Abdullah b. Zübeyr (ö.72/691) para basmışlardır. Bunların on tanesinin ağırlığı da yedi miskal altın ağırlığında idi. Ancak bu paralar sınırlı kalmış ve ülke çapında yayılmamıştır. (26)

Devletin para basımına el atması Emevi halifesi Abdülmelik b. Mervan (ö.86/705) devrine rastlar. Abdülmelik’i para basmaya zorlayan olay şudur: Halife Doğu Roma İmparatorluğuna gönderdiği resmi yazılara “De ki Allah birdir” (27) ayetini başlık yapar ve sonuna da Hz. Peygamber’in adını yazardı. Bu üslûba kızan Roma İmparatoru, yazılardan bunları çıkarmasını, aksi halde İslâm ülkelerinde dolaşan Roma paralarının üzerine Hz. Muhammed’in adını, müslümanların hoşuna gitmeyecek bir biçimde yazdıracağını billdirdi.

Bu tehdit üzerine, ilmi bir heyet toplanarak devlet adına para basılmasına ve piyasadaki yabancı paraların tedavülden kaldırılarak değiştirilmesine karar verildi. Hazırlanan para kalıpları çeşitli merkezlere, gönderilerek basıma izin verildi. Halk, elindeki yabancı paraları darphaneye götürüyor, bunlar %1 basım ücreti alınarak yeni para kalıplarına dökülüyordu. (28)

Hz. Peygamber döneminde Medine yöresinde yaklaşık 1 dinar altın paranın satın alma gücü 10 dirhem gümüşe denk durumdaydı. Yaklaşık 5 dirheme veya yarım dinara bir koyun satın alınabiliyordu. Kaynaklarda buna ait çeşitli örneklere rastlanır. (29) Bu denkliği, zekât konusunda altın nisabının 20 miskal, gümüş nisabının ise 200 dirhem oluşunda da görmek mümkündür. Yani burada da 10 dirhem gümüş, 1 miskale denk düşmektedir. (30)

 

C) Osmanlılarda Madeni Para Uygulaması:

Osmanlılarda ilk sikke 1328 M.’de Orhan Gazi döneminde basılmış olup, arka yüzünde “Bursa” yazılıdır. (31) Osmanlılar önceki devletlerin, hatta ilk devirlerde muâsırlarının kullandıkları dirhem ve dinar kelimelerini kullanmayarak, bastırdıkları gümüş paraya “Osmanlı Beyaz Sikkesi” anlamında “Akça-i Osmanî” veya kısaca “Akça” dediler. Başlangıçta üç akça yaklaşık bir dirhem gümüşe denk idi. İlk basılan akçaların ağırlığı dinarın dörtte biri, yani altı kırat, bu da 1.154 gramdan ibaret idi. Ayarı da yüzde doksan gümüştü. Bunlar yüryirmi yıl süreyle ayar ve veznini korudu. Fatih Sultan Mehmed döneminde akçanın ağırlığı 5; 4,5 hatta 4 kırata kadar düştü. İkinci Bayezid döneminde ağırlık 3,5 kırata, ayarı da %85’e kadar düşürüldü. Böylece paranın değerinin düşmesine, başka bir deyimle enflasyona bir kapı açılmış oluyordu. Ancak Fatih Sultan Mehmed’in ilk cülusunda devletin hazineye gelir sağlamak amacıyla akçayı küçültme uygulamasına askerin tepki göstermesi üzerine, ulufelere yarım akça zam yapılarak, daha önce üç akça olan yevmiyeler, yeni sikkelerle 3,5 akçaya çıkarılmıştır. Bununla paranın satın alma gücünün düşmesi üzerine enflasyona karşı tedbir alınmış oluyordu.

Birinci Ahmed devrinde akçaların vezni 1,5, ayarları da %80’e inince züyûf akçalar yaygınlaştı. Devlet tedavüldeki eksik vezin ve ayarlı akçaları toplattı, yeni akçalar basıldı. Hatta büyük alış-verişlerde kullanılmak üzere akçaların on tanesine denk olarak bir dirhem (onluk Osmânî) sikkeler basıldı.

1066 H. yılında akçaların vezni 1 kırata, ayarı ise %50’ye indirilmişti. Artık akçayı ıslah imkânı kalmayınca II. Sultan Süleyman devrinde 1099/1687’de Osmanlı meskûkâtı ıslah ve tadil olunduğu sırada akça usülü terk edilerek, bunun yerine “kuruş” esasına dayalı usul ikame edildi. Osmanlıların son devrine kadar paranın katları ve cüzleri için yapılan taksimlerde; 1 kuruş = 40 para, 1 para = 3 akça ve 1 akça = 3 pul olarak işlem görmüştür. II. Ahmed devrinde 1 para = 4 akçaya yükselmiştir. Günümüz Türkiye para biriminde yüz kuruş bir lira olarak işlem görmektedir. (32)

Osmanlılarda Bursa’nın zaptından İstanbul’un fethine kadar yalnız gümüş sikke bastırılmıştır. Ülkede dolaşan altınlar Selçuk, Bizans ve Venedik paralarından ibaretti. Ancak imparatorluk kurulup, ülke zenginleştikten sonra, Osmanlı Devleti de altın para çıkarmıştır. Osmanlıların son devrinde “sarı lira” diye ün kazanan altın lira yaklaşık yedi gram vezninde 22 ayar altın paradır. Böylece altın da gümüş gibi M.Ö. 2900 yılından I. Dünya savaşına kadar para olarak kullanılmıştır. Günümüzde altın daha çok biriktirme veya süs aracı olarak kullanılmakta, sarraflarca alınıp satılmaktadır.

 

D) Altın ve Gümüşten Başka Madenlerden Para Basımı:

İslâm’ın çıkışı sırasında en küçük altın para yaklaşık 4 gram, gümüş para da 2,8 gram vezninde idi. Bu yüzden küçük ve değeri az olan şeylerin alım-satımında ufaklık para ihtiyacı oluyordu. İşte o dönemde bazı ortadoğu ülkelerinde bakır nikel gibi madenlerden basılan ve “fels” adı verilen paralar yaygınlık kazanmağa başlamıştır. Fels kelimesinin Arap diline latince “follis”ten geçtiğ öne sürülmüştür. Bizans follislerinin ağırlıklarının önceleri yaklaşık 30 gram olması gerekirken bu miktar giderek azalmış ve müslümanların Suriye’yi fethettikleri sıralarda 6 grama kadar düşmüştür. Aynı tarihlerde bunların ayarının da bozulduğu görülür. Bu yüzden Araplar bakır paraları sikke olarak kabul edip; alış-verişlerinde kullanmamışlardır. (33)

Müslümanlar vezinleri hayli azaltılmış bulunan felsleri Suriye’nin fethinden sonra kendileri basmaya başlamışlardır. Suriye için yalnız Antakya’da sikke basıldığı halde, Araplar; Baalbek, Halep, Şam, Ruha (Urfa), Taberiye, Amman, Menbic, İliya-Filistin, Kinnisrin ve daha bir çok yerde para kesmeye mahsus imalathaneler kurmuşlardır. Fels basımı hükümdarlık hukukundan sayılmadığı için valiler ile mahalli yöneticiler bu konuda serbest bırakılmıştır. Bu yüzden fels’in satın alma gücü ile vezin ve tipi basıldığı şehre göre değişir, dinar ve dirhem gibi hilafet ülkesine dahil bütün beldelerde serbestçe dolaşmazdı. (34)

Altın ve gümüş dışındaki madeni paralardaki bu satın alma gücü farklarını dikkate alarak Hanefilerin çoğunluğu bunlarda yalnız “nesie ribası”nın söz konusu olabileceğini, “fazlalık ribası”nın ise cereyan etmeyeceğini söylediler. (35) (Ayrıntı için “İslâm’da Faiz” konusuna bk.)

Aşağıda kağıt parayı açıklarken bununla, tarihte geniş uygulama alanı bulunan madeni paralar arasında karşılaştırma yapacağız. Çünkü aynı ağırlık ve nitelikte olsa bile farklı yerde basılan madenî paraların birbirleriyle değeri dikkate alınarak, başka bir deyimle satın alma güçlerine göre mübadele edildikleri görülür. (36) İşte zaman veya bölge ayrılığı yüzünden aynı cins ve kalitedeki paralar arasında meydana gelen bu satın alma gücü farkını, acaba borçların ödenmesinde dikkate almak mümkün müdür?

 

E) Para Borçları ve Enflasyon Farkı:

Ebu Yusuf’a (ö.182/798) göre fels adı verilen madeni paralar altın veya gümüş paraya endeksli olarak basıldığı için satın alma güçlerini bunlardan alırlar. Bu yüzden de bu çeşit para ile ödenecek borçlarda endeksli olduğu sağlam para ile arada meydana gelen enflasyon farkı da borca eklenebilir. Madeni paranın satın alma gücündeki düşme veya yükselme halinde borç veresiye satıştan doğmuşsa “satış tarihi”, Karz (ödünç) akdinden doğmuşsa “paranın ödünç alana teslim tarihi” esas alınarak endeksli olduğu altın veya gümüşe göre değeri hesaplanır ve borçlar buna göre ödenir. Ancak günümüzde veresiye satışlarda genellikle bir vade farkı eklendiği için, altına göre yeni bir değer kaybı farkının ilave edilmesi alıcı için haksızlık doğurabilir. Bu yüzden veresiye satışta altına göre değer farkı, yalnız peşin bedelle pazarlık yapıp, sonradan veresiyeye dönüştürme veya borcun vade tarihinde ödenmemesi halinde, bundan sonraki bir ayı aşan gecikmelerde ilave edilebilir. Fetvâya esas olan görüş budur. (37)

Meselâ; altın paraya endeksli olarak basılan madeni bir para olan bir fels karşılığında altı ay vadeli bir mal alan kimsenin altı ay sonunda fels altın para karşısında %30 değer kaybetmişse alıcıya bin üç yüz fels ödemesi gerekir. Bunun aksine fels, altın karşısında %20 değer kazansa bu takdirde borcu %20 eksiği ile yani 800 fels olarak ödeyebilecektir. Bu duruma göre Ebu Yusuf standart karşılığı bulunan para borçlarında enflasyon farkını kabul etmiştir.

Ancak borç altın veya gümüş cinsi bir paradan doğmuşsa, ödeme tarihine kadar bu paraların satın alma gücünde değişmeler olsa bile alacaklı bir vade farkı isteyemez. Bu konuda görüş birliği vardır. Ebu Yusuf’un görüşü altın veya gümüş karşılığında yapılan muameleleri kapsamına almaz. İbn Abidin (ö.1252/1836) bu noktayı özellikle belirtmiştir. (38)

Altın veya gümüş para borçlarında enflasyon farkının kabul edilmemesinin nedeni şudur: Bu iki değerli madenden basılan paralar piyasada gerçek maden değeri ile dolaşır. Çünkü altın veya gümüşün kendi cinsleriyle değişiminde eski-yeni ayırımı önem taşımaz. Meselâ; 22 ayar 100 gram altın para ile yine 22 ayar 100 gram altın bilezik özü bakımından birbirine denk sayılır. Çünkü bunlardan ilkinde darphane ücretiyle, diğerinde kuyumcunun kalıba dökme masrafı birbirine yakındır. Bu yüzden altın para ve altın zinet “işlenmemiş altın” halinde iken eşit sayılır. Eritilince bu eşitlik tam olarak gerçekleşir. Gümüş de durum böyledir. Bakır vb. madenlerden basılan paralarda ise durum farklıdır. Bunlar maden değeri dışında itibari bir değerle dolaşırlar. Meselâ; bir kg. bakırdan kesilen bakır paralar, üzerlerinde yazılan birimler yüzünden belki bakırın 5 veya 10 katı daha fazla satın alma gücü kazanabilir. Böylece fels, maden değeri dışında itibari bir değerle dolaşmaya başlar. İşte Ebu Yusuf bu paraları borcun doğduğu tarihi esas alarak bağlı, bulunduğu sağlam paraya endeksli sayar ve bunların değeri de temsil ettiği asıl paraya göre belirlenmiş olur.

Madeni paralar üzerinde fazlaca durmamızın sebebi şudur: Aşağıda açıklayacağımız kağıt para sistemi de temsili bir para olup, gerçek değeri dışında oluşan bir itabiri değerle dolaşmaktadır. Durum böyle olunca acaba fels’lere uygulanan hükümler onlara bazı yönleriyle benzeyen kağıt paraya da uygulanabilir mi? Aşağıda bu konuyu açıklamaya çalışacağız.

 

F) Kağıt Para Sisteminin Doğuşu:

Altın veya gümüşten sürekli olarak para basma, hammadde temininde bazı güçlükler meydana getirince basımı, korumnası ve taşınması kolay olan kağıt para uygulamasına geçilmiştir. Banknot ve kağıt paranın niteliklerini anlamak için kısaca tarihçelerinden söz edeceğiz.

İnsanlık âlemi eski çağlardan beri altın, gümüş veya madeni paralar olmadan da ekonomik hayatın yürüyebileceğini anlamıştır.

J. Dobretsberger (39) Mısır’da M.Ö. 1600 yıllarında banknot tedavül edildiğini söyler. Bu ülkede devlet hazine ve depolarının emanet kabul etmesi usuldendi. Halk, elindeki altın, mücevherat veya tarım ürünlerini saklanmak üzere buralara tevdi eder ve kendilerine emanet bıraktıkları şeyin cins ve miktarını belirten bir makbuz verilirdi. Elinde böyle bir makbuz olan kimse, belge üzerinde yazılı cins ve miktardaki malı dilediği zaman çekebilirdi. Ticaretle uğraşanlar bu makbuzları mal ve para yerine kabul ediyorlardı. Hatta bu belgeler Fenike ve Mezopotamya’da da tedavül ediyordu. (40) Bu uygulama Kur’an-ı Kerim’de açıklanan Hz. Yusuf’un devletin hazine ve ekonomik işlerini üstlendiği devreye rastlar. Yusuf (a.s) yedi bolluk yıllarında halkın elindeki fazla ürünleri depolamış kıtlık yıllarının sıkıntısı bu şekilde atlatılmıştır. (41) Hz. Yusuf’un emanet olarak depoladığı altın, gümüş, buğday gibi standart mallar için, sahiplerine verdiği “alındı makbuzları” da ilk temsili para olmalıdır. Çünkü üzerinde yazılı cins ve miktardaki malın, makbuzu getirene verileceğinin taahhüt edilmesi bunu göstermektedir. Bunların elden ele dolaşmasının, hamiline yazılı olmalarından kaynaklandığı söylenebilir.

Miladın ilk yüzyılında Çin’de, daha sonra İtalya’da ve 16. yüzyıld aHollanda’da temsili kağıt paralar çıkarılmıştır. Ancak banktonun yaygınlaşması 17. yüzyılda İngiltere ve İsveç’te cereyan eden uygulamalar sonucu olmuştur. Tüccarlar korsanlığa ve soyguna karşı altın paralarını yanlarında taşımaz, bunların bankerlere teslim edip, onlardan bir makbuz alırlardı. Zamanla bu makbuzlar mal değişiminde para yerine kullanılmaya başlandı. İngiltere’de halk 17. yüzyılda hırsızlık ve soyguna karşı tedbir olarak ellerindeki altınları, değerli metalleri darphaneye emanet olarak bırakıyorlardı. O sıralarda darphane Londra kalesindeydi, bu yüzden de sarraflar darphaneye güveniyorlardı. Sonradan I. Charles ile II. Charles, darphanedeki bu değerli emanetlere el koymuş, bu olay sarrafların darphaneye karşı güvenini sarsmıştır. Bundan sonra sarraflar özel yerler ve müesseseler kurarak halkın elindeki altın veya gümüş para, zinet ya da külçe halindeki değerli madenleri korumak üzere teslim almaya ve sahiplerine birer makbuz vermeye başladılar. “Goldsmith’s notes” denilen böyle bir makbuz, hamiline, üzerinde yazılı miktarda altın veya gümüş sikke alma yetkisi veriyordu. İşte hamiline yazılı çek benzeri olan bu makbuzlar alış-verişlerde para yerine kullanılmaya başlanmış ve halk bunlara rağbet  göstermiştir. Bunlara “sarraf parası” adı verilmiştir. (42)

Kağıt para ve banknot günümüzde eş anlamda kullanılmaktadır. Ancak eski dönemde banknot, devletçe para basma yetkisi verilen bankalar tarafından çıkarılan ve üstünde yazılı olan miktardaki altını, bu banknotu getirene derhal ödemeye bankayı zorunlu kılan senet olarak tanımlanırdı. İşte bazı Avrupa ülkelerinde ve 1840’lı yıllardan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nda çıkarılan kağıt para uygulaması banknot niteliğindedir. Çünkü bu temsili paraların karşılığı olan altın veya değerli madeni bunu getirene vermeyi banknotu çıkaran kişi veya kuruluş taahhüt etmekteydi. Kağıt para sisteminde ise karşılık ödeme taahhüdü söz konus değildir.

Bir ülkede devlet veya yetki verdiği kuruluş banknot çıkarma işini üstlenir. Önceleri basılan paranın altın karşılığı tam olarak bulundurulurken, giderek altın oranları azaltılmış, hatta Avusturya, Danimarka ve Hindistan gibi bazı ülkeler yüzmilyonlar değerindeki bir altın stokunu merkez bankalarında hareketsiz olarak tutmaktansa, ülke parasını yabancı dövizlerden birisine bağlamayı uygun görmüşlerdir. Bu ülkelerin dış ödemelerinden büyük bir bölümü, sterling ile cereyan ettiği için paralarını sterlinge göre ayarlamak çıkarlarına uygun düşüyordu. Adı geçen ülkeler, döviz ihtiyatını teşkil eden nakdî sermayeyi Londra piyasasında işletmek ve ödemelerini bu şehirdeki keşide edilen çek veya poliçelerle yapmak yolunu tuttular. (43)

 

G) Osmanlılarda Kağıt Para Uygulaması:

Kağıt para basıp tedavüle çıkarmak, devlet masraflarını karşılamada başvurulabilecek en kolay yoldur. Çünkü çok az tutan kağıt, mürekkep ve işçilik harcamalarına karşılık devlet büyük bir ödeme gücü elde eder. Ancak bu durumda devlet paranın değerine hakim değildir. Kağıt para basımı kötüye kullanılınca, piyasaya ihtiyacın üstünde para çıkar ve giderek paranın satın alma gücü düşer. Para miktar olarak çoğalınca halkın tüketim meyli artar. Mala olan istek çoğalır ve bunu fiyatların yükselmesi izler. Kağıt para konusunda devlet miktardan kazandığını kıymet ve itibardan kaybeder.

Osmanlılarda kağıt para uygulaması madeni paralarla birlikte tedavül etmek üzere devreye girmiştir. İlk kağıt para Sultan Abdülmecid’in ikinci saltanat yılında, “Kaime-i Mu’teberiyye-i Nakdiyye” adı ile çıkarılmış banknotlardır. Bunların sekiz yıl içinde karşılıkları ödenerek piyasadan geri çekilmesi ümit ediliyordu. Ancak halk banknotlara güvenmediği için ilk yıllarda üzerinde yazılı değerin %30’u kadar düşüş oldu.

1860 yılında Sultan Abdülaziz’in başa geçmesiyle kaime basım işi hızlandı. Çünkü küçük bir masrafla, büyük satım alma gücü meydana getirme yolu olan kağıt para basımı devlet için önemli bir gelir kaynağı olarak görülüyordu. Dolmabahçe Sarayı’nın yapımı ile ilgili olarak anlatılan şu fıkra devletin kağıt paraya bakış açısını belirtmektedir: “Padişah yeni inşa olunan sarayı gezerken Hazine-i Hassa Nazırına ne kadar masraf yapıldığını sorar. Nazır da cevap olarak saray inşaatına 3500 kuruş harcandığını söyler. Bu meblağ, bastırılan kaimeler için hazinenin kağıt ve mürekkebe sarfettiği para imiş. Buna göre, Hazine-i Hassa Nazırı inşaata ödenen üç buçuk milyon lirayı temin masrafını 3500 kuruş olarak itibar ediyordu.”

Başlangıçta devletin bazı ekonomik problemleri çözmesinde olumlu sonuçlar veren kaimeler, kısa sürede büyük bir enflasyona yol açmıştır. Cevdet Paşa, Abdülaziz’in ilk saltanat yıllarında İstanbul’daki durumu şöyle anlatır: “Hazine fevkalade darlık içinde idi ve günden güne sıkıntılar şiddetleniyordu. Fuat Paşa henüz Şam’dan İstanbul’a dönmeden kaime ile yüzlük altın lira arasındaki kur, bir gün üç yüz kuruşa kadar çıktı ve ertesi gün üç yüzü de geçti, daha sonra dört yüze varınca hiç geçmez oldu. Ekmekçi, bakkal ve kasap kaime almayıp, halkın elinde de hep kaime bulunduğundan pek çok kimseler aç kaldı. Parası olanlar üçer beşer günlük ekmek aldı. Bu yüzden ekmekler bitip, sonraya kalanlar ekmek bulamaz oldu.”

İmparatorluk devrinde ilk kağıt para rejimi yirmi yıldan fazla süren zararlı bir tecrübeden sonra, Şam’dan dönünce sadrazam olan Keçecizade Fuat Paşa’nın İngiltere’den sağladığı kredi ile, kaime karşılıkları %40 altın, %60 tahvil olarak ödenip yürürlükten kaldırılmıştır.

1876-1879 yılları arasında ikinci bir denemeye girişildi. İngiliz ve Fransız sermayesi ile kurulan Osmanlı Bankasına banknot çıkarma yetkisi verildi. Banknotların arkasında Maliye Nazırı ile Osmanlı Bankasına ait bir imza bulunacaktı. Ereğli Kömür İşletmeleri, Krom madenleri ve bazı akarların gelirleri Osmanlı Bankasına bırakılmıştı. Banka gerektiğinde bu gelirlerle tedavüldeki banknotları geri çekip hazineye verecekti. Yeni para Hicaz, Yemen ve Trablusgarb dışında bütün Osmanlı beldelerinde zorunlu olarak dolaşacaktı. İlk seride 16 milyon liralık kaime çıkarıldı. Ancak Osmanlı-Rus Harbinin çıkması ve Rusların İstanbul yakınına kadar ilerlemesi piyasayı etkiledi. Bir altın lira (100 kuruş) karşılığı olması gereken kaime 450 kuruşa kadar yükseldi. Halkın rağbetini sağlamak için vergilerin beşte birinin kaime ile ödenebileceği ve her altın lira karşılığında dört kağıt lira (kaime) verilebileceği ilan edildi.

Osmanlı Bankası çıkardığı banknotlara önceleri %50, sonra %33 altın karşılık bulundururken 1895 yıllarında banknotları altınla ödeyememek durumuna düştü. Birinci dünya Harbi nedeniyle de bankanın altın ödemeleri tamamen tatil edilerek, çıkardığı banknotlar devlet tarafından zorunlu tedavüle tabi tutuldu. (44)

Osmanlı Devleti 1911’de İtalya’da, 1912’de Balkan ülkeleriyle savaşmıştı. 1914’te de Birinci Dünya Savaşı başlayınca ülke mali sıkıntı içine düştü. Devletin Düyûn-ı Umumiye İdaresi’yle anlaşması sonucu banknot basımına karar verildi. Almanya, Avusturya ve Macaristan’dan alınan borçlar Düyûn-ı Umumiye İdaresi’ne bırakıldı. 1915’te yapılan anlaşma uyarınca basılan 6,5 milyon lira banknotun altın karşılığı tam olarak Berlin ve Viyana’da mühürlü sandıklar içinde idarenin emrine teslim edildi. Bu kaimeler önceleri altın lira ile başabaş tedavül etti. Fakat savaş giderlerinin artması üzerine yedi seride basılan banknotların miktarı 161. 100. 000 liraya ulaştı. Bunların değeri de düştü; altın ve gümüş paralar piyasadan kalktı. 1915’te altın 101 kuruştu; 1918’de 472 ve 1923’te 777 kuruşa çıktı. Kurtuluş savaşından sonra Tükiye Cumhuriyeti’ne Osmanlı İmparatorluğu’ndan 158. 750. 000 liralık karşılığı olmayan kağıt para devredildi. (45)

H) Altın Lira İle Banknot Arasında Değer İlişkisi

Osmanlı kaimeleri yaklaşık 7 gram 22 ayar altın para olan altın liraya endeksli olarak çıkarılmıştır. 1 altın lira da 1 kaime (banknot) de 100 kuruş itibar edilmiştir. Ancak yukarıda açıklandığı gibi çeşitli sosyal ve ekonomik nedenlerle kağıt paranın değeri düşmüş, zaman zaman bir altın lira 350; 450; 550, hatta 1000 kuruşluk kaimelere denk hale gelmiştir. Bu yüzden Kâni Paşa’nın maliye nazarı olduğu dönemde vergi borcunu altın lira ile ödemek isteyenlerin borç sayısınca, kaime ile ödemek isteyenlerin ise  1 altın lira yerine 4 kaime verebilecekleri halka duyurulmuştur.

1879 tarihli bir kararnamede, borçlar kaime ile ödenirken 450 kuruşluk kaime veya yerine bir yüzlük altın (1 altın lira) borçları ödeme gününde, bir altın  kaime ederse o kadar kaime ödenmesi emrolunmuştur. (46)

Kısaca altın esasına dayalı kağıt para sistemlerinde, temsili para olan kağıt para değerini tamamen altından almakta ve altınla ilgili hükümler onu temsil eden kağıt paraya da uygulanabilmektedir. Bu yüzden İmam Ebu Yusuf bakır, nikel vb. madenlerden basılan felsleri altın veya gümüşten endeksli olduğu cinsin değerini dikkate alarak enflasyon farkının ödenmesi gerektiğini söylemiştir. Aynı prensibin altına veya standart bir karşılığa endeksli olarak çıkarılan kağıt paralara da uygulanabileceğinde şüphe yoktur. Ancak standart bir karşılığı olmayan kağıt para sistemlerinde ise konu diğeri kadar açık değildir. Bu yüzden günümüzde yaygınlaşan ve gücünü devletten alan kağıt para sisteminden de kısaca söz edeceğiz.

 

İ) Gücünü Devletin Ekonomik Gücünden Alan Kağıt Paralar:

Merkez bankalarında stok edilen altın karşılığı olarak basılan kağıt paraların gerektiğinde altına çevrilebilme imkânı vardı. Karşılığının bulunması bu paraların halk tarafından tutulmasına yardımcı oluyordu. Ancak giderek toplumda kağıt para kullanımına o kadar alışıldı ki, artık halk paranın karşılığını hatırına bile getirmez oldu. Bazı ülkelerde, kağıt paraların karşılığı olan altınların piyasaya sürülmesine rağmen bu paraya güvenin devam ettiği görülmüştür. Artık kağıt para devletlerin kamu gücü ile desteklediği ve alışkanlıkla tedavül eden bir para haline gelmiştir. Kağıt para, gücünü devletten almaktadır. Devlet bu paraların taklit edilmemesi için gerekli tedbirleri alır.

Hanefi müctehitlerinden Muhammed eş-Şeybânî’ye (ö.189/805) göre, kendisiyle eşyaya değer biçilebilen herşey para olarak belirlenebilir. Böylece paranın sadece altın, gümüş veya diğer madenlerden olması gerekmez. (46/a) Bakır, nikel ve benzeri madenlerden yapılan fels, mangır ve mağşûş paralar da birer mübadele aracı olarak kullanılmıştır. Günümüzde madeni paralar ufaklık para ihtiyacı için basılmaktadır. Kağıt para genel olarak günümüzde altına endeksli olmaktan çıkarılmış, devletin desteklediği ve halkın muamelelerde kullanmasıyle tedavülünü örfleştirdiği bir para çeşidi olmuştur.

Ömer Nasuhi Bilmen kağıt paralar için şöyle der:

“Kâime ve evrak-ı nakdiye denilen kağıt paralar ve bankaların istenilen zaman nakde tahvil edilen ve bedelleri alınabilen banknotları nükûd hükmündedir. Çünkü bunların altın veya gümüş gibi tedavülü müteâreftir (örflmeşmiştir). Bunların karşılıkları hakîkî veya itibarî olarak mevcut bulunmaktadır. Bunlar hazır bir mal demektir ve toplumun servetini teşkil etmektedir. Bunlardan yeterli miktara malik olanlar, yoksul değil zengin sayılmaktadır. Bunlar mücerred birer alacak senedi mesabesinde değildir. Bunların vasıtasiyle filhâl istifade mümkündür. Bunlar birer nakit, birer mübadele aracı olarak kabul edilmişlerdir. Velhasıl bunlar sair nükûd gibi istenildiği zaman sarf ve mübadele edilebilmekte ve birer kıymeti haiz olup ona göre muamele yapılmaktadır.” (47)

Bu duruma göre daha önceki yüzyıllarda kullanılan altın ve gümüş para dışandaki fels, mangır vb. madeni paralara kıyas yaparak kağıt paranın da örfî bir para sayılması mümkündür. Çünkü temelde İslâm’ın prensipleri ile çelişmeyen örf ve âdetlerin bir delil oluşu hadis-i şeriflerle sabittir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Müslümanların güzel gördüğü şeyler Allah katında da güzeldir. Müslümanların çirkin gördüğü şeyler Allah katında da çirkindir.” (48)

Sonuç olarak, başlangıçta üzerinde temsil ettiği altın miktarı yazılı olan veya altın ya da gümüşten birisine endeksli bulunan kağıt paraya temsil ettikleri değerli madenin hükümlerini uygulamakta açıklık vardı. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kağıt paraların altınla bağı koparılıp, merkez bankalarında tonlarca altının bloke edilmesine gerek olmadığı, çünkü kağıt paranın değerini devletin ekonomik gücünden aldığı esası kabul edilince kağıt para için belli bir karşılık söz konusu olmaktan çıktı ve bu para için belirsizlik dönemi başladı. Ebu Yusuf’a göre, kağıt para belli bir karışlığa endekslendiği takdirde borçların ödenmesinde bu standart karşılıkla kağıt para arasında meydana gelen değer farkı faiz olmaktan çıkar. Bu karşılık temeldeki gibi yalnız altın olabileceği gibi, altınla birlikte ekmek, şeker, yağ gibi standart başka değerlerin ortalamasına endeksleme tarzında da olabilir.

 

J) Altın veya Altına Endeksli Para Üzerinde Bir Değerlendirme:

Kağıt para sistemi, ekonomisi güçlü olan ülkeler lehine büyük bir satın alma gücü meydana getirmeye elverişlidir. Bu, geri kalmış ülkeler aleyhine sürekli haksız kazanç doğuran bir sistemdir. Bu yüzden özellikle geri kalmış ülkelerin sağlam bir para arayışı içine girmesi gerekir. Yüzyıllarca uygulanan altın para sistemiyle ilgili olarak iktisatçı Feridun Ergin şunları yazar:

“Altın para sisteminin en büyük faydası, enflasyona karşı engel teşkil etmesidir. Altın esasının uygulandığı bir ülkede, paranın değeri sarı madenin arz ve talebine bağlıdır. Ülkeye giren ve çıkan altın miktarı, dış ticaret dengesine göre ayarlanmaktadır. Para stokunu devlet takdirine göre arttırmak kabil değildir. Altın esası, kambiyo kurlarının istikrarını muhafaza etmekte ve bu ülkedeki fiyat seviyesini dünya piyasalariyle âhenkleştirmektedir... Altın devri, iktisat tarihinin ilk büyük refah safhasıdır. Bu sistem, Birinci Dünya Savaşından itibaren, mevkiini kaybetmiştir. Fakat altın para esasını bırakan ülkeler, yıllarca iktisadî istikrara kavuşamamış ve kağıt para ile istikrar temin edebilmek için oldukça uzun bir intibak devresi geçirmişlerdir. (49)

Günümüzde çeşitli ülkelerdeki altın fiyatları arasında paralellik vardır. Bileşik kaplarda suyun eşit seviyede denkleştiği gibi dünya altın piyasalarında ucuz olan ülkeden pahalı olan ülkeye akış olur ve fiyatlar zaman içinde denk hale gelir. İşte kağıt para da altına endekslendiği veya ABD’de bir zamanlar uygulandığı gibi “altın sertifikası” yolu açıldığı zaman, kağıt paranın sun’î etkilerle değer kazanması veya değer kaybetmesi yoluyla ortaya çıkan “haksız kazanç” kapısı kapatılmış olur. Para konusunun iyi incelenerek sağlam bir çözüme kavuşturulması günümüzün önemli ekonomik problemlerindendir.

İslâm fakihleri altın ve gümüşün ister para, ister zinet, isterse işlenmemiş durumda bulunsun, alış-verişte mübadele aracı olarak kullanılabileceğini ve bunların satış bedeli olma (semenlik) özelliklerinin yaratılıştan mevcut olduğunu söylemişlerdir. Altın ve gümüşü tedavülden çekip biriktirenleri ve zekatını vermeyenleri kınayan ayet ve hadisler bunu gösterir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Altın ile gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanları yakıcı bir azapla müjdele. Bu mallar kıyamet gününde cehennem ateşinin içinde kızdırılacak, sahiplerinin alınları ve sırtları bu ateş ile dağlanacak ve “Bu sizin sadece kendiniz için biriktirdiklerinizdir. Biriktirdiklerinizin acısını tadın” denilecek.” (50)

Parayı meşru gelir getirecek şekilde kullanmayıp biriktirmek, gömü yapmak “kenz” kelimesi ile ifade edilir. Böyle bir parayı, zekat sürekli olarak eksilteceği için Hz. Peygamber yetimlere ait paranın işletilmesini teşvik etmiştir. Diğer yandan paranın veya bununla eş değerde olan altın ve gümüşün piyasadan çekilip iddiharı piyasanın ticaret hacmini küçültür, yatırımların miktarını azaltır ve işsizliği arttırır. Diğer yandan para veya zinet eşyası olarak elde bulunan altının 80 grama, gümüşün ise 560 grama kadar olanı zekattan muaf tutulduğuna göre evlerdeki zinetlerin bu sınırı aşmaması amaçlanmalıdır. Nisabı aşan altın veya gümüşün sürekli olarak tedavüle sokulması ve verimli yatırımlara sevkedilmesi bir İslâm ülkesi piyasasında canlılık meydana getirir ve zekâtın muattal kalan servetleri küçültmesi de önlenmiş olur. Diğer yandan ticaret muamelelerinde gerekli olan miktarda para piyasaya çıkmış bulunur. Çünkü istikrarlı bir ekonomi için piyasadaki para miktarı ile eşya fiyatları arasında bağlantı vardır. Enflasyonla yakın ilişkisi bulunduğu için bu bağlantıyı kısaca açıklayacağız.

 

K) Piyasada Dolaşan Para Miktarı ile Fiyat Artışları Arasındaki İlişki:

Amerika keşfedildikten sonraki yıllarda Avrupa kıtasındaki bütün ülkelerde eşya fiyatlarının arttığı görülmüştür. O yıllarda herkes bunun sebebini merak ediyor, anlamaya çalışıyordu. XVI. yüzyılda Fransa’da darphane müdürü Malestroit eşyanın gerçek değerini koruduğunu, hükümdarların sikke alaşımındaki altın ve gümüş oranlarını azaltmalarının pahalılık sanılan bir düzensizliğe yol açtığını öne sürmüştür. Ancak aynı dönem iktisatçılarından Jean Bodin fiyat yükselişlerinin sikkelerdeki maden eksilişinden, çok fazla olduğunu ve ayar bozukluğunun pahalılığı açıklamaya yeterli olmadığını ileri sürmüştü. Ona göre, pahalılığın gerçek sebebi Amerika’dan bol altın getirmiş ve para tedavül hacminin genişlemiş olması idi. Para bolluğu, fiyatları tahrik etmişti. Böylece sonraları enflasyon adı ile ifade edilecek olan bir olaya da teşhis konulmuş oluyordu. Polonyalı Copernic’in de öncülüğünü ettiği “miktar teorisi” denilen bu görüş enflasyonu açıklamada günümüzde de canlılığını korumaktadır. 20. yüzyıl başlarında çeşitli iktisatçılar para miktarı ile fiyat artışları arasındaki ilişkiyi sayısal olarak belirlemiş ve daha sonra bu teoriler gerçek hayattan alınan örneklerle desteklenmiştir. (51)

Türkiye’de son yıllarda görülen fiyat artışlarını miktar teorisine göre açıklayan bir iktisatçının tahlil yazısını aşağıya alıyoruz:

“Miktar teorisi denilen teori, en basit biçimi ile şöyledir: Bir ülkedeki fiyat artış oranı para miktarındaki artış oranına eşittir. Yani bir yılda para miktarı yüzde 20 artarsa, fiyatlar da yüzde 20 artar. Fakat bu ilişkinin gerçekleşebilmesi için bazı şartlara gerek vardır. Önce aynı dönemde üretim aynı kalmalıdır. Üretim değişecek olursa bu ilişki de bir miktar değişir. Şöyle ki, para miktarı yüzde 20 artarken ülkenin geliri yüzde 5 oranında artacak olursa fiyat artışı yüzde 15 olur. Yani para miktarındaki artışlardan üretimdeki artışı çıkmak gerekir. Yalnız şu var ki bir yılda ülkede para miktarı çok fazla değişebilirken üretim miktarı fazla değişmediği için fiyatlara etkili olabilecek en önemli etken para miktarı olarak düşünülebilir. Yani ülkede para miktarı artarken enflasyon varken gelir ve verimlilik artışları ile bunu azaltma imkânları çok sınırlıdır.

Yukarıda anlatılan ilişkinin Türkiye’de gerçekten geçerli bulunduğunu 1950-1970 arasındaki müşahedeler açıkça gösteriyor. Rakamlar şöyledir: Fiyatlar yalnız para miktarı ve gelir artış oranlarına bağlı bulunsaydı fiyat 1950de 100 kabul edilirse 1960’de 240 bulunmalıydı. Gerçekte ise 262 olmuştu. 1960-1970 arasında bu rakamlar şöyledir; 168 bulunması gerekirken 165 olmuştur. Görülüyor ki 1950-1970 arasında fiyat hareketleri yalnız para miktarı ve milli gelir değişiklikleri ile açıklanabilir. 1970-1990 yılları arasındaki fiyat hareketlerini ise para miktarı ile açıklamak zordur.

Rakamlar şöyleydi:

Fiyatlar yalnız para miktarına bağlı bulunsaydı, 1970, 100 kabul edilse 1980’de 1115 olmalıydı. Halbuki gerçekte fiyatlar 1747 olmuştur. 1980’de fiyatlar 100 kabul edilseydi 1988’de 1099 olmalıydı. Halbuki gerçekte 1469 bulunmuştur.

Görülüyor ki, 1970-1988 arasında fiyatlardaki artışı para miktarı ve milli gelir değişiklikleri ile açıklamak mümkün değildir.

1950-1970 arasındaki olayları para miktarlarındaki değişikliklerle açıklamak mümkünken, 1970-1988 arasında bu neden mümkün olmuyor?

Bu olaya en yukarıdan bakış açısı bu yıllardaki paranın devir hızına bakmaktadır. Aynı para belirli bir dönemde fazla veya az ödemelerde kullanılabilir. Eğer fazla ödemelerde kullanılmış ise hızlı devretmiştir, az ödemelerde kullanılmış ise yavaş devretmiştir. Paranın hızlı devretmesi fazla iş yapması yani fiyatları yukarıya doğru iletebilmesidir. Yani aynı miktar para fazla devir ederse para miktarının artmasına gerek kalmadan enflasyon olabilir.

İktisatçılar, paranın devir hızını paranın gelir hızı denilen bir kavram ile ölçerler. Paranın gelir hızı, milli gelir/para miktarı olarak ifade edilen bir orantı ile gösterilir. Türkiye’de paranın gelir hızı 1950-1970 arasında hep 10-12 arasında bulunmuş, yani nispeten sabit kalmıştır. Bu sebeple fiyatlar para miktarındaki artışlarla milli gelir artışlarına göre belirlenmiştir. Halbuki paranın gelir hızı 1970’li yılların ortasından sonra hızla artmıştır. Bu sebeple o yıllardan sonra fiyatlardaki artış para miktarındaki artışı çok aşmıştır. Acaba paranın gelir hızı çok değişken midir, istediği gibi istediği şekilde değişebilir mi?

1970 yılına kadar çok az değişmişti, şimdi neden bu kadar hızla değişebiliyor. Paranın miktar teorisine inanan iktisatçılara göre paranın gelir hızı fazla değişemez. Son 15 yılda Türkiye’de gözlenen olaylar kaide olmaktan çok, istismardır ve paranın gelir hızı bundan böyle fazla değişmeyecektir. Bu sebeple para miktarı tesbit edilebilir ise Türkiye’de enflasyon önlenir.” (52)

Para miktarı yanından enflasyonu arttıran başka sebepler de vardır. Maliyetlere eklenen faizin fiyatları önemli ölçüde yükselttiği, para yerine geniş ölçüde senet ve çeklerle veresiye satışların yapılmasının eşya fiyatlarını arttırdığı bilinmektedir. Paranın altın gibi sağlam bir standarda bağlandığı, faizli krediler yerine, tasarrufların doğrudan kâr-zarar ortaklıklarında nemalandırıldığı, üretim ve dağıtımda arz ve talep dengesinin kurulabildiği, insanlara ticarette itidal zihniyetinin telkin edilebildiği, toplumda ve devlet sektöründe israf ve yolsuzlukların önüne geçilebildiği bir ekonomide enflasyonun gündem olmaktan çıkması gerekir.